• Merhaba Ziyaretçi.
    "Hoşgeldin sonbahar "
    konulu resim yarışması başladı. İlgili konuya BURADAN ulaşabilirsiniz. Sizi de beğendiğiniz 2 resmi oylamanız için bekliyoruz...

23 - Elâzığ

GüLüCüKツ

Tatlım tatlım 👶🏻
V.I.P
Elazığ, Doğu Anadolu’da Tarihi Harput Kalesinin bulunduğu tepenin eteğinde kurulmuş bir şehirdir. Deniz seviyesinden 1067 metre yükseklikte bulunan şehir hafif meyilli bir zemin üzerindedir. Elazığ’ın yerleşim yeri olarak tarihi yeni olmakla beraber bölgenin tarihi oldukça eskidir. Bu nedenle Elazığ tarihini onun menşei sayabileceğimiz Harput’un tarihi ile birlikte ele almamız gerekir.

elazig.webp

Mevcut tarihi kaynaklara göre Harput’un en eski sakinleri M.Ö. 2000 yıllarından itibaren Doğu Anadolu’ya yerleşen Hurrilerdir. Yine tarihi kayıtlara göre Hurrilerden sonra bölgenin Hitit hakimiyeti altına girdiğini görmekteyiz. Çok uzun sürmeyen Hitit hakimiyetinden sonra M.Ö. 9. Asırdan itibaren Doğu Anadolu’da devlet kuran Urartular Harput’ta uzun süre hüküm sürmüştür. Bugün bile tarihi heybetiyle ayakta duran Harput Kalesi Urartu devrinin izlerini taşımaktadır. Kale’de kaya içine oyulmuş merdivenler, tünel ve hücrelerle su yolu bulunduğu tespit edilmiştir. M.Ö. 9. Asırdan beri bu kalesiyle müstahkem mevkii olarak bilinen Harput, en az 4000 yıllık bir maziye sahip bulunmaktadır. Harput isminin ilk hecesi olan Har, taş (kaya) anlamına, son hecesi olan put (berd) ise kale anlamına gelmektedir.
Günümüz Türkçeci ile Taş Kale anlamını taşımaktadır. Harput’un tarihini biraz daha derinliğine incelediğimizde, M.S. 1. asırdan 3. asra kadar, zaman zaman Romalıların siyasi ve askeri nüfuzunda kaldığını görmekteyiz. Ancak Romalıları Anadolu’dan çıkarmak için uzun ve çetin mücadeleler yapan Pontus Kralı Mithradates devrinde ve ondan sonraki zamanlarda bir takım eller değiştirdiği de bilinmektedir. Bununla beraber, Miladi 3. asırda, İmparator Dioclatianus zamanından itibaren Harput bölgesi tamamen Roma İmparatorluğuna bağlanmıştır.

Daha sonra Sasanilerle, Bizanslılar arasında devam eden harplerde daima ihtilaf hududu olarak görülen ve zaman zaman Sasanilerin, zaman zaman Bizanslıların hakimiyetine girerek el değiştiren Harput’ta Bizans hakimiyetinin ilk devresi 7. asrın ortalarına rastlar. Ancak Hz. Ömer zamanında Suriye ve Irak’ı ele geçiren Arapların 7. asrin ortalarına doğru Harput ve çevresini de zaptettiklerini görüyoruz. Bu şekilde başlayan Arap hakimiyeti, 10. asrin ortalarına kadar devam etmiştir.

Romalılar devrinde olduğu gibi, Araplar devrinde de Harput’ta etkin bir ize rastlanmamıştır. Bölge, daha çok Bizans ve Arap siyasi ve askeri gücünün gövde gösterilerine sahne olmuştur. Harput’un Bizanslıların hakimiyetine ikinci defa geçişi 10. asra rastlar. Bizanslıların İslam alemine karsı giriştikleri büyük seferlerin ilk hedefi daima Harput olmuştur. Nitekim, ilk taarruzda Bizanslılar Harput’u ele geçirmişler ve burada bir vilayet teşkilatı kurarak kaleleri tahkim etmişlerdir. Bizans tarihinde Harput, bugünkü söyleyişe çok yakın olarak “Harpote” diye geçmektedir. Aslında Harput bölgesi de “Mesopotamia” olarak adlandırılmaktadır. Harput’ta Bizans hakimiyeti aşağı yukarı 11. asrin sonuna kadar devam etmiştir.
 
ELAZIĞ ili doğal şartların elverişli olması nedeniyle paleolitik (yontma taş) döneminden beri çeşitli toplulukların yerleştiği bir alan olmuştur.
Keban ve Karakaya barajları eski eserleri kurtarma projesi çerçevesinde yapılan arkeolojik kazı ve araştırmalar ,yöre tarihinin bilinmesine büyük katkılar sağlamıştır.
Bu çalışma ışığında Elazığ-Harput yöresinin bilinen en eski sakinleri Hurriler’dir. Arkeolojik kazılar sonunda elde edilen tabletlerden anlaşıldığına göre Hurriler ,Ön Asya da büyük bir bölgeye yayılmış ,M.Ö.2 bin yılının sonlarında kuvvetlenerek ırkdaşları Subar Beyleri’ni de egemenlikleri altına alarak ,sınırlarını genişletmişlerdir. Hurriler den sonra bölge Hititlerin hakimiyeti altına geçmiştir.
M.Ö.IX, yüzyıldan itibaren Urarturlar bölgeye egemen olmuşlardır. Urartu dönemine ait Palu,Kömürhan ve Bağın’da çivi yazılı kitabeler bulunmaktadır. M.Ö.VII. yüzyıllar da bölgeye Medler hakim olmuş , sonraki yüzyıllarda Pers Straplar’ın Büyük İskender’e yenilmesiyle Pers hakimiyeti sona ermiş , bölge İskender2in ordularının denetiminde kalmıştır.M.Ö.546 yılında Roma ordusu Persler’e yenilince yörede Persler’in hakimiyeti görülmeye başlamıştır.
Bu hakimiyetle birlikte yöre M.S.III. yüzyıla kadar Pers-Roma mücadelesine sahne olmuş ,Büyük Roma İmparatorluğu’nun M.S.395 yılında ikiye bölünmesinden sonra yörede ,Sasani Bizans mücadelesi başlamıştır. Sonuçta Fırat’ın batısı Bizans,doğusu Sasaniler ,hakimiyetine girmiştir.
 
Bugünkü Elazığ 1834 yılında tarihi Harput'un bir mezrası olan ve "mezre" diye anılan ovaya nakledilmesiyle kurulmuştur. Cumhuriyet döneminde ise gelişmesine devam ettirerek gelişen ve Doğu Anadolu'nun önemli merkezlerinden birisi olan Elazığ, kültür tarihi ve yerleşme tarihi açısından büyük önem arz eder.
Bilim adamlarının yer değiştiren şehirler arasında saydığı Elazığ ,1937 yılında bugünkü ismini almıştır. Harput; Sultan Aziz döneminde Mamüret'ül-Aziz ismin alıncaya kadar Harput ismiyle bilinmiş ve tarihe mal olmuştur. Bu nedenlerle Elazığı anlatırken onun menşeini oluşturan Harput'dan bahsetmek ve hatta birisinin ismi anıldığında diğeri anlamak mecburiyeti var gibidir.
Elazığ(Harput)ve çevresi çok eski bir yerleşme bölgesidir. Yöre hakkında ilk yazılı belgeler M.Ö.2000 yıllarına rastlar. Ancak 1967 yılında Keban Barajı'nın yapımı nedeniyle oluşacak olan göl sahasında yapılan arkeolojik kazı ve etnografik araştırmalardan elde edilen buluntular , yörenin paleolitik (eski taş)devrine ulaşan bir iskan sahası olduğunu ortaya çıkarmıştır. Nitekim Elazığ'ın Murat ve Karasu'nun birleşmesinden oluşan Fırat Nehrinin çizdiği yay içinde sulak ve verimli bir ova üzerine kurulması ,yöreyi yerleşmeye elverişli kılmıştır.
Elazığ(Harput)'ın yazılı tarihi hakkında ilk bilgilerin Hitit tabletlerinden almaktayız. Buna göre yörenin ilk sakinleri Mitanni adında bir devler kuran Hurriler olmuştur. M.Ö.III ve IV bin yıllarında bölgede Subarlar2ın yaşadıkları ve Fırat isminin bunlar tarafından verildiği ileri sürülmüştür. Subarlar'ın Hurriler2le aynı kökten geldikleri ve yeryüzünde madeni ilk işleyen kavim oldukları bilinmektedir. Hatta işlenen madenlerin Mezopotamya'ya da ihraç edildiği anlaşılmaktadır. Mezopotamya'da gelişen kültürlerin kökenini burada aramanın daha doğru olacağı kanaatindedirler.
Hurrilerden sonra M.Ö.2000 yıllarında yöreye IŞUVA adı veren, tarımda ve dokuma sanatında ileri olan Hititler hakim olmuşlardır.
Hititlerin yöredeki egemenliğine ;çivi yazısını kullanan ve taş oymacılığı konusunda ileri olan Urarturlar son vermiştir. Günümüzde de ayakta olan Harput Kalesini ilk yapanların Urarturlar olduğu ileri sürülmektedir.
M.S. 1. Asırla 3. Asar kadar Harput'a hakim olan Romalılar ,madencilikte ileri olup yörede maden işletmeleri kurmuşlar Harput ve civarında azda olsa bir şehir hayatının ortaya çıkmasına vesile olmuşlardır.
Sasaniler'le Bizansızlar arsında zaman zaman el değiştiren Harput , 7. Asrın ortalarında Bizansızlar'ın eline geçer. Sonra H.z.Ömer zamanında müslüman Arapların hakimiyetine girer. Bu dönemlerde Uluova ve Kuzuova da hayvancılık yapılıyor,insanlar çoksade bir hayat sürüyorlardı .10.asırda ikinci defa Harput'u ele geçiren Bizanssızlar burada bir vilayet teşkilatı kurmuşlardır.
Harput ve çevresi 1071 yılında kazanılan Malazgirt zaferinden sonra 1085 yılında Türkler'in eline geçmiştir.Harput'taki ilk Türk hakimiyeti Çubukoğulları ile başlar.Bu dönemde Harput'un iskanı ve imarı çalışmaları uç verir.Böylelikle günümüze kadar gelen ve sonsuza kadar devam edecek olan Türk hakimiyeti sağlam temeller üzerine kurulmuş olur.
Anadolu'nunu fethine katılarak ,Türkleşmesinde önemli rol oynayan Artukoğulları ,Harput'ta 1113 yılından başlayıp 1234 yılına kadar ,yüzyıl sürecek olan bir hakimiyet kurmuşlardır.Artukoğulları'nın Harput'un kültür tarihi üzerinde önemli bir yeri vardır.Osmanlılar gibi kayı boyundan olan Artuklular ünlü komutan Belek Gazi'yi yetiştirmiş ,Harput'u bugüne kadar ulaşan Türk-İslam eserleriyle süslemeye başlamışlardır.Harput'taki Ulu Cami,Alacalı Camii bu dönemde yapılmışlardır.Yine Artukoğulları döneminde bir hastane,bir çok çeşme ,türbe ,saray inşa edilmiştir.Harput kalesi önemli bir onarım görmüş ve bazı eklentiler yapılmıştır. Yine kalenin hemen dibinde Süryani Kilisesinin Artuklu Hükümdarı Fahrettin Karaaslan tarafından yapıldığı kanaati vardır.
Bu dönemde ticaret ve el sanatları son derece ğelişmiştir.1185 yılında yapılan Ahi Musa Mescidi'nin varlığı Harput'ta bir Ahi Teşkilatı'nın kurulduğunu göstermektedir.Artuklular dönemi Harput'un bayındır hale gelmesiyle birlikte bilim ve sanatta da önemli hamlelerle doludur.Adı bilinmeyen bir yazar matematik kitabı yazmış ,musikide .edebiyatta önemli gelişmeler olmuştur.Artuklular döneminde Uluova ve Kuzuova da geleneksek usüllerle tarım yapılmıştır.Bu dönemlerde evler genellikle tek katlı ve damlıdır.
Artuklular döneminde Harput bir bilim,kültür,sanat ve ticaret merkezi haline gelmiştir.
Anadolu Selçuklu hükümdarı Alaaddin Keykubat ,Artukluların egemenliğine son vererek Harput'a hakim olur. Bu dönemde Harput'ta Türk-İslam Kültürü tamamen hakimdir. Ticaret,sanat ve kültür şehri olma özelliğini sürdürür. Arap Baba Mescidi bu dönemin eseri olup,mescitteki çini işçiliği ,el sanatlarının ne kadar ileri bir düzeyde olduğunu gösterir.
Selçuklular'ın zayıflama dönemlerinde Harput'a İlhanlı akınları oldu. İlhanlılar yörede huzursuzluk yarattıkları gibi Harput'ta oluşan uygarlık birikimlerini de önemli ölçüde tahrip etmişlerdir. Harput'un yaşadığı en acı ve en talihsiz yıllar bu dönem olmuştur.
İlhani hakimiyetinden sonra Harput'a 1339 yıllarında başlayıp 1465 yılına kadar sürecek olan Dulkadiroğulları dönemi başlar ve bu dönemde Harput Kalesi tekrara onarım görür.
Tarihi boyunca bir sınır bölgesi ve ihtilaf hududu olarak kalan Harput ,1465'de Akkoyunlular'ın eline geçer ve Osmanlılara sınır oluşturursuzun Hasan döneminde İtalyan gezgini Barbora'ya göre göz kamaştırıcı bir kenttir. Akkoyunlular zamanında Harput'ta para basılmış,kültür ve sanatta önemli hamleler yapılmış ,çok sayıda din adamı ,bilim adamı ve sanatkar yetişmiştir.
Harput 1507 yılında Safaviler'in eline geçmiş ,26 mart 1516 yılında ise Osmanlı Devleti topraklarına katılmıştır. Osmanlı Devleti zamanında en olgun devrini yaşar ve Doğu Anadolu 'nun ticaret merkezi olur. Bu dönemde Palu ve Keban'da da önemli eserler yaptırılmış ,Keban ve Maden ilçelerinde maden işletmeciliği oldukça gelişmiştir. Bu nedenle özellikle Harput'ta bakır işletmeciliği gelişmiş ;bakır türkülere konu olmuştur.
Harput medreselerinde çok sayıda vasıflı alim ve sanatkar yetişmiştir. Yöre insanı divan edebiyatı konularına hakim olmuş ,Fuzuli ve Nedim gibi şairlerimizin şiirlerini bestelemişlerdir. Medrese kültürü ile, kır kültürü birbirini yakından etkilemiş aydın halk tezadı önemli ölçüde ortadan kaldırmıştır. Bu dönemde musikide de önemli gelişmeler olmuş ve divan geleneği ile halk geleneğinin kaynaşmasından oluşmuş bir müzik kültürü ortaya çıkmıştır. İpekçilik son derece gelişmiş ,ipek tezgahları ve fabrikaları kurulmuştur.
Evliya Çelebi Harput'ta 17. Yüzyılda 600 dükkan ,7 ticaret hanından,bedesten ve saraçhaneden söz eder. Harput'un çevre köylerinde de el sanatları yaygınlaşmıştı.
Pamuk ve diğer zirai ürünler ekilir , tarım ve hayvancılıkla birlikte el sanatları en önemli geçim kaynağını oluştururdu.
Harput 19.yüzyılda canlılığını korudu.Kamus'al-Alem'e göre bu dönmede Harput'ta 2670 ev,843 dükkan, 10 camii,10 medrese, 8 kütüphane, 8 kilise ,12 han ve 90 hamam bulunmaktaydı.
19. yüzyılda Harput2ta sanayide uç vermeye başladı.Osmanlılar2ın son zamanlarında batılılar Harput'a özel bir önem verdiler. Amerikan,Alman ve Fransız kolejleri kurdular. Bu okullar Harputtaki yaşama biçimini etkilemiştir. Bu nedenle Harput halkından bir çok insan Amerika'ya gidip gelmiştir. Cevat Fehmi Başkut'un yazdığı Harput'ta bir Amerikalı oyunu bu olayı Harput'un son yüzyıldaki çöküşünü anlatır.
Harput,birbirine çok benzeyen sebeplerle tarihe karışan bir çok eski Türk şehri gibi terk edilmiştir. Yöneticilerin 1834 yılında askeri ve idari merkezlerini mezraya taşımaları ,demir yolunun mezreden geçmesi gibi nedenlerle zaman içerisinde Harput bütün fonksiyonları ile birilikte taşınarak bugünkü Elazığ 'ı oluşturmuştur.
Türklerin fethine kadar bir kale şehri olarak kalan Harput ,Türklerle birlikte bayındır bir şehir haline gelmiş ve istikrara kavuşmuştur. Orta Asya'dan kopup gelen Türk insanı ,beraberinde getirdiği bilgi birikimi,gelenek,görenekleri ile mahalli kültürlerden de istifade ederek ,Harput'u çiçek çiçek nakışlamış ve Türk medeniyetinin en hassas , en sevimli ve en yüksek örneklerini yaratmıştır.
Türklerle birlikte Harput'ta şehirleşme,ticaret,el sanatları,dini ve diğer kültürel faaliyetler her geçen gün gelişerek devam etmiştir. Son derece güçlü şairler , bilim adamları,mutasavvıf yetiştiren Harput ,kendine has bir folklor ve edebiyat geliştirmiş ve Türk kültür tarihi içerisinde nadide bir yere sahip olmuştur.​
 
Asur ve Hitit yazılarında Harput'tan söz edilmektedir. Boğazköy'de bulunan Hititler'e ait çivi yazılı belgelerde Harput yöresine IŞUVA denildiği görülmektedir.M.Ö.19. uncu asırda bulunan Asurlar'a ait çivi yazılı Kapodokya metinlerinde KARPATA adıyla geçen yerin Harput olduğu söylenmektedir. Urarturlar döneminde Harput'a KARBERD denilmekte idi. "KAR" taş, "BERD" ise kale anlamına gelmektedir.
M.Ö.13. asra ait Hitit çivi yazılı bir vesikada Harput, HARPUTTAŞ olarak adlandırılmıştır. Vesikada Harputtaş, Harziuna ülkesinin dört şehrinden birisi olarak gösterilmiştir. Harputtaş şehri ile bugünkü Harput'un aynı olduğu konusundaki fikri Prof. Bossert ileri sürmüştür. M.Ö.9. ve 8. yüzyılda Hitit kitabelerinde Harput'a HARPUTTAVANAS denilmektedir.
M.Ö.900-650 yıllarında Urarturlar Harput'a SUPANI adını vermişlerdir. Eski Yunan ve Romalılar bu kelimeyi SUPHANE ya da SOFEN şeklinde kullanmışlardır. Bununla beraber ünlü Alman Coğrafyacılarından "K.Ritter" Harput'un bütün SUPHANE eyaletinin merkezi olarak göstermekte ve bu fikri Lehman Haupt'da muhtemel görmektedir.
Arap kaynaklarında Harput ve yöresi HİNZİT, Ermeni kaynaklarında ise HANDZİT olarak geçmektedir. Arap kaynaklarında İranlılar'ın zapt ettikleri ZIATA CASTELLUM denilen yerin Harput'tan başka bir yer olmadığı, ZİYATA kalesine Araplar'ın HISN-I ZİYAT dedikleri, Ziyata'nın Ziyad'a benzetilmiş olduğu ve Castellumun'da Arapça kale manasına gelen HISN kelimesinin karşılığı olduğu muhakkaktır.
Harput bir zamanlar bu şekilde isimlendirilmiş ve Hısn-ı Ziyat ismi yakın asırlara kadar devam etmiştir. Bazı bilginler Hısn-ı Ziyat isminin yalnızca kaleye verildiği, şehre ise HARTABIRT denildiği ve Arapça'ya bu şekilde ve bazen de HATR-EL-BUYUT geçtiği ifade edilmektedir.
Harput'un Elazığ'a taşınmasıyla Elazığ'da oturan insanlar Harput'a "yukarı şehir" demeye başladılar.
Elazığ'ın Osmanlı Dönemindeki ilk adı Mezradır. Elazığ'ın Sultan AZİZ zamanında bayındırlaştığı ve buraya MAMURET'ÜL AZİZ yani "Aziz'in yaptırdığı kent" adı verilmektedir. Sonraları halkın ağzında daha kolay söylenebildiği için ELAZİZ olarak kullanılmıştır. 17 Kasım 1937'de ELAZİZ'e gelen Atatürk, şehrin adının ELAZIK olmasını istemiş; Atatürk'ün önerisi ve bakanlar kurulu kararı ile Elaziz, Elazık olarak değiştirilmiştir. Azık diyarı anlamına gelen bu kelime, söyleniş zorluğu nedeniyle 10 Aralık 1937'de bir bakanlar kurulu kararı ile bugünkü söyleniş şekliyle "ELAZIĞ" kabul edilmiştir.​
 
Elazığ’ın biri merkez olmak üzere 11 ilçesi vardır.

Merkez: 1990 sayımına göre toplam nüfusu 272.812 olup, 204.603’ü ilçe merkezinde, 68.209’u köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağına bağlı 33, Harput bucağına bağlı 20, Hıdırbaba bucağına bağlı 13, İçme bucağına bağlı 15, Mollakendi bucağına bağlı 17, Poyraz bucağına bağlı 19 köyü vardır. Yüzölçümü 2.158 km2 olup, nüfus yoğunluğu 129’dur. İlçe toprakları orta yükseklikte engebeli araziden meydana gelir. Keban baraj gölünün bir bölümü ilçe sınırları içinde kalır.

Ekonomisi tarım ve sanâyiye dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri buğday, arpa, nohut, baklagiller, tütün, pamuk, ayçiçeği, şekerpancarı, üzüm, kavun, çilek, soğan ve sarmısaktır. Hayvancılık gelişmiştir. Yem fabrikası, TSEK süt fabrikası, Azot sanâyiî süper fosfat fabrikası, Et kombinası, Beton direk, meşrubat, tüpgaz îmâlât ve dolum, kâğıt, çimento, ayçiçek yağı, un fabrikası, Plastik Boru Fabrikası başlıca sanâyi kuruluşlarıdır.

İlçe merkezi Harput Ovasında kurulmuştur ve Türkiye’nin en plânlı şehirlerinden biridir. Osmanlılar zamanında Sultan Abdülazîz Han devrinde büyük îmâr görmüştür. 1937’ye kadar ismi Elaziz idi. Belediyesi 1879’da kurulmuştur. Bugün bucak olan Harput, Elazığ’ın temelidir. On dokuzuncu asrın sonunda Harput’ta 10 büyük câmi, 10 medrese, 8 kütüphâne, 12 han, 90 hamam ve 843 dükkân bulunuyordu. Bugün harâbe hâlindeki Harput’tan 19. asrın seyyahı Hommaire de Hell, “Masallarda tasvir edilen doğu şehirlerinin gerçek nümûnesi” diye bahseder. Harput târihî ve tabiî müze şehridir.

Ağın: 1990 sayımına göre toplam nüfusu 4625 olup, 2794’ü ilçe merkezinde, 1831’i köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağına bağlı 18 köyü vardır. Yüzölçümü 260 km2 olup, nüfus yoğunluğu 17’dir. Engebeli arâziden meydana gelen ilçe topraklarının büyük kısmı Keban Baraj Gölü altında kalmıştır.

Ekonomisi hayvancılığa dayalıdır. Tarım büyük çapta yapılır. Üzüm ve leblebisi meşhur olan bir ilçedir. Göl balıkçılığı gelişmiştir. Karayolu bağlantısı, Keban Baraj Gölü yüzünden kesildiğinden, ulaşım motorlarla sağlanır. Keban Barajı yapıldıktan sonra ilçe halkının büyük kısmı Elazığ ve çevre ilçelere göç etmiştir.

Alacakaya: 1990 sayımına göre toplam nüfusu 11.644 olup, 3639’u ilçe merkezinde, 8005’i köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağına bağlı 14 köyü vardır. Mâden’e bağlı belediyelik köyken 9 Mayıs 1990’da 3644 sayılı kânunla ilçe oldu. İlçe toprakları dağlıktır. Ekonomisi tarıma dayalıdır. Dağlık kesimlerde hayvancılık yapılır. Mermer ve krom yatakları ilçenin en önemli gelir kaynaklarındandır.

Arıcak: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 17.246 olup, 3258’i ilçe merkezinde, 13.988’i köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağına bağlı 17 köyü vardır. Palu’ya bağlı bucakken 19 Haziran 1987’de 3392 sayılı kânunla ilçe oldu. İlçe toprakları orta yükseklikte düzlüklerden meydana gelir. Ekonomisi tarıma dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri tahıl, şekerpancarı, soğan ve arpadır. Belediyesi 1972’de kurulmuştur.

Baskil: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 23.026 olup, 4374’ü ilçe merkezinde, 18.652’si köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağına bağlı 27, Aydınlar bucağına bağlı 10, Kuşsaray bucağına bağlı 22 köyü vardır. Yüzölçümü 1312 km2 olup, nüfus yoğunluğu 17’dir. İlçe topraklarının büyük bölümü platolarla kaplı olup Doğu Torosların uzantıları bâzı bölümlerini engebelendirir. Fırat Irmağı en önemli akarsuyudur. Bu ırmağın kenarlarında küçük düzlükler vardır.

Ekonomisi tarıma dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri buğday, arpa, fasulye, pamuk, şekerpancarı ve üzümdür. Sebze ve meyvecilik yaygındır. En çok kayısı yetiştirilir. Malatya kayısısı ile boy ölçüşebilecek kalitede olan kayısıyı, ilçede işlemek için kayısı entegre tesisleri yapılmaktadır. Hayvancılık gelişmiştir. İlçe merkezi, denizden 1500 m yükseklikte bulunan bir yayla üzerinde kurulmuştur. Malatya-Diyarbakır demiryolu ilçeden geçer. İlçe belediyesi 1929’da kurulmuştur. İl merkezine yakınlığı sebebiyle gelişmemiş bir yerleşim merkezidir.

Karakoçan: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 43.523 olup, 14.953’ü ilçe merkezinde, 28.570’i köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağına bağlı 42, Başyurt bucağına bağlı 25, Çan bucağına bağlı 21 köyü vardır. Yüzölçümü 1085 km2 olup, nüfus yoğunluğu 40’tır. İlçe toprakları dağlarla engebelenmiş bir arâziden meydana gelir. Doğusunda Karaboğa Dağları yer alır. İlçenin önemli Akarsuyu olan Peri Suyu, Bingöl ve Tunceli ile tabiî sınırı çizer. İlçe yakınlarında küçük bir dere üzerinde sulama amaçlı Kalecik Barajı vardır.

Ekonomisi hayvancılığa dayanır. Yaylacılık yöntemiyle en çok koyun ve kılkeçisi beslenir. Canlı hayvan ticâreti yaygın olduğundan süt, peynir, yapağı, kıl ve deri gibi hayvansal ürünler az miktarda elde edilir. Tarıma elverişli arâzinin az olması yüzünden tarım fazla gelişmemiştir. Başlıca tarım ürünleri buğday, şekerpancarı ve elma olup, ayrıca az miktarda soğan, arpa, üzüm ve baklagil yetiştirilir. Gelişmemiş ve küçük bir yerleşim merkezi olan Karakoçan, Elazığ-Bingöl karayolunun 4 km kuzeyinde yer alır. İl merkezine 97 km mesâfededir. İlçe belediyesi 1936’da kurulmuştur.

Keban: 1990 sayımına göre toplam nüfusu 10.663 olup, 4900’ü ilçe merkezinde, 5763’ü köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağına bağlı 30 köyü vardır. Yüzölçümü 543 km2 olup, nüfus yoğunluğu 20’dir. İlçe toprakları dağlıktır. Dağlar derin vâdilerle yarılmıştır. Keban Baraj Gölünün bir kısmı ilçe sınırları içinde kalır. Fırat Irmağı boyunca küçük düzlükler vardır.

Ekonomisi hayvancılık ve tarıma dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri buğday, arpa ve üzümdür. Ürün rekoltesi düşüktür. Baraj gölünde tatlı su balıkçılığı gelişmektedir. İlçe topraklarında simli kurşun, volframit ve flüorit yatakları vardır. İlçe merkezi, baraj gölünün kıyısında yer alır. Küçük bir yerleşim yeri olan ilçe, il merkezine 47 km mesaâfededir. Belediyesi 1870’de kurulmuştur.

Kovancılar: 1990 sayımına göre toplam nüfusu 37.856 olup, 10.270’i ilçe merkezinde 27.586’sı köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağına bağlı 34 köyü vardır. Palu’ya bağlı belediyelik bir köy iken 19 Haziran 1987’de 3392 sayılı kânunla ilçe oldu. İlçe toprakları orta yükseklikteki düzlüklerden meydana gelir. Keban Baraj Gölünün bir kısmı ilçe sınırları içinde kalır. Ekonomisi tarıma dayalıdır. Sulanabilen arâzide sebzecilik yaygındır. İlçe merkezi, Elazığ-Bingöl karayolu üzerinde yer alır. Belediyesi 1967’de kurulmuştur. Elazığ’ın gelişmeye müsait bir ilçesidir.

Mâden: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 27.281 olup, 10.838’i ilçe merkezinde, 16.443’ü köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağına bağlı 20, Hazar bucağına bağlı 15 köyü vardır. İlçe toprakları dağlıktır. Hazar Gölünün bir bölümü ilçe sınırları içinde kalır.

Ekonomisi tarım ve mâdenciliğe dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri patates, buğday, üzüm ve şekerpancarı olup, ayrıca az miktarda arpa, baklagil, soğan, elma ve kayısı yetiştirilir. İlçe topraklarında krom ve bakır yatakları vardır. Bu yataklar Etibank’a bağlı Guleman Krom İşletmesi ve Ergani Bakır İşletmesi tarafından işletilir. İlçe merkezi, Mihrap Dağı eteklerinde dar bir vâdide kurulmuştur. Elazığ-Diyarbakır kara ve demiryolu ilçeden geçer. İl merkezine 72 km mesafededir. İlçe belediyesi 1854’te kurulmuştur.

Palu: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 32.247 olup, 7900’ü ilçe merkezinde, 24.347’si köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağına bağlı 27 köyü vardır. İlçe toprakları etrafı dağlarla çevrili ovadan meydana gelmiştir. Ovayı Murat Irmağı sular. Kuzeyinde Gökdere Dağı, doğusunda Karaboğa Dağları, güneyinde Akdağ yer alır.

Ekonomisi tarıma dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri buğday, şekerpancarı, üzüm, soğan ve arpa olup, ayrıca az miktarda elma, baklagil, kayısı, patates ve pamuk yetiştirilir. Sulanabilen topraklarda sebze yetiştiriciliği yaygındır. İlçe merkezi Murat Irmağı vâdisinde kurulmuştur. Elazığ-Tatvan demiryolu ilçeden geçer. İl merkezine 69 km mesâfededir. Belediyesi 1873’te kurulmuştur.

Sivrice: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 17.302 olup, 5261’i ilçe merkezinde, 12.041’i köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağına bağlı 27, Güzel bucağına bağlı 22 köyü vardır. Yüzölçümü 634 km2 olup, nüfus yoğunluğu 27’dir. İlçe toprakları dağlık ve engebeli araziden meydana gelir. Hazarbaba Dağı ilçe topraklarını güneybatı-kuzeybatı istikâmetinde engebelendirir. Kürk Suyu vâdisinde bazı düzlükler vardır. Hazar Gölünün bir bölümü ilçe sınırları içinde kalır.

Ekonomisi tarıma dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri buğday, arpa, patates ve soğan olup, ayrıca az miktarda üzüm, elma, kayısı, çilek, şekerpancarı ve pamuk yetiştirilir. Hayvancılık gelişmiştir. Etibank Ferrokrom tesisleri başlıca sanâyi kuruluşlarıdır.

İlçe merkezi, Hazar Gölü kıyısında kurulmuştur. Diyarbakır-Malatya demiryolu ilçeden geçer. İl merkezine 29 km mesâfededir. Elazığ-Diyarbakır karayolu ilçenin kuzeydoğu kesiminden geçer. Göl kıyısında özel ve kamu kuruluşlarına ait dinlenme tesisleri vardır. Belediyesi 1938’de kurulmuştur.
 
Görücüler ve Denemeler :
Elazığ ve köylerinde evlenme yaşı kızlarda genelde 17-18'dir. Erkelerde ise ağırlıklı askerlik yapması ve iş güç sahibi olması ile orantılıdır. Evelenmeler genelde görücü usulü olmakla beraber, sevme ve kaçırma olaylarıylada evlilikler olmaktadır. Sanıldığı gibi Elazığ ilinde Beşik kertmesi fazlaca yoktur. Tavsiye edilen kızların evlerine ilk defa, oğlanın anası veya hala ve teyzesi ile en yakınlarından birkaç kadının birleşerek görücü sıfatıyla gitmeleriyle başlanırdı. Bu toplu ziyaretlerden, kız tarafı bazen haberdar edildiği halde, çok defa da habersiz olurdu. Haberleri varsa evin her tarafına çeki düzen verilir.
Görücüye çıkacak kızlar şu şekilde giydirilirdi: İpekli veya basmadan, etekleri geniş, boyları ayakları kapatır biçimde uzun bir entari... Belinde, ya Van işi gümüş bir kemer veya renkli kadife üzerine gümüş plakalar işlenmiş yerli bir kemer ve yahut kızların kendi elleriyle ördüğü bir bel bağı... Bunların arasına sıkıştırılmış bir ipek mendil... Ayaklarında rugan bir kundura veya basık bir pabuç... Başında dört başlı iğne danteli bir oya. Arkasında beline kadar uzayan örgülü saçları bölük, bölük... Boynunda iri ve renkli Neceflerle dizili ve ortasında bir beşi birlik, yan taraflarında birer ikişer altın bulunan bir gerdanlık... Elleri titrek, göğsü kabarık, yüzünün alı al moru mor... Mahcubiyetten ayakları bir birine dolaşmakta... İşte Harput� un bu tipteki asil ve melek yüzlü kızları, bu eda ve tavırları ile görücüye çıkarlardı. Kimsenin yüzüne bakmadan ve kimse ile konuşmadan misafirlere tepsilerle kahve getiririr ve gelenlere görünürdü.

Görücüler, bütün dikkat ve nazarlarını kızın üzerine çevirince kız, büsbütün şaşırır, yüzü renkten renge girerdi. Görücüler, her şeyden evvel kızın vücudunda herhangi bir arıza olup olmadığını, sonra yüz güzelliğini, boyunu, gezmesini, hizmet etmesini iyiden iyiye incelemek ve kızı daha yakından görmek için her birisi ayrı ayrı, kızdan bir şeyler isterler... Kimisi su, kimisi konsolun veya masanın üzerindeki herhangi bir süs eşyasını bahane ederek kızdan isterler... Hülasa kızı haddeden geçirdikten sonra, kız evinden çıkarlar. Muvafık mı, değil mi münakaşası kız evinin hemen kapısının önünde başlar... Eve dönülünce, görüşlerini aile büyüklerine anlatır, şöyle soylu, şöyle boylu diye överlerdi. Bazen de bunu aksi olabilirdi. Karar verilince, evvela hususi bir aracı gönderilerek karşı tarafın düşünceleri sorulur... Muvafık cevap alınırsa teşebbüse geçilirdi. Yoksa evli evinde, köylü köyünde!..


Kız İsteme ve Şerbet İçme :
Kız evinden muvafakat cevabı alınca evlenmenin ilk olayları başlamış demektir. Baba, amca, dayı veya yakın akrabalardan bir kaçı kızın babasına gider, kızı resmen isterdi. Cevap: Allah kısmet etmiş ise biz ne diyebiliriz? Hayırlı ise olsun... Değilse olmasın!.. gibi alçak gönül ve tevekkül ile ya bir Evet! veyahut bir bahane ile hayır! diye de cevap verilebilirdi. Evet cevabı alınırsa birkaç gün sonra da, oğlanın yakınlarından birkaç kadın, kız evine gider annesinden de kız istenirdi. Bu o demektir ki, o zamanlarda bile bu gibi içtimai ve önemli işlerde kadınlara da yer veriliyordu. Bundan sonra taraflar arasında �şerbet içme� merasimi yapılırdı, aynen şöyledir:
Oğlan evi tarafından yakınları, dostları ve konu komşudan hatırı sayılanlar birkaç gün önceden bu merasime davet edilirler. Belli gün ve saatte oğlan evine gelen davetti topluluğu topluca oğlan evinde kız evine kadar yürüyerek giderler ve kız evi tarafında karşılanırlar. Kız evinde de aynı nicelikte davetliler bulunurdu. Bu misafirler hep bir arada büyük selamlık odalarında veya geniş sofalarda otururlar, zemin ve zamana göre konuşulurken. Tarafların arasında işten anlayan birkaç kişi seçilerek başka bir odada oğlan tarafının vereceği başlık ve diğer eşyanın cinsi ve miktarı üzerine görüşmeler başlardı. Bazen bu işte taraflar arasında çok sert tartışmalar ve büyük anlaşmazlıklar olur ve bu soğuk hava içinde evlenmenin geri bırakıldığına ve davetlilerin şerbet içmeden dağıldığına da tesadüf edilirdi. Anlaşmada muvafakat oldu mu, güzel sesli hafızlar tarafından Aşr-i şerifler okunur, büyük tepsiler içerisinde ya hint işi madeni kupalar veya çok eski devirlere ait renkli, çiçekli, kesme billur bardaklarla şerbetler dağıtılır, içildikten ve taraflar tebrik edildikten sonra merasime son verilirdi.


Nişan Bohçası ve Gelin Elbisesi :
Evlenmenin ikinci aşamasını teşkil eden nişan bohçası, şerbet içildikten bir kaç gün sonra oğlan evi tarafından kız evine gönderilir. İçinde: Bir elmas yüzük, bir çift elmas küpe, birkaç beşi birlik, uzun altın kordonlu bir altın saat, bir gümüş su tası, bir gümüş ayna ve bir çift gümüş na�lin�le birlikte bir takım ipek sırmalı entarilik, üç dört tuht kına vs.Bu eşyalar işlemeli patiska bir bohçaya istif edildikten sonra tekrar ikinci bir sırmalı atlas bohça içine konularak iki kadın vasıtasıyla kız evine gönderilir, ev halkı tarafından neşeyle karşılanır, konu komşuya ve yakın akrabalara haber gönderilir. Bunlarda geldikten sonra merasimle bohça açılır�İçindeki eşya elden ele incelenir ve sonunda nişan bohçasının maddi kıymetine göre, götüren kadınlara bahşişler verilir. Bundan sonra nişan bohçası, nişan�ı görmeğe gelen bütün misafirlere ayrı ayrı gösterilerek teşhir edilirdi.
Nişan Bohçasından sonra, nişanlı kızın, oğlan evine mensup kadınlardan kaçmaması, yani yüzünü gözünü örtmemesi ve sonrada hayırlı olsun demek için oğlan evine mensup kadınlardan bir grup misafirleriyle birlikte kız evine giderler. Kız evinde gelinlik kız süslenmiş, bezenmiş, takmış takıştırmış ve fakat başı ve yüzünün tamamı örtülü ve yalnız gözlerinin açık bulunduğu bir kıyafetle ortaya çıkarırlar. Baş da kayın validenin, görümcenin ve sırasıyla misafirlerin ellerini öper, öptükçe her biri ayrı ayrı kızın boynuna, ya bir beşi birlik veya bir altın veya münasip birer hediye vermekle kızın başındaki örtü açılınca, yüzü, başı meydana çıkar ve bir daha örtünmez. Serbest olarak misafirlerin yanlarına her zaman için girer çıkar ve konuşur da...
Bu merasimden sonra kız evi tarafından oğlan evinin erkeklerine bir gelin ziyafeti, bunun ardından da biçki ziyafeti diye oğlan evinin kadınlarına ziyafetler verilir. O gün geline kaç kat elbise yapılacaksa hepsi birden kadın terziler tarafından biçilir, kumaşlar kesildiği sıra, oğlan evinin misafirleri, kesilen bu kumaşların üzerine para serperler ki, bu paralar terzilere aittir.Yine bu günlerde oğlan evi ilgililerinden alınan para ile kızın bütün noksanları tedarik edilir ve ayrıca kızın bizzat hazırladığı çeyiz sandığındaki eşya, gerek kız ailesi tarafından verilen, gerekse oğlan evinden katırlara yükletilmiş veya hamalların sırtında gönderilen ev eşyası ile evvelce gelen nişan bohçasındaki eşya ve mücevherat ve bugüne kadar getirilen hediyelerle birleştirilerek, kız evindeki bir sofada veya büyük odalardan birinin üç bir tarafına sıra ile muntazam dizilmek suretiyle istif edilirdi.
Başta kızın rahle�si pembe tüllere sarılmış olduğu halde çeyiz eşyasının üst başında yer alır. Bunun yanında büyük bir cam çekmece vardır ki, içi gelinin altın ,gümüş ve elmas gibi kıymetli emaretleri ile dolu �ve diğer ev eşyaları �Karşı tarafta ise yataklar, yorganlar,yastıklar, makatlar,oda takımları�Sandıklar�Kilimler ve halılar� Bunlardan sonra kahve , şerbet ve matbah takımları, tunç mangallar ve saire gelirdi. Bu eşya ve bu sergi , bir hafta kadar şehrin bütün kadınlarına açıktır ve serbesttir. Kadınlar kafile kafile gelir, çeyiz odasını seyr-ü temaşa eder ve hayırlı olsun temennileriyle dönerlerdi ki, bu merasime de (Çeyiz Görme) denilirdi.
Çeyizin konulduğu günün ertesi gününde ise Kına Hamamı töreni yapılırdı. O gün için herhangi bir hamam, kız evi tarafından hariçten bir tek müşteri kabul edilmemek suretiyle öğleden akşama kadar kabul edilir ki, bu zenginlere mahsustur. Orta ve diğer aileler umum arasında herhangi bir hamama misafirlerini davet ederlerdi. Oğlan ve kız evlerinin davetlileri belli saatte hamama gider, tefler ve türkülerle karşılanırlardı. Misafirler, hamamın dört bir tarafında yerlerini alınca evvela şerbetler ikram edilir ve sonra yıkanmaları için her misafirin kildan�ına birer kalıp sabun konulur, o sıralarda gelin kızda hamama getirilmiş bulunurdu� Yine tefçiler çalarak, çağırarak gelini karşılarlar� Gelin yerine oturur, elbiselerini çıkarır, havlulara sarılır, natırlar kollarına girer ve iç hamama doğru yönelince bütün misafirlerde gelini takip ederler� Tefler çalınarak, tefçiler tarafından uzun havalar ve türküler söylenerek iç hamama geçilir�Göbek taşının etrafında gelin ve tefçiler ayakta yerlerini alınca gençler oynamaya başlar�Neş�e ve gülüp söylemeler arasında gelini yine natırları koltuklayarak ısı kürüne götürür�Natırlar tarafından yıkanır ve yine aynı şekilde göbek taşına getirilerek oturtulur.
İlgililer tarafından evvelce hazırlanmış olan kına tabağı ortaya getirilerek gelinin ellerine ilk kına konulur. Bu arada tefçiler de mani söylerler. Bu sıra davetliler tarafından gelinin başına ufak paralar serpilir. Bu arada misafirlerde yıkanmış bulunurlar. Merasim burada sona ermiştir, herkes elbisesini giyerek hamamdan çıkar ve evlerine dağılırlar.


Çeyiz (cihaz) Yazma, Nikah Merasimi :
Şimdi düğün için erkek ve kız evlerinde hummalı bir faaliyet başlamıştır. Oda döşemeleri için makat şilteleri, yastıklar, yataklar, halı ve kilimler�Kızın emanetleri, gelin elbiseleri, hediyelik eşya matbaa ve kahve, şerbet takımları;leğen ibrığına kadar bütün bir aile yuvasına lüzumlu olan eşyalar hazırlanmış olur� Bu hazırlık en tez bir iki ay için de tamamlanırsa da bazen aylarca devam edilenler de görülürdü Nihayet işler bitince yukarıda açıkladığımız şekilde (ÇEYİZ YAZMA) ya hazır duruma getirilmiş olurdu.
İçtimai hayatımızda evlenmelerin önemli bölümlerinden biriside ÇEYİZ yazma denilen bir olaydır ki, buda şöyle olurdu: Taraflar arasında görüşüp kararlaştırılan bir günde ve çok defa Cuma gününün erken saatlerinde oğlan evinin davetlileri oldukça kalabalık bir topluluk halinde kız evine giderler� Aynı miktarda kız evinin davetlilerini orada bulurlardı� Misafirler karşılanır, ikram edilir ve sonra içlerinden mutahassıs dört kişi seçilerek bunların içinde yazısı güzel bir kimse, büyük ve kalın bir tabak beyaz kağıt üzerine haftalardan beri teşhir edilen bütün bu çeyiz eşyasının isimlerini birer birer << Gül Dökümü >> denilen tarzda yazar ve bilir kişiler tarafından her eşyaya kıymet biçilince, bunu eşyaların altına ve sıranın yekununa da sağ taraftaki sütuna kaydeder. Bu sütunun toplamı da aşağıya alındıktan ve altına da tayin ve tesbih edilen ( MİHR_İ MUA�CCEL) kıymeti yazdıktan sonra toplanır ki, bunların tümü kadına aittir. Hata o kadar ki, bu defter tanzim edilince, altı misafirler arasında mevki sahibi büyükler ve tüccarlardan sekiz on kişinin isimleri yazılmak suretiyle kendilerine şahit olarak imza ettirilir. Sonra bu defter gelinin elbise sandığının dibine konulur ve burada ölünceye kadar saklanılırdı. Bu defterdeki eşya kamilen kıza aittir, ölüm ve boşanma gibi ayrılıklarda, bu defterdeki bütün eşya aynen mümkün olmasa tutar bedeli, Mehr-i Muac�el ve Mehr-i Müeccel ile birlikte kadına verilir, şayet, verilmese hükmen alına bilir. Ölülüm halinde mirasçıları varsa, her şeyden evvel bu defterdeki eşya zayi edilmiş ise bedeli ile Mehr-i Muac�cel ve Mehr-i Müecceli terekesinden ayrılarak kadına verilir.
İşte kız ve oğlan aileleri tarafından evlenecek olan eşyanın, bundan 60 � 70 yıl kıymeti 354 altundan fazla tutmaktadır ki, bu günkü rayice göre 36 000 küsür lira değerinde bir kıymet ifade etmekte ve bununla bir aile yuvası kurulmuş demektir.Harput�un eski aileleri arasında boşanma yoktu: Bu konuda o kadar hassas davranılırdı ki, boşanma kelimesini ağzına alan kimsenin bile nikahından şüphe edilirdi. Bu sebeple boşanmalar nadiren görülürdü. Boşananlara iyi bir nazarla bakılmazdı. Boş yere değil, rahmetli Mehmet Akif, safahatında bu konuya dair şu ateşin mısraları yazmış,bizlere bırakmıştı.
�Müslümanlıkta şeri�at bunu emretmiş imiş,
Hem alır, hem de boşarmış, ne kadar sade imiş�
Karı tatliki için, bak ne diyor Peygamber:
Bir talak oldumu dünyada? Semalar titrer.�

Rahmetli şimdi gözünü açsa da mahkemelerdeki boşanma dosyalarının miktarına bir göz gezdirse acaba neler yazmazdı.
Eski zamanlarda (Talak) boşanma hüküm ve salahiyeti, şimdiki gibi hakimde değil, erkeğe verilmiş bir haktı, kadınlar boşanma davası açamadıkları gibi boşanma kelimesini ağızlarına bile alamazlardı. Bu yönden kadınlar, erkeklere karşı hürmetkar, ev ve aileye dört elle bağlıydılar. Hatta bir kadın, geceleri kocası eve gelmeden yatağa giremezdi, onu bekler, gelince karşılar, ondan sonra erkek yatağına girer, arkadan da kadın! Hele bu geleneğe bilhassa evlenmelerin ilk yıllarında çok riayet edilirdi. Harput�ta bu konuya temas eden birde koşmaca vardır:


Ata sözü tutmayan evlat.

Kocasından evvel yatan avrat.
Yedeğe gelmeyen at.


Bunların hiç biri makbul sayılmazdı. Bir taraftan çeyiz yazılırken, diğer taraftan da nikah işine başlanılmış olurdu ki, bugünkü nikahlara hiç de benzemezdi. Şimdi evlenecek çiftlerin müştereken imzaladıkları bir beyannameleri ile kanuni formalitesi tamamlandıktan sonra yüzlerce davetlinin huzurunda evlenme memurunun karşısındaki koltuklara kurulur, memur tarafından kabulleri hakkında bizzat kendilerine yapılan sorulara: Güle,söyleye Evet Kabul ediyorum. Diye cevap vermelerine hiçte benzemezdi.
Çeyiz yazma ve nikah kıyma günlerinden birkaç gün evvel ilgililer tarafından memleketin kadısına şifahen müracaat edilerek bir evlenme izinnamesi istenirdi. Kadı Efendi de izinnameyi yazar verirdi. Bu izinname, çeyiz yazma ve nikah gününde davetliler arasında bulunan mahalle imamına verilirdi. O devirlerde herhangi bir kadı veya bir kız erkeklerin yanına başı yüzü açık çıkamaz ve konuşamazdı. Bu sebeple izinnamede ismi yazılı kız vekili yine izinnamede isimleri yazılı iki şahidi de yanına alarak harem dairesine gider. Gelinin bulunduğu odanın kapısı önünde dururlar. Kızın vekili, oda kapısının arkasında bulunan kıza hitaben: �Efendiye nikahını kıyılması için beni vekil ediyor musun? Diye sorunca içerden evvela hıçkırıklarla dolu bir ağlama sesi işitilir. Gelin kız bu soruya kolay, kolay cevap veremez. Nasıl verebilsin ki, bu Evet, o kızın bütün hayatı boyunca saadet veya felaketinin sebebi olabilirdi. Bu yaşa kadar büyüdüğü, yetiştiği bu sıcak ana baba yuvasından kendisini ebediyen ayıracak olan bir Evet� Sonra bilmediği, tanımadığı hatta yüzlerini bile görmediği yabancı bir aile içine�Huyunu, tabiatını bilmediği bir erkeğin kolları arasına kendi kendini edecek olan bir Evet� Buna kolay kolay Evet denilemezdi. Bu yönden Gelin kız haklıydı ve gözyaşları da tam yerindeydi. Aradan dakikalar geçiyor� Dışarıdakiler sabırsızlanıyorlar�Gelin hala kendine gelememiş�Ağlayıp duruyor. Nihayet içerdeki kadınların ibram ve ısrarıyla kurumuş solgun dudakları arasında güç hal bir Evet kelimesi çıkabiliyor ve bu kelimeyi dışarıdan işitenlerde hemen selamlık tarafına geçiyorlar bunun üzerine İmam Efendi misafirlerin bulunduğu yerde veyahut diğer bir odada hususi surette hazırlamış olan bir minder üstüne diz çökerek oturur. Şahitleri, sağına ve soluna, oğlan ve kız vekillerini de karşısına alarak iki ellerini dizlerinin üzerine koyar, diğerlerinin de aynı şekilde oturmalarını ihtar ederek şu şekilde tevbe ve istiğfare başlardı:
<<Esteğfirullah, Esteğfirullah, Estağfirullah el-azime el-kerime ellezi la ilahe illa hu El-hayyül-kayyum ve etubu ileyh ve neselühüvettebete veimeğfirete vel hidayete lena innehu hüve-tevvabürrahim.
İlahi yarabbi! İlahi yarabbi! Eğer bizim elimizden, dilimizden ve sair azay-ı cevarihlerimizden bilerek bilmeyerek kelime-i küfür, şirk hata, isyan her neki, vaki ve sadir oldu ise biz bunların cümlesine tevbe ettik, rucu ettik, pişman olduk, bir dahi işlememeğe azm-ü cezm-ü kast eyledik. Peygamberlerin evveli Hazret-i Adem. Ahırı iki cihan serveri Muhammed�enil-Mustafa Sallallahü Aleyh-i ve sellem. Bu ikisi ve bu ikisinin arasında her ne kadar peygamberan-ı İzam ve Resul-i Kiram geçmişler ise biz onların hepsine inandık, iman getirdik, haktır ve gerçektir. Şeklinde devam ederek salatü selam, tevbe istiğfar ederlerdi.


VEÇ :
Düğünlerimizde << çeyiz >> eskiden önemli bir yer tutar ve bu CEHİZ�in Düğün evlerine nakli münasebetiyle (CEHİZ ALAYLARI) tertib edilmiş. Bu asil ve faydalı geleneğin az çok tatbikinde bizleri de görgü şahidi olarak kabul edebilirsiniz.ÇEYİZ yazılınca ve nikah kıyılınca ÇEYİZ eşyasının kız evinden oğlan evine nakli gelirdi ki , bunun topuna birden (VEÇ) denilirdi. Bunlardan bir kısmı çarşaflara sarılarak denk halinde, bir kısmı da sandıklara yerleştirilecek düğünden birkaç gün evvel boyunlarında ufak , yan taraflarında ise çok büyük ve adeta kilise çanları gibi ses veren çıngırdak (Çıngırdah) larla ve rengarenk yün ipliklerden yapılmış püsküllerle süslenmiş semerli katırlara yükletilerek emin ve yakın bir kişini idaresin de oğlan evine gönderilirdi.
Bu VEÇ eşyasının azlığı veya çokluğu nisbetinde hayvan kullanılırdı. İki katırdan tutunuz da yedi sekiz, hatta bazen 10-12 katır yüklü Veçlerin gönderildiği çok defa görülürdü. Her bir katırın yanında bir hizmetçi bulunurdu ki, bunlar kız evi tarafından hediyelik olarak verilip de sağ taraf omuzlarından atılmış ipek kumaşların gururuyla yürürler ve çok defa da oğlan evi tarafından eşyanın teslimi sırasında sol taraf omuzlarına aynı karakter ve aynı pahada kumaşlar sarılırdı .Bunlardan başka bu katırcıların her birine ayrı, ayrı para bahşişleri verildiği gibi bilhassa Güveyiden de ayrıca bahşiş almadan yükleri yere indirmezlerdi .Bu eşyalarla beraber kız evinden bir de kadın gelirdi ki, buna da << YENGE >> denilirdi. Yenge aynı zamanda gelinin bütün eşyasının muhafazasına memurda .. Gelin odası döşendikten sonra yenge kapıları kapatır, odaların anahtarlarını beline asmak suretiyle gelin gelinceye kadar muhafaza eder ve kimseye vermezdi. Bundan başka yengenin ikinci vazifesi de gelinin maneviyat ve cesaretinde kendisine müzahir olmak, öğütler vermek, yabancı bir eve, yabancı bir erkeğe gelini ısındırmaktı.
Kına Geceleri, Gelinin Ellerine Kına Koyma ve Saç Kesilme Merasimi :
Kınageceleri , düğün günlerinin arefesinde oğlan evinde erkekler, kız evinde kadınlar tarafında yapılırdı. Kına gecelerinde çalma, çağırma, oyunu ve eğlence,diğer günlere nazaran daha şatafatlı daha canlı ve üstün olurdu .Bu gecelere bilhassa gençler ve orta yaşlılar davet edilirlerdi. Davetliler evvelden hazırlanmış olan sofralarda akşam yemeklerin yerler�İçlerinde işaret edenler varsa başka başka odalara alınır, yer içer eğlenirlerdi. Düğün evinin kapısında bu gece daha çok kalabalık göze çarpar, iğne atsan yere düşmezdi. Davullar öyle coşmuştur� ki, tarif edilemez. İçeride misafirler de ince saz takımını ahengi arasında neşe ve samimiyetle eğlenmektedirler.
Belli saat gelip çatınca, evin veya konağın odalarında, Salon ve sofalarında bulunan misafirler, önlerinde saz takımı olduğu halde kapının önüne çıkınca alay şu suretle tertiplenirdi. En önde Ehehıci ( Münadi ) .. Arkasında beş on Meşale taşıyanlar .. Aralarında Fişenkçiler .. kalkan kılıççılar .. Davul ve zurnalar ..Bunları takiben yine Meşaleciler .. İnce saz takımı .. Bunların arkasından misafirler .. gülüp söyliyerek, davullar, zurnalar, sazlar çalınarak, Maya ve hoyratlar söylenerek büyük bir alay halinde Düğün evinden hareket edileceği sıra biri,biri arkasından atılan havai fişenkler alayın hareketini her tarafa duyururdu.
Güveği, daha uzak mahallelerden birinde sağdıcın veya başka bir dostun evinde bulundurulur. Yeni elbiseleri giymiş, tepeden tırnağa süslenmiş .. Ayağında rugan ayakkapları .. Onun üstünde mavi veya lacivert çuhadan elifi bir şalvar veya pantolon .. Üzerinde aynı kumaştan uzun veya kısa bir ceket .. Çeketin altında ipekli yerli fabrika kumaşından renkli yelekler. Sinek kaydıran bir tıraş .. Başda dalfes. Yanında aynı kılık ve kıyafette sağdıcı, alaya intizar etmektedirler. Alay bu evin önüne gelince, içlerinden birkaç kişi Güveğinin bulunduğu eve girer ve beraberlerinde getirdikleri ipekli bohçayı açar, içinden iki tane sırmalı ipek abayı çıkararak birini Güveğiye, diğerini de sağdıca giydirirler ki, bu Abalar, oğlanın babası tarafından o gece için Güveği ve sağdıca hediye olarak gönderilmiştir. Sonra Güveği, Sağdıç aşağı inenler .. Sağdıç, Güveyi sağına alarak yürümeye başlar, Alaydaki dostları Güveğiyi ve sağdıcı aralarına alarak yine aynı tertip üzere alay Düğün Hamamına doğru yol alır. Maya , Hoyrat, Davul, Zurna sesleri bütün şehrin sokaklarını çınlatır .. Hevai fişenkler atılır ..Alay böylece evvelden tutulmuş büyük hamamlardan birisinin önüne gelince durur. Misafirler, Güveği, Sağdıç, çalgı takımları hepsi birden hamama girerler, evvelden hazırlanmış, içerisine kına koyulmuş ve mumlar dikilmiş 20-25 tabak muma dağıtılır. O sıra çalgıcılar (Çayda Çıra) havasını çalmaya başlayınca evvela Güveği ile sağdıca kına oynatılır, sonra misafirler sırasıyla oynar ve eğlenirken Güveği ile sağdıçda soyunarak(Elbise çıkarmak)
İç hamama girerler .. Misafirlerden arzu edenler de soyunur, yıkanırlar. Güveği yıkandıktan sonra evden ipekli bohçalar içinde hamama getirilen ipek ve melez iç çamaşırları giydirilir. Güveği hamamda gerek kendisine, gerek misafirlere hizmet eden telaklara ve hamamcıya ayrı,ayrı bolca bahşişler dağıtarak hamamdan çıkılır. Şimdi alay düğün evinin yolunu tutmuştur. Düğün evine gelince :Saz takımı kapının bir tarafına geçerek kayabaşı , havaları çalınıp söylenirken, Davullar da başka bir tarafta olanca hız ve ahenkleriyle gümbürder. Havai fişekler, gök yüzünü aydınlatmakta devam eder. Damlar, pencereler hıncahınç seyircilerle doludur. Damat ve sağdıç, yukarı selamlığa çıkınca, ellerine tekrar mumlu kına tabakaları verilir. Bütün misafirlerin huzuru ile evvela Güveği ve Sağdıç çayda çıra oynar, sonra tabaklar misafiri sıra ile dolaşır, ihtiyarı genci, hepsi birden oyunlara katılırlar. Esasen oyuncular ellerindeki tabakları, gözlerine kimi kestirirlerse ona verir, onu da oyuna kaldırabilirler. Bu suretle oyunu bilen bilmeyen oynamak mecburiyetindedir. Sonra diğer oyunlara geçilir, Horumlar, (Güvercin), Üçayak, Delilo, Fatmalı, Halay, Tamzara, Kürdün kızı veya Köylü kızı gibi oyunlar birbirini takip eder. Hülasa düğün halkı, Kına gecelerinde sabahlara kadar oynar, güler, söyler, yerler ve eğlenirlerdi.
Düğünün başlangıcından Gerdek (Zifaf) gecesine kadar Harput�ta garip ve garip olduğu kadarda eğlenceli ve gülünç bir adet daha vardır ki, buna Güveği çalma veya Güveği kaçırma denilirdi. Güveği ancak Sağdıcından çalınır, bu yüzden Sağdıç kolay, kolay Güveğiyi gözü önünden ayırmazdı . Buna rağmen en ufak fırsattan istifade arayan bir takım muzipler, Güveğiyi alarak başka bir odaya veya başka bir eve götürerek saklıya bilirler. Güvegi bu olaya itiraz edemediği gibi istenilen yere gitmemek veya saklanmamak gibi hiçbir harekette bulunamazdı. Güveği ortadan kaybolunca Sağdıcı telaş alır ve en son sağdıç, Güveğiyi çalanlara ya ağır bir hediye veya bir ziyafet vadiyle Güveği , bulunduğu yerden çıkarılırdı Eğer sağdıç varlıklı ve birazda sünepe (Uyuşuk adam ) ise vay haline .. Olay ikinci ve üçüncü gurup tarafından tekrarlandıkça bütün düğün halkı tarafından duyulur ve duyulunca da sağdıçla alay eden edene .. Bu suretle Düğüncüler arasında gülme,söyleme, latife etme fırsatı elde edilmiş bulunurdu.
Kadınlara ait kına geceleri de kız evlerinde yapılır. Bu geceye hem oğlan evi, hem kız evi, kendi eş dost, akraba konu komşularını da davet ederlerdi. Bu gece gelinin elerine ikinci kına koyulacak ve saçları kesilecektir. Onun için bu geceye << Kına gecesi >>denilmiştir.Kız evinde Tefçiler çalarak, kadın okuyucular türkü ve şarkılar söyleyerek misafirleri karşıladıktan sonra büyük oda veya sofralara alınırlar Kahveler, şerbetler içilir .. Sonra ortaya bir yastık konularak Sağdıç gelini getirir bu yastığın üzerine oturtur .. Tecrübeli ve bu işde bilgili bir kadın tarafından Gelinin elerine ve ayak parmaklarına kınalar konulur .. Bu ara Kaynana veya Görümce tarafından Gelinin elinde ki kınanın içine altın gömülür ve eleri ipek kareplerle sarılır. Bu altınlar beşi bir arada veya yarım beşibirlik ve en az madeni bir altındır. Kınadan sonra yine bir ehli tarafından gelinin, bu güne kadar makas dokunmamış saçları ve zülüfleri taranır ve kesilirdi.
Bu kına koyma ve saçlar kesilme sırasında : Tefçiler çalmaya ve ahenge ve bilhassa Harput�un Kına yakma türküsü olan şu hazin türküyü söylemeye başlarlar:
Gelin ağlar yaşın yaşın,
Ağlama gelin, ağlama
Gitmem diye sallar başın,
El oğludur, bel bağlama
Şimdi gelir bey kardeşin.
Gelinlik mübarek olsun,
Ağlama gelin, ağlama
El oğludur, bel bağlama,
Gelinin geydiği Atlas
Gelinlik mübarek olsun
Atlasa iğneler batmaz,
Dünyada gelin sağ olsun.
 


Bu türkü söylenirken gelini gözlerinden damla damla yaşların aktığını gören ana ve yakınları da, hep birden ağlamaya başlarlar. Fakat bu göz yaşları fazla çok sürmez, oğlan tarafının teşebbüsleriyle Tefciler, hemen daha oynak türkülere söylemeye başlayınca hava değişir neşe, ve gülme söyleme her tarafa dağılırdı.
Eski zamanlarda kadınların takıp takıştırma ve süslenmelerinde ciddiyet ve sonra kıymet aranırdı. Şimdiki gibi yalancı inci ve neceflerin yerine, boyunlarında keleplerle çok kıymetli hakiki inciler .. Altun halpler ve altun dizili Ahmalar bulunurdu. Hele Ruj, pudra, Rimel gibi suni süs malzemesi hiç yoktu . yüzler,gözler, dudaklar, tabii renk ve güzelliklerini daima muhafaza eder ve bozulmazdı. Bunların yerine ellere ve ayak parmaklarına kına koyma adeti vardı ki, pek ucuza satın alınan bir Tuht Acem kınası, evdeki bütün kadınların süslenmesine kafi gelirdi. Ellere o kadar meharetle kına koyanlar vardı ki, bugünün modern sanat meraklıları, o elleri görebilmek kudretine sahip olsalardı, sanaatlerine bir çok yenilikler daha eklemiş olurlardı.
O kınalı parmaklar, o düzgün kesilmiş normal tırnaklar�Şimdiki gibi ilk nazarda insana korku veren uzatılmış, sivrileştirilmiş kan parmak ve tırnaklara hiç de benzemezdi. Şimdi bilhassa kadın berberlerinin yaratıklarını Rimelli gözlerin yerine, her kadının Cam çekmecesinde sakladığı bir tek sürmedanlığı vardı ki, kadınlar bir aynanın karşısına geçtiler mi, beş on dakika içinde kendi kedilerini süsleyebilirlerdi. Kadın, berbere mi mitsin? Saçlarını mı kestirsin ve boyatsın? Ne münasebet ! �Hangi kız ve kadının saçları belinden aşağı bölük,bölük örülerek sarkıtılmış ve üzerlerine de altınlar dizilmiş ise bunlar beğenilirdi. Bir kadın veya bir genç kız, erkek berberin önüne otursun da saçlarını ondüle ve lüle ,lüle yaptırsın .. Kakülleri istifham işaretleri kondursun .. Saçlarına Diba veya Karavel denilen çeşit çeşit renk ve şekil verdirsin, kimin haddine düşmüş ..Hülasa Zülüfler Kahküller yüze yaraşır şekilde kesilirdi .Bakınız, Emrah bu tip çehreler için ne de güzel söyler :
Sarmış şu gülün arız-ı gül zarını perçem,
Nalan eder, üftade dil �i zarını perçem.
Tahrik-i sabadan alup etvarını perçem,
Arz eyleye dil bestelere reftarını perçem.
Pazara salup sim gibi simsarını perçem,
Faş eylemiş alemlere esrarını perçem.
Hakikaten bir zamanlar Harput�un kızları ve kadınları çok güzel ve cana yakındılar. İçlerinde öyle müstesna güzeller vardı ki, hatıraları şimdi bile insanı heyecanlandırıyor. Bakınız ! Harput şairlerinden Serseri, bir zamanlar gurbete çıkmış � Diyar,diyar dolaşmış � Dönüşünde Harput güzellerine karşı iştiyak ve ihtisatını şu satırlarla ne güzel ifade etmiştir:
Yine bir şuh-i şirin yazmayı nevrestelemiş,
Aldı aklım, hele bilmem, ne güzel betelemiş.
Fino fes bir yana, püskül karışıp kahkülüne,
Kara gözler, ne yaman hasta bakar mest eylemiş.
Tir-i müjganını şol kaş yayından vah kim,
Sineme doğru tutup atmağa şayestelemiş.
Göreli gül yüzünü, aşkına yandım, yanarım,
Tütünüm baştan aşup göklere piyvestelemiş.
Serseri! Sen gideli gurbete Harput Güzeli,
Şive-i naz-ü edayı ne yaman üstelemiş.
Zülüfler kesilince, bütün misafirler tarafından Gelinin başına paralar serpilir� Fakat Gelin durmadan ağlar� Bu sıra sayısız kına tabaklarına mumlar dikilmiş ve yandırılmış olduğu halde ortaya getirilir, misafirlere dağıtılır �Tefçiler Çayda çıra havasını çalmaya ve türkülerini söylemeye başlayınca ilk kına oyununu Gelinle Sağdıç oynıyarak açarlar, sonra oğlanın ve kızın anaları oynarlar. Bunları takiben bütün tabaklar misafirlerin elinde oyuna başlarlar ve saatlerce devam eder.
Daha sonra sırasıyla gecede bulunan bütün kadınlar ve kızlar tarafından bu suretle �Çayda Çıra� oynanır. Kadın kına geceleri de erkek kına gecelerinin ile hemen hemen benzeridir. Bu eğlenceler de gece yarılarına kadar devam edip giderdi.
Düğüne Hazırlık, Düğün Şenlikleri ve Düğün Ziyafetleri :
Düğün günü daha evvel taraflar arasında kararlaştırılmış olduğundan zengin ailelerde düğün şenlikleri bir hafta veya on gün evvel başlar. Düğün evinin selamlık ve harem dairelerinin bütün oda, salon ve sofaları temizlenmiş, yemek odaları ayrılmıştır. Geceleri aydınlık olmak için düğün evinin caddeye olan duvarlarına, pencerelerine fenerler asılır ve düğün evinin kapısı önünde muhtelif yerlere meşaleler yakılmak için bir metre yükseklikte demir ocaklar yerleştirilirdi.

Şenliklere, düğün evinin kapısı önünde veyahut bu eve yakın bir meydanda sabahın muayyen saatlerinde davulların bir arada ve bir anda vurulmalarıyla başlanılırdı. Davul adedi, düğünün şümul ve azametine göre değişir. Bu davulların yanında her iki veya üç davul için bir zurna veya bir kılernet bulundurulurdu. Bu davulların bir arada ve aynı tempo ile bir anda vurulmaları büyün mahalleyi ayaklandırırdı. Çoluk çocuk, ihtiyarı, genci hep birden düğün evinin kapısı önüne koşar, buralarda toplanılır ve mahşeri bir kalabalık her an artar ve kabarırdı.
Davulcuların ilk vazifeleri, davetlileri karşılamaktı, uzaktan bir davetli kafilesinin geldiğini gören davulcular, hemen �Karşılama- havasına geçerek gelenlere karşı yürür, yaklaşınca da tekrar geri dönerek misafirlerin önleri sıra çala, çala düğün evinin kapısına kadar misafirleri getirir, orada baş davulcu, davulunu çevirerek vaziyet alır diğer davullar çalınırdı. Davetliler, çevrilen davulun üstüne bahşiş olarak gümüş mecidiyeler, on kuruşluklar, çeyrekler atarak içeriye girerlerdi. Davullar, dışarıda çalınmağa başlarken içeride de saz takımı fasla başlardı. Saz takımı: bir veya iki keman, bir kanun, bir kılernet bir veya iki teften ibaretti. Son zamanlarda bu takıma Darbuka, Cümbüş ve Ut da girmiş bulunmaktaydı. Bu takımın yanında iki veya üç okuyucu ve birde Köçek vardı. Bu saz takımına bazen Elazığ�dan kemaneci Kör Karo, Hamamcının Mustafa ve Hüseynik� ten de kanuncu Boğos gibi sanatkarlar da getirtilir, bu suretle saz takımı kadrosu genişletilirdi. Gece alemlerinde bilhassa Kına gecelerinde bu kadroya hariçten sesi gür ve güzel bazı okuyucular da davet edilir, ahenk ve coşkunluk artar ve ayyuka çıkardı. Mesela: Başta Korukoğlu Şevki, Dabağ, Muhittin, İsmail ve Feyzi gibi.
İşte dışarıda davullar ve zurnalar, içeride saz takımları icray-ı ahenk ederlerken, düğün davetlileri de kafile kafile gelmeye başlarlardı. Bu davetler şöyle olurdu: Düğünlere davet edilecek zevatın isimleri birkaç gün evvelinden büyük bir tabak kağıt üzerine yazılırdı. Birinci planda: Harput�un büyük alimleri .. Hükümet erkanı .. Tüccarlar .. Köy ağaları .. Esnaf .. ve en sonra da konu komşu .. Bu defterler, düğünde İlahi okumak üzere vazife alacak olan üç dört kişiye verilirdi ki, bunlara Harput�da <<UHUCU>> denilirdi. Bunlar defterler ellerinde kapı, kapı, dükkan, dükkan dolaşır, düğün sahiplerinin selamlarını ve davetin gün ve saatini söyleyerek düğüne davet ederler ve bunlardan da bahşişlerini alırlardı.
Davetliler, şu şekilde tertiplenen sofralara oturur, yemeklerini yerlerdi. Odanın bir başından öteki başına kadar bir ve sofalarda ise bir sağ ve bir sol tarafta olmak üzere iki sıra, yerlere bembeyaz kar gibi Hasavanlar serilmiştir. Genişlikleri iki, uzunlukları dört beş metre olan bu Hasavanların her tarafına yumuşak şilteler, minderler konulmuştur. Bunların üstünde boydan boya ince mabrum denilen bezlerden yapılmış 3-4 metre uzunluğunda işlemeli peşkirler�Ve bu peşkirlerin önünde tertemiz cimşir ve siyah Abanoz kaşıklar sıralanmıştır. Hasavanın üzerinde kalaylı büyük bakır leğenler için de kızarmış kuzular .. Kaburgalar .. Pirinç veya Bulgur tiritleri (Etli Pilav) .. Yaprak dolmaları .. Tepsilerle Baklavalar .. Ve yine ufak kaselerde Düğün zerdeleri ve pilavlar. İşte Harput �da bu gibi sofralara << SOMAT >> denilir, hatta << Somat çekme >> diye de kullanılırdı.
Yemeklerden sonra misafirler, diğer odalara alınarak kahveler, sigaralar, nargilelerle i� saz ve ikram edilirlerdi .Bir kafile gidince, sofralar derhal temizlenerek ikinci kafile için yeniden tanzim edilirdi. İkinci, üçüncü, dördüncü kafileler de bu suretle yedirilip içirildikten sonra düğün evinden ayrılırlardı. Bu arada saz takımı durmadan, dinlenmeden çalar ve misafirleri eğlendirirdi. İşret kullananlar, ayrıca akşam yemeklerine davet edilir, bunlara da masalarda sofralar hazırlanır .. yer,içer, sohbet eder; eğlenirlerdi. Öyle bir an gelirdi ki, işret sofrasındaki davetliler, hep birden coşar, oyuna kalkarlardı. Bu eğlenceler, bazen gece yarılarına kadar devam ederdi. İşret edenler, çalgıcılara ayrı,ayrı rakı ikram ettiklerinden ve bir taraftan da bahşiş verdiklerinden onlar da neşelenir ve coşarlardı.
İçeride bu şekilde eğlenilirken dışarıda da davul zurna sesleri mahalleyi çınlatmakta devam ederdi. Davulların önünde oyuncular çoğalır, halaylar, üçayaklar birbirini takip ederdi. Bilhassa köylerden getirtilen oyuncular, o kadar maharetle oynarlardı ki, o sıra bütün düğün davetlileri kadın, erkek damlardan ve pencerelerden bunları seyre çıkarlardı. İsimlerini burada rahmetle anacağım Tilenzit köyünden İbrahim, Germilili Telo, Adedili Mehmet Ali gibi oyuncuları bu topraklar bir daha yetiştiremezdi. Bu suretle düğünlerin akşamları ve hele geceleri daha neşeli geçerdi. Bir taraftan meşaleler yanar, bir taraftan havai fişekler gökyüzüne helezoni ışıklar saçardı.
Düğün Alayları :
Bu ziyafetler ve eğlencelerden sonra düğün günü gelip çatmıştır. Şafak söker ve ortalık aydınlanırken düğün evlerinde bir faaliyet, bir telaştır başlamıştır. Düğün evine girip çıkanların haddi hesabı yoktur. Gelin uzak bir köyden veya uzak bir mahalleden alınacaksa evvelden düğün evine getirilmiş olan taht �i revanın hazırlanmasına başlanır. Taht �i bunlar hali vakti yerinde olanlar tarafında hayır için yaptırılmış ve istenildiği zaman her düğün sahibine emanet verilmek üzere vakf edilmiştir. Düğün alayları şu şekilde sıralanır: en önde yolu açan kimse bunu arkasına iki yağız delikanlı ellerinde pırıl pırıl kılıçları, kalkanları, boyunlarında omuzlarından sarkan ipek kumaşlar sarılı kalkan kılıççılar hem ağır ağır oynuyor hem de yavaş yavaş yürüyorlar.

Bunları takiben yine boyunlarında ipekli kumaşlar sarılı davulcular, zurnacılar bunların arkasından çalgıcılar gelirdi. Sonra siyah geniş cübbeleri sırtlarında, büyük ve beyaz sarıkları başlarında hocalar, tüccarlar, memurlar, konu komşu erkekleri takip ederdi. Sonra gelinin rahlesini başında taşıyan bir hoca ve bunun arkasındanda ilahiciler gelirdi. İlahicilerin arkasında taht �i revan gelirdi ki sağında ve solunda veya ön taraflarında bilhassa güveyinin babası ile yakım akrabalardan bir kısmı yer alırlardı. En sonrada kadınlar. Bunlarda sıra yoktur. Yalnız kayın valide taht �i revanın arkasında bulunur, diğerleri karışık fakat toplu bir halde yürürlerdi.
Haleat Dağıtma :
Düğünden birkaç gün sonra haleat dağıtmak üzere kızın annesi ve yakınları, oğlan evine davet edilirlerdi. Gelinin getirdiği çeyiz arasındaki sandığı açılır, bu sandığın içindeki eşyadan bütün oğlan evi aile fertlerine sonra yakın akraba, dost ve yakınlarına hediyeler ayrıldığı gibi, geline hediye takanlara da bohça bohça hediye hazırlanır ve gönderilirdi. Bu bohçalat kimlere gönderilmiş ise götürenlere bahşiş verilir. Her bohçanın içerisinde erkekler için bir kat iç çamaşır, gömlekler, tütün saat ve para keseleri, havlular, peşkirler, kadınlar için ipek gömlekler, oyalı yazmalar, işlemeli tülbentler ipek kırapler. Geline en ağır hediye verenlerin bohçasına da, bu saydıklarımdan başka birer top ipekli çitare veya yerli fabrika kumaşları da konurdu.


Supha Günleri :
Gerdek gecesini takip eden güne �SUPHA� günü denirdi. Sabahın erken saatinde itibaren düğün evinde bütün temizlikler yapılmış. Varsa büyük ana, büyük baba ve saire. Bunlar toplu olarak bir odaya otururlarken Güveği ile Gelin bu odaya girer sırasıyla büyüklerin ellerini öperlerdi. Güveği aynı kıyafette gelin ise geniş ve etrafı el işi işlemelerle süslü bir namazlık başında. Bu beyaz örtünün altından gelinin ancak burnu, kaşları ve gözleri gözükebiliyor. Bu şekilde büyüklerin elleri öpüldükten sonra mahcup bir edayla odadan çıkara ve kendi odasına gider.
Tam bu sırada kız evinden hizmetçilerin başında sinilerle �Sabahlık� denilen yemekler gelir ki bunlarında ayrıca bir özelliği vardır. Tepsilerde kızarmış kuzular veya kaburgalar, baklavalar. Yağlı çörekler, sütlü tandır ekmeleri bu yemeklerle birlikte kız evi ailesinden hediyeler gelir ki bunların en aşağısı madeni bir altındır. Bunları kız evi yakınlarından bir kadın getirir. Oğlan evinde de gerek bu kadına gerekse yemekleri taşıyanlara ayrı ayrı bahşişler verilir. Sonra güveği dahil bütün ev erkekleri dışarı iş ve güçlerinin başına giderlerdi.
Bundan sonra kadınlar arasında supha gününün hazırlıkları başlar, her şeyden evvel geline, en ve süslü elbiselerinden birisi giydirilir ve bütün ziynet altınları ve mücevheratı da takılır. Bilhassa damadın o gece yüz görümlüğü olarak verdiği hediye bariz bir yere takılır, diğer ev hanımları da yeni elbiseler giymek ve mücevherlerini takmak suretiyle bezenirler.
Supha gününe, kız evi ve oğlan evi ailelerinden başka akraba ve konu komşu kadınları ve dışarıdan da birçok ziyaretçiler �Gelin Görmeye� gelebilirlerdi. Bu misafirleri çifter tefçiler çalarak karşılar, harem tarafının en büyük odasında veya sofasında toplanırlardı. Bu sırada önlerinde tefçiler çalarak gelin ve sağdıç yan yana içeri girerler. Sağdıç gelini bütün misafirlerle görüştürür, büyüklerin elleri küçüklerin yüzleri öpülürdü. Sonra odanın bir tarafında yer alır ve ayakta dururlar. Ta ki misafirler arasında en yaşlı ve en hatırı sayılır bir hanım, oturmalarına müsaade etsin. Şimdi eğlenceler başlamıştır, oyuna en evvel kaynana kaldırılır. Teflerin sesi, türkü ve mayaların sesi etrafa yayılır, herkesi neşelendirir ve oynatır. Misafirler bu gün için geline kıymetli hediyeler getirmişlerdir, bu hediyeler fırsat bulundukça geline verilir. Eğlenceler akşama doğru sona erer.

Gelin Odası :

Gelin odası tertemiz, muntazam tertip edilmiştir. Ortada iki büyük şilte üst üste serilmiştir. Yüzleri ipek kumaştan yorganlar, başları dantelli beyaz patiska yastıklar, yatağın yanı başında ya bir halı seccade veya ipek veya sırma işlemeli bir seccade serilidir.


Gelin Hamamı ve Gelin Ziyaretleri :
Düğünden bir hafta on gün sonra da Gelin hamamı yapılır. Hamama evvela, kız evi, yakın akraba, dost ve yakın komşular davet edilirler ve hangi hamama gelecekleri evvelden tespit edilerek kendilerine bildirilir. O gün, eğer davetliler çoksa sabahtan akşama, değilse öğlenden akşama kadar hamam, düğün sahipleri tarafından kiralanır ve hamama bunlardan başka müşteri alınmaz. Kadın misafirler, hamama gelince: Tefçiler ve düğün sahipleri tarafından karşılanırlar... Bütün misafirlere, yıkanmak için ikram olarak birer kalıp sabun dağıtılır. Gelin evinden gelip de elbiselerini çıkardıktan sonra, natırların kolları arasında dış göbek taşına getirildiği zaman bütün misafirlerde burada toplanırlar. Tefçiler çalmaya, çağırmaya başlayınca bir alay halinde gelini aralarına alarak iç hamama girerler. Herkes yerini almış yıkanırken misafirlere yaz ise çeşitli meyveler, kış ise kuru ve tatlı yemişler ikram edilir. Bu merasim de akşama kadar devem eder. Düğün evi ilgilileri tarafından hamamcıya ve natırlara bol bol bahşişler verilir. Hamamdan sonra evli evine köylü köyüne!...
Gelin hamamdan çıktından sonra doğruca Baba evine götürülür, damatta oraya gider, orada birkaç gün misafir olarak kalırlar. Bu ziyaretten sonra gelin gezdirme merasimi başlar. Oğlan evine mensup 5-6 kadın, geline her gün başka elbiseler giydirmek suretiyle düğüne gelenlerin ve bilhassa hediye getirenlerin evlerini dolaşır ve gelini gezdirirler. Düğüne gelenler bu ziyaretti mutlak suretle beklerlerdi. Bu gezintilerde haftalarca hatta aylarca devam edip giderdi.
 
DOĞUM:
Türk kültüründe doğum kutsal bir hadise olarak yer almaktadır. Elazığ'da bu önemli olaya hazırlıklar çok önceden başlar. Kadının, hamile kaldığı günden itibaren çocuğun sağlıklı ,akıllı veya sevilen bir kimseye benzemesi için yaptığı veya sakındığı bir çok uygulama vardır. Çocuk, doğmadan bir çok eşyası hazırlanır. Beşiği dizilir.
Doğumun kolay olması için fincana dua yazdırmak, kurban kesmek, hocaya salatu selam verdirmek, doğum sırasında kolay doğum yapmış kadınları doğum odasına almak gibi uygulamalar vardır. Düşük yapmış kadınlar ve çocuklar doğum odasına alınmazlar. Bebeğin göbeği bıçakla kesilerek tuzlanır.
Eş,ev dışına çıkarılmaz, bahçeye gömülür. Eskiden bebeğin altına höllük konulurdu. Kundağına nazarlık takılır ve çocuk doğduktan sonra beş ezan geçmeden verilmezdi. Çocuğa adını kulağına ezan okunduktan sonra üç kez verildiği isimle seslenir,doğumu izleyen sabah doğarken şenliği yapılırdı.Yakın komşular çağrılır,yemekler yenir,eğlenceler yapılırdı.Çocuğa ilk yedi gün ebe bakardı ve buna küçük kırk denirdi.Bunun için ebeye ebe hakkı verilirdi.
Doğumdan sonra al basmasına karşılık tedbirler alınır, yatağın çevresine kara sicim bağlanır. Lohusa kırk gün evinden dışarı çıkmaz,çocuğu yanlız bırakmaz,dışarı çıkacaksa çocuğun ayak ucuna su ,baş ucuna süpürge bırakılırdı. Lohusa evine et girmez. Karşılaşan iki lohusa birbirlerine iğne verirdi. Çocuğa muska, mavi boncuk takılırdı. Çocuğun ilk dişinin, saçının çıkması, yürümeye, konuşmaya başlaması hep olay niteliğinde değerlendirilir ve birtakım uygulamalar yapılırdı. Günümüzde köylerde bu uygulamaların bir kısmı yaşarken şehirlerde büyük değişimler olmuştur.


SÜNNET:
Eski devirlerde bir çocuk sünnet çağına geldi mi ve ana baba da çocuklarını sünnet etmeye karar verdiler mi, her şeyden evvel çocuğa bir KİVRE seçerlerdi. Bu Kivre, akraba arasından veya ailenin çok yakın ve samimi dostları arasından seçilirdi. Bu seçime karar verilince ve Kirve belli olunca, çocuğa yeni sünnet elbiseleri giydirilerek zatin evine götürülür, eli öptürülürdü o da bu olaydan sonra kendisinin çocuğa kivre seçildiğini anlardı. Bu, bazen de taraflar arasında daha evvelden görüşülür, konuşulur ve karar altına alınırdı. Bu karardan sonra artık o zat, ölünceye kadar o çocuğun Kivresidir. Çocuk büyüdüğü, hatta olgunluk çağlarında bile o zata daima Kivre diye hitap ederek ona saygı ve sevgi gösterirdi. Kivrenin ailesi ile olan münasebet ve bağlar daha sıkılaştırılır, adeta bir akraba gibi teklifsiz birbirlerinin evlerine gider gelirler, sık sık görüşürler, icabında birbirlerine yardım eder ve birbirlerini korurlardı. İlk hazırlık olarak çocuğun giyecekleri hazırlanırdı. Bu iş kirve olan kişiye aitti . Sünnet olan çocuğa bir kirve bulunurdu. Bu genellikle çocuğun babası evlenirken kim idiyse o kişi olurdu. Çocukta büyüdükten sonra kendisine kirve olan kişinin çocuğuna kirve olurdu ve böyle devam ederdi.
Kirve çocuğun giyecek ihtiyaçlarını karşılardı. Ancak maddi durumu buna uygun değil ise ihtiyaçlar çocuğun babası tarafından karşılanırdı. Daha sonra çocuğun odası hazırlanırdı. Bu işi çocuğun annesi ve yakınları yaparlardı. Yatak ve yorgan takımları dikilirdi. Şayet sünnet düğünü yemekli olacaksa yemekler hazırlanırdı.
Diğer taraftan Hitan Cemiyetine (Sünnet Düğünü) davet edilecek kimselerin isimleri bir kağıt üzerine yazılarak mahallenin uhucusuna verilir. Uhucu, listede kimlerin isimleri yazılı ise bunların evlerine, ticarethanelerine gider, selam ve kelamdan sonra bunları muayyen gün ve saatler için Sünnet düğününe davet eder ve bahşişlerini aldıktan sonra ikinci bir davetlinin kapısını çalardı. Bir iki gün içinde bu hazırlıklar da ikmal edilince Sünnet gününün sabahı sünnet çocuğu tepeden tırnağa kadar yeni çamaşırlar, yeni elbiseler ve ayakkabıları giydirilmek suretiyle hazırlanırdı. O sıra Kivre de hediyeleriyle gelir ve her Kivre mali durumuna göre çocuğa ya bir Tay, ya bir koç ve yahut altın veya gümüş bir cep saati gibi hediyeler ve kutu kutu badem şekerleri... Rahet-i Holkumlar getirirlerdi. Bazı hali vakti yerinde Kivreler de bir kaç gün evvel çocuğu alır, Terziye götürür, elbiselerini kendisi yaptırırdı.
Sünnet çocuğu, bir taraftan bu hediyelere, bu yeni elbiselere sevinirken, diğer taraftan sünnetin korkusuyla mini mini kalbi durmadan çarpar. Yüzünün alı al, moru mor bu badireden nasıl kurtulacağım düşünür. Kendine ıssız köşeler arardı. Bu sıralarda Sünnetçiler gelince, evin havası büsbütün değişir, bilhassa kadınlar arasında heyecan ve gözyaşları başlardı. Sünnetçi bir kahve tepsisi ister, içine usturasını. bir takım pamuk ve bantlarla beraber kağıt paketler veya mukavva kutular içindeki sünnet otlarını, bu tepsinin içine koyduktan ve kollarını sıvadıktan sonra çocuğu getirmelerini aileden ister. Çocuğu babası veya dayı ve amcası, titreyen ellerinden tutarak sünnetçinin bulunduğu yere getirdikleri zaman Harem tarafındaki kadınlar arasında ağlamalar, sızlamalar, bazen feryat ile tepinmeler başlar ve işitilirdi. Kivre, çocuğu bunların ellerinden alarak çocuğu cesaretlendirmek ve sünneti unutturmak için hediyesini çocuğa verir. Oda veya sofanın münasip bir tarafına konulmuş olan bir yastığın üstüne oturur ve çocuğu okşayarak kucağına oturtur, kollarını bacakları arasından geçirerek her iki taraf ellerinden tutar. Bu şekilde çocuğun bacakları da açılmış olur. Sünnetçi ve yamağı, çocuğun karşısına otururlar, sünnetçi tepsiyi çocuğun bacaklarının hizasına koyar ve hemen usturayla eline alarak Tekbir getirmeye başlarlar, orada hazır bulunanlar da tekbire iştirak edince, tekbir sesleri evin her tarafına dağılır. Harem tarafındaki kadınlar, çocuğun feryadını işitmemek için evin en ücra köşelerine girer, kulaklarını parmaklarıyla tıkar ve bir taraftan da gözyaşı dökerlerdi. Tekbirler sona erince bir feryat kopar. İşte bu kadar. Yavru sünnet edilmiş. Yarası sarılmış ve evvelden hazır1anmış olan sünnet yatağına yatırılmıştır.

Sonra berber başı veya Sünnetçi içinde ufak bir et parçası ve bir kaç damla kan lekesi bulunan tepsiyi eline alarak evvela Kivre ve Babanın, sonra orada bulunan yakın davetlilerin önlerine götürürler. Bahşiş toplamaya başlar. Nal kadar gümüş mecidiyeler, on ve beş kuruşluklar arasında bazen gözleri kamaştıran madeni yüzlükler ve ellilik sari altınlar ve ufak paralarla tepsi dolar. Sünnetçiler tarafından boşaltılırdı. Akşama doğru zengin sünnet evlerinde ince saz takımı çalarken davetliler sırasıyla gelir, yemek yerler ve beraberlerinde getirdikleri hediyeleri de çocuğun yatağının başına bırakırlardı. Orta halli ve fakir ailelerde ise ancak konu komşu kadınları davet edilir, yer içer eğlenir ve sünnet çocuğunu da eğlendirirlerdi.
Çocuk, eli hafif sünnetçiye tesadüf etmiş ise ertesi gün evin içinde dolaşmağa başlar. Yok değilse günlerce, haftalarca yatakta kalır, kalkmak isterse bacaklarını açarak ördek misali yayvan yayvan evin içinde dolaşır dururdu.
Sünnet çocuğu, tamam iyileşince karşılıklı Kivre davetleri yapılır ve bu suretle Hitan Cemiyeti (Sünnet düğünü) de sona ermiş bulunurdu. Ertesi sabah eğlence tekrar başlardı. Sünnet olacak çocuğa banyo yaptırılırdı. Gözlerine sürme çekilirdi. Bu arada çocuğun giyeceği elbiseler bohçalara sarılırdı. Öğlene doğru davul zurna eşliğinde gençler gelerek bu bohçaları ve çocuğu alıp düğün yerine giderler ve burada kınada olduğu gibi çocuğun bohçaları oynatırdı.

SÜNNETÇİLER
Kivre seçildikten ve sünnet günü de kararlaştırıldıktan sonra, Sıra Sünnetçiye gelirdi. Sünnetçi, ya ailenin Berberi veya Kasabada bu yönden eli hafif diye şöhret kazanmış berberlerden birisi ve yahut Usturaları ve Sünnet otları (ilaçları) işinde bulunan Hekbeleri omuzlarında şehir şehir, Kasaba Kasaba ve Köy beköy dolaşan saçlı sakallı ve hatta sarıklı meşhur Siirt'li sünnetçilerden birisi tercihen seçilir ve bunlara gün ve saati hakkında mutabık kalınırdı. Esasen sünnetler çok defa ilk baharda ve bazen de yaz aylarında yapıldığından Siirtli sünnetçiler, ilk baharda seyahate çıkar bütün doğu illerini dolaşırlar, boş hekbeleri altınlar, mecidiyelerle dolu olarak dönerlerdi.



ÖLÜM:
Ölüm gelenekleri kültür açısından büyük önem taşır. Zira en az değişikliğe uğrayan uygulamalara ölüm geleneklerinde rastlanmaktadır.Elazığ'da genelekselliğini koruyan ölüm gelenekleri ölümden önce,ölüm sırasında ve ölümden sonra yapılan pratik ve uygulamalarda kültürel devamlılığın önemli unsurlarını taşır.
Köylerde ve kentlerde herkes cenazeye büyük saygı gösterir.Elazığ şehir merkezinde cenaze geçerken yardıma koşmayan ,saygı duruşunda bulunmayan hiç kimseye rastlanmazdı.
Köylerde ölüm olduğunda bütün köylü işini bırakarak hemen cenaze evine koşar.Aralarında iş bölümü yaparak kimi mezar kazar,kimi mezarda kullanılacak malzemeyi hazırlar.Ölü suyunun kaynatılmasından ölünün yıkanmasına kadar bütün işleri cenaze sahiplerinden önce tamamlarlar.Taziye süresince taziye evine sırasıyla yemek pişirip getirirlerdi.Ölü olduğu günde veya yas süresince köyde hatta yakın bir köyde düğün,sünnet gibi törenler varsa ya ertelenir veya ölü evinin müsadesi alınarak müziksiz olarak gerçekleştirilirdi.
İnanışa göre akşam namazından sonra cenaze gömülmez ;her halükarda cenaze namazı mutlaka kılınırdı.Ölen kadınsa tabutunun üzerine yeşil yazma bağlanır.Tabutun üzerine bırakılan halı ve kilim camiye bağışlanırdı.Defin işlemi yapıldıktan sonra topluca cenaze sahibinin evine gidilirdi.Hoca Yasin-i şerif okur,taziye verilir.Ölü sahibine yakın kimseler burda kalır.Onların acılarına ortak olmaya çalışırlar.
Ölünün devrine oturma geleneği vardır.Ölen kişinin sağlığında yapmadığı veya eksik bıraktığı ibadetler için fitre dağıtılırdı.Taziye süresi üç gündür.Ölümün kırkıncı günü mevlit okutulur,davetlilere yemek ve helva ikram edilir.Elli ikinci gününde hatim indirilir.Ölümden sonraki ilk dini bayram karalı bayram sayılır.Arife günleri mezarlıklar ziyaret edilir.



Kürsübaşı Geleneği- Harput Sıra Geceleri :​
Eski harput evlerinde kış mevsiminde kullanılan adeta soba görevi yapan özel olarak düzenlenmiş kürsü etrafında ısınmak sohbet etmek eğlenmek amacıyla bir araya gelinmesi kürsübaşı denilir.
"Kürsübaşı" günümüzde Harput kültürünün belli bir yönünü ifade eden, çağrıştıran kelime olarak algılanır.
Kürsü 50-60 cm yüksekliğinde en küçüğünün bir yanı 60 cm den başlamak üzere 1,5metreye kadar genişleyen dört ayaklı ve dört köşeli tahtadan yapımış kare bir masa şeklindedir. Bazılarının ise altıda üstüde kapalı, yanlız alt döşemenin ortasında 30-60cm kutrunda dairemsi oyulmuş boş bir yer vardır ki buraya mangal koyulur. Kürsülerin büyüklük ve küçüklüğüne göre hususi surette saman ve yapışkan bir çamurdan yaptırılmış olan bu mangallar kürsü ayakla- rının tam ortasına kanulur,etrafında ise abdest sularının ısınması için bakır ibrikler bulunurdu.
Açık havada ve ekseriyetle yemek ocaklarında yakılan ağaç kömürü,ateşi carıtlarla (ateş küreği) bu mangallara konulur ve dayanmak içinde üzeri külle kapatılırdı.Bu ateş soğuğun şiddetine göre 10-12 saat kadar kürsüyü ve kürsü başlarını hamam gibi ısıtır ve sıcak tutardı.
Kürsülerin üzerine iç yüzü kırmızı renk düz ve dış tarafı ise aynı yerli bezden (çiçekli bez) hususi surette yaptırılmış büyük yorganlar örtülür.Kürsünün iki tarafı sedir diğer iki tarafıda büyük minderler konularak bu seviyeye çıkarılır. Bunların üzerine tekrar yumuşak döşek veya makatlar konulur ve üzerine tertemiz örtüler çekilir.
Duvarlara gelen taraflarada sırayla yastıklar dayanır. Yumuşak minderlerin üzerine oturulur ve yastıklara dayanırlırAyaklar bacak ve kollar bu yorgan altına sokulur,kürsü yorganı göğüslere kadar çekilir.İşte bu surette kürsünün dört bir tarafında oturanlar vücutlarını ısıtır ve soğuktan muhafaza edilmiş olurlardı. (Sunguroğlu Cilt-4 Sh.256)
Bazı köylerde ise dört tarafı kerpiçle çevrilmiş ve yumurta ile sıvanmış ortası boş kürsüler yapılmıştır. Bu kürsünün ortasına içi köz dolu mangal bırakılır ve üzeri kapatılrıdı. Kürsünün etrafında minderler bulunurdu.
Kürsünün kendisinden ziyade Kürsübaşı diye bilinen ve bu isimle alınan toplantılar müzikli eğ- lenceler, halk hikayeleri anlatımları gibi kültür hayatımızda önemli yeri olan konuların işlenmesi ve günümüze kadar gelmesi önemlidir.Kürsübaşları geleneksel kültürel unsurlarımızın günümü- ze ulaşmasında önemli bir fonksiyonu olmuştur.
Uzun kış gecelerinde Harputluların hemen tek eğlencesi olan Kürsübaşlarında ,yaş guruplarına göre toplantılar olurdu. Kürsübaşlarında önceden karar verilmesi suretiyle sırayla her gece bir evde toplanılırdı. Her mahallede akran olan ve ruhen uyuşan insanlar bir topluluk oluştururlardı. Bunlara "kol" denirdi. Bu kollar o topluluğun liderinin ismiyle anılırdı. Bu kollar içerisinde iyi yemek yapanlar mutlaka bulunurdu.
Toplanılmasına karar verilen eve tedarik edilen malzemeler önceden gönderilirdi.Evdeki kadın ve çocuklar akşam erkenden başka bir komşuya gider;evli misafirlere bırakılırdı. Yarı gecelere kadar sürecek olan eğlenceler,anlatılacak fıkralar, yapılacak şakalar hep planlanır ve gece mutlu bir şekilde tamamlanırdı. Halk oyunları şarkı ve türküler, maya ve hoyratlar, güzel yiyecekler, çeşit çeşit sohbetler Harputun soğuk kış gecelerini ısıtır gönüller şenlenirdi. Bir dahaki toplantı ve yiyecekler de bu gecenin sonunda kararlaştırılırdı. Yemekler, meyve ve diğer yatsılıkların kimler tarafından alınacağı hususunda kura çekilirdi.
Kürsübaşları ,gündüzleri bütün ev halkını etrafında toplar geceleride varsa misafirlere tahsis edilirdi. Kürsübaşlarında efsaneler, masallar, bilmeceler söylenir; latifeler şakalar yapılır,yüzük oyunları oynanırdı. Oyun sonunda kaybedene cezalar verilir ağır şakalar yapılırdı. Kürsübaşı geleneklerinden başka Harputta bütün mahallelerde "oda işletme adeti" vardı. Zengin konuklarında selamlık daireleri orta hallilerin evlerinde ise selamlık odaları bulunurdu. Akşamla yatsı arasında buralarda toplanılırdı. Bu odaların müdavimleri hep aynı kişilerdi. Bir odanın müdavimini diğer odaya gitmesi hoş karşılanmazdı.
"Selamlık odalarında sesleri güzel kimseler tarafından Ahmediye ,Muhammediye, Kıssası Enbiya kitapları Emrah, Nevres külliyatından parçalar okunurdu. Hikayeler, masallar, savaş anıları anlatılırdı. "İlim adamlarının selamlık odaları kalabalık olurdu. Müdavimleride çoğu hocalar, Müderrisler veya mektep medrese görmüş kimselerdi. Bu odalar adeta bir ilim yuvasıydı. Fuzuli, Baki, Nefi, Nabi, Nedim, Sabi gibi şair ve ediplerin eserleri okunur, incelenir, yorumlar yapılırdı. Hatta bu toplantıda ezbere beyitler okunmakla kalınmaz "fuzuliden bir beyit okıyacaksın ki son harfi "b" olsun" şeklinde sorulan sorulara cevaplar alınırdı.İşte böylesine ortamlarda adeta Kürsübaşlarında ve odalarda bir yaygın eğitim yapılır insanlar bilgi sahibi olurlardı. Harput insanının kadirşinaslığını bilge kişiliğini ve musikisindeki şahsına münhasırlığını buralarda almak gerekir
 
Geri
Top