• Merhaba Ziyaretçi.
    "Hoşgeldin sonbahar "
    konulu resim yarışması başladı. İlgili konuya BURADAN ulaşabilirsiniz. Sizi de beğendiğiniz 2 resmi oylamanız için bekliyoruz...

Hz. Muhammed (s.a.v.) (571-632)

VI- HİCRETİN ALTINCI YILI

6- KURAYZAOĞULLARI GAZVESİ (Zilkade 5 H,/Mart 627 M.)
a) Savaşın Sebebi
Rasûlullah (s.a.s.) Medine'deki Yahûdî kabîleleriyle ayrı ayrı anlaşmalar yapmıştı. Bunlardan Kaynuka ve Nadîroğullarının, anlaşma hükümlerine uymadıkları için Medine'den çıkarıldıklarını daha önce görmüştük. Kurayza oğulları ise, Uhud Savaş'ından sonra anlaşmayı yeniledikleri için yerlerinde kalmışlardı.
Hendek Savaşında, Benî Kurayza Yahûdîleri önce anlaşmaya bağlı kaldılar. Hendek kazılırken, kazma, kürek gibi âletler vererek Müslümanlara yardımcı oldular. Ancak, savaşın en tehlikeli bir ânında, Benî Nadîr Reisi Huyey b. Ahtab'ın teşvikiyle anlaşmayı bozdular. Müslümanlarla birlikte Medine'yi savunmaları gerekirken, müşriklerle birlikte, Müslümanlara karşı savaşa girdiler.(236) Böylece vatana ihânet suçu işlediler. Rasûlullah (s.a.s.)'in nasihat için gönderdiği Evs Kabilesi Reisi Sa'd b. Muâz'ın sözlerine de kulak asmadılar. Hz. Peygamber (s.a.s.) hakkında çirkin sözler söyleyerek düşmanlıklarını açıkça ilân ettiler. Ancak, Benî Kurayza'dan yaptıklarının hesâbı sorulacaktı. Bu sebeple, Hendek Savaşından Medine'ye döner dönmez, Benî Kurayza üzerine sefer emri verildi.
Rasûlullah (s.a.s.) Hendek Savaşı'ndan dönmüş silahlarını çıkarmış, üzerindeki toz-toprağı temizlemek için, gusletmek istemişti. Bu esnâda Cibrîl (a.s.) at üstünde ve toz-toprak içnde geldi:
-"Aa, silahını çıkardın mı; vallâhi biz melekler çıkarmadık. Haydi, şunların üzerine yürü", diye Kurayzaoğullarını işâret etti. (237) Rasûlullah (s.a.s.) derhal Benî Kurayza'ya sefer ilân etti. Ashâbın sür'atle yola çıkmalarını sağlamak için,
-Hiç kimse ikindi namazını sakın başka yerde kılmasın, ancak Benî Kurayza yurdunda kılsın, buyurdu.
Ashâbın bir kısmı bu emrin zâhirine uyarak, namazlarını Benî Kurayza yurduna varınca kıldılar. Bir kısmı da Peygamber (s.a.s.)'in maksadı, acele etmemizi sağlamaktır, diyerek, vakit çıkmadan yolda kıldılar. Hz. Rasûlullah (s.a.s.) her iki zümrenin yaptığını da hoş gördü.(238)
Müslümanların toplanması yatsıya kadar devâm etti sayıları 3 bini buldu. Müslümanların üzerlerine geldiğini görünce sövüp-sayarak kalelerine çekilen Beni Kurayza'nın sayısı 900 kadardı.

b) Benî Kurayza'ya Verilen Cezâ
Kuşatma 25 gün sürdü. Kurayzaoğulları anlaşmayı bozduklarına pişman oldular. Diğer Yahudî kabileleri gibi Medine'den çıkıp gitmek için izin istediler. Fakat Hz. Rasûlullah (s.a.s.) kayıtsız şartsız teslim olmalarını istedi. Reisleri Ka'b b. Esed'in başkanlığında toplandılar. Ka'b:
-"Tevratta bildirilen son peygamberin bu olduğu anlaşıldı. Müslüman olup kurtulalım, dedi Yahûdîler:
-Biz Tevrat üzerine başka kitab kabul etmeyiz, dediler, Ka'b:
-Öyleyse,kadınları ve çocukları öldürelim. Sonra kaleden çıkıp çarpışalım, belki başarırız, dedi. Onlar:
-çoluk-cocuğumuz öldükten sonra, yaşamanın ne önemi var, diye cevâp verdiler. Ka'b:
-O halde, yarın cumartesi, Müslümanlar bizden emîndir. Ansızın hücûm edelim, onları gafil avlayalım, dedi.
-Biz cumartesinin hürmetini bozamayız, diye reddettiler. Sonunda kayıtsız şartsız teslim oldular. Ancak haklarında Evs Kabilesi Reisi Sa'd b. Muâz'ın hüküm vermesini istediler.
Benî Kurayza, Evs kabilesinin himâyesindeydi. Bu yüzden, Sa'd b. Muâz'ın hakemliğini istiyorlardı. Sa'd, hastaydı. Hendek Savaşı'nda kolundan okla yaralandığı için tedâvi görüyordu. Haberi alınca geldi.
-Kur'an-ı Kerîm'e göre mi, yoksa kendi kanunlarına göre mi hüküm vermemi istiyorlar, diye sordu. Yâhudîler, kendi kanunlarına göre hüküm verilmesini istediler. Sa'd da Tevrât'a göre karar verdi.(239)
a) Savaşabilecek durumdaki erkeklerin öldürülmesine,
b) Kadınların ve çocukların esir edilmesine,
c) Bütün mallarının da zaptedilmesine hükmetti.
Rasûl-i Ekrem (s.a.s.):
"Ey Sa'd, Allah'ın rızâsına uygun hükmettin" buyurdu. (240) Yahudiler de karârın Tevrât'a uygun olduğunu itirâf ettiler. Sa'd'in bu hükmü, Tevrât'ın Tesniye kitabının 20. Babının 10-14 üncü âyetlerine uygun düşmüştü. Bu gün de vatana ihânet edenlere ölüm cezâsı verilmektedir.
Benî Kurayza hakkındaki hükmü Hz. Ali ve Hz. Zübeyr icrâ ettiler. Kazılan büyük bir hendeğin kenarında 600 kadar Yahûdînin birer birer boyunlarını vurup hendeğe attılar. İçlerinden 4 tanesi Müslüman olup hayatlarını kurtardılar. Benî Nadîr Reisi Huyey b. Ahtab ile Benî Kurayza Reisi Ka'b b. Esed de öldürülenler arasındaydı.
Benî Kurayza'nın malları, mücâhidlere paylaştırıldı. Arâzisi ise, ensarın rızâsiyle muhâcirlere verildi.
"Allah, Ehl-i Kitab'dan müşrikleri destekleyen (Benî Kurayza Yahûdî)lerini kalelerinden indirmiş, kalblerine korku salmıştı. Onların kimini öldürüyor, kimini de esir alıyordunuz. Yerlerini yurtlarını, mallarını ve henüz ayağınızı bile basmadığınız toprakları Allah size mirâs olarak verdi. Allah her şeye kadirdir ". (el-Ahzâb Sûresi, 26-27)

7- RASÛLÜLLAH (S.A.S.)'İN CAHŞ KIZI ZEYNEB'LE EVLENMESİ:
Zeyneb, Rasûlullah (s.a.s.)'in öz halası Ümeyme'nin kızıdır. Abdülmuttalib'in torunudur. Hz Peygamber (s.a.s.), Zeyneb'i azadlısı Zeyd b. Hârise'yle evlendirmişti. Dindar olmasına rağmen, azadlı bir kölenin eşi olmak Zeyneb'e ağır geldi. Asâlet ve güzelliğini ileri sürerek, dâima Zeyd'in kalbini kırdı. Bu yüzden, Rasûlullah (s.a.s.)'in:
-"Eşini tut, Allah'tan kork" (241) emrine rağmen, sonunda Zeyd O'nu boşadı.
Esâsen gerek Zeyneb, gerek kardeşi Abdullah bu evliliği başlangıçta istememişler, "halanızın kızını azadlınıza mı lâyık görüyorsunuz?" demişlerdi. Fakat:
-"Allah ve Rasûlü, bir şeye hükmettiği zaman, mü'min erkek ve mü'min kadın için muhayyerlik yoktur." (el-Ahzâb Sûresi, 36) anlamındaki âyet inince, istemeyerek rızâ göstermişlerdi. çünkü Zeyneb, Kureyş'in Hâşimî kolundandı. Soylu bir kadındı. İslâm'dan önceki Arap örfüne göre soylu bir kadın, azadlı da olsa, bir köleyle evlenemezdi. Onlar, Zeyneb'in Rasûlullah (s.a.s.)'la evlenmesini istiyorlardı. Oysa İslâm Dini bütün insanları, yaratılış bakımından eşit saymıştı.(242)
Hz. Peygamber (s.a.s.), öz halasının kızı Zeyneb'i azadlısı ve evlâdlığı Zeyd ile evlendirerek, Arapların yanlış anlayışını yıkmış oldu.
Diğer taraftan, Rasûlullah (s.a.s.), peygamberliğinden önce Zeyd'i evlâd edinmişti. Arabların örfüne göre, evlâdlık öz çocuk gibi sayılır, evlâd edinen kişinin mirâsçısı ve mahremi olurdu. Bu sebeple, evlâdlığın boşadığı kadın, evlâd edinen kişiyle evlenemezdi. Kur'ân-ı Kerîm Arapların bu örfünü hükümsüz saymış, evlâdlık âdetini kaldırmıştır.(243) Bu sebeple, evlâdlığın dul kalan eşiyle, babalığın evlenmesi helâldir.
Rasûlullah (s.a.s.)'in, Arapların bu örfünü de yıkması gerekiyordu. Bu sabeple Zeyd'den boşanan Zeyneb'i Allah'ın emriyle nikâhladı.(244) Böylece hem Zeyneb'i hem de yakınlarını memnûn etmiş oldu.
Görüldüğü üzere, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bu evliliği, dinî hükümlerin uygulanması ile ilgilidir.



--------------------------------------------------------------------------------


(222/1) İbn Hişâm, 3/308; İbn Sâd, Tabakat, 8/ 177; İbn Hacer, el-İsâbe, 7/565
(222/2) Bkz. en-Nisâ Sûresi, 43 ve el-Mâide Sûresi, 6
(223) Bkz. el-Buhârî, 1/86); Tecrid Tercemesi, 2/201-204 (Hadis No: İ)
(224) Olay hakkında geniş bilgi için bkz. el-Buhârî, 3/154 Tecrid Tercemesi, 8/85-112 (Hadis No: 1151); İbn Hişâm, 3/309-321; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/195-199
(*) Mahfe: Deve ve fil gibi hayvanların üzerinde seyahat edenlerin içine oturdukları kafesli çadır veya sepet
(225) en-Nûr Sûresi, 11-13
(226) en-Nûr Sûresi, 40
(227) Bkz. en-Nisâ Sûresi, 51-52
* bk. Riyâzü's-Sâlihîn, 1/543-548 Hadis No: 522
(228) el-Buhârî, 5/45; Tecrid Tercemesi 10/227 (Hadis No: 1588)
(229) İbn Hişâm, 3/230; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/179; Târih-i Din-i İslâm, 3/258-259
(230) İçlerinden bir güruh (münâfıklar), Ey Medineliler, tutunacak yeriniz yok, hemen geri dönün, demişlerdi. Bir kısmı da Peygamber (s.a.s.)'den evlerimiz düşman saldırısına açık diye izin istemişlerdi. Oysa evleri açık değildi, sadece savaştan kaçmak istiyorlardı. (el-Ahzâb Sûresi, 13)
(231) Bu savaştan başka, hiçbir olayda Rasûlüllah (s.a.s.)'ın namazını geçirdiği nakledilmemiştir. Burada üç vakit namazını kazaya bırakması, Hendek savaşının ne derece sıkıntılı ve meşakkatli geçtiğinin en büyük delilidir. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.s.):
- "Allah onların dünyada evlerini, âhirette kabirlerini ateşle doldursun. Bize ikindiyi kılacak fırsat vermediler, nihâyet güneş battı" diye bedduâ etmiştir. (el-Buhârî, 5/48 ve 3/233; Tecrid Tercemesi, 2/238 (Hadis No: 353) ve 8/396, (1233 numaralı hadisin izâhı,)
* el-Buhârî, 4/24 (K. el-Cihad, B. 157)
(232) İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/182-184
(233) el-Buhârî, 3/234 ve 5/49; Tecrid Tercemes, 8/395 (Hadis No: 1233)
(234) Bkz. el-Buhârî, 5/47 "Ben sabâ rüzgarıyle yardım olundum, Ad kavmi ise debur (lodos) rüzgârıyla helâk edildi." (bkz.el-Hakka Sûresi, 6)
(235) el-Buhârî, 5/48; Tecrid Tercemesi, 10/230 (Hadis No: 1589); İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/184
(236) el-Ahzâb Sûresi, 26
(237) el-Buhârî, 5/49-51; Tecrid Tercemesi, 8/ 325 (Hadis No: 1191)
(238) el-Buhârî, 5/50; Müslim, 3/1391 (Hadis No: 1770)
(239) Bkz. Tevrât, Tesniye Kitabı, Bab: 20, Ayet:10-14
(240) Bkz. el-Buhârî, 5/50; Tecrid Tercemesi, 10/ 245 (Hadis No: 1591)
(241) Bkz. el-Ahzâb Sûresi, 37
(242) "Allah katında en üstününüz, O'na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır". (Hucûrat Sûresi, 13) "Ey insanlar Rabb'ınız birdir, babanız birdir. Arabın Acem'e (Arab olmayana), Acemin Arab'a, beyazın siyaha, siyahın beyaza veya kızılderiliye üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir." (Müsned-i Ahmed b. Hanbel, 5/ 411; Mecmeu'z-Zevâid, 3/266 ve 8/84)
(243) "Allah evlâtlıklarınızı, oğullarınız gibi tutmanızı meşrû kılmamıştır". (el-Ahzâb Sûresi 4)
(244) "... Sonunda Zeyd, eşiyle ilgisini kestiğinde, onu seninle evlendirdik ki, evlâtlıkları eşleriyle ilgilerini kestiklerinde, onlarla evlenmek hususunda mü'minlere sorumluluk olmadığı bilinsin." (Ahzâb Sûresi, 37)



VII-HİCRETİN YEDİNCİ YILI (628-629 M.)


1- İSLÂMA DAVET İçİN ELçİLER GÖNDERİLMESİ

"Ya Muhamed! De ki; doğrusu ben, göklerin ve yerin yegâne mâliki, kendisinden başka ilâh olmayan; dirilten ve öldüren Allah'ın hepiniz için gönderdiği peygamberiyim..."
(el-A'raf Sûresi, 158)
Hz. Muhammed (s.a.s), daha önceki peygamberler gibi, sâdece Arapların veya belli bir toplumun peygamberi değildir. O'nun peygamberliği umûmîdir. Kıyâmete kadar gelecek bütün insanlara peygamber ve âlemlere rahmet olmak üzere gönderilmiştir.(262) Bu sebeple İslâm'ı her tarafa yayması, peygamberliğini bütün dünyaya duyurması gerekiyordu. Fakat şimdiye kadar Mekke müşrikleri buna imkân vermemişlerdi.
Hudeybiye Anlaşmasıyle iki taraf arasında barış ve güvenlik sağlandı. Artık, Müslümanlığın yayılması için herkese ve her tarafa duyurma zamanı gelmişti. Rasûlullah (s.a.s) Hudeybiye'den dönünce bu konuyu ashâbıyle istişâre etti. Büyük ve komşu devletlerin hükümdarlarıyla bazı Arap beyliklerine mektup ve elçi gönderilmesi kararlaştırıldı. Kaşında "Muhammed Rasûlullah" yazılı gümüş bir yüzük yaptırıldı, mektuplar bununla mühürlendi.(263)

Elçiler ve Gönderildikleri Hükümdarlar
Bizans Kayser'i Hirakliyus'a, Halîfe oğlu Dihyetü'l-Kelbî; İran Kisrâ'sı Hüsrev Perviz'e, Huzâfe oğlu Abdullah; Habeşistan Necâşisi Ashame'ye, Ümeyye oğlu Amr; Mısır (İskenderiyye) Mukavkısı çüreyc'e, Ebû Beltea oğlu Hâtıb; Gassan Emîri Hâris b. Ebî Şemmer'e, Vehb oğlu Şuca'; Yemâme Emîri Hevze b.Ali'ye de Amr oğlu Salît elçi olarak mektup götürdüler.(264)

2- HZ. PEYGAMBER (S.A.S.)'İN HÜKÜMDARLARA YAZDIRDIĞI MEKTUPLAR
a) Bizans Kayseri'ne Gönderilen Mektûp
"Bismi'llâhi'r-rahmâni'r-rahim... Allah'ın kulu ve Rasûlü Muhammed (s.a.s.)'den, Rum'un büyüğü Hirakl'e. Hidâyet yoluna uyanlara selâm olsun. Bundan sonra: Ben seni İslâm'a ve onu yayma hizmetine dâvet ediyorum. Müslüman ol ki, selâmete eresin, Allah da sana ecrini iki kat versin. Eğer kabûl etmezsen, halkının vebâli senin boynundadır."
"Ey Ehl-i Kitab! Bizimle sizin aranızda müşterek bir kelimeye gelin: Ancak Allah'a kulluk edelim. O'na kullukta hiç bir şeyi ortak yapmayalım. Allah'ı bırakıp bir kısmınız diğer kısmınızı Rab edinmesin. Eğer yüz cevirirlerse, 'şâhid olun, biz Müslümanız' deyin" (Âl-i İmrân Sûresi, 64).(265)
Dihye, Rasûlullah (s.a.s.)'in mektubunu Hirakl'e götürdüğü zaman Hirakl Kudüs'te bulunuyordu. Elçiyi iyi karşıladı. Rasûlullah (s.a.s) hakkında bilgi edinmek için, bölgede bulunan Arap tâcirlerinin huzûruna getirilmesini emretti.
Mekke'den bir ticâret kafilesi o sırada bu bölgede bulunuyordu. Kafilede Kureyş'in reisi Ebû Süfyân da vardı. Ebû Süfyan ve arkadaşları getirildiğinde, Bizans'ın ileri gelen din ve devlet adamları, piskoposlar, papazlar İmparator Hirakl'in etrâfında sıralanmışlardı. Kayser tercüman vâsıtasiyle:
-Peygamberlik davasında bulunan bu zâta, içinizde soyca en yakın olan kim? diye sordu. Ebû Süfyân:
-Burada nesebce O'na en yakın benim, diye ilerledi. Kayser Ebû Süfyân'ı arkadaşlarının önüne oturttu. Sorularıma doğru cevâp vermezse, siz düzeltin, dedi. Sonra İmparator ile Ebû Süfyân arasında şu konuşma geçti:
-İçinizde Muhammed (s.a.s.)'in soyu nasıldır?
-Asil bir soydandır.
-Memleketinizde ondan önce Peygamberlik davasında bulunan oldu mu?
-Hayır.
-Sülâlesinde hükümdar var mı?
-Hayır.
-O'nun dinine girenler halkın eşrâfı mı, zayıfları mı?
-çoğunlukla fakir ve zayıf kimseler.
-O'na uyanlar gün geçtikce çoğalıyor mu, azalıyor mu?
-çoğalıyor.
-Dinine girdikten sonra, beğenmeyip ayrılanlar oldu mu?
-Olmadı.
-Daha önce yalan söylediği olur muydu?
-Aslâ olmazdı.
-Hiç sözünde durmadığı oldu mu?
-Olmadı, ancak şimdi biz onunla barış yaptık. Bu müddet içinde nasıl davranacağını bilmiyoruz.
-O'nunla hiç savaştınız mı?
-Evet savaştık.
-Netice ne oldu ?
-Bazan biz, bazan O kazandı.
-Size ne emrediyor?
-Yalnız Allah'a kuluk edin, O'na hiç bir şeyi ortak yapmayın, dedelerinizin taptığı putları bırakın, diyor. Namaz kılmayı, doğru ve iffetli olmayı, akrabalık bağını kesmemeyi emrediyor.
Bundan sonra imparator sözlerine şöyle devam etti:
Nesebce asîl olduğunu söylediniz. Peygamberler dâima asil soydan gelmiştir. İçinizden daha önce böyle bir davada bulunan olmadığını anlattınız. O'halde eski bir davanın peşinde bir kişi sayılamaz. Soyunda hükümdar yoktur, dediniz. Bu durumda servet ve saltanat peşinde olduğu da söylenemez. Daha önce kesinlikle yalan söylemediğine şehâdet ediyorsunuz. İnsanlara yalan söylemeyen Allah'a karşı da yalan söylemez. O'na imân edenlerin çoğunlukla fakir ve zayıflar olduğunu ifade ettiniz. Peygamberlere ilk uyanlar dâima böyle olmuştur. O'na uyanların gün geçtikçe arttığını söylediniz. Hakk'a uyanlar azalmaz, dâima çağalır. Dinine girdikten sonra dönen hiç yok dediniz. İmân kalbde kökleşince çıkmaz. Sözünde durduğunu, kimseyi aldatmadığını itirâf ettiniz. Peygamberler kimseyi aldatmaz. Sizi ancak Allah'a kulluk etmeğe, O'na hiç bir şeyi ortak koşmamağa dâvet ettiğini açıkladınız. Eğer bu söyledikleriniz doğru ise, ayaklarımın bastığı şu topraklar, yakında O'nun olacaktır. Ben bir peygamber geleceğini biliyordum ama, sizden çıkacağını sanmazdım. Eğer O'na ulaşabileceğimi bilsem, her zahmete katlanırdım. Yanında olsam, ayaklarını yıkar, hizmet ederdim. dedi. Sonra mektûbu okuttu.
İmparatorun Ebû Süfyânla yaptığı konuşma, papazları kızdırmıştı. Mektup okununca salonda gürültü çoğaldı. İmparator işin kötüye varmasından korktu. Elçinin ve Arap tâcirlerin çıkmalarını istedi. Ben sizin dininize bağlılığınızın derecesini anlamak istemiştim, diyerek tutumunu değiştirdi.(266)
Kayser Hirakl'in kalbinde iman kıvılcımı belirmişti. Dünya hırsı ve saltanatını kaybetme korkusu, bu kıvılcımı söndürdü. Fakat elçiye saygısız davranmadı, hediyeler vererek nezâketle geri çevirdi.

b) İran Kisrâ'sına Gönderilen Mektup
Bismi'llâhi'r-rahmâni'r-rahim. Allah'ın kulu ve Peygamberi Muhammed (s.a.s.)'den Fars'ın ulusu Kisrâ'ya. Hidâyete uyanlara, Allah ve Rasûlüne imân edenlere, Allah'tan başka hiç bir ilah olmayıp O'nun bir tek olduğuna, ortağı ve benzeri bulunmadığına, Muhammed (s.a.s.) 'in O'nun kulu ve rasûlü olduğuna şehâdet edenlere selâm olsun. Ey Kisrâ! Seni Allah'ın dinine dâvet ediyorum. çünkü ben, dirileri (Allah'ın azabıyla) uyarmak, kâfirler üzerine o söz (azab) hak olmak için, bütün insalara Peygamber gönderildim. Ey Kisrâ! müslüman ol ki selâmet bulasın. Eğer olmazsan, mecûsîlerin günâhı boynuna olsun.(267)
Rasûlullah (s.a.s.), mektubun Kisrâ'ya verilmek üzere, Bahreyn emiri Münzir'e teslimini emretmişti. Bahreyn, o zaman İran'a bağlıydı. Münzir mektubu Kisrâ'ya götürdü. Kisrâ mektubu okuyunca yırtıp parçaladı. Rasûlullah (s.a.s.) bundan haberdar olunca:
-Parça parça olsunlar, buyurdu.(268)
çok geçmeden Kisrâ Hüsrev Perviz, oğlu Şirvehy tarafından karnı deşilerek öldürüldü. Hz. Ömer'in halifeliği sırasında da Kisrâ'nın imparatorluğu parçalandı, Sâsâni Sülâlesi son buldu. Bütün İran toprakları Müslümanların eline geçti.

c) Habeşistan Necâşisi'ne Gönderilen Mektup
"Bismi'llâhi'r-rahmâni'r-rahîm. Allah'ın Rasûlü Muhammed (s.a.s.)'den Habeş Meliki Necâşî'ye. Ey Melik, Müslüman ol. Ben, kendisinden başka ilâh olmayan, Melik, Kuddûs, Selâm, Mü'min, Müheymin (gibi yüce sıfatlarla muttasıf) Allah'ın sana olan nimetlerinden dolayı mesrûrum, senin adına hamdediyorum.
Şehâdet ederim ki, Meryem'in oğlu İsâ, Allah'ın ruhu ve kelimesidir. O'nu hiç evlenmemiş, tertemiz ve çok iffetli bir hanım olan Meryem'e ilka etti. Böylece Meryem İsâ'ya hâmile oldu. Âdem'i (anasız-babasız) kudretiyle yarattığı gibi, İsâ'yı da (babasız) olarak ruhundan ve nefhinden yarattı.
Ey Melik! Seni eşi ve benzeri olmayan tek bir Allah'a itâata, bana uymaya ve bana Allah'tan gelene imâna dâvet ediyorum. çünkü ben Allah'ın Peygamberiyim. Seni ve askerlerini Allah'ın dinine çağırıyorum. Ben size tebliğ ve nasihat ettim. Nasihatımı kabûl edin. Selâm hidâyete uyanlara.(269)
Habeşistan'a hicret etmiş olan müslümanlardan bir grup ile, Hz. Ali'nin ağabeyi Câfer Tayyar hâlâ dönmemişlerdi. Rasûlullah (s.a.s.) elçisi vâsıtasiyle bunların gönderilmesini ve Ümmü Habîbe'nin de zât-ı risâletlerine nikâh edilerek, gönlünün hoş edilmesini istemişti.
Necâşi, Ümmü Habîbeyi Rasûlullah (s.a.s.)'e nikâhladı. Habeşistan'da bulunan Müslüman muhâcirleri gemiye bindirip gönderdi. Rasûl-i Ekrem'e bir mektup yazarak Müslüman olduğunu da bildiridi.

Rasûlullah (s.a.s.)'e Habeş Necâşi'sinin Mektubu
"Bismi'llâhi'r-rahmâni'r-rahîm, Allah'ın Rasûlü Mahammed (s.a.s.)'e Necâşi Ashame tarafından. Ey Allah'ın Peygamberi, kendisinden başka ilâh olmayan Allah'ın selâmı, rahmet ve bereketi üzerine olsun.
Ey Allah'ın Rasûlü, Hz. İsâ hakkındaki açıklamayı hâvi mektubunuz bana ulaştı. Göklerin ve yerin Rabbı olan Allah'a yemin ederim ki, Hz. İsa da, kendisiyle ilgili olarak, zikrettiğinizden ziyâde birşey söylememiştir. O'nun söyledikleri de, sizin buyurduğunuz gibidir. Bize tebliğ ettiğiniz şeyleri öğrendik. Amcanız oğlu (Câfer) ve arkadaşlarıyle tanıştık. Ben şehâdet ederim ki sen, Allah'ın geçmiş Peygamberleri tasdik eden, sözünde sâdık Rasûlüsün. Sana bîat ettim, (daha önce) amcanız oğluna bîat ederek, âlemlerin Rabb'ı Allah Teâla'ya imân edip Müslüman olmuştum.(270)

d) Mısır Meliki Mukavkıs'a Gönderilen Mektup
"Bismi'llâhi'r-rahmâni'r–rahîm. Allah'ın kulu ve Rasûlü Muhammed (s.a.s.)'den Kıbt milletinin büyüğü Mukavkıs'a. Selâm hidâyet yoluna uyanlara. Ben, seni İslâm Dini'ne dâvet ediyorum. Müslüman ol ki selâmete eresin, Allah da ecrini iki kat versin. Kabûl etmez, yüz çevirirsen, Kıbt milletinin günâhı boynuna olsun." (Mektup, Âl-i İmrân Sûresi'nin 64'üncü âyetiyle son bulmaktadır.(271)
Mısır Mukavkısı Cüreyc, Rasûlullah (s.a.s.)'in elçisine hürmet gösterdi, fakat Müslüman olmadı. Elçiye bir mektup verdi, hediyelerle geri çevirdi.

Rasûlullah (s.a.s.)'e Mısır Mukavkısı'nın Mektubu
Bismi'llâhir'r-rahmâni'r-rahîm. Abdullah oğlu Muhammed (s.a.s.)'e, Kıbtın büyüğü Mukavkıs'tan, Selâm sana. Mektubunu okudum. Münderecâtını ve dâvetinizi anladım. Zuhûru beklenen bir peygamber kaldığını biliyordum. Fakat ben O'nun Şam'dan çıkacağını sanırdım. Elçinize ikram ettim. Size Kıbt milleti arasında mevkii yüksek iki câriye ile bir elbise ve binmeniz için de bir ester hediye gönderiyorum. Selâm sana muhterem Peygamber.(272)
Bu câriyelerden Mâriye'yi Rasûlullah (s.a.s.) kendisi aldı. İbrahim adındaki oğlu bundan oldu. Kardeşi Şirin'i ise şâiri, Hassan b. Sâbit'e verdi. Düldül adı verilen beyaz estere de bindi.

e)Yemâme Emiri Hevze'ye Gönderilen Mektup
"Bismi'llâhi'r-rahmâni'r–rahîm. Allah'ın Rasûlu Muhammed (s.a.s.)'den Ali oğlu Hevze'ye. Selâm hidâyet yolunda olanlara. Bil ki, Rabb'ım benim dinimi yakın bir zamanda, dünyanın en uzak ufuklarında parlatacak. Ey Hevze, Müslüman ol da selâmete er. Ben de idâren altındaki yerleri, senin idârende bırakayım.(273)
Hrıstiyan olan Hevze, Müslüman olmadı. Rasûlullah (s.a.s.)'e yazdığı cevapta:
-Beni dâvet ettiğin din çok güzel. Ancak Arablar benim yerime göz koymuşlardır. Beni veliahd yaparsan, sana tâbi olurum, dedi. Rasûllüllah (s.a.s.)'a Hevze'nin cevâbı okununca:
-Bu adam ne söylüyor? Bu şartla O'na bir karış yerin idaresini bile bırakmam, buyurdu.(274) Hevze, Mekkenin fethinden sonra öldü. çok geçmeden bu bölge Müslüman oldu.

f) Gassân Emiri Hâris'e Gönderilen Mektup
"Bismi'llâhi'r-rahmâni'r–rahîm. Allah'ın Rasûlü Muhammed (s.a.s.)'den Ebû Şemmer oğlu Hâris'e. Selâm hidâyete uyan, bana imân edip nübüvvetimi tasdik edenler üzerine olsun. Seni, eşi ve benzeri olmayan tek bir Allah'a imân etmeğe dâvet ediyorum.Kabûl ettiğin takdirde, yerinde hümükdar olarak kalacaksın.(275)
Hâris, Rasûlullah (s.a.s.)'in mektubunu küstahca yere attı. Elçiye saygısız davrandı. Hatta, Bizans İmparatorundan Medine üzerine asker sevki istemiş, fakat Kayser reddetmişti. Elçi Şuca', Hâris'in davranışını arzedince Rasûl-i Ekrem (s.a.s.):
-Allah mülkünü elinden alsın, buyurdu.
Hâris, Mekke'nin fethi sırasında öldü. Ülkesi Hz. Ömer'in halifeliği sırasında İslâm sınırları içine girdi.

3- HAYBER'İN FETHİ (Muharrem 7 H./Mayıs 628 M.)

a) Savaşın Sebebi
Hayber Medine'nin kuzey-doğusunda, Suriye yolu üzerinde, Medine'ye 170 km. mesâfede büyük bir Yahûdî şehriydi. Yedi kalesi vardı. Hurmalıklarıyla meşhûr, münbit bir vâha'da kurulmuştu.
Hayber, Müslümanlara karşı bir fesâd ocağı hâline gelmişti. Daha önce Medine'den çıkarılmış olan Yahûdîler de oraya yerleşmişlerdi. Müslümanlara karşı, müşrik bedevî Arabları harekete geçiren, Hendek Savaşını hazırlayan bunlardı. Hendek Savaşında, Benî Kurayza Yahûdîlerine, düşmanla işbirliği yaptıranlar da bunlar olmuştu.
Rasûlullah (s.a.s.) Hayber ahalisiyle barış yapmak istiyordu. Hudeybiye'den döndükten sonra, Ravâha oğlu Abdullah'ı Hayber'e gönderdi. Fakat Yahûdîler barış teklifini kabûl etmediler. Onlar, komşuları Gatafan kabilesiyle birlikte Medine'yi basmak için hazırlanıyorlardı. Hudeybiye Barış Anlaşması'nın, Müslümanların aleyhine görünen maddeleri,onlara Müslümanları kuvvetsiz göstermişti. Münâfıklar da onları savaşa teşvik ediyorlardı.
Gatafan kabîlesi, Müslümanlara karşı Yahûdîlerle birlikte hareket etmeyi kübûl etmişti. Düşman hazırlığını tamamlamadan harekete geçmek gerekiyordu. Rasûlullah (s.a.s.), ashâbına:
-"Cihâdı isteyenler bizimle gelsin" diyerek Hayber üzerine yürüneceğini ilan etti. Hicretin 7'inci yılı Muharrem ayında 2000 atlı ve 1600 piyâde ile Medine'den çıktı. Harekâtını düşmana sezdirmeden, üç günde Raci' Vâdisi'ne ulaştı.(276) Burada ordugâhını kurdu. Böylece Gatafan kabîlesinden, Yahûdîlere gelecek yardımın yolunu kesmiş oldu.
b) Hayber'in Kuşatılması
Rasûlullah (s.a.s.) düşman üzerine gece vakti varırsa, hemen baskın yapmaz, sabahı beklerdi.(277) Bu sebeple geceyi Raci'de geçirdi. Sabah namazını kıldıktan sonra, Hayber üzerine yürüdü.
Sabahleyin, kazma ve kürekleriyle işlerine gitmek üzere evlerinden çıkan Yahûdîler, karşılarında Müslüman ordusunu görünce şaşkınlıkla:
-Muhammed, vallâhi Muhammed ve askeri... diye bağrıştılar (278), geri dönüp kalelerine kapandılar.
Hayber'de hepsi de gayet sağlam 7 kale vardı. En kuvvetlisi ise Kamûs kalesiydi. Hepsinde de bol miktarda silah ve yiyecek vardı. Yahûdîler savaş için hazırlıklıydılar. Bu yüzden Rasûlullah (s.a.s.)'in sulh teklifini kabûl etmediler.

c) Son Kale ve Fethin tamamlanması
Yirmi gün kadar devâm eden kuşatma ve savaş sonunda, bütün kaleler birer birer zaptedildi. Sadece Kamûs kalesi kaldı. Bu kalenin kumandanlığında, Arablarca bin cengâvere bedel sayılan meşhûr Yahûdî pehlivanı Merhab bulunuyordu. Her gün sıra ile ashabın ileri gelenlerinin komutasında yapılan hücumlardan bir sonuç alınamamıştı. Nihâyet Rasûlullah (s.a.s.) bir gün:
-Yarın sancağı bir kişiye vereceğim ki, Allah Hayber'in fethini O'nun eliyle müyesser kılacak. O kişi Allah ve Rasûlünü sever, Allah ve Rasûlü de onu sever, buyurdu. Bu yüce şerefin kime nasib olacağı bilinmediğinden, herkes o gece ümitle sabahlamıştı. Hz. Ali'nin gözlerinde şiddetli bir ağrı vardı. Bu yüzden hiç kimsenin hatırından O geçmiyordu. Sabah olunca Hz. Peygamber (s.a.s.):
-Ali nerede? Bana O'nu çağırın, buyurdu.
-Yâ Rasûlallah, gözleri ağrıyor, dediler ve yederek huzuruna getirdiler.
Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) duâ edip üfledi. Hz. Ali'nin gözleri derhal iyileşti, sanki hiç ağrımamış gibi oldu. Sonra sancağı O'na verdi.(279)
Hz. Ali, Yahûdîleri önce İslâm'a çağırdı; kabûl etmediler. Sulh teklifine de yanaşmayıp, savaşa devâm ettiler.
İlk önce Merhab kaleden çıktı. Kahramanlık şiirleri söyleyerek meydan okudu. Karşısına çıkacak er diledi. O'na karşı bizzât Hz. Ali çıktı, kahramanca dövüşerek bu güçlü Yahûdîyi yere serdi. Merhab öldürülünce, Yahûdîler fazla dayanamadılar. Ümitsizliğe düşüp kaleyi teslim ettiler. Böylece Hayber feth edildi; Hz. Ali de Hayber Fâtihi oldu. Savaş sırasında Yahûdîlerden 93 kişi ölmüştü, Müslümanlar ise 15 şehit vermişlerdi.

d) Hayber Arâzisi
Savaş sonunda Hayber arâzisi, Müslümanların eline geçti. Ancak Yahûdîler, bu topraklarda yarıcı olarak çalışmak istediler; istekleri kabûl edildi. Bu sebeple Rasûlullah (s.a.s.) her yıl mahsûl zamanı Ravâhaoğlu Abdullah'ı Hayber'e gönderirdi. Abdullah da mahsûlü iki eşit kısma böler, yarısını Yahûdîlere bırakır, diğer yarısını da Medine'ye götürürdü.
Yahûdîler, Hz. Ömer'in hilâfeti zamanına kadar yerlerinde kaldılar. Hz. Ömer'in hilâfetinde, Arabistan dışına çıkarıldılar.

e) Hz. Peygamber (s.a.s.)'i Zehirleme Teşebbüsü
Hz. Peygamber (s.a.s.) fetihden sonra Hayber'de bir kaç gün daha kaldı. Yahûdîler gördükleri insânî muâmeleye rağmen, hâince davranışlarından vazgeçmediler. Rasûlullah (s.a.s)'e suikast yapmayı plânladılar.
Yahûdî reislerinden Hâris kızı Zeynep, bir ziyâfet hazırladı. Rasûlullah (s.a.s.)'i de bazı arkadaşlarıyla birlikte yemeğe dâvet etti. Fakat sofraya konulan koyun eti zehirliydi.
Hz. Peygamber (s.a.s.) durumu ilk lokmada anladı, çiğnediği parçayı ağzından çıkardı; ashâbına da yememelerini emretti. Fakat, Berâ oğlu Bişr bir kaç lokma yemişti. Rasulüllah (s.a.s.) bunu niçin yaptıklarını Yahûdîlere sorduğunda:
-Eğer yalancı isen, senden kurtuluruz, şayet hak peygamber isen, sana zarar vermez.. diye düşündük, diye, güya akıllıca bir cevap verdiler.(280)
Zeynep de suçunu inkâr etmedi.
-Babam, amcam, kocam ve kardeşlerim, hepsi savaşta öldüler. İntikam için yaptım, dedi. Rasûlullah (s.a.s.) şahsına karşı işlenen suçları affederdi. Bu sebeple Zeynep'i cezâlandırmadı. Ancak çok geçmeden zehirli etten yiyen Bişr ölünce, Zeynep de kısâs edilerek öldürülmüştür.(281)
 
4- RASÛLÜLLAH (S.A.S.)'IN HZ. SAFİYYE İLE EVLENMESİ
Hayber esirleri arasında, Benî Nadîr reisi Ahtab oğlu Huyey'in kızı Safiyye de vardı. Safiyye Hz. Harun'un neslinden olup, annesi de Benî Kurayza reisinin kızıydı. Hayber Yahûdîlerinin reisi Rabi' oğlu Kinâne ile evlenmişti. Kocası savaşta ölmüş, kendisi esir düşmüştü. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) O'nu Dihyetü'l-Kelbî'ye vermişti. Ashâb bunu uygun bulmadılar:
-Hayber reisinin eşi Benî Kurayza ve Benî Nadîr'in en şerefli hanımının câriye olarak Dihye'ye verilmesi, Yahûdîler için son derece haysiyet kırıcı olur. Bu sebeple Safiyye'yi ancak sizin nikâhlamanız uygun olur, dediler.
Rasulüllah (s.a.s.) Dihye'ye başka bir câriye verdi. Safiyye'yi azâd etti ve onunla evlendi.(282) Böylece O'nun haysiyet ve şerefini korudu.

5- FEDEK VE VÂDİ'L-KURÂ'NIN ALINMASI
Fedek, Medine'ye iki günlük mesâfede, akar suları ve hurmalıkları bol, zengin bir Yahûdî köyü idi. Rasûlullah (s.a.s.), Hayber'in muhâsarası devam ederken, Fedeklileri, İslâm'a dâvet için bir elçi gönderdi. Fedekliler, Müslümanlığı kabûl etmediler. Topraklarımız sizin olsun, biz burada Hayberliler gibi, yarıcı olarak çalışalım, dediler. İstekleri kabûl edildi.
Vâdi'l-Kurâ ise, Hayber'le Medine arasında bir çok Yahûdî köyünün bulunduğu bir vâdi idi. Buradaki Yahûdîler de çevredeki Arap kabîleleriyle anlaşarak, Müslümanlarla savaş için hazırlanıyorlardı. Rasûlullah (s.a.s.)
Hayberden dönerken buraya uğrayıp onları da İslâm'a dâvet etti, kabûl etmediler, Müslümanlara ok yağdırarak savaşı başlattılar. Dört gün süren çarpışma sonrasında yenik düştüler. Hayber gibi, elde edecekleri mahsûlün yarısı kendilerinin olmak üzere, yerlerinde bırakıldılar.
Devâmlı Müslümanlara düşmanlık besleyen Yahûdîlerin işi böylece tamamlanmış oldu. Müslümanlar Safer ayında Medine'ye döndüler.

Ele Geçen Arâzi
Müslümanların, düşmandan (kâfirlerden) savaşarak aldıkları mallara "ganimet" denir. Ganimet malların, beşte dördü savaşa katılan mücâhidlere paylaştırılır. Beşte biri ise beytü'l-mâl'e (Devlet Hazinesine) bırakılır.(283) Düşmandan (Kâfirlerden) savaşmadan barış ve anlaşma yolu ile elde edilen mallara ise "fey" adı verilir. Fey'in tamamı beyt'ül mâl'e aittir. (284) Rasûlullah (s.a.s.) hayatta iken, Beytü'l-mâle âit malların tasarrufu O'na âitti.
Bu sebeple savaşsız ele geçen Fedek arazisinin tamamı ile Hayber ve Vâdi'l-Kurâ topraklarının beşte biri Rasûlullah (s.a.s.)'ın emrine ayrıldı. Beni Nadîr arâzisi de, daha önce böyle olmuştu.(285) Hayber ve Vâdi'l-Kurâ'nın kalan arâzîsi, mücâhidlere verildi.

6- HABEŞİSTAN GÖçMENLERİNİN DÖNÜŞÜ
Habeşistan'a hicret etmiş bulunan Müslümanların 16 kişilik son kafilesi de, Hayber'in fethi sırasında döndü.(286) Başlarında Hz. Ali'nin kardeşi Câfer Tayyar vardı. Rasûlullah (s.a.s.) son derece memnun oldu.
-Hangisine sevineceğimi bilemiyorum, Hayber'in fethine mi, yoksa Câfer'in gelişine mi? buyurdu.(287) Ganimetlerden onlara da hisse ayırdı.(288)

7- KÂBE'Yİ ZİYARET (Umretü'l Kazâ)
(Zilkade 7 H./Mart 629 M.)

"Başladığınız hac ve umreyi Allah için tamamlayın"
(el-Bakara Sûresi, 196)

Hudeybiye anlaşmasına göre, Müslümanlar Kâbe'yi bir yıl sonra ziyâret edebileceklerdi. Anlaşma gereğince üç günden fazla Mekke'de kalamayacaklardı. Mekkeliler de bu esnâda, şehrin dışına çekileceklerdi.

a) Bir Yıl Önce Edâ Edilemeyen Umre
Anlaşma'dan bir yıl sonra, Rasûlullah (s.a.s.), Hudeybiye'de bulunan Müslümanların, bir yıl önce edâ edemedikleri Umre'yi kazâ etmek üzere hazırlanmalarını emretti. Hicretin 7'inci yılı zilkade ayında (Mart 629) Medine'den hareket edildi. Hudeybiye'de bulunmayanlardan da katılanlar olduğu için, Kâbe'yi ziyârete gidenlerin sayısı 2000'i geçti.
Müşrikler, Müslümanların geldiğini duyunca Mekke'yi boşalttılar. Şehri çevreleyen yüksek tepelere kurdukları çadırlardan, Müslümanları merakla izlediler.
Müslümanların Mekke'ye girişleri çok heyecanlı oldu. Hz. Peygamber (s.a.s.) devesi Kasva üzerinde ilerliyor, hep birden yüksek sesle, "Lebbeyk, Allahümme lebbeyk...."(289) diye telbiye söylüyorlardı. Uzaktan Kâbe görülünce "Allâhü Ekber, Allâhü Ekber, Lâilâhe illallâhü vallâhü ekber..."(290) diye tekbir getirmeğe başladılar. Yıllardan beri hasretini çektikleri Kâbe, işte şimdi karşılarındaydı. Özellikle muhâcirler, yedi yıllık bir ayrılıştan sonra doğup büyüdükleri kutsal beldeye girerken ayrı bir heyecân duyuyorlardı.
Kâbe, usûlüne göre tavâf edildi, etrafı yedi defa dolaşıldı. (291) Safâ ve Merve tepeleri arasında sa'y yapıldı.(292)
Müşriklerin ileri gelenleri, Dâru'n-nedve önünde toplanmışlar, Müslümanları seyrediyorlardı. Aralarında:
-Medine'nin humması bunları zayıf düşürmüş.. diye konuşuyorlardı.
Rasûlullah (s.a.s.)
Müslümanların zayıf ve güçsüz olmadıklarını göstermek istedi. Sağ kolunu ihramın dışında tutup bâzûsunu şişirdi. Tavafın ilk üç şavtını kısa adımlarla koşarak yaptı. Ashâbına da böyle yapmalarını emretti.(293) "Bu gün kendini onlara kuvvetli gösterene Allah rahmet etsin" buyurdu.
Ertesi gün peygamber (s.a.s.) Efendimiz Kâbe'ye girdi. Öğle vaktine kadar orada kaldı. Kâbe hâlâ putlarla doluydu. Habeşli Bilal, Kâbe'nin damına çıkarak öğle ezanını okudu. Mekke ufukları "Allahü Ekber" sedâlarıyla çınladı. Rasûlullah (s.a.s.)'ın arkasında, cemâatle namazlarını kıldılar.
Daha sonra Müslümanlar tıraş olarak ihramdan çıktılar. Bir sene önce eda edemedikleri umreyi kazâ etmiş oldular Rasûlullah (s.a.s.)'in rüyâsı ve ashabına müjdesi de böylece gerçekleşmiş oldu. Bu sebeple, Hicretten sonra, müslümanların bu ilk Kâbe ziyâretine "Umretü'l-Kazâ (Kazâ Umresi) adı verilmiştir

b) Kazâ Umresi'nin Mekkeliler Üzerindeki Tesirleri
Müslümanlar, Hudeybiye Anlaşması uyarınca üç gün Mekke'de kaldıktan sonra, Medine'ye döndüler. Bu esnâda, müşrikler, uzaktan uzağa Müslümanların bütün hallerini, davranışlarını merakla ve dikkatle izlediler. Son derece kibâr ve nâzik,huzûr ve sükûn içinde kardeşçe geçinen insanlar olduklarını gördüler. Ne içki içip sarhoş olan, ne başkasına saygısız davranan var. Hepsi edepli, tertemiz, üstün ahlâklı insanlar. Topluca ibâdet ediyorlar, oturup sohbet ediyorlar, birbirlerini sevip sayıyorlar, kimseye kötülük etmiyorlar, dâima Allah'a itâat içinde bulunuyorlar.. Evet, bunlar ne iyi insanlar.
Müslümanların üstün meziyetleri, örnek davranış ve yaşayışları, Mekkeliler üzerinde büyük tesirler meydana getirdi. Müslümanlık hakkındaki düşünceleri değişmeye başladı. İçlerinde Müslüman olma arzusu belirenler bile oldu. Kureyş'in ileri gelenlerinden Velîd oğlu Hâlid, Âs oğlu Amr,Talha oğlu Osman bunlardandı.

8- RASÛLÜLLAH (S.A.S.)'İN MEYMÛNE İLE EVLENMESİ
Hz. Meymûne, Peygamber (s.a.s.) Efendimizin amcası Abbâs'ın eşi Ümmü'l-Fadl'ın kız kardeşidir. Hâris el-Hilâliye'nin kızıdır. Önce Amr oğlu Mes'ûd ile evlenmiş, sonra Adüluzza oğlu Ebû Rahm'in eşi iken dul kalmıştı. Rasûllüllah (s.a.s.)'ın eşleri arasında bulunmak en büyük emeliydi. Bu yüzden, külfetsiz ve mehirsiz olarak Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in kendisini nikâhlamasını istiyordu.(294) Hz. Abbâs, dul baldızının isteğini Rasûlullah (s.a.s.)'a iletti. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz, şeref ve asâletine hürmet ederek, Hz. Meymûne'nin teklifini kabûl buyurdu. Kaza Umresi esnâsında ihramlı iken nikah edip, ihrâmdan çıktıktan sonra zifâf oldu.(295)
Hz. Meymûne, Rasûlullah (s.a.s.)'ın nikâhlandığı son eşidir. Hicretin 51.'inci yılı, hac dönüşünde, Mekke'ye 6 mil mesâfede "Serif" denilen yerde vefât etmiştir.(296)

Teyze Anne Yerindedir
Hz. Hamza'nın küçük kızı Umâme, (veya Umâre) Mekke'de kalmıştı. Kazâ Umresi'nden Medine'ye dönerken, "amca, amca" diye Rasûlullah (s.a.s.)'in peşinden koştu. Hz. Ali onu kucaklayıp:
-Al, amcamızın kızı, diyerek eşi Hz. Fâtıma'ya verdi. Medine'ye varınca Hz. Ali, Hz. Câfer Tayyar ve Zeyd b. Harise hepsi de çocuğun bakımının kendilerine verilmesini istemişlerdi. Câfer Tayyar'ın eşi Esmâ,Ümâme'nin teyzesiydi. Rasûlullah (s.a.s.):
-Teyze, anne yerindedir, buyurdu ve çocuğun bakımını ona verdi.(297)



--------------------------------------------------------------------------------

(262) Bkz. el-Enbiyâ Sûresi, 107; Sebe' Sûresi, 28; el-A'raf Sûresi, 158; "Benden önceki peygamberler sadece kendi milletlerine gönderilmişti. Ben ise bütün insanlara, peygamber olarak gönderildim." (el-Buhârî, 1/86 ve 1/113; Tecrid Tercemesi, 2/204 Hadis No:223)
(263) el-Buhârî, 1/24; Tecrid Tercemesi, 1/62 (Hadis No: 59)
Bu yüzük, Rasûlüllah (s.a.s.)'in vefâtından sonra, halifelikleri esnâsında Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman tarafından kullanıldı. Hz. Osman'ın parmağından Medine'de Eris kuyusuna düştü. Kuyunun suyu tamamen boşaltıldığı halde bulunamadı. (Abdurrahman Şeref, Zübdetü'l-Kısas, 1/153, İst. 1315)
(264) Zâdü'l-Meâd, 1/60-63; (O devirde Bizans İmparatorlarına "Kayser", İran Şahinşah-larına "Kisrâ", Habeş krallarına "Necâşi", Mısır Meliklerine "Mukavkıs", Türk hükümdarlarına da "Hâkan" denirdi.)
(265) el-Buhârî, 1/6; M. Hamîdullah, el-Vesâiku's-Siyâsiyye, 109; Tecrid Tercemesi, 1/16; (Hadis No: 7); ve 12/414; Zâdü'l-Meâd, 3/126
(266) Bkz. el-Buhârî, 1/5-7; Tecrid Tercemesi, 1/14-23 (Hadis No:7)
(267) Zâdü'l-Meâd, 3/127; el-Vesâiku's-Siyâsiyye, 140; Tecrid Tercemesi, 12/416; İbnül-Esîr, a.g.e., 2/213
(268) el-Buhârî, 1/23,3/225 ve 5/136; Tecrid Tercemesi, 1/61-63 (Hadis No: 58) ve 10/487 ve 12/417
(269) Zâdü'l -Meâd, 3/127; el-Vesâiku's-Siyâsiyye, 100; Tecrid Tercemesi, 12/418-419
(270) Zâdü'l-Meâd, 3/128; el-Vesâiku's-Siyâsiyye, 104; Tecrid Tercemesi, 12/420
(271) Zâdü'l -Meâd, 3/128;el-Vesâiku's-Siyâsiyye,135; Tecrid Tercemesi, 12/422
(272) Zâdü'l -Meâd, 3/129; el-Vesâiku's-Siyâsiyye, 136; Tecrid Tercemesi 12/424
(273) Zâdü'l-Meâd, 3/132-133; el-Vesâiku's-Siyâsiyye, 156; Tecrid Tercemesi, 12/425
(274) Zâdü'l-Meâd, 3/133; Tecrid Tercemesi, 12/426
(275) Zâdü'l-Meâd, 3/ 133-134;el-Vesâiku's-Siyâsiyye, 126; Tecrid Tercemesi, 12/427
(276) Yolda giderken, ashâb, yüksek sesle tekbir getiriyorlardı. Rasûlüllah (s.a.s.): "Kendinize acıyın, siz ne sağıra, ne de gaibe sesleniyorsunuz, sizi iyi işiten ve çok yakın olan Allah'a duâ ediyorsunuz. O her zaman sizinle beraberdir" buyurmuştur. (Buhârî, 5/75; Tecrid Tercemesi, 10/285, (Hadis No: 1608)
(277) el-Buhârî, 5/73.
(278) el-Buhârî, 5/73; Müslim, 2/1044 (Hadis No: 1428)
(279) el-Buhârî, 5/76; Tecrid Tercemesi, 10/302-303, 1617 numaralı hadisin izâhı.
(280) el-Buhârî, 4/ 66; Tecrid Tercemesi, 8/531 (Hadis No: 1310)
(281) Tecrid Tercemesi, 8/534; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/219-220
(282) Bkz. el-Buhârî, 1/98 ve 2/1044; Tecrid Tercemesi, 2/248-257 (hadis No: 241) ve 10/272, 1612 numaralı hadisin izahı; Müslim, 2/1044
(283) el-Enfâl Sûresi, 41
(284) el-Enfâl Sûresi, 1; el-Haşr Sûresi, 6-7
(285) Tecrid Tercemesi, 10/306 ve ll/412-413, 8/273 (Hadis No: 1173)
(286) el-Buhârî, 5/80; Tecrid Tercemesi, 10/295 (Hadis No: 1615)
(287) M. Zihni, el-Hakayık, 1/200; İbn Hişam, 4/3
(288) el-Buhârî, 5/81; Tecrid Tercemesi, 10/301 (Hadis No: 1617)
(289) Rabbım, dâvetine sözüm ve özümle tekrar-tekrar icâbet ettim. Emrine boyun eğdim. Rabb'ım emrine uymak boynumun borcudur, senin eşin ve ortağın yoktur. Rabb'ım bütün varlığımla sana yöneldim. Hamd senin, nimet senin, mülk de senin. Bütün bunlarla eşin ve ortağın yoktur senin.
(290) Allah büyüktür, Allah büyüktür. Allah'tan başka kulluk edilecek hiç bir ilah yoktur. Allah büyüktür, Allah büyüktür. Hamd O'na mahsustur.
(291) Hacer-i Esved'in bulunduğu köşeden başlayarak, Kâbe'nin etrafını 7 defa dolaşmağa "Tavâf" denir. Her bir devire "şavt" adı verilir.
(292) Mescid-i Harâm'ın doğusunda, Safa ve Merve adı verilen iki tepe arasında 4'ü gidiş 3'ü dönüş olmak üzere, 7 defa gidip gelmeğe "sa'y" denir.
(293) el-Buhârî, 5/86; Tecrid Tercemesi, 10/308
Tavâfın ilk üç şavtında, erkeklerin kısa adımlarla koşarak ve omuzları silkerek çalımlı ve sür'atli yürümelerine, "remel" denir.
İhrâmlı iken, ridâ denen örtünün bir ucunu sağ koltuğun altından geçirip sol omuzun üzerine atarak sağ omuz ve kolu, örtünün dışında bırakmağa "Iztıbâ" adı verilir. Iztıbâ ve remel, peşinden sa'y yapılacak olan tavaflar da sünnettir.
(294) Nefsini hibe eden Müslüman hanımları, mehirsiz olarak nikâhlaması, Ahzâb Sûresi'nin 50'inci âyetiyle Rasûlüllah (s.a.s.)'e helâl kılınmıştır.
(295) el-Buhârî, 5/86; Tecrid Tercemesi 10/309 (Hadis No: 1618)
(296) Tecrid Tercemesi 10/310
(297) el-Buhârî, 5/85; Tecrid Tercemesi, 8/136-139 (Hadis No: 1158); Riyâzüs-Sâlihîn
Tercemesi, 1/365 (Hadis No: 333); Zâdü'l-Meâd, 2/369



VIII- HİCRETİN SEKİZİNCİ YILI (629-630 M.)


1- MÛTE SAVAŞI (Cumâde'l-ûlâ 8 H./Eylül 629 M.)

a) Savaşın Sebebi
Mûte Savaşı, Müslümanlarla Hristiyanlar (Rumlar ve Hristiyan Araplar) arasında yapılan ilk savaştır. Sebebi, Rasûlüllah (s.a.s.)'in elçisinin öldürülmesidir.
Rasûlüllah (s.a.s.), İslâm'a dâvet için hükümdarlara elçilerle mektuplar gönderdiği sırada, Sûriye'de Busrâ (şimdiki Havran) Emîri Şürahbil'e de Hâris b. Umeyr ile bir mektup göndermişti. Gassânî Araplarından Şürahbil, Hristiyandı. Bizans'ın himayesinde bulunuyordu.
Hâris, Şürahbil'e, Kudüs'ün iki konak güneyinde, bulunan Mûte kasabasında rastladı. Elçi olduğunu söyleyerek Hz. Peygamber (s.a.s.)'in mektubunu verdi. Fakat, Şürahbil, devletler arası hukuk kurallarını çiğnedi, Rasûlüllah (s.a.s.) elçisini öldürttü.
Şimdiye kadar Hz. Peygamber (s.a.s.)'in elçilerinden hiçbiri öldürülmemişti. Bir elçinin öldürülmesi, tarih boyunca bütün toplumlarda insanlığa ve hukuk kurallarına aykırı bir davranış sayıldığı gibi, gönderene de en büyük hakaret ve meydan okuma demekti. Bu sebeple Rasûlullah (s.a.s.) üç bin kişilik bir kuvvet hazırlayarak, azadlı kölesi Hârise oğlu Zeyd'in komutasında yola çıkardı(298) Elçi Umeyr oğlu Hâris'in şehid edildiği Mûte'ye kadar gidilmesini, Şürahbil ve maiyetinin İslâm'a dâvet edilmesini, kabûl etmezlerse savaşılmasını emretti.(299) "Kadınları, çocukları, yaşlıları öldürmeyin. Evleri yıkıp hârap etmeyin, ağaçları kesip, tahribâtta bulunmayın!" dedi. Orduyu "Seniyyetü'l-vedâ" denilen ayrılık tepesi'ne kadar uğurlayan Hz. Peygamber (s.a.s.):
- "Zeyd şehid olursa, komutanlığı Câfer alsın; Câfer de şehit düşerse, Ravâha oğlu Abdullah komutan olsun." buyurdu.(300)

b) İki Tarafın Durumu ve Aradaki Eşitsizlik
Müslüman ordusunun hareketini Şürahbil duydu. Derhal Lahm, Cüzâm, Kayn, Belkın, Behrâ gibi Hristiyan Arap kabîlelerinden büyük bir kuvvet hazırladı. Ayrıca durumu Bizans İmparatoruna bildirerek, ondan da yardım istedi. Böylece Şürahbil, 200 bin kişilik büyük bir ordu topladı. Bunun 100 bini Rumlardan, 100 bini de Hristiyan Araplardan meydana gelmişti. (301) İmparator Hirakl de işi önemseyerek, Belkadaki Meab şehrine kadar geldi.
Müslümanlar, ancak Sûriye topraklarına girdikten sonra düşmanın gücü ve hazırlıkları hakkında bilgi edinebildiler.
İki taraf arasında gerek sayı, gerek silah ve teçhizât bakımından korkunç bir fark vardı. Tarihte, iki taraf arasında böylesine ölçüsüz bir fark görülmemiştir. 200 bin (bazı rivâyetlerde 100 bin) kişilik bir kuvvet karşısında üç bin mücâhid ne yapabilirdi? Fakat, savaşmadan geri dönülemezdi. Komutan Zeyd, Maan'da, Mücâhidlerin ileri gelenleriyle toplanıp durumu istişâre etti. Acaba, durumu Rasûlüllah (s.a.s.)'e bildirip alınacak cevâba göre mi hareket edilmeliydi? Fakat, Ravâhaoğlu Abdullah bütün tereddütleri giderdi.
- Arkadaşlar, çekindiğimiz şey, ele geçirmek için yola çıktığımız şeydir, yani şehid olmaktır. Dinimizi yüceltmek için savaşalım. Yâ şehid, ya gazi olacağız. Bunun ikisi de güzel değil mi ?(302) dedi.
Abdullah'ın konuşması mücâhitlerin maneviyâtını yükseltti. Hepsi de:
- Ravâhaoğlu doğru söylüyor. Savaşmalıyız, dediler.

c) Komutanlar Sırayla Şehâdet Şerbetini İçtiler
İki ordu Mûte'de karşılaştı. Zeyd, sancak elinde, ileri atıldı. Kahramanca çarpıştı, ölümden yılmadığını gösterdi. Fakat düşman mızraklarının arasında şehid düşdü.(303)
Zeyd şehid olunca, sancağı hemen Câfer aldı. Emsâlsiz kahramanlıklar gösterdi. Önce sağ eli kesildi, sancağı sol eliyle tuttu. Sol eli de kesilince, kollarıyla sancağa sarıldı. Pek çok yara aldığı halde son nefesine kadar sancağı bırakmadı. Nihâyet o da şehid oldu.(304)
Câferden sonra sancağı Ravâhaoğlu Abdullah aldı. O da şiirler söyleyerek, kahramanca savaştı. Vücudu delik deşik oldu. Sonunda o da şehid oldu.

d) Hâlid b. Velîd'in Üstün Mahâreti
Râvâhaoğlu da şehid olunca, asker komutansız kaldı, umûmî bir panik başladı. Dağılan askerin kaçışını Velîdoğlu Hâlid önledi. Mücâhidler, Hâlid'in etrâfında yeniden toplandılar. Hâlid komutayı aldı, sancak elinde akşama kadar çarpıştı. O gün elinde tam dokuz kılıç parçalandı.(305) Bu Müslüman olduktan sonra Hâlid'in katıldığı ilk savaştı.
Gece olunca, Hâlid askeri yeniden tertipledi. Öndekileri arkaya, arkadakileri öne, sağdakileri sola, soldakileri sağa aldı. Böylece düşmana, yardım için yeni kuvvetler gelmiş intibâını verdi. Sabah olunca da ansızın şiddetli bir hücuma geçerek, düşmanı bozguna uğrattı. Bu fırsattan yararlanarak, askerini ustalıkla geri çekti. Büyük bir kayba uğramadan Medine'ye döndü. İslâm ordusunu korkunç bir felâketten kurtardı.
200 bin kişiye karşı yapılan bu çetin savaşta, Müslümanlar sadece 12 şehid vermişlerdi. Bu durum, komutanların savaşı çok başarılı idâre etmeleri ve canlarını fedâ etmekten çekinmemelerinin bir sonucuydu.

e) Rasûlüllah (s.a.s.)'in Medine'den Savaşı Seyretmesi
Rasûlüllah (s.a.s.) savaşın bütün safhalarını, Medine'ye henüz hiç bir haber ulaşmadan, ashâbına bildirmişti.
Cenab-ı Hakk, zaman, mekân ve mesâfe kavramlarını kaldırarak, sevgili Peygamberine savaş meydanını olduğu gibi göstermişti. Mescid-i Nebî'de minber üzerine oturmuş bulunan Allah Rasûlü (s.a.s.) gözlerinden yaşlar akarak:
-İşte sancağı Zeyd aldı, Zeyd vuruldu, şehid düştü. Sonra Câfer aldı, O' da şehid oldu. Sonra Ravâhaoğlu aldı, O 'da şehid oldu. En sonunda sancağı, Allah'ın kılıçlarından bir kılıç, Velîdoğlu Hâlid aldı. Allah O'na fethi müyesser kıldı, buyurdu. (306)
Rasûlüllah (s.a.s.), Zeyd, Câfer ve Abdullah'ın şehid düştüklerini haber verdikçe, her biri için istiğfâr etmiş ve Cennete girdiklerini de müjdelemişti.(307) Sancağı Hâlid alınca ise:
-Allah'ım, Hâlid senin kılıçlarından bir kılçtır. Sen O'na nusret ihsan buyur, diye duâ etmişti.(308) Bundan sonra Hâlid'e "Seyfullah" (Allah'ın kılıcı) denildi.(309)
Câferin şehâdet haberini duyunca, âilesi feryâda başladılar. Rasûlüllah (s.a.s.)'de son derece üzgündü. çok sevdiği, en değerli arkadaşlarını kaybetmişti. Câfer'in âilesini teselli etti. Acılıdırlar, yemek yapamazlar, diye evine yemek gönderdi.
-Allah Câfer'e, Mûte'de kesilen iki koluna bedel, iki kanat verdi. O'nu Cennet'te meleklerle birlikte uçuyor gördüm, diye müjdeledi.(310) Bu sebeple Câfer, bundan sonra Câfer Tayyâr diye anıldı.

2- ZÂTÜ'S-SELASÎL SAVAŞI (Cumâde'l-âhir 8 H./629 M.)
Kudâa kabîlesi'nin Uzre ve Belî kolları, Medine hayvanlarını yağmalamak üzere, Vâdi'l-Kurâ yakınlarında toplanmışlardı. Rasûlüllah (s.a.s.) durumdan haberdâr olunca, bunların üzerine Amr b. As (Âs oğlu Amr) komutasında 30'u atlı 300 kişilik bir seriyye gönderdi. Bunlar arasında Sa'd b. Ebî Vakkas, Üseyd b. Hudayr, Sa'd b. Ubâde, Sâid b. Zeyd, Âmir b. Rabîa.. gibi ensâr ve muhâcirlerden ileri gelen kimseler de vardı.
Amr b. Âs. ashâbın büyüklerinden değildi. Henüz bir yıl kadar önce Müslüman olmuştu. Fakat dedesi Vâil'in annesi Belî kabîlesinden olduğu için Amr'ın bu kabîle ile ilgisi vardı. Amr, aynı zamanda savaş usûlünü iyi bilen, son derece zekî bir kimse idi. Bu sebeple Rasûlüllah (s.a.s.), komutanlığa O'nu seçmişti.
Amr, Vâdi'l-Kurâ civarında Selâsil suyu'na varınca, düşmanın sayıca üstün olduğunu öğrendi. Burada konaklayarak, bir haberci ile Rasûlüllah (s.a.s.)'den yardım istedi. Rasûlüllah (s.a.s.)'de Ebû Ubeyde b. Cerrâh komutasında 200 kişilik ek kuvvet gönderdi. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer de bunlar arasındaydı. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) Ebû Ubeyde'yi gönderirken:
  • Ayrılığa düşmeyin, işbirliği yapın, buyurmuştu. Amr b. Âs, Ebû Ubeyde'nin, askerlere imâm olarak namaz kıldırmasına itirâz etti.
  • Sen bana yardıma geldin, kumandan benim, namazda ben imam olacağım, dedi.
Ebû Ubeyde yumuşak tabiatlı bir zâttı, hiç itirâz etmedi.
- Yâ Amr, Rasûlullah (s.a.s.) Efendimiz, ihtilâfa düşmememizi emretti. Sen bana uymazsan, ben sana uyarım, telâşa gerek yok, diye cevâp verdi. Amr bütün Müslümanlara sefer süresince imam olup namaz kıldırdı. Böylece Hz. Ömer ve Hz. Ebûbekir de Amr'ın idâresine girmiş oldular. Oysa Rasûlüllah (s.a.s.) Amr'ı ilk 300 kişiye; Ebû Ubeyde'yi de 200 kişiye kumandan tâyin etmişti. Ebû Ubeyde'yi Amr'ın emrine değil, yardımına göndermişt.(311)
Amr, düşmana yaklaşınca gerekli tedbirleri aldı. Hava çok soğuk ve sert olduğu halde, gece ateş yakmayı yasakladı. "Kim ateş yakarsa, onu yaktığı eteşin içine atarım," diye tehdit etti. Asker, soğuktan Ebû Bekir ve Ömer'e başvurdular. Hz. Ömer:
  • Bu nasıl şey, herkesi soğuktan kıracak mı? diye Amr'a haber gönderdi. Amr b. Âs:
  • Yâ Ömer, sen bana itâatle memûrsun, İşime karışma, diye , cevâp verdi. Hz. Ebû Bekir de:
Rasûlüllah (s.a.s.) O'nu savaş usûlünü iyi bildiği için kumandan yaptı. Madem ki kumandan O'dur, işine karışmamak gerekir, dedi. Böylece gece soğukta geçirildi. çünkü ateş yakılsaydı, düşman Müslümanların azlığını öğrenecekti.
Amr, plânını kimseye söylemedi. Sabaha karşı, alaca karanlıkta ansızın düşman üzerine hücûma geçti ve savaşı kazandı. Düşman pek çok ganimet bırakarak kaçtı. Ashâb, düşmanın peşini tâkibetmek istedilerse de Amr buna da izin vermedi. Bir kaç gün orada kalıp etraftaki ganimet hayvan sürülerini topladıktan sonra, Medine'ye döndü.
Sefer esnâsında Amr b. Âs ihtilâm olmuş, hava soğuk olduğu için gusletmeyerek teyemmümle namaz kıldırmıştı.(312) Dönüşte ashâb, Rasûlüllah (s.a.s.)'e, Amr b. Âs'tan:
1- Hava çok soğuk olduğu halde, gece ateş yaktırmadı,
2- Galip geldiğimiz halde düşmanı tâkip ettirmedi,
3- Su bulunduğu halde gusletmeyip, teyemmümle namaz kıldırdı, diye şikâyette bulundular.
Amr bu şikâyetlere karşı:
1- Sayımızın az olduğunu düşman anlamasın diye ateş yaktırmadım.
2- Yardım için kuvet gönderebileceği düşüncesiyle düşmanı tâkip ettirmedim.
3- Soğukta yıkanmak tehlikeli olduğu ve Cenâb-ı Hakk "Elinizle kendinizi tehlikeye atmayın." (ElBakara Sûresi, l95) "Kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah size acımaktadır." (en-Nisâ Sûresi, 29) buyurduğu için gusletmeyip teyemmüm yaptım, diye cevâp verdi.
Rasûlüllah (s.a.s.) Amr'ın cevâplarını tebessümle karşıladı. (313)
Amr b. Âs, henüz yeni müslüman olduğu halde, ashâbın büyüklerinin de bulunduğu bir orduya kumandan tâyin edilmesinden dolayı gururlanmıştı. Savaşı da kazanarak dönünce, Rasûlüllah (s.a.s.)'in yanındaki derece ve itibârını öğrenmek istedi. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'e:
- En çok kimi seversiniz? diye sordu. Rasûlüllah (s.a.s.)
Âişe'yi diye cevâp verdi.
  • Sonra kimi?
  • Âişe'nin babasını, Ebû Bekir'i.
  • Sonra kimi?
  • Ömer'i.
Amr, en sonraya kendisinin kalacağından korkarak daha fazla sormaktan vazgeçti.(314)



--------------------------------------------------------------------------------

(298) Orduda ensâr ve muhâcirlerin ileri gelenleri de vardı. Azadlı bir köle hepsine komutan olmuştu. Bu olay İslâm'daki ehliyet ve eşitlik uygulamasının canlı örneklerinden biridir.
(299) Tecrid Tercemesi, 10/312
(300) el-Buhârî, 5/87; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/234; Tecrid Tercemesi, 10/313 (Hadis No: 1619)
(301) el-Buhârî, 5/87; İbnü'l-Esîr a.g.e., 2/234-235; Tecrid Tercemesi, 4/541, (Hadis No: 644'ün izâhı).
(302) Zâdü'l-Meâd, 2/375; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/235; İbn Hişâm, 4/17
(303) Zeyd, ilk Müslümanlardandır. Rasûlüllah (s.a.s.) onu çok severdi. Bedir'den itibâren bütün savaşlarda bulunmuştu. Ashâbdan Kur'ân-ı Kerim'de ismi geçen, sadece Zeyd'dir. (Ahzâb Sûresi, 37)
(304) Câfer, Rasûlüllah (s.a.s.)'ın çok sevdiği hâmî amcası Ebû Tâlib'in büyük oğludur. Hz. Ali'den 10 yaş büyüktür. İkinci Habeşistan hicretinde, kafileye başkanlık etmiş, Hayber'in fethedildiği gün Medine'ye dönmüştü. Savaşta 90'dan çok yara almıştır. Bunlardan 50'si ön tarafındaydı. (el-Buhârî, 5/86-87; Tecrid Tercemesi, 10/313; Hadis No:1619)
(305) el-Buhârî, 5/87; Tecrid Tercemesi, 4/394 ve 10/315
(306) el-Buhârî, 2/72 ve 5/87; Tecrid Tercemesi, 4/391 (Hadis No: 623) ve 10/315; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/237
(307) İbnü'l -Esîr a.g.e., 2/273; Tecrid Tercemesi, 4/393
(308) Tecrid Tercemesi, 10/315
(309) İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/238
(310) İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/238; M. Zihni Efendi, el-Hakayık, 1/201, İst. 1310
(311) İbn Hişâm,4/272; Zâdü'l-Meâd, 2/378; İbnü'l-Esir, a.g.e., 2/232
(312) Ebû Hanife ve Ebû Yûsuf'a göre abdest alan kimselerin teyemmüm yapana iktidâsı câizdir. İmâm Muhammed'e göre abdestlinin teyemmümlüye uyması câiz değildir. İhtilâf, halefiyyet su ile topraktan ibâret iki âlet arasında mıdır? Yoksa Abdest ve teyemmümden ibâret iki temizlik arasında mıdır? meselesinden doğmaktadır.
Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf'a göre, halefiyyet su ile toprak arasındadır.
İmâm Muhammed'e göre ise, iki temizlik (abdest ve teyemmüm) arasındadır. Abdestli teyemmümlüye uyarsa, kuvvetli zayıfa binâ edilmiş olur. Oysa imâm muktediden hâlen ednâ olmamalıdır. Abdest aslî temizlik, teyemmüm ise zarûri temizliktir. Aslî tahâret yapmış olan kimse zarûri tahâret yapmış olandan hâlen daha kuvvetlidir. (Bkz. Mehmet Zihni Efendi, Kitabü's-Salat,210-211, İst. 1326)
(313) Zâdü'l-Meâd, 2/379; Târih-i Din-i İslâm, 3/406
(314) el-Buhârî, 5/113; el-Câmiu's Sagîr Şerhi Feyzü'l-Kadîr, 1/168 (Hadis No: 205); Târih-i Din-i İslâm, 3/407
 
3-MEKKE'NİN FETHİ (20 Ramazân 8 H./11 Ocak 630 M.)


"Biz sana apaçık bir fetih ve zafer sağladık.
(el-Feth Sûresi, 1)


a) Hudeybiye Muâhedesinin Bozulması
Hudeybiye Barış Anlaşması, Müslümanlarla Kureyş arasında yapılmıştı. Anlaşma şartlarına göre, diğer Arap kabîleleri, iki taraftan birinin himâyesine girmekte, anlaşıp birleşmekte serbesttiler. Buna göre, Huzâa kabîlesi, Müslümanların Benî Bekir (Bekir oğulları) kabîlesi de Kureyş'in himâyesine girmişti.
Hicretin 8'inci yılı Şaban ayında, Benî Bekir kabîlesi, Peygamberimizin himâyesinde bulunan Huzâa kabîlesine ansızın bir gece baskını yaptı. Esâsen iki kabîle arasında öteden beri düşmanlık vardı. Bu baskında Benî Bekir, Kureyşten yardım ve teşvik görmüş, hatta İkrime, Safvân ve Süheyl.. gibi ileri gelen bir kısım Kureyş gençleri baskında bizzat bulunmuşlardı. Baskın sonunda Huzâalılardan 23 kişi ölmüş, sağ kalanlar Harem-i Şerîf'e sığınarak kurtulabilmişlerdi.
Bu olay üzerine Huzâalılar, 40 kişilik bir heyetle Medine'ye geldiler. Rasûlüllah (s.a.s.)'a durumu anlatıp yardımını istediler.
Huzâalılarla Müslümanlar arasında ötedenberi dostluk vardı. Bu dostluğun temeli, İslâm'dan öncesine kadar uzanıyordu. Bu sebeple Huzâalılar, Müslümanlarla ilgili, Mekke'de olup biten her şeyi Rasûlüllah (s.a.s.)'a gizlice bildirirlerdi. Hendek Savaşı hazırlığını da onlar haber vermişlerdi.
Huzâa kabilesine yapılanlardan, Rasûlüllah (s.a.s.) son derece üzüldü. Kendilerine yardım edeceğini va'detti. Kureyş'e derhal bir elçi göndererek:
Öldürülen Huzâalılardan diyetlerinin ödenmesini, veya
Benî Bekir Kabîlesinin himâyesinden vazgeçilmesini istedi.
İki şarttan biri kabûl edilmediği takdirde, Hudeybiye Anlaşmasının bozulmuş sayılacağını, bildirdi.
Kureyşliler, ilk iki şartı kabûl etmeyip Hudeybiye anlaşmasını bozduklarını bildirdiler. Daha önce fiilen bozdukları antlaşmayı, böylece resmen de bozmuş oldular.

b) Kureyş'in Barışı Yenileme Teşebbüsü
Kureyşliler, bir müddet sonra hatalarını anladılar. Alaşmayı bozduklarına pişmân oldular. Derhal anlaşmayı yenilemek ve barış süresini uzatmak üzere Ebû Süfyân'ı Medine'ye yolladılar.
Ebû Süfyân, Medine'de önce, Rasûlüllah (s.a.s.)'ın zevcelerinden kızı Ümmü Habîbe'ye gitti. Oturacağı sırada, Ümmü Habîbe minderi topladı. Halbuki evde üzerine oturulacak başka bir şey yoktu. Ebû Süfyân sordu:
  • Kızım, minderi mi benden esirgiyorsun, yoksa beni mi minderden? Kızı cevap verdi.:
  • Bu, Rasûlüllah (s.a.s.)'e âittir. Sen ise müşriksin, pissin. Bu yüzden üzerine oturmanı istemedim.(315)
Ebû Süfyân, daha sonra Rasûlüllah (s.a.s.)'e başvurdu. Olumlu bir sonuç alamadı. Başta Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer olmak üzere ashâbın ileri gelenleriyle bir bir görüştü, barışın yenilenmesi için desteklerini istedi. Hz. Fâtıma'yı ziyâret ederek O'ndan yardım bekledi. Fakat bütün gayretleri boşa çıktı; hiç bir netice elde edemedi. Eli boş dönmek istemiyordu. Hz. Ali'nin tavsiyesine uymaktan başka çâre yoktu. Mescide geldi:
- Ey nâs, ben her iki tarafı da himâyeme alarak, Hudeybiye barışını yeniliyorum. Sanırım, kimse benim ahdimi bozmaz.. dedi. Fakat, kimseden cevâp alamadı. Devesine bindi, ümitsiz olarak Mekke'nin yolunu tuttu. Bir işâretle bütün Mekke'yi harekete geçiren Ebû Süfyan, Medine'de kimseye sözünü dinletememiş, öz kızına bile merâmını anlatamamıştı.
Dönüşünde olup bitenleri olduğu gibi Mekkelilere anlattı. Onun sözlerini dinleyenler:
- Yazık, sen hiç bir şey yapmamışsın. Bize barış haberi getirmedin ki, güven içinde olalım, Savaş haberi getirmedin ki, hazırlanalım. Ali seninle alay etmiş. Senin tek başına ilân ettiğin barış neye yarar..., dediler.(316)

c) Fetih Hazırlığı
Ebû Süfyan Mekke'ye döndükten sonra Rasûlüllah (s.a.s.)gizlice fetih hazırlığına başladı. Ashâbına sefer için hazırlanmalarını emretti. Ayrıca, Gıfâr, Eslem, Eşca' Müzeyne, Cüheyne, Süleym gibi, kendisine bağlı kabîlelere haber salarak Ramazan'ın ilk günlerinde Medine'de toplanmalarını istedi.
Rasûlüllah (s.a.s.),Mekke'nin kan dökülmeden fethedilmesini istiyordu. Kureyş savunma için hazırlık yapar da karşı koyarsa, kan dökülürdü. Bu yüzden hazırlıklar son derece gizli tutuldu. Mekke ile Medine arasındaki bütün yollar kesildi. Bu vazife Huzâa kabilesine verildi. İki taraf arasında sanki kuş uçmuyordu. Bu arada dikkatlerin başka yöne çekilmesi için Necid tarafına bir de seriyye göndermişti.

d) Ebû Beltea oğlu Hâtıb'ın Kureyş'e Yazdığı Mektup
Ancak ashabtan Ebû Beltea oğlu Hâtıb, durumdan Kureyş'i haberdar etmek istemiş, bir mektup yazarak gizlice Mekke'ye göndermişti. Hz. Peygamber (s.a.s.), İlâhî vahiy ile bunu öğrendi. Hemen Hz. Ali ile iki arkadaşını görevlendirdi.
- Hah bostanına kadar gidin, orada, mahfe içinde yolcu bir kadın bulacaksınız. Yanında bir mektup var, onu alıp getirin,buyurdu.
Kadın önce inkâr etti, fakat, "seni şimdi çırılçıplak soyar, her tarafını ararız", deyince, çâresiz mektubu saçının hotozu arasından çıkardı.(317)
Mektupta, Rasûlüllah (s.a.s.)'ın önüne durulamaycak bir ordu ile Mekke üzerine yürüyeceği bildiriliyordu. Herkes şaşırıp kaldı, çünkü Hâtıb'dan böyle bir şeyi kimse beklemiyordu. Rasûlüllah (s.a.s.) bir hey'et önünde Hatıb'ı sorguya çekti.
  • Ey Hâtıb, bu ne iş, niçin bunu yaptın, diye sordu. Hâtıb:
  • Ya Rasûlüllah hakkımda karar vermekte acele etmeyin. Ben Kureyş'e anlaşarak bağlı bir kimseyim, fakat hiç bir zaman onların mahremi olmadım. Yanınızdaki muhacir kardeşlerimin, Mekke'de âilesini ve mallarını koruyacak yakınları var, benimse kimsem yok. Mekkelilerden nimetdârlar kazanarak âilemi korumak istemiştim. Bu işi dinimden dönmek için yapmadım, ben Müslüman olduktan sonra, kat'iyyen küfre razı olmam, diye kendini savundu. Hz. Ömer, dayanamayıp:
  • Yâ Rasûlallah, izin ver de şu münâfığın boynunu vurayım, demişti. Fakat, Rasûlüllah (s.a.s.) Hâtıb'ın suçunu bağışladı.
  • Yâ Ömer, Hâtıb Bedir Gazası'nda bulundu, ne bilirsin belki de Cenâb-ı Hak Bedir ehline: "Bundan böyle istediğinizi yapın, sizi bağışladım" demiş olabilir, buyurdu.
Fakat bu olayla ilgili olarak:
"Ey inananlar, benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olan kimseleri dost edinmeyin. Onlar, size gelen hakkı tanımadıkları ve Rabbımız olan Allah'a inandığınız için peygamberi de sizi de (yurdunuzdan) çıkardıkları halde onlara sevgi (mi) gösteriyorsunuz? Siz benim yolumda savaşmak ve benim rızamı kazanmak için (yurdunuzdan) çıkmışsanız, ben sizin gizlediğinizi de, açığa vurduğunuzu da bildiğim halde, nasıl olur da onlara sevgi gösterirsiniz. İçinizden her kim bunu yaparsa, doğru yoldan sapmış olur." (el-Mümtehine Sûresi, 1) anlamındaki âyet-i kerime indirilmiştir.(318)

e) Mekke'ye Yürüyüş
Müslümanlığın temeli, "Tevhid İnancı" dır. Tevhid İnancı'nın, yeryüzünde en büyük âbidesi, Mekke'deki Kâbe'dir. Ancak bu kutsal yer, putlarla doldurulmuş, putperestliğin merkezi hâline getirilmişti. İslâm güneşi doğalı 20 yıl olmuştu. Artık, Mekke'nin şirkten kurtulması, Kâbe'nin putlardan temizlenmesi gerekiyordu.
Rasûlüllah (s.a.s.), Hicretin 8'inci yılı, Ramazan'ın 10'uncu Pazartesi günü 10 bin kişilik muazzam bir ordu ile Medine'den çıktı.(319) (1 Ocak 630) Yolda katılan birliklerle, ordunun sayısı daha sonra 12 bine yükselmişti.(320) O gün Rasûlüllah (s.a.s.) ve ashâbı oruçluydu. Yola çıktıktan sonra oruçlarını bozdular. (321)
Rasûlüllah (s.a.s.)'ın amcası Abbâs Müslüman olmuş, fakat Müslümanlığını gizliyerek Mekkede müşrikler arasında kalmıştı. Böylece Mekke'deki haberleri gizlice Rasûlüllah (s.a.s.)'e ulaştırıyordu. Artık Mekke'de yapılacak iş kalmamıştı. Hîcret için Mekke'den çıktı, fakat yarı yolda Fetih Ordusuyla karşılaştı. Eşyâsını çocuklarıyla Medine'ye gönderip O da orduya katıldı. Rasûlüllah (s.a.s.) Abbâs'ın gelişinden memnun oldu.
- Peygamberlerin sonuncusu ben oldum, muhâcirlerin sonuncusu da sen; diye iltifatta bulundu.
Mekke'ye bir konak (yaklaşık 16 km.) mesâfede "Merru'z-zahrân" denilen yerde karargâh kuruldu. Rasûlüllah (s.a.s.), ortalık kararınca burada ordu mevcûdunun sayısınca ateş yakılmasını emretti. Böylece, ordunun haşmetini Kureyş'e göstermek istiyordu.
Yollar iyice tutulduğu için, İslâm ordusu Merru'zahrân'a gelinceye kadar Mekkeliler hiç bir haber alamamışlardı. Müslümanların yaklaştığını duyunca ne yapacaklarını şaşırdılar. Ebû Süfyân durumu anlamak, Müslümanlar hakkında bilgi edinmek istiyordu. Yanına bir kaç kişi alarak, Mekke'den çıktı. Uzakta yanmakta olan ateşler, hacıların, Arafatta arefe gecesi yaktıkları ateşlere benziyordu. Merakla ateşlere doğru ilerledikleri sırada Rasûlüllah (s.a.s.)'ın muhâfızları tarafından yakalanarak Peygamber Efendimizin huzûruna getirildiler, Rasûlüllah (s.a.s.)'a karşı en çok kin besleyen Mekke'nin resi Ebû Süfyân burada müslüman oldu. Artık Mekke fethedilmiş demekti. Belki hiç mukavemet görülmeyecekti. Hz. Abbâs:
  • Yâ Rasûlallah, Ebû Süfyân övünmeyi sever, iftihâr edebileceği bir lütufta bulunsanız, demişti. Rasûl-i Ekrem:
  • Her kim Ebû Süfyân'ın evine girerse, emniyettedir. Her kim kendi evine kapanır, ordumuza karşı koymazsa, emniyettedir. Her kim Harem-i Şerîf'e girerse, emniyettedir. Ebû Süfyân bunu ilân etsin, buyurdu.(322) Daha dün, İslâm düşmanlarının lideri olan kişi, bugün Rasûlüllah'ın emirlerini tebliğ etmekle iftihâr edecek, şeref kazanacaktı.
Merru'z-zahrân'dan hareket edileceği sıra Rasûlüllah (s.a.s.) Hz. Abbas'a:
- Ebû Süfyân'ı yolun dar bir yerine götür, İslâm ordusunun ihtişâmını görsün, diye emretti.
Hz. Abbâs, Ebû Süfyân'ı, ordunun geçeceği dar bir geçit yerine oturttu. Mücâhidler sırayla alay alay Ebû Süfyân'ın önünden geçtikçe Ebû Süfyân'ın yüreği burkuluyor, geçen her kafilenin hangi kabîle olduğunu soruyordu. Hz. Abbâs:
  • Bunlar Gıfâr kabîlesi, şunlar Cüheyne.. diye geçen kabîleleri bir bir anlattıkça Ebû Süfyân:
  • Şaşılacak şey, bunlarla benim aramda ne düşmanlık var ki , buraya kadar gelmişler, diye hayretini ifâde ediyordu. Bir ara:
  • Yâ Abbâs, kardeşinin oğlunun saltanatı ne kadar da büyümüş, dedi. Hz. Abbâs:
  • Hayır, bu saltanat değil, nübüvvettir, diye cevâp verdi.
Nihâyet, Ebû Süfyân'ın daha önce benzerini görmediği bir birlik geçti. Bunlar, ensârdı. Başlarında Sa'd b. Ubâde sancağı taşıyordu. Son gelen birlik, sayıca hepsinden azdı. Bu birlikte Rasûlüllah (s.a.s.) ile ensar ve muhâcirlerden en yakın arkadaşları vardı. Rasûlüllah (s.a.s.)'in sancağını Avvâm oğlu Zübeyr taşıyordu.
Ensâr alayı, Uhud ve Hendek Savaşları'nda müşrik ordusunun başkomutanı Ebû Süfyân'ın önünden geçerken Sa'd b. Ubâde:
  • Ey Ebû Süfyân, bugün en büyük kıtal günüdür, bu gün Kâbe'de kan dökmenin helal kılındığı gündür, demişti. Ebû Süfyân Sa'd'ın sözlerini Rasûlüllah (s.a.s.)'a nakletti. Hz. Rasûlüllah (s.a.s.):
  • Sa'd yanlış söylemiş, bugün Cenab-ı Hakk'ın Kâbe'yi yücelteceği gündür. Bugün Kâbe'nin tevhid elbisesine bürüneceği gündür, buyurdu.(323) Sa'd'ın kan dökmesinden endişelendiği için, hemen Hz. Ali'yi gönderdi, ensâr sancağının Sa'd'dan alınıp oğlu Kays'a verilmesini emretti.(324)
Müslüman mücâhidlerin geçit resmini baştan sona seyreden Ebû Süfyân, Mekke'nin tesliminden başka çâre olmadığını anladı. Hz. Abbas'tan ayrılarak, hemen Mekke'ye döndü. Harem-i Şerif'e vardı. Heyecân içinde kendisini bekleyen Mekkelilere yüksek sesle hitâbetti:
- Muhammed (s.a.s.) , karşı koymamıza imkân olmayan bir ordu ile geliyor:
  1. Her kim Ebû Süfyan'ın evine gelirse emniyettedir.
  2. Her kim silahını bırakır, evine kapanırsa emniyettedir.
  3. Her kim, Harem-i Şerîf'e sığınırsa emniyettedir. Ey Kureyş, Müslüman olunki, selâmet bulasınız...
Ebu Süfyân'ı dinleyenler, şaşırıp kaldılar. Her gün Müslümanlığın aleyhinde bulunan bu adam, şimdi herkese "müslüman olun", diyordu. Herkeste bir telâş başladı. Kimisi küfrediyor, kimisi bağırıp çağırıyor, kimi de mukavemet için hazırlanıyordu. çoğunluk ise Ebû Süfyân'ın sözlerine uyup evlerine çekildiler. Bir kısmı da Harem-i Şerîf'te ve Ebû Süfyân'ın evinde toplandılar.



f) Mekke'ye Giriş (20 Ramazan 8 H./11 Ocak 630 M.)
Rasûlüllah (s.a.s.), Mekke'ye girmeden önce, "Zî Tuvâ" denilen yerde durdu. Ordusunu dört kısma ayırıp her birinin gireceği yerleri tâyin etti. "Sakın savaşa girmeyin, saldırıya uğrayıp mecbûr kalmadıkça kan dökmeyin..." diye tenbihte bulundu.
Sekiz yıl önce, yurdundan üç kişilik bir kafile ile nasıl ayrılmıştı, şimdi nasıl bir ihtişâmla dönüyordu. Rasûlüllah (s.a.s.) devesinin üstünde bütün bunları düşünüyor, mağrûr bir fâtih gibi değil, son derece mütevâzi bir halde, başı secde eder gibi, devenin boynuna yapışmış, tesbih, tehlil ve duâ ile, Cenâb-ı Hakk'ın sonsuz lütuflarına şükrederek ilerliyordu.
Bütün birlikler, kan dökmeden Mekke'ye girdiler. Yalnızca Velîd oğlu Hâlid'in komuta ettiği birlik tecâvüze uğradı. Kureyş'in azılılarından Ümeyye oğlu Safvân, Amr oğlu Süheyl ve Ebû Cehil'in oğlu İkrime bir çete kurdular. Hâlid'in birliklerini Mekke'ye girerken ok yağmuruna tutarak iki müslümanı şehid ettiler. Bu durumda Hâlid, saldırganlar üzerine hücûm ederek, bir hamlede onüç tanesini öldürdü, diğerleri dağılıp kaçtılar.
Rasûlüllah (s.a.s.) kan döküldüğünü duyunca üzüldü. Fakat, tecâvüzün müşriklerden başladığını öğrenince:
- İlahî takdir böyleymiş, buyurdu.
Rasûlüllah (s.a.s.) çadırını Kinâneoğulları yurdunda "Hacûn" denilen yerde kurdurdu. Mekke Devri'nin 7'inci yılında, Kureyş müşrikleriyle Kinâneoğulları burada küfr üzerine anlaşmışlardı(325). Bu anlaşma gereğince müslümanlar üç yıl muhasara altında çok acı günler yaşamışlardı.
Rasûlüllah (s.a.s.) çadırında gusledip 8 rek'at "duhâ namazı" kıldı, sonra, devesine binerek, Kâbe'ye geldi. Yol boyunca Fetih Sûresi'ni okuduğu işitiliyordu.(326) Deve üzerinde, ihrâmsız olarak Kâbe'yi tavâf etti. Elindeki ucu eğri değnekle hacer-i Esved'i istilâm etti.

g) Kâbe'nin Putlardan Temizlenmesi.
Kâbe etrâfında 360 put vardı. Bunların en büyüğü olan "Hubel", Kâbe'nin üstüne konulmuştu. Diğerleri Kâbe'nin etrafına ve içine yerleştirilmişlerdi. Rasûlüllah (s.a.s.) değnekle bunları itiyor, her birini bizzât deviriyordu. Putlar yıkılırken:
"Hak geldi, bâtıl yok oldu, esasen bâtıl yok olmağa mahkûmdur."(327) "Hâk geldi, artık bâtıl ne yeniden başlar, ne de geri gelir"(328) diyordu.(329)
Kâbe'ye girmek için Rasûlüllah (s.a.s.) anahtarını istedi. Talha oğlu Osmân anahtarı getirdi. "Emânettir Ya Rasûlallah", diyerek Hz. Peygamber (s.a.s.)'e teslim etti. Kâbe'nin içi de putlarla doluydu. Duvarlarına resimler asılmıştı. Rasûlüllah (s.a.s.)'ın emriyle Hz. Ömer bunları dışarı attı. Müşrikler, ilah diye taptıkları putların parçalanışını şaşkın şaşkın seyrettiler. Dünkü mabûdlar bir anda moloz yığını haline gelmiş, çöplüklere atılmıştı. Sonra, Rasûlüllah (s.a.s.), yanına Üsâme, Bilal ve Talha oğlu Osmân'ı da alarak Kâbe'ye girdi, kapının karşısındaki duvara doğru namaz kıldı.(330) Beyt-i Şerifi dolaşıp her tarafında tekbir getirdi. Uzunca bir müddet içeride kaldı. Bu sırada bütün Kureyş Hârem-i Şerif'te toplanmış, sabırsızlıkla, haklarında verilecek hükmü bekliyorlardı.

h) Fetih Hutbesi ve Genel Af
Rasûlüllah (s.a.s.) Kâbe kapısının eşiğinde durdu. Karşısında sıralanmış olan Mekkelilere baktı. 20 yıl boyunca şahsına ve müslümanlara ellerinden gelen her kötülüğü yapmaktan çekinmeyen bu adamların hayâtı, şimdi O'nun iki dudağı arasından çıkacak hükme bağlıydı. Rasûlüllah (s.a.s.) 20 yıl boyunca çektiklerini bir anda zihninden geçirdi, sonra şöyle hitâbetti.
"Allah'tan başka ilâh yoktur, yalnız O vardır. O'nun eşi ve ortağı yoktur. O va'dine bağlı kaldı, sözünü yerine getirdi. kuluna yardım etti, tek başına bütün düşmanları hezîmete uğrattı.
İyi bilinki bütün câhiliyet âdetleri, mal ve kan davaları bugün şu iki ayağımın altındadır. Yalnız, Kâbe hizmetleriyle hacılara su dağıtma işi (hicâbe ve sikaye hizmetleri) bu hükmün dışında bırakılmıştır.
Ey Kureyş Cemâati! Allah sizden câhiliyet gururunu, babalarla, soylarla büyüklenmeği giderdi. Bütün insanlar, Âdem'dendir, (O'nun çocuklarıdır.) Âdem de topraktan yaratılmıştır."
Sonra şu anlamdaki âyet-i kerîmeyi okudu.
"Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Övünesiniz diye değil, kolaylıkla tanışasınız diye, sizi milletlere ve kabîlelere ayırdık. Allah katında en değerliniz, Ona karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Allah her hâlinizi bilir, O her şeyden haberdârdır." (Hucurât Sûresi, 13)
Rasûlüllah (s.a.s.) Mescid-i Harâm'ın geniş sâhasını dolduran kalabalığı mânâlı bir bakışla süzdükten sonra:
  • Ey Kureyş cemaâtı! Size şimdi nasıl bir muâmele yapacağımı sanıyorsunuz? diye sordu. Mekkeliler hep bir ağızdan:
  • Hayır umuyoruz. Sen kerîm bir kardeş, âlicenâb bir kardeş oğlusun, diye cevap verdiler. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.):
  • Ben de size Yûsuf'un kardeşlerine söylediği gibi, "Bu gün size geçmişten dolayı azarlama yok." (Yûsuf Sûresi, 92) diyorum. Haydi gidiniz, hepiniz serbestsiniz (331), buyurdu.
Böylece Rasûlüllah (s.a.s.) hepsini affetmişti. Halbuki bunlar Hz. Peygamber (s.a.s.)'e neler yapmamışlardı. Müslümanları en korkunç işkencelere tâbi tutmuşlar, akla hayâle gelmedik eziyetler yapmışlardı. Şimdi başkaları olsa ne yapardı; Hz. Peygamber (s.a.s.) ne yapmıştır? Bu mukayese Rasûlüllah (s.a.s.)'in büyüklüğünü ortaya koymağa kâfidir.
Bu hitâbesinden sonra Rasûlüllah (s.a.s.) Mescid-i Harâm'da oturdu. Sikaye (hacılara su ve zemzem dağıtma) hizmeti Abdülmuttaliboğullarındaydı. Bu hizmeti Hz. Abbâs yapıyordu. Hicâbe (Kâbeyi açıp-kapama ve anahtarını taşıma) hizmetini ise Ebû Talha oğulları yapıyordu. Bu esnâda Hz. Ali bu iki hizmetin Abdülmuttaliboğulları'nda birleştirilmesini istemişti. Fakat Rasûlüllah (s.a.s.) Osman b. Talha'yı çağırdı.
- Yâ Osmân, bugün iyilik ve ahde vefâ günüdür, al işte anahtarın, buyurdu (332).
Öğle vakti, Hz. Bilâl Kâbe'nin üstüne çıktı. Güzel ve gür sesiyle ezana başladı. "Allâhü Ekber" nidâları müşriklerin yüreklerini burkuyordu. Bu esnâda, Ebû Süfyân, Esîd oğlu Attâb, Hişâm oğlu Hâris gibi Kureyşin ileri gelenlerinden birkaç kişi Kâbe'nin avlusunda bir köşeye toplanmış konuşuyorlardı. İçlerinden Attâb:
  • Babam şanslı adammış, daha önce öldü de şu sesi işitmedi, dedi. Hâris de:
  • Şunun hak olduğunu bilsem, vallâhi ben de icâbet ederdim, diye konuştu. Ebû Süfyân ise:
  • Ben bir şey söylemeyeceğim. Bir şey konuşsam şu çakılların bile dile gelip O'na haber vereceğinden korkuyorum, dedi.
Az sonra yanlarına Rasûlüllah (s.a.s.), aralarında konuştuklarını bir bir söyledi. Bunun üzerine:
- Konuştuklarımızı kimse duymamıştı. Biz şehâdet ederiz ki, sen Allah'ın Rasûlüsün, diye şehâdet getirdiler.(333)

l) Mekke Halkının Bîatı
Öğle namazından sonra, Rasûlüllah (s.a.s.) Safâ tepesinin yüksekce bir yerinde oturdu. Önce erkeklerden, sonra da kadınlardan bîat aldı. Erkekler, İslâm ve cihâd üzerine bîat ettiler(334). Kadınlar ise aşağıda meâli yazılı âyet-i celîledeki esaslara uyacaklarına dâir bîat ettiler.
"Ey Peygamber, mü'min kadınlar Allah'a hiçbir eş ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleriyle ayakları arasında bir bühtan uydurup getirmemek ve hiçbir güzel işte sana karşı gelmemek üzere sana biata geldiklerinde biâtlarını kabûl et, Onlara Allah'tan mağfiret dile, çünkü Allah çok yargılayıcı, çok esirgeyicidir." (el-Mümtehine Sûresi, 12)
Erkekler, Rasûlüllah (s.a.s.)'in elini tutup musâfaha ederek biât ettiler. Kadınlar ise sözle ve Rasûlüllah (s.a.s.)'in bulunduğu su kabına ellerini batırarak bîat ettiler.(335) Rasûlüllah (s.a.s.) in eli, hiç bir zaman yabancı bir kadının eline değmemiştir. (336)

j) Rasûlüllah (s.a.s.)'in Ensâr'ın Endişesini Gidermesi
Fetihten sonra ensâr kendi aralarında :
  • Cenâb-ı Hakk, Rasûlüne doğup büyüdüğü vatanının fethini müyesser kıldı. Artık bizimle döner mi, yoksa buraya mı yerleşir, diye endişelerini belirtmişlerdi. Rasûlüllah (s.a.s.) bunu duyunca:
  • Böyle bir şeyden Allah'a sığınırım. Ben memleketinize hicret ettim. Hayatınız, hayatım; ölümünüz ölümümdür, buyurdu. (337) Ensârın endişelerini giderdi.



--------------------------------------------------------------------------------


(315) Zâdü'l-Meâd, 2/386; İbn Hişâm, 4/38
(316) İbn Hişâm, 4/39; Zâdü'l-Meâd, 2/387; Târih-i Din-i İslâm, 3/415
(317) el-Buhârî, 5/89; Tecrid Tercemesi, 10/322; Târih-i Din-i İslâm, 3/417
(318) el-Buhârî, 5/89; Tecrid Tercemesi, 10/323
(319) el-Buhârî, 5/90; Tecrid Tercemesi, 10/235 (Hadis No: 1622); Târih-i Din-i İslâm 3/418
(320) Tecrid Tercemesi, 10/235; Kısas-ı Enbiyâ, 1/410
(321) el-Buhârî, 5/90; Tecrid Tercemesi, 10/235 (Hadis No:1622)
(322) Zâdü'l-Meâd, 2/391; İbn Hişâm, 4/47; Tecrid Tercemesi, 10/332
(323) el-Buhârî, 5/91; Tecrid Tercemesi,10/331 (Hadis No: 1624)
(324) Zâdü'l-Meâd, 2/392; Tecrid Tercemesi, 10/332; İbn Hişâm, 4/49
(325) el-Buhârî, 5/92; Tecrid Tercemesi, 6/132 (Hadis No: 786) ve 10/335
(326) el-Buhârî, 5/92; Tecrid Tercemesi, 10/337 (Hadis No: 1625)
(327) el-İsrâ Sûresi, 81
(328) Sebe'Sûresi, 49
(329) el-Buhârî, 5/92; Tecrid Tercemesi, 10/338 (Hadis No: 1626)
(330) el-Buhârî, 5/93; Tecrid Tercemesi, 10/339 Buhârî'nin Abdullah b. Ömer'den rivâyetine göre, Rasûlüllah (s.a.s.) Mekke'nin fethi günü Kâbe'ye girdiğinde içerde namaz kılmıştır. Abdullah b. Abbas'tan rivâyetine göre ise namaz kılmamış sadece tekbir getirmiştir. (Buhârî, 5/93)
(331) İbn Hişâm, 4/54; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/252; Zâdü'l-Meâd, 2/394; Tecrid Tercemesi, 10/340-341
(332) İbn Hîşâm, 4/55; Zâdü'l-Meâd, 2/395; Tecrid Tercemesi, 10/342
Câhiliyet devrinde Kâbe'yi pazartesi ve perşembe günleri ziyarete açarlardı. Bir defasında Rasûlüllah (s.a.s) 'de gelmiş halkla birlikte O da içeri girmek istemişti. Fakat Osmân b. Talha kabalık etmiş, Rasûlüllah (s.a.s.)'ın içeri girmesine engel olmuştu. Rasûlüllah (s.a.s.) hiç kızmadan:
-"Ya Osmân, yakında sen benim bu anahtarı dilediğim kişiye verebileceğim bir günü göreceksin..." buyurmuştu. Şimdi Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) anahtarı dilediğine verebilirdi. Fakat gene Osmân'a verdi. ve:
-Yâ Osmân, sana söylediğim söz gerçekleşti mi? diye sordu. Osmân, olayı hatırladı:
-Evet, gerçekleşti, şehâdet ederim ki sen, Allah'ın Rasûlüsün, dedi. (Zâdü'l-Meâd, 2/395; Tecrid Tercemesi, 10/342-343)
(333) İbn Hişâm, 4/56; Zâdü'l-Meâd, 2/395; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/254
(334) İbnü'l-Esîr, 2/252-253
(335) Hak Dini Kur'ân Dili, 6/4916; Tecrid Tercemesi, 10/344
(336) el-Buhârî, 6/173; Müslim, 3/1489 (Hadis No: 1866); İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/254
(337) Zâdü'l-Meâd, 2/397; Müslim, 3/1405 - 1406 (Hadis No: 1780); Tecrid Tercemesi 10/346-347
 
4- HUNEYN GAZVESİ (6 Şevval 8 H./ 27 Ocak 630 M.)

And olsunki, Allah size birçok yerlerde ve çokluğunuzun sizi böbürlendirdiği, fakat bir faydası da olmadığı, yeryüzünün bütün genişliğine rağmen size dar gelip de bozularak gerisin geriye döndüğünüz Huneyn gününde yardım etmişti."
(et- Tevbe Sûresi, 25-26)


Huneyn, Mekke ile Tâif arasında, Mekke'ye yaklaşık 16 km. mesafede bir vâdidir. Câhiliyet devri Arap şâirlerinin şiir müsabâkası yaptıkları "Zü'l-mecâz" panayırı da bu vâdi kanarında kurulurdu. Huneyn Savaşı, Mekke'nin fethinden on altı gün sonra (6 Şevval Cumartesi) bu vâdide Hevâzin Kabîlesi ve müttefikleriyle yapıldı.

a) Savaşın Sebebi
Hevâzin, Arabistan'ın en büyük kabîlelerinden biriydi. Mekke'nin güney-doğusundaki dağlarda yaşıyorlardı. Mekke müslümanlar tarafından fethedilmiş, Kâbe'deki bütün putlar kırılmıştı. Hevâzin kabîlesi bu durumdan endişeye düştü. Tedbir alınmazsa, aynı hâl bir gün kendi başlarına gelebilirdi. Kabîle başkanı genç şâir Avf oğlu Mâlik'in teşvikiyle hemen savaş hazırlığına başladılar. Tâif'te bulunan Sakîf Kabîlesi de bunlarla birleşti. Bu iki büyük kabîle (Peygamber Efendimizin süt annesi Halîme'nin mensup olduğu) Sa'd Oğulları gibi bazı küçük kabîleleri de ittifakları içine aldılar. Böylece 20 bin kişilik bir kuvvetle Huneyn Vâdisi'nde toplandılar. Bu harekâtı, ölüm-kalım savaşı sayıyorlardı. Bu sebeple kadınlarını, çocuklarını, bütün hayvanlarını ve kıymetli eşyalarnı da berâberlerinde getirdiler. Ya savaşı kazanıp, Müslümanlığı ortadan kaldıracaklar, yahut da bu uğurda hepsi öleceklerdi.

b) Düşman Üzerine Yürüyüş
Rasûlüllah (s.a.s.) Mekke'de şehrin idâresini düzenlemekle meşguldü. Düşmanın Huneyn'de toplandığını öğrenince, Mekke'de Esîd oğlu Attâb'ı kaymakam bırakarak, 12 bin kişilik bir kuvvetle derhal düşmana karşı harekete geçti. Bu kuvvetin l0 bini, Mekke'nin fethi için Medine'den gelen mücâhidler, 2 bini ise, Mekke'nin fethinden sonra müslüman olan Kureyşlilerdendi. Ayrıca bunlar arasında 80 kadar da henüz müslüman olmamış Mekkeli müşrik vardı. Ümeyye oğlu Safvân bunlardan biriydi.
Müslüman ordusu gerek sayı, gerek silâh ve teçhizat bakımından mükemmeldi. Şimdiye kadar hiç bu kadar mükemmel bir orduları olmamıştı. Bu durum müslümanların bir çoğunu gururlandırıyor, "artık bu ordu yenilmez," diyorlardı.(338)
İki ordu Huneyn vâdisinde karşılaştı. Müslüman ordusu Huneyn'e sabah karanlığında ulaşmış, vâdinin alçak kısımlarında yer alabilmişti. Düşman kuvvetleri ise buraya önceden gelmişler, yüksek kısımlara ve en elverişli yerlere yerleşerek pusu kurmuşlardı.

c) Pusuya düşünce
İslam ordusunun öncü kuvveti, yeni müslüman olan Mekke'lilerle Süleym Oğullarından meydana gelmişti. Velîd oğlu Hâlid'in komutasında sabah karanlığında pervasız ve tedbirsizce ilerlerken, pusuya düşdüler. Ansızın karşılaştıkları ok yağmuruyla dağılıp geri çekildiler. Alaca karanlıkta her taraftan düşman hücûma başladı. Öncü kuvvetlerdeki çekilme, gerideki birliklere de sirâyet etti. Müslümanlar daracık vâdide, yamaçları tutmuş olan düşmanın ok yağmuru altında neye uğradıklarını anlayamadılar. Şaşırıp birbirlerine girdiler. Umûmî bir panik başladı. Böylece o yenilmez sanılan mükemmel ordu, daha savaş başlamadan dağıldı, herkes kaçmağa başladı.
Ancak Rasûlüllah (s.a.s.) bindiği katırı düşmana doğru sürüyordu. Sağında amcası Abbâs, solunda amcazâdesi Hâris oğlu Ebû Süfyân, katırın dizginlerini tutarak, ilerlemesine engel olmağa çalışıyorlardı(339). Rasûlullah (s.a.s. ) etrafında, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Üsame...gibi, ashâbın ileri gelenlerinden ancak 80-100 kişi kalmıştı.
Bu âni bozgun, yeni müslüman olanlardan, henüz imânı zayıf kimselerin gerçek düşüncelerini ortaya çıkarıvermişti. Ebû Süfyan mânâlı bir tebessümle:
  • Artık bu bozgunun denize kadar önü alınamaz, demişti. Kelede:
  • Bugün sihir bozuldu, diye haykırmış, henüz müşrik olan kardeşi Safvân:
  • Sus, ağzın kurusun, bana Hevâzinden biri hâkim olacağına Kureyş'den biri olsun, diyerek kardeşini azarlamıştı? Uhud Savaşında öldürülen Ebû Talha'nın oğlu Şeybe ise:
  • Bugün Muhammed'den intikamım alınıyor, diyecek kadar ileri gitmişti. Mekke'de bile:
  • Muhammed ölmüş, ordusu dağılmış, Arablar eski dinlerine dönecekler, diye söylentiler çıkmış, Rasûlüllah (s.a.s. ) kaymakam bıraktığı Attâb b. Esîd:
  • Muhammed ölmüşse, Allah bâkidir, şerîatı duruyor, diye halkı teskine çalışmıştı.

d) Rasûlüllah (s.a.s. )'in Metâneti ve Düşmanın Hezîmeti
İşte böylesine tehlikeli bir anda Hz. Peygamber (s.a.s.), metânetle yerinde durup, kaçıp dağılan müslümanlara:
- Ey Allah'ın kulları! Buraya geliniz. Ben Allah'ın Peygamberiyim, bunda yalan yok! Ben Abdülmuttalib'in torunuyum, diyordu.(340)
Sonra Rasûlüllah (s.a.s. )'in emriyle Hz. Abbâs gür sesiyle haykırdı:
- "Ey Akabe'de bîat eden ensâr! Ey, Şecere-i Rıdvân altında, geri dönmemek üzere bîat edip söz veren ashâb! Muhammed (s.a.s.) burada. O'na doğru gelin.
Abbâs'ın sesini duyanlar,, derhal "Lebbeyk, lebbeyk" diyerek geri dönüp geldiler. Yâ Evs, Yâ Hazrec diye nidâ ederek bütün ensâr Rasûlüllah (s.a.s. )'in etrâfında yeniden toplandılar. Savaş bütün şiddetiyle yeniden başladı.(341)
Hz. Peygamber (s.a.s.), Cenâb-ı Hakk'a zafer ihsân etmesi için duâ ettikten sonra yerden bir avuç toprak alıp düşman üzerine savurdu. Düşmanlardan bu topraktan gözüne isâbet etmeyen hiç kimse kalmadı.(342) Cenâb-ı Hakk'ın yardımıyla düşman hezimete uğradı. Darmadağın olup, kadınlarını, çocuklarını, hayvanlarını bırakıp kaçmağa başladılar. Müslümanlar arkalarından kovalayıp, yetişebildiklerini öldürdüler veya esir ettiler. Savaşı kazanmak üzere olan düşman, mağlup oldu; yenilmek üzere olan Müslümanlar ise galip geldi. Savaşta müşriklerden ölenlerin sayısı 70'i buldu, müslümanlardan ise 4 şehid vardı.
Kur'ân-ı Kerîm'de bu savaş şöyle anlatılmaktadır:
"(Ey mü'minler), şüphesiz Allah size (Bedir, Hendek, Hudeybiye, Hayber ve Mekke gibi) bir çok yerlerde ve Huneyn gününde yardım etti. O gün çokluğunuz size gurûr vermiş, böbürlendirmişti. Fakat bu çokluğun hiç bir faydası olmamış, yeryüzü bütün genişliği ile başınıza dar gelmişti. Sonra gerisin geriye dönüp kaçmıştınız. Bu hezîmetten sonra Allah, Peygamberine ve mü'minlere sükûnet veren rahmetini indirdi, görmediğiniz askerler (melekler) gönderdi, inkâr edenleri azâba uğrattı. Kâfirlerin cezâsı işte budur." (et-Tevbe Sûresi, 25-26)



--------------------------------------------------------------------------------


(338) et-Tevbe, Sûresi, 25-26
(339) Müslim, 3/1398 (Hadis No: 1775)
(340) el-Buhârî, 5/99; Müslim, 3/1400 (Hadis No: 1776); Tecrid Tercemesi, 10/353
(341) Müslim, 3/1398-1399 (Hadis No: 1775); İbn Hişâm, 4/87
(342) Müslim, 3/1402 (Hadis No: 1ş)



EVTÂS SAVAŞI ve TÂİF MUHÂSARASI


5- EVTÂS SAVAŞI
Huneyn'de bozguna uğrayan düşmanın bir kısmı, bu bölgedeki Evtâs Vâdisi'nde toplandı. Bunların başında ihtiyar bir savaşçı olan Düreyd b. Simme vardı. Bir kısmı da Sakif kabîlesiyle birlikte Tâif'e çekildi. Bunların başında ise Hevâzin reisi Avfoğlu Mâlik bulunuyordu. Bunlar, hazırlıklarını tamamlayıp yeniden savaşmak istiyorlardı. Bu sebeple Rasûlüllah (s.a.s. ) Evtâs üzerine Ebû Mûsa'l-Eş'arî'nin amcası "Ebû Âmir" komutasında bir birlik gönderdi.
Yapılan savaşta Düreyd öldürüldü. Ebû Âmir de şehid oldu. Ebû Âmir, yaralandığı zaman, kumandayı yeğeni Ebû Mûsa'l-Eş'arî'ye bırakmıştı. Ebû Mûsâ savaşı kazandı. Birçok esir ve ganimetle geri döndü.(343)
Esirler arasında Sa'd Oğulları Kabîlesi'nden Rasûlüllah (s.a.s. )'in süt kardeşi "Şeymâ" da vardı. "Ben Peygamberin süt kardeşiyim" deyince, Hz. Peygamber (s.a.s.)'e götürdüler. Rasûl-i Ekrem Şeymâ'yı görünce tanıdı. Üzüntüsünden gözleri yaşardı. Hemen hırkasını serip üzerine oturttu, hâl-hatır sorup ikrâmda bulundu. Bir köle, bir câriye, iki deve ve bir mikdâr koyun vererek, isteği üzerine kabilesine gönderdi.(344)

6- TÂİF MUHÂSARASI (Şevvâl 8 H./Şubat 630 M.)
Huneyn hezîmetinden sonra Sakif Kabîlesi, memleketleri olan Tâif'e çekilmişlerdi. Hevâzin Kabîlesinin reisi Avf oğlu Mâlik de bunlarla berâberdi. Huneyn Savaşı'nın kesin sonucunu almak için Tâif'te toplananların da takibi gerekiyordu.
Hz. Peygamber (s.a.s.), Hâlid b. Velîd'i bin kişilik öncü kuvvetle Tâif'i muhâsara için gönderdi. Huneyn ve Evtâs'ta ele geçen ganimet ve esirleri Mekke'ye yaklaşık 16 km. mesâfede "Ci'râne" denilen yerde muhâfaza altına aldıktan sonra, kendisi de ordusuyla Tâif üzerine yürüdü.
Tâif, Mekke'nin güney doğusunda, etrâfı yüksek kale duvarlarıyla çevrili eski bir şehirdi. Kale içinde bol miktarda erzâk ve silah depo edilmişti. Muhâsara yirmi günden fazla sürdü. Müslümanlar ilk defa bu muhâsarada, kale duvarlarını yıkmak için mancınık ve debbâbe denilen savaş âletlerini kullandılar.(345) Bu âletleri müslümanlara Sel-mân-ı Fârisî öğretmişti. Fakat kale duvarları çok sağlamdı. Tâifliler, duvarlar üzerindeki siperlerden ok atarak kaleyi savunuyorlar, gedik açılmasına imkân vermiyorlardı. Hatta, atılan oklarla 12 kişi şehid olmuştu. Bir ara Hâlid b. Velîd mubâreze için er diledi. Tâifliler:
- Sana karşı çıkabilecek kimsemiz yok, erzâkımız bitinceye kadar kaleyi savunacağız. Sonra hep birlikte çıkıp ölünceye kadar çarpışacığız, diye cevâp verdiler.
Tâiflilerin erzâkları tükenip teslim olmaları veya kaleden çıkmaları uzun sürecekti. Rasûlüllah (s.a.s). durumu, ashabı ile istişâre etti. Nevfel b. Muâviye:
  • Tilki inine kapandı. Uzun müddet sıkıştırılırsa, mecbûr olup çıkar, böyle bırakılsa da zarar gelmez, dedi.(346) Muhâsaranın uzamasında yarar görülmedi. Rasûlüllah (s.a.s. ):
  • Allah'ım, Sakif'e hidâyet nasip et, onları bize gönder, diye duâ etti.(347) Muhâsarayı kaldırıp, ganimetleri mücâhidlere dağıtmak üzere Ci'râne'ye döndü. Tâifliler bir sene sonra (Hicretin 9'uncu yılında) Medine'ye bir hey'et gönderip İslâm Dini'ni kabûl ettiklerini bildirdiler
.


--------------------------------------------------------------------------------


(343) el-Buhârî, 5/101; Tecrid Tercemesi, 10/358 (Hadis No: 1629); İbn Hişâm, 4/97
(344) Tecrid Tercemesi, 7/134; İbn Hişâm, 100-101; Târih-i Din-i İslâm, 3/454
(345) İbn Hişâm, 4/126; Zâdü'l-Meâd, 2/462
Mancınık: Topun icâdından önce, kale duvarlarını dövmek için iri taş ve gülle atmakta kullanılan âlet.
Debbâbe: Tahtadan bir iskelet üzerine kalın deri gerilerek yapılan bir savaş âleti. İçine kale duvarlarını delecek askerler girip yavaş yavaş kale duvarı dibine kadar yaklaşırlar ve bu siperin içinde duvarı delerlerdi. Bu âlet, ilkel bir tank demekti.
(346) Zâdü'l-Meâd, 2/462; Tecrid Tercemesi, 10/365 (Hadis No: 163)
(347) Zâdü'l-Meâd, 2/463; İbn Hişâm, 4/131



7- ESİRLER VE GANİMETLER

Huneyn ve Evtâs Savaşlarında, kadın erkek 6 bin esir, 24 bin deve, 40 bin okiyye (yaklaşık 5 ton) altın ve gümüş ve pek çok kıymetli eşyâ ele geçmiş, bunlar Ci'râne'de toplanmıştı. (348) O zamana kadar hiçbir savaşta bu kadar çok esir ve ganimet ele geçmemişti. Özellikle yeni Müslüman olmuş bedevî Araplar, Huneyn zaferinin ilk gününden itibâren, ganimet mallarını paylaştırılmasını istemişlerdi. Rasûlüllah (s.a.s.) ise bu mürâcaatlara:
- Tâif'ten döndüğümüzde, diye cevâp vermişti.
a) Esirlerin Serbest Bırakılması
Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) Tâif'ten Ci'râne'ye döndükten sonra esirleri ve ganimet mallarnı hemen paylaştırmadı. Esirleri kurtarmak üzere Hevâzinlilerin müracaatlarını bekledi.(349) Yeni müslüman olan bedevîler ise, kendilerine bir an önce ganimetlerin verilmesi için sabırsızlanıyorlardı.(350)
Nihâyet, Hevâzin Kabîlesinden 14 kişilik bir hey'et geldi. Bunların çoğu bu esnâda müslüman olmuşlardı. Aralarında Rasûlüllah (s.a.s.)'in süt annesi Halîme'nin mensûb olduğu Sa'doğulları'nın temsilcileri de vardı.
  • Yâ Rasûlallah, biz asâlet ve aşîret sâhibi kimseliriz, başımıza geleni biliyorsunuz, dediler; esirlerin ve ganimet mallarının geri verilmesini istediler. İçlerinden Hz. Peygamber (s.a.s.)'in süt amcası Zübeyr:
  • Ey Allâh'ın Rasûlü, esir kadınlar arasında süt halalarınız, süt teyzeleriniz de var. Onlar sana çocukluğunda hizmet ettiler. Sen ise yardım için başvurulacak insanların en hayırlısısın... dedi.(351) Rasûlüllah (s.a.s.) onları dinledikten sonra:
  • Ben sizi bugüne kadar bekledim. Siz çok geç kaldınız. Halk etrâfımda, ganimetlerin paylaştırılmasını bekliyor. Şimdi siz ikisinden birini tercih edin. Kadınlarınızı ve çocuklarınızı mı istersiniz, yoksa mallarınızı mı? diye sordu. Hey'et:
  • Elbette kadınlarımızı ve çocuklarımızı isteriz. Âile şerefini hiç bir şeyle değişmeyiz, dediler. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.):
  • Bana ve Abdülmuttalib oğullarının payına düşen esirler serbesttir, onları size bağışladım, buyurdu. Diğerlerinin de serbest bırakılması için, namazdan sonra, kendisini şefâatçi kılarak, müslamanlardan istemelerini söyledi. Hevâzin hey'eti, Rasûlüllah (s.a.s.) 'in öğrettiği gibi yaptılar: Öğle namazından sonra ayağa kalkıp:
  • Biz, Rasûlüllah (s.a.s.)'i şefâtçi kılarak, Müslüman kardeşlerimizden, kadınlarımızı ve çocuklarımızı bağışlamalarını istiyoruz, dediler. Gönülleri coşturacak sözler söylediler. Rasûlüllah (s.a.s.) Cenâb-ı Hakk'a hamd ve sena ettikten sonra:
  • Ashâbım, bana ve Abdülmuttalib oğullarının payına düşen bütün esirleri ben serbest bıraktım. İçinizden, kardeşlerinizin gönlünü hoş etmek, karşılığını Allah'dan almak isteyenler de böyle yapsın. Bedelsiz vermek istemeyenlere ise, Cenâb-ı Hakk'ın ihsân edeceği ilk ganimetten (her bir esir için 6 deve) vereceğim, buyurdu.
Bütün müslümanlar:
- Biz de hissemize düşeni, Rasûlüllah (s.a.s.)'a bağışladık, diye bağrıştılar. Böylece 6 bin esir bir anda kurtulmuş oldu.(352) İnsanlık târihinde bu olayın benzerini göstermek mümkün değildir. Bu büyüklük karşısında Hevâzin Kabîlesi toptan Müslüman oldu.
Bu esnâda, kabîle reisi Mâlik Tâif'teydi. Hz. Peygamber (s.a.s.) Hevâzin heyetine:
- Eğer Mâlik, gelir de Müslüman olursa,bütün âilesi ve mallarından başka ayrıca 100 de deve veririm, buyurdu. Mâlik bu heberi duyunca, gelip Müslüman oldu. çocuklarıyla birlikte, bütün mallarını ve 100 deveyi alarak kabîlesine döndü. Rasûlüllah (s.a.s.) onu kabîlesine âmil (zekât toplama memuru) tâyin etti.(353)

b) Ganimetlerin Taksimi
Esirlerin hürriyete kavuşmasından sonra sıra ganimetlerin taksimine geldi. Esâsen Bedevîler:
  • Artık bizim de deveden, davardan hakkımızı ver, diye taşkınlık yapıyorlar, Rasûlüllah (s.a.s.) 'ın peşini bırakmıyorlardı. Rasûl-i Ekrem bunlara hitâben:
  • Ey nâs! Ne diye sabırsızlanıyorsunuz? Ganimet davarları, şu vâdinin ağaçları sayısınca bile olsa, dağıtacağım. Sonra yanındaki deveden aldığı bir tüyü parmaklarının arasında göstererek:
  • Benim sizin ganimetlerinizle, değil bir deve, şu tüy kadar bile ilgim yok. Aldığım beşte bir hisse de gene size (fakirlerinize) sarfolunmaktadır. İğne-iplik bile olsa, aldığınız her şeyi teslim ediniz. çünkü kıyâmet gününde en büyük ar ve azâb vesîlesidir, buyurdu.(354) Sonra ganimet mallarını dağıtmağa başladı.
Ganimetler beşe bölündü. Bir hisse Beytü'l-mâl için ayrıldı, dördü mücâhitlere paylaştırıldı. Beytü'l-mâl hissesinin tasarrufu (harcama yetkisi) Rasûlüllah (s.a.s.) 'e âitti.(355)

c) Müellefe-i Kulûb
Rasûlüllah (s.a.s.) , Mekke'nin fethinden sonra müslüman olmuş olan Kureyş ileri gelenlerine ganimetten paylarına düşenden ayrı olarak, Beytü'l-mâl hissesinden de bol mikdârda bağışda bulundu. Bunlar uzun yıllar, Rasûlüllah (s.a.s.)'a düşmanlık hareketinin öncülüğünü yapmışlar, Mekke'nin fethinden sonra çâresiz müslüman olmuşlardı. Ancak gönülleri İslâm'a ısınmamıştı. Bunca yıl İslâm düşmanlığı yaptıktan sonra, bir anda bütün kalbiyle Müslümanlığı benimseyivermek kolay bir iş değildi. Kur'ân-ı Kerîm, bu gibilere "el-müellefetü kulûbühüm" adını vermekte, gönüllerinin kazanılması, İslâm'a ısındırılması için bunlara zekât verilebileceğini bildirmektedir.(356) Rasûlüllah (s.a.s.) bunları İslâm'a ısındırmak istedi. çünkü bunlar nüfûzlu ve itibârlı kimselerdi, halk üzerindeki tesirleri büyüktü. Samîmî müslüman oldukları takdirde, kendilerinden faydalı hizmetler beklenebilirdi.
"Müellefe-i kulûb" denilen bu kimselerin sayısı, 30 kadardı. Rasûlüllah (s.a.s.) bunların bir kısmına 100'er deve ile münâsip miktâr gümüş verdi. Ebû Süfyân ile oğlu Muâviye, Ebû Cehil'in oğlu İkrime, Amr oğlu Süheyl, Ümeyye oğlu Safvân, Ebû Talha oğlu Şeybe bunlardandır. Diğer kısmına ise, durumlarına göre 50'şer veya 40'ar deve, uygun mikdarda gümüş verildi.(357)

d) Ensâr'dan bir Kısım Gençlerin Yakışıksız Sözleri
Müellefe-i kulûb'a yapılan bu bağışlar, imânı zayıf olanları İslam'a ısındırmak, henüz imân etmemiş olanların, gerçek müslüman olmalarını sağlamak içindi.(358)
Ancak, Rasûlüllah (s.a.s.)'in bu yüksek düşüncesini ensârdan bazı gençler kavrayamamıştı. Kendi aralarında:
  • Cenâb-ı Hak, Rasûlüne hayır ihsan buyursun, artık kendi kavmine kavuştu. Henüz kılıçlarımızdan Kureyş kanı damlarken, bizi bırakıp bütün ganimeti onlara verdi.(359) Savaş gibi zor işler olunca biz çağrılıyoruz, ganimete ise başkaları...(360) gibi sözlerle yakışıksız dedi-kodular yaptılar. Hatta münafıklardan biri:
  • Bu taksimde Allah rızası gözetilmedi, demişti. (361/1)
Rasûlüllah (s.a.s.) bu tür dedi-koduları duyunca son derece üzüldü. Hemen Ensâr'ın toplanmalarını emretti. Allah'a hamd ve senâdan sonra:
  • Ey Ensâr Cemâti! Siz yolunu şaşırmış müşriklerdiniz. Allah size benimle doğru yolu göstermedi mi? Siz tefrikaya düşmüş, birbirinize düşman olmuştunuz. Allah, benim hicretimle sizi kaynaştırmadı mı? Siz fakir idiniz. Cena-ı Hakk, benim aranıza gelmemle sizi refâha kavuşturmadı mı? Rasûlüllah (s.a.s.) sordukça ensâr:
  • Bütün minnet, Allah ve Rasûlüne, bütün minnet Allah ve Rasûlüne, diye cevap verdiler.(361/2). Rasûlüllah (s.a.s.) devâmla:
  • Ey Ensâr! Siz isteseydiniz, şöyle de cevâp verebilirdiniz: "Seni kavmin yalanlamıştı. Bize hicret ettin, biz seni tasdik ettik. Seni kavmin terk etmişti, biz sana yardım ettik. Seni kavmin kovmuştu, biz seni bağrımıza bastık. Sen yoksuldun, biz seni malımıza ortak ettik... Böyle söyleseydiniz, doğru söylemiş olurdunuz, ben de sizi tasdik ederdim.(362)
Ey Ensâr! Bu ne sözdür ki tarafınızdan söylenmiş, bana kadar ulaşmıştır? buyurdu. Ensârın ileri gelenleri:
  • Ey Allah'ın Rasûlü, bizim büyüklerimizden hiç biri, sizi üzecek hiçbir söz söylememiştir. Yalnız bazı gençlerimiz, bu sözleri söylemişlerdir, dediler. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.s.) :
  • Kureyşten bazı kimselere dünyalık verdim, bunlar küfür ve şirk zamanına yakın olduklarından, böylece kalblerini İslâm'a ısındırmak istedim. Ey Ensâr! Herkes aldığı mallarla, koyun ve develerle evlerine dönerken, siz de Peygamberinizle dönmeğe razı olmaz mısınız? Allah'a yemin ederim ki, Sizin Peygamberle Medine'ye dönmeniz, onların ganimet mallarıyla evlerine gitmesinden çok daha hayırlıdır, buyurdu. Ensâr yaşlı gözlerle:
  • Râzıyız yâ Rasûlallah, biz yalnız Seninle dönmek isteriz, diye heyacânla bağrıştılar.(363) Rasûlüllah (s.a.s.) devamla:
  • Eğer hicret fazileti olmasaydı, ben ensârdan bir fert olmak isterdim. Bütün insanlar açık bir vâdiye, ensâr ise dar bir dağ yoluna girse, ben ensâr'ın yolunu seçer, onlarla beraber giderdim. Ey Ensâr! Siz benden sonra, hakkınızın çiğneneceği günler de göreceksiniz. Sabrediniz ki, Kevser havzı başında bana kavuşasınız, buyurdu.(364)

e) Ci'râne Umresi ve Medine'ye Dönüş
Ganimetlerin dağıtılmasından sonra, Rasûlüllah (s.a.s.) Ci'râne'de ihrâma girdi. Mekke'ye inip umre yaptı. Esîd oğlu Attâb'ı Mekke'ye Vâlî tayin etti . Muâz b. Cebel'i de Mekkelilere İslâmî hükümleri öğretmek üzere bıraktı, ordusuyla birlikte Zilkade ayında Medine'ye döndü.
çıkışı ile Medine'ye dönüşü arasında 2 ay 16 gün geçmişti.



--------------------------------------------------------------------------------

(348) Zâdü'l-Meâd, 2/443; Tecrid Tercemesi, 7/128 ve 10/372
(349) el-Buhârî, 4/54 ve 5/99
(350) Tecrid Tercemesi, 7/135 ve 10/370-372 (Hadis No: 1634)
(351) İbn Hişâm, 4/ 131; Zâdü'l-Meâd, 2/445; Tecrid Tercemesi, 7/33
(352) Bkz. el-Buhârî, 3/62; Nesâi, Sünen, 6/263 (K. Hibe, 1); Tecrid Tercemesi 7/128 (Hadis No: 1040); İbn Hişâm, 4/131-132; Zâdü'l-Meâd, 2/445
(353) İbn Hîşâm, 4/133-134; Tecrid Tercemesi, 7/141
(354) İbn Hişâm, 4/134; Nesâi, Sünen, 6/264 (K. Hibe:1)
(355) el-Enfâl Sûresi, 41
(356) et-Tevbe Sûresi, 60
(357) İbn Hîşâm, 4/135-136; Tecrid Tercemesi, 7/137 ve 8/506
(358) Tecrid Tercemesi, 8/509 (Hadis No: 1299); Gerçekten bu bağışların hemen tesiri görülmüştür. Ebû Süfyân:
"Anam babam sana fedâ olsun, bu ne büyük lütuf ve cömertlik, yâ Rasûlallah, Allah için sen sulh zamanında da, savaş zamanında da kerîmsin..." demişti.
Bu sırada vâdide en iyi cins 100 kadar deve dolaşmaktaydı. Ümeyye oğlu Safvân onlara bakarak:
Ne kadar güzel, demişti. Safvân henüz Müslüman değildi. Mekke'nin fethinden sonra, karâr verebilmek için iki ay mühlet istemiş, Rasûlüllah (s.a.s.), dört ay mühlet vermişti. Hz. Peygamber (s.a.s.), Safvan'ın develere imrendiğini görünce:
-Haydi onlar da senin olsun, buyurdu. Safvân:
-Bu derece lütuf ve cömertlik ancak peygamberde bulunabilir, diyerek verilen süreyi beklemedi, derhal Müslüman oldu. (Târih-i Din-i İslâm, 3/459)
(359) el-Buhârî, 4/59, 4/221 ve 5/104; Tecrid Tercemesi, 8/509 (Hadis No: 1300), 10/8 (Hadis No:1520 nin izahı) ve 10/371-373 (Hadis No: 1635); Müslim, 3/733 K. ez-Zekât, B. 46.(Hadis No: 132/1059)
(360) el-Buhârî, 5/106; Müslim, 2/736, K. ez. Zekât, B. 46 (Hadis No: 135/1059)
(361/1) el-Buhârî, 5/106; Tecrid Tercemesi, 8/505 (Hadis No:1296), 8/513 (Hadis No: 1303) ve 10/373
(361/2) el-Buhârî, 5/104; Tecrid Tercemesi, 10/373-374; Müslim 2/738, K. ez-Zekât, (Hadis No: 139/1061)
(362) İbn Hişâm, 4/152; Tecrid Tercemesi 7/138-140 (Hadis No: 1040'ın izâhı) ve 10/374; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, 2/271
(363) el-Buhârî, 5/104-105; Tecrid Tercemesi, 7/139-141 ve 10/374-376; Müslim 2/736 (Hadis No: 135/1059)
(364) el-Buhârî, 4/İ ve 5/104; Tecrid Tercemesi, 10/9 (Hadis No: 1520) ve 10/375-
 
CİHAD VE GAYELERİ

Bazı art niyet sahipleri, Rasülullah (s.a.)'ın İslâm'ı kabul ettirmek için insanları zorladığını ve İslâm'ı yaymada kılıca başvurduğunu ileri sürerler. Ancak bu kanaat, Allahü Teâlâ'nın şu açık sözüne aykırıdır:

"Dinde zorlama yoktur. Doğruluk, sapıklıktan seçilip belli olmuştur." Aynı şekilde bu kanaat, İslâm'ın yayılmaya başlamasından bahseden güvenilir tarihçilerin verdiği bilgilere de ters düşmektedir. Zira Rasülullah, kendilerine güvendiği dostlarını davet etmekle işe başlamış, bunun üzerine Ebubekir Sıddîk, Osman b. Affan, Zübeyr b. Avvâm, Sa'd b. Ebi Vakkas ve Abdurrahman b. Avf İslâm'ı kabul etmişler, daha başkaları onları takip etmişti. Rasülullah (s.a.), hac mevsimlerinde diğer arap kabilelerinden Mekke'ye gelen kabile heyetleriyle görüşür, kendisini tanıtarak onları İslâm'a çağırırdı. Bu heyetlerden olan Evs ve Hazreç'e mensup bir topluluk onun davetine icabet ederek İslâm'ı kabul ettiler. Bu Yesribli müslümanlar, şehirlerine döndüklerinde kavimlerini bu yeni dine çağırdılar. Rasülullah (s.a.), kılıcı kınından çıkarmaksızın veya bir düşmanla mukatele etmeksizin Arap yarımadasında İslâm'ı böylece yaydı. Aynı şekilde Rasülullah, İslâm'ı Arap yarımadasının dışında yaymada da barış yolunu takip etmiştir. Bildiğimiz gibi o, zamanın emir ve hükümdarlarına mektuplar yazarak, onları İslâm'a davet etmişti.

"İslâm kılıç tehdidiyle kabul ettirilmiştir iddiaları, şüphesiz Hulefa-i Raşidin'in fethettikleri bölge halkına karşı davranışları, onların dinî hürriyetlerine saygı göstermeleri ve medenî haklarını korumaları hususunda takip ettikleri uygulama ile de bağdaşmaz. Hz. Ömer'in Kudüs halkıyla yaptığı sulhün şartları bu hususu açıkça gösterir.

Bütün bunlardan anlaşılır ki, İslâm, kalplere giden yolu tutmuş; onun yüce mesajı, ikna ve delil getirme metodu ile nefislere kolaylıkla yol bulmuştur. Buna, insanlığın milâdî yedinci asrın başlarından itibaren yeni bir ıslâh ediciyi gözlemeye başladığını da ilave edebiliriz. Öyle ki, fesat, hayatın bütün yönlerini kaplamış; Rum, Fars ve Arap ülkelerinde insanlar arasında adalet ölçüleri tamamiyle kaybolmuştu. Bu sebeple insanlar, hakiki eşitlik ve gerçek adalet ile temayüz eden İslâm'ı kabul etmekte acele davranmışlardır. "Sen yüzünü, Allah'ı birleyici olarak doğruca dine çevir. Allah'ın yaratma kanununa uygun olan dine dön ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştirilemez. İşte doğru din odur, fakat insanların çoğu bilmezler."

Rasülullah (s.a.), Mekke'de 13 yıl boyunca, insanları deliller getirerek ve güzel öğütlerle İslâm'a çağırmaya devam etti. Kureyş müşrikleri ise, ona ve ashabına eza ve cefanın her türlüsünü tattırdılar. Rasülullah, onların eziyet ve işkencelerine sabretti. Allahü Teâlâ, indirdiği ayetlerle onun sabırdan bir zırh giymesini ve sabra devam etmesini teşvik ediyor ve ona sabır ve tahammül hakkında örnekler veriyordu. Şu ayet bunlardan biridir: "O halde sen de, Peygamberlerden azim ve irade sahiplerinin sabrettikleri gibi sabret. Onlar için acele etme. Onlar tehdit edildikleri azabı gördükleri gün, sanki gündüzün sadece bir saati kadar dünyada kalmış gibi olurlar. Bu bir tebliğdir. Yoldan çıkmış topluluktan başkası helâk edilir mi?"

Kureyş müşriklerinin Rasülullah ve ashabına karşı eziyetleri iyice şiddetlenince, Allahü Teâlâ ona, müşriklerle savaşmasını emretti. Bu savaş, "Allah yolunda savaş" veya "Cihad" tabiriyle ifade edilir ki, sırf Allah yolunda, sadece Allah rızası için yapılan mukaddes savaştır. Allahü Teâlâ'nın Rasülü ve mü'minlere kendi yolunda savaş iznini verdiği âyetlerden bazıları Mekke, bazıları da Medine devrinde nazil olmuştur.

Müslümanlar için cihada izin verilmesinin sebeplerinden bazıları şunlardır:

1- Nefsi müdafaa: Bu hususta Allahü Teâlâ şöyle buyurur: "Kendileriyle savaşılan mü'minlere, savaşma izni verildi. çünkü onlara zulmedilmiştir ve şüphesiz Allah onlara yardım etmeye kadirdir. Onlar sırf (Rabbimiz Allah'tır) dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarıldılar."

Başka ayetlerde de şöyle bildirilmektedir: "Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın, fakat haksız yere saldırmayın. çünkü Allah haksız yere saldıranları sevmez. Onları nerede yakalarsanız öldürün. Onların sizi çıkardıkları yerden (yani Mekke'den) siz de onları çıkarın! Fitne çıkarmak, adam öldürmekten daha kötüdür. Mescidi Haram'da onlarla savaşmayın ki, onlar da sizinle orada savaşmasınlar. Fakat onlar sizinle savaşırlarsa hemen onları öldürün. Kâfirlerin cezası böyledir. Eğer onlar savaştan ve küfürden vazgeçerlerse, artık zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur."

"Size ne oldu ki Allah yolunda ve (Rabbimiz, bizi şu halkı zalim olan şehirden çıkar, bize katından bir dost ver, bize katından bir yardımcı ver!) diyen erkek, kadın ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz."

Bu âyetlerden savaşın, ancak Allah yolunda nefsi ve buna bağlı olarak ırz ve malı müdafaa ve savunma için meşru kılınmış olduğunu anlıyoruz.

2. Davetin emniyet içinde yürütülmesini temin ve davete engel olanlara karşı müdafaa ki, İslâm'a girmek isteyenler bu dini kabul etmeleri sebebiyle belâya düşeceklerinden korkmasınlar. Nitekim korunmasız zayıf müslümanlardan Ammar b. Yasir, Bilâl-i Habeşi ve diğerleri daha önce bu belâ ve sıkıntılara düşmüşlerdi.

Mekke müşrikleri, Rasülullah'a karşı savaşta, diğer Arap kabileleri ile ittifak kurmaya başlayınca Allahü Teâlâ, müşriklerin hepsiyle savaş emrini verdi: "... ve müşrikler sizinle nasıl topyekün savaşıyorlarsa siz de onlarla topyekün savaşın ve bilin ki Allah, günahlardan korunanlarla beraberdir."

Medine Yahudileri, Rasülullah'la yaptıkları antlaşmayı bozup onunla savaşta Kureyşle işbirliği edince de şu ayet nazil oldu: "Bir kavmin antlaşmaya hainlik yapmasından korkarsan, sen de onların seninle yaptıkları anlaşmayı aynı şekilde onlara at. çünkü Allah hainleri sevmez."

Allahü Teâlâ, mü'minlere, dünyada düşmanlarına karşı zafer vadetmiş, ahiret için de onları güzel nimetlerle müjdeliyerek şöyle buyurmuştur: "Dünya hayatını ahiret hayatı karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse biz ona yakında büyük bir mükafat vereceğiz." "O topluluğu takip etmekte gevşeklik göstermeyin. Eğer siz acı çekiyorsanız, onlar da sizin çektiğiniz gibi acı çekmektedirler. Üstelik siz Allah'tan, onların ummadıkları şeyleri ummaktasınız. Allah bilendir, hikmet sahibidir." "Ey inananlar! İnkâr edenlerle toplu halde karşılaşırsanız, onlara arkalarınızı çevirip kaçmayın. Kim o gün savaşmak için bir tarafa çekilmek, ya da başka bir birliğe katılmak dışında, arkasına döner kaçarsa Allah'tan bir gazaba uğrar, onun yeri cehennemdir. Cehennem varılacak ne kötü bir yerdir.
 
VEDA HUTBESİ

Hz. Peygamber'in, hicri 10. yılda yaptığı Veda Haccı'nda sayıları yüz on dört bini bulan hacıya hitaben irad ettiği hutbe. Peygamber (s.a.s) bu son hutbesinde, bundan sonra bir daha haccedemeyeceğini bildirip vefatının yaklaştığını ima ettiği, sonraki gelen günler de onun bu sözlerini doğruladığı için bu hacca Veda Haccı, bu hac esnasında irad ettiği hutbeye de Veda Hutbesi adı verildi. Veda Hutbesi her ne kadar tek bir hutbe imiş gibi kabul edilmekteyse de, gerçekte bu hutbe, Arafat ta, Mina da ve bir gün sonra yine Mina'da olmak üzere arafe günü ile bayramın birinci ve ikinci günlerinde parça parça irad edilmiştir (Tecrid-i Sarih, Terc. X, 396). Değişik yer ve zamanda irada buyurulduğu için de hutbe, birçok kişi tarafından birbirinden farh şekillerde rivâyet edilmiş; kişinin ya da grubun duyduğunu diğerleri işitmediğinden, hutbenin tamamının biraya toplanmasında bu farklı rivâyetlerden yararlanılmış ve daha sonraki yıllarda bu üç ayn yer ve zamanda buyurulan hutbe tek bir hutbe olarak biraraya getirilmiştir.

Rasûlüllah'ın bu son haccından bir yıl önce nâzil olan Tevbe sûresinde, müşriklerin pis olduğu ve bu yıldan sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmamaları (et-Tevbe, 9/28) emredildiği için, Veda Haccı'nda Mekke'de sadece Müslümanlar vardı, hutbeyi de yalnızca Müslümanlar dinlemişti. Zaten Mekke'in fethinden sonra müşriklerin sayısı parmakla sayılacak kadar azalmıştı. Rasûlüllah, Medine'den kendisiyle birlikte yola çıkan yüzbin civarındaki ashâbıyla Mekke'ye haccetmek için geldiklerinde bir yıl önceki uyarı sebebiyle Mekke'de müşrik kalmamıştı; çoğunluk Müslüman olurken Mekke'yi terkedenler de vardı. Rasûlüllah, haccın bütün erkâmın bizzat kendisi yaparak Müslümanlara öğretmiş, İslâm'ın hac konusundaki emirleri de böylece tamamlanmıştı. İslâm'ın tamamlandığını bildiren bazı âyetler de bu Veda Haccı'nda nâzil oldu.

Cahiliye döneminde dışarıdan gelen hacılar Arafat'ta vakfeye dururken, Kureyş eşrafı diğer insanlardan üstün olduklarını belli edercesine Arafat yerine Müzdelife'de vakfeye dururlardı. Rasûlüllah cahiliye döneminin bu sınıf üstünlüğüne dayalı âdetini ortadan kaldırdı ve bütün hacılar gibi Arafat'ta vakfeye durdu. Rasûlüllah'a orada bu dinin tamamlandığı şu âyet-i kerimeyle müjdelendi: "Ey Mü'minler, şu küfreden müşrikler bugün dininizi söndürmekten ümidlerini kesmişlerdir. Artık bundan böyle onlardan korkmayınız; ancak benden korkunuz. Bugün dininizi kemale erdirdim; ve size ihsan ettiğim nimetimi tamamladım. Din olarak da size İslâm'ı seçtim"(el-Mâide, 5/3). Dinin kemale erdirilmesine bütün Müslümanlar sevinirken yalnızca Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer, bunun, Hz. Peygamber'in vefatının yaklaştığına delalet ettiğini anlamışlar ve gözlerinden yaşlar akmıştı. Gerçekten de bundan sonra Rasûlüllah seksen iki gün yaşamış ve vefat etmiştir.

Arafat'ta yüz binin üzerindeki hacıya hitaben bir hutbe irad eden Rasûlüllah sesinin bütün hacılar tarafından işitilmesi için belli mesafelerde gür sesli sahabilerden bazılarını görevlendirdi. Rasulüllah'ın sözlerini tekrar eden bu kişiler hutbenin bütün hacılar tarafından duyulmasını sağlıyorlardı. Devesi Kusva'nın sırtında olduğu halde Rasûlüllah şu hutbeyi irac etti:

"Ey insanlar! Sözümü iyi dinleyiniz. Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedi olarak bir daha buluşamayacağım. Ey İnsanlar bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz nasıl mübarek bir şehir ise; canlarınız, mallarınız, ırzlarınız da öyle mukaddestir, her türlü saldırıdan emindir. Ashabım! Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hal ve hareketinizden sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski dalâletlere dönüp birbirinizin boynunu vurmayın. Bu vasiyetimi burada bulunanlar bulunmayanlara bildirsin Olabilir ki bildirilen kimse, burada bulunup da işitenden daha iyi anlayarak muhafaza etmiş olur.

Ey ashabım! Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine versin. Fa izin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımız altındadır. Lakin borcunuzun aslın vermek gerekir. Ne zulmediniz ne de zulme uğrayınız. Allah'ın emriyle faizcilik artık yasaktır. Cahiliyetten kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım faiz de Abdulmuttalib'in oğlu (amcam) Abbas'ın faizidir.

Ashabım! Cahiliyet devrinde güdülen kan davaları da tamamen ortadan kaldırılmıştır,' ilk kaldırdığım kan davası da Abdulmuttalib'in torunu (yeğenim) Rebîa'nın kan davasıdır.

Ey İnsanlar! Bugün şeytan sizin şu topraklarınızda yeniden nüfuz ve saltanat gücünü ebedi surette kaybetmiştir. Fakat bu kaldırdığım şeyler haricinde küçük gördüğünüz işlerde de ona uyarsanız bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan sakınınız.

Ey İnsanlar! Kadınların haklarına riayet etmenizi ve bu hususta Allah' tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah'ın emaneti olarak aldınız. Ve onların namuslarını ve ismetlerini Allah adına söz vererek helal edindiniz. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız; onların, aile şerefini koru malları ve evlerinizi sizin hoşlanmadığınız hiç kimseye açmamaları, çiğnenmemeleridir. Eğer onlar, razı olmadığınız herhangi bir kimseyi evinize alırlarsa onları hafif bir şekilde dövebilir, azarlayabilirsiniz. Kadıların da sizin üzerinizdeki hakları; örfe göre her türlü giyim ve yiyeceklerini temin etmenizdir. Ey mü'minler, size bir emanet bırakıyorum ki siz ona sımsıkı sarıldıkça yolunuzu hiçbir zaman şaşırmazsınız. O emanet Allah'ın kitabı Kur'ândır.

Ey mü'minler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi muhafaza ediniz. Müslüman müslümanın kardeşidir ve bütün Müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize ait olan herhangi bir hakka tecavüz, başkasına helal değildir. Ancak gönül hoşluğuyla verilen başka. Ashabım! Nefsinize de zulmetmeyiniz. Nefsinizin de üzerinizde hakkı vardır:

Ey insanlar! Cenab-ı Hak her hak sahibine hakkını vermiştir. Varis için vasiyete gerek yoktur. çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zinakâr için mahrumiyet cezası vardır. Babasından başkasına nesep iddia eden soysuz yahut efendisinden başkasına uymaya kalkan nankör, Allah'ın gazabına, meleklerin lanetine ve bütün Müslümanların düşmanlığına uğrasın. Cenab-ı Hak bu insanların ne tevbelerini ne de şehadetlerini kabul eder."

Rasûlüllah sözlerinin burasında dinleyenlere sordu: "Ey insanlar! Yarın beni sizden soracaklar. Ne dersiniz?" Ashab-ı Kiram cevap verdi:

"Allah'ın risâletini tebliğ ettin; risalet görevini yerine getirdin, bize vasiyyet ve nasihatte bulundun diye şehadet ederiz." Rasûlullah şehadet parmağını göğe kaldırarak üç kez "Şahit o! ya Rab! Şahit o! ya Rab! Şahit ol ya Rab!" buyurarak Arafat'taki hutbesini bitirdi.

Hz. Peygamber güneş batıncaya kadar vakfede durdu. Tam buradan inmeye karar vereceği bir anda yukarıda zikredilen Mâide sûresinin üçüncü âyeti nazil oldu. Daha sonra devesine binen Rasûlüllah yavaş adımlarla Arafat'tan inerek Müzdelife'ye geldi. Burada bir ezan iki kamet ile akşam ve yatsı namazlarını birleştirerek kıldı. Ve istirahata çekildi. Sabah olunca cemaatle birlikte sabah namazını kaldı ve ortalık iyice ağardıktan sonra Müzdelife'den Cemretü'l Akabe mevkiine geldi. Şeytan taşlamadan sonra Mina'ya geçen Rasûlüllah burada da Veda Hutbesi'nin diğer bölümünü irad etti. Allah'a hamdü senadan sonra devamla:

"Ey insanlar! Sizi Allah'ın kitabına bağlayan peygamberinizin sözlerini iyi dinleyiniz, ona itaat ediniz. Hac ibadetinizin bütün hareketlerini benden gördüğünüz gibi ifa ediniz. Öyle sanıyorum ki, ben bu seneden sonra bir daha haccedemem. " Rasûlüllah bundan sonra halkla sorulu cevaplı sürdürdüğü hutbesini: "Ey insanlar! Ayların yerini değiştirerek geri bırakmak inkârda aşırı gitmektir. Kafirler böyle yapmakla doğru yoldan saptılar. Allah'ın haram kıldığı ayların sayısını uygun yapmak için, bir yıl haram ayını helal, diğer yıl onu haram sayarlar. Böylece Allah'ın haram kıldığını helal kabul ederler. Zaman, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı gün gibi aynı duruma döndü. Allah'ın katında ayların sayısı on ikidir. Bunların dördü mukaddes (haram) aylardır ki üçü arka arkaya gelen Zilkade, Zilhicce ve Muharrem, dördüncüsü de Cemaziyelahir ile Şaban'ın arasındaki Receb'tir. Ey mü'minler! Bu ay hangi aydır?"-Allah ve Rasûlü daha iyi bilir."-Zilhicce ayı değil midir?"-Evet Zilhiccedir."-Bu içinde bulunduğumuz belde hangi beldedir?"-Allah ve Rasûlü daha iyi bilir.-Mekke Şehri değil midir?"-Evet Mekke'dir."-Bugün hangi gündür?

-Allah ve Rasûlü daha iyi bilir."Yevmü'nnahr (kurban kesme günü) değil midir?"-Evet yevmünahr'dır. Bu diyalogdan sonra Rasûlüllah sahabelere dönerek "Şu halde iyi bilin ki; bu şehrinizde, bu beldenizde, bu gününüzün mukaddes (haram) olduğu gibi birbirinize kanlarınızı dökmek, mallarınızı haksız yere olmak, namuslarınızı kirletmek de haramdır, her türlü saldırıdan masumdur. Muhakkak ki, siz Rabbinize kavuşacaksınız, o zaman bütün bu işlerden sorulacaksınız. Ey İnsanlar! Aklınızı başınıza alında benden sonra birbirinizin boynunu vuracak şekilde dalâlete, vahşete düşerek cahiliye devrine dönmeyin. Ey insanlar! Bu nasihatlerime kulak verip bunları burada hazır bulunanlarınız burada bulunmayanlara tebliğ etsin. Olabilir ki, kendisine tebliği edilen kimse burada bulunup işiten bir kısım kimseden daha iyi anlayıp bellemiş olur" ardından Rasûlüllah iki kez:"- Tebliğ ettim mi?" buyurdu.Sahabîler:-Evet ettin, deyince O;"Şahit ol ya Rab!" dedi ve tekrar hatırlattı: "Burada bulunanlar bulunmayanlara tebliğ etsin. "

Rasulüllah Mina'daki bu hutbesinden sonra kurban kesim yerine gelerek önceden hazırlanan yüz devenin altmış üçünü bizzat kendi kurban etti diğerlerini de Hz. Ali kestikten sonra her deveden birer parça et alınarak pişirilip yenildi. Daha sonra traş olan Hz. Peygamber ihramdan çıktı ve Kabe'yi tavaf etti. Öğle namazını da orada kıldıktan sonra Zemzem suyunun yanına gitti ve kendisine sunulan bir bardak suyu içtikten sonra tekrar Mina'ya döndü. Rasûlüllah Mina'da geçirdiği teşrik günlerinde şeytan taşlama görevini yerine getirmiş, bu arada çevresinde bulunan insanlara hutbeler irad buyurmuştu.

"Allah'ın yardımı ve fetih geldiği ve insanların dalga dalga Allah'ın dirine girdiklerini gördüğün zaman Rabbini överek tesbih et. O'ndan mağfiret dile. çünkü o tevbeleri çok kabul edendir" (en-Nasr, 110/1-3) mealindeki Nasr sûresinin nâzil olduğunu duyan Müslümanlara, hem yeni nâzil olan bu sûreyi okumuş hem de kendilerine nasihat ettiği hutbelerinden birini irad buyurmuştur. Bu hutbesinde de yine Müslümanların mal, can, namus emniyetinden bahseden Rasûlüllah insan haklarının temelini oluşturan bu üç hakkı tekrar tekrar ümmetine hatırlatmıştı. Değişik yer ve zamanda irade edilen bu hutbeler, tek bir hutbe şeklinde bütünleştirilmiştir.

Hutbenin toplum hayatına getirdiği prensipler:

İncelendiği zaman Veda Hutbe'sinde Peygamber (s.a.s)'in başlıca şu noktalara değindiği görülür:

1- Her işte daima Allah'a hamd-ü sena etmek gerekir.

2- Nefis, insanı her zaman şerre yöneltmek ister. Bu sebeple nefislerin şer-inden de Allah'a sığınmak lâzımdır.

3- Can, mal ve ırz kutsaldır. Yaşama hakkı tabii bir haktır. Irz, şeref, haysiyet, hürriyet ve mülkiyet saldırıdan korunmuş haklardır.

4- Cahiliye gelenekleri kaldırılmıştır. İnsanlar alışa geldikleri kötü şeyleri körü körüne yapmaktan vazgeçmelidirler.

5- Faiz haramdır.

6-Kan davası gütmek haramdır.

7- Emânetler yerlerine verilmelidir. Emânete hıyanet

edilmemelidir.

8- Küçük büyük önemli-önemsiz her işte şeytana uymaktan sakınılmalıdır.

9- Kadınların ve erkeklerin karşılıklı hak, vazife ve sorumlulukları vardır. Kadınlara nezâketle davranılacaktır.

10- Hem kadın hem de erkekler zinadan şiddetle kaçınacaklardır.

11- Köle ve hizmetçilere iyi davranılacaktır.

12- Bütün Müslümanlar kardeştir. Her türlü sınıf farkları ve ayrıcalıklar kaldırılmıştır. Üstünlük fazilet iledir.

13- Zulümden sakınmak gerekir, halkın malı haksız yere yenemez, birine ait bir şey sahibinin izni olmadıkça başkası için helâl olmaz.

14- Müslümanlar birbirleriyle savaşmaktan sakınacaklardır.

15- Allah'ın Kitâb'ına ve Peygamber'in sünnetine uyanlar asla sapıklığa düşmezler.

16- İslâm sadeliğinden ayrılmamak, aşırılıklara sapmamak gerekir.

17-Hak Teâlâ'ya ibadet olunacak; beş vakit namaz kılınacak, oruç ayında oruç tutulacak, Hz. Peygamber'in tavsiyelerine uyulacaktır. Bunları hakkıyla yerine getirenlerin mükâfatı cennettir.
 
PEYGAMBER EFENDİMİZİN VEFATI

Hicretin onuncu yılında Rasülullah (s.a.), yüz binden daha fazla müslümanla birlikte Medine'den hacc için hareket etti. Bu hacc esnasında Arafat dağı yanında, İslâm'ın anayasası kabul edilen veciz ve ölümsüz hutbesini iradetti. Bu hutbesinde, İslâm'ın temel ilke ve kaidelerini beyan ederek, insanlar arasında fark gözetmeyen bir eşitlik ilan etti. Şöyle diyordu:

"Ey nas! Biliniz ki Rabbiniz birdir, babanız birdir. Hepiniz Adem'densiniz. Adem de topraktandır. Allah yanında en üstününüz, O'ndan en çok korkanınızdır. Arab'ın, Arab olmayana üstünlüğü yoktur; üstünlük ancak takva iledir."

Kur'ân-ı Kerim'in nüzûlü de Maide sûresinin 3. ayetindeki, "Bugün size, dininizi kemale erdirdim, size olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı seçtim." kavl'i şerifinin nazil olmasıyla tamamlanmıştı.

Veda Hacc'ının üzerinden henüz üç ay geçmemişti ki, Rasülullah (s.a.) ateşli bir hummaya yakalandı. Onun hastalığının şiddetlendiğini gören Ensar, Mescidi Nebî'de toplanmışlardı. Fadl b. Abbas ve Ali b. Ebi Talib, bu durumu Peygamber Efendimize ulaştırdılar. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, Ali, Abbas ve Fadl'a dayanarak Ensarın huzuruna çıktı. Başı sarılıydı. Minber'in alt basamağında oturdu, Allah'a hamd ve senadan sonra şöyle hitap etti; "Ey nas! Duydum ki, siz peygamberinizin ölmesinden korkuyormuşsunuz. Allah'ın benden önce gönderdiği peygamberlerden ebedî yaşayan biri var mı ki, ben sizin içinizde ebedî kalayım? Bilesiniz ki, elbette ben Rabbime kavuşacağım, siz de bana ulaşacaksınız. Size, ilk muhacirlere hayırlı davranmanızı vasiyet ederim. Bütün muhacirler de birbirlerine karşı hayırlı olsunlar. Allahu Teâlâ şöyle buyurur; "Asra (yani peygamberlik çağına, yahut bütün zamana veya ikindi namazına) andolsun ki, insan ziyan içindedir. Ancak inanıp iyi işler yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka" (onlar ziyandan kurtulmuşlardır.) Her iş, Allah'ın izniyle, iradesiyle cereyan eder. Siz olacak şeylerin sırasını değiştiremezsiniz, Allahu Teâla sizden birinizin acelesiyle, acele davranmaz. Allah'ın iznine, iradesine galebe etmeğe çalışanlar, en sonu mağlub olurlar. Allah'ı aldatmak isteyenler de muhakkak aldanırlar. Nitekim o, şöyle buyurur: "Demek iş başına gelecek olursanız, yeryüzünde bozgunculuk çıkaracak ve akrabalık bağlarını koparacaksınız."

"Ey nâs! Size Ensar halkına da hayırlı olmanızı vasiyet ederim, çünkü onlar sizden önce iman yurdunu hazırlamışlardır. Onlara iyi muamele ediniz. Onlar sizi kendi mahsullerine ortak etmediler mi? Evlerini sizinle paylaşmadılar, sizi vaktiyle evlerinde ağırlamadılar mı? Kendileri ihtiyaç içinde oldukları halde, her hususta sizi nefislerine tercih etmediler mi? O halde (ey muhacirler!) sizden biriniz iki adam arasında hakemlik yapmak görevine getirilirse Ensarın iyilik edenlerine teveccüh ve ikram etsin, fenalık yapanların kusurlarından da vazgeçsin. Biliniz ki, kendinizi onlara tercih edemezsiniz. Biliniz ki, ben size karşı çok merhametliyim, yine biliniz ki, ben Rabbime kavuşacağım, sizler de bana kavuşacaksınız. Buluşacağımız yer, Kevser havuzunun kenarıdır. Benimle havuz kenarında buluşmak isteyenler dillerini gerekli olan şeylerin dışındaki boş şeylerden çeksinler."

Rasülullah (s.a.), 13 Rebiülevvel h. 11 (8 Haziran 632) pazartesi günü ruhunu teslim etti. Risaleti tebliği etmiş, kendisine verilen emaneti en mükemmel bir şekilde yerine getirmiş olarak ömrünün 63'ünde Rabbimizin rahmetine kavuştu.

Rasülullah'ın vefat haberi, müslümanlar üzerinde müthiş bir tesir icra etti, öyle ki büyük bir şaşkınlığa düşerek peygamberlerin de, diğer insanlar gibi öleceklerini bildiren ayetleri bile unuttular. Kılıcını çekip dikilen Ömer b. Hattâb, Rasülullah'ın öldüğünü söyleyenleri ölümle tehdit ediyor ve şöyle diyordu: "Münafıklardan bir adam, Rasülullah'ın vefat ettiğini zannetmiştir. Hayır vallahi! O ölmedi, lakin Musa'nın gittiği gibi, dönmek üzere Rabbine gitti. Vallahi Rasülullah dönecek ve öldüğünü söyleyenlerin ellerini kesecektir."

Rasülullah'ın vefatını duyan Hz. Ebubekir, Mescid'in önüne geldiğinde Ömer hâlâ, halka bir şeyler söylüyordu. O, bunlara aldırmaksızın doğruca Rasülullah'ın bulunduğu odaya girdi. Üzerindeki örtüyü kaldırarak şöyle dedi: "Babam ve anam yoluna feda olsun ya Rasülellah! Ölümünde de, diriyken olduğu gibi ne kadar güzel ve temizsin. Senin ölümünle, hiçbir peygamberin ölümüyle kesilmemiş olan peygamberlik son bulmuştur. Şanın ve şerefin o derece büyük, o kadar güzel vasıflara sahibsin ki, tanıtılmak ve üzerine ağlanmaktan münezzehsin. Ya Rasülellah! Ölümünle insanlara teselli oldun, zira nübüvvet özelliklerinle hususiyet kazanmış olmana rağmen ölüm sana da yetişti. Ölümle o derece umumileştin ki, ölümlü olmakta hepimiz seninle eşit olduk. Kendin tercih etmemiş olsaydın, ölümün nefislerimize çok zor gelirdi, eğer bizi ağlamaktan menetmemiş olsaydın, senin için gözyaşları döker; hatta göz pınarlarımızı kuruturduk. Ama, yine de göz yaşımızı tutmağa gücümüz yetmiyor. Şiddetli üzüntü ve kederi üzerimizden atamıyoruz. Allah'ım bizden ona selâm ulaştır. Ya Muhammed (s.a.)! Rabbinin katında bizi unutma, hatırında kalalım. Sekinet ve rahatlık yaratılmamış olsaydı, korku ve üzüntü de yaratılmazdı. Allahım, nebine bizden selâm ulaştır, onu aramızda muhafaza et!"

Hz. Ebubekir, daha sonra Rasülullah'ın naşının başından ayrıldı, dışarı çıkarak halka hikmetli ve anlamlı hutbesini irad etti. Bu hutbe müslümanların aklını başına getirdi ve düştükleri hatayı hemen anladılar. Hz. Ebubekir şöyle hitap etmişti: "Şehadet ederim ki, Allah birdir, O'ndan başka ilah yoktur, O'nun hiçbir ortağı yoktur. Yine şehadet ederim ki, Muhammed O'nun kulu ve rasülüdür. Yine şehadet ederim ki, Kitap (Kur'an) nazil olduğu, din meşru kılındığı, Hadîs iradedildiği, söz söylendiği gibi mahfuzdur. Allah, apaçık bir hakikattır," sonra da şöyle dedi: Ey nâs! Muhammed'e kulluk eden var idiyse bilsin ki: Muhammed muhakkak ölmüştür; Allah'a tapanlara gelince, şüphesiz Allah diridir, ebediyyen bâkidir." Devamla şu manadaki ayetleri okudu:

"Muhammed sadece bir elçidir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse siz ökçelerinizin üzerinde

geriye mi döneceksiniz? Kim ökçesi üzerinde geriye dönerse, Allah'a hiç bir ziyan veremez. Allah, şükredenleri mükafatlandıracaktır.” Ve devam etti: "Allahu Teâlâ işini, size vasiyet etmiştir, onda ümitsizlik ve sabırsızlığa düşmeyiniz. Şüphesiz Allah, sizin yanınızdaki ve kendi yanındaki şeyleri Nebisi için seçmiştir. Onu, yarlığamasına çekip almış, Kitabını ve nebisinin sünnetini sizde bırakmıştır. Bu ikisine sarılan doğruyu bulur, o ikisinin arasını ayıran sapıtır. Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan kimseler olunuz. Şeytan, Peygamberimizin ölümü sebebiyle sizi aldatmasın, dininizden saptırmasın. Şeytanı aciz bırakacağınız şeyde, ondan acele davranınız. Size ulaşmasına fırsat vermeyiniz."

Malik b. Enes'in şöyle dediği rivayet edilir: "Bana ulaştığına göre Rasülullah (s.a.), pazartesi günü vefat etmiş, salı günü defnedilmiştir. Müslümanlar, cenaze namazını gurublar halinde, imamsız olarak kılmışlardır." Sahabe-i Kiram, Rasülullah'ın nereye defnedileceği hususunda ihtilafa düşmüşler, bazıları doğum yeri olan Mekke'ye, bazıları ashabının yanına Cennetü'l-Baki' kabristanına bazıları da kendi mescidine gömülmesini teklif etmişlerdi. Bu esnada söz alan Hz. Ebubekir, Peygamber Efendimizin "Hiçbir peygamber, vefat ettiği yerin dışında bir mahalde defnedilmemiştir." mealindeki hadisini rivayet ederek, bu ihtilâfın ortadan kalkmasını sağladı.
 
Geri
Top