• Merhaba Ziyaretçi.
    "Hoşgeldin sonbahar "
    konulu resim yarışması başladı. İlgili konuya BURADAN ulaşabilirsiniz. Sizi de beğendiğiniz 2 resmi oylamanız için bekliyoruz...

Elif Şafak - Mahrem

kelebek

-ütopik-
V.I.P
Mahrem

Görmeye ve Görülmeye Dair Bir Roman

Kapak Tasarımı: Emine Bora

Kitabın Baskıları:
İlk Basım: Ağustos 2000
9. Basım: Ocak 2006


Mahrem, Elif Şafak'ın üçüncü romanı. Şafak, Pinhan ve Şehrin Aynaları'nda kendine özgü dil kullanımı ve "öteki"yi romanın merkezine yerleştirme yaklaşımıyla, yeni bir tavrın da habercisi olmuştu. Mahrem, bu özellikleri bir adım öteye götürmesinin yanı sıra, kurgusal olgunluğuyla da ülkemiz edebiyatına kalıcı bir iz bırakacağını kanıtlıyor.
Mahrem'in alt başlığı "Görmeye ve Görülmeye Dair Bir Roman". Adına uygun olarak bir gözle başlayıp, dört yüzyıla yayılan seyretme ve seyredilme, bakma ve görme, görme ve görülme öykülerini, ikisi de farklı nedenlerle "öteki" olan iki kahramanın hayatlarında birleştiriyor. Görme ve görülme takıntısını bir sözlükle ("Nazar Sözlüğü") kurumlaştırıp, romanında yer alan tüm figürleri karşımıza birer seyirlik olarak çıkarıyor. Mahrem'de "göz" daima dışlanmayla içerilmenin, "ben" ile ötekinin, aşk ile karanlığın orta yerinde, bir geçiş noktasında duruyor; tıpkı "Nazar Sözlüğü"ndeki "Gözbebeği" maddesinde olduğu gibi:
"gözbebeği: İnsanlarda yuvarlak, hayvanların çoğunda ise dikine elips biçiminde olan gözbebeğinin çapı, irise gelen ışığın miktarına göre değişir. Karanlık ve uzaklık büyütür gözbebeğini; aydınlık ve yakınlık küçültür. Yani bu kararsız çember, ışık varsa küçülür, ışık yoksa büyür. Yakına bakarken de küçüldüğüne göre, yakın olan aydınlıktır, aydınlıktadır. Uzağın payına karanlık düşer. Zaten karanlığı kimse yakınında görmek istemez.
Aşık olunca da büyür gözbebeği; demek ki âşık olunan hep uzaktadır. Aradaki mesafenin verdiği acıyı azaltmak için, maşuka 'gözbebeğim!' diye hitap edilir."
 
Açılış bölümü, s. 17-

"Rüyamda bir uçan balon görüyordum. Gıpgri gökyüzündeydi, bembeyaz bulutların arasında, sapsarı güneşin gölgesinde. Ben çatıya çıkmıştım. Aşağıdan uçan balona bakıyordum ki, şiddetli bir rüzgâr çıktı aniden. Aniden çıkan rüzgârın şiddetiyle sarsıldık hep birden. Simsiyah tozlar havalandı yerden. Uçan balon hızla sürükleniyordu. Onu gözden yitirmemek için var gücümle koşuyordum çatıların üzerinde. Ben koştukça kiremitler yuvarlanıyordu aşağıya. Eğilip baktım kiremitlerin düştüğü yere. Aşağıda, şehrin caddeleri ışıl ışıldı ve kalabalık. Yollara yuvarlanan kiremitler yüzünden arabalar kaza yapmıştı. Cart kırmızı, gıcır gıcır bir araba öfkeyle soluyordu yolun ortasında. Ön camını çatlatmıştı kiremitler. çatlağın üzerine kocaman bir örümcek ağ kurmuştu. Değdikleri yere yapışan incecik, şeffaf iplikler uçuşuyordu etrafta. Arabanın sahibi beni arıyordu, aradığının ben olduğumu bilmeden. Gözünün önündeydim ama benden şüphelenmiyordu.

Bembeyaz kar yağıyordu simsiyah tozların üzerine. Kaldırımdan yürümeye başladım. İpliklere basmamak için gayet yavaş yürüyordum. Birdenbire ayaklarıma takıldı gözlerim. Ayaklarımda kuş desenli yün patikler vardı. Evden çıkarken ayakkabılarımı giymeyi unutmuş olmalıydım. Utandım. Kimse görmeden, bir yerlerden ayakkabı bulmalıydım. Mağazaların vitrinleri cıvıl cıvıldı. Bale pabuçları, içi kürklü çizmeler, sandaletler, bağcıklı botlar, ince topuklu kadın ayakkabıları, yumurta topuklu erkek ayakkabıları, cicili bicili çocuk ayakkabıları vardı vitrinlerde. Neli oldukları yazıyordu etiketlerinde. Bütün ayakkabılar dondurmadan yapılmıştı. Büyük mağazalardan birine girip, vitrindeki karışık meyveli botları satın aldım. çıktığımda, ön camı çatlamış arabanın sahibi gözlerini kısmış, dikkatle beni süzüyordu. Parmaklarımın ucuna basa basa geçtim önünden. Peşimden gelmedi. Kaldırımı döndüğümde, uçan balonu gördüm sapsarı güneşin gölgesinde. Gönülsüzce kıpırdadı yerinden. O çekilir çekilmez, sapsarı güneş açığa çıktı. Korkuyla baktım yeni ayakkabılarıma. Damla damla, damla damla..."

"Ya anne yaa, şuna bi şey söyle!"

Dizimin acısıyla sıçradım. Gene uyuyakalmıştım, gene olmadık bir yerde. Ter içindeydim. Toparlanmaya çalışırken, burnuma çalındı terimin kokusu. Başkalarının da kokuyu alıp almadığını anlamak için etrafıma bakındım. Minibüsteydim. Bindiğimde benden başka kimse yoktu. Öğleden sonra bu saatlerde bu istikamete giden pek nadir olduğundan, minibüsün kolay kolay dolmayacağını, dolmadan da kalkmayacağını biliyordum. O rahatlıkla uyuyakalmışım. Zaten öğlen yemeğini abarttığım yetmezmiş gibi, bir de üstüne iki porsiyon kazandibini cila çekince, adım atacak halim kalmamıştı. Epey uyumuş olmalıyım. Minibüs tamamen dolmuş. Bir kişi eksik sadece. O da gelsin, yola koyulacağız.

Yanımdaki kadın göz ucuyla beni izliyor. Muhtemelen ter kokusunun farkında. Kucağındaki kız çocuğunun, rengi ağdalanmış çilek reçelini andıran ayakkabısının pirinç tokası hâlâ dizime batıyor. çocuğun bunu bilerek yaptığından şüphem yok. Sırf beni uyandırmak için, uyanayım da kenara kayayım diye. "Ya anne yaa, şuna bi şey söyle!" diye cırlayan da o. Gerçi ben de uyku rehavetiyle iyice yayılmışım. Derhal toparlanmalıyım. Bacaklarımı bitiştirip, pencereye yanaşıyorum. Sırt çantamı yan taraftan alıp, kucağıma koyuyorum. çantayı kaldırınca, altından, baharatlı sarı leblebilerle dolu kesekâğıdı çıkıyor. Minibüs dolana kadar atıştırmak için almıştım, unutmuşum. Kesekâğıdını da kaldırınca, epeyce yer açılıyor onlara. Gene de memnun değiller. Bilhassa kadın, bir türlü rahat edemediğini gösteren abartılı hareketler yapıyor; bir sağ bacağı bir sol bacağı üste gelecek şekilde sık sık bacak bacak üstüne atıyor; haşır huşur sesler çıkartarak poşetlerini dizlerinin kâh altına, kâh üzerine yerleştiriyor; sanki bir yere gitmesi kabilmiş gibi "gel evladım" diyerek kucağında oturan çocuğu göğsüne bastırıyor; dönüp dönüp, endişeli gözlerle sağında kalan daracık boşluğa bakıyor ve bütün bunları yaparken durmadan oflayıp pofluyor. Böylelerini iyi tanırım. Niye böyle davrandıklarını bilirim. Alışkınım. Böyle şeyler sık sık başıma gelir...
 
Kelimelerin de insanlar gibi ömrü vardır

Elif Şafak genç bir yazar. Bu genç yaşına rağmen, ortaya koyduğu eserlerle adından sözettiriyor. Elif Şafak'la Metis Yayınları'ndan çıkan son romanı Mahrem eksenli bir söyleşi yaptık.


KİTABIN KÜNYESİ

Mahrem, Elif Şafak, Metis Yay., İstanbul, 2000.

• Mahrem olan ne?


Mahrem'in tanımının ne olduğu insandan insana değişiyor. Herkes için farklı bir anlamı olabileceği gibi, aynı insan hayatının farklı dönemlerinde farklı mahremiyetler tanımlayabilir. Önemli olan şu: Mahrem kendimize saklamak istediğimiz, gözlerden korumak istediğimiz alandır. Bu yasak bir ilişki, bir sır, ya da sadece bir ruh hali olabilir.. ya da bambaşka bir şey. Önemli olan onu gözlerden ırak tutmak istememiz.

• Romanlarınızda mistik öğeler görüyoruz. Dilinizi ağır bulanlar da var. Yeni kelimelerle eskiyi bir potada eritiyorsunuz. Genç yaşta ağır bir dil kullanmanız paradoks değil mi?


Dil konusunda Türkiye'de son derece katı önyargılar olduğunu düşünüyorum. Bizde şöyle bir eğilim var. Diyelim aynı anlamı karşılayan iki kelime var. Biri daha eski, biri daha yeni. Mesela, "ihtimal" kelimesi ile "olasılık" kelimesi. Türkiye'de insanlar bu iki kelimeye bakıp, hemen hangisini eleyelim diye düşünüyorlar ve kendilerini hangi kesime ait görüyorlarsa, ona göre, bu kelimelerden birini atıp, birini kullanıyorlar.

Yani bir tarafta kendini tamamıyla Batıya ve Batılılaşmaya adamış bir kesim var. Bunlar geçmişini bilmiyor, bilme gereği duymuyor, araştırmıyor, önemsemiyor. Öteki tarafta da bu kesime tepki duyarak gelişen bir kesim daha var. Bunlar da geçmişi göklere çıkartıyor ve Osmanlı'nın her şeyini savunmaya kalkıyor. Bu zıt gibi görünen kesimler aslında birbirinden hiç de farklı değil. çünkü "batıcılar" da "gelenekçiler" de geçmişi tek bir renge, tek bir özelliğe indirgiyor. Her iki taraf da geçmişin ne denli çok yönlü, çok sıfatlı olabileceğini görmek istemiyor. Aslında aynı şeyi yapıyorlar. İki kesim de eleştirel bir gözden yoksun. Bence bunların dışında üçüncü bir yol olmalı. İnsan içinden geldiği geleneği bilmeli ve onunla yetinmeyip, onu dönüştürmeli.

Ben kelimelerin de tıpkı insanlar gibi bir ömürleri olduğuna inanıyorum. Ve kelimelerin ecelleriyle ölmeleri gerektiğini savunuyorum. Yani "ihtimal" kelimesi yaşamaya devam ediyorsa, miadını doldurmamışsa, bırakalım yaşasın. Zorla kafasına vura vura bir kelimeyi ortadan kaldırmak, dilin akışkanlığını bozar. En kötüsü kuşaklar arası süreklilik kalmaz. İnsanlar birbirlerinin dilini anlamaz. Ama öte yandan "olasılık" kelimesi de yaşıyorsa, o da yaşasın. Duruma gore bazen bu kelimelerden biri uygun düşer, bazen öbürü. Tabii, bir de şu var. Eğer bir kelime ölmüşse, artık yaşamıyorsa, onu zorla diriltmeye çalışmak da doğru değil. O yüzden inatla Osmanlıca kelime kullananların da doğru yaptığını düşünmüyorum. Bence önemli olan akışkanlık, süreklilik. Bu bir toplumun daha sağlıklı ilerleyebilmesini sağlar.

Ben dil konusunda son derece esneğim. Benim için önemli olan hikayenin kendisi. Bence her hikaye kendi dilini getirir beraberinde. Ben Pinhan'da son derece örtük bir hikaye anlattım, dili de kapalı oldu bu yüzden. Şehrin Aynalarında kullandığım dil ise daha farklıydı çünkü hikaye öyle gerektirdi. Mahrem'de daha da ilginç çünkü aynı roman içinde farklı farklı diller kullandım. Osmanlı'da geçen hikayelerin dili ile günümüzde geçen hikayelerin dili birbirinden oldukça farklı oldu. Kısacası, bu konularda esnek ve önyargısız olmaktan yanayım.

• Sizin için "postmodern" ya da "tarihi roman" yazarı gibi nitelendirmeler kullanılıyor. Siz kendi nasıl tanımlıyorsunuz?


Ben mümkün olduğunca böyle tanımlamalardan uzak durmaya çalışıyorum. Bence böyle kategorik ayırımlar kitaplar için kullanılmalı yazarlar için değil. Benim yazdığım bir roman, diyelim "tarihi roman" türüne girebilir ama bu, beni "tarihi roman yazarı" yapmaz. Ben belki de bir sonraki romanımda daha farklı bir alanda gezinirm.

Kaldı ki bu tür kategorik ayırımlar sadece zihinlerimizde var. Mesela Umberto Eco'nun Gülün Adı adlı kitabı için ne diyeceğiz? Tarihi roman mı, postmodern roman mı, gerilim romanı mı… yoksa hepsi birden mi? Aslında türler içiçedir ve böylesi net ayırımları biz sadece kafamızda yaratırız.

Ben bu tür kategorik ayırımları pek önemsemiyorum. Ama romanlarımın postmodern ya da tarihi olarak adlandırılmasından da rahatsızlık duymuyorum. Ne yazık ki, her iki tür de Türkiye'de gerektiği gibi tartışılmıyor.

• Mahrem'de şişman bir kadının iç dünyasını anlatıyorsunuz. Bunları yaşamayan biri yazmış olamaz dedirtircesine bir anlatım zenginliği var. Bunu nasıl başarıyorsunuz? Empatiye yatkın mısınız?


Ben sadece Mahrem'de değil, daha önceki romanlarımda da hep "olmadığım şeyi" anlatmışımdır. İlk romanım Pinhan'da doğuştan çift cinsiyetli bir insanın iç arayışı anlatılıyordu. İkinci romanım Şehrin Aynaları'nda ise ağırlıklı olarak dinsel azınlıkları anlattım. İlk bakışta ben bu insanlardan biri değilim. Ama onları anlattım, çünkü kendimi onlara yakın hissettim. Bence hayatla ilişkisi pürüzsüz olamamış insanlar, hayatla ilişkisi pürüzlü olan insanları kendilerine yakın hissedebilirler. Bu ruhsal bir yakınlıktır. Ruhsal yakınlık için gidip illa da o insanın konumunda, kisvesinde olmak gerekmez. Ben buna ruhdaşlık diyorum. Ben romanlarımda ruhdaşlarımı anlatıyorum, sevdiğim, hissettiğim insanları anlatıyorum ama ilk bakışta, yani yüzeyde, bu insanlarla hiçbir ortak noktam yokmuş gibi görünebilir. Oysa yüzeyin altına bakarsanız çok ortak noktam olduğu ortaya çıkar.

Kaldı ki benim için edebiyat, insanın "olduğu şey"i değil, "olmadığı şey"i anlatmasıdır. Eninde sonunda, o "olmadığı şey"den hiç mi hiç uzak olmadığını görmek ve gösterebilmek için. Yani başka türlü olsaydı herkes sadece kendi yaşadıklarını anlatır ve edebiyat bir otobiyografi geleneğinden ibaret kalırdı. Oysa tam tersine, insanın başkasının kılığına bürünebilmesine, başkasının hayatını yaşamasına olanak verir edebiyat. Ben de romanlarımda bunu yapıyorum.

• Kitapta yer alan sözlük romanın akıcılığını engelleyen bir faktör değil mi sizce? Ya da şöyle sorayım. Roman içi sözlük nasıl bir düşüncenin ürünü?


Bu konuda farklı insanlar farklı yorumlar yaptılar. Evet, sözlüğün okuma hızını kestiğini düşünenler de oldu. Ama tam tersine sözlük maddelerini öne çıkartarak okuyanlar da oldu. Ben Nazar sözlüğü'ne çok önem veriyorum. Mahrem'i yazarken en çok Nazar Sözlüğü maddeleriyle uğraştım. Aslında sözlük kitapta yer alandan çok daha geniş ve kapsamlıydı. Pek çok maddeyi çıkarmak durumunda kaldım. Sonra öyle bir şey ki, bir yerden iki madde çıkarınca bütün denge alt üst oluyor, oturup her şeyin yerini değiştirmek durumunda kalıyorsunuz. Tabi bunlar okurun hemen fark edebileceği şeyler değil, ama Nazar Sözlüğü'nün arkasında epey bir emek yatıyor.

Nazar Sözlüğü'nün nasıl geliştiğine gelince.... Romanda, bu sözlüğü hazırlayan cüce, şişko'ya, görmek ve görülmenin önemini göstermek için bu sözlüğü hazırlamaya girişiyor. Yani bu meselenin nasıl hayatımızın her alanına, her ayrıntısına nüfuz ettiğini gösterebilmek için. Mahrem de buna yakın bir fikre yaslanıyor. Demek ki şöyle diyebiliriz. Nazar Sözlüğü aslında bir minyatür. Ya da bir mikrokozmos. Ana anlatının, yani romandaki makrokozmosun bir küçük örneğini, minyatürünü barındırıyor içinde. Bu benim hayatı kavrayış tarzıma yakın, yatkın bir şey.

Bu işin bir yanı. İşin öbür yanına gelince, Nazar Sözlüğü maddelerini farklı okurlar farklı şekillerde okurlar ve bence bu okumalar içinde tek bir doğru okuma yoktur. Mahrem, farklı okumalara, yorumlara açık bir kitap. Benim için Nazar Sözlüğü maddeleri, hikaye içinde hikaye, kapılar içinde kapı demektir. İster açarsınız o kapıları, ister açmadan ilerlersiniz. İstediğiniz kapıdan çıkıp istediğiniz kapıdan metne tekrar girersiniz. Mahrem, yazarın konumunu ve iktidarını zayıflatan, okurun rolünü ve hareket serbestliğini artıran bir kitap.

• Mahrem'de okurları zaman ve mekan yolculuğuna çıkarıyorsunuz. Günümüz İstanbul'undan, 1968 Fransası'na kadar çeşitli boyutlarda bir yolculuk. Neden yolculuk?


İlerlemeci, çizgisel zaman anlayışı geçmişi, şimdiki zamanı ve geleceği düz bir çizgi üzerinde hizaya sokar. Alıştığımız, kendimizi alıştırdığımız zaman anlayışı budur. Oysa bir de döngüsel bir zaman anlayışı vardır. Geçmişin ve geleceğin, tam da şu an içinde şekillendiği başka bir zaman anlayışı. Bu ikisinin sonuçları çok farklı olabilir.

Döngüsel zaman anlayışında her şey her şeyle ilintilidir. İnsan, aynı çemberin parçası olarak gördüğü için hayvanları, bitkileri, öteki varlıkları küçümsemez, küçümseyemez. çünkü hepsi de aynı özü taşırlar içlerinde, aynı bütünün parçalarıdır. çünkü her şey her şeyle bağlantılıdır.

Ben romanlarımda çizgisel, ilerlemeci zaman anlayışı didiklemeyi seviyorum. Zamanda ve mekanda kaymalar aracılığıyla her şeyin her şeyle bağlantılı olabileceğini gösteriyorum. Olmadık insanları yanyana getiriyor, bambaşka hikayeleri içiçe geçiriyorum. Kahramanlar yaratmıyorum çünkü kahramanlara inanmıyorum.

Ben geçmişe, tarihe baktığımda da şaşaalı zaferler, korkusuz kahramanlar, ulu devletler filan değil, benim gibi etten kemikten insanlar görüyorum. Tarihe insanlar aracılığıyla bakıyorum. İnsanlara da hikayeleri aracılığıyla bakıyorum. Hikayeler ise öyle sabit, su geçirmez kaplarda ayrı ayrı durmuyorlar. Devamlı başka hikayelerle beslenip içiçe geçiyorlar.

• Üniversite çağına kadar yurtdışında ve çeşitli ülkelerde kaldınız. Türkiye'ye bu dönemden sonra geldiniz. Buna rağmen Türkçe'ye hakimiyetiniz ve kelime zenginliğiniz dikkat çekici. Bunu nasıl başardınız?


Tam olarak böyle değil. Ben Strasbourg doğumluyum. Annemle babamın ayrılmasından sonra annemle birlikte Türkiyeye döndüm ve ilkokulu burada okudum. Daha sonra ortaokulu İspanya'da okudum. Takip eden yıllarda Avrupa ve ortadoğu'da çeşitli şehirlerde bulundum ama Türkiye'den hiç kopmadım ve eğitimimin ana kısmı da Türkiye'de geçti. Ancak şunu belirtmeliyim, ben küçük yaşlarda oturup Türkçe çalışmak durumunda kaldım. Bunu önceleri mecburiyetten yapıyordum. Sonra sevdiğim için yapmaya başladım. İnsan kendi ana dilini çalışmıyor, ana diline özen göstermiyor. Diyelim Fransızca öğrenmek istiyoruz. Bunun için para, zaman, emek ayırıyoruz da ana dilimiz için en ufak bir şey yapma gereği duymuyoruz.

Ben oturup ana dilimi çalışmak durumunda kaldım bir dönem, sonra da bundan vazgeçemedim. Sözlük okumayı severim. Oturur kitap okur gibi sözlük okurum. Yani çalışıyorum. Sadece dili değil, anlatacağım konuları da oturup araştırıyor, ders çalışır gibi çalışıyorum. Ben eğer Mahrem'de 1600lerin Sibiryasını anlattıysam emin olun oturup Sibirya üzerine epey bir araştırma yapmışımdır. Benzer şekilde dinler tarihi, kültürel tarih, gündelik yaşam tarihçiliği… sürekli bu alanlarda okuyor, araştırıyorum. Yani ben romancılığımda, bilgi ile duyguyu içiçe geçiriyorum.
 

ELEŞTİRİLER-GÖRÜŞLER​


Gül Dirican, “Elif Şafak’ın Mahrem’i”, Milliyet, 5 Eylül 2000

Mahrem'de çok rahat postmodern bir yapıdan bahsedebiliriz. Hani neredeyse öğrencilere örnek olarak verilebilecek yapıtlardan. Bunu söylerken dilin kullanımını ayrı tutuyorum. Benim başımın belası olan, biliyorum ki bazılarının çok sevdiği o dil oyunları bu romanda da hayli yer tutuyor. Temel itirazım da bu. Romanın başında, bir sağanak halinde yağan dil oyunları, ancak ikinci yarıdan sonra olmazsa olmaz hale dönüşebiliyor, romanın öyküsüne katkıda bulunabiliyor.

Elif Şafak'ın öykü anlatıcılığı özellikle bu romanında berraklaşmış. Masalın dili, bu romanın sürükleyiciliğinde ana unsur olarak görülüyor ve Şafak'ın yepyeni diyebileceğimiz bir üslubunun da habercisi. Özellikle tarihsel diye kabaca adlandırabileceğim bölümlerden ayrılmak istemedim.

Bu kitabın çok okunacağından ve tartışılacağından eminim. Adının "Mahrem" oluşu benim için sadece, istese de istemese de aşırı yer dolduran karakterle sınırlı. Romandan aldığım tatta, "mahremiyet" alt okumasına gerek yoktu ve bu gözle okuduğum için de beni suçlayamazsınız. Ben bu romanın masallarının peşinden gitmeyi tercih ediyorum....


Atilla Birkiye, “'Karnaval dünyası'na yol alış”, Cumhuriyet, 28 Kasım 2000

Modernitede 'sergileniş'

Elif Şafak'ın üçüncü romanı Mahrem geçen ay Metis Yayınları'ndan çıktı. Mahrem'de de iç içe geçmiş bir kurgulama var. Belli ki yazarımız, çok uğraşmış. Basit ve sıradan olanı değil, güç olanı çözmeye yönelmiş. ''Hikâye anlatma'' düzleminde bir önceki romanı gibi geleneğe el uzatıyor. Sözcük düzlemindeki dilin bilinçli kullanımı yine biçemin ana özelliği olarak karşımıza çıkıyor.

Modernitenin ve bizim toplumumuzun ''kadın ile ilişkisi'', ''kadına bakışı'' diyebileceğimiz bir izlekte, ''sergileniş'' ile ilintili bir içerikle karşılaşıyoruz bu kez. ''Görmeye'', ''görülmeye dair'' bir roman olarak tanımlanmasının ana nedeni bu kanımca. Yalnızca, şişman genç bir kadının –ya da öteki sıra dışı kadınların– toplumsal konumunun huzursuzluğu değil bu sergilenişin altında yatan. Olduğu gibi moderniteye, bizim modernitemize de ilişkin bir çözümleme, sorgulama.

Bu kez, –edebiyatımızda çok seyrek gördüğümüz– küçük küçük tuzaklar var romanın içinde. Metnin içinde yer alan, okuma sürecindeki bu tuzaklar, bir bakıma, İstanbul'un eski semtlerinden biri olan Cihangir'deki günlük yol alışlarımızda karşılaşacağımız ''önemli'' ayrıntılara denk düşüyor.

Mahrem'i okuduktan sonra bir de bu gözle Cihangir'i dolaştım. Bazı göstergeleri tam ''bulamadığımı'' da itiraf edeyim. Örneğin Hayalifener Apartmanı'nı; gerçi bulmam da şart değil ya... Cihangir ve göstergeleri benim saptamam. Bir başka okurun farklı olabilir. Yazarınki de bir başka olabilir; ya da tüm bunlar bir başka semt için de geçerli olabilir. Ama yanıldığımı hiç sanmıyorum!

Şehrin Aynaları'ndaki lanetlenme, bu kez de karşımıza bir başka boyutuyla çıkıyor. Bunları romanın sürprizleri olarak okura bırakıyorum. Kadın ile erkek arasındaki ilişkiyi, bir önceki romanda olduğu gibi, modern anlatının evrenini parçalayarak, belki de tersyüz ederek ya da alışılmadık bir biçimde sunarak diyelim, yine bir karnaval dünyasının/evreninin içine oturtuyor.

(Romanın dördüncü sayfasında bir ithaf var: ''Be-Ce için'' .) Romanın hemen başında şişman genç kadının sevgilisinin Be-Ce olduğunu okuduğumda, uslamlamam beni, daha bunun kim, nasıl biri olduğunu –hatta başta cinsiyetinin ne olduğunu bile– düşünmeden, A-B-C'ye, alfabe sıralamasına, dolayısıyla Elif'in kendisine götürdü. Böylece, şişman genç kadın, Be-Ce, yazar, anlatıcı arasında parçalanmış bir düzlem/düzlemler ortaya çıktı. Bundan sonrası, yukarıda da dediğim gibi okurlar için bir sürpriz, bir oyun olsun!)

Elif Şafak, iki romanından anlaşıldığına göre kolay kolay vazgeçemeyeceği ve romanımızda pek görülmeyen karnavallaştırma, ''karnaval dünyası'' (evreni, atmosferi) oluşturma ile biçeminin ana öğesi olan, en eski anlatı metinlerinden, Dede Korkut'lardan, Binbir Gece Masalları'ndan uzanıp gelen ''hikâyeci'' özellikleriyle öne çıkıyor.

Bunların yanı sıra, –parça parça da olsa– modernitenin sorgulanmasıyla, belki de bundan kopuk düşünmediği kent'i, yani İstanbul'u ele alışıyla da önce çıkıyor? Böylece, büyük bir olasılıkla medyamızın ilgilenmeyeceği –ilgilenmemesi isabet olur aslında– yeni bir romancı ortaya çıkıyor...


Pınar Göksan Aker, “Sayılarda gizlenen 'Mahrem'”, Cumhuriyet Kitap, 16 Kasım 2000

Sessizliğin, altın kadar kıymetli olduğu mahallelerden birinde, bütün gün pencerenin önünde oturup çeyiz işlermiş ana kız. Hayallerin iğne deliğinden geçecek kadar küçük olmalı, dermiş kadın kızına. 'Baktın ki hayalin geçmedi iğnenin deliğinden, boşver onu. unut gitsin. İğne deliğinden geçemeyen hayaller boş hayallerdir. Hüsrandan başka bir şey getirmezler.' Kız dikkatle dinlermiş annesinin anlattıklarını. Sonra dalıp gidermiş hayallere. Ne vakit hayal kursa, elinden kayıverirmiş gergef; iğneyi de beraberinde götürerek.-Nazar Sözlüğü'nden "İğne deliği"

Mahrem, 1999'un İstanbul'unda başlayıp 1999'un İstanbul'unda biten; araya tarihlerin, masalların, ülkelerin, hayvansı insanların, insansı hayvanların, kötülerin, zayıfların, çirkinlerin, güzellerin girdiği, zamanın ve mekânın geçmişle bugün arasında mekik dokuduğu bir roman... Genç yazar Elif Şafak'ın, Kem Gözlere Anadolu (1994), Pinhan (1997), ve Şehrin Aynaları'ndan (1999) sonra kaleme aldığı dördüncü kitabı, üçüncü romanı.

Roman, farklı zaman ve mekândaki masalsı ve gerçek kahramanların ayrı ayrı öykülerinden kurulu... 1999'un İstanbul'unda karşımıza çıkan, şişmanlığı başına dert bir kadın kahraman... Yemesi için acıkması gerekmeyen, zaten her koşulda acıkan genç bir kadın... Sıkıldıkça yiyen, yedikçe sıkılan... Doydukça acıkan, acıktıkça neşelenen, neşelendikçe acıkan, acıktıkça yiyen... Bakışların kilolarına kilitlenip insafsızca sorguladığı, yadırgadığı, dersler çıkardığı, haline şükrettiği, tahtalara vurduğu, parmakla gösterdiği bir kimlik... Zayıflamayı deneyen ama midesinin çağrılarını hiç reddetmeyen, yedikçe kilo alan, aldıkça iştahı kabaran bir kadın...

Romanın ikinci durağı, 1885'in Perası... Kahramanı ise, bir kerametle dünyaya gelen mum kokulu Keramet Mumî Keşke Memiş Efendi. Yokuşun tepesindeki vişne renkli çadırın sahibi... Yalnızlığını, gösteri çadırında sergilediği akıllara durgunluk veren güzellik ve çirkinliklerle gidermeye çalışan masalsı adam... çadırının gözdeleri, çirkinler çirkini Samur Kız'la, güzeller güzeli Belle Anabelle...


Melih Bayram Dede, “Ruhdaşlarımı yazıyorum”, Yeni Şafak, 11 Ocak 2001

Mahrem, aynı zamanda bir sözlük aslında. Romanın içine geçirilmiş bir sözlük alışılmadık bir tarz. Kitapta yer alan sözlüğün romanın akıcılığını engelleyen bir faktör olduğu yorumları yapıldığı gibi, yararlı bulanlar da var. Şafak, Nazar Sözlüğü'nü eleştirenler kadar yararlı bulanların da olduğunu ifade ediyor. Romanı yazarken en çok sözlükte zorlandığını belirten romancı, "Benim için Nazar Sözlüğü maddeleri, hikâye içinde hikâye, kapılar içinde kapı demektir. İster açarsınız o kapıları, ister açmadan ilerlersiniz. İstediğiniz kapıdan çıkıp istediğiniz kapıdan metne tekrar girersiniz. Mahrem, yazarın konumunu ve iktidarını zayıflatan, okurun rolünü ve hareket serbestliğini artıran bir kitap" şeklinde konuşuyor.

Mahrem'de şişman bir kadının iç dünyasını, "Bunları yaşamayan biri yazmış olamaz!" dedirtircesine bir anlatım zenginliğine sahip. Bunu nasıl başardığını sorduğumda ise sadece Mahrem'de değil, daha önceki romanlarında da hep "olmadığı şeyi" anlattığını belirtiyor. "İlk bakışta ben bu insanlardan biri değilim. Ama onları anlattım, çünkü kendimi onlara yakın hissettim. Bence hayatla ilişkisi pürüzsüz olamamış insanlar, hayatla ilişkisi pürüzlü olan insanları kendilerine yakın hissedebilirler. Bu ruhsal bir yakınlıktır. Ben buna ruhdaşlık diyorum ve romanlarımda ruhdaşlarımı anlatıyorum.”
 
Okuduğum ilginç kitaplardan biriydi. çok şişman bir kadın ve cüce bir erkeğin aşkını konu alan kitapta toplumdan dışlanmış insanları konuşturmuş. Kitaplarında tezatlıkları kullanması bence kitabı çekici hale getirmiş. Kitapta şişmanlıktan çokca bahseden yazar toplumumuzun ortak sorununuda bir şişmanın ağzından dile getirmiş aslında.

Okuduğum eleştirilere göre kimileri nazan sözlüğünü ilgi çekici bulmasa da bence kitabın en ilgi çekici yanı nazar sözlüğüydü. En çabuk okuduğum ve gelmesini iple çektiğim kısımdı. Sözcük anlamlarından ziyade daha nasıl farklı bir yorum geitrdiğini merakla ve beğeniyle okudum. Zaten daha önce de gözbebeği tarifini forumumuzda yayınlamıştım. Gerçekten okunmasını önerebileceğim bir kitap ve cidden çok kaliteli bir yazar
 
Mahrem - Elif Şafak

Mahrem, görmeye ve görülmeye değer bir roman. Elif Şafak, usta kalemiyle şişman bir kadının hikayesini anlatıyor bize...

Şimdiki zamanda yaşayan Şişko'nun öyküsünü neden 1880'lerin Perasına bağladınız? Osmanlı'nın son dönemini yeğlememin nedenini, o dönemde yaşama yeni yeni giren moderniteyle birlikte Osmanlı'nın görsellik anlayışında bir değişiklik olması.

Modernite olgusuyla birlikte görsellik yeni bir anlam kazanıyor ve bunun odak noktasında da kadının bedeni yer almaya başlıyor. Kadın, etek boyundan vücut hatlarına kadar herşeyiyle 'seyirlik malzeme'ye dönüşüyor. Modernleşme tartışmasının odak noktasında kadın ve kadın bedeni vardır zaten.

Modernite bir seyirlik dünya inşa eder.1880'deki Pera'nın vurgusu bu: O dönemde Osmanlı'da bir seyirlik dünyanın malzemesi. Bu dünyanın referansı da 1880'lerin Pera'sı.

(Hangimiz Şişko değiliz ki? Ahsen Erdoğan- Elif Şafak Söyleyişisi'nden, Binyıl Kitap,29 Eylül 2000)


Şişman ama çok şişman bir kadının başrolü aldığı çok az roman vardır. Elif Şafak'ın son romanı Mahrem'de, şişman olduğu için gözden kaçamayan bir kadın ana tema olarak kullanılıyor.

Elif Şafak'ın öykü anlatıcılığı özellikle bu romanda berraklaşmış. Masalın dili, bu romanın sürükleyiciliğinde ana unsur olarak görülüyor ve Şafak'ın yepyeni diyebileceğimiz bir üslubunun da habercisi...
 
Elif Şafak'ın "Mahrem" adlı eseri hakkında paylaştığınız bilgilere dayanarak, romanın derinliklerine vurgu yapan bir yapıya sahip olduğunu görebiliyoruz. Özellikle "Nazar Sözlüğü" ve "göz" motifinin işlenmesi, görme ve görülme arasındaki ilişki üzerinden anlam katmanlarını zenginleştirdiğini gösteriyor. Şafak'ın edebi üslubu ve karakterleri "öteki" kavramı üzerinden şekillendirerek okuyucuları düşündürmeye yönlendirdiği anlaşılıyor. Romanın kurgusal olgunluğuyla kalıcı bir etki bırakması da edebiyat dünyasında önemli bir yer edinmesine katkı sağlamış olabilir. Bu detaylı bilgilerle, "Mahrem"in edebi değerinin üzerinde düşünme fırsatı sunuyor ve okuyucuları derin bir yolculuğa çağırıyor.
 
Geri
Top