Yörükler kimdir
Yörükler, Atlı-Göçebe Türk kültürüne uygun yaşantılarını diğer bir çok Türk topluluğuna göre daha uzun süre devam ettiren ve yerleşik düzene nisbeten yakın zamanlarda geçen Türk topluluklarından birisidir.
Bu hayat tarzının onların karakterlerine yansıyan ve onların temel özellikleri haline gelmiş bir takım hasletleri vardır.
Mesela Yörükler hoşgörülü insanlardır. Sürekli olarak yer değiştirirler ve farklı anlayışa sahip bambaşka yaşantı tarzları olan insanlarla sürekli olarak karşılaşırlar. Bu durum onların daha toleranslı insanlar olmasını sağlar çünkü onlarla barış içinde yaşamanın tek yolu hoşgörüden geçer. Kendi hayat tarzlarını korumanın başkalarının hayat tarzına saygı duymakla mümkün olduğunu görmüşlerdir.
Yörükler yardımsever insanlardır. Yüksek yaylalarda çarşı pazardan uzak yaşadıkları için ihtiyaç duydukları şeyleri yine başka Yörüklerden karşılamak zorundadırlar. Bu mecburiyet onlara imece sistemini ve paylaşmayı çok iyi öğretmiştir.
Çalışkandırlar. Hayatlarını yaylalarda sürdürmek, ve daha rahat yaşamak için ihtiyaç duydukları şeyleri kendileri üretmek zorundadırlar. Bu yüzden her Yörük obası aslında bir tür entegre fabrika gibi çalışır. Peynir, yağ, yoğurt yaparlar. Koyunlarından yün elde ederler. Bu yün ile kilim, halı, çadır çulu, pantolonluk kumaş dokurlar, kazak, eldiven, çorap gibi giysiler örerler. Deriyi işler, post, çarık, çanta, peynir tuluğu yaparlar. Kısacası her Yörük obası bağımsız bir ekonomik birimdir.
Yörükler temiz insanlardır. Bir kere hep su başlarında konaklarlar. Bu sadece kendileri ve hayvanları için içme suyu teminine yönelik bir şey değildir. Temizlik de bu seçimin en önemli sebeplerinden birisidir. Hijyen şartları göz önüne alındığında o zamanların en sağlıklı ortamları mikropların yayılma riskinin en az olduğu yüksek dağ başlarıydı. Çadırında kaynatılmış temiz bezler ve kaynatılmış sıcak su kullanılarak doğum yaptırılan bir Yörük gelini - geçmişin gelişmemiş sağlık şartları göz önüne alındığında - acaba gerçekten kötü şartlarda mı doğum yapıyordu?
Yörükler özgürlüklerine de düşkündürler. Özgürlükleri için tehlike olarak gördükleri ev-bark, tarla-bahçe sahibi olma işine hiç meyletmemişler, Anadolu'nun uçsuz bucaksız yaylalarında o pınar başı senin bu pınar başı benim dolaşıp durmuşlardır. Yerleşmeleri için yapılan baskılara uzun süre direnmişlerdir.Yörükler bir süreliğine de olsa yerleştirilseler dahi bir fırsatını bulup yine eski yaşantılarına dönmüşlerdir. Çabalarının özeti şu dizededir:
Ferman padişahın, dağlar bizimdir.
Kurtuluş Savaşı'nda ülkemizi işgale yeltenen düşmana karşı Anadolu'da başlayan direniş hareketlerine hemen katılmışlar, bir çok şehitler vermişler ama Türk vatanseverliğinin en güzel örneklerini göstermişlerdir.
TÜRK ÇADIRLARI
Türklerin bundan bin beş yüz yıl önce orta Asya’da, iklim ve coğrafi şartların icabı olarak, umumiyetle göçebe bir hayat yaşadıkları malumdur. Öyle göçebe bir gayet ki, bu hayatı yaşınlar yazı yazmasını biliyorlar ve kervan ticareti yapıyorlardı. Göçebe hayatı yaşıyan Türkler,iyi ahlaklı olmayı, yoksullara yardım etmeyi seviyorlar ve bunu en büyük faziletler arasında sayıyorlardı. Ortaçağdaki göçebe Türk cemiyetlerinde, çok zengin bir asılzadeler sınıf, her hususta hür olan halk tabakası ve nihayet kara halk denilen, esirlerden mürekkep aşağı tabaka vardı. İşaret edildiği üzere, Türk göçebe cemiyetinde medeni hayatın mürekkep manzarası ve birçok müesseseleri görülmektedir. Türkler, hep çadırlarda doğmuşlar ve buralarda yaşayıp ölmüşlerdir. Eski Türkler çadıra otak (otağ) adını veriyorlardı ki, bugünkü oda sözü buradan gelmektedir. Otağ ismi çadır manasında olarak, Selçuklularda ve beyliklerde olduğu gibi, Osmanlılar’da da kullanılmıştır. Çadır kelimesine gelince, bu da Türkçe olup çatmak fili ile ilgilidir.
Orada da, ihtiraslar birbirleriyle mücadele etmekte ve dedikoduya büyük bir yer verilmektedir.
İşte, birçok Avrupalı alimlerin de tasdik ettikleri üzere, doğuştan asker, teşkilatçı ve idareci olan
Yukarı orta çağda, Orta Asya’nın engin bozkırlarında yaşıyan Türklerin çadırları, keçeden mamuldü. Şekli yuvarlak olup, sağlam kazıklarla yere raptedilmişti. Alelade halk çadırları sekiz on kişi alçak büyüklükte idi. Asılzadeler olan beylerin ve hanların muhtelif şekil ve büyüklükte otağ yani çadırları vardı. Bunlardan kırmızı atlas veya ipekten yapılmış büyük otağlar elli, yüz kişi alırdı ki, burada resmi toplantılar yapılır, ziyafetler verilirdi. Renk renk kıymetli kumaşlar ve ipeklilerle süslenmiş olan bu otağlar, bazı samanlarda ziyafetten sonra içindeki kıymetli eşya ile birlikte ziyafeti veren han veya beyin müsaadesiyle yağmalanırdı. Yağma esnasında han veya bey, varsa oğulları ve katunu ile beraber otağdan uzaklaşırdı. Otağı yağma edenler, yağmayı müteakip han veya beyin huzuruna vararak onu selamlarlar. ve yağmaladıkları eşya ile birlikte kendi yerlerine giderlerdi. İşte eski Türklerdeki yağmalı şölenin aslı budur. İranlılar, Türklerde gördükleri bu adeta han-ı yağma (yani yağma sofrası) adını vermişlerdir.
Çadır, Türkler tarafından o kadar sevilmiş ve iona o kadar alışılmıştı ki, yabancı ülkelerde bulunan ve evlerde oturan Türkler çadırda yaşamın hasretini çekmişlerdir. Şaphesiz ki, onlar çadıra, hür ve serbest yaşamanın hasretini çekmişlerdir. Şüphesiz ki, onlar çadıra, hür ve serbest yaşamının bir timsali nazariyle bakıyorlardı. Yedinci asrın başlarında Çin’de bir müddet yaşıyan bir Gök Türk şehzadesi, kendisine tahsis edilen muhteşem bir binada kalmak istemeyerek, bu binanın bahçesine kurduğu bir çadırda oturmuştur. Eski Türklerin
çadırları, elbiseleri gibi, umumiyetle ak idi. Ancak köle ve cariyeleridir ki, kara çadırda yaşarlardı. Büyüklerin çadırlarından bazıları al, kırmızı ve turuncu idi.
Arap müelliflerine göre, Peygamberimiz, hayatının son zamanlarında Türk çadırında oturmuş ve bu çadırı çok sevmiştir.
Osmanlı Türklerinin çadırları da Orta Asyalı atalarınınkinden farksızdı. Osmanlı hükümdarlarının büyük ve muhteşem çadırları vardı ki, buna otağ-ı hümayun denilirdi. Otağ-ı hümayun seferlerde, av ve gezintilerde kullanılırdı. Fevkalade müzeyyen, işlemeli ve süslü olan otağ-ı hümayunlar müteaddit kısımlara ayrılmıştı.
Otağ-ı hümayunların rengi kırmızı idi ve Osmanlı ordusunda padişah, şehzadeler, vezir ve beylerbeyilerden başkası bu renkte çadır kullanamazlardı. Padişah otağlarından Kanuni Sultan Süleyman’ın 1566 da yaptığı Sigetvar seferindeki otağı pek mükellef olup yedi direkli idi. Bu hükümdarın nişancısı ve müverrihi Celalzade, bu otağı pek edibane bir surette tasvir etmiştir. Onun bu tasvirinden anlaşılıyor ki, Kanuni’nin otağı, renkli şerit ve sırma saçaklarla süslenmişti. Padişah otağlarının nezaretine hayme mehterleri adı verilen bir cemaat bakardı. Bu cemaat oda tabir edilen dört kısma ayrılmıştı. Padişahlar sefere veya herhangi uzakça bir mahalle gidecekleri vakit Davutpaşa, Çırpıcı çayırı ve Üsküdar’daki Doğancılar meydanına hayme mehterleri daha önce hareket ederek otağlar kurarlardı. Seferlerde iki otağ bulundurulması adet idi. Bunlardan birisinde bizzat hükümdar oturur, diğeri de tuğlarla beraber daha ilerdeki menzilde kurulurdu. Tuğlarla otağ-ı hümayunu nakle memur edilenlerin başlarına, konakçı başı denilirdi ki, bunlardan bazıları beyler beyi rütbesini haizdi.
Asker çadırlarına gelince, bunlar mahruti şekilde olup, pamuktan yapılmıştı. Renkleri beyazdı.
Yörüklerde çadırın ayrı bir yeri ve önemi vardır. Onun için Yörükler çadırı kurduğu her yeri yurt bilir.
Osmanlı İmparatorluğuda Kara Çadırın içinde kurulmuştur. Türk çadırda doğar at üstünde ölür. Sözü Yörükler için söylenmiştir.
kaynak : Prof. Dr. Faruk Sümer (Yörük-Türkmen Vakfi)
Yörükler, Atlı-Göçebe Türk kültürüne uygun yaşantılarını diğer bir çok Türk topluluğuna göre daha uzun süre devam ettiren ve yerleşik düzene nisbeten yakın zamanlarda geçen Türk topluluklarından birisidir.
Bu hayat tarzının onların karakterlerine yansıyan ve onların temel özellikleri haline gelmiş bir takım hasletleri vardır.
Mesela Yörükler hoşgörülü insanlardır. Sürekli olarak yer değiştirirler ve farklı anlayışa sahip bambaşka yaşantı tarzları olan insanlarla sürekli olarak karşılaşırlar. Bu durum onların daha toleranslı insanlar olmasını sağlar çünkü onlarla barış içinde yaşamanın tek yolu hoşgörüden geçer. Kendi hayat tarzlarını korumanın başkalarının hayat tarzına saygı duymakla mümkün olduğunu görmüşlerdir.
Yörükler yardımsever insanlardır. Yüksek yaylalarda çarşı pazardan uzak yaşadıkları için ihtiyaç duydukları şeyleri yine başka Yörüklerden karşılamak zorundadırlar. Bu mecburiyet onlara imece sistemini ve paylaşmayı çok iyi öğretmiştir.
Çalışkandırlar. Hayatlarını yaylalarda sürdürmek, ve daha rahat yaşamak için ihtiyaç duydukları şeyleri kendileri üretmek zorundadırlar. Bu yüzden her Yörük obası aslında bir tür entegre fabrika gibi çalışır. Peynir, yağ, yoğurt yaparlar. Koyunlarından yün elde ederler. Bu yün ile kilim, halı, çadır çulu, pantolonluk kumaş dokurlar, kazak, eldiven, çorap gibi giysiler örerler. Deriyi işler, post, çarık, çanta, peynir tuluğu yaparlar. Kısacası her Yörük obası bağımsız bir ekonomik birimdir.
Yörükler temiz insanlardır. Bir kere hep su başlarında konaklarlar. Bu sadece kendileri ve hayvanları için içme suyu teminine yönelik bir şey değildir. Temizlik de bu seçimin en önemli sebeplerinden birisidir. Hijyen şartları göz önüne alındığında o zamanların en sağlıklı ortamları mikropların yayılma riskinin en az olduğu yüksek dağ başlarıydı. Çadırında kaynatılmış temiz bezler ve kaynatılmış sıcak su kullanılarak doğum yaptırılan bir Yörük gelini - geçmişin gelişmemiş sağlık şartları göz önüne alındığında - acaba gerçekten kötü şartlarda mı doğum yapıyordu?
Yörükler özgürlüklerine de düşkündürler. Özgürlükleri için tehlike olarak gördükleri ev-bark, tarla-bahçe sahibi olma işine hiç meyletmemişler, Anadolu'nun uçsuz bucaksız yaylalarında o pınar başı senin bu pınar başı benim dolaşıp durmuşlardır. Yerleşmeleri için yapılan baskılara uzun süre direnmişlerdir.Yörükler bir süreliğine de olsa yerleştirilseler dahi bir fırsatını bulup yine eski yaşantılarına dönmüşlerdir. Çabalarının özeti şu dizededir:
Ferman padişahın, dağlar bizimdir.
Kurtuluş Savaşı'nda ülkemizi işgale yeltenen düşmana karşı Anadolu'da başlayan direniş hareketlerine hemen katılmışlar, bir çok şehitler vermişler ama Türk vatanseverliğinin en güzel örneklerini göstermişlerdir.
TÜRK ÇADIRLARI
Türklerin bundan bin beş yüz yıl önce orta Asya’da, iklim ve coğrafi şartların icabı olarak, umumiyetle göçebe bir hayat yaşadıkları malumdur. Öyle göçebe bir gayet ki, bu hayatı yaşınlar yazı yazmasını biliyorlar ve kervan ticareti yapıyorlardı. Göçebe hayatı yaşıyan Türkler,iyi ahlaklı olmayı, yoksullara yardım etmeyi seviyorlar ve bunu en büyük faziletler arasında sayıyorlardı. Ortaçağdaki göçebe Türk cemiyetlerinde, çok zengin bir asılzadeler sınıf, her hususta hür olan halk tabakası ve nihayet kara halk denilen, esirlerden mürekkep aşağı tabaka vardı. İşaret edildiği üzere, Türk göçebe cemiyetinde medeni hayatın mürekkep manzarası ve birçok müesseseleri görülmektedir. Türkler, hep çadırlarda doğmuşlar ve buralarda yaşayıp ölmüşlerdir. Eski Türkler çadıra otak (otağ) adını veriyorlardı ki, bugünkü oda sözü buradan gelmektedir. Otağ ismi çadır manasında olarak, Selçuklularda ve beyliklerde olduğu gibi, Osmanlılar’da da kullanılmıştır. Çadır kelimesine gelince, bu da Türkçe olup çatmak fili ile ilgilidir.
Orada da, ihtiraslar birbirleriyle mücadele etmekte ve dedikoduya büyük bir yer verilmektedir.
İşte, birçok Avrupalı alimlerin de tasdik ettikleri üzere, doğuştan asker, teşkilatçı ve idareci olan
Yukarı orta çağda, Orta Asya’nın engin bozkırlarında yaşıyan Türklerin çadırları, keçeden mamuldü. Şekli yuvarlak olup, sağlam kazıklarla yere raptedilmişti. Alelade halk çadırları sekiz on kişi alçak büyüklükte idi. Asılzadeler olan beylerin ve hanların muhtelif şekil ve büyüklükte otağ yani çadırları vardı. Bunlardan kırmızı atlas veya ipekten yapılmış büyük otağlar elli, yüz kişi alırdı ki, burada resmi toplantılar yapılır, ziyafetler verilirdi. Renk renk kıymetli kumaşlar ve ipeklilerle süslenmiş olan bu otağlar, bazı samanlarda ziyafetten sonra içindeki kıymetli eşya ile birlikte ziyafeti veren han veya beyin müsaadesiyle yağmalanırdı. Yağma esnasında han veya bey, varsa oğulları ve katunu ile beraber otağdan uzaklaşırdı. Otağı yağma edenler, yağmayı müteakip han veya beyin huzuruna vararak onu selamlarlar. ve yağmaladıkları eşya ile birlikte kendi yerlerine giderlerdi. İşte eski Türklerdeki yağmalı şölenin aslı budur. İranlılar, Türklerde gördükleri bu adeta han-ı yağma (yani yağma sofrası) adını vermişlerdir.
Çadır, Türkler tarafından o kadar sevilmiş ve iona o kadar alışılmıştı ki, yabancı ülkelerde bulunan ve evlerde oturan Türkler çadırda yaşamın hasretini çekmişlerdir. Şaphesiz ki, onlar çadıra, hür ve serbest yaşamanın hasretini çekmişlerdir. Şüphesiz ki, onlar çadıra, hür ve serbest yaşamının bir timsali nazariyle bakıyorlardı. Yedinci asrın başlarında Çin’de bir müddet yaşıyan bir Gök Türk şehzadesi, kendisine tahsis edilen muhteşem bir binada kalmak istemeyerek, bu binanın bahçesine kurduğu bir çadırda oturmuştur. Eski Türklerin
çadırları, elbiseleri gibi, umumiyetle ak idi. Ancak köle ve cariyeleridir ki, kara çadırda yaşarlardı. Büyüklerin çadırlarından bazıları al, kırmızı ve turuncu idi.
Arap müelliflerine göre, Peygamberimiz, hayatının son zamanlarında Türk çadırında oturmuş ve bu çadırı çok sevmiştir.
Osmanlı Türklerinin çadırları da Orta Asyalı atalarınınkinden farksızdı. Osmanlı hükümdarlarının büyük ve muhteşem çadırları vardı ki, buna otağ-ı hümayun denilirdi. Otağ-ı hümayun seferlerde, av ve gezintilerde kullanılırdı. Fevkalade müzeyyen, işlemeli ve süslü olan otağ-ı hümayunlar müteaddit kısımlara ayrılmıştı.
Otağ-ı hümayunların rengi kırmızı idi ve Osmanlı ordusunda padişah, şehzadeler, vezir ve beylerbeyilerden başkası bu renkte çadır kullanamazlardı. Padişah otağlarından Kanuni Sultan Süleyman’ın 1566 da yaptığı Sigetvar seferindeki otağı pek mükellef olup yedi direkli idi. Bu hükümdarın nişancısı ve müverrihi Celalzade, bu otağı pek edibane bir surette tasvir etmiştir. Onun bu tasvirinden anlaşılıyor ki, Kanuni’nin otağı, renkli şerit ve sırma saçaklarla süslenmişti. Padişah otağlarının nezaretine hayme mehterleri adı verilen bir cemaat bakardı. Bu cemaat oda tabir edilen dört kısma ayrılmıştı. Padişahlar sefere veya herhangi uzakça bir mahalle gidecekleri vakit Davutpaşa, Çırpıcı çayırı ve Üsküdar’daki Doğancılar meydanına hayme mehterleri daha önce hareket ederek otağlar kurarlardı. Seferlerde iki otağ bulundurulması adet idi. Bunlardan birisinde bizzat hükümdar oturur, diğeri de tuğlarla beraber daha ilerdeki menzilde kurulurdu. Tuğlarla otağ-ı hümayunu nakle memur edilenlerin başlarına, konakçı başı denilirdi ki, bunlardan bazıları beyler beyi rütbesini haizdi.
Asker çadırlarına gelince, bunlar mahruti şekilde olup, pamuktan yapılmıştı. Renkleri beyazdı.
Yörüklerde çadırın ayrı bir yeri ve önemi vardır. Onun için Yörükler çadırı kurduğu her yeri yurt bilir.
Osmanlı İmparatorluğuda Kara Çadırın içinde kurulmuştur. Türk çadırda doğar at üstünde ölür. Sözü Yörükler için söylenmiştir.
kaynak : Prof. Dr. Faruk Sümer (Yörük-Türkmen Vakfi)