• Merhaba Ziyaretçi.
    "Hoşgeldin sonbahar "
    konulu resim yarışması başladı. İlgili konuya BURADAN ulaşabilirsiniz. Sizi de beğendiğiniz 2 resmi oylamanız için bekliyoruz...

Elif Şafak - Baba Ve Piç

kelebek

-ütopik-
V.I.P

Baba ve Piç Özeti / Elif ŞAFAK​

Elif Şafak'ın 2006 yılının Mart ayında Metis Yayınları tarafından ilk basımı gerçekleşmiş bir romanıdır. İstanbul-Amerika arasında, biri Türk diğeri Ermeni asıllı iki aile üzerinden Türk-Ermeni ilişkilerini 90 yıllık bir zaman dilimi içerisinde inceleyen bir romandır. Eserde Türk-Ermeni ilişkilerine her iki cepheden bakılmış, Amerika'daki Ermeni diasporası ile Türkiyede'ki Türklerin birbirlerine bakış açıları Kazan ve Çakmaçıyan aileleri arasındaki tesadüfi ilişkilerle anlatılmıştır. Ayrıca eserde Türk-Ermeni sosyal yaşamı irdelenmiş, Türk ve Ermeni toplumları arasında varolan ortak his ve düşüncelerden de bahsedilmiştir.

Kitabın özeti​

Amerikalı genç kadın Rose, ABD'de Ermeni kökenli bir Amerikalı ile evlidir. Ailenin ilk kuşak yaşlıları tehcir sonrasında Türkiye'den ABD'ye göç edip San Francisco'ya yerleşmiştir. Çiftin Armanuş adını verdikleri bir kızları olur, ama Ermeni ailenin aşırı baskı ve müdahalesi sonucu kısa sürede boşanırlar. Rose bu boşanmayı hazmedemez, kocasının ailesini suçlu bulur ve onlardan intikam alma arzusu tutku haline gelir. Bir Türkle beraber olmasının en iyi intikam yolu olacağını düşünür, çünkü Ermeni aile Türklere karşı tarihten kaynağını alan büyük kin ve nefret duygularıyla doludur. 'O cadı babaanne benim bir Türkle beraberliğimi görse tüyleri diken diken olur, Çakmakçıyan sülalesi için bundan büyük kâbus düşünemiyorum'. Rose'un karşısına bir tesadüf eseri Mustafa adlı Türk çıkar. Mustafa ABD'de yalnız yaşayan, içe kapanık bir jeologdur. Rose onunla evlenir.

Ermeni aile evlilik haberiyle çılgına döner. Torunları bir Türk üvey baba tarafından büyütüleceği için isyan içindedir. 'Bu masum kuzu ilerde ne söyleyecek arkadaşlarına? Bütün akrabalarını 1915 de kasap Türklerin ellerinde kaybetmiş soykırımzede bir sülalenin torunuyum ve bir Türk tarafından büyütüldüğüm için köklerime ihanet etmeyi öğrendim, soykırımı inkâr etmek üzere yetiştirildim mi diyecek? Torunumuzu nasıl olur da bu kadar kederli olmamızdan sorumlu olan Türklerin ellerine bırakırız?' Tüm aile bireyleri öfke ve çaresizlik içindedir.

Armanuş zaman zaman anne yanında, zaman zaman babasının aile ortamında yaşayarak, iki ailenin taban tabana zıt görüş ve değer yargıları etkisinde büyür. Üvey baba Mustafa iyi bir insandır ve Rose eşiyle mutludur. Armanuş bu yıllarla ilgili duygularını şöyle ifade etmiştir: 'Doğduğum günden beri eşikte kaldım. Mağrur ama travmalı bir Ermeni aile ile histeri ölçüsünde Ermeni karşıtı bir Amerikalı anne arasında gidip geldim'. Armanuş için büyük sorun her iki tarafın da üzerine aşırı düşmeleridir; onların sevgi ve şefkatle örtülü kuşatması altında boğulur. Üstelik kafasında yanıtını bulamadığı pek çok soru vardır. Amerikalı anne Ermenilerle ilgili olan her şeye karşıdır. Diyasporadaki insanlar ve baba ailesi fanatik biçimde Türk düşmanıdır. Türklerin Ermenilere soykırım uyguladığına inanarak tartışmaya bile yanaşmazlar. Onlara göre Ermeniler hâlâ ıstırap çekmektedir. Savundukları tez şudur: 'Türkler kalkıp Orta Asya'dan geldiler, dosdoğru Anadolu'nun ortasına daldılar ve Ağrı Dağı çevresinde yaşayan milyonlarca Ermeniyi asimile ettiler, ülkesinden kovdular, katlettiler, yetim bıraktılar, sürdüler, malından-mülkünden ettiler'.

Armanuş kendi değer yargılarını ve kişiliğini bulmakta zorlanır. 'En başta Ermeni olmayı başaramadım. Kimliğimi bulmam gerek. Ailemin geçmişine bir yolculuk yapabilsem, geçmişimi kaşfedebilsem' diye düşünür. Türkiye'deki Ermeni köklerini nesnel olarak değerlendirmek amacıyla ani bir kararla , üvey babasının ailesinin yanına İstanbul'a gider. İstanbul'da üvey babasının ailesi onu büyük bir sevgi ve ilgiyle karşılar. Aile yaşlı bir anne ve dul kalmış ya da hiç evlenmemiş yetişkin dört kız kardeşten oluşur. Kardeşlerden birinin Asya adlı kızı da Armanuş'la yaşıttır. Armanuş, Ermeni olduğunu söylediği zaman kendisine büyük tepki duymalarını bekler. Ama aile bunu hiç de önemsemez, çok doğal karşılarlar. Onlara büyük ninelerinin, dedesinin ve diğer Ermenilerin tehcir sırasında başına geldiğini düşündüğü trajik olayları anlatır. Gene herkes dikkatle dinler, hatta üzülür ama hiçbirinden bir tepki gelmez. Arkadaşlarına gönderdiği e-mail mesajında şöyle yazmıştır Armanuş: 'Yirmi yıllık inkılap-tarih hocası olan teyze bile, Osmanlı İmparatorluğu'nu modern Türkiye Cumhuriyeti'nden kesinkes öyle ayırmaya alışkın ki, bütün hikâyeyi başka bir ülkede, başka insanların yaptığı hadise gibi dinliyorlar'.

Peki ne bekliyordu kendisi? Özür bekliyordu, suçun kabul edilmesini bekliyordu. 1915 de Ermenilere bunları yapanlar Türklerdi. Kendisi Ermeni, onlar da Türk olduklarına göre özür dilemeleri gerekmez miydi? Oysa kimse üstüne alınmış görünmüyordu? Kendisi bir Ermeni kızı olarak kendi kuşağından nesiller önce yaşamış atalarının ruhlarını 'ta içinde' barındırdığına inanıyordu. Halbuki sıradan bir Türk'ün kökleriyle arasında böyle bir süreklilik hissi bulunmuyordu.

Armanuş İstanbul'da bulunduğu kısa süre içinde Ermenilerin tehcir olayını çok dramatik şekillerde ve her fırsatta gündeme getirir. Evin kızı Asya onu şöyle yanıtlar: 'Geçmiş seni ne kadar esir etmiş. Geçmişin senin ve ailen için ne kadar önemli ve trajik olduğunu görüyorum, ne olursa olsun anılarınızı canlı tutma isteğinize saygı duyuyorum. Ama yollarımız tam da bu noktada ayrılıyor. Seninki bir nevi hafıza fetişizmi, ben geçmiş değil gelecek odaklı olmayı yeğlerim'.

Asya ve Armanuş birlikte Istanbul'u dolaşır, Armanuş'un ninesinin anılarda kalan evini ararlar. Tabii bulamazlar. Aralarında hoş bir arkadaşlık ilişkisi gelişmiştir. Asya onu kendi grup arkadaşlarıyla tanıştırır: 'Armanuş'un ailesi İstanbullu imiş. 1915'te türlü türlü acılar çekmişler. Çoğu tehcirde ölmüş, açlıktan, yorgunluktan, şiddetten'. Söze Armanuş devam eder:
'Biliyor musunuz, büyük dedem sırf entelektüel olduğu için Türkler tarafından 1915'te öldürülmüş. Cemaat öncü beyinlerinden mahrum kalsın diye, Türkler ilk olarak Ermeni entelektüellerini öldürmüş'.

Aralarındaki senarist arkadaşları itiraz eder: 'Ben bu konu üzerinde titiz araştırma yürütmüş biri olarak konuşuyorum. Öyle bir şey olmadı. Hiç öyle bir şey olmadı. Ailen için üzüldüm ama o zamanlar savaş zamanıydı, iki taraftan da insanlar öldü. Ermeni isyancıların ne kadar Türk öldürdüğünü biliyor musun? Hikâyenin öbür tarafını düşündün mü hiç? Acı çeken Türk aileleri için ne diyeceksin? Olanlar çok trajik ama ben tarihi gerçekleri her türlü safsatanın üstünde görürüm. Ermeni gençlerinin beyninin yıkandığını görüyorum. Ermeni iddiaları abartı ve çarpıtma üzerine kurulu. Yapmayın, bazıları iki milyon Ermeni öldürdüğümüzü bile söylüyorlar. Aklı başında hiçbir insan bunu ciddiye alamaz'.

Tüm yaşamını Türkiye'de huzur içinde sürdürmüş olan Ermeni Aram da Armanuş'un görüşlerine katılmaz:
'Siz diyasporadaki Ermenilerin hiç Türk arkadaşınız yok. Yegâne aşina olduğunuz şey ninelerinizden, dedelerinizden ya da birbirinizden duyduğunuz hikâyeler. O hikâyeler de son derece üzücü. Ama inan bana her ülke gibi Türkiye'de de iyi insanlar ve kötü insanlar var. Bana kendi öz kardeşimden daha yakın Türk arkadaşlarım var burada'
 

Açılış: Birinci Bölüm, TARçIN, s. 9-17​

Gökten kafana ne yağarsa yağsın asla küfretmeyeceksin. Buna yağmur da dahil.

Yukarıdan üzerine ne düşerse düşsün, kabulün olmalı. Sağanak ne kadar şiddetli, tipi ne denli dondurucu olursa olsun, bulutların biz aşağıdakilere reva gördüklerine sövemezsin. Böyledir bu düzen. Bunu herkes bilir. Zeliha dahil.

Bilir bilmesine de, temmuz ayının bu ilk cumasında, yanı başındaki tıkanmış trafiğe inat kaldırımda koşturarak çoktan geciktiği bir randevuya yetişebilmek için telaş ederken, dudakları kıpır kıpır, ağzına geleni söylüyor yine de. Sövüyor da sövüyor Zeliha; kırık kaldırım taşlarına, yüksek topuklu pabuçlarına, peşine takılan adam müsveddesine, kuru gürültünün trafiği açtığı görülmediği halde deli gibi kornaya basan şoförlerin cem-i cümlesine; vakt-i zamanında ne gerek varsa şu başa bela yüreğe cefa Konstantinopolis şehrini fetheden ve asırlarca da hatasından dönmeyen tekmil Osmanlı hanedanına ve bir de yağmura... evet, şu yere batası yaz yağmuruna... sövüyor hepsine teker teker.

Doğrusu, yağmur bu şehirde tam bir çile. Dünyanın başka yerlerinde yağmur muhtemelen herkese ve her şeye nimet gibi gelir – mahsule, bitkilere, çevreye, az buçuk romantizm de ilave edince üzerine, bilhassa aşıklara iyi gelir. İstanbul'da öyle değil ama. Burada işler başka türlü. Bizim için yağmur ne bereket demek, ne de ıslaklık. Ne arınırız onunla, ne onanırız. Olsa olsa sebeb-i öfkedir yağmur.

Sebeb-i öfkemizdir yağmur.

çünkü çamur ve karmaşa ve hiddet boca eder üzerimize, damla damla dahi değil, kova kova, sanki elimizde yeterince yokmuş gibi her birinden. Bir de mücadele demektir yağmur. Biteviye didiniş. Suyla dolu bir leğene aniden atılmış yavru kediler gibi, on milyonumuz birden damlalara karşı beyhude bir kavgaya girişiriz. Bu dalaşta tümüyle yalnız olduğumuz söylenemez aslında. Ne de olsa teneke levhalara yazılı kadim isimleriyle İstanbul'un sokakları da mücadeleye koyulur bizimle beraber. Sokaklar, evliyaların dört bir yana saçılmış mezar taşları, hemen her köşede bekleyen çöp yığınları, yakında göz alıcı, modern binalara dönüşecek çirkin, devasa inşaatlar ve bir de martılar... Onlar da var bu kavgada. Gökyüzü ne vakit tepemize tepemize tükürmeye başlasa, hepimiz birden galeyana geliriz.

Ama sonra, son damlacıklar toprağa erişip de, artık üzerlerinde tozun zerresi kalmamış yapraklara kararsızca tünediğinde, yani yağmurun nihayet durduğunu sezdiğimiz ama bir türlü emin olamadığımız o korunmasız anda, hani hayatın normale döndüğüne dair bir işaret aradığımız o buruk arafta, her şey ve her yer sükunete kavuşuverir. Sema bize bakar, biz aşağıdakilere. Bakar ve gülümser, bizleri içine soktuğu bu müşkül durumdan ötürü özür dilercesine. Bizler de saçımızda hala damlalar, paçalarımızda çamur, bakışlarımızda bezginlikle, laciverdin tonlarına öykünen ve şimdi her zamankinden daha berrak görünen semaya bakakalırız. Bakar ve tebessümüne karşılık vermeden edemeyiz. Elde değil, her seferinde gökyüzünü affederiz......

baba ve piç kitabının başlangıcından kısa bi alıntı..
 
Bu kitabı şu anda okuyorum.ve ermenilerin daha kücüklükten başlayıp çocukuklarının beyinlerini Türk düşmanlığı ile yıkadıklarını öğreniyorum.Acaba biz çocuklarımıza 1 kere bile ermenilerin yaptıklarını anlatıyormuyuz.
 
Ermeni nin ne demek olduğunu bile anlatmıyoruz. Bırakın yaptıklarını anlatmayı.
Şimdi ise anlatmalı olduğumuz onlar tarafından ısrar ediliyor ne yazık ki.
Aynı şekilde sörvayvır denilen yarişma prg. da da yunanlı gençlerin itirafı ilginçti: Diyorlarki - Yunan üniversitelerinde öğrencilere Türkleri o kadar kötülüyorlar ki derslerden çıkınca bizler saldırın Türklere diye bağırıyoruz.
Ne yazik ki bu altyazılarda okuduklarımız. Altyazıları doğru çeviriyorlarsa ne ala
 

Kitabın Özeti​

Amerikalı genç kadın Rose, ABD'de Ermeni kökenli bir Amerikalı ile evlidir. Ailenin ilk kuşak yaşlıları tehcir sonrasında Türkiye'den ABD'ye göç edip San Francisco'ya yerleşmiştir. Çiftin Armanuş adını verdikleri bir kızları olur, ama Ermeni ailenin aşırı baskı ve müdahalesi sonucu kısa sürede boşanırlar. Rose bu boşanmayı hazmedemez, kocasının ailesini suçlu bulur ve onlardan intikam alma arzusu tutku haline gelir. Bir Türkle beraber olmasının en iyi intikam yolu olacağını düşünür, çünkü Ermeni aile Türklere karşı tarihten kaynağını alan büyük kin ve nefret duygularıyla doludur. 'O cadı babaanne benim bir Türkle beraberliğimi görse tüyleri diken diken olur, Çakmakçıyan sülalesi için bundan büyük kâbus düşünemiyorum'. Rose'un karşısına bir tesadüf eseri Mustafa adlı Türk çıkar. Mustafa ABD'de yalnız yaşayan, içe kapanık bir jeologdur. Rose onunla evlenir.

Ermeni aile evlilik haberiyle çılgına döner. Torunları bir Türk üvey baba tarafından büyütüleceği için isyan içindedir. 'Bu masum kuzu ilerde ne söyleyecek arkadaşlarına? Bütün akrabalarını 1915 de kasap Türklerin ellerinde kaybetmiş soykırımzede bir sülalenin torunuyum ve bir Türk tarafından büyütüldüğüm için köklerime ihanet etmeyi öğrendim, soykırımı inkâr etmek üzere yetiştirildim mi diyecek? Torunumuzu nasıl olur da bu kadar kederli olmamızdan sorumlu olan Türklerin ellerine bırakırız?' Tüm aile bireyleri öfke ve çaresizlik içindedir.

Armanuş zaman zaman anne yanında, zaman zaman babasının aile ortamında yaşayarak, iki ailenin taban tabana zıt görüş ve değer yargıları etkisinde büyür. Üvey baba Mustafa iyi bir insandır ve Rose eşiyle mutludur. Armanuş bu yıllarla ilgili duygularını şöyle ifade etmiştir: 'Doğduğum günden beri eşikte kaldım. Mağrur ama travmalı bir Ermeni aile ile histeri ölçüsünde Ermeni karşıtı bir Amerikalı anne arasında gidip geldim'. Armanuş için büyük sorun her iki tarafın da üzerine aşırı düşmeleridir; onların sevgi ve şefkatle örtülü kuşatması altında boğulur. Üstelik kafasında yanıtını bulamadığı pek çok soru vardır. Amerikalı anne Ermenilerle ilgili olan her şeye karşıdır. Diyasporadaki insanlar ve baba ailesi fanatik biçimde Türk düşmanıdır. Türklerin Ermenilere soykırım uyguladığına inanarak tartışmaya bile yanaşmazlar. Onlara göre Ermeniler hâlâ ıstırap çekmektedir. Savundukları tez şudur: 'Türkler kalkıp Orta Asya'dan geldiler, dosdoğru Anadolu'nun ortasına daldılar ve Ağrı Dağı çevresinde yaşayan milyonlarca Ermeniyi asimile ettiler, ülkesinden kovdular, katlettiler, yetim bıraktılar, sürdüler, malından-mülkünden ettiler'.

Armanuş kendi değer yargılarını ve kişiliğini bulmakta zorlanır. 'En başta Ermeni olmayı başaramadım. Kimliğimi bulmam gerek. Ailemin geçmişine bir yolculuk yapabilsem, geçmişimi kaşfedebilsem' diye düşünür. Türkiye'deki Ermeni köklerini nesnel olarak değerlendirmek amacıyla ani bir kararla , üvey babasının ailesinin yanına İstanbul'a gider. İstanbul'da üvey babasının ailesi onu büyük bir sevgi ve ilgiyle karşılar. Aile yaşlı bir anne ve dul kalmış ya da hiç evlenmemiş yetişkin dört kız kardeşten oluşur. Kardeşlerden birinin Asya adlı kızı da Armanuş'la yaşıttır. Armanuş, Ermeni olduğunu söylediği zaman kendisine büyük tepki duymalarını bekler. Ama aile bunu hiç de önemsemez, çok doğal karşılarlar. Onlara büyük ninelerinin, dedesinin ve diğer Ermenilerin tehcir sırasında başına geldiğini düşündüğü trajik olayları anlatır. Gene herkes dikkatle dinler, hatta üzülür ama hiçbirinden bir tepki gelmez. Arkadaşlarına gönderdiği e-mail mesajında şöyle yazmıştır Armanuş: 'Yirmi yıllık inkılap-tarih hocası olan teyze bile, Osmanlı İmparatorluğu'nu modern Türkiye Cumhuriyeti'nden kesinkes öyle ayırmaya alışkın ki, bütün hikâyeyi başka bir ülkede, başka insanların yaptığı hadise gibi dinliyorlar'.

Peki ne bekliyordu kendisi? Özür bekliyordu, suçun kabul edilmesini bekliyordu. 1915 de Ermenilere bunları yapanlar Türklerdi. Kendisi Ermeni, onlar da Türk olduklarına göre özür dilemeleri gerekmez miydi? Oysa kimse üstüne alınmış görünmüyordu? Kendisi bir Ermeni kızı olarak kendi kuşağından nesiller önce yaşamış atalarının ruhlarını 'ta içinde' barındırdığına inanıyordu. Halbuki sıradan bir Türk'ün kökleriyle arasında böyle bir süreklilik hissi bulunmuyordu.

Armanuş İstanbul'da bulunduğu kısa süre içinde Ermenilerin tehcir olayını çok dramatik şekillerde ve her fırsatta gündeme getirir. Evin kızı Asya onu şöyle yanıtlar: 'Geçmiş seni ne kadar esir etmiş. Geçmişin senin ve ailen için ne kadar önemli ve trajik olduğunu görüyorum, ne olursa olsun anılarınızı canlı tutma isteğinize saygı duyuyorum. Ama yollarımız tam da bu noktada ayrılıyor. Seninki bir nevi hafıza fetişizmi, ben geçmiş değil gelecek odaklı olmayı yeğlerim'.

Asya ve Armanuş birlikte Istanbul'u dolaşır, Armanuş'un ninesinin anılarda kalan evini ararlar. Tabii bulamazlar. Aralarında hoş bir arkadaşlık ilişkisi gelişmiştir. Asya onu kendi grup arkadaşlarıyla tanıştırır: 'Armanuş'un ailesi İstanbullu imiş. 1915'te türlü türlü acılar çekmişler. Çoğu tehcirde ölmüş, açlıktan, yorgunluktan, şiddetten'. Söze Armanuş devam eder:

'Biliyor musunuz, büyük dedem sırf entelektüel olduğu için Türkler tarafından 1915'te öldürülmüş. Cemaat öncü beyinlerinden mahrum kalsın diye, Türkler ilk olarak Ermeni entelektüellerini öldürmüş'.

Aralarındaki senarist arkadaşları itiraz eder: 'Ben bu konu üzerinde titiz araştırma yürütmüş biri olarak konuşuyorum. Öyle bir şey olmadı. Hiç öyle bir şey olmadı. Ailen için üzüldüm ama o zamanlar savaş zamanıydı, iki taraftan da insanlar öldü. Ermeni isyancıların ne kadar Türk öldürdüğünü biliyor musun? Hikâyenin öbür tarafını düşündün mü hiç? Acı çeken Türk aileleri için ne diyeceksin? Olanlar çok trajik ama ben tarihi gerçekleri her türlü safsatanın üstünde görürüm. Ermeni gençlerinin beyninin yıkandığını görüyorum. Ermeni iddiaları abartı ve çarpıtma üzerine kurulu. Yapmayın, bazıları iki milyon Ermeni öldürdüğümüzü bile söylüyorlar. Aklı başında hiçbir insan bunu ciddiye alamaz'.

Tüm yaşamını Türkiye'de huzur içinde sürdürmüş olan Ermeni Aram da Armanuş'un görüşlerine katılmaz:

'Siz diyasporadaki Ermenilerin hiç Türk arkadaşınız yok. Yegâne aşina olduğunuz şey ninelerinizden, dedelerinizden ya da birbirinizden duyduğunuz hikâyeler. O hikâyeler de son derece üzücü. Ama inan bana her ülke gibi Türkiye'de de iyi insanlar ve kötü insanlar var. Bana kendi öz kardeşimden daha yakın Türk arkadaşlarım var burada'

Özü itibarıyla roman bu. Elif Şafak'ın bir Ermeni insanının duygu, düşünce, tutum ve değer yargılarını iyi anlamış olduğu anlaşılıyor. Onlarla uzun süre birlikte yaşamış olabilir. Ermenilerin düşüncelerini ve duygularını aktarırken hiç zorlanmadığı görülüyor. Onlardan biri gibi. Örneğin geçmiş yıllarla ilgili hikâyenin içinde Ermeni taburları meselesini ele alıyor:

'Ermenilerin yol yapımında ağır işçi olarak çalıştırıldığı söyleniyordu. Diyorlardı ki taburlar sadece görünüşte yol kazmak içindi, aslında onlara çukur kazdırıyorlardı, yeterince derin ve geniş... Sonra Ermenilerin bu kazdıkları çukurlara gömüldükleri anlatılıyordu'

Ya da başka hikâyeler anlatılıyor:

'Ne demiş Enver biliyor musun? Demiş ki Ermeniler Paskalya yumurtalarını kendi kanlarıyla boyayacakmış bu sene. Ama Ohannes İstanbuliyan bu söylentilere inanmıyordu. Devir ne zaman kötü olsa, felaket haberlerine meyyal olanlar bire bin katmayı severdi.'

Kitapta Türk ailelerinin ve Türk genç gruplarının yazar tarafından pek iyi tanınmadığı söylenebilir. Onlar biraz yapay, biraz zorlamalı kalıyor. Türk aile yapıları, görüş açıları, değer yargıları gerçekçi görünmüyor. Ama yer yer çok kritik noktalarda Ermeni savunmaları yerle bir ediliyor.

Senarist diyasporadaki Ermenilerin tutumunu şöyle yorumlar:

'Toplu histeri diye bir şey varsa toplu hafıza diye bir şey vardır. Ermenilerin histerik olduğunu filan söylemiyorum, yanlış anlamayın. Ancak toplulukların tek tek üyelerinin inançlarını, algılarını, hatta bedensel tepkilerini yönlendirmeye muktedir olduğu bilimsel bir gerçek. Bir hikâyeyi tekrar tekrar dinlersen anlatıyı içselleştirirsin. İçselleştirdiğin anda da o başkasının hikâyesi olmaktan çıkar. Hatta hikâye olmaktan çıkar, gerçek olur, senin gerçeğin. Kendi gerçeğinmiş gibi canını dişine takıp mücadele edersin. Bu yüzden yirmisine gelmemiş bir sürü Ermeni-Amerikalı, dedelerinin ninelerinin anlattıkları hikâyeleri bu kadar derinden yaşıyorlar'.

Romanda aktarılmaya değer olan ne? Bence Ermenilerin biz Türklere bakış açısını çok iyi yakalamış Elif Şafak. Türkiye'de yaşayan Türklerin Ermenilere karşı bir düşmanlığı yoktur. Oysa gerek ABD; Kanada ve Fransa gibi ülkelerde yaşayan Türkler, gerek konuya biraz ilgi gösterenler Ermenilerin Türklere karşı ne kadar kin duyduğunu ve düşmanlık gösterdiğini bilirler. Bu kitapta Elif Şafak acı da olsa bu gerçekleri sergiliyor. Bu nedenle ben bu görüş açısını bilmemizde yarar olduğunu düşünüyorum. Biz ve Ermeni diaspora Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan olayları çok farklı değerlendiriyoruz. Romanda yer yer bu farklı görüşler vurgulanıyor. Armanuş, 19 yaşındaki bir genç kız, bundan 91 yıl önce savaş sırasında olanların hesabını şimdiki kuşaklardan soruyor 'nasıl bu kadar pervasız ve gamsız olabilirsiniz?' diyor. Ermenilerin kolektif olarak geçmişi daima diri tutma ihtiyacı içinde olduğu görülüyor Şu konuşmalar geçiyor gençler arasında:

- Söylesene Allahaşkına bu gün bu devirde ortalama bir Türk'ten ne bekliyorsunuz? Acınızı, yasınızı azaltmak için ben ne yapabilirim?

- Devletin özür dileyebilir.
- Benim devletle işim olmaz ki
- Madem öyle kendin özür dileyebilirsin
- Şahsen hiç alakam olmayan bir şey için özür dilememi mi bekliyorsun?
- Sana öyle geliyor. Alakan var aslında.. Çünkü hepimiz bir soydan, kültürden, milletten geliriz. Devletiniz tarihi inkâr ediyor, o devleti de sizler var ediyorsunuz, suça ortaksınız demektir bu. Hep beraber bir inkâr politikası içindesiniz.
- Yani diyelim ki babamın büyükbabası bir suç işledi. Bundan ben mi sorumluyum?
- O suçun inkâr ve ihmal edilmemesinden sen sorumlusun.
Armanuş'un bilgisayarına ABD'deki Ermeni arkadaşlarından devamlı olumsuz mesajlar gelmektedir:
- Sıradan Türklerle ne konuşacaksın? Eğitim görmüşleri bile ya milliyetçidir ya da cahil. Sıradan insanlar tarihi gerçekleri kabul ederler mi sence? Sizi katliamdan geçirip sürdüğümüz, sonra da bütün bunları inkâr ettiğimiz için özür dileriz diyecekler mi sanıyorsun?

Romandaki konuşmalar ya da gençler arasında gidip gelen e-mail mesajlarında Türk görüşünün savunulduğu da görülüyor:

- Maalesef Amerika'ya Türklerden önce giden Yunanlılar ve Ermeniler yüzünden Amerikalıların da beyni yıkanmış durumda. Türkiye'yi 'Geceyarısı Ekspresi'ndeki gibi zannediyorlar.

Ya da:

'- Soykırım aşırı ağır, fazlasıyla yüklü bir kelime. Sistematik, örgütlü ve belli bir ırkçı felsefeye dayandırılan topyekûn yok etme faaliyeti demek. Doğrusu o sıralarda Osmanlı Devleti'nin böyle bir yapısı olduğundan emin değilim. Ermenilere yapılan haksızlığın farkındayım. Ama benim bu konularda bilgim sınırlı ve yanlı. Kabul edin, sizinki de öyle. Bu durumda yapılacak şey geleceğe bakmak, onu farklı kılmak olmalı.'

Ülkemizde Elif Şafak'ın işte bu romanı büyük tepki çekti ve yazar bir bakıma psikolojik anlamda linç edildi. Ülkemizde görmezden gelinmiş, üzerinde pek de durulmamış ve açılmamış bir yaranın üstünü deştiği anlaşılıyor genç yazarın.

Peki bu yazıda Türklüğe hakaret var mı? Yukardaki özet bu soruya yanıt veriyor sanıyorum. Ama bir kitabın yayınına gösterilen tepkiler bağlamında üzerinde durmak istediğim bir başka husus var. Ben son yıllarda Türkiye'mizin çok tehlikeli bir dönemden geçtiğini düşünüyorum. Kuşkusuz bugüne kadar Türkiye'nin çok zor dönemleri oldu. Ama bence kitlesel olarak hiç bu kadar büyük karamsarlık yaşamadık. Ülke sorunlarına biraz ilgi duyan herkes adeta diken üstünde. Devleti yönetenlere güvensizliğin etkisi dalga dalga her katmana yayılıyor. Din devletine mi gidiş var, İran mı Suudi Arabistan mı oluyoruz, yoksa Sevr mi hortlatılıyor, topraklarımız bölünüyor mu, satılıyor mu? En ufak bir kıvılcımla patlamaya hazır gibiyiz. Herkes şüpheci, herkes savunmada, herkes duyarlı, bir şekilde kendini görev başında nöbette hissediyor. Ben Elif Şafak'ın kitabına gösterilen bu aşırı duyarlılığın temelinde bilinçdışı kaygıların yattığını düşünüyorum.

Radikal
Prof. Dr. Aysel EKŞİ / Psikiyatrist
 

ELEŞTİRİLER-GÖRÜŞLER​

Zeren Somunkıran, “Aşureye Elif Şafak eli değdi”, 8 Nisan 2006

Şehrin Aynaları'ndan yansıyanlarla sarhoş olup Pinhan'ın gizemine tutulurken en Mahrem kuytularınızı keşfettiğiniz, Bit Palas'ın çatısı altında, doğum ile ölüm arasındaki hayat denen o Araf'ta tutunmaya çalışıp 'Baba' ve 'Piç'liğinizle yüzleştiğiniz bir anlar bütünü Elif Şafak romancılığı.

Öyle ki, bütün bu anların okuyanda bıraktığı izdüşümler oldukça gerçekçi, yalın, cismani ve denge yüklü ama bir o kadar da masalsı, karmaşık, ruhani ve çelişki dolu.

Tıpkı hayatın kendisi gibi. Yaşamın döngüselliğini, içinde barındırdığı tezatlıkları ve karmaşayı yansıtmakta çok başarılı Elif Şafak. Her bir romanı, bunun birer kanıtı.

Elif Şafak'ın son romanı Baba ve Piç, eşsiz kurgusu ve üslubuyla insanı, İstanbul ve San Francisco, şimdi ile geçmiş, insani ve ruhani arasında bir yerlerde gezdirirken bir yandan da, toplumun kabuklaşmış yaralarına (Ermeni meselesi, ataerkillik ve ensest) dokunuyor.

Uğraştığı meselelerin ağırlığına rağmen Elif Şafak'ın en iyimser romanlarından biri bu kanımca. Hem toplumsal hem bireysel geçmişleriyle yüzleşen, meraksızlık örtüsünden sıyrılıp hafıza sahibi olabilen insanların daha temiz vicdanlı ve sağlam temelli bir gelecek oluşturmalarının mümkün olabildiğini hissettirmesidir, bu iyimserliğin en önemli katmanı.

Kimliksel varoluşunun en birincil düşmanı olarak belletilmiş "Türkler"le yüzleşip 'Türkler, eşittir caniler' argümanının katılığından kurtulan Armanuş, Armanuş'tan dinledikleri ile tarihsel gerçekliğin farklı bir yüzü de olduğunun algısına varan Kazancı Ailesi, kendi piçliğiyle yüzleştiği sürece yarınıyla da barışması mümkün olan Asya.

Oldukça katı gerçekler ve ıstıraplarla bezeli olsa da bütün bu karakterlerin dünleri ve bugünleri, her daim çıkışa giden bir yol mevcut hayatlarında.

Dilinin ağdalığını çok yerinde ve katman katman kullanan bir yazar Elif Şafak. İlk romanı 'Pinhan' ve son romanı 'Baba ve Piç' arasındaki serüveni, değişken karakterler ve ruhlarla beraber değişken diller ve üsluplarla da bezeli.

Katıksız bir ağdalık hedefleyen bir üslup değil, tersine, karakterlerinin hayattaki varoluşlarıyla orantılı, gerçeklerden kopuk olmayan, Pinhan'la Asya'nın aynı dilde konuşamayacağını farkında olan bir üslup onunkisi.

Dile olan meftunluğunu her satırda hissetmek mümkün. Öyle bir meftunluk ki bu, uzak duramıyorsunuz, sizin de üzerinize bulaşıyor. O serüvenin içinde adım adım derinleşirken dilin de, bilinmeyen derinliklerini keşfe dalıyor insan.

Merak etmek, Elif Şafak romancılığı; kendini, kendin olmayanı, dili, dünü ve bugünü, uhrevi olanla cismani olanı merak etmek, topyekün bir merak hali...

Bu yıl aşureye Elif Şafak eli değdi. Çokkültürlülüğü, çoksesliliği, iç içe geçmişliği anlatmada derin bir başarısı var Elif Şafak'ın. Bütün bu kavramların hayatta birer karşılıkları var, onun romanlarında yüzleştiğimiz.

Aşure, her bir malzemenin kendi tadını yitirmeden diğerleriyle karışarak oluşturduğu o eşsiz tat...

Ebru, mozaiğin tersine, renklerin yılankavi bir hülyalılıkla birbirlerinin içine süzülerek kaynaştığı o cümbüşün sanatı...

Nar, ortak birleştirici bir kabuğun altında irili ufaklı, tatlılı ekşili taneler bütünü... Görmeyi ve göstermeyi başarabilmek önemli.

İşte bu nedenle, artık aşurenin tadı daha bir leziz ve ebruli.

Ahmet Oktay, “İnce ayar marketing”, Birgün Kitap Eki, Sayı 20, Temmuz 2006

Elif Şafak'ın son romanı Baba ve Piç, değindiği/dillendirdiği izlekler, anlattığı/gönderdiği olaylar ve yaptığı imalar, raslantısal somut olgular dolayısıyla yeni emperyalizmin bağlamı içinde değerlendirilmeyi/anlaşılmayı gerektiriyor. Baba ve Piç, postkolonyal söylemin uluslararası jeopolitik kültürel dalgalanmaları, salınımları çerçevesinde üretilmiş, bu salınanlar göz önünde bulundurularak, hesaplanarak yazılmış tekno-mekanik bir metin çünkü. Metnin, günümüz Türkiye'sinin Dil devrimi, Geçmiş Sorunu ya da Tanpınar'ın daha çerçeveleyici olan sözleriyle söylersem, "medeniyet değiştirmesi" Sorunu (A. H. Tanpınar, Yaşadığım Gibi, Dergah Yay., 1996, 470 sayfa. s. 24’te), gibi konularda yaptığı ideolojk/politik içerimlere sahip değerlendirmelerinin oryantalist siyasal uzanımlarını söz konusu etmeden birkaç anımsatma yapmakla yetineceğim: Jeopolitik ve etnik bir sorun: Milliyetçilik. Yani Türk/Ermeni karşıtlığı. Bu temel üzerinde konumlandırılmış Etnik ve Kültürel Ötekilik sorunu. Romanın, Avrupa Birliği görüşmeleri sırasında Ermeni sorununun Amerikan Diasporasında tazelenerek gündeme geldiği günlerde İngilizce yazıldığını ve Türkçeye çevrildiğini, Vintage/Penguin Yayınevi'nce basılacağının (şu an basılmış olabilir) duyurulduğunu da unutmayalım. Unutmamamız gereken ve edebiyat-dışı gibi görülmeye uygun bir olgu daha var: Roman yazılırken/yazıldığında, Amerika'da kimi çevrelerde ulusallık-sonrası edebiyat (bu kavramın kültürel emperyalizm sorunuyla bağlantısı olup olmayacağına hiç değinilmeden) kavramı tanışmaya açılmış, kültürler arası hiyerarşinin dışlanabilirliğinin ve Goethe'nin söz ettiği Dünya Edebiyatı düşüncesinin gerçekleşmesinin somut olanakları kurcalanmaya başlanmış ve New Perspectives Quarterly dergisinin soruşturmasına katılanlardan biri de Elif Şafak olmuş; Şafak "Türkiye'de kendini yabancı hissettiğini, Amerika'da kendini yabancı hissetmediğini" (NPQ Türkiye, sayı 3, 2005) açıklamıştı. Bu noktaya yazımın sonunda döneceğim, şimdilik yeterli.

Gayp alemi ve siber uzay

Baba ve Piç'i tekno-mekanik saymamın nedeni daha açık ve basit: Metin, geleneksel ve modern romanın olduğu kadar postmodern romanın da kullandığı anlatım tekniklerini ve kurgu yöntemlerini (iç monolog, zaman/mekân kaydırmaları, düşselliğin ve gerçekliğin belirsizleştirilmesi, öykü ve öyküleme zamanlarının iç içe geçmesi, anlatıcılar ve Üst Anlatıcı'nın özerklik ve benzerlikleri vb.) yazınsal etkiyi arttırmak amacıyla hoyratça denebilecek bir bollukla kullanıyor. Elif Şafak, özellikle anımsama süreçleriyle ilgili yazınsal öğeleri düzenlerken zamansa! ¤¤¤ramalara çok sık yer veriyor (örneğin Zeliha'nın Mustafa tarafından ırzına geçildiği gün gül suyu kokulu krem sürmesi, (s. 322), Mustafa'nın yıllar sonra evine döndüğünde gül suyu kokusunu anımsaması (s. 350). Olayların ve kişilerin karmaşası içinde dağılmış okur, romanın son sayfalarında ortaya çıkan ve Banu Teyzeyi sorgulamaya başlayan Ağulu Bey ve Şekerşerbet Hanımı anımsayabilmek için romanın başlarına dönmek zorunda. Banu Teyzenin dinle-imanla ve gayb âlemiyle ilgilendiği günlere dönmek zorunda. Biri sol omzundaki kötü, öteki, sağ omzundaki iyi cinlerdir bunlar (s. 80).

Baba ve Piç'in dizgesel bir çözümlemesini öngörmüyor, uyarıcı gözlemler yapmakla yetiniyorum: Şafak'ın dikkat çeken bir virtüozite (ustalık) merakı var: Yerli yersiz, öyküyle örgensel ilişkisi olmayan bilgiler aktarmaktan, yorumlar yapmaktan çekinmiyor. Örneğin Ohannes İstanbuliyan'ın evinin aranması epizodunda kitaplığı aranırken yazar adlarının anılmasıyla yetinmiyor: Rousseau'nun Toplumsal Sözleşme (Şafak "Akit" demeyi seçiyor) kitabından bir alıntıya da yer verme gereksinimi duyuyor. Mustafa'nın tecavüz olayına hiçbir gönderme yapılmaksızın kardeşi Zeliha'yı ve ailenin erkek çocuklarının erken ölümlerini anımsadığı bir sahnede, her şeyi bilen anlatıcı şöyle bir cümle yazıyor : "Evlat sahibi olmayı hak etmediğini düşündüğünü hiç kimse bilmezdi" (s. 302). Kuşkusuz bu cümle, etkin ve daha önce okuduklarını unutmadığı varsayılan yazarsal okuru (authorical reader) öngörerek yazılmıştır ve zamansal - olgusal ve tinsel öğeleri eklemler: Geçmişi, tecavüzü, yani unutulması gereken ensesti ve pişmanlığı. Yazarsal okur, yazarın bildiklerini bilen okurdur. Şafak, yazınsal okur ile anlatısal okur (narrative reader); ki okuduğunun kurmaca, uydurma bir metin olduğunu bilmesine rağmen, anlatılanlara inanma taklidi yapan biridir; arasındaki sınırları öylesine sık zorluyor ve sınır aşmaları yapıyor ki, virtüozitesi, hem yorucu ve bezdirici oluyor hem de bir tür teşhirciliğe dönüşüyor. En azından benim açımdan. Şafak'ın Osmanlıca merakı da, okültik göndermeleri de aynı bağlam içinde değerlendirilmeye uygun görünüyor. Teknik oyunlar da çabası: Banu Teyze falcılığa vuruyorsa, Asya ve Armanuş, elbette modern ve monden teknolojiyi seçeceklerdir: İnternet.

Sırlar cinlere sorulur​

Teknik konusuna değinmişken söyleyeyim: Anımsama, bu romanda belirleyici bir yöntem: Kazancı ailesinin tek erkek üyesi Mustafa'nın, ablalarının yanma geldiği bir zamanda tuhaf bir şekilde ölmesinin (öteki erkekler de çok genç yaşta ve olmayacak nedenlerle ölürler) nedenini anlayabilmek için, okurun çok dikkatli olması, Tanpınar'ın bir başka söyleyişiyle "tasavvufî ilhamla" (a.g.e s. 100) dolmuş, yarı kaçık Banu'nun cinleriyle yaptığı konuşmaları (s. 351) Her şeyi bilen anlatıcının açıklamalarını (s. l95 "Kimvurduya giden cinayetler", "açılmamış sırlar, çözülmemiş gizemler" gibi sözleri, vb), kimi iç konuşmaları (s. 351– "Kâsenin yanında duran sol eline baktı. Şimdi sol eli, pis eli, murdar eli bu kâseyi ya alabilir ya da itebilirdi. İkinciyi seçerse, ertesi sabah yeni bir İstanbul gününe uyanacaktı. Ama birinciyi tercih ederse, nihayet tamamına erecekti halka. Tamamlanacaktı ömrü. Uyanacak yeni bir gün olmayacaktı” – Şafak'ın pek sevdiği tasavvuf terimleriyle söylersem, son kertede bir irade-i külliye/ irade-i cüz'iye sorunudur bu) hiç unutmamak zorundadır. Yoksa cinayeti asla fark edemeyecektir. Elif Şafak, ökültik olana ilgi duyduğu gibi anlatıcıları da sırlara ve cinlere meraklıdır. Banu, Zeliha/Mustafa ilişkisini Ağulu Bey aracılığıyla öğrenir, sonrasında kaderin işine karışır, Mustafa'yı zehirler "Karışmamalıydım. Gaipten gelen bilgi neye yarar o bilgiyle bu cihanda bir şeyler yapamadıktan sonra" (s. 373) diye bir itiraz geliştirmekten de geri kalmaz ama. Okur, bu sorun çerçevesinde romanın 18 bölüm başlığının adını ve aşure tarifini (s. 281-2) de aklında tutmalıdır: Bölüm adları aşure malzemesidir. Cinayet de Banu'nun kardeşi için pişirdiği "potasyum siyanid"li (son bölümün adıdır) aşure ile işlenir. "Zehirlenme" sorunu, hiç ilgisiz bölümlerde anılır: Asya'nın doğum günü pastası yemek istememesi dolayısıyla. Feride ile kardeşi arasındaki iki cümlelik konuşmada (s. 85). Cinayetle gastronomi arasında anlatısal düzlemde bağlantı kurulması, bana J. Mario Simmel'in Yalnız Havyarla Yaşanmaz adlı romanını anımsattı (Papaz Her Zaman Pilav Yemez adıyla bir çevirisi daha vardır).

Baba ve Piç'in meraklısına çözümlenmesi zevk verecek zekâ, kurgu, felsefe ve sosyolojik bilgi gösterileriyle dolu birçok bölümü var. Vakti olanlar, Kazancı, İstanbuliyan ve Çakmakcıyan ailelerinin soy ağaçlarını çıkartabilir, "Kafe Kundera"ya gelen kişilerin adlarındaki kara-alayla perdelenmiş oryantalist horgörmeyi (örneğin Alkolik Karikatürist'in Türkiye'nin kültürel travmasına ilişkin yorumunu -ss. 92-93) çözümleyebilir. Anlatıcıların, vekâletine sahip oldukları Elif Şafak'ın da elbet, 12 Eylül darbesine ilişkin değerli sosyolojik-felsefî yorumlarını irdeleyebilirler (Örneğin s. 323'deki Zeliha'nın kuramı). Ben bağlamak üzere, Ermeni sorununa dönmek istiyorum: Gerçi, Elif Şafak'ın bu konuda kendilerine vekâlet verdiği bazı anlatıcılar, Ermeni/Türk sorunu çerçevesinde barışçıl ve insancıl düşüncelerini açıklıyor olsalar bile, Amerika'daki Ermeni diyasporasının hoşuna gidecek şuna benzer sözler de yer alıyor: "Bütün akrabalarını 1915'te kasap Türklerin ellerinde kaybetmiş soykırımzede bir ailenin torunuyum. Amma Mustafa diye biri tarafından büyütüldüğüm için köklerime ihanet etmeyi öğrendim, soykırımı inkâr etmek üzere yetiştirildim" (s. 64), "Milyonlarca Ermeni'ye ne oldu peki? Asimile edildiler. Katledildiler. Yetim bırakıldılar. Sürüldüler. Mal mülklerinden oldular" (s. 65). Bu cümlelerin diyaspora mensuplarını memnun edeceğini, ilgilerini çekeceğini ve tirajı kışkırtacağını göz ardı edemeyiz. Rastlantıya bakın: Bir anlatı kişisinin sözleri olduğu için yazarın kendisini suçlu kılmayacağı açık bu sözler, bir hukuk adamınca "Türklüğe hakaret" iddiasıyla mahkeme veriliyor, mahkemenin dava açmama kararı bir üst mahkeme tarafından reddediliyor. Ve Elif Şafak'ın gıyabında gelişen bu olaylar, romancının fotoğraflarıyla sayfalara taşınmasına neden oluyor anında. Alın size medyatik-kültürel bir dedikodu konusu. Elif Şafak keşke Amerika'daki yoksul Ermenilerin yaşamlarını anlatsaydı. Kendini yabancı hissetmediği ülkenin içindeki etnik sorunlara değinseydi.
 

OKUR MEKTUPLARINDAN​

Okur Mektubu: Mukadder Gülpınar, "Daha çok okuduğum eleştiriye...", 16 Mart 2006

Elif Şafak'ın yeni romanını içtenlikle söyleyebilirim ki heyecanla bekledim. Diğer tüm romanlarını okudum. Elif Şafak zaten kitaplarının son elli sayfasında -yani romanın sonuna doğru- çok da şaşırtıcı bir biçimde sonucu belli bi mantığa oturtup ağzımızı açık bırakmakla kalmayıp kitap okuma zevkimi kat be kat artırırdı. Bu roman da aynı şeklide yazılmış; fakat maalesef ki ben romanı almadan kitap hakkında bir değerlendirme yazısı okudum ve Asya'nın babasının kim olduğunu öğrenmiş bulundum ki kitabın sürpriz sonlarından biri oydu! Düşünsenize tıpkı Mahrem'deki kadının neden sürekli ağzındaki tadı geçirmeyi çalıştığını önceden öğrenince romanın tüm zevkinin kaçabileceği gibi. çünkü kitap beni şaşırtıcı noktasından vurur. O yüzden mi bilmiyorum ama bu kitaptan öncekilerden aldığım zevki alamadım.

Onun dışında Elif Şafak'ın değindiği Ermeni meselesi romana çok güzel yayılmış, ne göze batıyor ne de gözden kaçıyor!

Ve son olarak da çeviri olmasından mı kaynaklandığını bilemediğim bi dil sadeliği buldum. Belki de konunun öneminden ve herkesçe anlaşılmasını istemesinden dolayı romanda Mahrem'deki gizemli dili bulamadım.

HERŞEYE RAĞMEN BU KAOS VE İçİNDEKİ ÖRGÜ VE TABİİ Kİ ELİF ŞAFAK'IN ZEKASI BENİ Bİ KEZ DAHA KENDİNE HAYRAN BIRAKTI. İYİ Kİ VARSINIZ ELİF HANIM....

Okur Mektubu: Emrah Şimşek, "Baba ve Piç", 30 Mart 2006

Elif Şafak bu kitabında bence Ermeni meselesine oldukça güzel yaklaşmış. Ne bir tarafı kayırmış ne de öteki tarafı. Aslında iki tarafın da birbirini anlamasının hiç de o kadar zor olmadığını göstermiş. Diğer taraftan Türk halkına dair gözlemleri yine etkileyici. Teşekkürler Elif Şafak.....

Okur Mektubu: Sercan Altınbaş, "Hâlâ etkisindeyim", 18 Nisan 2006

Son dönem popüler Türk Edebiyatı romanlarından Baba ve Piç'i bitireli birkaç gün olsa da şekil yapısı, içeriği, anlaşılırlığı ve yaratılan karakterler açısından hâlâ Elif Şafak'ın kaleminin gücünden kurtulamadım.

Kısaca Ermeni çakmakçıyan ile Türk Kazancı ailelerinin ortak geçmişini sorgulayan eserde her şey son bölümde açığa kavuşuyor ve bu yönden de oldukça gizemli. Aile içi cinsel baskının yıprattığı Türk kadınını, geçmişinden kopamayan Ermenileri ele alan kitap; konuların ve karakterlerin bağlantılı ve iç içe olduğu ender romanlardan biri. Bu yönüyle Love Actually veya Anlat İstanbul filmlerinin edebiyattaki temsilcisi olabilir.

ODTÜ Uluslararası İlişkiler bölümü bitiren ve daha çok kadın çalışmaları üzerine yoğunlaşan yazar, şu an Arizona Üniversitesi'nde öğretim üyesi olarak görev yapıyor. Genellikle eserlerini İngilizce kaleme alan Elif Şafak'ın bu son romanını Türkçeleştiren Aslı Biçen'i de kutlamak gerekir.

Şimdi Şafak'ın 2000 yılında yazmış olduğu Mahrem'i okumaya hazırlanıyorum. Herkesin Baba ve Piç'i mutlaka alıp okumasını ve bu muhteşem yazarın emeğinin karşılığını almasını istiyorum....

Okur Mektubu: Özge Özge, "Elif Şafak", 26 Nisan 2006

Baba ve Piç günümüz edebiyatda önemli bir yer tutmaya aday bir kitap. Türkiye'de bulunan etnik kökenleri bu kadar iyi anlatan, harmanlayan ve kimliksizliği bile kimlik sayacak kadar düşünceleri zorlayan ve herşeyden de öte azınlık ve çoğunluk olayını "İNSAN" kimliğinde toplayan bir kitap bence....

Okur Mektubu: İlay Eriş, "Elif Şafak ve kitabı", 8 Temmuz 2006

Kitabın kapağını henüz kapattım ve şimdi de düşüncelerimi yazıyorum. Yaklaşık 400 küsur sayfalık kitabı hem bir an önce sonunu görmek hem de hiç bitmemesini isteyerek iki gecede bitirdim. Gerçekten harika bir kitaptı ve herkese tavsiye ettim. Şimdi benim tavsiyelerim üzerine üç kişi daha okuyor. Gerçekten tebrikler harika bir eser olmuş....

Okur Mektubu: İlker Ergüm, "Baba ve Piç", 24 Haziran 2006

Ben genç bir Elif Şafak okuruyum. Baba ve Piç okuduğum en güzel kitaplar arasında. Gerek yazarın anlatım dili, gerek Türkiye'de hâlâ süregelen alt kimlik-üst kimlik tartışmaları, insanların zaafları ve tecrübeleri ve ana eksenindeki Ermeni ve Türk ilişkilerine tarafsız bir perspektiften bakma gibi konuları işleyen kitapta, insani duygulara da önem verilmesi, Baba ve Piç'i adeta bir başucu kitabı yapıyor....

Okur Mektubu: Eda Söylemez, "Elif Şafak'a!", 26 Temmuz 2006

Yirmi yaşında olmama rağmen sayısız kitap okudum. Ama okuduğum hiçbir kitaptan bu kadar etkilendiğimi hatırlamıyorum. Olağanüstü bir kitap olmuş, tüm konular en başta birbiriyle alakasız gibi görünse de ilerleyen bölümlerde ne kadar uyum içinde birbirine bağlanmış. İnanamadım doğrusu. Bu kitabın bir Türk yazara ait olması gurur verici....

Okur Mektubu: Ramazan Kaplan, "İtiraf", 10 Ağustos 2006

Evet, tarih veya kendi aile tarihim hakkındaki hafızamı yokladığımda pek de kayda değer bir şey bulamadığımı itiraf etmeliyim. Bu, ailemin geçmişinde kayda değer şeylerin olmamasından değil tamamıyla benim böyle bir yolculuğa çıkmaya gönüllü olmamamdan kaynaklanıyordu. İtiraf etmeliyim bu kitabı okuduktan sonra geçmişime doğru bir yolculuğa çıktım, karanlık dehlizlerde dolaştım, en az kitaptan aldığım kadar keyif ve yeni sırlarla son buldu yolculuğum......

Okur Mektubu: Mevlüde Tavacı, "Türkler için", 25 Eylül 2006

Bugüne kadar okuduğum en güzel kitap. Kitabınızı okurken, kendimi Kazancı ailesinin üyelerinden biri olarak gördüm ve Türklerin sadece kendileri için yaşadıklarını fark ettim. Ben bir Türk vatandaşı olarak bu kitabı herkesin okumasını tavsiye ediyorum....
 
Bu kitabı henüz bugün bitirdim. Denildiği gibi soykırım iddialarını destekleyen bir kitap değil. Ermenilere karşı Türkler soykırım olmadığını onun savaş dönemi olduğunu Ermenilerin de Türkleri öldürdüklerini ve o zamanlar Türkiye değil de Osmanlı olduğundan bahsediliyor. Yazar Ermenileri konuşturduğu gibi Türklerin savunmasına da yer vermiş, eleştirileri haketmiyor bence. Konusu yine her zamanki gibi yabancılaşmayı da içeriyor. Farklı konusu ve akıcı anlatımıyla okumanızı tavsiye edeceğim kitaplar arasında.
 
Şimdi kitabın özetini okudum Yorumsuz'un eklediği, neyse ki sondaki süprizlerden bahsedilmemiş eğer sonu yazıyor olsaydı silecektim zaten o kısmı :) çünkü yazı hakkında eleştirileri okuğum zaman bir eleştirmen yazının sonunu yazmış gerçekten süprizi kaçtı ve o eleştirmene gıcık oldum :) Sonda çok ilginç süprizler var, kitap özette anlatıldığı kadar sade değil ki zaten özetler her zaman sadedir. Mutlaka okuyun derim. Böylesine eleştirilen bir kitapta eleştirileri okuyup yorum yapmak yerine siz de kapılın kitabın akışına..
 
Geri
Top