Osmanlı Ekonomisi

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
OSMANLI İMPARATORLUĞUNDA PİYASA VE EKONOMİ
Kentsel piyasalar açısından Osmanlı politikası, sınırlı bir pazar için sınırlı miktarda mal üretimine dayanıyor, bunu da devlet eliyle düzenlemeyi ve muhtesib denilen bir çarşı müfettişi aracılığıyla sürekli kontrol altında tutmayı öngörüyordu. Şehir kadısına bağlı olan bu devlet görevlisi, pazara ulaşan malların fiyat ve kalitesini denetlemek ve düzenlemekle sorumluydu. Gösterişçi tüketime olanak veren ve elinde çok nakit para biriken küçük bir seçkinler grubu, öncelikle en iyi kalite mallara ilgi duyduğundan, bu sistemde lüks emtia üretimi de sınırlı bir piyasanın gereklerine uyuyordu.
Bu tür kontrollerin kısıtlayıcılığının, bir bolluk ekonomisi özlemiyle çeliştiği düşünülebilir. Ama bu tezat daha çok bir himaye ve kumanda ekonomisi ile, düzenleyicilik değil, özgürlük aracılığıyla bolluğa ulaşmaya çalışan bir burjuva toplumunun laissez - faire ekonomisi arasındadır. Gerçekte Osmanlılarınki gibi geleneksel toplumlar, yetersiz üretimin tüketicinin daha yüksek fiyatlar ödemesine, aşırı üretimin ise zanaatkarın düşük fiyatlar yüzünden haksızlığa uğramasına yol açtığını; dolayısıyla düzenlemenin hem tüketicinin, hem üreticinin yararına olduğunu, uzun tecrübe ve gelenekleriyle biliyorlardı. Genişleme, sadece İstanbul gibi dev kent pazarları oluştuğunda mümkündü. Oysa genel ve geleneksel olarak Doğu ekonomileri, ister vatandaş ister zanaatkar olsun herkesin düzenleme istediği sınırlı ve duragan piyasalarıyla küçük kentlerin birikmiş tecrübesine dayanıyordu. Ekonomilerin sürekli genişleyen bir piyasa temelinde gelişmesi ise, Batı'da ve ilk defa İtalya'da gerçekleşti.
Onbeşinci yüzyılın son birkaç on yılında büyük Bursa kentindeki loncalar, halktan gelen yaygın talebin baskısı altında, yönetmelikleri hiçe sayıp, geniş halk kitlesi için daha ucuz ipekliler üretmeye koyuldular.3 Devlet buna derhal tepki gösterdi ve her kumaş türünde kul1anılabilecek ipeğin de, boyanın da kalite ve miktarını inceden inceye saptayan yeni bir düzenlemeye gitti. Lonca mensupları, daha ucuz kumaş türlerine yüksek bir talep olduğunu, yönetimin atadığı çarşı müfettişinin (muhtesib'in) de rüşvet karşılığı yönetmeliklerin uygulanmasına göz yumduğunu itiraf ettiler. Bu örnekte evvela, piyasada böyle bir genişlemenin yalnızca Bursa, Edirne ve İstanbul gibi büyük kentlerde görüldüğünü, buralarda kalabalık bir nüfusun daha bol ve daha ucuz ürün türlerine talep yarattığını ve genişleyen piyasanın da, devlet düzenlemeleriyle çatışan ekonomik güçleri harekete geçirdiğini kaydetmeliyiz. Saniyen bu olay, güçlü ve merkeziyetçi bir devletin Osmanlı ekonomisini, sabit piyasası ve üretim düzeyleriyle tipik bir ortaçağ örüntüsüne nasıl hapsettiğini de ortaya koymaktadır. Nihayet bunun, durağan Osmanlı sanayi ve ticareti ile önce İtalya ve Felemenk'te, sonra diğer Batı ülkelerinde ortaya çıkan dinamik Avrupa pazar ekonomisi arasındaki farklılığı da açıkladığına inanıyorum. Daha ucuz ve kaliteli mal üretebilen yeni teknolojilerin gelişmesini teşvik eden olgu, buna karşı Avrupa piyasalarındaki genişleme ve rekabetti. Batının ekonomik Üstünlüğü, Doğu sanayilerinin ise gerilemesi, bu değişimlerle pekişti. Onaltıncı yüzyıl sonlarında ucuz Batı ürünleri ithalatının artması, Osmanlı yünlü ve ipekli dokuma sanayileri ile madenciliğini olumsuz yönde adamakıllı etkiledi. Doğu ile Batı'nın ekonomik evrimi arasındaki bu yol ayırımının temelinde, ekonomik açıdan fiyat veya üretim maliyetleri farklılaşmasının yattığını vurgulamalıyız.
 
OSMANLI İMPARATORLUĞUNDA EKONOMİK ZİHNİYET

İran devlet geleneğinde ekonomi, yalnızca devlet maliyesini ve dolayısıyla hükümdarın iktidarını güçlendirmenin bir aracı olarak görülürdü. İmparatorluk ekonomisi ve ticaretinin örgütlenmesine yaklaşımında Osmanlı rejimi, öncelikle merkezi hazinede mümkün olduğu kadar çok kıymetli maden (külçe veya para halinde altın ve gümüş) biriktirmeyi amaçlıyordu. Van Klaveren'in deyişiyle fiskalizm (gelircilik), "her durumda kamu gelirlerini ekonomi dışı amaçlarla azamiye çıkarma çabasıdır. Gerçekten de bu, Osmanlı İmparatorluğu'nun temel ilkeleri arasındaydı.
Öte yandan, askeri güç zenginliğin başlıca aracı olarak görüldüğünden, fıskalizmle birlikte askeri emperyalizm, İran-Osmanlı fetih devleti anlayanın temelini oluşturuyor; Osmanlı fetih ve imparatorluk inşası sürecinin dinamikleri bu iki kavramın iç içeliğinden kaynaklanıyordu. Osmanlı alimlerinden Kınalızade (ö. 1561), imparatorluğun karar mevkilerindekilere şu tavsiyede bulunuyordu.
Bazı otoriteler servet edinmeye yönelik faaliyeti üç sektörle sınırlamışlardır: ticaret, zanaat ve tarım. Buna karşılık fakihlerin [hukukçuların] bir bölümü, emaret'i [beyliği, siyasi-askeri gücü] de ekleyerek dört sektörden söz ederler. Dini ve ahlaki açıdan bunlardan hangisinin en iyi olduğu konusunda bir görüş birliği yoktur. İmam Şafii'ye göre, bizzat Hazreti Muhammed'in asıl mesleği olduğundan, ticaretin en Üstün sayılması gerekir. Buna karşılık Maverdi, en yüksek mertebeye tarımı yerleştirmiştir. Daha sonraki bir kısım otoriteler ise, ticari faaliyetin bünyesini istila eden sayısız kanun dışı uygulama sonucu servetleri lekeli olduğu; dolayısıyla ticarete kıyasla tarıma öncelik verilmesinin doğru olduğu görüşündedirler. Servet edinmede kişi, ilkin zulüm ve tehditten; ikinci olarak hayasız faaliyetten; Üçüncü olarak da kirli veya aşağılık mesleklerden uzak durmalıdır.
İktisadı faaliyetler üç kategoriye ayrılır: ala, evsat ve edna. Ulemanın, devlet görevlilerinin ve askerlerin uğraşıları, sırasıyla akıl, belagat ve cesaret gibi manevi değerlere dayandığından, asil meslekleri oluşturur. Tefecilik ve eğlence sanatları ise düşük düzeyli mesleklerdir. Nizam-ı alem hayrına bütün bu meslekler gereklidir ve her grubun mutlaka kendi faaliyet alanı içinde kalması şarttır. Evsat [orta düzeydeki meslekler arasında, hem yaşamak için gerekli olan tarım, hem de o kadar hayatı olmayan kuyumculuk yer alır.
Mesleki faaliyete gelince; gene Kınalızade'ye göre bir zanaatkar, yalnızca geçimini çıkarmakla yetinmeyip, mümkün olan en iyi ürünü gerçekleştirmeye çalışmalıdır.I Hoşnutluğu ve hayır duası bu dünyada ve ahirette refah ve mağfiret bulmanın kaynağı olan müşteriyi memnun etmek her ne kadar gerekliyse de, diyordu yazar, lüks emtia üzerinde fazla titizlenmek zamanı boşa harcamak demektir. Bunun yerine bir Müslüman, zamanını namaz ve niyaz ile geçirse çok daha iyi ederdi.
Kınalızade'nin gerek tarımın önemi, gerekse ekonomik faaliyete ahlaki açıdan yaklaşmanın zorunluluğu üzerindeki ısrarının altı çizilmelidir. Bu fikirlere, salt teorik ve etik tavsiyeler deyip geçemeyiz, çünkü bunların Osmanlı seçkinlerinin de, sıradan halkın da toplumsal ve ekonomik konulardaki görüş ve davranışlarını gerçekten etkilediğini biliyoruz. Bu tespitimiz, Osmanlı tarihinin çok çeşitli durum ve kurumlarının tanıklığına da yanmak tadı
En önemli ve gerekli ekonomik faaliyet olarak tarıma tanınan öncelik özellikle ilginçtir. Sultan i. Süleyman da köylü reayayı insanlığın asıl velinimeti diye tanımlamak suretiyle, bu konudaki fikrini çok net bir şekilde dile getirmiştir. Nitekim, devletin güçlendirilmesi anlayışına paralel bir ilke olarak, Osmanlı siyasal sisteminin, tarımsal üretimin arttırılması ve köylünün korunması için çift-hane sistemini geliştirdiğini görüyoruz (bkz s. 194-199).
Buna karşılık, batılı merkantilist hükümetler Osmanlı Devleti'nden farklı kılan şey, Avrupa devletlerinin zenginlik-güç-zenginlik denkleminde sanayi ve manifaktüre büyük ağırlık tanıması, böylece tüccar sınıfının ve merkantilizmin toplumda önderlik konumuna yerleşmesiydi. Başka bir deyişle, Batı, kapitalist bir sistem altında biteviye genişleyen sanayi ve pazar aracılığıyla gelişen bir ulusal zenginlik ekonomisine doğru yol alırken, Osmanlılar fetihle toprak kazanmayı vurgulayan bir imparatorluk politikasına bağlı kalıyorlar ve manifaktür alanında lonca sistemine, toprak tasarrufu ve tarım alanında miri devlet kontrolü yöntemine önem veriyorlardı.
 
OSMANLI DEVLETİNDE PARA VE KREDİ
Kıymetli metallerin piyasadaki arzının kısıtlı olması sonucu, altın ve gümüş sikke bulmak kolay olmadığından, özellikle 1580'Ierde Batı'dan gelen bir gümüş seli Osmanlı İmparatorluğu'nu basıncaya kadar alım satım işlemlerinin büyük bölümü kredi veya takas yoluyla gerçekleştiriliyordu. Takas kırsal alanlarda da çok yaygındı: köylüler, muhtaç oldukları mal ve hizmetlerden (örneğin köy imamının, kır bekçisinin ve çobanların hizmetlerinden) çoğunun karşılığını buğdayla ödüyorlardı. Keza takas, büyük yerli ve yabancı tüccar arasında da yaygındı. Özellikle, İranlı ipek tüccarı, Bahreyn'den ithal edilen incilerle ödeme yapılmasını seve seve kabul ediyordu, çünkü hem küçük, hem çok pahalı olan incilerin taşınması da, gümrük görevlilerinden kaçırılması da kolaydı
Satılan mallar için açılan krediler, alıcının malları elden çıkarmasına ve borcunu ödeyecek nakdi toplamasına olanak tanıyacak şekilde, genellikle dört, altı ay veya bir yıl vadeli olurdu. Daima kefil aranıp gösterilir ve kadı sicillerine titizlikle kaydedilirdi. Örneğin, 1485'te Muslihüddin adında bir Bursalı sarraf, Tebrizli tacir Muzaffer'e 64.500 akçe değerinde yakut ve inciyi altı ay vadeyle satmış, bu kredili işlem için Muzaffer'e başka bir Tebrizli tacir kefil olmuştu.2 Faizi gizlemek için, gerçek kredi miktarı faiz eklenmek suretiyle şişirilir ve tamamı baştan kredi gibi gösterilirdi. Bu miktar dönem sonunda ödenmediği takdirde, borç faiziyle birlikte yenilenirdi. II. Mehmed döneminde, dolaşımdaki bütün Osmanlı gümüş sikkelerinin toplanıp yeni kestirilen sikkelerle değiştirilmesi emredildiğinde, bu yolla elde edilen toplam gümüş sikke stoku 218 milyon akçe'yi bulmuştu. Dolaşımdaki sikkelerin hatırı sayılır bir bölümünün değiştirilmek üzere darphaneye getirilmediğini hesaba kattıktan sonra dahi bu rakam, piyasadaki toplam gümüş stokunun ne kadar sınırlı olduğunu yansıtmaktadır. Her ne kadar büyük miktarda bakır sikke de çıkartılıyor ve halkın günlük çarşı-pazar ihtiyaçlarını karşılıyorduysa da, tüccar arasındaki işlemlerde bunlar asla kullanılmıyordu.
Kapsamlı fiyat listelerinin derlenip yayınlanmamış olması nedeniyle, gerek Osmanlı İmparatorluğu'nun belli başlı ticaret bölgeleri, gerekse Avrupa ülkeleri ile Osmanlı İmparatorluğu'nda fiyat yapıları arasındaki farklara ilişkin soruları cevaplandırmak bugün için olanaksızdır. Bu gibi materyaller olmadan, Osmanlı-Avrupa ticaretinin örüntüleri, üretimdeki kaymalar, yaşam koşullarındaki değişiklikler, devletin vergi politikaları ve genel olarak ekonomik koşulların değişimi gibi konularda kesin sonuçlara varılamaz. Ö. Barkan ile Berov'un bu alandaki öncü çalışmaları Osmanlı arşivlerindeki uçsuz bucaksız malzeme deryasının sistematik kullanımı yoluyla genişletilebilir. Barkan sadece yiyecek maddelerini ele aldığından, fiyat değişikliklerine ilişkin hesaplamaları Berov’unkileri tam tutmamaktadır.
Doğu-Batı ticaret dengesini belirleyen temel faktörlerden biri olarak fiyat yapısındaki değişikliklere eğilen Berov, onbeşinci yüzyıl ile onaltıncı yüzyılın ilk yarısında, kara taşıma maliyetlerinin yıldırıcı boyutları nedeniyle --buğday, et, yün, deri ve balmumu gibi-- bir kısım temel yiyeceklerin ve hammaddelerin İstanbul fiyatlarının, Balkanlardaki fiyat düzeyini katladığı savındadır. İstanbul, bu mallar için Avrupa'yla rekabet halinde olan başlıca Osmanlı pazarıydı. Berov, bu dönemde "buğday ve diğer en önemli maddelerin gümüş ağırlığı olarak hesaplanan fiyatlarının, aynı malların İtalya, Fransa, İngiltere ve Hollanda gibi Türkiye'yle ticaret yapan belli başlı ülkelerdeki fiyat düzeylerine nisbeten yakın olduğu" sonucuna varır. Dolayısıyla, der Berov, sözkonusu dönemde imparator¬luğun Avrupa ile ticareti bir bütün olarak azalmış olmalıdır. Ne var ki, grafiklerine yakından bakıldığında, Osmanlı fiyatlarının, örneğin 1570'li yıllarda ve 1610 - 20 arasında olduğu gibi, daha keskin zigzaglar çizmelerine karşın, genellikle en düşük Avrupa fiyatları düzeyinde kaldığı görülür. Genel olarak 1550 - 1640 döneminde buğday fiyatlarında sürekli bir artış söz konusudur. Buna rağmen Osmanlı buğday fiyatları İtalya'dan hayli düşük kaldığındandır ki, 1560'tan sonra ve özellikle l580'li yıllarda Türkiye'nin ihracatı "hatırı sayılır bir artış" göstermiştir. Zeytinyağı ve pirinç ihracatının karlı hale gelmesi de, gene aynı nedenledir. İmdi, ihracatın ancak Türkiye ile İtalya arasındaki fiyat farkı l'e 2 düzeyine yükseldiğinde kar getirdiğini biliyoruz. İhracatçı ülkenin (düşük) fiyat düzeyinin, taşıma maliyetlerinin, vergi ve resimlerin, nihayet ya sigortanın ya da korsanlığın yol açtığı zararın eklenmesini kaldırabilmesi için, böyle bir marj gerekliydi. Bu faktörler, özellikle hacimli malların ihracı açısından önem taşıyordu. Berov, her 10 kilo malın kara yoluyla 100 km taşınmasının ortalama nakliye ücretinin 5 ile 47 gram gümüş arasında oynadığını söylüyor; oysa çoğu zaman bu maliyet 100 ila 120 gram gümüşü buluyordu. İstanbul'dan İtalya'ya sırf nakliye masrafı kilo başına 10-15 gram gümüştü ve vergilerle resimler de, kilo başına bir 7-29 gram gümüş daha ekliyordu. Sonuçta, onaltıncı yüzyılın ikinci yarısı ile on yedinci yüzyılın başlarında -diyor Berov- Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa ile ticareti "başlangıçtaki canlılığını yavaş yavaş yitirdi On yedinci yüzyılın başlarında Türkiye'deki fiyatlar rekor düzeye ulaştı ve Avrupa'ya yaklaştı. Dolayısıyla, Türkiye'nin özellikle yün, deri, balmumu ve ipek açısından ihracat olanakları olumsuz yönde değişime uğradı."
Öte yandan, Osmanlı İmparatorluğu'nun görece düşük nüfus yoğunluğunun, toprak bolluğunun ve ucuz işgücünün, Batı'da kapitalist ekonominin yükselişiyle birlikte ticarete belirli bir yapılanma kazandırdığı; bu yapılanmanın temelinde, Doğu'nun Batı'ya yiyecek ve hammadde satıp karşılığında kumaş ve metaller almasının yattığı öne sürülmüştür.2 Başka bir deyişle, iki bölgenin farklı toprak rantları ve emek maliyetleriyle belirlenen fiyat düzeyleri arasındaki açıklık, Doğu ile Batı arasında bir tür işbölümü yaratmış olmaktadır. Ne var ki Avrupa, imparatorluğun kuzeybatı Karadeniz bozkırı, batı Anadolu, Tesalya ve Mısır'dan oluşan tahıl ambarından ithalat için İstanbul'la rekabet etmek zorundaydı. Bu bölgelerin hepsi İstanbul'a deniz yoluyla bağlıydı. İstanbul'un ve ordunun ikmalini bir ölüm-kalım meselesi olarak gören imparatorluk bürokrasisi, özellikle büyük mülk ve vakıfların kontrolünü elinde bulunduran askeri sınıftan spekülatörlere cazip gelen yüksek Avrupa fiyatlarına karşı sürekli mücadele halindeydi. Özellikle Ege adalarındaki yaygın kaçakçılık faaliyetine karşı yasaklamalar etkisiz kalıyordu.
Bir tür kredi mektubu, havale olarak biliniyordu. Havale, uzak bir gelir kaynağından, yazılı emirle bir fon tahsisi demekti. Bu yöntem gerek devletin, gerekse özel kişilerin malı işlerinde, nakit naklinden doğması kaçınılmaz tehlike ve gecikmeleri bertaraf etmek için kullanılıyordu. Arapça'da suftace veya sakk denilen gerçek bir kredi mektubu ise, İslamiyet'in ilk yüzyıllarında bilinmekte ve kullanılmaktaydı. Ortodoks görüşteki Müslüman fıkıhcılar, taşıdığı spekülasyon ve haksız kazanç potansiyeli nedeniyle bunu meşru ve yasal kabul etmekten kaçınmışlardı. Ancak kadı'dan alınan bir belgeyle uzak yerlerde yaşayan kişilerin birbirlerine olan borçlarını ödeyip alacaklarını temizlemek, yani kredi transfer etmek mümkündü ve bu yöntem Osmanlılarca kullanılıyordu. Sahillioğlu, Bursa kadı sicillerinden örneklerle bu kadı belgesinin bir çeşit kredi mektubu olduğunu ortaya koymuştur.
Bu son uygulamanın çok sık görülmemesine karşılık, birbirinden uzak yerlerde oturan tacirler arasında vekiller aracılığıyla ödeme genel bir nitelik kazanmıştı. On yedinci yüzyıl ortalarından itibaren ise, İtalyanca polizza'dan Türkçede poliçe denilen kredi mektupları, tüccar arasında ve hükümet ödemelerinde artık yaygın olarak kullanılıyordu.
 
OSMANLI DEVLETİNDE TİCARET
İstanbuI, bir yanda Karadeniz ve Tuna iskeleleri ile, öte yanda doğu Akdeniz'in, Arabistan'ın ve Hindistan'ın belli başlı kentIeri arasındaki kuzey-güney ticaret ana-yolunun mihveriydi. İstanbuI'da üslenen tüccar, hem Avrupa kökenli mamul malları, özellikle yünlü kumaşları, hem de biber ve diğer baharat ile boyaIar başta olmak üzere şark ürünleri diye anılan malları ithal ediyordu. Bu kuzey-güney ticaretinin İstanbul'dan sonraki büyük transit merkezleri, Kefe, Kili ve Akkerman'dı; bunlardan Akkerman, özellikle İstanbuI'un fethinden sonra, Kefe'nin yerini almış bulunuyordu. İstanbuI tüccarı ve sanayileri, Karadeniz'e ve kuzey bölgesine yünlüler, hazır giysiler ve Bursa ipekIileri temin ediyordu ki, bunlara Polonya, isveç ve Moskova prensliğinde de talep yüksekti. Ancak uluslararası ticaretten çok daha önemIisi, Karadeniz'in kuzeyi ile güneyi arasındaki bölgesel ticaretti. imparatorluk yönetiminin başlıca sorunlarından biri, İstanbul'un muazzam nüfusunun ihtiyaç duyduğu temel yiyecek maddelerinin kesintisiz akışını sağlamaktı. KitIeIerin zaman zaman buğday ve un sıkıntısına düşmesi, hükümet için ağır sorunlar doğuruyordu.
Kent halkına her gün, üstelik makul fıyatIarla ekmek temini, hükümet için o kadar hayatı bir mesele haline gelmişti ki, veziriazamın en önemli görevIerinden biri, her hafta bizzat çarşı teftişine çıkıp tahlI stoklarını, fırınIarı ve ekmek fiyatları ile kalitesini denetIemekti. Ciddı kıtlık zamanIarında sultan da klIık değiştirip gizIice çarşıya çıkar ve halka fahiş fıyatla ekmek sattığı tesbit edilen esnafı en ağır cezalara çarptırırdı. Kamuoyunda hoşnutsuzluk yaratmak, saItanatın aItını oymakla bir tutuIurdu ve sultan halka, onların günlük ekmeklerini kendine kaygı edindiğini göstermek zorundaydı. Gene darlık zamanIarında hükümet, fiyatları belirli aralarla yeniden hesapIayıp ayarlamak ve imaret'Ier aracılığıyla yoksuIIara bedava tahıl dağıtmak suretiyle, sıkı bir fıyat denetimi uygular; erzak akışındaki gecikmeleri önlemek için değirmenIerin faaliyetini örgütleme ve hızlandırma işini üstlenirdi. Bazan tohumluk buğdayın üreticilere, piyasa fiyatının yüzde 50 kadar aItında işine avans verildiği olurdu.
Onsekizinci yüzyıl başlarında İstanbul'un günlük tahıl tüketimi yaklaşık 200 ton olarak hesaplanmıştır. İstanbul'un tahıl kaynakları, Tekirdağ limanı aracılığıyla Trakya ovalarını; Braila/İbrail, Isaccea/İsakçı ve Constanta limanları aracılığıyla Tuna havzasını; Burgaz'dan yüklenen Bulgar hububat mahsulünü; Dobruca'dan Don nehrine kadar uzanan step kuşağının, Kili, Akkerman, Azak ve Kefe'den yüklenen ürününü; iskelesi Volos/Kutuz: olan Tesalya ovasını; Foçalar ve İzmir üzerinden batı Anadolu'yu; nihayet Dimyat ve İskenderiye üzerinden ihraç edilen Mısır tahıl ve bakliyatını kapsıyordu. Başka bir deyişle, bütün bu bölgelerle imparatorluk başkenti arasında kolay ve hızlı bir deniz bağlantısı söz konusuydu. Esasen Mısır, daha Memluk döneminden beri Hicaz'a da büyük miktarda tahıl sevkediyordu.

 
DEVLET HAZİNESİ VE BÜTÇELER - İMPARATORLUK MERKEZİ BÜTÇESİ
Klasik İslam'da bir köylünün gelirinin azamı üçte birinin devlet hazinesi için vergilendirilebileceğine, üçte birinin toprağı ekip biçme faaliyetinin idamesine ve üçte birinin de kendisi ve ailesinin beslenmesine hasredilmesi gerektiğine inanılırdı. Osmanlı devletinin günümüze kadar gelebilmiş olan gelir-gider bilançolarının en eskisi, 1475 yılına aittir. Bu bilançoların asıl amacı, geriye herhangi bir fazla kalıp kalmadığını saptamaktı. Ortada bir fazla varsa, iç hazineye alınırdı. Zira aslında, Osmanlı öncesi Orta Doğu devletlerinde olduğu gibi Osmanlılarda da iki ayrı hazine vardı: doğrudan doğruya hükümdarın kontrolü altında, iç sarayda bulundurulan hazine; bir de, veziriazam ile defterdarın ortak denetimi altında, hükümet dairelerinde (divan'da) bulundurulan cari hazine. Bunların yanısıra, hükümdarın hazinesine herhangi bir fazla aktarıp aktarmadıklarını görmek amacıyla, belirli bazı beyler beylik veya eyaletler için ayrı ayrı bilançolar da çıkarılırdı. Doğulu bir hükümdar için temel sorun, güç ve iktidarın dayanağı olarak elinin altında dolu bir hazinenin varlığıydı. Osmanlı devlet adamları açısından bir "bütçe"nin sağlıklı olması, harcamalar çıktıktan sonra geriye bir fazla kalması, dolayısıyla da sultanın hazinesinden maaş alanların gelirleri konusunda herhangi bir endişeye mahal olmaması demekti.
Sonuçta, her türlü bütçe fazlası, ganimetten sultanın aldığı pay gibi olağanüstü gelirler, hediyeler ve müsadere edilen servetler (muhallefat), saray hazinesine alınırdı. Dolayısıyla da bu hazinede yalnız nakit para değil, mücevherat, kıymetli kumaşlar ve elbiseler, altın ve gümüş kupalar ya da çekmeceler gibi nesneler de bulunurdu. iç hazine ya da saray hazinesi, asıl carı hazine için bir rezerv bankası gibi çalışırdı. Gelir sıkıntısı çekilen dönemlerde sultanın onayıyla iç hazineden veziriâzam'a borç verilir, başvezir de bu borcun ödeneceğini yazılı olarak, kendi imzasıyla üzerine alırdı.
Bu bütçeler ekonominin genel durumunun oldukça güvenilir bir göstergesidir. Venedikli gözlemcilerin tahminlerine göre, 1433 ile 1522 arasında Osmanlı devletinin toplam geliri, şüphesiz timar gelirleri hariç olmak üzere, 3 milyon düka altını civarındaydı. Buna karşılık, Andrea Gritti'nin 1503 yılı için 5 milyon düka altını tahmini, herhalde tımar gelirlerini de kapsıyordu. I. Selim döneminde Küçük Asya'nın doğusu ile Arap diyarlarının da ilhak edilmesinin ardından, merkezi hazine girişinin 4.5 milyon düka altını dolaylarına, 1527-1603 döneminde ise 7 veya 8 milyon düka altını düzeyine çıktığı anlaşılmaktadır. Venediklilerin resmı Osmanlı kaynaklarına ulaşabilmiş olmalarına karşın, tahminlerinde büyük tutarsızlıklar söz konusudur. i. Süleyman'ın saltanat dönemi için öne sürülen 12 ila 15 milyon düka altını gibi yüksek rakamlar, merkezi hazine mevcudunun yanısıra mutlaka timar gelirlerini de kapsıyor olmalıdır. Bu gözlemcilerden Zeno (1524 ve 1530), Barbarigo (1558) ve Donini (1561) gibi bazıları, toplam harcama miktarlarını da verdiklerinden, 1524-61 döneminde Osmanlı bütçelerinin pozitif bir bilanço gösterdiği sonucu çıkmaktadır.
Elimizdeki en erken resmi Osmanlı bilançosu 1527-8 yılına, daha doğrusu 21 Mart 1527 ile 20 Mart 1528 arasına aittir. Bu resmi kaynakta görülen, merkezi hazine için 5 milyon ve (imar gelirleri için de 3.6 milyon düka altını rakamları, İstanbul'da bailo (elçi) olarak görev yapan Venediklilerin verdiği rakamları bir ölçüde tutmakta, en yakın olarak da Trevisano'nun (1554) tahminine oturmaktadır. Başlangıçta, devlete ait vakıf ve mülk gelirlerinin carı devlet bütçesine dahil edilemediğini, oysa köprü, imaret, pazarpanayır, kervansaray ve hastane yapım ve bakım işleri gibi bir yığın kamu hizmetinin düzenli olarak vakıflarca karşılandığını kaydetmeliyiz; devlet arazisinden mülk'e dönüştürülmüş olan topraklara gelince, bunların büyük kısmının, iki başlı mülkiyet sistemi uyarınca, sultanın ordusuna asker beslemekle yükümlü tutulduğunu da unutmamak gerekir.
1566'da cari hazine girişinin 8 milyon altın olduğunu tahmin eden Lybyer, 1913 itibariyle 70 milyon ABD dolarının altında hesapladığı bu rakamın, "bu kadar büyük bir imparatorluk için fazla yüksek bir meblağ olmadığını" söylemektedir. Buna, Lybyer'in merkezi bütçenin muhtemelen iki katı olarak düşündüğü (imar ve vakıf gelirlerini eklediğimizde dahi, Osmanlı devlet gelirleri hayli alçak gözüküyor. Karşılaştırma amacıyla verdiğimiz bu dönemin bazı Avrupa devletlerinin gelirlerini yansıtmaktadır.
Bölgeleri birbiriyle karşılaştırdığımızda en yüksek geliri 198 milyon akçe ile (Dalmaçya ve bazı Yunan iskeleleri hariç, Kırım'daki bazı Kuzey Karadeniz yöreleri dahil olmak üzere, Tuna ve Sava nehirlerinin güneyindeki Bal kan topraklarını kapsayan) Rumeli beylerbeyiliğinin sağladığını görüyoruz. Mısır ile Suriye'nin geliri birlikte hesaplandığında, 187 milyon akçe ile Rumeli'nin hemen arkasından ikinci sırada, Küçük Asya] 52 milyon akçe ile üçüncü sırada gelmektedir. Ancak Arap diyarlarının, gelirlerinin yaklaşık üçte ikisi kadar bir fazla vermesine karşılık, imparatorluğun Rumeli ve Anadolu'da çekirdek bölgelerinin bütçe açığı yüzde 10'u buluyordu
 
BÜTÇE AÇIKLAR VE OLAĞANÜSTÜ ÖNLEMLER
Savaş sırasında, hazinenin acil nakit ihtiyaçlarını karşılamak üzere, vakıfların gelir fazlasına el konması ya da reşit olmayanlara ait paraları işletmek üzere kent bedesten'inde muhafaza edilen emanet paraların2 müsadere edilmesi veya zenginlerden zorla borç alınması gibi olağanüstü önlemlere başvurulurdu. 1590'da İspanya'ya yapılması tasarlanan deniz seferi için Sultan III. Murad, devlet bütçesindeki açık nedeniyle divan-ı hümayun üyelerinin ve beylerbeyilerin maliyeti kendilerine ait olmak üzere kadırga yaptırmalarını emretmiş; buna karşılık ellerine, önceki yılların tahsil edilmemiş vergilerine karşılık düzenlenmiş borç senetleri verilmişti. Savaş sırasında tüccarın önde gelenlerinden de borç alındığı anlaşılmaktadır.3 Büyük seferlerden önce imparatorluğun bütün tebaasına olağanüstü bir nakdi vergi de salınırdı; nitekim Belgrad ve Rodos seferleri için her yükümlüden 15 akça toplanmıştı Daha 1. Süleyman zamanında (1520- 1566) kamu gelirlerinde darlık hissediliyordu. Örneğin, 1557'de saraydan carı hazineye 80.000 altın aktarılması gerekmişti. Ama asıl müzmin darlıklar, 1587-1606 arasındaki uzun savaş döneminde baş gösterecekti.

OSMANLI BÜTÇE AÇIKLARI, 1523-1608 (BİN AKÇA)

Bu rakamları değerlendirirken, 1584'te akça'nın değerinin yüzde 100 oranında düşürüldüğünü dolayısıyla 1592-93 yılı gelirinin önceki dönemin akça'sı üzerinden değerinin yalnız 146.700.000 akça olduğu unutulmamalıdır. 1592'nin harcamaları ise 181.700.000 eski akça ediyordu. Demek ki, aslında harcamalar 95.878.000 eski akça kadar kısılmış, ama bu, bütçeyi dengelemeye yetmemişti.

Osmanlı maliyesinde maaşların 354 günlük İslami ay yılına göre ödenmesi eski bir gelenekti. Buna karşılık güneş yılında mevsimlerin sırası değişmediğinden, devletin mali yılı, tarımsal vergilerin toplanmasında güneş yılına uymak zorundaydı. Bu, bütçe muhasebesinde, özellikle de maaş ödemelerinde tutarsızlıklara yol açıyordu. Her takvim yılının sonunda doğan toplam maaş hakları, güneş yılına göre 11 gün eksik kalıyordu. Bunun sonucu, otuz iki yılda bir, bir fazla ay yılının ortaya çıkmasıydı. Başka bir deyişle, otuz iki yıllık bir dönem boyunca devlet yalnızca otuz iki yılın vergisini toplarken, maaşlı kesim otuz üç yılın maaşını talep edebiliyordu.' Bu da devletin dönem dönem ekstra ödemeler yapmak zorunda kalması demekti. Sahillioğlu bu durumun, devlet maliyesindeki büyük döngüsel krizlerin esas nedeni olduğu ve ücretli askerler arasında hoşnutsuzluğa yol açtığı kanısındadır. Asker maaşlarının toplam bütçenin yüzde 12'sini alıp götürdüğü unutulmamalıdır. Yeniçeri maaşları her yıl dört taksitte ödendiğinden, her sekiz yılın sonunda bir ekstra ödeme, her otuz iki yılda ise dört ekstra ödeme zarureti doğuyordu.

Muazzam boyutlara ulaşan bu olağanüstü harcamaları karşılamak için devlet yeni gelir kaynakları bulmak zorundaydı. Herhangi bir ödemenin gecikmesi veya yapılamaması, yeniçerilerin ayaklanmasına yol açabiliyordu. Sahillioğlu, tarihte bilinen asker isyanlarını bu tür tıkanmalarIa açıklamayı denemiştir. Eğer iç sarayın rezerv hazinesinde yeterli kaynak varsa, kriz buradan hükümete borç verilmesiyle göğüsleniyordu. Gelgelelim, onaltıncı yüzyıl sonlarının uzun savaşları bu yedekleri de kurutmuştu. Bunun üzerine hükümet, yeni vergiler getirmek, gümüş akça'nın nominal değerini sabit tutarken içerdiği kıymetli maden miktarını düşürmek, ya da ganimet ve timar olarak dağıtılabilecek topraklar elde edebilmek için yeni savaşlara girmek gibi yöntemlere başvurdu. Ama bu önlemler de sonunda, hem köylü ekonomisinin, hem de bütün ülkenin daha fazla destabilize olmasına yol açtı. 1584'te akça'nın büyük ölçüde tağşişe uğramasının ardından, 1578'de başlamış olan İran savaşı, yeni kaynaklar yaratmak şöyle dursun, hazine için korkunç bir harcama kapısı haline gelerek imparatorluğu uzun bir malı ve siyası krize sürükledi. Askerler 1593'te Avrupa'da yeni bir cephe açılmasına sevindilerse de, burada da savaş, Kanuni Süleyman dönemindeki gibi karlı bir girişim olmaktan çok uzak kaldı.
 
BİR "REFAH DEVLETİ" OLARAK OSMANLI DEVLETİ
Yalnız bir güç ve kudret devleti olma amaçlarıyla çelişkili gibi gözükse de, İslim devletinde topluluğun refahı kaygısı yine de ağır basıyor ve bu, bir bolluk ekonomisine bağlılığı gerektiriyordu. Katıksız bir İslam geleneğinde devlet, İslami ideolojiyi yayma aracından başka bir şey olamazdı. İslam şeriat hukukunu kuran kadim büyük imamların görüşlerinden ve belki bir parça da Max Weber'in kazandırdığı perspektiflerden yola çıkan çağdaş Müslüman bilginleri, ekonomik faaliyetin, bir bütün olarak Müslüman cemaatinin ortak refahını her şeyin üstünde tutan İslami değerler sistemince belirlendiğini savunurlar. Batıya özgü homo economicus kavramını eleştirerek, İslami dünya görüşünün dünya ile ahiretin birliğine dayandığına, zira insan hayatının tek bir nihaı hedefe: "Allah'ın rızasını almaya" yönelik uyumlu bir bütün olarak düşünüldüğüne dikkat çekerler. Asıl "ekonomik" amaçlar, yoksul ve muhtaçları gözetmek, gelecek nesillerin refahına kaynak tahsis etmek ve cemaat yaşantısını iyileştirmeye çalışmaktır. "Üretim ve kar amaç değil, araçtır," der M. al-Mubarak. "Çağdaş sistemlerin itici gücünün kar olmasına karşılık, İslami bir sistemde gaye insanların refahıdır."2 Ama tabii, bu İslami teorilerin nerede, ne zaman hayata geçirilebilmiş olduğu, ayrı bir tartışma konusudur. Hatta aslında, İslami ideal ile günlük uygulama arasındaki çatışma İslam toplumlarında hiç eksik olmamıştır denilebilir.3 Bütün İslam devletlerinde gayet gelişkin gayri-İslami vergi sistemlerine rastlanması olgusunu tamamen hiçe sayan dar-hukukçu ortodoks görüş, İslam'ın malı sisteminin, "her bir ferdin asgari geçimliğini teminat altına almayı" ve ekonomik kaynakların cemaatin maddi refahı yararına üretken kullanımını sağlamayı amaçlayan İslamı hayır anlayışına dayandığını öne sürer. Burada esas yönelim, "cemaatin gelirinin varsıllarla yoksullar arasında karşılıklı olarak bölüşülmesi"dir. Ne varki özel mülkiyet de İslamın dini bakımdan dokunulmaz ilkeleri arasındadır.
Öte yandan, klasik Müslüman fakihlerinin geliştirdiği bir teoriye göre, gerçek ihtiyaç maddeleri ile lüks eşya arasında bir ayırım yapılmalıdır. Buna göre pratikte, çoğu tüccar tarafından ithal edilen lüks emtianın devletin fiyat denetimi kapsamına girmemesine karşılık, günlük pazarda satılan ihtiyaç maddeleri ile yerel ürünler, devletin atadığı muhtesib'in (çarşı müfettişinin) sıkı denetimi altındadır.4 Bu ihtiyaç maddelerine uygulanacak narh (azami fiyat) sistemi ile çarşıdaki fiyat, ölçü ve ağırlıkların sürekli denetlenmesi, cemaatin başı olarak sultanın veya yerel kadının en önemli sorumlulukları arasındadır ve gerçekten de Osmanlı sultanlarının bu görevi son derece ciddiye aldıkları görülmektedir. İsIam kentlerinde ekmek yüzünden çıkan halk ayaklanmalarının hayli sık görülmesi nedeniyle, buna belki bir politik kaygı boyutu da eklenebilir. Her halükarda, temel ihtiyaç maddelerinin darlığını önlemek ve bir bolluk ekonomisini teminat altına almak, sultanın en önemli sorumlulukları arasında sayılmıştır Arşiv belgeleri, bu ilkelerin Osmanlı devlet görevlilerinin ekonomik faaliyetle ilgili bütün kararlarında etkili olduğuna tanıklık etmektedir.
Bu bağlamda, hayır kavramının İslam hukukundaki yeri ve önemi de anlamlıdır. Hayırseverlik. Allahın kullarına cömertçe ihsan ettikleri karşısında duyulan şükranın ifadesidir; dini sadaka yükümlülüğü çerçevesinde yorumlanır ve İslam açısından son derece faziletli bir davranış örneği oluşturur. Nitekim sultanlar sık sık sadaka vermiş; çeşitli vesilelerle binlerce koyun kestirip bazen kendi elleriyle yoksullara dağıtmışlardır. imaret adı verilen aş dağıtım mutfakları, kentlerde dini vakıflara bağlı en yaygın kurumlardandır. Bu arada Osmanlı sultanlarının, oruç tutma ve hayır işleme ayı olan Ramazan'da İstanbul'un dilenci akınına uğramasını önlemekte zorlandıklarını da kaydetmeliyiz. İmparatorluğun dört bir yanında, özellikle de sınır kalelerinde cami ve mescidler de binlerce dua güyan (ücretli dua okuyucu), devletten düzenli maaş alan büyük bir grubu oluşturmaktaydı. Hayır işlemenin Allah'ı hoşnut kıldığı ve lütfuna mazhar olduğu inancı, İslam devletlerinde ekonomik önem taşıyan pek çok temel konuda Müslümanların davranışlarını belirliyordu ve bu alanda Osmanlılar, özel bir şevk ve gayret gösteriyorlar da.
Hayır kavramından türeyen kurumlar, servetin toplum içinde yeniden bölüştürülmesinde çok önemli bir rol oynuyordu. Osmanlı kent ve kasabalarında kalabalık yoksul ve işsiz grupları, bu tür hayır kurumlarından geçiniyordu.2 Seçkinler elinde toplanan servetin önemli bir bölümü, bazen geçici olarak commenda türü girişimlere yatırılsa bile, sonunda bu yolla hayır amaçlı vakıflara aktarılıyordu. Osmanlı toplumunda bu tür kurumların oynadığı ekonomik rolü küçümsememek gerekir
Karl Pohinyi, piyasa ekonomilerinden farklı olarak, "arkaik" veya geleneksel olarak adlandırılan toplumlardaki ekonomik bütünleşmenin, akrabalık çevresi, hane(halk!), tapınak, ya da devlet gibi kurumlaşmalar aracılığıyla düzenlendiğine işaret eder. Gerçekten de piyasa ekonomilerinin
ücret, maaş ve kar gibi kategorileri, Osmanlı toplumunda daha çok törensel bir karaktere bürünür. Yeniden bölüşüm "bir tahsis merkezi"nin varlığını gerektirdiğinden, bu toplumda sultan çok temel bir rol oynar. İslam devletinde dini vakıfların, çok önemli bir toplumsal ve ekonomik bütünleyicilik işlevini üstlenen, temel bir yeniden-bölüşüm kurumunu temsil ettiği açıktır.
Öte yandan, özellikle Yeni Yıl (Nevruz) kutlamaları veya dini bayramlar gibi belirli günler münasebetiyle rical ve yabancı elçilikler tarafından sultana hediyeler, ya da pişkeş sunulmasında somutlanan armağan alışverişi, Osmanlılarca dikkatle gözetiliyordu. Bu geleneğin de ekonomik sonuçlarını abartmamak hemen hemen olanaksızdır. Sarayda sultanı hediyeler hazırlamak için bir saray zanaatkarları grubu (hiref-i hassa) oluşturulmuştur. Yeniçerilere periyodik olarak yünlü kumaş dağıtılması, İstanbul ve Selanik'te yaygın bir yünlü dokuma sanayiinin gelişmesine yol açmıştır. Aşağı kademelerdekiler hediye, bahşiş ve hizmet ödüllerini neredeyse bir ayin anlamlandırması içinde bekler; bunların ihmali protesto ve hatta isyana hak kazandırırdı. Yeni bir sultan tah ta çıktığında, bütün askeri kesimlerin mensuplarına ve saray hizmetkarlarına dağıtılan paranın, imparatorluk maliyesi ile vergi yükümlüleri üzerinde muazzam bir baskısı olduğu gibi, yönetimin bu ödemeyi yapamaması halinde İstanbul'da isyanlar çıkardı.
Sırf kar amacıyla gerçekleştirilen ekonomik işlemlere de değinmeliyiz. Örneğin İslam hukukunda yeri olan ve Osmanlı İmparatorluğu'nda yaygın bir uygulama alanı bulan commenda türü ortaklıklar (mudaraba) yoluyla yapılan yatırımlar bu arada sayılabilir. Bunun yanısıra, faizin dinen cevaz verilen biçimler altında kamufle edilmesiyle yapılan yaygın tefeciIik, kredi mektupları kullanımı (bkz aşağıda, s. 257-260), sarrafların faaliyeti ve ilkel bir tür bankacılık (dolap), kısmen Galata'daki İtalyan tüccar topluluğu ile İtalyan kökenli Osmanlı tebaasının etkisi sonucu onaltıncı yüzyıl Osmanlı ekonomisinde görülen bazı kapitalist piyasa ekonomisi uygulamaları burada anılmalıdır. Ancak Osmanlı sosyo-ekonomik yapısı ve zihniyetinde herhangi bir köklü değişiklik yaratmamalarına bakarak, bütün bu ticari araçların tali ve marjinal kaldığı anlaşılmakta; sonuçta, Batı'dakine paralel herhangi bir gelişme Osmanlı İmparatorluğu'nda ortaya çıkmamaktadır. Osmanlı toplumunda, devletin sıkı denetimi ve patrimonyal ilişkileri vazgeçilmez bir ekonomik bölüşümcülük mekanizması olarak kalmaktadır. imparatorluk ekonomisi ve maliyesi, esas olarak, devletin toprak mülkiyetini elinde tutması ve başlıca zenginlik kaynağı olan tarımsal üretimi kontrol etmesi olgusuna bağlıydı. Gerek köylü kitlesinin geçimi ve gerekse askeri sınıfın büyük bir bölümünün sipahi sınıfının yaşamı, özel bir toprak mülkiyeti sistemine ve vergi politikasına dayanıyordu (bkz s. 103-9).
 
OSMANLI DEVLETİNDE DİNİ VAKIFLAR VE EKONOMİ
İnşaat ve bayındırlık işlerinin bir bölümünü doğrudan doğruya devlet üstlenmekteydi. Saray mimarları teşkilatının başına (sermimaran-ı hassa'ya) bağlı muazzam bir kamu yapım, bakım ve onarım şebekesi vardı. Her beylerbeyilik merkezinde, gerektiği zaman yerel ustaları ve işgücünü seferber edip kaleler, köprüler, camiler ve başka kamu binaları inşa veya tamir ettirmeye yetkili bir devlet (hassa) mimarı bulunuyordu. Buna karşılık kentlerin çarşılar, dükkanlar, hamamlar ve hedesten'ler gibi ticari tesisleri, dini hayrat külliyelerini ayakta tutacak gelir kaynakları yaratmak amacıyla, vakıf sistemi çerçevesinde gerçekleştiriliyordu. Kural olarak, her türlü kamu inşaatının başında, emin denilen özel bir görevli bulunurdu. Kendisine tahsis edilen fonlarla, girişimin örgütlenmesinden, denetiminden ve finansal yönetiminden sorumlu olur; iş bittiğinde maliyeye muhasebe defterleriyle birlikte kapsamlı bir rapor sunardı. Dini çağrışımları olan su sistemlerine, su kemerleri ve arklarının yapımına özel bir önem verilirdi. Su yollarının bakım ve onarımı için, su yolcuları adıyla bilinen ve herhalde Roma-Bizans geleneğinin devamı olan özel bir örgüt vardı. çoğu Rum olan bu uzmanlardan bir bölümü, Mekke ve Kudüs'e, bu kentlerin su yollarını yapmaya yollanmıştı. Öte yandan, çarşı ve pazar yerleri gibi kamu tesislerinin inşasına, ancak kamu yararı açısından mutlak surette gerekli görüldüğü ve nihai olarak da gene devletin mali çıkarlarına hizmet edeceği zaman, devlet el atıyordu. Köylüler Konya bölgesindeki göl sularını düzenleyecek bentlerin yapılması talebiyle hükümete başvurduklarında, aldıkları yanıt, bunu devlet değil, kendilerinin halletmeleri gerektiğiydi. Kamu yararına olacak bir yığın imar faaliyeti, genellikle, dini hayrattır diye özel vakıflara bırakılıyordu. Belki buna bir istisna, fetihten sonra II. Mehmed'in İstanbul'un yeniden imarı için giriştiği büyük çapda kamusal inşaat faaliyetiydi.
 
OSMANLI EKONOMİSİNDE YAHUDİLER VE RUMLARIN YERİ
Osmanlı Rum ve Yahudileri, onbeşinci ve onaltıncı yüzyıllarda iltizam işlerinde çok aktiftiler. Aslında bu sırada iltizam usulü, imparatorlukta sermaye birikimi ve oluşumunun en önemli aracı haline gelmişti. Mültezimlerin başlıca sermaye kaynakları, ticari faaliyette kurulan commenda (mudaraba) ortaklıklarını ve özellikle İstanbul'un erzak ikmalinden sağlanan karları içeriyordu. Bunlardan birçoğu, bir gümrükhanede veya madenlerde katiplikten büyük işadamlığına yükselmişti. Muazzam paralar biriktiren bu "kapitalistler", saray ve devlet maliyesi için vazgeçilmez olup çıktılar ve dolayısıyla imparatorluğun yalnız maliyesinde değil, politikasında da önemli roller kazandılar.
Giacomo Badoer'in "Muhasebe Defteri"ne bakılırsa, Konstantinopolis'in ticaret hayatında Venediklilerden sonra ikinci büyük etnik grup Yunanlılardı. Gerçi ikincil önemdeki perakende ticaret ve gemi taşımacılığı dışındaki bütün sektörlerde Yunanlılar, İtalyan tüccarının gölgesinde kalıyordu. Gene de Yunan tüccarı, uluslararası ticaret ve bankacılıkta aktifti. Örneğin, 1453'ten hemen önce, Venedikliler ve Yahudilerle iş yapan Yunanlı bir armatör giderek büyük bir servete kavuşmuştu. Sermayesi 30.000 düka altını olarak tahmin ediliyordu.
Kentin Osmanlılarca fethedilmesiyle birlikte meydana gelen en büyük değişiklik, egemenliklerini yitiren İtalyanların yerini, Osmanlı tebaasından gayrimüslimlerin, özellikle de Ermeni, Yahudi ve Rumların alması oldu. Osmanlı öncesi dönemde Cenovalıların, kural olarak yerlileri denizaşırı büyük ticaret faaliyetinden dışlamış olmalarına karşılık, fethin ardından gerek Kefe'nin, gerekse Pera/Galata'nın büyük ölçekli ticaretinde İtalyanlar yerlerini Rumlara bıraktılar. Kaldı ki, daha onbeşinci yüzyılda Osmanlı Rum ve Yahudi tüccar, Ancona ve Venedik gibi belli başlı İtalyan ticaret merkezlerine yerleşmeye başlamış bulunuyordu.
Galata, Palaeologos hanedam döneminde olduğu gibi, Osmanlı yönetiminde de Rum işadamlarının faaliyet merkeziydi. Daha Osmanlılarca alınmadan önce burası, nüfus açısından bir Yunan/Rum kenti haline gelmişti. Zengin Ceneviz ailelerinden birçoğunun Osmanlı işgali sırasında ve sonrasında kenti terketmesine karşılık, aralarında Yani Palaeologos'un da bulunduğu birçok zengin Rum maliyeci, fetihten sonra da Galata'da varlıklı burjuva yaşantısını sürdürmüştür. Fatih Mehmed'in kayırdığı Rumlar, onun saltanat döneminde Osmanlı maliyesi ve politikasında özellikle aktif bir rol oynadılar. Fatih, Rum Mehmed, Hass Murad ve Mesih gibi Rum dönmelerini vezirliğe kadar yükseltti. Üstelik bunlardan son ikisi Palaeologos ailesine mensuptu.
Böylece, 1453'ten sonra pek çok Rumun mültezim, büyük tüccar veya armatör olarak faaliyetini ve kariyerini sürdürdüğünü anlıyoruz. Sözkonusu dallardan özellikle sonuncusu, büyüyüp gelişen Osmanlı payitahtının ikmal ihtiyaçları nedeniyle hızla zenginleşmeye adaydı. Konstantinopolis'in fethinden hemen sonraki dönemde, birçok Rumun hükümet adına mültezimlik yapmakta olduğunu görüyoruz. Eski Bizans aristokrasisinin Palaeologos, Kantakuzenos, Khalkokondyles ve Rhali gibi aileleri, Fatih Mehmed ve halefleri döneminde hep ünlü mültezimlerdendiler. Onbeşinci ve onaltıncı yüzyıllarda batı Anadolu limanları, merkezi İstanbulolan tek bir gümrük bölgesini oluşturuyor ve bütün bu bölge sık sık, gerek Yahudiler gerekse Müslüman Türklerle rekabet halindeki Rum mültezimlerin denetimine geçiyordu. Osmanlı mukataa defterlerinden aldığımız aşağıdaki döküm, İstanbul gümrük bölgesinin Ekim 1476 ile Aralık 1477 tarihleri arasında nasıl ve kimler arasında el değiştirdiğini ortaya koymaktadır.
1. Ekim 1476'dan itibaren üç yıllık gümrük geliri, 9.5 milyon akça olarak tahmin ve takdir edilmişti. Yeni Müslüman olan Yakub Kassandros'lu Palologoz Trabzon'lu Galyanos'un oğlu Lefteri, Halkokondil oğlu Andriya ve Manul Palologoz, 16 Ekim 1476'da 1.500.000 akça'lık bir artış teklif ettiler.
2. Hoca Satı, Çiriş İlyas, Yusuf Simsar'ın (yani bir simsarbaşının) azatlık kölesi Şahin ve Hoca Bahaeddin birleşip, topu topu beş ay sonra bu sefer iki milyonluk bir artış önerdiler.
 
OSMANLI DEVLETİNDE KÖYLÜLERİN VERGİLENDİRİLMESİ
Özellikle Asya imparatorluklarında vergilendirmenin ekonomi üzerinde belirleyici bir etkisi vardı ve kırsal toplumda kişisel statünün temeliydi. Sultan adına çıkarılan kanunnamelerde, emek hizmetlerinin, yani angaryaların ya da nakdi karşılıklarının, köylülerin yani reaya'nın "köle" (kul) veya "bağımlı tebaa" statüsü ile bağlantılı olarak yorumlanması, ilginçtir. İslam hukukunda böyle bir vergilendirme ilkesi olmadığından, "meşru vergiler" diye tanımlanan İslami vergilerden farklı olarak bu tür vergiler, "geleneksel," daha doğru bir deyimle de "sultanı" veya “devletten kaynaklanan" (örfi) vergiler kategorisini oluşturuyordu. "Resimler" (rüsum) olarak da bilinen sultanı veya "örfi" vergiler, para cezaları, gelin-gerdek resimleri, ya da hukuki muamelat resimleri gibi ödemeleri içeriyordu.
Başlangıçta, örfi-sultanı vergiler, fethedilen halkların Osmanlı öncesi düzenlerde ödeye geldikleri vergilerden ibaretti. Sorup soruşturmak ve Osmanlı öncesi kanunlar ile defterlerden yararlanmak suretiyle Osmanlılar, kendi rejimlerine açıkça aykırı olanlar hariç, bütün bu tür vergileri sürdürmeye özel bir önem veriyorlardı. Çift resmi sisteminde görüldüğü gibi, bu vergilerden birçoğu, köylülerin yerel bey veya lordlarına olan feodal angarya (emek hizmetleri) yükümlülüklerinin parasal karşılıklarını ifade ediyordu.2 Bu yolla Osmanlı öncesi Bizans'a veya Balkan devletlerine ait vergilerden, emek hizmetlerinden veya örfi rüsumdan çoğu, rüsum-i örfiyye ya da teklif-i Örfiyye adı altında Osmanlı vergi sistemi içinde özümlenmişti. Bu gibi vergiler açısından Osmanlıların genel politikası, gerek yerel beylere ve gerekse devlet yetkililerine ait angarya emek hizmetleri ile örfi resimleri nakde çevirmekti. Bu, Balkanlarda yerel feodal beylerin yerini alan merkeziyetçi bir imparatorluk için gerekli bir politikaydı. Ancak ekonomik gelişme düzeyinin geriliği sonucu, bir kısım emek hizmetlerinin, özellikle de sipahİ'ye bir ev yapmak, sipahinin öşrünü ambarımı veya en yakın pazar yerine taşımak, otunu biçmek ve ambarlamak, samanını ve yakacak odununu temin etmek, nihayet doğrudan sipahinin kullanımına tahsis edilmiş arazi üzerinde angarya çalışmak gibi hizmetlerin ister istemez muhafaza edildiğini de unutmamak gerekir. Osmanlı öncesine ait feodal uygulamalardan devralınan bütün bu emek hizmetleri, askerı sınıf mensuplarını askerı olmayan uğraşılardan kurtarmak için zorunlu görülen angaryalar olarak Osmanlı rejiminde de sürüp gidecektir.
Bu hizmetlerin hepsine birden, kulluk denirdi. Bu bir kul'un mensubu olarak, daha doğrusu, Osmanlılarda reaya köylüsü köleleştirilmiş sayılmadığından, bir "bağımlı köylü" tipi olarak kul'un yükümlü olduğu resimler anlamına gelir. Bununla birlikte, sipahilerin köyde oturup toprak tasarrufu ve vergi tahsilatını bilfiil kontrol ettiği Osmanlı timar rejimi, feodal bir toplumun ana çizgilerini taşıyordu. Bu rejimin Batı tipi bir feodalizmden başlıca farkı, devletin köylü ile askeri sınıfın yerel mensupları arasındaki bütün kişisel bağımlılıkları ilga etmiş olması sonucu, toprak tasarruf haklarının, vergilerin ve sipahiler ile köylüler arasındaki ilişkilerin hep yalnızca sultanın kanunları çerçevesinde düzenlenip merkeziyetçi bir' bürokrasi tarafından sıkı sıkıya denetlenmesi noktasında düğümleniyordu Öte yandan, Osmanlılardan önce, Latin milletlerin egemen olduğu bölgeler bir yana bırakılırsa, Bizans ile Balkanların o zayıf düşmüş devletlerinde de merkezı bürokrasiler, feodalleşme sürecine direnmeye çabalıyordu Öyle veya böyle, yerel örf ve adetlerden kaynaklandıkları içindir ki devlet, bu vergilerin çoğunu alıkoyup timar sahiplerine tahsis etmekteydi. Kural olarak aynen tahsil edilmesi gereken ve kırsal vergi gelirlerinin en az yarısını kapsayan öşür de tabii timar da dahildi. Buna karşılık, köylerinden uzak kalacakları sefer mevsimi boyunca yanlarında mümkün olduğu kadar çok para olmasını isteyen timar sahipleri, özelIikle tahıl fiyatları düştüğünde defterde kayıtlı miktardaöşÜrtlerini nakit olarak toplamayı tercih ederlerdi. Sonuçta, timar gelirlerinin yaklaşık yarısı nakit, yarısı da ürün olarak (aynen) toplanırdı. Dolayısıyla köylünün ürün fazlasını ya kasabaya veya kırsal alanda belli aralarla kurulan pazarlara götürüp paraya çevirmesi gerekirdi ki, bu da köyekonomisi açısından bu tür pazarların hayatı bir önem kazanması demekti. Gene bu açıdan küçük köy tefecilerinin rolü de çok önemliydi. Üzüm veya kolayca paraya çevrilebilen başka bitkiler yetiştirmeye olanak veren yörelerde, nakit elde etmek şüphesiz daha kolaydı. 1520-80 döneminde Anadolu'daki yerel pazarların sayısı önemli ölçüde arttı; bazı bölgelerde bunlar önemli merkezler haline geldi. Herhalde bu gelişme, imparatorluğun tahrir defterlerinde gözlenen genel ekonomik ve demografik gelişme ile doğrudan bağlantılıydı. Ama yerel kadı sicilIerinin gösterdiği gi bi4, bu dönemde bile sipahilerle köylüler, vergi miktarları, vergilerin toplanma tarzı konusunda, toprak tasarrufu, tapu ve tapu transferleri konusunda sürekli çatışma halindeydiler. Anlaşılan sipahiler, kendi çiftlik, çayır veya bağları için daha fazla emek hizmeti (angarya) talep ediyor ve taşıma işlerinde köylülerin koşum hayvanlarını kullanmaya, ayrıca kanundışı tapu transferleri yoluyla fazla gelir sızdırmaya çalışıyor; buna karşılık köylüler de daha az vergi ödemek ve sipahi yararına daha az çalışmak için ellerinden geleni ardlarına koymuyorlardı. Sultanın çıkarttığı kanunnameler iki tarafın karşılıklı yükümlülüklerini belirlemek suretiyle bu çatışmayı yumuşatmayı amaçlamakta; yerel kadı mahkemeleri söz konusu hükümlerin hayata geçirilmesinde önemli bir rol oynamaktaydı.Ancak 1590'larda Anadolu'yu saran büyük bunalım sırasında, bu mekanizmanın toptan çöktüğünü görüyoruz.
Sipahiler, mevcut vergi sistemini doğrudan hiçe saymaktansa, fazladan talep ettikleri alıntıları fetih öncesinin örf ve adet ödemeleriyle açıklamak gibi meşrulaştırıcı yöntemlere başvuruyorlardı. Birçok örnekte yönetimin, bu tür örfi tahsilatın Osmanlı rejimiyle birlikte ilga edilmiş, ya da yerlerini yeni Osmanlı vergilerine bırakmış olduğunu ileri sürmesi faydasızdı. Bir süre sonra sipahiler, eski resimleri yeniden canlandırmak suretiyle fiilen çifte vergilendirmeyi gerçekleştiriyorlardı. Eski timar sahibine zaten ödenmiş olan vergi ve emek hizmetlerinin yeni timar sahibi tarafından tekrar istenmesi de, çifte vergilendirmeye yol açabiliyordu. Bu gibi yolsuzlukları önlemek amacıyla, daha sonra yapılan düzenlemelerde her bir verginin tam ne zaman tahsil edileceğinin de belirtilmesi yoluna gidildi. Ama daha on beşinci yüzyılın halk rivayetlerinde, devletin olağanüstü salma ve angaryaları ile malı bürokrasinin açgözlülüğü şiddetle eleştirilmekteydi. Bir örnekte şöyle deniyordu: "Devlet bayındırlık işleri için halktan para toplar, sonra da zorla seferber edilen işçi ve taşçıların ya ücretlerini kısar, ya da büsbütün bedavaya çalıştırırlar. Doğaldır bu; zira sultanın maliyesi artık doymak bilmez tefeci tüccar takımının [bu bağlamda: mültezimlerin] elindedir.
 
Geri
Top