ZEYTİNDAĞI- 1915
Cemal Paşa'nın ismini, herkesin adı gibi söyleyerek ve işiterek İstanbul'dan çıkmıştım. Adana'da ses temposu hafifledi ve isim ikileşti: Büyük Cemal Paşa, Küçük Cemal Paşa.
Küçüğü tümen kumandanı idi.
Haleb'i geçtikten sonra "Paşa"nın (P)'si düştü. (B) oldu, ve:
- Ahmet Bey, der gibi serbestçe ağızdan düşüveren "- Cemal Paşa" kelimesi bir çeşit imtiyaz, insanın ona yakınlığını gösteren, insanı esrarlaştıran bir şey oldu.
Dördüncü Ordu Karargâhı'na gidiş, hele Şam'dan sonra, artık bir mabede çıkılıyor gibi, baş döndürür: Bir terör havası vardır. Ses daha pestir ve Cemal ismi, Tevrat'tan, İncil'den alınma, mukaddes bir ada benzer.
Sirkeci'deki ve Harbiye Mektebi'nin havuz başındaki, biraz gururlu ise de, yine sade ve sevimli olan Cemal Paşa'nın içime alıştırdığım hayali sönerek, onun yerine, artık yeniden tanıyacağım, çizgileri kırışık, başka bir adam geldi.
Karargâh Kudüs'te, Zeytindağı'nın tepesindeki Alman misafirhanesinde idi. Şehre vardığım zaman iki gümüş çeyrekten başka param yoktu. Hemen karargâha yerleşmezsem, ne geri dönebilir, ne de otelde kalabilirdim.
Arabacıya:
- Cemal Paşa'nın karargâhına! emrini verdim. Arabacı gözünü açtı:
- Ne Cemal Başa!
Zeytindağı'nı göstererek anlattım. Adamcağız:
- Tafaddal! derken, atlarının bile tutum değiştirdiğini sanıyordum.
Tertemiz, ezici ve büyük bir Alman, yapısı! Herkes, subay veya nefer, ayağının ucuna basıyor ve ara sıra, geniş koridordan, yatak odalarına ve sofraya bakan sivesterler geçiyor.
Yaverin yanına çıktım. Odasında sarıklı sarıksız, kırkından yetmişine kadar, eşraf kılıklı epey bir kalabalık vardı. Yaver, subay namzedi esvabıma bakarak:
- Kimsiniz, ne istiyorsunuz? diye sordu.
- Kumandan Paşa Hazretlerinin, Başkumandanlıktan istediği Falih Rıfkı’yım.
İçeri girdi: "Buyurunuz!" dedi.
Ne olacaktım, nereye gidecektim, Cemal Paşa'yı nasıl bulacaktım, anlaşılmaz bir sıkıntı içindeydim.
Büyük bir oda: Solda Şeria Nehri ve Lût Gölü, sağda Kudüs şehri, önde Moskofiye denilen Rus yapı ve bahçeleri vardı. Cemal Paşa, Şeria'ya bakan pencere ile Moskofiye'ye bakan pencerenin üçgeni arasında, arkası bize dönük, kâğıt imzalamakla meşgul. Yalnız sakallı sert profilinin bir parçasını görebiliyoruz. Benden başka, koltuğu defterli üç subay daha var. Bir aralık başını çevirdi, gözü benim üstümden sıyrılarak ikinci subaya gitti, ekşi bir sesle:
- Yaver Beye söyleyiniz; Nablus eşrafını çağırsın dedi.
Kalabalığın kapıdan girişi garip bir haldi. Hayat ve ölüm kararını bir kelime ile verebilir bir adamın kapısı eşiğinde, her biri bir müddet duruyor ve içerideki odada başladığı duasını bitirip yüzünü sıvadıktan sonra giriyordu. Duasını henüz bitirmiyen, kendini arkasından iten arkadaşına dayatıyordu.
Yirmi kişi kadar, Kudüs şehri tarafındaki pencerelerin önüne sıralandılar. Kumandan dönüp bakmadı bile... îmza defterlerinin her yaprağı üstünde duruyor, çiziyor, yazıyor, ara sıra ağzından:
- Bu nedir?
- Böyle cevap istemem.
- Bunu Erkânı Harbiye Reisi'ne götürünüz! gibi kısa sual ve emirler dökülüyordu.
Zaman geçtikçe Nablus'luların yüzlerinin daha sarardığını seziyordum. Cemal Paşa'nın her yeni sesi çıktıkça, hepsinin sarığından, sakalından ve cübbesinden bir sarsıntı geçiyordu.
Poz bilmem ne kadar sürdü? Kumandan defteri kapadı, koltuğunun iki yanından tutarak Nablus safına doğru döndü. Bir buyrultu üslubu ile söze başladı:
- Devlet-i metbuanıza karşı irtikâp etmiş olduğunuz cinayetlerin ne kadar vahim olduğunu biliyor musunuz?
Kimi ellerini, kimi boynunu oynatarak, safın arasından:
- Estağfirullah...
- Estaizübillah, gibi birtakım kelimeler duyuldu. Kumandan bir bakışta bu mırıltıyı keserek:
- Susunuz diye bağırdı ve devam etti:
- Bu cinayetlerin cezasının ne olduğunu bilir misiniz? Nablusluların rengi, asılmış adamların rengine döndü, dudakları kısıldı.
- İdamdır, idam dedi; fakat Devlet-i Aliyye-i Osmaniye'nin ulüvv-ü merhametine dua ediniz. Şimdilik sizleri ve ailelerinizi Anadolu'ya nefyetmekle iktifa ediyorum.
Hepsi, secdeye kapanır gibi olarak, ellerini kaldırıp duaya, hamde ve şükre başladılar. Köklerinden sökülmek karanna karşı, Nablus eşrafının minnet ve şükranlarına sınır yoktu.
- Gidebilirsiniz! dedi.
Üstüste yığılarak, hayata çıkar gibi, dışarı uğradılar. Rol bitmişti. Cemal Paşa subayları savarak, eski gülüşü, muhafız ve nazır gülüşü ile bana döndü:
- Ne yaparsın, dedi, burada böyle söküyor? Sonra İstanbul haberleri sordu.
Kasımpaşa- 1918
Talat Paşa ile birlikte Berlin'den İstanbul'a dönen Ayan azasından Abdurrahman Paşa, Perapalas Oteli'nin alt kat salonunda bana şu fıkrayı anlatmıştı:
- Talat Paşa, sofya istasyonunda trenden indi; Bulgar nazırlarıyla görüştü. Tekrar vagona girdiği zaman, derin derin içini çekerek:
"- Keşke bugün ölmüş bulunsaydım..." dedi.
Sadrazamın Sofya İstasyonu'nda aldığı haber, Bulgar bozgunu idi.
Harp kabinesi çekilmek üzeredir. Bahriye'deki kâğıtlarımı topluyorum. Bütün gençler gibi, askerlikten sonra ne yapacağımı ben de bilmiyorum.
Karargâha yirmi yaşında gitmiştim; şimdi yirmi dört yaşındayım. Ümit, hayal, ve iyimserlikten yoğrulan bu altın çağ, bir dede başı kadar yıpranmış, çileden geçmiş ve ağırlaşmış, onu omuzlarımın üstünde güç tutuyordum.
Kulaktan kulağa bir fısıltı: "- Bahriye'ye Rauf Bey geliyor!"
Dostu, yabancısı, Bahriyelilerin birçoğunda onu karşılamak ve ona iyi görünmek hazırlığı var. Ben Heybeliada Çarkçı Mektebi'nin Türkçe hocalığını isteyip alıyorum.
Tam ayrılacağım gün, öğleye doğru, Kasımpaşa üstünden nazır otomobilinin sert düdüğü öttü; herkes: "Geliyor!" diye telaşlanarak aşağı koştu. Mızıka selam havası çalmak için büyük kapı önünde sıralandı, marşın ilk sesleri arasında otomobil durdu ve... içinden Cemal Paşa indi.
Karşılayıcılar onun kadar sarardılar. Mızıka bozuk düzen kesildi. Bu levhayı yukarı pencereden seyrediyordum.
Cemal Paşa'nın arkasından ben de odasına girdim. Koltuğuna oturdu, Haliç'in bulanık sularına daldı. Başı omuzları içine çökmüş gibi idi.
Şeria ve Moskofiye'ye bakan pencere üçgeninin arasındaki 1915 profilini hatırladım.
"- Herşey bitti mi Paşam?" diye sordum. Gözlerinden kırları artan sakalına bir iki damla yaş düştü.
Biraz sonra kendine gelir gibi oldu. O günkü gazeteleri gözden geçirdi. Henüz sert hücumlar yoktu. Fakat atılgan gençlerden biri, Nüzhet Sabit, ilk tecavüz broşürünü çıkarmıştı. Bahriye Nazırı telefonla polis müdürünü bularak:
- Neden neşriyata dikkat etmiyorsunuz? Bu muharriri tevkif etmelisiniz... diyordu.
Kim kimi, kimin için ve niçin tutacaktı?
En sağlam sütunlar üstünde durduğu sanılan devir, bir karton kale gibi yıkılmıştı.
Çoğu taksi otomobilleriyle Babıâli'ye gelen yeni kabineyi, devlet otomobilleri içinde tebrik etmeye giden harp kabinesini uyandırmak için konak ve yalılarının garajlarına adam gönderip arabalarını geri almak lazım geldi. Cemal Paşa yaverine:
- Rauf Bey'e söyleyiniz. Otomobilim bana hediyedir ve kendi malımdır, diyordu.
Yeni Bahriye Nazırı beni çağırmış:
- Cemal Paşa'nın Türk Ocakları'na yolladığı 15 bin lirayı Halide Hanım geri getirmezse, hepinizi gazetelere vereceğim, diyordu.
Aynı gün Büyükada Yat Kulübü'nün iskelesine yanaşan devlet çatanasından eski bir nazırın çıktığını gören bahçe halkı hayret içinde kaldı. Fakat üç gün sonra, Cemal Paşa, Ali Kemal'in iftirasına yalnız "evet" veya "hayır!" diye cevap vermek için hiçbir gazetede üç satırlık yer bulmaya muvaffak olamadı. Herkes kendi öz başının kaygısında idi. Eski kumandanımı son olarak Boyacıköyü'ndeki yalısında gördüm:
- Param olmadığını bilirsin, dedi. Enver Paşa kendi elindeki kırk bin altından bir kısmını Talat'la bana verdi. Bunun birazını (isimlerini sayarak) üç muharrire vermek istiyorum. Hiç olmazsa onlar beni müdafaa ederler.
Cemal Paşa bir iki gün sonra arkadaşlarıyla Karadeniz'e gitti. Bu haberi en önce, bütün harp yılları Cemal Paşa'dan yardım gören üç yazardan birinin gazetesinde ve en ağır hücumlarla karışık olarak okudum: Ferre, yefürrü, firara!
Cemal Paşa'nın ismini, herkesin adı gibi söyleyerek ve işiterek İstanbul'dan çıkmıştım. Adana'da ses temposu hafifledi ve isim ikileşti: Büyük Cemal Paşa, Küçük Cemal Paşa.
Küçüğü tümen kumandanı idi.
Haleb'i geçtikten sonra "Paşa"nın (P)'si düştü. (B) oldu, ve:
- Ahmet Bey, der gibi serbestçe ağızdan düşüveren "- Cemal Paşa" kelimesi bir çeşit imtiyaz, insanın ona yakınlığını gösteren, insanı esrarlaştıran bir şey oldu.
Dördüncü Ordu Karargâhı'na gidiş, hele Şam'dan sonra, artık bir mabede çıkılıyor gibi, baş döndürür: Bir terör havası vardır. Ses daha pestir ve Cemal ismi, Tevrat'tan, İncil'den alınma, mukaddes bir ada benzer.
Sirkeci'deki ve Harbiye Mektebi'nin havuz başındaki, biraz gururlu ise de, yine sade ve sevimli olan Cemal Paşa'nın içime alıştırdığım hayali sönerek, onun yerine, artık yeniden tanıyacağım, çizgileri kırışık, başka bir adam geldi.
Karargâh Kudüs'te, Zeytindağı'nın tepesindeki Alman misafirhanesinde idi. Şehre vardığım zaman iki gümüş çeyrekten başka param yoktu. Hemen karargâha yerleşmezsem, ne geri dönebilir, ne de otelde kalabilirdim.
Arabacıya:
- Cemal Paşa'nın karargâhına! emrini verdim. Arabacı gözünü açtı:
- Ne Cemal Başa!
Zeytindağı'nı göstererek anlattım. Adamcağız:
- Tafaddal! derken, atlarının bile tutum değiştirdiğini sanıyordum.
Tertemiz, ezici ve büyük bir Alman, yapısı! Herkes, subay veya nefer, ayağının ucuna basıyor ve ara sıra, geniş koridordan, yatak odalarına ve sofraya bakan sivesterler geçiyor.
Yaverin yanına çıktım. Odasında sarıklı sarıksız, kırkından yetmişine kadar, eşraf kılıklı epey bir kalabalık vardı. Yaver, subay namzedi esvabıma bakarak:
- Kimsiniz, ne istiyorsunuz? diye sordu.
- Kumandan Paşa Hazretlerinin, Başkumandanlıktan istediği Falih Rıfkı’yım.
İçeri girdi: "Buyurunuz!" dedi.
Ne olacaktım, nereye gidecektim, Cemal Paşa'yı nasıl bulacaktım, anlaşılmaz bir sıkıntı içindeydim.
Büyük bir oda: Solda Şeria Nehri ve Lût Gölü, sağda Kudüs şehri, önde Moskofiye denilen Rus yapı ve bahçeleri vardı. Cemal Paşa, Şeria'ya bakan pencere ile Moskofiye'ye bakan pencerenin üçgeni arasında, arkası bize dönük, kâğıt imzalamakla meşgul. Yalnız sakallı sert profilinin bir parçasını görebiliyoruz. Benden başka, koltuğu defterli üç subay daha var. Bir aralık başını çevirdi, gözü benim üstümden sıyrılarak ikinci subaya gitti, ekşi bir sesle:
- Yaver Beye söyleyiniz; Nablus eşrafını çağırsın dedi.
Kalabalığın kapıdan girişi garip bir haldi. Hayat ve ölüm kararını bir kelime ile verebilir bir adamın kapısı eşiğinde, her biri bir müddet duruyor ve içerideki odada başladığı duasını bitirip yüzünü sıvadıktan sonra giriyordu. Duasını henüz bitirmiyen, kendini arkasından iten arkadaşına dayatıyordu.
Yirmi kişi kadar, Kudüs şehri tarafındaki pencerelerin önüne sıralandılar. Kumandan dönüp bakmadı bile... îmza defterlerinin her yaprağı üstünde duruyor, çiziyor, yazıyor, ara sıra ağzından:
- Bu nedir?
- Böyle cevap istemem.
- Bunu Erkânı Harbiye Reisi'ne götürünüz! gibi kısa sual ve emirler dökülüyordu.
Zaman geçtikçe Nablus'luların yüzlerinin daha sarardığını seziyordum. Cemal Paşa'nın her yeni sesi çıktıkça, hepsinin sarığından, sakalından ve cübbesinden bir sarsıntı geçiyordu.
Poz bilmem ne kadar sürdü? Kumandan defteri kapadı, koltuğunun iki yanından tutarak Nablus safına doğru döndü. Bir buyrultu üslubu ile söze başladı:
- Devlet-i metbuanıza karşı irtikâp etmiş olduğunuz cinayetlerin ne kadar vahim olduğunu biliyor musunuz?
Kimi ellerini, kimi boynunu oynatarak, safın arasından:
- Estağfirullah...
- Estaizübillah, gibi birtakım kelimeler duyuldu. Kumandan bir bakışta bu mırıltıyı keserek:
- Susunuz diye bağırdı ve devam etti:
- Bu cinayetlerin cezasının ne olduğunu bilir misiniz? Nablusluların rengi, asılmış adamların rengine döndü, dudakları kısıldı.
- İdamdır, idam dedi; fakat Devlet-i Aliyye-i Osmaniye'nin ulüvv-ü merhametine dua ediniz. Şimdilik sizleri ve ailelerinizi Anadolu'ya nefyetmekle iktifa ediyorum.
Hepsi, secdeye kapanır gibi olarak, ellerini kaldırıp duaya, hamde ve şükre başladılar. Köklerinden sökülmek karanna karşı, Nablus eşrafının minnet ve şükranlarına sınır yoktu.
- Gidebilirsiniz! dedi.
Üstüste yığılarak, hayata çıkar gibi, dışarı uğradılar. Rol bitmişti. Cemal Paşa subayları savarak, eski gülüşü, muhafız ve nazır gülüşü ile bana döndü:
- Ne yaparsın, dedi, burada böyle söküyor? Sonra İstanbul haberleri sordu.
Kasımpaşa- 1918
Talat Paşa ile birlikte Berlin'den İstanbul'a dönen Ayan azasından Abdurrahman Paşa, Perapalas Oteli'nin alt kat salonunda bana şu fıkrayı anlatmıştı:
- Talat Paşa, sofya istasyonunda trenden indi; Bulgar nazırlarıyla görüştü. Tekrar vagona girdiği zaman, derin derin içini çekerek:
"- Keşke bugün ölmüş bulunsaydım..." dedi.
Sadrazamın Sofya İstasyonu'nda aldığı haber, Bulgar bozgunu idi.
Harp kabinesi çekilmek üzeredir. Bahriye'deki kâğıtlarımı topluyorum. Bütün gençler gibi, askerlikten sonra ne yapacağımı ben de bilmiyorum.
Karargâha yirmi yaşında gitmiştim; şimdi yirmi dört yaşındayım. Ümit, hayal, ve iyimserlikten yoğrulan bu altın çağ, bir dede başı kadar yıpranmış, çileden geçmiş ve ağırlaşmış, onu omuzlarımın üstünde güç tutuyordum.
Kulaktan kulağa bir fısıltı: "- Bahriye'ye Rauf Bey geliyor!"
Dostu, yabancısı, Bahriyelilerin birçoğunda onu karşılamak ve ona iyi görünmek hazırlığı var. Ben Heybeliada Çarkçı Mektebi'nin Türkçe hocalığını isteyip alıyorum.
Tam ayrılacağım gün, öğleye doğru, Kasımpaşa üstünden nazır otomobilinin sert düdüğü öttü; herkes: "Geliyor!" diye telaşlanarak aşağı koştu. Mızıka selam havası çalmak için büyük kapı önünde sıralandı, marşın ilk sesleri arasında otomobil durdu ve... içinden Cemal Paşa indi.
Karşılayıcılar onun kadar sarardılar. Mızıka bozuk düzen kesildi. Bu levhayı yukarı pencereden seyrediyordum.
Cemal Paşa'nın arkasından ben de odasına girdim. Koltuğuna oturdu, Haliç'in bulanık sularına daldı. Başı omuzları içine çökmüş gibi idi.
Şeria ve Moskofiye'ye bakan pencere üçgeninin arasındaki 1915 profilini hatırladım.
"- Herşey bitti mi Paşam?" diye sordum. Gözlerinden kırları artan sakalına bir iki damla yaş düştü.
Biraz sonra kendine gelir gibi oldu. O günkü gazeteleri gözden geçirdi. Henüz sert hücumlar yoktu. Fakat atılgan gençlerden biri, Nüzhet Sabit, ilk tecavüz broşürünü çıkarmıştı. Bahriye Nazırı telefonla polis müdürünü bularak:
- Neden neşriyata dikkat etmiyorsunuz? Bu muharriri tevkif etmelisiniz... diyordu.
Kim kimi, kimin için ve niçin tutacaktı?
En sağlam sütunlar üstünde durduğu sanılan devir, bir karton kale gibi yıkılmıştı.
Çoğu taksi otomobilleriyle Babıâli'ye gelen yeni kabineyi, devlet otomobilleri içinde tebrik etmeye giden harp kabinesini uyandırmak için konak ve yalılarının garajlarına adam gönderip arabalarını geri almak lazım geldi. Cemal Paşa yaverine:
- Rauf Bey'e söyleyiniz. Otomobilim bana hediyedir ve kendi malımdır, diyordu.
Yeni Bahriye Nazırı beni çağırmış:
- Cemal Paşa'nın Türk Ocakları'na yolladığı 15 bin lirayı Halide Hanım geri getirmezse, hepinizi gazetelere vereceğim, diyordu.
Aynı gün Büyükada Yat Kulübü'nün iskelesine yanaşan devlet çatanasından eski bir nazırın çıktığını gören bahçe halkı hayret içinde kaldı. Fakat üç gün sonra, Cemal Paşa, Ali Kemal'in iftirasına yalnız "evet" veya "hayır!" diye cevap vermek için hiçbir gazetede üç satırlık yer bulmaya muvaffak olamadı. Herkes kendi öz başının kaygısında idi. Eski kumandanımı son olarak Boyacıköyü'ndeki yalısında gördüm:
- Param olmadığını bilirsin, dedi. Enver Paşa kendi elindeki kırk bin altından bir kısmını Talat'la bana verdi. Bunun birazını (isimlerini sayarak) üç muharrire vermek istiyorum. Hiç olmazsa onlar beni müdafaa ederler.
Cemal Paşa bir iki gün sonra arkadaşlarıyla Karadeniz'e gitti. Bu haberi en önce, bütün harp yılları Cemal Paşa'dan yardım gören üç yazardan birinin gazetesinde ve en ağır hücumlarla karışık olarak okudum: Ferre, yefürrü, firara!