Medeniyetler Tarihi

İskenderiye (1.Bölüm)

İskenderiye Feneri


Amatör dalgıçların yıllardır bildikleri, sık sık dalış yaptıkları bir bölgeydi... Limanın birkaç kilometre açığında ve sadece 8 metre derinlikte gördüklerine de bir isim takmışlardı: "Kaya Ormanı"... Binlerce dev granit taştan, sütun parçalarından, sfenks heykellerinden ve mini dikilitaşlardan söz ediyorlardı, ama kimse onları ciddiye almıyordu. Ta ki, 1962 yılında, içlerinde birkaç arkeologun da bulunduğu bir grup profesyonelin dalışına kadar...

Onlar gözlerine inanamamışlardı; suyun dibinde bir tarih yatıyordu. Ancak, hemen önlem alınması gerekiyordu. Bazı parçalar yavaş yavaş kuma gömülmeye başlamıştı bile... Ayrıca kalıntılar oldukça sığ bir bölgede bulunduğu için, dalgaların sürtünmesi kayaları aşındırıyordu.

Mısır hükümeti, ilk önlem olarak binlerce metreküp çimento bloku dökerek bölgeyi küçük bir limana dönüştürdü ve böylece dalgaların etkisini ortadan kaldırdı. Oysa, tam 22 yıl sonra suyun dibindekiler çıkartılmaya başlandığında, ekibi bir başka sürpriz bekliyordu. Dalgıçlar biraz daha derinlerde, kiloları 10 ile 75 ton arasında değişen pembe granitten dev bloklara rastlamışlardı. Çalışmaları denetleyen İskenderiye Araştırmaları Merkezi müdürü Jean Yves Empereur ve ünlü bir mısır bilimci olan Jean Pierre Corteggiani'ye göre, bu dev granit bloklar dünyanın 7 harikasından biri olan İskenderiye Feneri'ne aitti.

Şimdiye kadar bu bölgeden çıkarılan parça sayısı 34... Araştırmayı yürüten Fransız bilim adamları, denizin dibinde daha böyle en az 2000 parça olduğunu ileri sürüyorlar. Ancak bölgedeki tüm parçaların İskenderiye Feneri'ne ait olup olmadığı konusunda fikir ayrılıkları söz konusu...

Bir grup arkeolog, bu iki bin parçanın büyük bir çoğunluğunun Fener'e ait olduğunu iddia ederken, Jean Yves Empereur, bu 2000 parçadan sadece 20 tanesinin Fener'in orijinal parçası olabileceğini söylüyor. Örneğin geçen Ekim-Kasım aylarında çıkarılan ve şu sırada müzede saklanan 12 ton ağırlığındaki başsız insan heykelinin (torso) Fener'e ait olduğu kesin.,. Yine denizden çıkarılan bir sfenksin ise, Fener'in sağında ve solunda bulunan iki ünlü sfenksten biri olduğu tahmin ediliyor.

Çıkarılan bu parçaların İskenderiye Feneri'yle hiçbir ilgisi olmadığını iddia edenler de var. Eski Mısır uzmanı, Mısırlı bilimadamı Abdül Halim Nureddin, denizin dibinde bulunan blok granit kayalarının Fener'e ait olmadığını ileri sürüyor. Ona göre, bu blok granit parçaları liman savunmasının bir unsuruydu. Limana saldıran gemilerin çarpıp batmaları için, 8 metre gibi bir derinliğe özellikle konulmuştu.

Abdül Halim Nureddin iddiasını şöyle destekliyor: Bir kere, bugüne kadar yapılan sualtı kazılarında üzerinde Yunanca yazı bulunan tek bir kaya ya da heykel parçasına rastlanmış değil... İkinci olarak, denizin dibinde bulunan dev granit blokları pembe granitten... Oysa tarihçiler, Fener'in renginin beyaz olduğunu yazıyorlar. Bu da, yapımında beyaz taşların ya da beyaz mermerin kullanıldığını gösteriyor.

İster İskenderiye Feneri'ne ait olsun ister olmasın, şu ana kadar denizin dibinden çıkarılanlar her açıdan tarihi bir öneme sahip... 12 ton ağırlığındaki, Tanrı Osiris giysileri içindeki II. Ptoleme heykeli başlı başına bir tarihi belge... Firavun L Seti dönemine ait bir dikilitaş, Firavun II. Ramses dönemine ait bir sfenks de az şey değil... Çıkarılan malzemenin çeşitliliği ve farklı dönemlere ait olması kuşkusuz kafaları biraz karıştırıyor. Bu gerçeği araştırmaları sürdüren Fransız ekip de kabul ediyor.

İskenderiye sualtı kazıları, şu anda iki Fransız şirketi tarafından finanse ediliyor. Ne var ki, bu iki şirketin 340 bin doları bulan katkısı daha kapsamlı bir çalışma için yetersiz kalıyor. Arkeologların amacı, bu parçalar aracılığıyla İskenderiye Feneri'ni yeniden orijinal büyüklüğünde ve modelinde oluşturmak... Böylece antik dönemin yazarlarının aktardıklarından hareketle, Fener'in biçimine ilişkin yapılan tarifleri de yeniden gözden geçirmek... Ancak, madalyonun bir başka yüzü daha var. Bu iş için milyarlarca dolar gerekiyor.

Böyle bir yükün altından da ne Mısır Hükümeti, ne de kazılan finanse eden Fransız firmaları kalkabilecek durumda İskenderiye ve çevresi, Mısır'da en önemli bölgeyi oluşturduğundan, bölgeyi anlatmaya buradan başlayacağım. Pelusium'dan itibaren kıyı boyunca yürürseniz, Canobik ağzına kadar yaklaşık 150 stadia etmektedir (28 km, l stadium: 185 m). Nil Delta'smdan Pharos Adası'na kadar ise, 103 stadia (20 km) eder. Pharos, dikdörtgen biçiminde, anakaraya çok yakın ve iki limana sahip bir adadır.

İskender, önceleri basit bir kasaba olan bölgeyi ve konumunun avantajlarını gördüğünde, kenti liman bölgesinde güçlendirerek, buraya bir kent kurmaya karar verir. Tarihçilerin anlattığına göre, kente geldikten sonra buraya yerleşme hazırlığı yaparlarken iyi talihi işaret eden şöyle bir olay olmuştur: Mimarlar tebeşirle, bölgeye çizgiler çekerlerken, tebeşirleri biter. Kralın yanlarına gelmesi üzerine, yardımcıları işçiler için hazırladıkları arpa ununu tebeşir yerine kullanmaya başlarlar.

Sonuç olarak, işaretleye çekleri sokak sayısı artar. Bu, tanrıların onların yanında olduğunu gösteren bir olaydır. (Bu öykü Plutarkos'a göre; "her cinsten kuş bölgeye doluşmuş ve arpa ununu yemeye başlamıştı. Bunun üzerine İskender, olayın kötü bir kehanetin işareti olup olmadığını sormuş, ama kahinler kehanetin olumlu olduğunu belirtmişler. Arpa ununu, bereketi artırsın diye yanlarına almışlar" şeklindedir.) batıdan eser.

Etesian, "yıllık" anlamındadır) yaz mevsimi, İskenderiyeliler'in en rahat ettikleri zamandır. Kentin yerleşim açısından avantajları oldukça fazladır. Öncelikle, iki taraftan denize açıktır; kuzeyde Mısır Denizi dedikleri, güneyde Mareotis denilen Mareia Gölü... Burası Nil Nehri'nden gelen pek çok kanala da sahiptir. Özellikle yaz başlarında Nil Nehri iyice gürleşip bu gölü doldurduğunda, yükselen buğudan ötürü geriye hiç balçık bırakmaz.

Bu mevsimde, kuzeyden ve denizden esen Etesian rüzgarından dolayı (Mısır musonları bütün yaz kuzey Kentin planı, "chlamys"e benzer (Makedonyalılara özgü pelerin ya da Yunanlılar'ın kullandıkları askeri manto): Uzun kesimi iki yandan denize açıktır, kısa kenarlar ise kıstaklardır ve bunların bir tarafı denize, diğer tarafı göle değmektedir. Kentin tamamı, atların ve at arabalarının bir arada geçebileceği genişlikte, birbirini dik açıyla kesen caddelere sahiptir. ..."Sema" da kraliyet saraylarına aittir (Mezar).

Burası kralların ve İskender'in gömülü olduğu yerdir; Ptolomaios'a göre, erken davranan Perdikas onun canını alıp bedenini Babil'den Mısır'a getirdiğinde, kentin artık orıa kalacağını düşünerek büyük bir ihtirasla yürüyordu. (Söylentiler çeşitlidir; Diodorus Siculus'a göre, Arrhidaeus, İskender'in cesedini getirmek için iki yılını çeşitli görüşmelere ayırmıştı. Ve I. Ptoleme, onunla tanışmak için Suriye'ye kadar gitmiş ve cesedi yakmak için Mısır'a getirmiştir. Pausanias'a göre ise, I. Ptoleme onu Memphis'te gömmüş, ama II. Ptoleme İskenderiye'ye aktarmıştır.)
Girişteki Büyük Liman'ın sağ tarafında ada ve Pharos Kulesi (İskenderiye Feneri) yer alır...


İskenderiye (2.Bölüm)
İskenderiye Feneri... Bir mimari harikası..

Yapımına M.Ö. 3 yüzyılda Kral I. Ptoleme zamanında başlanan ve oğlu II. Ptoleme zamanında bitirilen (M.Ö. 297 ile M.Ö. 280 arası) İskenderiye Feneri, bütün limanı aydınlatması amacıyla, liman girişindeki Pharos Adası üzerine kurulmuştu.

Bugün kullandığımız "fener", "far" kelimeleri bu adanın isminden geliyor. Knidoslu ünlü mimar Sostratos tarafından inşa edilen üç katlı fener kulesinin yüksekliği, bir iddiaya göre 120, bir başka iddiaya göre ise 140 metreydi. Diktörtgen tabanını çevreleyen terasın uzunluğu da 340 metreyi buluyordu. Tabanın genişliği 30, uzunluğu ise 61 metreydi. Bugün, birinci katın yüksekliğinin 71 metre olduğu tahmin ediliyor.

Kulenin ikinci katını oluşturan merkez gövde ise sekizgen biçimindeydi ve 34 metre yüksekliğe sahipti Asıl fener görevini gören üçüncü kat ise bir silindiri andırıyordu. Bu bölümü koni biçiminde bir çatı örtüyordu ve bunun üzerinde de bir Zeus heykeli bulunuyordu Firavunlar ülkesindeki dev bir eserin tepesindeki Zeus heykelinin anlamı ise şuydu: Mısır'da o dönemde hüküm süren Ptolemeler aslında bir Makedonya hanedanıydı. Mısır'ı ele geçirdikten sonra, gerçek birer firavun gibi davranmalarına karşılık, dini inançlarını korumuşlardı.

Fenerin içinde ta tepeye kadar çıkan taş bir merdiven bulunuyordu. Bu merdiven öylesine genişti ki, odun yüklü iki yük hayvanı rahatlıkla çıkabiliyordu. Fenerin ateşi, bu hayvanlarla taşınan reçineli odunlarla besleniyordu. Bir başka varsayıma göre de, Mısırlılar'ın o dönemde petrolü bildikleri ve kullandıkları sanılıyor... Üstelik bu petrolü yukarı kadar taşımayıp, hidrolik pompalarla aşağıdan yukarıya pompaladıkları ileri sürülüyor.

Fenerin ateşinin ışığı, çeşitli aynalarla artırılıyordu. Eski tarihçiler bu ışığın 30 mil uzaklıktan rahatlıkla görüldüğünü yazmışlardı. Öte yandan, fenerin kendisi de beyaza boyalı olduğu için hayli uzaktan seçilebiliyordu.

Ancak, o dönemde fenerin sadece gemileri kayalıklardan uzak tutmak için inşa edildiğini söylemek çok zor... Fener, aynı zamanda bir savunma görevi görüyordu; limanın girişini savunan bir kale gibiydi. Savaş sırasında Mısırlılar, fenerdeki asker ve mancınık sayısını artırırlardı. Yapı öylesine güçlü bir stratejik konumdaydı ki, görevlilerinin izni olmadan hiçbir geminin limana girmesi mümkün değildi.

1000 yıl kadar kullanıldığı sanılan bu gökdeleni daha sonra depremler sallamaya başlıyor. M.S. 700 yılındaki deprem, yapının fener bölümünü yıkıyor. Ardından M.S. 1100 yılında tüm Kuzey Afrika'yı yerle bir eden büyük bir deprem felaketi daha geliyor ve bu kez de fenerin sekizgen gövde bölümü sulara gömülüyor.

Son olarak M.S. 14. yüzyılda bakımsızlıktan temel bölümü yıkılıp gidiyor. 15. yüzyılda Mısır'da hüküm süren Memluklar, fenerin bulunduğu yere bir kale ve cami inşa ediyorlar. Dörtgen bir sütun biçimindeki minaresiyle Arap ülkelerinde görülen cami tiplerinden ayrılan bu yapı, bugün Müslüman Afrika ülkelerindeki camilere örnek oluşuyla hatırlanıyor.
 
Germenler

Denizci bir kavim olan Germenler, İskandinavya'nın güneyinden gelerek Keltleri yerlerinden sürdüler ve M.Ö. III. yy .dan itibaren bugünkü Almanya'ya yerleştiler. Sonra, Miladın ilk yüzyılları boyunca, Germanya dedikleri topraklarını, Urallar'a ve Karadeniz'e kadar genişlettiler.

Germenler her şeyden önce savaşçıydı: silâh olarak mızrak (kargı), çift yüzlü balta ve uzun kılıç kullanırlardı. Val-Hall veya Walhalla adlı bir cennete ve bu cennette ölülerin tanrılarla birlikte yaşadığına inanırlardı; bu tanrıların en güçlüsü, Wotan da denen Odin'di. Germenler, Roma İmparatorluğu'yla ilişki kurunca, Hıristiyanlığı benimsediler: M.S. IV. yy.da Kutsal Kitap, Gotların piskoposu Ulfilas tarafından dillerine tercüme edildi.

IV. yy .a kadar Ren ve Tuna boylarını ellerinde tutan Germenler 376 yılında Hun istilâlarına karşı koyamadı ve bu, Avrupa'da büyük kavimler göçünün başlangıcı oldu.

Avrupa'yı İstilâ Edenler

Vizigotlar («Bilge Gotlar») Tuna'yı aştılar, Roma'yı yağma ederek 410'da Galya'nın güneyine yerleştiler: Akitanya'da bir krallık kurdular. Sonra İspanya'yı istilâ ederek (476) Arap fethine kadar (711) burada kaldılar. Vandallar da aynı yolu izleyerek Kuzey Afrika'ya ulaştılar.

Romayı istila eden Vandallar

Burgondlar Ron vadisinde durdular (Burgonya adı buradan gelir); Alamanlar ve Vizigotlar gibi bunlar da bir gün Franklar tarafından ezilecekti. Ostrogotlar İtalya'da, ışıklı sanatı ve ince uygarlığı bakımından ilgi çeken Ravenna Krallığı'nı kurdular. Nihayet Angllar ve Saksonlar da İngiltere'yi istilâ ettiler. Böylece, Roma imparatorluğu tamamen fethedildi ve yıkıldı.

Kelt sanatından ve Gotlar aracılığıyla doğu sanatlarından etkilenen Germen sanatının örnekleri arasında, mine işlemeli mücevherler, bunlarda yer alan hayvan figürleri, güneşi temsil eden gamalı haçlar sayılabilir.

Büyük Germen Kavimleri

Alamanlar, Burgondlar, Franklar, Ostrogotlar, Vandallar, Vizigotlar.
 
Suriye ve bugünkü Lübnan kıyılarına yerleşmiş olan İlkçağ halkıdır. Milattan önce III. binyılda Akdeniz'in doğu kıyısına yerleşen Fenikeliler, buğday ve zeytinyağı üreten mükemmel çiftçilerdi. Kurdukları şehirler (Sur, Sidon, Biblos, Ugarit), zamanla büyük limanlara dönüşmüştü. Yaşadıkları dar kıyı şeridinden denize yönelmişler, gemiler yaparak serüvenlere atılmışlardı.

Gemici ve Tacirler

Fenikeliler astronomi bilgilerinden yararlanarak, üç yüzyıl boyunca Akdeniz'i enine boyuna dolaştılar, Kıbrıs'ta (orada bakır buldular), Girit'te, Sicilya ve Sardinya'da ticari koloniler kurdular. İspanya'ya kadar gittiler, Cebelitarık Boğazı'ndan aşıp Fas'a, hattâ Kamerun'a vardılar. M. Ö. IX. yy.da hızla gelişerek, Roma'ya rakip olacak Kartaca şehrini de Fenikeliler kurdular.

İşlenmiş bronzu, fildişini, seramiği, doğu camını ve özellikle lal renginde bir deniz kabuklusundan elde edilen boyayla boyanmış kumaşları her yörede tanıttılar. Siteleri çok zengin oldu, ama aynı krallar tarafından yönetilen bu siteler, birleşmeyi bilemediler ve M.Ö. VI. yy.da Perslere boyun eğmek zorunda kaldılar.

Fenikelilerin dini Yunan ve Roma inanışlarını, tapınışlarını etkiledi. Fenikeliler, tanrı Baal'e genç çocukları kurban eder, böylelikle denizlerde onun himayesini sağlamağa çalışırlardı. Güzel tapınaklar yapar, heykel yontar ve kuyumculuğu iyi bilirlerdi. Batılılara çok şey öğretmişler, özellikle alfabeyi de onlar icat etmişlerdi.

Fenike Dini

Doğa güçlerine, Bereket Tanrıçası Aştart'a, Dağlar Tanrısı Hodad'a, Gök Tanrısı Baal'e, vahşi bir yerde veya açıkhava tapmağında tanınırlardı Dikili bir taş, bir kazık veya bir ağaçla temsil edilen ilâhlara bazen bir çocuk kurban ederlerdi.

(Solda) Bereket ve Analık Tanrıçası Aştart'ı tasvir eden, oyma fildişi bir kabartma. Louvre Müzesi, Paris.

(Sağda) Fenikelilerde kuyumculuk sanatı: «Biblon Hazinesi»nden yer yer altın varakla kaplanmış, bronz heykelcikler (M.Ö. XVII. yy.). Beyrut Müzesi.

Biblos sitesinin yıkıntıları. Önemli bir dini merkez olan Biblos, aynı zamanda Lübnan'ın kerestesini ve Kafkasya'nın bakırını ihraç eden büyük bir ticaret kentiydi.
 
Keltler

Tarihöncesi ve ilkçağ döneminde yaşayan Avrupa kavimlerinin bir bölümüdür. Dört bin yıl kadar önce Keltler, anavatanları olan Orta Avrupa'dan göç ederek özellikle Britanya Adaları'na, İspanya'ya ve Galya'ya yerleştiler. Savaşçı ve avcı oldukları kadar mükemmel çiftçiydiler. Tekerlekli pulluğu ve fıçıyı icat ettiler. Yayılmaları batıda, Bronz Çağı'nın sonuna ve Demir Çağı'nın başına denk gelir. Sayısız göçleri sırasında Yunanlıların, Etrüsklerin, İtalyotların tekniklerini benimsediler; kazancılığı ve çömlekçiliği geliştirdiler. Onların yaptığı yollara sonradan Romalılar taş döşeyecekti.

Çoğu zaman birbirine rakip kabileler ve klanlar halinde toplanmış olan Keltler, gerek yaşama biçimi, gerek kültür yönünden özgün bir halktı. Ürünlerin koruyucusu sayılan kır tanrılarına taparlar, geleneklerin koruyucusu olan hem kâhin, hem yargıç niteliğindeki din adamlarının (drüitler) yönetiminde yaşarlardı.

M.S. I. yy.da Romalılar tarafından kısmen yıkılan Kelt uygarlığı, gene de, Ortaçağ'a kadar yaşayageldi. Bugün bile, bazı Breton ve İrlanda törelerinde bu uygarlığın varlığını sürdürdüğü görülür.

Gümüş sunak kabı. Madencilikte usta olan Keltler, yetenekli elsanatçılarıydı: çok erken bir dönemde, o zamana kadar hiç bilinmeyen örme zırhlar, mahmuzlar ve at nalları yapmışlardı. Kuyumculukta da ustaydılar: süs eşyası bu kap gibi oymalı ve kakmalıydı.
 
Caius İulius Caesar

Caius İulius Caesar, Romalı general ve devlet adamı (M.D. 101-44).

Gelmiş geçmiş devirlerin en parlak savaş komutanlarından ve devlet adamlarından biri sayılan Julius Sezar aynı zamanda yazar olarak da çok ünlüdür.

Aineias'ın oğlu İulius'tan ve dolayısıyla, soyunun tanrıça Venüs'ten geldiğini iddia eden bir patrici ailesindendi. Çok genç yaşta gururu ve tutkularıyla göze çarptı: «Roma'da ikinci olmaktansa bir köyde birinci olmayı yeğ tutarım!» diyordu. Zaten zekâsı ve iradesi sayesinde kısa, zamanda ün kazanmağa başladı. Önemli bir komutanlığa gelme kaygısındaydı ve o tarihlerde bir Roma eyaleti olan İspanya'ya giderek orayı bir yıl başarıyla yönetti (61-60). Roma'ya döndüğünde, zengin Crassus ve ünlü Pompeius ile siyasî bir birlik kurdu: bu, birinci triumvirlik'ti. Ertesi yıl Sezar konsül seçildi (59).

İKTİDAR VE ZAFER
O zaman Galya'ya gidip birkaç yıl süren bir savaşla (58'den 51'e kadar) bütün ülkeye boyun eğdirdi; Galyalıların ayaklanmasını bastırdı ve bu arada Vercingetorix'in örgütlediği genel isyanı bastırdı. Bu uzun savaşı, Galya Savaşı Üstüne Yorumlar adlı eserinde, kendisi anlatacaktır. Sezar askerleri yönetmeyi biliyor, onlar da, kendi çetin koşullarını ve yorgunluklarını paylaşmaktan geri durmayan bu komutana değer veriyorlardı. Ama Roma'daki şöhreti, senatoyu ve özellikle iktidarı kendi başına yürütmek sevdasında olan Pompeius'u kaygılandırmaktaydı. Bunu anlayınca Sezar meşruluk dışına çıkmağa karar verdi: askerleriyle Rubico Irmağı'nı aşıp şehre yürüyerek iç savaşı başlattı. Pompeius Yunanistan'a kaçtı, orada, 48 yılında Pharsale'de yenilgiye uğradı, taraftarları ise Afrika ve İspanya'da darmadağın edildiler, kılıçtan geçirildiler. 45 yılında iç savaş sona erdi.

Zaferi kazanan Sezar, artık mutlak hükümdar olarak ülkeyi yönetebilecekti. Diktatör, ömür boyunca konsül ve en yüksek majistra seçildi. Kuruluşlarda derin bir reforma girişti. Bir yıl içinde cumhuriyeti imparatorluğa dönüştürdü. Yerine geçecek vârisi olmadığından, yeğeninin oğlu, müstakbel Augustus olacak Octavius'u evlât edindi. Ama düşmanları ona karşı, himayesindeki Brutus ve Cassius yönetiminde bir suikast hazırladılar. Sonunda senatoda, Pompcius'un heykelinin dibinde öldürüldü.

SEZAR'IN ADI
Augustus ile halefleri tarafından Sezar adı, «imparator» ile eşanlam!: olarak kullanıldı: imparatorlara «sezar» deniyordu. Bu terim sonradan değişime uğrayarak Avrupa'da kayser ve Rusya'da çar terimlerine köken olmuştur.

VENİ, VİDİ, VİCİ
«Geldim, gördüm, yendim». Bu sözlerle Sezar, senatoya, Küçük Asya'da, Zela yakınlarında, Pontus kralı Pharnekes'e karşı kazandığı zaferi bildiriyordu (M.Ö. 47'de).

SEZAR'IN YAZARLIĞI
Sezar'ın bize kadar gelmiş olan çeşitli eserleri (şiirler, siyası yazılar) arasında en ünlüsü, Galya Savaşı Üstüne Yorumlar'dır. Bu, Sezar'ın askeri taktiğinin gizemini korumak ve saygınlığını arttırmak için gerçeği saptırdığı bir propaganda eseridir: yardımcılarının oynadığı rolü küçümser, düşman birliklerinin kalabalığı ve kuvveti (özellikle Vercingetorix'in) üzerinde ısrarla durur; böylece zaferi daha da parlak görünür. Bu kusurlarına karşın Galya Savaşı Üstüne Yorumlar, tarihçilerin, Sezar'ın yaptıklarını ve kişiliğim aydınlatmalarına yardımcı olmuştur.
 
Marcus Tillius Cicero

Romalı siyaset adamı ve hatip (M.Ö. 106-43).

Roma'nın soylu ailelerinden birinin oğlu olan Cicero, avukat olarak Roma'da büyük bir ün yaptı ve gerek yeteneği, gerek atılganlığı sayesinde zamanın mali yolsuzluklarını ortaya çıkardı (Verres'e karşı).

Bu yoldan zenginliğe ve üne kavuştuktan sonra, 63 yılında konsüllüğe, yani Roma Cumhuriyeti'nin başkanlığına seçildi. Catilinaria adıyla bilinen ateşli söylevleriyle, kendisini devirmek isteyen suikastçı Catilina'nın ölüme mahkûm edilmesini sağladı. O tarihten sonra, askeri bir darbeyle iktidara geçen Sezar'ın tutumu karşısında Cicero uzun bir suskunluk dönemine girdi. Fakat 44 yılında diktatörün öldürülmesinden sonra eski canlılığına ve cumhuriyet tutkusuna yeniden kavuşan Cicero, fesatçıların komplolarını açıklamak için Philippicae adlı sert söylevini kaleme aldı. Bunun üzerine, Roma'nın yeni hâkimleri Cicero'yu öldürttüler; elleri ve başı kesilerek Senato'nun kürsüsünden Meclis'e gösterildi.

Düşüncelerini açık, duru ve ahenkli bir dille açıklamayı bilen Cicero Eski Roma'nın en ünlü hatibiydi.

Cicero, Roma Cumhuriyeti'nin son döneminde olayların hem kahramanı, hem tanığı, hem de kurbanı oldu. Hitabet yeteneği ve siyasetçi ruhu sayesinde krallar gibi yaşadı. Sadece konuşmalarından değil, felsefe öğretileri üstüne düşüncelerinden ve özdeyişlerinden oluşan önemli bir eser bıraktı.
 
Kleopatra

Mısır kraliçesi, bu adı taşıyanların yedincisi ama en ünlüsü (M.Ö. 69-30).

Pascal şöyle yazmıştı: «Kleopatra'nın burnu biraz kısa olsaydı, dünyanın çehresi değişirdi». Bu cümle, Mısır kraliçesinin ozanlar ve yazarlar üzerindeki çekici etkisini özetliyor. Kleopatra, yaşantısının ayrıntıları pek az bilindiğinden,, bir efsane kahramanı haline getirilmiştir. Bu efsaneye göre güzel, büyüleyici, politikada olduğu kadar aşkta da usta olan Kleopatra, Nil kıyılarında büyük bir lüks içinde yaşıyordu.

Gerçekte, Yunan tarihçisi Plutarkhos'a bakılırsa pek fazla güzel değil di, ama konuşur konuşmaz dayanılmaz bir kadın oluveriyordu. Sesi çok tatlıydı, konuşmaları hem akıllıca, hem kurnazlık doluydu. Birkaç dil bilirdi: Yunanca, Mısır dili, Arami dili, Latince. On yedi yaşında kraliçe olmuş, ülkenin töreleri uyarınca iki erkek kardeşiyle evlenmişti.

Sezar, iktidarı ele alması için kendisine yardımcı olduğundan, onunla birlikte Roma'ya bir yolculuk yaptı. Sonradan, Sezar'ın ölümü üzerine, Marcus Antonius'u baştan çıkardı ve ikisi birlikte görkemli gemilerle Yunanistan'ı ve Asya'yı dolaştılar. Bu yüzden Octavius, yani geleceğin Augustus'u, Kleopatra'ya savaş ilân etti ve donanmasını M.Ö. 31'de Actium'da yenilgiye uğrattı. Kleopatra, kendisini zehirli bir yılana sokturarak canına kıydı.

(Solda) Kleopatra'nın ölümü. Roma katakomplarında bir duvar resminden.
(Sağda) Kleopatra adına dikilmiş bir mezartaşı. Aşağı ve Yukarı Mısır'ın taçları başında bir hükümdar olarak tasvir edilen Kleopatra, bir tahta oturmuş olan tanrıça İsis'e bir armağan sunuyor. Louvre Müzesi, Paris.
 
Augustus

Roma İmparatoru (M.Ö. 63-M.S. 14).

Önceleri Octavius, daha sonra Octavianus adıyla tanındı. Roma imparatorlarının hemen hemen en yücesi oydu. Julius Sezar öldürüldüğü zaman ancak on dokuz yaşındaydı. Sezar, doğumla değil de evlât edinme yoluyla aileye giren Octavianus'un büyük amcası oluyordu.

Görünüşte, sıska çelimsiz bir hali vardı ama gerçekte, demir gibi bir iradeye sahipti ve büyük hırsları olan bir gençti.

İkinci Triumvira döneminde, Antonius ile Lepidus devleti yönetti. Ama M.Ö. 31 yılında Antonius'a karşı kazanılan Actium Zaferi, onu Roma âleminin mutlak hâkimi yaptı.

Octavianus önce princeps yani birinci vatandaş unvanıyla yetindi. Gerçekte bütün yetkiler elindeydi ve Augustus adını M.Ö. 27 yılında aldı (Latince, «rahipler tarafından kutsanmış» anlamına gelir). Kırk yıl süreyle çok büyük işler yaptı: komşularıyla barışı sürdürdü, güçlü bir hükümet kurdu, maliyeyi, idareyi, orduyu yeniden örgütledi. Bir yandan da din reformlarına girişti, Roma'da çok önemli bayındırlık işleri yaptırdı ve, danışmanı Maecenas'ın yardımıyla, Vergilius ve Horatius gibi yazarları korudu. Romalılar onu, bir tanrı gibi saygıyla anarlar.
 
Eski çağlardan günümüze hukuk

Hukuk sistemlerinde en çok aranan özellik,yasaların açık şekilde anlaşılır olması ve kesinlik göstermesidir.Özellikle yazının icat edilmesinden sonra bütün yasalar yazılı hale getirilmiştir.Yasal kurallar sistemli şekilde toplanmış,açıklık ve kesinlik kazanmış ve kolayca başvurulacak hale getirilmiştir.

Bilinen en eski yasa derlemelerinden biri, Babil kralı Hammurabi’nin koyduğu yasalardır.300 kadar yasadan oluşan bu derleme,bugün de var olan alım satım,miras,iş sözleşmesi,evlenme,hırsızlık ve adam öldürme gibi sorunları ele almıştı.
Değişik bir tür yasa da Musa’nın İsrail oğullarına Sina dağından getirdiği öne sürülen ve On Emir olarak bilinen yasalardır.Bunlar hemen hemen bütün dünyada hukukun biçimlenmesine kaynaklık eden ahlak ilkelerini içeriyordu.

Eski Yunanlılar yasalara insancıl nitelik vermeye çalışmışlardı.O dönemlerde toplumun ihtiyaçlarını karşılamayan birtakım kurallar vardı.Zira mevcut yasaların tanrılar tarafından konulduğunu,bunların değişmez olduğunu sanıyorlardı.Ama Solon,yasaları değiştirme gücünü elde edince toplumu yeniden örgütlemeyi sağlayan kurallar koydu.Adaletsiz olan borçları kaldırdı.Halkın ekonomik durumunu düzelten birçok reformlar getirdi.Ancak o dönemlerin sosyal şartları içinde hak ve görevler ile toplum üyelerinin birbiriyle çatışan çıkarlarını dengelemesi oldukça zordu.

Romalılar her işte olduğu gibi hukuk alanında da pratik uygulamaları tercih etmişlerdi.Romalı yasa koyucuların başlıca düşüncesi,ülke yönetiminin etkinliği ve düzeniydi.M.Ö. 450 yılında bir çeşit yasa derlemesi olan Oniki Levha Yasası temeldir.Sonra geliştirilen ilavelerle M.S. altıncı yüzyılda son şeklini aldı.Böylece çağdaş hukukun da temelini oluşturdu.
A.B.D. Anayasası ‘Biz halk’diye başlar.Yeni kurulmuş olan ülkede yasal yetkinin krallardan veya başka yöneticilerden değil,kendi yurttaşlarından kaynaklandığını belirtir.

1804 yılında Fransız yasaları derlenmiş ve ilk büyük medeni yasa özelliğini kazanmıştır.Bu derleme Fransız ve Roma hukukuna dayanıyordu.Kuzeyin geleneksel hukuku ile güney geleneklerinin bir uzlaşmasıydı.Devrim öncesi yasaları ile devrim sonrasının yenilikleri iç içedir.

Çeşitli ülkelerin hukuki sistemleri farklı etkilerin izlerini taşır.Medeni hukuk büyük ölçüde Roma’dan kaynaklanır.Genel hukukta yargıçlar,yasa karşısında her insanın eşit olması ilkesini gözetirler.Benzer davalarda daha önce alınmış olan kararlar da göz önünde tutulur.

Çağdaş dünyada pekçok hukuk sistemi bulunmakla beraber çoğu ilke ve yöntemlerin kaynağı aynıdır.Bu nedenle belirli gruplarda toplanabilirler.En büyük iki grup vardır.Birincisi,büyük bölümü medeni hukuktan oluşan sistemlerdir.Diğeri ise genel hükümleri kapsar.
Medeni hukuk sistemleri Roma hukukunun deney ve düşüncelerini temel alır.Genel hükümlere dayalı sistemler ise İngiliz hukukundan kaynaklanır.

Hepimiz yasalara uyulması gerektiğini biliriz.Aksi halde yaptırımların hiç te hoş olmayan yanları ile karşı karşıya kalırız.Para cezası,hapis ya da diğer kısıtlamalar hiçbirimizin arzu etmediği örneklerdir.Ancak hemen hemen hepimiz günlük yaşantımızı sürdürürken bu cezaların varlığını pek düşünmeyiz.Zira yasaların, istediğimiz yaşam biçimini koruduğunu peşinen kabul etmişizdir.Yasalara uymamızın başlıca nedenlerinden biri,yaptırımlardan kaçınma isteğidir.Bir başka neden de yasalara uymanın bir gelenek olmasıdır.

Yasal yetkinin kaynağı nedir?Jean-Jacques Rousseau,yasaların uygulanabilecek değerde olmaları için yurttaşlar tarafından özgürce kabul edilebilecek bir toplum sözleşmesi statüsüne sahip olması gerektiğine inanıyordu.John Austin ise yasaların yönetenden yönetilene verilen bir dizi buyruktan başka bir şey olmadığını savunmuştu.Friedrich von Savigny yasayı,bir ulusun ruhundan,çevreden ve tarihinden doğal olarak çıkan bir şey olarak tanımlamıştı.Gerçekten de her ülkenin yasal sistemi kendine özgü nitelikler gösterir.

Her ne kadar yasalar ülkeden ülkeye değişseler bile bazı temel kavramlar bütün hukuk sistemlerinde aynıdır.Bunların en önemlisi adalet kavramıdır.Bu kavram bireyin ihtiyaçları ile toplumun ihtiyaçları arasındaki sınırdır.Böyle bir sınırı bireyin çıkarları ile diğer bireylerin çıkarları arasında da düşünebiliriz.Daha bir genelleme yaparsak,adaletin, kamu hukuku ile özel hukuk arasındaki sınır olduğunu söyleyebiliriz.

Ancak adaletin sağlanmasında birçok problem ortaya çıkmıştır.Hem şu kişiye hem de bu kişiye uygulanan bir yasanın baskıcı özellik taşıdığı öne sürülür.Herhangi bir kişi için adaletli olan bir yasa,başka biri için adaletsiz olabilir.Ancak kabul etmek gerekir ki yasa koyucular toplumun her üyesi için ayrı ayrı yasa yapamazlar.Yasalar toplumun bütünü için yapılır.Bir çok hukuk sisteminde bu tür adaletsizlikleri giderecek çareler ortaya konulmuştur.Bazı toplumlarda yargıçlara yasaları her türlü özel durumu gözönünde tutarak uygulamaları için yetki verilmiştir.
Günlük yaşantımızda bazı hallerde kuralların çiğnenmesi yasalarda yer alır.Örneğin itfaiye araçları ile ambülanslar ivedi durumlarda trafik kurallarına uymazlar.

KAYNAK:
The Joy of Knowledge Encyclopaedia
 
Geri
Top