Elif Şafak tüm makaleleri

  • Konuyu açan Konuyu açan dderya
  • Açılış tarihi Açılış tarihi
Mütereddit olmanın dayanılmaz hafifliği
24 Mayıs 2010



AŞK dışı süslü içi boş bir kelime mi size göre? Yoksa kâinatın özü, cevheri, yaradılışın gayesi mi? Hiç tanımadığınız ve muhtemelen tanışmayacağınız bir insan için dua eder misiniz? Öyle yüzeysel geçiştirerek ya da lafın gelişi değil, derinden hissederek. Ağlaya ağlaya... Yoksa bütün dualarınız sadece kendiniz ve sizin tanıdıklarınız için mi saklı?

Bulanlardan mısınız yoksa arayanlardan mı? Bilenlerden misiniz yoksa öğrenenlerden mi?
Katı mı zihninizin halleri yoksa sıvı mı?
Daim öğretmen misiniz şu hayatta yoksa daim öğrenci mi?
Öğretmeyi mi seviyorsunuz öğrenmeyi mi?
Doksan yaşına geldiğinizde de yeni bir şeyler öğrenmekten heyecan duyabilir misiniz yoksa ununu eleyip eleğini çoktan duvara asanlardan mısınız?
Vaktinden evvel yaşlananlardan mısınız yoksa asla yaşlanmamak için uğraşanlardan mı? Ya da yaşını doğallıkla taşıyanlardan mısınız?
Varmayı mı tercih ediyorsunuz gitmeyi mi?
Sahip olmayı mı seviyorsunuz yoksa var olmayı mı?
Bir yere ulaşmadan, ulaşmayı dahi amaçlamadan, sırf gidebilmenin güzelliği için yollara düşebilir misiniz? İlla ki bir paye, bir derece, bir rütbe ya da zaferler için değil, hatta bir "şey" olmak için bile değil.... Yaşamı sırf yaşanılası olduğu için, baldan âlâ, sudan aziz bir iksir gibi yudum yudum içebilir misiniz? Sevebilir misiniz? Karşılıksız, beklentisiz, hesapsız, çıkarsız, özgür bırakarak... Sırf bir başkasının iyiliğini, mutluluğunu isteyerek.
AŞK dışı süslü içi boş bir kelime mi size göre? Yoksa kâinatın özü, cevheri, yaradılışın gayesi mi? Hiç tanımadığınız ve muhtemelen tanışmayacağınız bir insan için dua eder misiniz? Öyle yüzeysel geçiştirerek ya da lafın gelişi değil, derinden hissederek. Ağlaya ağlaya....
Yoksa bütün dualarınız sadece kendiniz ve sizin tanıdıklarınız için mi saklı?
Sizden daha kıdemli, daha başarılı, daha zengin, daha güzel ya da yakışıklı... Velhasıl "daha ve daha" gibi görünen bir insanın iyiliğini en az kendi iyiliğinizi istediğiniz gibi isteyebilir misiniz? Samimiyetle, yürekten... Nefsinizi bir tüy gibi avucunuza yerleştirip uzaklara üfleyebilir misiniz? Şu yeryüzünde insanın insana hayrı dokunması gerektiğine inanır mısınız? Yoksa insanın insanın kurdu olduğuna inanmayı mı tercih edersiniz? Sizce insan denilen mahlûk fıtrat itibarıyla iyi midir yoksa kötü mü?
Her Ademoğlu Havvakızı doğuştan iyi mi gelir bu dünyaya ve sonradan bozulur? Şartlardan, sistemden, toplumdan dolayı... Yoksa doğuştan fesattır da insan, yasalar ve kurallar aracılığıyla mı biraz olsun durulur? Dikey mi bakarsınız hayata ve dünyaya? Hiyerarşik, tepeden, yukarıdan... Sırça köşkünüzden? Yoksa yatay mı bakarsınız? Herkesi eşit bir düzlemde konumlandırarak... En sevdiğiniz şekil kare midir; köşeli, kapalı?
Yoksa çember mi tercihiniz? Durmadan dönen ve yenilenen, her noktanın her noktaya aynı mesafede kaldığı?
Sizin gibi düşünmeyenleri de kucaklayabilir misiniz? Sevebilir misiniz? Yoksa sadece size benzeyenlerle mi yaşamak isterdiniz? Demokrasiyi sadece kendiniz için mi istersiniz? Yoksa herkes için mi? Ekmeğinizi, suyunuzu, hayallerinizi, fikirlerinizi paylaşır mısınız başkalarıyla? Yoksa sadece kendinize mi saklamak istersiniz? Eleştirilmekten korkar mısınız başkalarını habire eleştirdiğiniz halde? Sahi katı mı zihniniz taş gibi, kaya gibi, duvar gibi yoksa su gibi akmakta mı yüreğiniz çağıl çağıl, öylesine taşkın?
Damı akmayan, gemisi su almayan insan yok ki şu hayatta. Varsa da rol yapıyor demektir. Kahramanlar yok aramızda. Kahramanlara ihtiyacımız da yok aslında. Bir zamanlar Bertold Brecht'in dediği gibi "ihtiyacımız olan şey kahramanlar değil, kahramanlara ihtiyaç duymayan bir toplum olmalı." Kimse mükemmel değil. Kimse sandığı kadar diğerlerine üstün değil. Bunu bir anlasak, mantıkla değil yürekle anlasak, ne kibir kalır dilimizde, ne önyargılar zihnimizde.
Mütereddit güzel kelime. Tereddüt besleyen, şüphe eden....
Maddenin nasıl katı, gaz ve sıvı halleri varsa, insan zihninin de aynen öyle halleri var. Maddenin katı hali: İnsanın mutlakiyetçi hali. Maddenin sıvı hali: İnsanın yaratıcı hali. Maddenin gaz hali: İnsanın mütereddit hali.
Mutlakiyetçi zihniyet, köşeli, katı ve keskindir. Kelimeleri kurumuş çimento gibi rap rap dizer üst üste. Dili ustura gibi kullanır. Keser, biçer, kategorilere sokar. "Onlar" ve "bunlar" diye ayrılmıştır dünyası. Ara tonları görmez, göremez. Mutlakiyetçilik bir nevi renk körlüğüdür. Sadece siyah-beyaz bir dünyada yaşar kişi. Nüansları bilmeden.
Yaratıcı zihin, tam tersine, ayrıntıları sever. Fikirlerle doludur. Nobran genellemelerle düşünmez. Nüanslara dikkat eder, ara tonlara. Yepyeni sentezler yaratır. Renkleri karıştırır. Su gibidir yaratıcı insan. Kabında duramaz. Dursa bile sığamaz. Akması lâzım illa ki. Uzaklara, öteye, daha evvel denenmemiş işlere, varılmamış yerlere....
Mütereddit zihin ise mütevazıdır. Öğrenmeye açıktır, kâinatı kitap gibi okumak ister, daima samimiyetle sorgular. Sadece başkalarını değil, kendini de, kendi doğrularını da. Kibirden arınmıştır. Derviştir içi.
Zihnin katı hallerinden sıvı ve gaz hallerine geçmek dileğiyle... Daha çok yaratıcılık, daha çok hoşgörü için.
 
Yollarda...
27 Mayıs 2010


İZMİT Kitap Fuarı’na katıldım bu hafta. Bu ziyaretten o kadar duygulanarak döndüm ki, artık gördüğüm her yazar ve şair arkadaşıma söylüyorum: “Muhakkak İzmit’e gidin. Muazzam bir kitap fuarı gelişiyor orada.”

Bu sene ikincisi düzenlenen fuar oldukça geniş bir alanda yapılıyor. Belediye başkanı ve belediye çalışanları belli ki bu işe kıymet vermiş, zaman ayırmış. Kültür ve edebiyat dünyası, yerel yönetimlerde genellikle ikinci plana atılır. Bürokrasinin kendi öncelikleri vardır. Ama ben İzmit’te kültüre, sanata, edebiyata önem veren bir yaklaşım gördüm. Gençler ve kıdemliler son derece uyumlu, çalışkan bir ekip oluşturmuş. Onların emeklerisayesinde ortaya harika bir organizasyon çıkmış. Benimle beraber gelen Doğan Kitap görevlileri, kitap ve yayıncılık dünyasının emektarları hep aynı şeyi söylediler. “Bu gidişle Türkiye’nin en iyi fuarlarından biri olacak burası!”

Ve en önemlisi, İzmit halkının sanatçıya, edebiyatçıya gösterdiği ilgi, yüreklerindeki sevgi... Öğrencilerin, gençlerin, ev kadınlarının, öğretmenlerin, serbest meslek sahiplerinin gösterdikleri alaka, saygı ve sevgi muazzamdı. İzmit Kitap Fuarı gönlümüzü kazandı. Unutulmazdı.

İzmit sonrası, Fransa’nın Lyon şehrinde, uluslararası bir edebiyat festivalinin davetlisi olarak bulunuyorum. Programın ilk ayağında kitaplarımı okuyan lise öğrencileri ve öğretmenleriyle bir buluşma gerçekleşti. Türkiye’ye gelen yabancı yazarları liselere götürmek pek akla gelmez. Halbuki hem Amerika’da hem Avrupa’da sanatçıların lise çağındaki gençlerle buluşmalarına çok önem veriliyor. Henüz meslek seçimlerini yapmamış gençlerin farklı alanlardan
sanatçıları yakından görmesi, onlara sorular sorması teşvik ediliyor.

Bu tür buluşmalar genelde büyük ve halka açık kütüphanelerde yapılıyor. Bizde eksikliğini çokça hissettiğimiz bir şey bu: Yerel kütüphanelerin yaygınlığı. Daha fazla kütüphane açılmasına ve kütüphanelerde daha fazla, daha renkli kültürel/sanatsal etkinlikler düzenlenmesine ihtiyaç var Türkiye’de.

Fransız öğrenciler romanlar ve romancılık hakkında beni soru yağmuruna tutarken, aralarında Türkler de vardı. Doğma büyüme buralı bu çocuklar mükemmel Fransızcaları, aksanlı Türkçeleriyle sordular. Hayata, yazmaya, göçebeliğe, birden fazla dilde hayal kurmaya, arafta olmaya dair içten, samimi, biraz da yalnızlık ve burukluk kokan sorular.

Ardından festivalde felsefe, edebiyat ve sanat buluşmasında dünyanın her yerinden yazarlarla bir araya geldik. Bir ara İrlanda’nın en başarılı romancılarından Anne Elright yanıma yaklaştı. “Bu Fransızlar ne kadar meraklı, var oluş hakkında felsefi, karamsar konuşmalar yapmaya” dedi. “İrlanda’da farklı mı?” diye sordum.

Bir kahkaha attı. Onların daha çok toplum, politika, dünya meseleleri konuşmayı sevdiklerini söyledi. İrlandalılar da bizim gibi politikaya meraklı.

Kitabını imzaladığım her insan birbirinden ne kadar farklı. Gittiğim her yerde, katıldığım her edebiyat etkinliğinde insanları dinliyorum. Yüreklerini, zihinlerini, hayallerini... Bakıyorum da ben aslında kitaplardan öğrendiğimden çok daha fazlasını yollardan, hayatı ve insanları kitap gibi okumaktan öğreniyorum.
 
Ben-merkezci aşk & sen-merkezci aşk
01 Haziran 2010


Yüzeyde deniz mavi. Aşağılara indikçe koyulaşıyor renkler. Alttan alta bambaşka akıntılar akmakta. Derinden geçen bir çekişme, gıpta ve sürekli kıyaslama. Sahip oldukları her şeyi zihinlerinde durmadan karşılaştırıyorlar.

Anlatacağım hikâye iki kız kardeşin yaşamından ufacık bir kesit. Gerçek hayattan tanıdık bir izlek... Kardeşlerden biri otuzlu yaşların başında, diğeri ise ortalarında. İkisi de gençler daha, her ne kadar zaman zaman kendilerini yaşadıkları senelerden daha yaşlı, daha yorgun hissettikleri olsa da. İkisi de güzel giyiniyor, görünüşlerine dikkat ediyor. Bakımlı, alımlı ve gayet hoşlar. Belki ahım şahım bir güzellikleri yok ama kendilerine iyi bakıyorlar.
İkisi de evliler. İkisi de çoluk çocuk sahibi. İkisinin de önem verdikleri bir kariyeri var. Alanları hayli farklı. Biri dişçi, diğeri bankacı. İkisinin de amaçları, hırsları, hayalleri ve yüreklerinin mahzeninde titrek alevli bir mum gibi yanan saklı sırları var.
Muazzam bir sevgi mevcut kız kardeşlerin aralarında. Her gün telefonda uzun uzun konuşuyor, birbirlerine her şeylerini anlatıyorlar. Ya da anlatılabilecek her şeyi... Belli aralıklarla birbirlerine ziyarete gidiyor; ailecek görüşüyor, tatillere çıkıyorlar.
Yüzeyde deniz mavi. Aşağılara indikçe koyulaşıyor renkler. Alttan alta bambaşka akıntılar akmakta. Derinden geçen bir çekişme, gıpta ve sürekli kıyaslama. Sahip oldukları her şeyi zihinlerinde durmadan karşılaştırıyorlar. Kimin evi daha güzel ve büyük, kimin kocası daha çok kazanıyor, kimin çocuğu okulda daha başarılı... Birbirlerinin her şeyini bildikleri için gene birbirlerinin her şeyini karşılaştırmaktan da geri durmuyorlar.
Kötü bir niyetle yapmıyorlar bu karşılaştırmaları... Ne bir art niyet var ortada ne bir kasıt. Adeta düşünmeden, kendiliğinden oluyor kıyaslama. Çocukluklarından kalma bir alışkanlık. Bunca zaman sonra bile ebeveynlerinin sevgisini kazanmak için birbirleriyle yarışan iki kız çocuğu gibi davranıyorlar.
Bu arada onları tanıyan herkes ağız birliği etmişçesine birbirlerine ne kadar benzediklerini söylüyor. İlk bakışta çok ortak fiziksel özellikleri. Aynı boyda, aşağı yukarı aynı kilodalar. Aynı ruh haline demir atmış gibi duruyorlar. Ne var ki alabildiğine farklı yaşadıkları hayat modelleri. Zira temel bir noktada ayrışıyorlar.
Kardeşlerden küçük olanı tipik bir sen-merkezci. Abla ise bir o kadar tipik bir ben-merkezci. Biliyorlar da bunu içten içe, biliyor ve gülüyorlar hallerine. Ama değiştirmek için bir şey yapmadan, yapamadan. Sen-merkezci kadın genç kızlığından beri tapacak bir adam arar kendine. Güçlü, kalıplı, toplumca saygı gören, ayakları üzerine sağlam basan birini ister. Ve böylesini bulduğunda kendini pervane eder etrafında. Hayatını, benliğini ve her şeyini ona göre kurgular, sil baştan ayarlar. Yasamın merkezi kocasıdır artık. Onun tercihleri etrafında şekillenir hayat. Sen-merkezci kadin, farkında bile olmadan, önce bir sen arar, bulunca da hayatını ve kendini ona adar. Adadıkça kendi gözündeki değeri damla damla azalır. Güneş altında kar gibi erir özgüveni. Taptığı erkeği gözünde büyüttükçe kendiyle olan diyalogu azalır. Sonunda derin bir sessizlik hâkim olur yüreğinin kuytularına.
Ben-merkezci kadın, tam tersine, kendi ihtiyaç ve arzularını öne çıkarır. İstedikleri olmayınca mutsuzlaşır, hırçınlaşır. Hayattaki tüm gezegenler onun yörüngesinde dönsün ister. Ben-merkezci kadınların evliliklerinin yürümesi ancak eşlerinin esnek davranmasıyla mümkündür. Çünkü bu tür kadınlar esnek değildir. Fedakârlık hep karşı taraftan gelir. Gelmezse şayet tam orta yerinden kırılır çıta.
Sen-merkezci kız kardeş sürekli çocuklarının istediklerini yapıyor, gözlerinin içine bakıyor. Etraftakiler onun çocuklarını fazlaca şımarık büyüttüğüne, pohpohladığına inanıyor ama fikirlerini kendilerine saklıyorlar. Ben-merkezci kadın ise gece-gündüz kontrolü elinde tutmayı seviyor. Çizelgeler, planlar, tablolar... Kimin hangi saatte ne yapacağına hep o karar veriyor. Uzaktan bakanlar fazla disiplin ve kontrol uyguladığını düşünüyor ama fikirlerini kendilerine saklıyorlar.
Bense roman karakteri olarak görüyorum onları, öyle seviyorum. Tüm zaafları, zıtlıkları, evhamları ve arzularıyla. Bazen hayallerimde ikisini de birer renk paleti gibi algılıyorum. Ve her birinden bir katre boya alıp ötekinin renklerine katıyorum. Onlar iki kız kardeş. Biri sen-merkezci, diğeri ben-merkezci.
Birbirlerini seviyor ama aslında pek anlamıyorlar.
 
Londra’da bir edebiyat buluşması
03 Haziran 2010


ONLAR arada kalan, bir eşikte yaşayan, uzakta doğan ya da uzaklara gidenler. Onlar Türkiye’nin gündemini takip eden ama o gündeme kendini dahil hissetmeyenler... Ne tam orada ne tam burada, daim araftalar.

Onlar istatistiklerde birer sayıdan ibaret, Avrupa üzerine yazılan makalelerde ve yapılan analizlerde birer figürler çoğu zaman. Ne gerçek sayıları tam olarak biliniyor, ne duyguları ya da fikirleri anlaşılıyor. Türkiye’deki siyasetçilerin ve köşe yazarlarının radarına bile girmiyorlar. Halbuki çoklar, o kadar büyük bir topluluk oluşturuyorlar ki... Gene de birbirlerinden öylesine farklılar. Onlar yurtdışında yaşayan Türkler.

Ve o koca topluluktan bir kesit: Onlar hem Türk hem İngiliz. Hem “buralı”, hem dünya vatandaşı. Onlar İngiltere’de yaşayan Türkler. Kimisi Türkiye’de
doğmuş, yetişmiş; sonradan oraya yerleşmiş. Kimisi okumak ya da çalışmak için gitmiş, beş sene sonra memleketine dönüp dönmeyeceğini henüz kendisi de bilmiyor. Kimisi doğma büyüme Londralı. Türkçe’yi hafif bir aksanla konuşuyor. Kimisi tek başına gelmiş, burada bir aile kurmuş. Kimisi kuşaklardır burada. Kimisi Türkiye’den kalkıp gelmiş, kimisi Kuzey Kıbrıs’tan. Sofralarında siyah zeytin, hellim peyniri, ince belli cam bardakta İngiliz çayı.

Aralarında kulağı küpeli delikanlılar da var, başörtülü genç kızlar da. Siyasi mülteciler de var, ekonomik sebeplerle gelenler de. Doktora yapanlar da var, ortaokul mezunları da. Akademisyenler, bankacılar, öğrenciler, ev hanımları, aşçılar, küçük dükkân sahipleri, sanatçılar... Mevleviler, Bektaşiler var aralarında, solcular, feministler, sosyal demokratlar, Aleviler de var, muhafazakârlar da.

Onlar birden fazla dilde rüya gören insanlar. Rüyalarında hem Türkçe hem İngilizce kelimeler görüyorlar. Bazen bir dilde ağlayıp, bir başka dilde gülüyorlar. Kültürlerin, dillerin, ülkelerin arasında bir eşikte konumlanmış halde duruyor; Doğu’yu da Batı’yı da her iki tarafı da biliyor ama hiçbir tarafa meramlarını anlatamıyorlar.

Londra’da unutulmaz bir imza günü ve edebiyat söyleşisi sonrası yazıyorum bu satırları. Imperial College’de 300 kişilik bir seyirci önünde burada bu hafta piyasaya çıkan ve “The Forty Rules of Love” adı altında basılan AŞK’tan okumalar yaptım. Ardından sorulara geçildiğinde seyircilerden bir soru yağmuru başladı. Yazmaya, yolculuklara, kadınlığa, anneliğe, arafta olmaya, göçebeliğe, aşka ve aşksızlıklara dair onlarca soru....

Londra’daki Türk gençlerini görünce insan Türkiye’deki sıcak gündemin kısırlığına daha çok hayıflanıyor. Siyaset sahnesi o kadar hoyrat ve hırçın, yazılı ve görsel medyadaki tartışmalar o kadar şahsi ve uzlaşmaz ki, toz duman arasında hepimizin atladığı bir boyut var; insana, insanlığımıza, incinmişliklerimize, hayallerimize, yalnızlıklarımıza dair bir alan. Siyasetin göremediği o insani boyut.

Yurtdışında yaşayan Türklerin hikâyeleri bilinmiyor, duyulmuyor. Oysa Türkiye’nin geleceğini şekillendirecek pek çok beyin ve yürek belki de onların aralarından çıkacak. Okuyan, düşünen, farklılıklarla beraber yaşamanın önemini kavrayan, kültüre ve sanata önem veren, kendini daracık bir zihinsel kutuya hapsetmek yerine dünyayla entegre, kültürüyle barışık, kendini de komşusunu da sevmeyi bilen yepyeni bir kuşak geliyor. Duru, samimi, içten...
 
Çocuğunuzun günahlarından sorumlu musunuz?
07 Haziran 2010


Çocuğu sürekli sorun yaratan ya da öyle algılanan, okulda ve mahallede dışlanan veya yaşıtlarından farklı ve geri olan, velhasıl "tuhaf" yahut "problemli" damgası yiyen anne babalar nasıl hissediyorlar?

İnsan bir günde anneanne ya da dede olabilir ama doğrusu bir günde ne anne olunuyor ne baba. Annelik de babalık da zamanla öğreniliyor bu dünyada; adım adım, gün be gün, sene be sene, uğraş uğraş. Sadece çocuklarımız değil emekleyen; bizler de emekliyor, sendeliyoruz bu yollarda yürümeyi öğrenirken.
Doğdukları andan itibaren çocuklarımızın her hareketinden ve halinden kendimize bir pay çıkarıyoruz. İlk kelimelerini söylediklerinde ya da okuma yazmayı söktüklerinde gururla etrafa anlatıyoruz. İlerleyen yıllarda, okul sıralarında sınavlardan yüksek puan aldıklarında, gene hem mutlu oluyor hem kıvanç duyuyoruz. Sadece onlar adına değil, kendimiz adına da. Onları kurslara yazdırırken, sanata, spora ya da bilime yönlendirirken, aslında kendi saklı hayallerimizi su yüzüne çıkarıyoruz. İçimizde ukde kalan ne varsa, "biz yapamadık ama çocuklarımız yapsın" istiyoruz. Nice ebeveyn var ki çocuklarının yetenek ve maharetlerini bir madalya gibi taşımak istiyor göğüslerinde. Taşıyorlar da.

UKDE KALAN NE VARSA

Peki tabloyu tersine çevirelim şimdi. Çocuğu sürekli sorun yaratan ya da öyle algılanan, okulda ve mahallede dışlanan veya yaşıtlarından farklı ve geri olan, velhasıl "tuhaf" yahut "problemli" damgası yiyen anne babalar nasıl hissediyorlar? O zaman da çocuklarımızın huylarından ve mizaçlarından gene kendimize paylar çıkarıyor muyuz acaba? Yoksa tam tersini mi yapmaya başlıyoruz bu sefer? Bizden mümkün mertebe farklı ve ırak olduklarını kendimize ve etrafımıza hissettirerek?
Uzun yıllar Amerika'da eğitim görmüş bir Türk anne babanın hikâyesidir anlatacağım. İki oğulları var. Yaşça birbirine hayli yakın. Biri sporda son derece başarılı, okulda popüler, kızlarla arası iyi, girişken, konuşkan, akıllı... Öteki içine kapanık bir çocuk, abisinin dünyasından zerre kadar hazzetmiyor, sabahtan aksama müzik dinlemek istiyor odasında. Sert müzikler, karamsar. Bangır bangır. Pek sevmiyor insanları, insanlığı, yasadığı alemi. Sofrada az yiyor, sokakta az dolaşıyor, okulda az konuşuyor. İki kardeş birbirlerinden dünyalar, kainatlar kadar farklı. İki ayrı gezegen gibi onlar. Biri mavi, enerjik, dışa dönük. Öteki kızıl, suskun ve gizemli. Küçük oğlan bunu kimseye itiraf edemiyor ama nice zaman kendini "istenmeyen evlat" gibi hissediyor. Bir kaza ya da tesadüften ibaret varlığı. Biliyor ki annesi içten içe ikinci çocuklarının kız olmasını tercih etmişti, süslü püslü elbiseler giydirebileceği bir "oyuncak evlat" dilemişti. Biliyor ki babası da gururla etrafa göstereceği oğul olarak görmüyor onu. Soyadını geleceğe taşıyan, soyunu sürdüren "varis evlat" olarak görmüyor. Biliyor ki asla abisinin itibarını kazanamayacak. Ne ailesinin ne toplumun gözünde.
Biliyor, seziyor, anlıyor ve bir tercih yapıyor. Madem ki "aynı" olamayacak o da "zıt" olmayı seçiyor. Abisinin yolunun tam tersini izliyor.
Kendisine ne söylenirse tutup aksini yapıyor. "Evladım odanı toplasana" diyorlar. Gidip iyice dağıtıyor. "Biraz sebze ye" diyorlar. Ağzına sebze sürmüyor. "Kitap oku" diyorlar. Kitap sayfalarını yırtıp yırtıp kağıttan uçaklar yapıyor, sonra da bunları balkondan uçuruyor. Kasıtlı olarak herkesi kendine gıcık ediyor. Her şeyi elinin tersiyle itiyor. Bir reddiye üzerine kurulu varlığı. Abisi nasıl methiyeden besleniyorsa o da reddiyeden besleniyor.

BİZ DE ÇUVALLIYORUZ

Evlerine konuk olduğunuzda belki de hemen dikkat çekmeyecek bir özellik var oturma odasında. Çocukların resimleri büfelere, sehpa üstlerine konmuş, duvarlara asılmış ama asla eşit sayıda değil. Büyük oğlanın resimleri sayıca daha fazla ve daha görünür yerlerde. Çerçeveleri daha alımlı, parlak ve ihtişamlı, daha güzel. Küçük oğlan geriden, kenarlardan, kapı aralarından bakıyor; dişlerini göstermeyen kırık bir tebessüm dudaklarında. Fazla gülmüyor.
Nedendir çocuklarımıza eşit davranmayışımız?
Nedendir başarılarıyla övünmeyi bildiğimiz halde en ufak başarısızlıklarında onları kendimizden ayrı gayrı ve ırak bilişimiz? Nedendir evimize gelen bir misafirin bile kolaylıkla görebileceği bir temel ve vahim eşitsizliği bir türlü fark edemeyişimiz? Neden?
İnsan bir günde anne ya da baba olmuyor. Sadece çocuklarımız değil imtihanlara giren, derslerde başarılı ya da başarısız olan. Bizler de zaman zaman çuvallıyor sınıfta kalıyoruz, farkında bile olmadan.
 
Yarışmaktan yorulan gençler
10 Haziran 2010


İLKOKULU Ankara’da okudum. 1970’lerin Ankara’sı... Tipik bir mahalle ortamı. Aileler, anneanneler, nazar duaları, kahve falları... Ardından on yaşında, annemin tayini dolayısıyla Madrid’e gittim ve ortaokulu İspanya’da okudum. Burada bir İngiliz okuluna devam ettim. Birinci okulum ile ikinci okulum birbirinden o kadar farklıydı ki, uzun zaman kendimi sudan çıkmış balık gibi hissettim. Ayrı bir gezegene adım atmış gibiydim. Seneler içinde, Türkiye’deki eğitim sistemiyle başka ülkelerdeki eğitim sistemlerini karşılaştırmak için başka fırsatlar çıkardı hayat karşıma. Her seferinde gözlemledim dikkatle, merakla.

Türkiye’nin en önemli, en yakıcı meselesi, dün olduğu gibi bugün de eğitim. Temcit pilavı gibi hep aynı şeyleri söylüyor, eğitimin öneminden söz ediyoruz. Ne var ki mesele adım atmaya ve sistemi yenilemeye gelince isteksiz davranıyoruz. Ağırdan alıyoruz. Bu arada kuşak kuşak, nesil nesil çocuklar ve gençler geçmeye devam ediyor aynı rahlelerden. “Her şeyin başı eğitim” diyoruz ama eğitim sistemimizi hakikaten ne kadar önemsiyoruz?

Hem Türkiye’deki üniversitelerde hem Amerika’daki üniversitelerde ders vermiş akademisyenlerle konuştuğumda benzer şeyler duyuyorum. Aşağı yukarı aynı sözler dökülüyor ağızlarından.“Türkiye’deki öğrencilerin Batı’daki öğrencilerden geri kalır hiçbir yanı yok. Tam tersine, çok daha çalışkan, meraklı ve ilgililer. Ne var ki, sınıfta konuşmaya gelince ürkekler. Kendi fikirlerini beyan etme konusunda çekingenler.”

Bireysel yaratıcılık ve farklılıklarımızı olumlu bir şekilde geliştiren bir eğitim sistemine büyük ihtiyacımız var. Halbuki biz ne yapıyoruz? Çocuklarımızı ufacık yaştan itibaren sürekli sınav üstüne sınavlara hazırlıyoruz. Ezber, ezber, ezber. Mekanik ve yaratıcılığı törpüleyen bir yaklaşımla. Tanıdığım çok sayıda öğrenci var. Sabahtan akşama okula gidiyor, akşamüzeri koşa koşa özel ders alıyor, hafta sonlarını gene dershanelerde geçiriyorlar. Nasıl bir maratona sokmuşuz ki onları ne kendilerine ne arkadaşlarına vakit ayırabiliyorlar. Varsa yoksa ezberlemek, test çözmek, puan toplamak...

Dilimize bile yerleşmiş artık. Üniversiteyi “tutturmak”tan bahsediyoruz. Sanki üniversite bir hızlı tazı, habire kaçıyor, biz peşinde avcı, var gücümüzle yakalamaya çalışıyoruz... Bu arada kendi değerlerimizin kıymetini bilmiyor, yeteneklerimizi harcıyoruz. Kaç sanatçı, kaç bilim adamı, kaç dâhi fark bile edilmeden, özellikleri anlaşılmadan bir şekilde mezun oluyor, başkalarıyla aynılaşıyor... Çocuklarımızı ve gençlerimizi mutsuz ediyor, kişisel yaratıcılıklarını teşvik etmek bir yana baltalıyoruz.

İzmir’in Bornova İlçesi’nde bir üniversite öğrencisi intihar etti. Gıda Mühendisliği’nde okuyordu. Sayısız genç gibi o da senelerce sınavlara çalıştı, puan topladı, test çözdü, üniversiteyi “tutturdu”. Ya sonra? Henüz mezun olmadığı halde ailesine mezun olduğunu söylediğini ve bundan dolayı bunalıma girdiğini yazdı gazeteler. Her zamanki gibi hakikat “özet”lerden daha karmaşık olmalı, daha derinlikli. Haberin yanında bir fotoğraf. Yüzünde bir tebessüm. Hayata güvenen, insanları seven, belki bir parça naif kişilere mahsus ılık bir tebessüm yüzünde. Görünce cız ediyor insanın yüreği. Henüz 24 yaşındakiYiğit İlhan’ı nasıl soğuttuk bu hayattan?

Ezberciliğe, kara kuru test kutucukları boyamaya, hırçın rekabete ya da yüzeysel bilgilenmeye değil; yaratıcı yanlarımızı ortaya çıkaran, özgüven aşılayan, doğru ve derinlemesine bilgilendiren, hem farklı ve biricik olmanın tadını, hem de bir arada demokrasiyle yaşamanın güzelliklerini öğreten bir eğitim anlayışına ihtiyacımız var. Hepimizin.
 
Dünyanın merkezi kayarken
13 Haziran 2010


Dünyanın ekseni hızla kayıyor, değişiyor. Batı’dan Doğu’ya gidiyor arzın merkezi. Muazzam bir kültürel ve toplumsal açılım var Batı dışında kalan topraklarda.

Buraların nüfusları genç, toplumları dinamik, insanları henüz merak duygusunu yitirmemiş. Global dünyaya açıldıkça kazanıyorlar. Aslında artık “dünya” onlar. Her geçen zaman adeta biraz daha kayıyor eksen. Bu değişimi doğru okuyabilen toplumlar önümüzdeki yüzyılın kazananları olacak.

Bu sözleri söyleyen İngiliz bir gazeteci, akademisyen. Bir söyleşi esnasında anlatıyor. Çin’e gidip gitmediğimi soruyor. Gitmediğimi öğrenince “Muhakkak gitmelisin” diye ısrar ediyor.

“Oralarda Batılıların kaçırdığı bambaşka bir ritim var. Ne zaman Çin’den İngiltere’ye dönsem saatler yavaşlamış gibi geliyor. Burada zaman geçmiyor.” “Peki ya İstanbul?” diye soruyorum. Verdiği cevap unutulmaz. “İstanbul’a beş kez gittim. Daha pek çok kez seve seve giderim. Bence İstanbul yeni yüzyılın önde gelen şehirlerinden olacak. Hem bu kadar yaşlı hem henüz bitmemiş bir şehir, her an ve her dakika oluşum halinde.”

Tanıdık bir duygu bu. Ne zaman uzaklardan İstanbul’a dönsem, zamanın hızlandığını fark ediyorum. Burada ritim o kadar yüksek ki günler yetmiyor insana. Bir yanıyla yıpratıcı ve yorucu belki ama asla monoton değil. Başka yerlerde bulamadığınız bir kimya hâkim buraya.

Ne Arizona’da ne Kopenhag’da ne Viyana’da ne de Zürih’te hayat böyle yaşanıyor. Oralarda zaman daha yavaş akıyor, tek yapmanız gereken önceden verilmiş düzene ayak uydurmak, o kadar. Belki gündelik yaşam daha kolay bu anlamda ama bu demek değil ki daha renkli. Ne de daha nitelikli.

Geçtiğimiz yüzyılın büyük ve meşhur şehirlerinin yerini yepyeni şehirler almakta artık. Eskiden Paris ya da Viyana dendi mi akan sular dururdu; “kültür başkenti” ve “modernitenin merkezi” olarak sadece buralar anlaşılırdı. Oysa şimdi kültür “elit bir proje” olmaktan çıktı.

Kültür dünyası yavaş yavaş o eski seçkinciliğinden sıyrılıyor. Artık caz konserleri, görsel ve plastik sanat etkinlikleri, hatta imza günleri güpegündüz sokak ortasında ve herkese açık bir halde yapılıyor. Artık kültür daha akışkan, daha kozmopolit, daha çok sentezlerle ilerleyen bir hal aldı. Belki de en önemlisi tekeller tek tek yıkılıyor. Eskiden epi topu birkaç yayınevi, birkaç eleştirmen ve az sayıda dergi vardı edebiyat dünyasında.

Simdi eli kalem tutan ve anlatacak bir hikâyesi olan herkes, bunu yayınlamak için çok sayıda seçenekle karşı karşıya. Okurlar kendi blog’larını oluşturmakta. Kendi dergilerini çıkarmakta. İnternet üzerinden gelişen öyle bir âlem var ki eski kalıpları yerinden oynatacak. Edebiyat eleştirmenliği de yazarlığı da az sayıda insana has bir ayrıcalık olmaktan çıktı, çıkıyor artık. Yeryüzünde öyle şehirler var ki tamamlanmış onlar.

Artık oralarda çok fazla bir değişiklik göremezsiniz. Belki yeni kafeler açılır şurada burada, yeni mekânlar. Köşedeki mağaza, suşi lokantası olur en fazla veya bir kafe dekorasyonunu yeniler, ama işte o kadar. Şehrin genel yapısında ve dokusunda çok büyük bir değişiklik olmaz bu saatten ve bu noktadan sonra. Bir yanda “tamamlanmış şehirler”, beri yanda “oluşum halinde şehirler.” Şehr-i İstanbul ikincilerden. İngiliz gazetecinin altını çizdiği hakikat buydu. Şanghay gibi, Bombay gibi, İstanbul gibi, Barcelona gibi, Berlin gibi şehirler kendilerini halen yenilemekte ve yaratmakta olan yerler... Hem oldukça eskiler, hem yeni oluşumlara gebeler.

Anbean kabuk değiştiren, derisini bir yılan gibi atan bu şehirler henüz evrimlerine nokta koymamış. Stephan Zweig’i düşünüyorum. Yazar, entelektüel, düşünür... Avrupa’da faşizmin yükselişini gördü. Toplu delilik nedir, bire bir tanık oldu. Umudunun kalmadığı noktada karısıyla beraber intihar etti. Geriye birbirinden derinlikli kitaplar ve bir de intihar notu bıraktı. Tek bir cümle yazılıydı. “Avrupa bitti, dünyamız tarumar edildi.” O günden bugüne Avrupa bitmedi elbette.

Ama bir şey var ki dikkat etmeye değer. Avrupa’nın eski şehirleri oluşumlarını tamamladılar. Parantezi kapattılar. Belçika’ya gittiğinizde eleştirmenler Belçikalı sanatçıların monotonluğundan yakınıyor. Çünkü hemen her şey denendi. Her konu islendi. Yeni ve heyecan verici bir şey pek kalmadı. Kültürde muazzam bir atılım yapmak için Türkiye ve İstanbul hiç bu kadar avantajlı bir konuma geçmemişti. Bu topraklardaki genç yazarların, genç ressamların, genç yönetmenlerin yolunu açma zamanı şimdi. İstanbul yeni yüzyılın yepyeni merkezlerinden olacak. Tabii eğer biz kıymetini bilebilirsek...
 
Kalem ehli ve kalp ehli
17 Haziran 2010


SENELER seneler evveldi. Kalem ehlinden olmaya niyet ettim içimden. Kitapları ve hikâyeleri dost bellediğim için sırf; hayal kurmayı bunca sevdiğimden. Sonsuz seyahatler âlemidir kitaplar. Zamanda ve mekânda bir kuş kadar özgür kılar insanı. Alırsın kelimeleri tek tek, bir araya getirirsin topak topak. Yumuşacık ama dayanıklı. Kanat yaparsın harflerden. Uçarsın uçabildiğince...

Eli kalem tutanlardan olmaya niyet ettim vakti zamanında. Niyet demek, “vard k demek değil asla. Bir şey “olduk yahut bir paye “edindik veya yaptık-ettik-başardık demek değil kat’a. Türkçe’nin belki de en güzel kelimelerinden biridir “niyet etmek . Kolay kolay başka dillere çeviremezsin. Oruç tutan insan mesela, “oruçluyum demez, “niyetliyim der. Sen niyet edersin samimiyetle; yürürsün kendi yolunda, elinden geldiğince. “Ö renenler den olmak istersin, “bilenlerden değil. Niyetin sana rehberlik eder. Adım adım, aşama aşama...

Bu memlekette eli kalem tutanlar ekseriya erkek. Kadınlar sözlü kültürün bekçisi ise erkekler yazılı kültüre hâkim. Gazeteciler, yazarlar, editörler, şairler, eleştirmenler... Halbuki onların yazdıkları kitapları okuyanlara bakıyorum. Bu okurların ne kadar çoğu kadın, farkında mısınız? Adeta kadınlar okuyor, erkekler yazıyor. Öyle alanlar var ki kadınlar erkeklerden daha iyi ve meraklı okurlar. Üstelik sevdikleri eserleri muhakkak etraflarına da okutuyorlar. Peki kadınlar, erkeklerden daha fazla ve daha tutkuyla okudukları halde neden daha az yazıyorlar? Cesaretlerini kıran nedir?

Tesadüf değil ya bütün ilham perilerinin hep dişi olarak tasvir edilmesi; kadın dediğin ilham verir, erkek ise o ilhamla eserler yaratırdı. Kadın yazının nesnesi, erkek ise öznesiydi... Tüm bunlar eskidendi. Tabloyu temelden değiştirme vakti şimdi. Daha çok kadının yazılı kültüre girmesi, burada ayakları üzerinde durması, daha çok kadının “kalem ehli olması, toplumun da bireyselliklerin de gelişimi için önemli.

Dedim ya, kalem ehlinden olmak niyetimdir. Bu yöndedir arzum, sevdam ve tutkum. Lakin zihnimin bir kancası var ki takılı kalmış bir başka yerde. Onun gözü bir başka âlemde. Kalem ehlinde değil, kalp ehlinde. Gönül ehli başka bir hal. Onlar bambaşka insanlar. Ah keşke, keşke sayıca daha çok olsalar. Gene de az değiller. Ne de cılız ya da suskun veya görünmez. Serpiştirilmişler yeryüzüne, öylesine.

Ben gönül ehlini niye seviyorum? Seviyorum çünkü onlarda zerre kadar fenalık yok. Herkesin birbiri hakkında atıp tuttuğu, yalan yanlış yazdığı, belden aşağı vurduğu ortamlarda bile onlar dedikodu yapmazlar. Çirkin söz söylemezler. Kem nazarla bakmazlar. Çünkü bilirler ki kem sözün, kem gözün enerjisi insana yapışır. Daima kötü konuşan insanlar omuzlarında ağır bir yükle dolaşır.

Ben gönül ehlini niye seviyorum? Seviyorum, çünkü onlar insanı insana kırdırmazlar. Hiçbir konuda aşırıya gitmezler. Kimseye kin gütmezler. Kalp ehli insanlar, bugün Kırgızistan’da olduğu gibi tutup da komşularının evlerinin üzerine kırmızı boyalarla işaret koymazlar. “Bu Özbek , “bu K rg z , bu filanca bu falanca gibi ayrımlar yapmazlar. Nefrete, husumete, şiddete çanak tutmazlar. Ben gönül ehlini niye seviyorum? Çünkü onlar hoşça bakarlar cümle âleme. Ve dahi kendilerine. Güzel bakar ve güzel görürler. Enerjileri farklıdır, hemen hissedersiniz. Telaşsız, kavgasız, küfürsüz yaşarlar. Gittikleri her yerde etraflarına daim muhabbet saçarlar.

Kalem ve kelam dünyası daha kavgacı, hırslı, hırçın. Bu da benim çelişkim işte. Bense ruhen araftayım. Kalem ehlini seviyorum ama kalp ehli başka dostlar, onlar bambaşka...
 
Okumaya yeterince vakit bulamıyor muyuz?
20 Haziran 2010


Yarı mütebessim, yarı mahcup bakıyor yüzüme. “Ben eskiden kitap okumayı çok severdim ama iş hayatına atıldığımdan beri vakit bulamıyorum doğrusu.” Bana bunu söyleyen kırklarında bir işadamı. Zengin, başarılı, liberal bir aileden, uzun seneler Amerika’da eğitim görmüş, sonra gelmiş kendi şirketinin başına geçmiş. Ayrıcalıkları olan bir insan.

İki gün sonra bir başka yerde, bambaşka bir edebiyat etkinliğinde hemen hemen aynı sözleri bu sefer gencecik bir kadından işitiyorum. Bir alışveriş merkezinde tezgâhtar olarak çalışıyor. Çok istemesine rağmen üniversiteyi bitirememiş. Ailesinin maddi durumu bozulunca bu işe girmiş. Geçim derdinde, dar gelirli, eğitim seviyesi kısıtlı, muhafazakâr bir aileden. Hani ilk bakışta işadamınınkiyle hiç mi hiç benzeşmiyor hayatları. Halbuki oda tıpatıp aynı kelimelerle kitap okumaya vakit bulamamaktan yakınıyor. Bu iki farklı hayattan gelen insan, mesele kitaplar olunca, ne ilginçtir ki aynı gerekçeleri kullanıyor.

Adeta hepimiz benzer bir gerekçeyi ezberlemişiz. “Kitap okumaya vakit bulamıyorum...” Bugüne kadar kimsenin “kitap okumuyorum çünkü okumayı günahım kadar sevmem” dediğini duymadım. Halbuki olabilir, herkes sevmek zorunda değil ya. Son derece meşru bir gerekçe aslında. Keza kitap fiyatlarının hiç de düşük sayılmadığı bir ortamda, herkesin her kitabı edinmesi kolay değil Buna rağmen bunca senedir, “kitap okuyamıyorum çünkü istediğim kitapları pahalı buluyorum” diyene de rastlamadım. Yahut “valla televizyon dizileri seyretmek ya da bilgisayarda vurdulu kırdılı oyunlar oynamak daha çok hoşuma gidiyor, kitaplarla işim olmaz” diyenle de karşılaşmadım.

Varsa yoksa vakitsizlikten yakınıyoruz. Aslında okumayı ne kadar sevdiğimizi –ya da en azından bir zamanlar sevdiğimizi- lakin hayatın yoğun akışı içinde kitaba vakit bulamadığımızı söylüyoruz. Hep aynı gerekçe, hep aynı kelimelerle..

Peki nedir okumanın vakti? Günün hangi saatidir mesela? Hangi dem? Hangi mevsim? Acaba kitapları zihnimizde gereğinden fazla mı yüceltiyoruz? Farkına bile varmadan. Bir yazarın bunu söylemesi garip kaçabilir ama kitaplar yüce varlıklar değil. Tabii şayet Kutsal Kitap’tan söz etmiyorsak...

Kitap dediğin hem sonsuza uzanan bir âlem, hem de basit bir nesnedir. Gündelik hayatın içinde oradan oraya taşınacak, sayfaları kırıştırılıp eskitilecek, cümleleri işaretlenip çizilecek, yanına notlar düşülecek bir sayfalar ve kelimeler toplamıdır. Ne fazla abartalım, ne de küçümseyelim kitapları. Olduğu gibi görelim ki, doğal ve samimi ve akışkan olsun matbu metinle ilişkimiz.

Öyleyse, yani roman ya da hikâye dediğimiz şey kutsal bir varlık filan değilse, onun için öyle özel bir zaman ayırmak da gerekmiyor aslında. İnsan pekâlâ bir yerden bir yere seyahat ederken / durakta otobüs beklerken / takside giderken / trafikte ömür törpülerken / kuaförde perma yaptırırken / dolmuşta boş boş otururken / manikür veya pedikür yaptırırken / dişçide sıra beklerken / serviste işten eve evden işe giderken / vapurda etrafa bakınırken / geçici olarak bir yerde dikilirken / randevuya geç kalan arkadaşını ağaç olmuş beklerken hasıl-ı kelam, hayatın o ufacık ve daracık anları içindeyken de okur, okuyabilir. Zaten işin doğrusu kitap bir tek böyle zamanlarda okunur.

Onun dışında ayrı ve özel bir okuma zamanı yoktur. Çok az insan bir oturuşta üç-dört saat bölünmeden okuma lüksüne sahip. Onları saymıyorum. Geri kalan çoğumuz, biz fani beşer, olsa olsa beş dakika şimdi, on dakika sonra, yarım saat akşamüzeri, yirmi dakika yatmadan evvel böyle böyle, ufak ufak, kesik kesik okuyabiliriz.

Gün içinde “kitap okuma zamanı” diye ayrı bir saat yaratmaya çalışmak beyhude bir çabadır. Kimsenin böyle bir zamanı yok. İşadamının da, bankacının da, tezgâhtarın da, garsonun da, öğretmenin de, öğrencinin de, başbakanın da kimsenin. Herkes meşgul, herkes yoğun. Herkes yaşam derdinde. Tutup da deri koltuklara gömülerek, hercai bir lambanın ışığı altında ve hoş bir müzik eşliğinde ve kimse tarafından rahatsız edilmeden, köpüklü kahvemizi yudumlayıp badem ezmesi atıştırarak saatlerce kitap okuyacağımız günün gelmesini bekliyorsak, beklediğimizle kalırız maalesef.

Okumak için ayrı bir hazırlık yapmaya, özel bir mekâna veya her zamankinden farklı ve duru bir ruh haline ihtiyacımız yok. Eğer kitapları zihnimizde yüceltmekten vazgeçip gündelik hayatımızın gayet olağan, basit ve sıradan ama bir o kadar ayrılmaz nesneleri olarak görmeye başlarsak, “okuma saati” dediğimiz şeyin gelmesini beklemekten de vazgeçeriz. Her şey çok daha kolay olur o zaman. Bir de bakmışız, meğer ne çok vakit varmış okumaya...
 
Huzur
24 Haziran 2010


HUZUR nedir?
Sabah kendiliğinden ve mütebessim uyanabilmektir. Güneşe göz kırpmak. Günün erken saatinde elin gazetelere uzanırken “Acaba gene kötü bir şey mi oldu?” diye içinden geçirmemektir.
Yüreğin sıkışmadan, moralin bozulmadan güne başlayabilmektir.
Huzur nedir?
Akşamüstü gerilmeden haberleri dinleyebilmektir.
Huzur nedir?
Gencecik insanların sokaklarında rahatça yürüyebildikleri, âşık olabildikleri, hayal kurabildikleri ve kimsenin kimseyi ezmediği bir şehirde, bir memlekette, bir dünyada yaşamak demektir.
Huzursuzuz. Hepimiz.
Buse henüz 17 yaşındaydı.
Önünde upuzun bir ömür vardı.
Cıvıl cıvıl renkler. Vaktini bekleyen bir latif bahar. Yaşayacak sevdalar vardı. Görecek güzel günler. Okuyacak, iş bulacak, dünyayı görecek, kendini geliştirecek, aile kuracak, çocuklarını yetiştirecekti. Belki de kimsenin bilmediği düşleri, idealleri, dilekleri vardı. Aniden ayrıldı aramızdan, çiçeğe durmuş dal gibi hoyratça kopartıldı bu dünyadan.
Bir elem ve yas halidir şimdi milletçe üzerimize çöken.
Bir derin sızı, bir karamsarlık, bir iç çekiş.

Bir gün evvel İstanbul’a ilk defa gelen bir Amerikalı yazardan bu şehirle ilgili gözlemlerini dinliyordum:“Ne muazzam bir yermiş burası” diyordu. “Coğrafyasından ayrı etkilendim, tarihinden, dokusundan, insanlarından ayrı. Sadece bu şehir değil, bu ülke böyle. Hakikaten hayran oldum. Gördüğüm hiçbir yere benzemiyor. Müslüman dünyada böyle bir memleket yok.”
Meslektaşımın İstanbul’u betimlerken kullandığı bir kelime dikkatimi çekti: “Sui generis” (tek ve biricik olan, başka hiçbir yere veya hiçbir şeye benzemeyen).
Öyle bu şehir.
Öyle bu memleket.
İnsanın yüreği sızlıyor. Ne konuşmak geliyor içinizden, ne yazmak. Silahlar ve bombalar konuşurken, nefret dolu nutuklar atılırken hâlâ barıştan, hâlâ huzurdan, hâlâ demokrasiden bahsetmek zor. Ama bu yapılmazsa, silahların dili, bombaların dili, kavgaların dili, hırçınlıkların dili hâkim olur her yere.
Sertlik daha fazla sertlik doğurur. Nefret daha fazla nefret doğurur. Şiddet daha fazla şiddet doğurur.
Öyleyse nasıl çıkacağız bu cendereden?
Huzursuzluktan nasıl huzur elde edeceğiz?
Bunu yapacaksak eğer, yapabileceksek, beraber yapacağız; el birliğiyle, gönül birliğiyle. Birlikte yaşamanın güzelliğine ve kıymetine inanarak. Kolektif bir düş kurarak.
Toplumların ve bireylerin hayatlarında öyle kederli dönemeçler vardır ki, bir an için durmak gerekir. Konuşmak değil, susmak. Başkasına çatmak değil, içine dönmek. Sessiz ve yürekten yas tutmak.
Buse’nin yasını tutuyoruz.
Hepimiz. Ve unutmayalım ki Buse’nin bir kız kardeşi var. Onun korkmadan yaşayacağı, geleceğe güvenle bakabileceği ve kendi çocuklarını mutlu mesut büyütebileceği bir Türkiye istiyorsak, ortak idealler etrafında buluşmalı, buluşabilmeliyiz. Yüreklerimizi yumuşatma zamanıdır şimdi. Bileylenmek kolay. Zor olan yumuşamak. Heyheylenmek kolay. Zor olan sükûnetle ve muhabbetle çalışmak. Kin değil, nefret değil, hamaset değil, husumet değil, her şeye rağmen barış ve demokrasi üretebilmek. Hep birlikte. Huzur içinde.
 
Geri
Top