Osmanlı Ekonomisi

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
OSMANLI İMPARATORLUĞUNDA PİYASA VE EKONOMİ
Kentsel piyasalar açısından Osmanlı politikası, sınırlı bir pazar için sınırlı miktarda mal üretimine dayanıyor, bunu da devlet eliyle düzenlemeyi ve muhtesib denilen bir çarşı müfettişi aracılığıyla sürekli kontrol altında tutmayı öngörüyordu. Şehir kadısına bağlı olan bu devlet görevlisi, pazara ulaşan malların fiyat ve kalitesini denetlemek ve düzenlemekle sorumluydu. Gösterişçi tüketime olanak veren ve elinde çok nakit para biriken küçük bir seçkinler grubu, öncelikle en iyi kalite mallara ilgi duyduğundan, bu sistemde lüks emtia üretimi de sınırlı bir piyasanın gereklerine uyuyordu.
Bu tür kontrollerin kısıtlayıcılığının, bir bolluk ekonomisi özlemiyle çeliştiği düşünülebilir. Ama bu tezat daha çok bir himaye ve kumanda ekonomisi ile, düzenleyicilik değil, özgürlük aracılığıyla bolluğa ulaşmaya çalışan bir burjuva toplumunun laissez - faire ekonomisi arasındadır. Gerçekte Osmanlılarınki gibi geleneksel toplumlar, yetersiz üretimin tüketicinin daha yüksek fiyatlar ödemesine, aşırı üretimin ise zanaatkarın düşük fiyatlar yüzünden haksızlığa uğramasına yol açtığını; dolayısıyla düzenlemenin hem tüketicinin, hem üreticinin yararına olduğunu, uzun tecrübe ve gelenekleriyle biliyorlardı. Genişleme, sadece İstanbul gibi dev kent pazarları oluştuğunda mümkündü. Oysa genel ve geleneksel olarak Doğu ekonomileri, ister vatandaş ister zanaatkar olsun herkesin düzenleme istediği sınırlı ve duragan piyasalarıyla küçük kentlerin birikmiş tecrübesine dayanıyordu. Ekonomilerin sürekli genişleyen bir piyasa temelinde gelişmesi ise, Batı'da ve ilk defa İtalya'da gerçekleşti.
Onbeşinci yüzyılın son birkaç on yılında büyük Bursa kentindeki loncalar, halktan gelen yaygın talebin baskısı altında, yönetmelikleri hiçe sayıp, geniş halk kitlesi için daha ucuz ipekliler üretmeye koyuldular.3 Devlet buna derhal tepki gösterdi ve her kumaş türünde kul1anılabilecek ipeğin de, boyanın da kalite ve miktarını inceden inceye saptayan yeni bir düzenlemeye gitti. Lonca mensupları, daha ucuz kumaş türlerine yüksek bir talep olduğunu, yönetimin atadığı çarşı müfettişinin (muhtesib'in) de rüşvet karşılığı yönetmeliklerin uygulanmasına göz yumduğunu itiraf ettiler. Bu örnekte evvela, piyasada böyle bir genişlemenin yalnızca Bursa, Edirne ve İstanbul gibi büyük kentlerde görüldüğünü, buralarda kalabalık bir nüfusun daha bol ve daha ucuz ürün türlerine talep yarattığını ve genişleyen piyasanın da, devlet düzenlemeleriyle çatışan ekonomik güçleri harekete geçirdiğini kaydetmeliyiz. Saniyen bu olay, güçlü ve merkeziyetçi bir devletin Osmanlı ekonomisini, sabit piyasası ve üretim düzeyleriyle tipik bir ortaçağ örüntüsüne nasıl hapsettiğini de ortaya koymaktadır. Nihayet bunun, durağan Osmanlı sanayi ve ticareti ile önce İtalya ve Felemenk'te, sonra diğer Batı ülkelerinde ortaya çıkan dinamik Avrupa pazar ekonomisi arasındaki farklılığı da açıkladığına inanıyorum. Daha ucuz ve kaliteli mal üretebilen yeni teknolojilerin gelişmesini teşvik eden olgu, buna karşı Avrupa piyasalarındaki genişleme ve rekabetti. Batının ekonomik Üstünlüğü, Doğu sanayilerinin ise gerilemesi, bu değişimlerle pekişti. Onaltıncı yüzyıl sonlarında ucuz Batı ürünleri ithalatının artması, Osmanlı yünlü ve ipekli dokuma sanayileri ile madenciliğini olumsuz yönde adamakıllı etkiledi. Doğu ile Batı'nın ekonomik evrimi arasındaki bu yol ayırımının temelinde, ekonomik açıdan fiyat veya üretim maliyetleri farklılaşmasının yattığını vurgulamalıyız.
 
RESMİ MAKAMLARIN DEVLETÇE SATIŞI, PEŞKEŞ VE RÜŞVET
1596 tarihli Relazionesinde İstanbul'daki Venedik bailo'su Malipiero, Osmanlı Devleti'ne layiha sunan, Koçi Bey gibi yazarları teyit ederek, en yüksek devlet görevlerine ancak veziriazamlık için 80.000, defterdarlık için 40-50.000 altın gibi muazzam rüşvetlerle gelinebileceğini vurguluyordu.\ Bir kere mevki sahibi olduktan sonra, verdikleri rüşvetin karşılığını başka önemli tayinler için kendileri rüşvet alarak çıkartıyor, dolayısıyla bütün devlet görevlileri bu rüşvet zincirinin bir parçası haline geliyordu.2 Bu uygulama o kadar olağanlaşmıştı ki, olanca safiyetiyle Evliya Çelebi, bir kadı'nın geliri için, biri rüşvetler dahil biri de rüşvetler hariç olmak üzere iki ayrı rakam verebiliyordu.3 Sistemin en altında ise, vergi yükümlüleriyle doğrudan temas içinde olan görevliler, bir hediye veya hizmet bedeli adı altında fazladan para sızdırmak için her çareye başvuruyorlardı. Üstelik, halka sunduğu hizmet karşılığı küçük bir ücret almak herhangi bir devlet görevlisinin kanuni hakkıydı da. Cizye tahsildarları ve hatta kadılar, bu tür ücretleri düzenli olarak alıyorlardı. Başkaları ise, en azından bir hediye yahut bahşiş bekliyordu. Suistimalleri önlemek için çıkartılan kısıtlayıcı yönetmelikler, ya bu tür kişisel ödemeler için bir tarife saptıyor, ya da bunları kamu gelirine dönüştürüp her türlü kişisel ücreti yasaklama yoluna gidiyordu.
Batı monarşilerinde de olduğu gibi, rüşvet ve makam satışı kamu yönetiminin bir parçası ve kamu gelirleri için önemli bir kaynak haline gelmişti. Osmanlı İmparatorluğu'nda mevkilerin en yüksek teklifi verenlere satılması on yedinci yüzyılda iyice yaygınlaştı. Böylece, mevki satışı bir çeşit iltizam gibi telakki edilir oldu ve zamanla beyler beyilikleri ya da eyalet valiliklerini, hatta timar sahipliğini kapsamına aldı. Bütün bu davranış biçimlerinin ardındaki zihniyeti,. otoritenin patrimonyal karakteri biçimlendiriyordu. Otorite, hükümdara mahsus bir şey; kamu hizmeti de bir ayrıcalık sayılmaktaydı. Hükümdar veya hükümdarın bazı yetkilerini devrettiği temsilciler dahil otorite sahibi olan herkes, resmi mevkiini pazarlığa tabi bir maddi kazanç kapısı gibi görüyordu Osmanlı devleti açısından bu ilke, kişisel hizmet bedellerinin yasal bir hak olarak tanındığı ilk dönemlerden beri mevcuttu. Rüşvet, yalnızca hükümdarın dolaysız çıkarları tehlikeye girdiğinde, suç kabul ediliyordu. Bu çok ince ayırımlar karşısında devlet görevlileri, yaptıklarının son tahlilde hükümdarın hazinesine yarayacağı inancı veya gerekçesiyle, iltimas verip kazanç elde etmede kendilerini serbest hissediyorlardı. Kaldı ki, "bir madunun hürmet ve bağlılık nişanesi olarak mafevkine takdim ettiği hediye(1er)" olarak pişkeş de, Osmanlı İmparatorluğu'nda çok yaygın bir uygulama alanı bulmuştu. Vezirler, beylerbeyiler ve Hıristiyan cemaatlerinin reisleri, patrikler dahil bütün ileri gelenler, sultana miktarı yönetmeliklerle saptanan birer pişkeş sunmak zorundaydılar. Atandıkları mevkideki yetkilerini resmen başlatan hükümdarlık beratını aldıkları anda, örneğin Rumeli beylerbeyinin 10.000 akçe, Rum Ortodoks Patriği'nin (onyedinci yüzyıl ortasında) 20.000 guruş vermesi usuldendi. Daha aşağı kademelerdeki görevlilerin berat bedeli olarak ödediği sabit miktarlar da hazine için hatırı sayılır bir gelir kalemi oluştururdu. Sultan ise, yüksek ricalin pişkeşlerine, her birine bir kaftan, zengin koşum takımlarıyla bir at, bir kürk veya bir kılıç ihsan etmek suretiyle karşılık verirdi. Bu, hem onlara devrettiği yetkileri simgesi, hem de yaptıkları pişkeş harcamasının kısmen karşı ödemesi anlamına gelirdi. Eski İran kökenli bir adet olarak hediye alışverişi, başlangıçta, bey, lord veya hükümdar ile maiyet mensubu ya da vasalı arasındaki bağımlılık ilişkisini kurar ve somutlardı. Osmanlı İmparatorluğu'nun daha sonraki dönemlerinde pişkeş, kamu hazinesi için bir çeşit açık arttırmalı gelir kaynağı haline geldi.
 
OSMANLI ORDUSU İÇİN YAPILAN HARCAMALAR
Devlet gelirlerinin en büyük bölümü asker maaşlarına ayrılmaktaydı. Onaltıncı yüzyıl başları için güvenilir bir kaynak olan İdris, sultanın Uzun Hasan ile boy ölçüşmek için olanca gücünü topladığı 1473 seferindeki haliyle Osmanlı ordusu hakkında ayrıntılı bilgi vermiştir.

1473’te OSMANLI ORDUSU
Yeniçeriler - 12.000
Kapıkulu Sipahileri - 7.500
Rumeli’nin Timarlı Sipahileri - 40.000
Anadolu’nun Timarlı Sipahileri - 24.000
Azebler - 20.000
TOPLAM - 103.500

Daha sonra 1528 tarihli resmi dökümde ise2, düzenli birliklerin 87.000 dolayında olduğunu; bunlardan 37.000'inin taşradaki timar sahiplerinden, 50.000 kadarının da ücretli askerlerden oluştuğunu görüyoruz seferde yanlarında bulunan refakat asker veya birliklerinin (cebelü'lerin) masraflarını kendileri karşılamak zorundaydılar. Barkan bu cebelülerin mevcudunu 1528'de 60.000 olarak tahmin ediyor.
Bir İtalyan kaynağı (Bessarion: 1470) ile bir İran kaynağı (Ahsan al Tawdrikh), azeb denilen düzensiz birlikler hariç 70.000 gibi daha düşük bir rakam üzerinde birleşmektedir. Her halükarda bu, modern ölçüler açısından küçük bir orduydu; kendi döneminde nasıl bir heyı1la gibi gözüktüğünü ise, ancak birliklerin ta Macaristan, İran ve Irak'ta, yani yüzlerce kilometre ötedeki harekat alanlarına intikali ve ikmaliyle ilgili sorunların o çağda ne muazzam boyutlara ulaştığını tasavvur etmeye çalıştığımızda, belki bir parça algılayabiliriz. Osmanlı bürokratları için bu, "yer götürmez" bir insan kalabalığını ifade ediyordu.
1528'de Timartı ordusu, Osmanlı ordusunun tek başına en büyük gücünü meydana getirmekteydi. Tablo i: 29, (başkentteki bir avuç yüksek devlet görevlisinin de didik sahibi olması bir yana bırakılırsa) esas olarak taşradaki askeri sınıf mensuplarına hass ve Timar olarak tahsis edilen gelirlerin i 528'de 200 milyon akçe'yi, ya da toplam Osmanlı bütçesinin yüzde 37'sini bulduğunu gösteriyor. Ayrıca buradan taşrada [imar sahibi iki grup sipahi olduğu anlaşılıyor: Eşkünci olarak sefere gidenler (sayıları 28.088) ve kale muhafızı (hisar eri) olarak görev yapanlar (sayıları 9.653). Daha önce de belirtildiği gibi, timar sahipleri, kendilerine [imar olarak tahsis edilen vergi ve resimleri köylüden bizzat topluyorlardı. Toplam timar gelirinin yaklaşık yarısını köylünün ürün olarak ödüyor olması, devlet gelirinin beşte biri, ya da i 00 milyon akçe'lik bölümünün ayni olarak tahsil edilmesi demekti. Düzenli ordunun bütününe, yani eyalet süvarisi ile başkentteki daimi orduya ayrılan tahsisat ve harcama toplamı ise 265 milyon akçe'yi, yani 537 milyon akçe'lik tüm devlet gelirinin yaklaşık yarısını buluyordu. Ayrıca, daimi ordu mensuplarına, maaşlarına ek olarak her mevsim elbise, her yeni sultan tahta çıktığında özel ikramiye (cülus bahşişi), bayram bahşişi, sefer bahşişi ve özel sefer harçlığı verildiğini de unutmamalıyız. Oysa, topraklı süvariler, seferde yiyecek ve içecekleri dahil her türlü harcamalarını kendileri karşılıyorlardı. Yanlarındaki teçhizatın, refakat erlerinin (cebelü) ve at uşaklarının, hep, Timar'larının yazılı miktarıyla orantılı olması gerekiyordu.

OSMANLI DONANMASI İÇİN YAPILAN HARCAMALAR
İmparatorluğun en masraflı askeri girişimi, deniz seferleriydi. Akdeniz'de devlet, başlıca üsleri Gelibolu, Galata, İzmit, Eğriboz, Sinop, Avlonya ve İskenderiye'de olmak üzere büyük donanma güçleri kurmak ve bulundurmak zorundaydı. Ayrıca Kavala, Midilli, Rodos, Süveyş ve İskenderiye'de kıyı koruma birlikleri konuşlandırılmıştı. Bir kadırga filosunun yıllık idame masrafları, herhalde en az yarım milyon düka altınına mal oluyordu.2 Öte yandan, Tunus ve Cezayir gibi Kuzey Afrika beylerbeyliklerindeki Magrib korsan filotillaları da, büyük deniz seferleri sırasında imparatorluk donanmasına katılmaktaydı. 1571'deki Lepanto (İnebahtı) muharebesinde, imparatorluk donanmasının 200 gemisi, bu beylerbeyliklerinden 100 kadar gemiyle takviye edilmiş bulunuyordu. 1539'da Adriyatik kıyısındaki ova'yı (Hercegnovi) Venediklilerden geri almak için düzenlenen bir deniz seferine hükümet, üç ay süreyle toplam 12 milyon akçe, ya da yaklaşık 20.000 düka altını tahsis etmişti. Bu filo, standart ölçüde 82 savaş kadırgası, 58 ağır kadırga ve 2 hafif kadırgayla birlikte, top taşımaya mahsus 4 gemiyi kapsıyordu. Toplam personel sayısı 27.204'tü. Bunların 22.538'i kürekçiydi; kalanı ise, tayfalar ile 2.958 yeniçeri ve ustalardan oluşuyordu. Tayfa ve ustaların ücretleri 8.481.880 akçe'yi, peksimet ve su fıçılarının maliyeti 2.294.580 akçe'yi, yeniçerilere dağıtılan ikramiyelerle diğer müteferrik kalemler de 201.411 akçe'yi buluyordu.
Gelibolu, Sinop ve İzmit'te olduğu gibi, kerestenin civar ormanlardan temin edilebildiği donanma üslerinde gemi yapımı, oldukça gelişmiş, karmaşık sanayiler yaratıyordu. Onaltıncı yüzyılda Galata'nın Kasımpaşa semti, 123 kızağıyla bu tür sanayilerin merkezi haline gelmişti. Galata'nın kalifiye usta ve işçileri çoğunlukla Hıristiyan (Rum veya Venedikli), buna karşılık tayfa ve cenkçiler Müslümandı.
Donanmanın bakımı için yapılan muazzam harcamalar, olağanüstü vergi ve hizmetler yoluyla kısmen halktan çıkarılıyordu. 200 kadırgalık bir filo için, en az 22.000 kürekçi gerekliydi. Osmanlıların elindeki forsalar (esirler ve kürek mahkumları) bunun ancak küçük bir bölümünü karşılayabildiğinden, sultan her hanehalkı vergi biriminin donanmaya bir kürekçi göndermesini emrederdi. Yerel kadı'nın gözetimi altında bu vergi birimleri, aralarında para toplayıp, genellikle bekar, çiftsiz çubuksuz köylü delikanlılarından birer kürekçi tutarlardı. Onaltıncı yüzyılda her Müslüman kürekçiye harçlık olarak ayda 106 akçe, Hıristiyanlara da aynı iş için 80 akçe veriliyordu. Hükümet kürekçi değil de nakit istediğinde, örneğin 1551'de her vergi biriminin 1500 akçe vermesi gerekmişti. Hıristiyan müttefik armadası karşısında 1571'deki ezici Lepanto yenilgisi ve ardından, imparatorluğu savunacak yeni bir donanmanın inşası için katlanılan büyük malı fedakarlıkları, Osmanlı deniz gücünün sonu anlamına geldi. Her ne kadar Andrew Hess, Osmanlıların Lepanto'dan sonra da Akdeniz'de kazandığı başarılara bakarak, Osmanlı deniz gücünün felaketi atlattığını ileri sürmüşse de2, gerek sözünü ettiğimiz malı yük, gerekse özellikle İngiliz ve Hollandalıların Akdeniz'de boy göstermesi, aslında Osmanlı deniz gücünün toparlanmasını imkansız hale getirmiştir.
II. Mehmed döneminden başlayarak, bir devlet ticaret filosunun da varlığını biliyoruz. Antalya'dan Mısır ve Suriye'ye tomruk ve kereste taşımacılığı, mirf gemilerle yapılıyordu. 1553'e gelindiğinde, Suriye limanları ile İstanbul arasındaki trafikte devlete ait 26 büyük gemi (navi) çalışmaktaydı.3 Donanma reisleri ile devlet ricalinin de İstanbul'la, Kara Deniz limanları, Suriye ve Mısır arasında gidip gelen gemileri vardı.4 Anlaşılan, savaş zamanında bu gemiler askeri nakliye işlerinde kullanılıyordu.
 
AVRUPA MERKANTİLİZMİ KARŞISINDA OSMANLI BOLLUK EKONOMİSİ
Osmanlıların Avrupa ile ekonomik ilişkilerinin, Batılı ulusların Levant da (yani Doğu Akdeniz, Balkanlar ve Karadeniz bölgelerinde) faaliyetleriyle birlikte belirli bir değişime uğraması ve doğrudan doğruya kapitülasyonlar rejiminin de bu arada yeni bir yönelime girmesi kaçınılmazdı. Ulus çapında bir anonim şirket gibi düşünülen ve yönetilen ulusal ekonomi kavramından yola çıkan Batı merkantilizmi, İtalya'daki ilk filizlerine kıyasla kapitalizmin daha ileri bir biçimini temsil ediyordu. Merkantilizm, Osmanlıların ekonomik anlayışıyla tam bir tezat teşkil ediyordu. Batı ekonomileri, Osmanlıların ekonomiye ilişkin bu anlayışlarından azamı ölçüde yararlanarak kendi merkantilist politikalarını geliştirip kendi kapitalist çıkarlarına avantaj sağladılar.
Görünüşe bakılırsa, merkantilist teorilerin kaynağında, gerek Batı ve gerekse Doğu'da yaygın birtakım popüler inanışları, yani ortak bir ortaçağ mirası yatıyordu. Örneğin Doğulular da siyasal iktidarın, hükümdarın merkezı bir imparatorluk hazinesinde ne kadar altın ve gümüş biriktirebildiğine bağlı olduğunu; dolayısıyla vergi yükümlülerinin zenginleşip o hazineyi besleyecek duruma gelebilmeleri amacıyla korunmaları gerektiğini kabul ediyorlardı. Ne var ki merkantilistler buna yeni bir fikir ekleyerek, altın ve gümüş birikiminin yerli sanayilerde ve ihracatta sürekli bir büyümeyle. Sağlanacağı alışverişli bir ticaret dengesine bağlı olduğunu öne sürdüler. İşte bu fikir Batı'yı özellikle onsekizinci yüzyılda Doğu ekonomilerinden farklılaşmaya, sanayi devrimine ve serbest piyasa ekonomisine götürdü.
Merkantilistler kadar Doğulular da, kıymetli madenlerin ihracını önleme ve ithalini serbest bırakma politikasından yanaydılar. Osmanlı Devleti'nin, altın ve gümüş ithalatını gümrük vergilerinden muaf tutmasına karşılık ihracatını yasakladığını biliyoruz. Ortaçağ' da Doğu'da bir ülkenin refahı, genellikle piyasadaki altın ve gümüş bolluğu ve edinilebilirliğiyle ölçülüyordu. Altın ve gümüş darlığı ise, ticarette ve vergi ödemede zorluklara' yol açtığından kınanıyor ve sıkıntı hükümdarın hazinesine altın ve gümüş yığmadaki açgözlülüğüne bağlanıyordu.
Öte yandan, Osmanlı İmparatorluğu'nda sultan sık sık tahıl ile pamuk, ham yün ve deri gibi hammaddelerin ihracatını yasaklıyordu ki, bu da Batı'da merkantilistlerin savunduğu bir politikaydı. Ne varki, Osmanlı yönetiminin kitlelerin zorunlu ihtiyaç maddelerinde herhangi bir darlığın baş göstermesini önlemek amacıyla böyle bir politika izlemesine karşılık, merkantilist bir ekonomide bu tür politikalarla güdülen esas amaç, emeği ucuz tutup sanayide dünya pazarı için ucuz fiyatlarla ihraç ürünleri üretmeyi sağlamaktı.
Aradaki benzerliklere karşın, Osmanlılar ile merkantilistler arasındaki temel fark, Batı'da bir ülke ekonomisinin global olarak bir anonim şirket gibi düşünülmeye başlaması, bilanço toplamının ülke lehine olmasına önem verilmesi ve bunun kıymetli madenler ile dayanıklı mallar olarak hesaplanır hale gelmesiydi. Aslında bu net ticaret dengesi fikri, ilk defa, Levant ticaretiyle zenginleşen İtalyan tüccar cumhuriyetlerinde kendini göstermiş ve daha sonra onlar Batı'da yeni yükselen ulus-devletlere bir model oluşturmuştu. Öte yandan böyle bir rejimde, herhangi bir kentin ya da ülkenin zenginliğinin ticaret yollarını koruma kabiliyetine bağlı olduğuna da inanılıyordu. Venedik'in Levant ticaretindeki üstünlüğünde deniz gücünün oynadığı kilit rol, daha sonra Batılı ulus-devletler de devam etti ve gerileme döneminde Osmanlı deniz ulaşımı büyük ölçüde Batı denizciliğine bağlı hale geldi.
Osmanlı devletinin ticaret yollarının güvenliğine yaşamsal bir ilgi duyduğu ve korsanlara karşı sürekli bir mücadele verdiği su götürmez. Ayrıca, daha II. Mehmed döneminde Mısır ile olan deniz trafiğinde devlete ait gemiler kullanılıyordu. Ancak bütün bu çabalar salt fiskal (gelirci) çıkarlardan, ya da iç piyasada talebi karşılamak, özellikle kalabalık nüfusuyla imparatorluk başkentinin gıda ve hammadde ikmalini teminat altına almak ihtiyacından kaynaklanmaktaydı. Fiskalizm ve piyasada arzı yüksek tutmaya dönük çabalar Batı merkantilizminde de görülmekle birlikte, ekonomiyi bir bütün olarak görme ve rakip uluslara karşı ister fiziksel, ister ekonomik açıdan koruma fikri, onsekizinci yüzyıldan önce Osmanlıların hiç aklına gelmemiş gibidir. Yerli sanayi yabancı ürünlere karşı korunma kaygısının, hatta Bursa'daki Osmanlı ipek imalathaneleri gibi yerleşmiş bir geleneğe sahip sanayi için dahi söz konusu olmadığı anlaşılmaktadır. Gerçekte, (van Klaveren'in bu gibi ekonomiler için kullandığı deyimle), Osmanlı "sözde¬ merkantilizm"i, sonraları Batılı tüccarın imparatorluk ekonomisinin altını oyduğu, onsekizinci yüzyılın ikinci yarısında pamuklu dokumalar gibi kitlesel tüketim mallarında artık iyice belirgin hale gelinceye kadar yerli sanayiinin himayesiyle ilgilenmedi.
Önceliği pazarda düşük fiyatların ve çeşitliliğin hakim olmasına veren Osmanlı yöneticileri, ipekli lüks emtianın yabancı ülkelere ihracından hoşlanmadığı gibi, Venedik, Floransa, Cenova ve daha sonra da Fransız ipeklilerinin kapitülasyonlar çerçevesinde imparatorluğa ithalini teşvik de etti. Avrupa sanayileri Osmanlı ürünlerini önce taklit edinceye ve sonra geçinceye kadar, Osmanlı ipekli, pamuklu ve sofları Avrupa'ya Osmanlı ihracatının oldukça önemli bir bölümünü oluşturuyordu. Osmanlıların kumaş ihracatına müdahale etmemelerinin nedeni, geleneksel olarak yalnızca zorunlu ihtiyaç maddelerinin ticaretinde devlet müdahalesini öngörmeleri, oysa bu dokumaların kar amacı güden bir özel sektörce üretiliyor olmasıydı. Buna karşılık temelde Osmanlılar, Batı merkantilizmi gibi, bütünlüğü içinde ülke ekonomisini sistematik olarak düzenlemeyi öngören bir ekonomik doktrine hiçbir zaman ulaşamamışlardı. Ödemeler dengesi, sanayi üretiminin korunması, ya da emek-yoğun ürünlerin tarım ürünleriyle değişimi yoluyla emeğin korunması gibi bir ekonomik kaygı olmaksızın, ithalat, pazarda mal bolluğu sağlamak açısından yararlı görülüyordu. Bu zihniyet çerçevesinde Osmanlılar, ticaret imtiyazlarını, yani kapitülasyonları imparatorluk için yararlı saymakta; imparatorluğun çıkarına olduğu gerekçesiyle bu tür imtiyazları merkantilist Avrupa ülkelerine seve seve tanımaktaydılar.
Kaldı ki, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki devlet müdahalesi biçimleri, yani gümrük ve lonca üretimi düzenlemeleri, fiyatlara üst sınır getirilmesi, malların kalite ve ölçülerinin pazarda denetlenmesi, nihayet bazı zorunlu ihtiyaç maddelerinin imalat ve satışına konan kontrol ve kısıtlamalar, merkantilist bir devletin düzenleyiciliğinden öz olarak da, amaç bakımından da farklıydı. Osmanlılar açısından esas kaygı, daima devletin fiskal (gelirci) çıkarları ile iç pazardaki tüketicilerin korunmasıydı; oysa merkantilist ekonomilerde rekabete dayalı bir uluslararası piyasanın icapları, ekonomik düzenlemeleri belirleyici Son tahlilde bu uçurum, otoriter bir hükümdarın kontrolündeki bir statü toplumunun sosyal yapısı ile, serbestce oluşmuş sınıflardan meydana gelen bir yapıya erişmiş ve burjuva sınıfının iktidarı paylaştığı bir sivil toplum arasındaki tezattan doğmuş Avrupa'nın ortaçağ ekonomisini geride bırakmasını ve Asya ekonomilerinden yapısal olarak farklılaşmasını açıklarken, şu nokta üzerinde durmalıdır: Onbeşinci yüzyılda Avrupa "esas olarak doğal bir ekonomiden parasal bir ekonomiye" evrilmiş, oysa Osmanlı Doğu ticaretinde takasa ve uzun vadeli kredi anlaşmalarına dayalı işlemler hakim olmuş; durum onaltıncı yüzyıl boyunca devam etmiş ve durum ancak 1580'li yıllardan itibaren Batı gümüş paralarının imparatorluğu istila etmesiyle silinmeye yüz tutmuştur.
Ayrıca, Osmanlıların zenginliği, yeni teknolojiler sayesinde tarımın, çeşitli sanayi ve ticaret gelirinin azamiye çıkarılması gibi entansif yöntemlerden değil, fetih yoluyla ilhak edilen topraklardaki yeni vergi kaynaklarından bekliyorlardı.
Gerçi Osmanlıların kendi alışılmış yöntemlerine bağlı kalmaları her zaman sebepsiz değildi. Devlet, kalkınma veya toprağı tarıma açma projelerine doğrudan taraf olmuyordu. Ölü veya çorak arazinin tarıma açılması teşvik ediliyorduysa da, bu, esas olarak fiskal nedenlere bağlıydı. Bent, kanal veya sulama göleti yapımında Osmanlı devleti ancak çok acil bazı durumlarda insiyatifi ele alıyor; sonunda elde edeceği vergi gelirleri açısından yaklaştığı bu gibi girişimlerde, daha çok özel katılımı özendirmeyi tercih ediyordu. Buna karşılık iktisat tarihçilerince çözümlendiği üzere, Avrupa'da, görece küçük devlet yapıları arasındaki şiddetli rekabetin nüfus baskısı ile birleşmesi, Avrupalıları entansif tarıma, dış ticarette merkantilizme ve ülke içinde emeğin daha entansif kullanımına yöneltecekti.
Özetle, Osmanlı toplumu, "tarımsal bir temel üzerinde sınai, ticarı ve denizci bir üstyapının yükselmesine ve aynı zamanda, uluslararası ticaret karlarının büyük bir bölümünü kendi halkına alıkoyma çabasının belirginleşmesine götüren bir gelişme"nin koşullarını gerçekleştiremedi. Osmanlı yönetiminin ekonomik önlemleri, Batıdaki gibi tutarlı ve sistematik bir teoriden değil, bütün diğer alanlarda olduğu gibi, çok daha basit biçimde, Orta Doğu toplumu ve kültürünün yüzyıllarca sınanmış gelenek ve uygulamalar mirasının devralınıp izlenmesinden kaynaklanıyordu.
Bu tezadın en belirgin olduğu alan, Osmanlı gümrük politikası ve kapitülasyonlar rejimidir. Olanca ticari genişleme vurgusuyla Batı merkantil sistemi, Levant ticaretine sıkı sıkıya bağlıydı ve Batı monarşileri bu yönde de İtalyanların izinden gidiyordu. Merkantilist Avrupa'da ekonomik temelini genişletmeğe çabalayan her ulusal monarşi, önce Osmanlı hükümetinden bir kapitülasyon alıp kendi Levant kumpanyasını kurmaya çalışıyordu. Levant ticareti ve kumpanyaları, Avrupa merkantilizminin başarısının zorunlu bir vasıtası konumundaydı.
Ortaçağın başlarından itibaren, ilkin Avrupa'nın Levant ile, sonra Levant'ın Doğu (Hindistan) ile ticaretinde ortaya çıkan açıkların yapısal bir karaktere dönüşü, dolayısıyla batıdan doğuya sürekli bir gümüş akımının baş gösterdiği konusunda görüş birliği mevcuttur.3 Levant'ın, yani bir bütün olarak Doğu Akdeniz, Balkanlar ve Karadeniz bölgelerinin, merkezi bir imparatorluk tarafından birleştirildiği, Avrupa ekonomisinin ise bir genişleme sürecinden geçtiği 1450-1550 döneminde, bu kıymetli maden akışı iyice yoğunlaştı ve Batılıların hayali EI Dorado, altın ülkesi arayışına girmelerinde belki de önemli rol oynadığı Hindistan ve İran, kıymetli maden stoklarını yenilemek açısından Osmanlı İmparatorluğu'nun aracı rolüne muhtaç olduklarından, Osmanlı İmparatorluğu'ndan sağladığı kapitülasyonlar ve diğer ticaret kolaylıklarıyla Avrupa da, kendi sanayi ürünlerini Asya'ya kanalize edebilir duruma geldi.
 
OSMANLI İMPARATORLUĞUNDA BANKALAR
1) Istanbul Bankası (Banque de Constantinople) 1847'de kurulmuştur. Bu bankanın sermayesi bulun¬muyordu. Amacı o devirde dış ödeme sıkışıklığını gidermek için Osmanlı tüccarlarının emrine Londra ve Paris üzerine çekilmiş poliçeler sağlamaktı. Bu bankanın kurucuları o devirde Avrupa piyasalarında itibarı olan J. Alleon ile Teodor Baltazzi gibi Galata Bankerleri idi. Bu sayede hükümet ile bankanın yaptığı anlaşmaya göre ilk olarak 450.000 Frank, yani 2 milyon kuruş değerinde poliçe, ithalatçı tüccarların emrine verilmiş ve bu sayede kambiyo kuru 1 İngiliz lirası 110 kuruş olarak uzun müddet tutulabilmiştir. Fakat bu bankanın başarılı olduğu bu operasyon devam edememiştir. Bunun iki sebebi olduğu söylenebilir. Birincisi, 1848 yılında Fransa' da patlak veren ihtilal ve ikincisi Osmanlı hükümetinin kağıt para ihracıdır. Nitekim hükümet, bankanın bu poliçe işin¬den yaptığı zararı kaime, yani kağıt para ile ödeyince banka da bu kaimeler üzerinde spekülasyona giriş¬miştir. Nihayet hükümetin kağıt para ihraç politikası devamlı bir işlem haline gelince banka bu riski pay¬laşmak gücünde olmadığından 1852'de faaliyetini tatil etmiştir.
1852'de kapanan Istanbul Bankası'nın adını kul¬lanmak suretiyle 10 Nisan 1872'de 1 milyon sterlin sermayeli bir banka kurulmuştur. O devrin meşhur bankerlerinden olan Antuan Vlasto, Andre Singros, Jorj Koronio, Etien Skulidi'nin iştirakleri ile kurulan bu banka, daha sonra Abdülhamit II devrinde meş¬hur Galata Bankerlerinden Zarifi 'nin yönetimine geçmiş ve 1894 yılında "Osmanlı Kambiyo ve Menkul Değerler A.Ş." tarafından satın alınarak faaliyetine son verilmiştir.

2) Osmanlı İmparatorluğu Genel Şirketi (Societe Generale de I'Empire Ottoman): Bu adı taşıdığı halde aslında bir banka olan bu kuruluşun kurucu¬ları, Osmanlı Bankası başta olmak üzere A. Baltazzi, Cristaki Zografos, Boğos Mıssırlıoğlu, A. Ralli, J. Camondo, Zafiropolo ve J. Zarifi ticarethanesi, Oppenhaim, Alberti ve Ortakları gibi devrin Galata Bankerleri ile S. Sulzbach, Frinling ve Groshen, Stern Kardeşler, Bischoftheim ve Goldsmith gibi yabancı bankerlerdi. 10 Muharrem 1864'de kurulan bu ban¬kanın sermayesi her biri 20 Osmanlı lirası olan 100.000 hisse senedinden oluşmakta idi. Bu banka¬nın hisse senetleri Istanbul ve Londra'da satışa Çıkarılmış ve büyük rağbet görmüştü. Nitekim emisyon¬dan birkaç gün sonra her hisse senedi 3 sterlin prim yapmıştı. Bankanın, Osmanlı Hükümeti ile yapmış olduğu anlaşmaya göre, görevlerinin başında hükü¬mete kısa vadeli krediler sağlamak geliyordu. Ayrıca gerek hükümet merkezindeki ve gerek vilayetlerdeki ticarethane ve esnafa kredi sağlamak görevini de yüklenmişti. 1864'de ilk olarak hükümete 50 milyon Franklık bir kredi açmıştır. Hükümetin harice devamlı borçlandığı bir devirde faaliyet gösteren bu banka dış borçlarının alınmasında ve Osmanlı tahvil¬lerinin pazarlanmasında da büyük rol oynamıştır. Banka 1893'de tasfiye edilmiştir.

3) Osmanlı Genel Kredisi (Credit General Otto¬man): O devirde Fransa'da en önemli mali kuruluş¬lardan olan Socieıe Generale de France, İstanbul'a yerleşmiş bir Fransız ailesi olan Tubinilerin ortaklığı ile Osmanlı Hükümeti namına 150 milyon Frank değerinde Hazine bonosu ihraç etmek üzere 31 Ara¬lık 1868 tarihinde. Osmanlı Hükümeti ile bir anlaşma, imzalamıştı. Bu işlemler başarılı olup da devam ola¬nağı ortaya çıkınca aynı ortaklık bir bankanın kurul¬ması için girişimde bulunmuş ve böylece CrediıGeneral Oıtornan adlı banka 1869 yılı Ağustos ayında kurularak faaliyete başlamıştı. Bankanın ilk yönetim kurulu G. Tubini, Parisli banker Blount, Istanbul Darphane müdürü Mihraz Düz, Paris Ticaret Odası Başkanı Guillaume Deniere, Fransız Bankası murakıbı Vıctor Fare, fahri kambiyo ajanı Frederic Ganne¬ron, Galata'da banker Köçeoğlu Agop, Parisli banker Koenigswarte, Galata Bankerlerinden Gean Tubini ve Mısırlı Andon bey, Paris-Uon ve Akdeniz Demir¬yolları genel müdürü Paulin Talabot'dan oluşmuştu.
Bu banka 1873 yılına kadar Osmanlı dış borçlan ile ilgili işlemlerde büyük rol oynamışbr. 1872yılında da 200 milyon Frank değerinde Hazine bonosu ihraç ederek hükümeti büyük bir mali sıkıntıdan kurtarmıştı.
Credit General Ottornan adlı bu banka 1899 yılında faaliyetini tatil etmiştir.

4)Avusturya-Osmanlı Bankası: Fransa'nın 1871 yılında Almanya ile yaptığı savaşı kaybetmesi, Paris' in işgali ve 3. Cumhuriyetin kurulmasına kadar geçen zaman Osmanlı Hükümetinin Fransız Serma¬yesi ile olan ilişkisini büyük ölçüde azaltmıştı. Buna karşılık Rumeli Demiryollarının yapımı ve işletilmesi için Baron Hirsch'in aracılığı ile ihraç edilen primli tahviller Viyana ve Berlin borsalarında işlem gör¬müştü. Ayrıca Avusturya ile Rumeli Demiryollarının birbirine bağlanması Avusturya sermaye sahipleri¬nin Osmanlı İmparatorluğuna eğilim göstermelerine sebep olmuştur. İşte Viyana ile İstanbul arasındaki bu zorunlu yakınlaşma iki bankanın kurulmasına yol açmıştır. Bunlardan birincisi 26 Aralık 1871' de kurulan 2,5 milyon sterlin sermayeli Avusturya Osrnanlı Bankası' dır. Bankanın sermayesi her biri 20 sterlin değerinde 125.000 hisse senedin¬den oluşmakta idi. Kurucuları Viyana'daki Anglo ¬Avusturya Bankası, ve Union Bank, Bükreş Bankası ve Osmanlı İmparatorluğu Genel Şirketi (Societe Gene¬rale de Empire Ottoman) idiler. Bu banka 1874 yılında Osmanlı Bankası, ile birleşerek tarihe karışmıştır.

5) Avusturya-Türk Bankası: Bu banka Mart 1872 tarihinde kurulmuştur. 2,5 milyon sermayeli olan bu bankanın sermayesi her biri 25 sterlin değerinde 100.000 hisse senedinden oluşmakta idi. Merkezi Viyana'da olup İstanbul'da da bir şubesi bulunu¬yordu. Kurucuları Osmanlı İmparatorluğu Genel Şir¬keti, Galata Bankerlerinden C. Carapanos, J. Camondo ve Ortaklan, A. Rani, Z. Stefanovitch, Otto Unmann, A. Vlasto, Christaki Zographos, ve Georges Zafiri ile Viyana'daki Union Bank, Avusturya Bankası ve diğer ünlü bankerlerdi. Bankanın kuruluş yılı içinde başlayan Vıyana borsasındaki kriz bu ban¬kanın ömrünün aynı yıl sonunda tükenmesine sebep olmuş ve banka açıldığından bir yıl sonra, yani 1873 yılında kapanmıştır.

6) Kambiyo ve Menkul Değerler Osmanlı Şirketi: Bu banka daha evvel mevcut bulunan Galata Borsası¬nın önemli simalarından Eugenidi ve Ortaklan adı altında faaliyette bulunan 30.000 Osmanlı Liralık ser¬mayeli bir mali kuruluşun genişletilmesi ile mey¬dana gelmiştir. 16 Ekim 1872 yılında kurulan bu bankanın serma¬yesi her biri 10 sterlin değerinde 60.000 hisse senedi ile 600.000 sterlin idi. Bu bankanın ilk yönetim kurulu M. Clado, E. Eugenidi, Alfred F. Parker'den oluşmuştu. Bu bankanın kuruluşunda hisse senetle¬rini pazarlama görevi Credit General Ottornan'a verilmişti. Bu banka 1899 yılında faaliyetini tatil etmiştir.

7) 1872-1875 yılları arasında kurulan ve kapanan bankaların sayısı bir haylidir. Galata borsasındaki bankacılık için elverişli konjonktür dolayısıyla banka olarak ortaya çıkan, fakat aslında spekülatif gayelerle günlerini geçiren aşağıda isimlerini yazmakla yeti¬neceğimiz bankaların bir kısmı da büyük hayaller mahsulü olarak kurulmuştur. Osmanlı İmparatorlu¬ğu'nun ekonomik gerçeklerine uymayan projelerle ortaya çıkan bankalar, özellikle Viyana piyasasındaki büyük krizden etkilenen Istanbul Galata Borsasın¬daki uzun süreli panik ve kriz dolayısıyla faaliyetle¬rini hemen durdurmuşlar, birçokları da proje halinde kalmaya mahkum olmuşlardır. Bu bankaları şöylece sıralayabiliriz: Rus Bankası, Ermeni Bankası, Finans Kamu İşleri Bankası, İtalyan Doğu Bankası, Istanbul Komptuan, İndüstri Kredisi, Osmanlı Tica¬ret Şirketi, Kredi ve Komisyon Bankası, Osmanlı Kamu İşleri Bankası, Avusturya Levanten bankası, Türkiye Milli Bankası

8) Menafi Sandıkları: Mithat Paşa Tuna Valisi olunca bütün Tuna vilayetinde o devirde hakim olan düzensizliklerin önünü almak için çeşitli girişim¬lerde bulunmuştu. Bu düvensizliklerin önemlisi köylü ve çiftçinin sarraf ve tefeciler tarafından sömü¬rülmesi idi. Mithat Paşa bu işi kökünden halletmek için her kazada bu kaza dahilindeki bütün çiftçilere kredi sağlayacak sandıklar kurmaya karar vermiş ve gerekli yetkiyi de almıştı. 1864 yılında kurulan bu sandıklara Menfai Sandıkları adı verilmişti. 1866 yılına. kadar geçen üç yıl zarfında bu sandıkların faaliyeti çok olumlu sonuçlar verdiğinden hükümet bunların bütün vilayetlerde açılmasına karar vermişti. Bu sandıklar için gerekli fon, yörenin aşar vergisi gelirinin küçük bir yüzdesinden sağlanmakta idi. Köylü ve çiftçiye verileri krediler )asa vadeli olup, kıymetli eşya, ipotek ve kefalet karşılığı veriliyordu. Bu sandıkların yönetimi Nafia Nezareti'ne bağlı olmakla birlikte her kazanın yönetim ve kontrolü, ikisi hristiyan, ikisi de müslüman olmak üzere aynı kaza halkından seçilmiş ve görevini ücretsiz yapan dört üyeli_bir komiteye verilmiştir. Ancak bu komite¬nin katipliği ve muhasebesi için görevlendirilen kişi, muamelat hacminin küçük bir yüzdesini ücret ola¬rak alıyordu. Sandıklar her hafta kurulan pazaryerle¬rinde faaliyet gösteriyordu: Bu sandıklann sayısıZiraat Bankası kurulduğu tarihte (1888) üç yüzü aşmıştı.

9) Osmanlı Bankası: Osmanlı Bankası 1 Şubat 1863 tarihli fermanı ile kurulmuştur. Kurucuları aşa¬ğıda isimleri yazılı bir grup Fransız ve İngiliz uyruklu banker ve banka temsilcileridir. Aslında Osmanlı Bankası 1856' da kurulmuş olan Ottaman Bank'ın bir devamıdır. Bankanın kurucuları şunlardı: İngiliz grubu: Wıl¬liam Glay, Paskoe Du pre Grenfell, Laghlas Mackins¬ton Hate, William Richard Drake, John Stewart, Edward Gilbertson; Fransız grubu: lsaac Pereire, .
Emile Pereire, Eugene Pereire, Philippe Hottinguer, Ernest Adolphe Fould, Charles Mallet, Pillet Wı)), Bamn F. Soillere, Antoine Jacop Stern, Duc R. de Ferrari, Hyppolite Guillaume Biosta, Jean Charles Mussatd, Frederic Grieninger, Vıncent Buffarini, Hodolphe Hottinguer.
Osmanlı Bankası Osmanlı imparatorluğu'nda ilk olarak her an altına çevrilebilir banknot imacı hak¬kını elde etmişti. Yalnız ihraç ettiği toplam banknot değen bankanın ankesinin üç katını geçmeme şar¬tına tabi tutulmuştur. Buna karşılık hükümet de ban¬kaya karşı hiçbir şekilde k8glt para ihracına gitmeyeceğini garanti etmişti. Bu banka, imparator¬luğun bütün ödeme işlemlerini yüklenmiş bulunu¬yordu. Ayrıca Hazine bonosu ihracı tekelini de elde etmişti. Devletle ilgili bu görevlerinden başka banka her türlü bankacılık ve ticari işlemleri yapmak hakkına sahip oluyordu.
Bankanın merkezi İstanbul'da idi. Ayrıca Paris ve Londra'da iki acentesi bulunuyordu. 1910 yılının kayıtlarına göre bankanın imparatorluğun çeşitli yerlerinde 66 adet şubesi mevcuttu. Banka, 1891 yılından itibaren mevduat da kabul etmeye başlamış ve ilk olarak mevduata yılda % 2 faiz ödemeye başlamıştır.
Bankanın Kuruluşunda imtiyaz müddeti 30 yıl olarak kabul edilmişti. 1875 yılında bu müddet 50 yıla ve 1895' yılında da 62 yıla çıkarılmıştır. Daha sonra bu müddet Cumhuriyet devrinde de uzatılmıştır.
Bankanın sermayesi, kuruluşunda 67.500.000 Frank idi ve yan sı ödenmişti. 1865 yılında sermayesi 101.250.000 Frank'a, yine yansı ödenmiş olarak, çıka¬rılmıştı. Banka Avusturya-Osmanlı Bankası'nı geçirdikten sonra 1875 yılında sermayesini 250 mil¬yon Frank'a yani 10.000.000 Osmanlı Lirasına yük¬seltilmişti. Böylece banka, her biri 500 Frank değerinde, yansı ödenmiş 500.000 hisse senedinden oluşan bir sermaye bünyesine ulaşmış oluyordu.
Banka, 1863 ile 1909 yıllan arasında % 5 ile % 15 arasında temettü dağıtmış ve hisse senetlerinin değeri borsada 501 ile 765 Frank arasında işlem gör¬müştür. Hisse senetlerinin yansı ödenmiş olduğu için, örneğin 250 Frangı ödenmiş bir hisse senedinin borsa değeri 1882 yılında 315 Frank'lık bir prim yap¬mış oluyordu.
1909 yılında Osmanlı Bankası'nın Istanbul'daki İdare Meclisi aşağıdaki kişilerden oluşmuştu: Paul Revoil (Genel Müdür), A. Nias (Genel Müdür Yardım¬cısı), Walter Maltass (Müdür), i. Depuis (Müdür Yar¬dımcısı), G. CarIali (Müdür Yardımcısı),

10) Ziraat Bankası: Ziraat Bankası 27 Ağustos 1888 tarihli Nizamname ile kurulmuştur. 1867'de kurulan Menafi Sandıkları'nın yerini almış 61an bu bankanın sermayesi şöyle oluşmuştur:
1) 1886-87 Mali yılı sonuna kadar Menafi Sandıkları'nda biriken para,
2) Bu sandıkların alacakları,
3) 1887-88 Mali yılından başlamak üzere aşar ver¬gisine yapılan % 1,5 oranındaki zammın hasılatı Buna göre %10 olan bu verginin oranı % 1 1,5'a çıkarıl¬mış oluyordu,
4) Bankanın kuruluşundan itibaren sağladığı karlar.
Bankanın bu şekilde oluşacak sermayesi 10 milyon Osmanlı Lirasına ulaşınca aşar vergisinin des¬teği kaldırılacaktı. Nitekim 1909 yılından itibaren aşar hasılatı katkısı yarıya indirilmiştir.
Kuruluşunda bankanın organizasyonu, Istan¬bul merkez olmak üzere her vilayet merkezinde ve tarımsal bölge olarak önemli olan her kazada bir şube esasına göre ayarlanmıştı. Banka çitfçilere ipo¬tek karşılığı kredi veriyordu. Nafia Nezareti'ne bağ¬lanmıştı. Mevduat kabul edip bu mevduata faiz ödeme siyasetini benimsemişti. Nitekim üç ay vadeli mevduata % 4 faiz ödüyordu. Vadesiz mevduata faiz ödemiyordu.
Banka, izlediği kredi politikasına göre, ipotek karşılığı veya hiçbir arazisi olmayan çiftçiye toprak sahibi birinin kefaleti ile kredi açıyordu. Açılacak kredinin sının banka şubesinin sermayesine göre 50 liradan 150 liraya kadar çıkıyordu. Tek bir çiftçi için geçerli olan bu sınırlanmış kredi için % 6 faiz, % 1 de masraf olmak üzere % 7 faiz alınıyordu.
Banka 1889-90 mali yılında 18.206 çiftçiye 162.832 Osmanlı Lirası kredi vermişti. Bu rakamlar 1908-09 mali yılında sırasıyla 278.663 çiftçi ve 1.153.011 Osmanlı Lirasına yükselmiş bulunuyordu. Ziraat Bankası, kuruluşundan 1909 yılına kadar kendi kay¬nakları ile büyüyen bir banka olmuştur, denebilir. Sağladığı karlar kredi sermayesine kaynak teşkil etmiştir.

11) Selanik Bankası: Adı Selanik Bankası olmakla beraber, merkezi İstanbul olarak 1888 yılında kuru¬lan bu bankanın kurucuları Osmanlı Bankası, Paris' de Konptuar Eskont, Avusturya Kraliyet Bankası, Macar Bankası, ve Selanik'de zamanın önemli iş adamlarından olan Alatini Kardeşler idi. Banka her türlü bankacılık işlemleri yanı sıra aşar mültezimliğini ye her türlü bayındırlık işlerini de yürütmeyi görev kabul ediyordu. Merkez İstanbul olmak üzere Selanik, Manastır, Kavala, İzmir, Üsküp, Edirne, Beyrut, Dedeağaç, Drama, Samsun ve Iskeçe'de birer şubesi ile Gümülçine, Kumanova ve Suffi'de büroları vardı.
Bankanın sermayesi, her biri yansı ödenmiş 500 Frank nominal değeri olan 4.000 adet hisse senedin¬den oluşan 2 milyon Frank idi. Bankanın sermayesi devamlı artırmak suretiyle 1909'da 20 milyon Frank'a kadar çıkarılmıştır. Buna Köre 1909 yılında bankanın her biri 100 Frank değerinde 200.000 hisse senedi bulunuyordu. Banka, 1889 ile 1909 yılları arasında % 5 He % 10 arasında değişen temettü dağıtmıştır. 'Nominal değeri 100 Frank olan hisse senetlerinin borsa değeri 1905'de 181 Frank'a kadar yükselmiştir.
1909 yılında Bankanın Yönetim Kurulu aşağıdaki kişilerden oluşmakta idi: Andre Benac (Başkan), L.A. Lohndtein, W.d'Adler. Jacques Bourget, i. Fernandez, M. Kraus, Joseph Misrachi, E. Salom, John Valsco, Th. Motet, Kont Jean Stadnicki, Alfred Mizrahi (Bankanın direk¬törü), M. Morpurgo ve E. Maulwurf (Murakıplar)

12) Midilli Bankası: Bu banka 1891 yılında o devirde İstanbul'un en önemli bankeri olan ve Padi¬şah Abdülhamid 'in mali danışmanı olduğu söyle¬nen Zarifi ile Midilli'deki Rum ve Türk iş adamları tarafından kurulmuştur. Bu bankanın özel¬liği de, o devirde kurulan diğer bazı bankalar katibi, bankacılık işlemleri yanı sıra mültezimlik de yapmak idi. Bankanın merkezi Istanbul' daydı. Midilli, İzmir, İskenderiye, Selanik, Atina'da birer şubesi ve Dikili, Nazili, Söke, Ayvalık, Atosdağı, Sakız adası, Plumari ve Ayasoo'da büroları vardı
Bankanın sermayesi 1894 yılında her biri 11 Osmanlı lirası veya 250 Frank değerinde tamamı öden¬miş 24.000 hisse senedi ile 264.000 Osmanlı Lira sı veya 6 milyon Frank idi. Fakat banka, gemicilik işleri ile Ereğli Kömür madenlerinin işletmesine de iştirakçi bulunuyordu. Bu iki iş pek iyi gitmemiş ve bankaya büyük zararlar yüklemişti. Bunun üzerine 1895 yılında toplanan Banka Genel Kurulu sermayesini 264.000'den 168.000 Osmanlı lirasına indirmiş ve 11 Osmanlı lirası olan hisse senetlerinin değerini 7 Osmanlı lirasına düşürmüştü, 1909 yılında yine Banka Genel Kumlunun karan ile sermaye 350.000 Osmanlı lirasına, yani her biri 7 Osmanlı lirası değe¬rinde tamamı ödenmiş 50.000 Hisse senedine çıkarılmıştı

13) Türkiye Milli Bankası: Bu banka 1908 devri¬minden sonra İttihat ve Terakki Partisi'nin iktisatta millileştirme politikasına bağlı olarak kurulan "Milli Şirketler' grubunda yer almaktadır. Nisan 1909 tari¬hinde kurulan bu bankanın amacı, milli ticaret ve sanayii, madenciliği, kamu hizmeti ve yatırımları teşvik idi. Ayrıca bu banka; iskonto, avans, kredi, tahvil ve hisse senedi ihracında bütün emisyon işle¬rini de sürdürecekti. Aslında banka, Osmanlı-İngiliz ortaklığı idi.
Bankanın sermayesi % 25'i ödenmiş her biri 11 Osmanlı lirası değerinde 100.000 hisse senedi ile 1.100.000 Osmanlı Lirası idi. Bu sermaye, banka sahiplerinin genel kurulu kararı ile 3.300.000 Osmanlı Lirasına kadar yükseltilebilecekti.
Bankanın yönetimi 12 ile 16 arasında değişen, her biri en az 100 hisse senedi sahibi bir yönetim kurulu tarafından yürütülmekte idi. Bu üyelerden en az üçünün Osmanlı tebası olması gerekiyordu. Kuruluşta bankanın yönetim kurulu Üyeleri şu kişi¬lerden olmakta idi: Sir Henry Babington Smith, Sir Adam Black, Sidney, N. Meyer, Hüseyin Cahit Bey (meşhur gazeteci), Ahmet Cemal Bey (Bahriye Nazın Cemal Paşa) F.E. Whittall, Hugo Baring, Henry Birghenough, G.S. Gülbenkyan, Reşit Sadi Bey, Nail Bey. Bu yönetim kurulu üyelerinden altısı Londra'da ikamet eden özel bir komiteyi oluşturuyordu.
 
OSMANLI DEVLETİNDE DIŞ TİCARETİN GELİŞİMİ
Bu bölümde, sadece dış ticaret değerlerinde Cumhuriyet döneminde meydana gelen gelişmeler ele alınacaktır. Değerlerdeki gelişmeleri doğrudan etkileyen ihracat ve ithalat politikaları, ilgili bölümlerde ayrıntılı bir şekilde incelendiği için ayrıca açıklanmayacak, sadece gelişmeler analiz edilmeye çalışılacaktır.
Bu açıklamamızdan sonra, Osmanlı Devletinde dış ticaretteki gelişmeleri kısaca özetleyelim. Osmanlılarda dış ticarete ilişkin istatistikler, 1973 yılından itibaren tutulmaya başlanmıştır. Bu yıldan 1890' a kadar geçen sürede ortalama olarak ihracat 12, ithalat ise 20 milyon Osmanlı Lirası civarında idi. 1890' dan 2nci Meşrutiyetin ilan edildiği 1908' e kadarki dönemde ithalat yıllık ortalama olarak 26 milyon, ihracat ise 16 milyon Osmanlı Lirasına yükselmiştir. 1873-1908 yılları arasında Osmanlı Devletinin dış ticaret bilançosu, toplam olarak 280 milyon Osmanlı Lirası açık vermiştir. 1908-1914 olarak ele alabileceğimiz dönemde yıllık ortalama ithalat 40 milyon Osmanlı Lirasına yükselirken, ihracat 22 milyon Lirada kalmıştır. Dış ticaret açığı büyüyerek devam etmiş, ihracatın ithalatı karşılama oranı düşmüştür. 1873-1914 döneminde ithalat, ihracattan daha fazla büyümüş, bu durum dış ticaret açığını hem mutlak ve hem de nispi olarak yükseltmiştir. Şüphesiz bu durum, Osmanlı Devleti'nin dışarıya borçlanmasında önemli bir faktör olmuştur.
Osmanlı Devleti, dışa açık bir ekonomik yapıda olduğu için, dış dünyada meydana gelen konjonktürel dalgalanmalardan fazlasıyla etkilenmiş bu durum ülkenin ekonomik gelişmesini engellemiştir. Devletin son 50 yılındaki politik istikrarsızlıklar ve savaşlar dış ticaretin gelişmesini sınırlamış, indirilen gümrükler sebebiyle üretim artışı sağlanamamıştır. Aslında bunda, devletin izlediği dış ticaret politikasının büyük rolü vardır. Devlet, ithalatı ihracata karşı daha fazla desteklemiş ve ithalat devamlı özendirilmiştir. Mesela, ihracat üzerinden alınan vergiler, ithalattan alınan vergileri genelde aşmıştır. ithalat büyük ölçüde mamul maddelerden, ihracat ise işlenmemiş tarımsal mallar ile madencilik ürünlerinden oluşmuştur. Son dönemde (1905-1914) ithalatın %34' ü gıda, %33' ü ise giyim ve tekstil ürünlerinden oluşmaktaydı. Yatırım mallarının payı, sadece %10 idi. ihracatın %45' i tahıllar, %38' i sınai bitkiler ve % 13' ü mamul mallar idi.
Osmanlı Devleti'nin dış ticaretinden en önemli üç ülke başlangıçta İngiltere (1838 Ticaret Anlaşması), Fransa ve Avusturya-Macaristan' dır. Yüzyılın başında Osmanlı Devleti'nin ihracatında bu ülkelerin payı sırasıyla şöyledir: %26, %20 ve %8. ithalatta ise aynı sırayla %30, %10 ve %15 pay almışlardır. Bu durum, 1880'Ii yıllara kadar devam etmiştir. Bu tarihten sonra İngiltere ve Fransa'nın yerini Almanya almaya başlamıştır. Almanya'nın ithalattaki payı 1914'de %12, ihracattaki payı da %6 olmuştur. Bunun sebebi, adı geçen ülkenin 19ncu yüzyılın sonunda dünya ekonomisinde önemli bir güç olarak ortaya çıkması, Osmanlı Devleti toprakları dahil Kafkaslar ve Ortadoğu’yu kendi "nufuz alanı" olarak görmesi ve Bağdat Demiryolu hattının imtiyazını almasıdır. Ayrıca "Deutschbank" (Alman Bankası). Osmanlı Devleti'nin Almanya'dan yaptığı ithalatın finansmanına önemli ölçüde katkıda bulunmuştur.
 
OSMANLI DEVLETİNDE DIŞ BORÇLAR
Osmanlı Devleti 19’uncu asırda Avrupa devletlerinin askeri, siyasi ve ekonomik alanlarında ağır baskısı altında bulunuyordu. Osmanlı Devletinin Doğu ve Batı arasındaki köprü durumundaki coğrafi mevkii, geniş topraklar üzerinde büyük bir pazara sahip olması, hammadde kaynaklarını işletememesi, Batının Osmanlı ülkesi üzerindeki iştahlarını kabartıyordu. Tanzimat (1839) ve ıslahat (1856) Reformlarının yapıldığı zamanlarda bile Osmanlı Devleti, Batının ağır bir siyasi ve askeri baskısı altında kalmıştır. 1827' de Navarin'de İngiliz - Fransız ve Rus filoları, Osmanlı donanmasını kırmış, 1929' da Ruslar Edirne'yi alıp İstanbul'a yaklaşmış, Mehmet Ali Paşa İtalya'ya kadar ilerleyip İstanbul'u tehdit etmeye başlamıştır. Bu gelişmeler üzerine 2’nci Mahmut, Ruslardan yardım istemiş ve 1833 Hünkar iskelesi Anlaşması ile 3manlılar Rus himayesine girmiştir. Bu durumdan telaşlanan İngiltere, Mehmet Ali ve Rus tehlikelerine karşı Osmanlıları destekleyip, bu hizmetine karşılık 1838 Ticaret Anlaşması'nı imzalamıştır.
Bu Anlaşma, Osmanlı'nın kalkınma hamlelerine başlamış olduğu bir dönemde tam anlamıyla liberal ekonomi politikası izlemesini gerektirmiştir. Zamanın Osman zamanlarından David Urquhart, eski Osmanlı rejiminin liberalizm olduğunu, bunu Avrupalılara bile örnek olması gerektiğini yazmış, İngiltere Dışişleri Bakanı) Almerstone ise Anlaşma'yı, "şaheser" olarak tanımlamıştır. Anlaşma'nın gerektirdiği liberalizm o sıralarda Batının hiçbir ülkesinde uygulanmıyordu. Gerçi daha önceleri (Batılı ülkeler kapitülasyonlardan yararlanmakta, ithal malları için %3 oranında gümrük resmi ödemekte Osmanlı ülkesi sınırları içinde vergi vermemekte idiler. Bununla beraber, serbest ticarete önemli sınırlamalar getirilmişti. iç ticaret Osmanlı tebâsı tarafından yapılıyordu. Ülke içinde "Yed-i Vahit" denilen tekel usulü geçerliydi. Buna göre üretici, malını ruhsat sahibi tekel kuruluşlarına satmak zorundaydı. Oysa 18 Anlaşması ile Osmanlı Devleti, kapitülasyonların da ötesine geçerek Batılılara s derece liberal haklar tanımıştır. Kısaca Anlaşma, Osmanlı Devletini, Batılıların bir a pazarı yapmıştır. Türkiye Anlaşma' dan hemen hemen bir asır sonra (91 yıl), H yılında gümrüklerine hakim olabilmiştir.
1838 Anlaşması ile dışa karşı indirilen gümrük duvarlarından sonra, yeni yeni kurulmaya başlayan ve çocukluk dönemini atlatamamış olan Türk sanayii büyük çöküş içine girmiştir (*). Önce pamuk, daha sonra da ipek ve tiftik sanayii buhrana sürüklenmiştir. Zamanla deri işleme sanayii ve aile içinde yürütülen pamuklu sana, bu durumdan zarar görmüş, pamuk ipliği üretimi gerilemiş, pamuk, işlenme hammadde halinde satılmaya başlanmıştır. islam toplumları üzerinde yapmış olduğu araştırmalar ile tanınan M. Robinson bu durumu şöyle belirlemektedir.
"Aynı yıl bütün Avrupa devlet/erine uygulanan bu Anlaşma, bir Osmanlı sanayiin' kurulması yolundaki her teşebbüsü önceden engellemiştir. 1812 ile 1841 yıllan arasında işkodra ve Timova'da ipek dokuma tezgahlarının sayısı 2000' den 200' e inmiştir. Anadolu' da her çeşit global ipek üretimi 19ncu yüzyılın ilk yansında 50 yıl öncekinin onda birine düşmüştür."
Kısacası 1838 Anlaşması uyarınca Tanzimat döneminde izlenen serbest ticaret politikasıyla ekonomik bağımsızlık, büyük ölçüde kaybedilmiştir.
1838 Ticaret Anlaşması ile Osmanlı Devleti'nin iç pazarı önce İngilizler ve daha sonra tüm yabancılara açıldıktan sonra, dış ticaret hacmi artmış fakat dış ticaret açıkları da büyümüştür. Dış ticaretten sağlanan vergi gelirlerinin Batılılara sağlanan ayrıcalıklar sebebiyle düşmesi, devlet bütçesinin açıkları ile birleşince Osmanlı Devleti büyük bir "mali kriz" ile karşılaşmıştır.
Bu mali krizin üstesinden gelebilmek için Devlet, önce iç borçlanmaya gitmek istemiştir. Fakat o dönemde devlete borç verecek güçte ekonomik birikimi olan grup yoktur. Ekonomik kriz 1846 yılında, 1838 Ticaret Anlaşması'nın da etkisiyle doruk noktasına çıkmış, fakat Padişah 1nci Abdülmecit dış borçlanmaya başlangıçta karşı çıktığı için borçlanma gerçekleştirilememiştir. Bu durumda Devlet, önce Galata Bankerlerinden iç borçlanma yoluna gitmiştir. 1’inci Abdülmecit döneminde 1850 yılında Reşit Paşa'nın sadrazamlığında Fas, ispanya ve Hollanda' dan 100 bin kese akçelik borçlanma için anlaşmaya varılmış, fakat daha sonra bu anlaşmadan vazgeçilmiştir. f 1854 yılında Kırım Savaşı'nı finanse etmek amacıyla "Dent Palmer and Company" isimli firma aracılığıyla Batıdan 3 milyon İngiliz Liralık borç alınmış, devletin eline ise ancak 1.5 milyon İngiliz Lirası geçebilmiştir.
1854 yılı, Osmanlı Devletinde dış borçlanmanın başladığı tarihtir. Osmanlı, Kırım Savaşı'na girmesine kadar "kendi yağında kavrulmuş" fakat bu tarihte savaş dolayısıyla İngiltere ve Fransa' dan 5.5 milyon Osmanlı Lirası borç almıştır. Daha sonra giderek artan dış ticaret ve bütçe açıkları, alınan borçların yatırımlarda kullanılması yerine lüks tüketim ve askeri harcamalara gitmesi, alınan borçların ana para ve ağır faiz geri ödemeleri, Osmanlı Devletini içinden çıkamayacağı bir "dış borç batağına" sürüklemiştir. 1854' de alınan ilk borçtan 20 yıl sonra devlet iflas etmiş ve 1nci Dünya Savaşına kadar geçen sürede devlet 243 milyon Osmanlı Lirası dış borç alarak 409 milyon Osmanlı Lirası tutarında dış borç yükü altına girmiştir. 1863 yılında yabancı sermaye ile kurulan "Osmanlı Bankası", devletin banknot çıkarma iç ve dış borçların ödenmesi ile borç tahvillerinin satışı gibi çok önemli yetkilerle donatılmıştır. Osmanlı Bankası' da, Galata Bankeriyle birlikte devlete borç vermeye başlamıştır.
Osmanlı Devleti'nin 1875' de "moratoryum" ilan ederek dış borçlarını ödemeyeceğini açıklamasından sonra Hükümet, 1879 yılında devlete iç borç sağlayan Galata Bankerleri ile alacaklılar arasında Rüsumu Sitte olarak bilinen bir anlaşmaya varmıştır. Böylece, tütün, tuz, şeker, ispirto vb. temel maddelerden sağlanacak gelirler, borçların ödenmesi amacıyla kullanılmaya başlanmıştır. iç alacaklılara sağlanan bu avantaj, Osmanlı Devletine borç veren Fransa, Almanya, İngiltere, Avusturya ve İtalya'yı harekete geçirerek aşağıda açıklanacak bir yeni yönetimin doğmasına yol açmıştır.
Bu dönemde sermayedarlar, tehdit ve rüşvetle Türk devlet adamlarını borçlanmaya da zorlamışlardı r. Diğer taraftan devletin ileri gelenleri, bu durumdan hoşlanmaya bile başlamışlar hatta bir tanesi "bu devlet istikrarsız yaşayamaz" diyecek kadar ileri gitmiştir. Bu durum, 1875 tarihine kadar devam etmiştir. Bu yılda devlet gelirleri 25 milyon Osmanlı Lirası olarak görünürken gerçek gelir ancak 17 milyon civarındadır.
Osmanlı Devleti'nin Batıdan almış olduğu borçların zamanla aşırı derecede çoğalması ve borç ödemede karşılaşılan güçlüklerin sonucu olarak, tarihte Düyunu Umumiye-i Osmaniye diye anılan ve 7 ülkeden oluşan meşhur idare, "Muharrem Kararnamesi" ile 1881 yılında hukuken vücuda getirilmiştir (*). Böylece ödenmeyen Türk borçlarına karşılık ülkenin doğal kaynaklarının gelirlerine el uzatılmış ve bu kaynakları işletecek bir "çıkar şirketi" yaratılmıştır.
Borçlar ödeninceye kadar, Türkiye'nin doğal kaynaklarını bu "idare" yönetmiştir. Düyunu Umumiye, görünürde Osmanlı Devletinin bir dairesidir. Fakat aslında, tamamen bağımsız bir nitelikte Osmanlı Devleti içinde adeta bir ikinci Maliye Bakanlığı olarak görev yapmıştır. 1914 yılında idare'nin topladığı gelirlerin, Devletin bütçe gelirleri içindeki payı %30' u aşmıştır. Kısacası bu idare, Devletin başında "demokles kılıcı" gibi uzun bir süre asılı durmuş ve Osmanlı bu idare'nin yönetiminde bir "mali esaret" dönemi yaşamıştır. Lozan' da bile idare' nin tarihe gömülmesi çok zor olmuştur.
Muharrem Kararnamesi ile tuz ve tütün tekelleri, pul müskirat, balık resimleri, bazı illerin ipek öşürleri Düyunu Umumiye' ye bırakılmıştır. Başlangıçta 2 milyon 522 bin Osmanlı Lirası tutarındaki geliri kontrol eden kurum, 1911-1912 yıllarında bütün devlet gelirlerinin %32.5'nu (8 milyon 258 bin lira) denetler duruma gelmiştir. Ayrıca idare, kendine ayrılan gelirlerde bir değişiklik yapılmasına da karşı çıkmıştır. Bunun sonucunda devletin mali politikası da büyük ölçüde Düyunu Umumiye' ye bağımlı kalmış ve idare, alacağından fazla kaynağa el koyarak elde ettiği gelirleri Batının tahvil piyasasına aktarmıştır. Bu durumun garip bir sonucu olarak İtalya, Düyunu Umumiye' den aldığı kredi ile Trablus harbini finanse etmiştir.
1854' de başlayan dış borçlanma, 1875' e kadar hızlanarak artmıştır. Bu dönemde devlet, dış borclarını ödemek için yeni dış borç tahvillerini piyasaya sürmüş, bu durum tahvillerin değerini yitirmesine yol açmış ve piyasada itibari değerlerinin çok altında satılmaya başlanmıştır. Bu durum dış borç faizlerini arttırmış, ana para ve faiz giderlerini garanti altına almak için belli bütçe gelirlerinin ipotek edilmesi, devleti düzenli kamu gelirlerinden mahrum bırakmıştır. 1875' den 1901' e kadar alınan yeni borçlar sınırlı kalmış, bu yıldan sonra yeniden dış borçlanmaya gidilmiştir. Dış borç ödemeleri, yeni giren borçları hızla aşmıştır. Birinci Dünya Savaşı'nın öncesinde Osmanlı Devletinin mali durumu yeniden iyice bozulmuştur.
1914 yılında Savaş patlak verdiğinde Osmanlı Devleti'nin dış borcu 156.4 milyon Osmanlı Lirasıdır (142.2 milyon sterlin). Bu miktara kısa vadeli borçlar dahil değildir. Dış borçlanmanın %53 gibi büyük bir kısmı Fransızlardan (82.8 milyon Osmanlı Lirası) yapılmıştı. Bu ülkeyi %21 ile Almanlar (32 milyon Osmanlı Lirası) ve %14 ile İngilizler (21 milyon .Osmanlı Lirası) izlemiştir. Osmanlılar döneminde Batıdan alınan borçlar çarçur edilmiş ve üretime dönük yatırımlara kanalize edilememiştir. Bu dönemde alınan borçların büyük çoğunluğu tüketime gitmiş, Rumeli, Bağdat, Soma¬, Bandırma demiryolları, Konya ovası sulaması ile liman ve tersane gibi üretim faaliyetlerine ayrılabilen kısım çok küçük bir oran olmuştur.
1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti kurulunca, yeni yönetim Osmanlı Devletinin dış borçlarını kabul etmekle beraber, Düyunu Umumiye idaresi'nin varlığını bağımsızlıkla bağdaştıramamıştır. Lozan Barış Konferansı sırasında ele alınan Osmanlı borçları, uzun görüşmelere konu olmuştur (*). Türkiye, Konferans sırasında, Cumhuriyet sınırları dışında kalan 16 bağımsız ülke bulunduğunu, Osmanlı Devleti zamanında alınan borçların bir kısmının bu yeni bağımsızlığını kazanan ülkelere harcandığını belirterek, borçların ilgili ülkeler arasında dağıtılmasını istemiştir. Daha sonra 1925' te toplanan Paris Konferansı sonucunda Osmanlı borçlarının, bu ülkelerden toplanan vergi ve resim gelirleri esas alınarak bölüştürülmesi uygun bulunmuş ve Osmanlıların 1912 yılından önceki borçlarının %62'ni, 1912' den sonraki borçlarının ise %77'ni Türkiye Cumhuriyeti üstlenmiştir.
1933 Paris Anlaşması ile Türkiye'nin kabul ettiği borç miktarı 6 milyon dolar olarak yeniden belirlenmiş ve üç ay önce ihbar şartıyla erken ödeme hakkı elde edilmiştir. Sonuç olarak 161.3 milyon TL'Iik Osmanlı borçlarından 84.6 milyon TL' Iık kısım Türkiye'nin payına düşmüş ve Cumhuriyet Hükümeti bunu ödemeyi kabul etmiştir. Son Osmanlı borcu 25 Mayıs 1954 tarihinde ödenmiş, böylece Kırım Savaşı dolayısıyla 4 Ağustos 1854'de başlanılan dış borç tuzağından, tam 100 yıl sonra kurtulunmuştur.
 
OSMANLI DEVLETİNİN EKONOMİK VE SOSYAL SORUNLARI
16.yüzyılın İkinci yarısından itibaren Osmanlı Devleti'nin gerek yönetim gerekse sosyo-ekonomik bakımından karşılaştığı iç ve dış şartlar, devletin bazı sorunları çözme si gerektiğini ortaya çıkarmıştı. Başka bir deyişle, Osmanlı Devleti'nin karşılaştığı bu bunalımlar, dönemin düşünürlerini ve devlet yöneticilerini Çözümler aramağa yöneltmişti. Bu arada bazı devlet ve fikir adamları padişahlara ve sorumluluk taşıyan devlet görevlilerine risaleler ve layihalar sunmaya başlamışlardı (Yücel, 1988;51).
Kanuni Sultan Süleyman zamanında, iktisadi duruma paralel olarak Osmanlı Devleti'nin maliyesi de hayli sağlamdı. Kanuni'den sonra, devletin siyaset de olduğu gibi, ekonomik olarak da zayıf düştüğü görülür. . Nihayet 18. yüzyılın talihsiz savaşları (Ruslar, Fransızlar ve İngilizlerle yapılan savaşlar) ile Osmanlı Devleti'nin mali vaziyeti o kadar sarsılmıştı ki, III. Selim zamanında dış ülkelerden istikraz akti ile devlet maliyesini düzeltme çareleri aranmasına rağmen yapılan bu teşebbüslerden müspet bir netice alınamamıştı. III. Selim' in tahta geçtiği sıralarda, Osmanlı toplumu, kendi ihtiyacını memleketinden tamamı ile temin edemeyecek bir hale gelmişti. lll. Mustafa zamanından beri bazı harbiye levazımatı için bile dış ülkelere müracaat ihtiyacı duyuluyordu. Avrupa'da ekonomik ala_da meydana gelen gelişmelere Osmanlı Devleti ayak uyduramamıştı. II. Mustafa devrinde başlayan bazı sınai teşebbüslerde, iyi idare edilemediklerinden ilerleme kaydedilememişti. Ekonomik alanda Avrupa ile rekabet edememek, maliyece de tabii ki uygulanamamış ve bu zaaf dış ülkelerle yapılan savaşları ve iç karışıklıkları büsbütün arttırmıştı
Osmanlı Devletinin dağılma devri bilindiği gibi 19. asırda başlamıştır. Bu dağılmanın aşağıda özet olarak belirtilen birçok nedenleri vardır. Örneğin;
1- Batıda Refom ve Rönesans denilen fikri hareketler meydana gelip yayıldığı zaman, Osmanlı toplumu bu harekete iştirak edememişti,
2- Batılı ülkeler geniş denizlere seferler tertip edip, sömürgeler elde ederek servet ve güçlerini arttırdıkları 16. asırda, Osmanlı Devleti'nin sömürgeci bir devlet olmaması nedeniyle böyle bir politika takip etmemişti,
3- Devletin çok geniş sahaya yayılış olması, merkezi yönetimin tüm ülkede kontrolü tamamıyla sağlayamaması, 'zaman ki savunma araç ve gereçleri nedeniyle imkansız hale gelmesinden, iyi ve muntazam bir idarenin yeterli düzeyde kurulamaması,
4- O zamanki usullerle ülke içinden toplanan gelirlerin yeterli olmaması nedeniyle, savaş ve istilaların bir gelir kaynağı sayılarak, sonu gelmeyen savaşlara girişilmesi,
5- Bu süregelen savaşlar devlet bünyesini zaafa uğratmış, barış dönemlerinde yönetimin ve düzenin bozulmasında önemli bir rol oynamıştır.
6- 17. asır ortalarından sonra, savaşlar gelir kaynağı olmaktan çok büyük masraflara neden olması,
7 - 17. ve 18. asırlarda başarısız savaşlar ile, devletin önemli gelir temin eden ve ahalisinin ekserisi hristiyan olan eyaletlerden bir kısmının, elden çıkması ve devletin kudret, nufuz ve otoritesinin zayıflaması,
8- Kanuni Sultan Süleyman döneminde ticari amaçlarla getirilen ve 1. ,Mahmut döneminde bir tür sömürüye dönüşen kapitü1asyonlann Osmanlı dış ticaretini olumsuz yönden etkilemesi ,
9- Savaşların mağlubiyetle sonuçlanması, ekonomik sıkıntının Osmanlı toplumunda meydana getirdiği hoşnutsuzluk ve devlet yönetiminde gittikçe anan suistimallerin neticesi, yöneticilerle halk arasında ortaya çıkan güvensizlik duygusu, 10- 19. asırda üretime uygulanan buhar gücünün etkisiyle Batıda servet ve sermaye birikimi sonucu büyük sanayi kuruluşlarının doğması ve bunlara karşı doğunun küçük sermayeli ve zenaat şeklinde işleyen üretim sisteminin rekabet edememesi,
Belirtilen bu nedenler bir devletin ekonomik ve sosyal yönden çökmesi sonucunu doğurabilecek nedenlerdir. Bununla beraber bütün bu problemlerle karşılaşan Osmanlı Devleti 18. asırdan sonra dahi, devamlı küçülmüş ve zayıflamışsa da, bir buçuk asıra yakın varlığını sürdürebilmiştir.
Osmanlı Devletinin genel bir yapısına göz attıktan sonra şimdi de 19. asırda Osmanlı Devleti'nin siyasi ve ekonomik durumunu kısaca gözden geçirelim:

A-Siyasi Durum
1809 yılında Ruslarla tekrar savaşmaya başlayan Osmanlı Devleti, yenilgilerin birbirini takip etmesi üzerine 1812 yılında Bükreş Antlaşmasını yapmak zorunda kalmıştı. 1814 yıllarından itibaren de Rusya ve Batılı ülkeler tarafından din ve mezhep ayrılıkları körüklenmek suretiyle OSMANLI Devletini zayıflatmak ve parçalamak yönünde çalışmalar başlatılmış Din ve mezhep ayrılıklarına yönelik bu tahrikler milliyetçilik hareketlerinin desteklenmesiyle de birleşince devletin her tarafı kısa bir süre sonra kaynamaya başlamıştı. 1820'de Yunanlıların bağımsızlık amacıyla başkaldırmaları bastırılmışsa da, bir müddet sonra tekrar isyan etmişlerdir. 1827 yılında yıllık vergi ödemek suretiyle, Yunanistan'a bağımsızlık verilmesi konusunda baskı yapılmış, ancak Osmanlı Devleti'nin teklifleri reddetmesi üzerine müttefikler Osmanlı Devleti ve Mısır donanmalarına saldırmışlar ve Osmanlı donanmasını yakmışlardır. Hemen ardından başlayan Osmanlı-Rus savaşı, kaldırılan Yeniçeri Ocağının yerine henüz güçlü ve düzenli bir ordu kurulamam_sı nedeniyle, Osmanlı Devleti'nin mağlubiyeti ile sona ermiştir (Tekir, 1987; 3)
1830'da Fransızların Cezayir'i işgal etmesinin ardından 1832'de de Mısır Valisi, M.Ali Paşa oğlu İbrahim paşayı ordusu ile Suriye'ye saldırttı. Bursa'ya kadar ilerleyen İbrahim Paşa kuvvetleri Ruslardan alınan yardım sonucu durdurulabilmiştir. Fakat Boğazı tutan Ruslar ise İngiliz ve Fransızların baskısıyla Boğazı terketmek zorunda kaldılar. M.Ali Paşa anık vergi ödemeyeceğini söyleyerek bir nevi bağımsızlık ilan etti. M.Ali Paşa İngilizlerin arabuluculuğunu kabul etmeyerek İngilizlerin saldırısına maruz kaldı ve savaşı kaybetti. Bu yenilgiden sonra Ali Paşa, vergilerini ödemeyi kabul etti (Sayar, 1977; 166).
Arabistan'da, taasup yüzünden müstakil bir mezhep haline gelen Vehhabiler Mekke ve Medine şehirlerini kontrollerinde tutmakta ve hatta gitmeye mani olmakta ,idiler. Eflak ve Boğdan cizye için pazarlık yapıyor, itaat etmek istemiyordu. Suriye ve Arabistan hükümdarlık kurmayı düşlüyordu. Yunanistan'ın isyanı, Edirne anlaşmasının ağır şartları ve yukarıda belirttiğimiz bütün bu olaylar maliye idaresine son derece zarar veriyordu (Velay, 1978; 24). Osmanlı Devleti içte bu siyasi şartları yaşarken, 1839 yılında ekonomik, mali, siyasi ve sosyal bazı reformları gerçekleştirmek için Gülhane Hattı Hümayun-u ile Tanzimat Fermanının ilan edildiği görülür. Bu arada da Kırım Savaşı patlak verir (Tekir, 1987)
Kırım Savaşı bu ıslahat tecrübelerinin, dağınık ve tertipsizce bir şekilde yapılan bu denemelerin devam ettiği bir sırada patlamıştır. Kırım savaşı başka bakımdan da Türkiye tarihinde yeni bir devir açmıştır. Osmanlı Devleti bu sırada içinde bulunduğu inzivadan çıkmıştır. Osmanlı . Devleti iki büyük devletin müttefiki olmuştur. Batının büyük piyasalarıyla münasebete girmiştir (Morowitz, 1978; 17).

B- Ekonomik Durum
19.yüzyılda buharla çalışan makinaların imali ile üretimde büyük bir patlama meydana gelmiş ve bunu takiben elektrik ve petrolün kullanılması bu gelişmeyi daha da hızlandırmıştır. Buhar gücünün, elektrik ve petrolün kullanımı ile batı ekonomilerinde büyük bir gelişme meydana gelmiştir. Batıda ki bu gelişmelere ayak uyduramayan Osmanlı Devleti'nin ekonomisi, batıdan sanayi -maddeleri satın alarak .gıda maddesi satmaktan başka bir şey yapamamıştır.
Batıda bütün bu gelişmeler meydana gelirken, Osmanlı Devleti'nde süregelen savaşlar devletin maliyesinde bir çok karışıklıklar meydana gelmiştir. Vergilerin tahsilinde düzensizlik ve karışıklık, basit bütçe gelirlerinin yetersizliği, bütün kamu hizmetlerinin karşılanamaması, bir taraftan sıkışan ve bu yüzden geçici acil çarelere başvuran hazinenin telaşı ve şaşkınlığı ülkenin başına önemli dertler açmaktan geri kalmamıştır (Velay, 1978; 24-25).
1825 yılında Yeniçerilerin imha edilmesi ve Yeniçeri ocağının kapatılması devletin siyasi ve mali bakımdan kalkınacağı ümidini uyandırmıştı. Ancak birbirini takip eden isyanlar ve savaşlar bu ümitleri boşa çıkarmıştı.
Edirne Barış Anlaşmasının şartları, Osmanlı Devleti için çok ağırdı. Rus sarayına gönderilen bir heyet bu şartlardan önemli bir kısmının hafifletilmesini temin etmiştir. Bilahare, çarın müsamahası sayesinde, harp tazminatı 1836tda tasfiye edildi (Morawitz, 1978; 13).
1839 yılında Abdülmecit'in tahta geçtiği zamanlarda mali reform uygulamaya konulmaya çalışılmışsa da devlet bütçesinin bulunmayışı yüzünden, hesapsız harcamaların meydana getirdiği 1844 ve 1851 yıllarındaki mali bunalımlar, devlet gelir ve giderleri arasındaki dengeyi altüst etmiştir. 1851-1852 yıllarındaki büyük mali bunalım dolayısıyla hazırlanan bir lahiya da devlet masraflarının sürekli şekilde artışına karşılık gelirlerin tahsilinde çekilen büyük güçlükler ve tahakkuk ettirilen vergilerin mükelleflerden tahsil edilmemesi yüzünden her yıl biriken alacak bakiyelerinin çoğalmasından ve, ödenemeyen borç miktarının da yıllık varidatı aşmış bulunmasından söz edilmektedir (Sayar, 1977; 187-188).
Öte yandan yabancı tüccarlara. ticaret ve ekonomi alanında, kapitülasyonlarla verilen imtiyazlar, onlara Türk tüccarlarının karşısında bir üstünlük sağlamaktaydı.
Olaylar, kapitülasyonların dinsel, siyasal, yasal ve ekonomik şartlarının Türk ekonomisinin zayıflamasına köklü etkiler yaptığını göstermektedir. Kapitülasyonların ekonomik şartlarına ve hükümlerine göre, yabancılar serbestçe mal ithal ve ihraç ediyor, serbest dış ve iç ticaret yapıyor, yabancı gemiler Türk limanlarına serbestçe mal taşıyor, bir limandan ötekine serbestçe dolaşıyor, gümrük vergilerini kendilerine uygun, ama ülkeye a_r gelen şartlara bağlıyordu (Nebioğlu, 1986; 29).
 
OSMANLI DEVLETİNDE MALİ BUNALIM VE SEBEBLERİ
Savaşlar ve iç karışıklıklar, Osmanlı Devleti'ni maddi ve manevi. kayıplara uğratmış; toprak kayıplarının yanı sıra ülkenin idari, mali, ekonomik, adli ve sosyal bakımdan düzenini bozmuştur. Yapılan savaşların bir sonucu olarak da, Anadolu'da yer yer karışıklıklar çıkmış, iç . düzen bozulmuştur. Devletin bu karışıkları önlemek için uzun bir mücadeleye girmesi, mali durumunda bozulmasına ve sıkıntılara düşmesine zemin hazırlamıştır (Halaçlıoğlu, 1988; 29). Askerlerin ulufeleri (maaşları) ve savaşların başka giderleri, Devlet hazinesini bomboş bir hale getirmiştir. Hazineye gelir bulup bu giderleri karşılamak için, türlü türlü vergiler çıkarılıp salınmıştır. Devlet ekonomisinin bozulması, bazı iç ihtiyaç maddelerinin dışarıdan sağlanmasına yol açmış ve bu sayede. de bir kısım paranın yurt dışına çıkması, mali istikrarsızlığın daha da büyümesine yol açmıştır.
Tanzimatla birlikte uygulanmaya çalışılan ekonomik ve mali politikalar içine düşülmüş olan bunalımların daha da artmasına neden olmuştur.
İşte bizi burada içine düşülmüş olan mali ve ekonomik- bunalımın nedenlerini araştırmaya çalışacağız.

A - Toprak Düzeninin Bozulması
Osmanlı Devleti'nin toprak düzeninde temelde İslam arazi hukukunda yer alan ikta sistemi üzerine kurulmuştur. ikta sistemi beytülmaldan görev almaya hak kazanmış kimselere kira karşılığında verilen araziden ibarettir.
Tımar ve zeamet sistemi Osmanlı Devleti'nin kuruluş dönemlerinde Sultan Orhan zamanında Çandarlı Kara Halil Paşa tarafından ihdas olunmuştur. Bu usul askerlik ve maliye bakımından çok önemlidir (Karamursal, 1989; 198). Tımar, devletin miri araziden- belirli bir kısmının, yıllık gelir toplamının veya bir bölümü, belli hizmetler karşılığında bir şahsa verilmesine denir. Miri arazi ise, mülkiyeri hazineye ait olup, devlet tarafından tapu ile şahıslara ihale edilerek tasarruf olunan tarla, çayır, yaylak, kışlık, koru gibi yerlerdir. Arazi, tımar verilen kimsenin mülkü değildir.Tımar sahibi araziyi reayaya (halka) işletir, mahsulünden ve reayadan, devletin alacağı vergileri toplardı. Tımar sahibi araziyi kendi işleyemediği gibi kendi adına bir başkasına da işlettiremez.
- Tımar sisteminin kaynağı İslamın ikta müessesesinden gelmektedir. İkta sistemi uygulamasına ilk Islam topluluklarında da rastlanmaktadır.
İkta sisteminin geniş bir uygulamasında Büyük Selçuklular ve Anadolu Selçuklularında görülmektedir. Bu dönemde iktalar babadan oğula intikal etmekte ve üretin1in artması ölçüsünde memleket imarını teşvik etmekteydi (Turan, 1969; 237). İkta, arazi-ı miriye yada mülkün senevi vergileri yada öşriyesinin bir kısmının belli hizmetler karşılığında belirli şahıslara verilmesi demektir İslam Ansiklopedisi, 1968; 949).
Osmanlı tımar sistemi devletin fetih hareketlerini güçlendiren bir uygulama olarak uzun süre olumlu sonuçlar vermiştir. İkta sisteminde toprağın gerçek mülkiyeti devlette kalır ve umar sahibi belli kamu hizmetlerini yürütmek ve asker beslemek şartıyla toprakları başında kalırdı. Osmanlı toprakları ve bu topraklar üzerinde yaşayan insanlar padişahın mülkü sayılırdı. Ancak İslam hukukuna göre gerçek mülkiyetin sahibi Allah'a ait oldugu kabul edildiginden padişahın mülkiyet hakkı sınırlı bir düzenleme ve korumadan ibarettir (Karatepe, 1989; 94). Tabii buradaki Allah kavramından, bahsedilen hukuka göre toplumun veya devletin anlaşılması gerekmektedir.
Orhan Gazi zamanında tımar sistemi için çeşitli ilkeler konulmuştur. Bunlar; tımarların sebepsiz yere geri alınmaması, sahibinin ölümü halinde bu kimsenin oğluna intikal etmesi, çocuk küçük ise hizmet edecek yaşa gelinceye kadar hizmetkarların sefere gitmesidir (Cin, 1985; 59).
Tımar sisteminin birçok faydalarının bulunduğu söylenebilir. Tımar sahipleri ekonomik, mali ve diğer görevleri yerine getirmiş, tımar düzenine bağlı olan gelirler artmış, tarımsal verimlilik toprağın iyi işlenmesi ile arttırılmış, yol ve köprülerin yapımı ve hayvan yetiştirme konusunda ülkede imar ve hayvancılığın gelişmesine de katkıda bulunmuştur.
Osmanlı toprak düzeninin temelini teşkil eden tımar sistemini bu şekilde kısaca özetledikten sonra bu sistemin bozulmasının nedenlerini incelemeye çalışacağız.
Osmanlı Umar sisteminin bozu1masının iç ve dış olmak üzere birçok nedenleri bulunmaktadır. Bunlar:
- Zamanla gelişen iç ve dış şartlara bağlı olarak tımar vergilerinin yetersiz hale gelmesi, tımarların kapıkulluğunu tercih etmelerine yol açmış, ganimet gelirlerindeki azalış, tımar sisteminin askeri yönden öneminin düşmesine neden olmuştur.
- 16.yy.da meydana gelen büyük nüfus artışı, fetih hareketlerinin durması nedeniyle, sınırları belli çiftçilere kapasitesinin üzerinde bir yük getirmiştir. Yeni toprakların ziraata açılamaması, nüfusun ticaret ve sanayiye kaydırılamaması zamanla bu yükün daha da ağırlaşmasına neden olmuştur.
- Devlet hazinesi para sıkıntısı çekmeye başlayınca ilk iş olarak tımar gelirlerine el atmış, tımarlar küçültülerek fazla topraklar padişah hasları (padişah ve ailesi ile vezirleri ait topraklar) olarak hazineye mal edilmiştir. Tımar gelirlerinin hazineye mal edilmesi yönünde atılan ilk adım, bu toprakların iltizama verilmesiyle atılmıştır.
- Tımar sisteminin çözülmesine paralel olarak maaşlı asker sayısında büyük bir artış meydana gelmiştir. Bu da bütçe giderlerini büyük çapta arttırmıştır.

- Tımar sisteminin bozulmasında bu toprakların vakıf haline getirilmeleri de önemli rol oynamıştır. Tımar topraklarının vakıf haline getirilmesi hazine gelirlerini olumsuz yönde etkilemiştir
- Tımar toprakları zamanla özel mülkiyete konu olmağa başlamıştır. Bu toprakların özel çiftlikler haline gelmesinde tefeciliğin önemli etkisi olmuştur. Devlet giderlerinin artması vergi yükünü arttırmış, borcunun ödeyemeyen reaya, toprağını tefeci ye bırakmak zorunda kalmıştır.
- Siyasi ve ekonomik güçlükler ahlaki bozulmalara, rüşvet ve faizliğin artmasına neden olmuştur. Askeri yönü üstün gelen tımar sisteminin sarsılmasında kapıkullarının dirlik sahibi olmaları da önemli etken olmuştur.
- Savaşların uzun sürdüğü dönemlerde vergi yükünün artması köylüleri tefecilere itiyordu.
- Anadoludan geden eski dağlardan beri önemli olan Hint ve İran yollarının eski önemlerini kaybetmeleri ticari açıdan Dünya güç dengesinin sarsılmasına ve yön değiştirmesine neden olmuştur.
- Avrupada sanayinin büyük bir hızla gelişmesi savaş teknolojisinin de hızla gelişmesine neden olmuş, savaşlarda ateşli silahlar önem kazanmış, sipahilerin savaş gücü de sarsılmıştır.
- Osmanlı Devleti, gerileme döneminin ekonomik, siyasal ve sosyal sıkıntılar içinde toprak düzenini ıslah etmeyince yada yeni bir toprak sistemi kuramayınca, tımar sistemini ilga etmiştir (Tekir, 1988; 65-69).
Görüldüğü üzere tımar sisteminin bozulmasında birçok faktör etkili olmuştur. 17. asırda yaşayan Kaçibey tımar sisteminin bozulmasını kendi ismini taşıyan risalesinde şöyle açıklamıştır
"Zeamet ve tımar isteyenler bir günde yüzbin akçe tımara hak sahibi oldular. Boşalan tımar ve zeametIer de eski kanunlara aykırı olarak İstanbul tarafından verilmeğe başlandı. 1leri gelenler ve vükela, boşalan yerleri adamlarına ve akrabalarına verip, islam memleketlerinde olan tımar ve zeametin seçmelerini şer-i şerife ve yüksek kanuna aykırı olarak kimini 'paşmaklık yaparak, kiminin padişah has'ına katarak, kimini mülk, olarak, kimini vakıf olarak, kimini vücudu sıhhate olan kimselere emeklilik olarak verip, bütün zeamet ve tımar ileri gelenlerin yemliği oldu.
Koçibey risalesinde belirtildiği gibi tımar sistemi rüşvetle bozulmağa başlamıştır. öte yandan gelirlerin iltizam usulü ile toplanması da mültezimlerin köylüye zulüm ve baskı yapmasına neden olmuş bu da toprağın ekilmemesine ve toprağın terk edilmesine neden olmuştur.

B - Ekonomik Kapitülasyonlar
Genel olarak politikacılarımız ve bazı tarihçilerimiz 19.yüzyılın 2. yarısından bu yana Osmanlı ekonomisinde görülen döküntüyü eski padişahların ve bu arada Fatih Sultan Mehmet'e veya Kanuni Sultan Süleyman'ın Cenevizli, Venedikli ve Fransızlara "bahş" ettikleri veya İstanbul alınınca yeniledikleri ekonomik kapitülasyonlara bağlarlar. Bu görüş yanlıştır. Bu ve onlardan sonra devletin güçlü bulunduğu dönemlerde kapitülasyonları "bahş" etmekteki amaç ticaretin gelişmesini ve o yoldan yurdun zenginleşmesiyle devlet gelirlerinin artmasını sağlamaktı ve bu yön sağlanıyordu. Zamanla Osmanlı Devleti'nin gücünün azalması yüzünden kapitülasyonlar sonucu kurulu düzen yanlız durmakla kalmamış, ekonomik bak:ımdan da verilen ek kapitülasyonlar yıkıcı bir etki meydana getirmeye başlamıştır. Bu sonuç Fatih ve Kanuni'den kalma kapitülasyonlar olmasalardı da yine ortaya çıkacaktı, çünkü OSMANLI Devleti'nin başında bulunanlar, kısa bir süre için de olsa, . M.Ali Paşa'nın elinden varlıklarını ve hele hanedanın tahtını kurtarmak için herşeye razı olacak bir anlayış içindeydiler. Dolayısıyla ekonomik güçsüzlüğümüzde Fatih'lere, Kanunilere suç yüklemek yersizdir. Suçlu olan 19.yüzyıl olaylarını yönetemeyen ve onlarla baş edemeyen zamanın büyükleridir (Bayur, 1989; 41-42)Kapitülasyonların Osmanlı ekonomisinde çöküntüye sebep olmasının tarihi seyrini kısaca özetledikten sonra şimdi de etkilerini inceleyelim.
1- İç Gümrük Vergilerinin Kaldırılması: Kapitülasyonlarla, ilk olarak yabancı tüccarların mallarını iç pazarlara sürmesini güçleştiren iç gümrük duvarlarının yok edilmesi gerekiyordu. Gümrük. fiyatlan yükseltiyor ve sürümü azaltıyordu. Avrupa ülkeleri sanayinin gelişmesini sağlamak ve malların sürümünü kolaylaştırmak için Osmanlı Devleti'nin zayıf olduğu bir dönemde gümrük vergilerini kaldırttılar.
2- Küçük Sanatların / Zenaatın Çöküşü: İç gümrüklerin kaldırılışıyla iç pazarlar Avrupa mallarıyla doldu. Piyasaya giren bu malların çokluğu birçok malın satılamamasına ve fiyatların çok ucuzlaması sonucunu doğurdu. Öte yandan kültür erozyonu nedeniyle ülkede yaşantı ve ihtiyaçların değişmesi gözlendi. Bu ihtiyaçları iç piyasa karşılayamadığı için, Avrupadan birçok mal ithal edildi. Bu mallar yerli mallar ile müthiş bir rekabete girdi ve küçük sanatlar yavaş yavaş sönmeye başladı. Ayrıca yabancı tüccarlar ülke içindeki hammaddeleri ihraç ettiklerinden esnaf ve zenaatkar işleyecek mal bulamayacak hale geldiler.
3- Lonca ve Gediklerin Çöküşü: Loncalar ve gedikler, Osmanlı Devleti'nin organize ekonomi döneminin sağlam esnaf kuruluşlarıydı. Kapitülasyonların doğrudan veya dolaylı etkileri ile '.YU kuruluşlar da zaman içinde ortadan kalktı.
4 - Dış Ticarette Değişmeler: 19.yüzyılın ortalarına kadar Osmanlı Devleti'nin doğrudan veya transit ihracaatı ithalatının çok üzerindeydi. 1850 de bunlar birbirine denkti. 1878-1913 yıllan arsındaki ithalat ve ihracatın değer bakımından karşılaştırıldığında Osmanlı dış ticareti açık vermiştir. Bu açıklar borçlanma ile kapatılmağa çalışılmıştır.
5 - Vergilere Olan etkiler Devletin ihtiyaçları artıyor, buna karşılık gelir yükselmiyordu. Ülkede bulunan yabancıların hiç bir vergi yükümlülükleri olmadığı için bunlara ait vergi kaynaklarından yararlanılamıyordu.Yabancılara vergi koyma girişimleri de Avrupa devletlerinin baskısı sonucu gerçekleşmemişti.Tüketim vergileri ve gümrük vergileri geliştirilemediği için doğrudan vergiler devletin önemli gelirlerinden birini oluşturuyordu. 1836 tarihli Osmanlı bütçesinin vergi gelirleri bölümünde vasıtalı vergilerin tutarı, vasıtasız vergilerin tutarının % 50-60 kadarıdır.
Osmanlı Devleti, gelirini vasıta vergiler veya gümrük vergileri ile arttıramıyordu. Durum böyle olunca, devlet gelirlerinin arttırılması için sürekli olarak vasıtasız vergiler yükseltilmeğe çalışılıyordu. Ama yabancılar hiç bir vergi ödemiyordu. Dolayısıyla, vergi yükü tüm ağırlığı ile millete yüklenmiş oluyordu. Vasıtasız vergilerin ağır yükünü daha çok çiftçiler, vasıtalı vergilerin yükünü de genellikle kent halkı çekiyordu. Devletin giderleri süratli olarak yükselirken, gelirler aynı oranda artmıyordu, Sonuç olarak, kapitülasyonlar, devleti serbest bir maliye politikası izleyemez duruma düşürmüştü. Osmanlı Devletinin vermiş olduğu kapitülasyon hakları ve imtiyazlarla ekonomi alanında bütün Avrupa'nın sömürdüğü bir ülke haline geldiği ortaya çıkmaktadır (Nebioğlu, 1986; 34-35).

C- Askeri Harcamalardaki Artışlar
Askeri birliklere üç ayda bir ödenmesi gereken "mevacipler"(aylık ödemeler) hazinenin en önemli gider kalemiydi. Devletin beslemek zorunda olduğu kapıkulu ocakları, ulufeli kale neferleri ile bazı eyaletlerdeki yerli neferlerine yapılan harcamalar toplam bütçe harcamalarının yandan fazlasını oluşturuyor, bazen üçte ikisini buluyordu.
Mevacip (ulufe) ödemelerindeki gecikmeler bunalımlara sebep oluyor ve ayaklanmalara neden olabiliyordu.
Öte yandan şartların zorlama ile ordu mevcudu sabit tutulamıyor ve mevcudu, çeşitli baskılarla arttırılıyordu. Kalabalık bir orduya sahip Osmanlı Devleti kaybedilen topraklar ve gelirlerine rağmen bu orduyu' beslemek zorunda kalıyordu.
Padişah değişikliklerinde ödenen "cülüs bahşişleri" de büyük sıkıntı yaratıyordu. Cülüs bahşişleri yaklaşık ek bir yıllık ulüfe tutarını buluyordu. B u giderleri karşılamak için ise bazı ek vergiler tahsil ediliyordu.
Mevaciplerin ve cülüs bahşişlerinin hazine üzerindeki baskısı gerek merkezde gerek sınır boylarında birçok bunalımın nedeni olmuştur. Bunun için çeşitli tedbirler alınmış ancak gerek asker sayısında gerek mevaiplerde sürekli ve önemli tasarruflar sağlanamamıştır.
Öte yandan savaş yıllarının barış yıllarından uzun olması sebebiyle devamlı ek giderler ortaya çıkmıştır. Barış yıllarında dahi açık veren Osmanlı bütçesi devamlı açık veriyor ve savaş giderlerini, normal hazine gelirleriyle karşılama imkanı olmadığından ek vergiler, iç hazine desteğini, iç borçlanma vs. ile karşılanma zorunluluğu doğuyordu.
Savaş şartlan mevacip alan askeri kesimlerde bir şişmeye yol açarken geçim imkanlarının daralması halkı devlet kapısında bir kadro edinmeğe veya devlet hizmetinde ise ikinci bir kadro peşinde koşmasına yol açıyordu. Askeri kesimin vergi dışı tutulmuş olması reayanın yeniçeri olma özlemini arttırıyordu.
Şehirlere ve kasabalara imtiyazlı bir kesim olarak yerleşen Yeniçeri ve Atlı-Bölük süvarisi; vergi mültezimi, tahsildar ve asayiş işlerinden sorumlu olarak, Anadolu'da hakim bir duruma gelmişti. Bu hal ise klasik devlet yönetimini değiştirmeğe yetmişti. Öyle ki, kapı-kulunun imtiyazlarından faydalanmak maksadı ile yerli Türk-Müslüman halktan
Bir çoklan, türlü yollarla Yeniçeri sıfatı takınmışlardı (Yücel, ı 988; XIII). Bir yolunu bulup yeniçeri olanları ayıklamak devlet için mesele oluyordu. Divan görevlileri, medreseler, kadılıklar, evkaf mukataaları, gümrükler büyük bir gizli işsiz kitlesi barındırarak kanuni cari harcamaları kabartıyordu (Tabakoğlu, 1985; 205-213).

D - Mali Sistemin Düzensizliği
Tanzimat devrine gelinceye kadar, devletin muntazam bir vergi sistemi yoktu. Gülhane Hattı Hümayunu ile kamu maliyesinin vergi ve bütçe ile ilgili konularına ait önemli yenilikler getirildi. Verginin adalet prensibine uygun olarak, mükelleflerin ödeme gücü ile orantılı bir şekilde alınması esası kabul olunmuştu. İktidar, itidal ve kesinlik prensipleri konulmuş ayrıca iltizam usulleri kaldırılmış, mali teşkilat genişleterek memurlar vasıtasıyla vergilerin tahsili esası konulmuştur.

Bütün mali işlerin yürütülmesi defterdarların sorumluluğuna bırakıldı, bir kısım mahalli vergilerin de belediye vilayet meclislerince alınması esası getirildi. Bütün bu yenilikler Fransa'da uygulanan sistemden yararlanarak yapan M.Reşit paşa, sürekli çabalara rağmen, uygulamada beklenilen başarıyı sağlayamamıştır (Sayar, 1977; 184-185). Esasen, Abdülmecit dönemi devlet adamları böyle bir düzenlemeyi gerçekleştirebilecek bilgi ve yeteneğe sahip değillerdi. Keyfi vergi tarih ve tahhakk.uk edilmesi gibi uygulamaların dışında, sistemi düzeltmeye yönelik önemli değişiklikler gerçekleştirilememişti (Tekir, ı 987; ı 3).
1859 yılında dördü Türk, üçü yabancı olan yedi üyeli bir Islahatı Maliye Komisyonu teşkil edilmiştir. Ancak memleketin mali ve ekonomik durumu hakkında aranılan bilgilerin hemen hiç birinin temin edilememesi dolayısıyla komisyonun çalışmaları güçlükle karşılaşmıştır. Buna rağmen, dairelerde toplanan ve araştırılıp belgelendirilmesine imkan bulunmayan rakam ve bilgilere dayanılarak 1863-1864 yılında ilk bütçenin yapılması sağlanabilmiştir (Feyzioğlu, 1984; 26).
Bundan sonra uygulanmaya gidilen mali merkeziyetçilik de tam manasıyla başarıya ulaşabilmiş değildir.

E- Maliye Teşkilatının Bozukluğu
Tanzimat sonrası düzenlemelerde, Osmanlı Maliye Nazın (Bakanı), hükümetin yüksek bir icra memuru durumuna getirilmiş olup, padişahın ve sadrazamın emirlerini yerine getirmekten başka yetkileri olmayan bir devlet adamı konumunda idi. Diğer teşkilatlarla irtibatı son derece zayıf olan Maliye Bakanlığına, bakanlıklar ve diğer kamu kuruluşları kendilerine ayrılan tahsisatın harcama şekli 'hakkında hesap verme ihtiyacını hissetmiyorlardı. Hatta bakanlıkların ve kamu kuruluşlarının Maliye Bakanlığına danışmaksızın Hazine tahvillerini bile çıkardıkları ve özel gelirleri diledikleri gibi sarfettikleri olurdu (Tekir, 1987; 12).

F - Enflasyon ve Kağıt Para Rejimi
1580 yılında İtibaren Amerika'da ucuz ve bol gümüş, Osmanlı Devletine akmağa başlamış ye tüm Levant pazarlarını istila etmişti. Bu hal ise Osmanlı Devleti'nde; İspanya'da olduğu gibi, enflasyon olgusunu meydana getirmiş ve devletin ekonomik-mali hayatını olduğu gibi tabakaları, müesseseleri de alt üst eden etkiler meydana getirmiştir. Çünkü akçe değerini süratle kaybetmiş ve fiyatlar birden bire yükselmiştir. Enflasyonun ortaya çıkardığı her türlü anormal durum, yani paranın değerinin düşmesi, kalp (kötü) paranın çoğalması, spekülasyon, faiz hadlerinin yükselmesi, akçeye dayanan tüm Osmanlı maliyesini ve buna bağlı olarak da iktisadi hayatı içinden çıkılmaz problemlerle karşı karşıya getirmiştir (Yücel, 1988; XI)
Osmanlı paralarında esas para birimi dördü bir dirhem olan akçe ismindeki gümüş para idi. Kıymetli akçeden de az olmak üzere Halep, Diyarbakır ve Erzurum da 16.yy'ın ikinci yansında (989 H:1581M) İran savaşları dolayısıyla sekizi bir akçe olmak üzere pul kesilmesine müsaade edilmişti Akçenin de ayarı bozuldukça altınlar ona göre ayarlanırdı (Uzun çarşılı, 1988; 691).
Enflasyon nedeniyle paranın değerinin düşmesi Osmanlı toplumunun bir çok müesese ve tabakalarını sarsmış bundan da en çok etkilenenler dirlik ve ulufe sahipleri olmuştu.
 
OSMANLI DEVLETİNDE MALİ BUNALIM VE SEBEBLERİ
Savaşlar ve iç karışıklıklar, Osmanlı Devleti'ni maddi ve manevi. kayıplara uğratmış; toprak kayıplarının yanı sıra ülkenin idari, mali, ekonomik, adli ve sosyal bakımdan düzenini bozmuştur. Yapılan savaşların bir sonucu olarak da, Anadolu'da yer yer karışıklıklar çıkmış, iç . düzen bozulmuştur. Devletin bu karışıkları önlemek için uzun bir mücadeleye girmesi, mali durumunda bozulmasına ve sıkıntılara düşmesine zemin hazırlamıştır (Halaçlıoğlu, 1988; 29). Askerlerin ulufeleri (maaşları) ve savaşların başka giderleri, Devlet hazinesini bomboş bir hale getirmiştir. Hazineye gelir bulup bu giderleri karşılamak için, türlü türlü vergiler çıkarılıp salınmıştır. Devlet ekonomisinin bozulması, bazı iç ihtiyaç maddelerinin dışarıdan sağlanmasına yol açmış ve bu sayede. de bir kısım paranın yurt dışına çıkması, mali istikrarsızlığın daha da büyümesine yol açmıştır.
Tanzimatla birlikte uygulanmaya çalışılan ekonomik ve mali politikalar içine düşülmüş olan bunalımların daha da artmasına neden olmuştur.
İşte bizi burada içine düşülmüş olan mali ve ekonomik- bunalımın nedenlerini araştırmaya çalışacağız.

A - Toprak Düzeninin Bozulması
Osmanlı Devleti'nin toprak düzeninde temelde İslam arazi hukukunda yer alan ikta sistemi üzerine kurulmuştur. ikta sistemi beytülmaldan görev almaya hak kazanmış kimselere kira karşılığında verilen araziden ibarettir.
Tımar ve zeamet sistemi Osmanlı Devleti'nin kuruluş dönemlerinde Sultan Orhan zamanında Çandarlı Kara Halil Paşa tarafından ihdas olunmuştur. Bu usul askerlik ve maliye bakımından çok önemlidir (Karamursal, 1989; 198). Tımar, devletin miri araziden- belirli bir kısmının, yıllık gelir toplamının veya bir bölümü, belli hizmetler karşılığında bir şahsa verilmesine denir. Miri arazi ise, mülkiyeri hazineye ait olup, devlet tarafından tapu ile şahıslara ihale edilerek tasarruf olunan tarla, çayır, yaylak, kışlık, koru gibi yerlerdir. Arazi, tımar verilen kimsenin mülkü değildir.Tımar sahibi araziyi reayaya (halka) işletir, mahsulünden ve reayadan, devletin alacağı vergileri toplardı. Tımar sahibi araziyi kendi işleyemediği gibi kendi adına bir başkasına da işlettiremez.
- Tımar sisteminin kaynağı İslamın ikta müessesesinden gelmektedir. İkta sistemi uygulamasına ilk Islam topluluklarında da rastlanmaktadır.
İkta sisteminin geniş bir uygulamasında Büyük Selçuklular ve Anadolu Selçuklularında görülmektedir. Bu dönemde iktalar babadan oğula intikal etmekte ve üretin1in artması ölçüsünde memleket imarını teşvik etmekteydi (Turan, 1969; 237). İkta, arazi-ı miriye yada mülkün senevi vergileri yada öşriyesinin bir kısmının belli hizmetler karşılığında belirli şahıslara verilmesi demektir İslam Ansiklopedisi, 1968; 949).
Osmanlı tımar sistemi devletin fetih hareketlerini güçlendiren bir uygulama olarak uzun süre olumlu sonuçlar vermiştir. İkta sisteminde toprağın gerçek mülkiyeti devlette kalır ve umar sahibi belli kamu hizmetlerini yürütmek ve asker beslemek şartıyla toprakları başında kalırdı. Osmanlı toprakları ve bu topraklar üzerinde yaşayan insanlar padişahın mülkü sayılırdı. Ancak İslam hukukuna göre gerçek mülkiyetin sahibi Allah'a ait oldugu kabul edildiginden padişahın mülkiyet hakkı sınırlı bir düzenleme ve korumadan ibarettir (Karatepe, 1989; 94). Tabii buradaki Allah kavramından, bahsedilen hukuka göre toplumun veya devletin anlaşılması gerekmektedir.
Orhan Gazi zamanında tımar sistemi için çeşitli ilkeler konulmuştur. Bunlar; tımarların sebepsiz yere geri alınmaması, sahibinin ölümü halinde bu kimsenin oğluna intikal etmesi, çocuk küçük ise hizmet edecek yaşa gelinceye kadar hizmetkarların sefere gitmesidir (Cin, 1985; 59).
Tımar sisteminin birçok faydalarının bulunduğu söylenebilir. Tımar sahipleri ekonomik, mali ve diğer görevleri yerine getirmiş, tımar düzenine bağlı olan gelirler artmış, tarımsal verimlilik toprağın iyi işlenmesi ile arttırılmış, yol ve köprülerin yapımı ve hayvan yetiştirme konusunda ülkede imar ve hayvancılığın gelişmesine de katkıda bulunmuştur.
Osmanlı toprak düzeninin temelini teşkil eden tımar sistemini bu şekilde kısaca özetledikten sonra bu sistemin bozulmasının nedenlerini incelemeye çalışacağız.
Osmanlı Umar sisteminin bozu1masının iç ve dış olmak üzere birçok nedenleri bulunmaktadır. Bunlar:
- Zamanla gelişen iç ve dış şartlara bağlı olarak tımar vergilerinin yetersiz hale gelmesi, tımarların kapıkulluğunu tercih etmelerine yol açmış, ganimet gelirlerindeki azalış, tımar sisteminin askeri yönden öneminin düşmesine neden olmuştur.
- 16.yy.da meydana gelen büyük nüfus artışı, fetih hareketlerinin durması nedeniyle, sınırları belli çiftçilere kapasitesinin üzerinde bir yük getirmiştir. Yeni toprakların ziraata açılamaması, nüfusun ticaret ve sanayiye kaydırılamaması zamanla bu yükün daha da ağırlaşmasına neden olmuştur.
- Devlet hazinesi para sıkıntısı çekmeye başlayınca ilk iş olarak tımar gelirlerine el atmış, tımarlar küçültülerek fazla topraklar padişah hasları (padişah ve ailesi ile vezirleri ait topraklar) olarak hazineye mal edilmiştir. Tımar gelirlerinin hazineye mal edilmesi yönünde atılan ilk adım, bu toprakların iltizama verilmesiyle atılmıştır.
- Tımar sisteminin çözülmesine paralel olarak maaşlı asker sayısında büyük bir artış meydana gelmiştir. Bu da bütçe giderlerini büyük çapta arttırmıştır.

- Tımar sisteminin bozulmasında bu toprakların vakıf haline getirilmeleri de önemli rol oynamıştır. Tımar topraklarının vakıf haline getirilmesi hazine gelirlerini olumsuz yönde etkilemiştir
- Tımar toprakları zamanla özel mülkiyete konu olmağa başlamıştır. Bu toprakların özel çiftlikler haline gelmesinde tefeciliğin önemli etkisi olmuştur. Devlet giderlerinin artması vergi yükünü arttırmış, borcunun ödeyemeyen reaya, toprağını tefeci ye bırakmak zorunda kalmıştır.
- Siyasi ve ekonomik güçlükler ahlaki bozulmalara, rüşvet ve faizliğin artmasına neden olmuştur. Askeri yönü üstün gelen tımar sisteminin sarsılmasında kapıkullarının dirlik sahibi olmaları da önemli etken olmuştur.
- Savaşların uzun sürdüğü dönemlerde vergi yükünün artması köylüleri tefecilere itiyordu.
- Anadoludan geden eski dağlardan beri önemli olan Hint ve İran yollarının eski önemlerini kaybetmeleri ticari açıdan Dünya güç dengesinin sarsılmasına ve yön değiştirmesine neden olmuştur.
- Avrupada sanayinin büyük bir hızla gelişmesi savaş teknolojisinin de hızla gelişmesine neden olmuş, savaşlarda ateşli silahlar önem kazanmış, sipahilerin savaş gücü de sarsılmıştır.
- Osmanlı Devleti, gerileme döneminin ekonomik, siyasal ve sosyal sıkıntılar içinde toprak düzenini ıslah etmeyince yada yeni bir toprak sistemi kuramayınca, tımar sistemini ilga etmiştir (Tekir, 1988; 65-69).
Görüldüğü üzere tımar sisteminin bozulmasında birçok faktör etkili olmuştur. 17. asırda yaşayan Kaçibey tımar sisteminin bozulmasını kendi ismini taşıyan risalesinde şöyle açıklamıştır
"Zeamet ve tımar isteyenler bir günde yüzbin akçe tımara hak sahibi oldular. Boşalan tımar ve zeametIer de eski kanunlara aykırı olarak İstanbul tarafından verilmeğe başlandı. 1leri gelenler ve vükela, boşalan yerleri adamlarına ve akrabalarına verip, islam memleketlerinde olan tımar ve zeametin seçmelerini şer-i şerife ve yüksek kanuna aykırı olarak kimini 'paşmaklık yaparak, kiminin padişah has'ına katarak, kimini mülk, olarak, kimini vakıf olarak, kimini vücudu sıhhate olan kimselere emeklilik olarak verip, bütün zeamet ve tımar ileri gelenlerin yemliği oldu.
Koçibey risalesinde belirtildiği gibi tımar sistemi rüşvetle bozulmağa başlamıştır. öte yandan gelirlerin iltizam usulü ile toplanması da mültezimlerin köylüye zulüm ve baskı yapmasına neden olmuş bu da toprağın ekilmemesine ve toprağın terk edilmesine neden olmuştur.

B - Ekonomik Kapitülasyonlar
Genel olarak politikacılarımız ve bazı tarihçilerimiz 19.yüzyılın 2. yarısından bu yana Osmanlı ekonomisinde görülen döküntüyü eski padişahların ve bu arada Fatih Sultan Mehmet'e veya Kanuni Sultan Süleyman'ın Cenevizli, Venedikli ve Fransızlara "bahş" ettikleri veya İstanbul alınınca yeniledikleri ekonomik kapitülasyonlara bağlarlar. Bu görüş yanlıştır. Bu ve onlardan sonra devletin güçlü bulunduğu dönemlerde kapitülasyonları "bahş" etmekteki amaç ticaretin gelişmesini ve o yoldan yurdun zenginleşmesiyle devlet gelirlerinin artmasını sağlamaktı ve bu yön sağlanıyordu. Zamanla Osmanlı Devleti'nin gücünün azalması yüzünden kapitülasyonlar sonucu kurulu düzen yanlız durmakla kalmamış, ekonomik bak:ımdan da verilen ek kapitülasyonlar yıkıcı bir etki meydana getirmeye başlamıştır. Bu sonuç Fatih ve Kanuni'den kalma kapitülasyonlar olmasalardı da yine ortaya çıkacaktı, çünkü OSMANLI Devleti'nin başında bulunanlar, kısa bir süre için de olsa, . M.Ali Paşa'nın elinden varlıklarını ve hele hanedanın tahtını kurtarmak için herşeye razı olacak bir anlayış içindeydiler. Dolayısıyla ekonomik güçsüzlüğümüzde Fatih'lere, Kanunilere suç yüklemek yersizdir. Suçlu olan 19.yüzyıl olaylarını yönetemeyen ve onlarla baş edemeyen zamanın büyükleridir (Bayur, 1989; 41-42)Kapitülasyonların Osmanlı ekonomisinde çöküntüye sebep olmasının tarihi seyrini kısaca özetledikten sonra şimdi de etkilerini inceleyelim.
1- İç Gümrük Vergilerinin Kaldırılması: Kapitülasyonlarla, ilk olarak yabancı tüccarların mallarını iç pazarlara sürmesini güçleştiren iç gümrük duvarlarının yok edilmesi gerekiyordu. Gümrük. fiyatlan yükseltiyor ve sürümü azaltıyordu. Avrupa ülkeleri sanayinin gelişmesini sağlamak ve malların sürümünü kolaylaştırmak için Osmanlı Devleti'nin zayıf olduğu bir dönemde gümrük vergilerini kaldırttılar.
2- Küçük Sanatların / Zenaatın Çöküşü: İç gümrüklerin kaldırılışıyla iç pazarlar Avrupa mallarıyla doldu. Piyasaya giren bu malların çokluğu birçok malın satılamamasına ve fiyatların çok ucuzlaması sonucunu doğurdu. Öte yandan kültür erozyonu nedeniyle ülkede yaşantı ve ihtiyaçların değişmesi gözlendi. Bu ihtiyaçları iç piyasa karşılayamadığı için, Avrupadan birçok mal ithal edildi. Bu mallar yerli mallar ile müthiş bir rekabete girdi ve küçük sanatlar yavaş yavaş sönmeye başladı. Ayrıca yabancı tüccarlar ülke içindeki hammaddeleri ihraç ettiklerinden esnaf ve zenaatkar işleyecek mal bulamayacak hale geldiler.
3- Lonca ve Gediklerin Çöküşü: Loncalar ve gedikler, Osmanlı Devleti'nin organize ekonomi döneminin sağlam esnaf kuruluşlarıydı. Kapitülasyonların doğrudan veya dolaylı etkileri ile '.YU kuruluşlar da zaman içinde ortadan kalktı.
4 - Dış Ticarette Değişmeler: 19.yüzyılın ortalarına kadar Osmanlı Devleti'nin doğrudan veya transit ihracaatı ithalatının çok üzerindeydi. 1850 de bunlar birbirine denkti. 1878-1913 yıllan arsındaki ithalat ve ihracatın değer bakımından karşılaştırıldığında Osmanlı dış ticareti açık vermiştir. Bu açıklar borçlanma ile kapatılmağa çalışılmıştır.
5 - Vergilere Olan etkiler Devletin ihtiyaçları artıyor, buna karşılık gelir yükselmiyordu. Ülkede bulunan yabancıların hiç bir vergi yükümlülükleri olmadığı için bunlara ait vergi kaynaklarından yararlanılamıyordu.Yabancılara vergi koyma girişimleri de Avrupa devletlerinin baskısı sonucu gerçekleşmemişti.Tüketim vergileri ve gümrük vergileri geliştirilemediği için doğrudan vergiler devletin önemli gelirlerinden birini oluşturuyordu. 1836 tarihli Osmanlı bütçesinin vergi gelirleri bölümünde vasıtalı vergilerin tutarı, vasıtasız vergilerin tutarının % 50-60 kadarıdır.
Osmanlı Devleti, gelirini vasıta vergiler veya gümrük vergileri ile arttıramıyordu. Durum böyle olunca, devlet gelirlerinin arttırılması için sürekli olarak vasıtasız vergiler yükseltilmeğe çalışılıyordu. Ama yabancılar hiç bir vergi ödemiyordu. Dolayısıyla, vergi yükü tüm ağırlığı ile millete yüklenmiş oluyordu. Vasıtasız vergilerin ağır yükünü daha çok çiftçiler, vasıtalı vergilerin yükünü de genellikle kent halkı çekiyordu. Devletin giderleri süratli olarak yükselirken, gelirler aynı oranda artmıyordu, Sonuç olarak, kapitülasyonlar, devleti serbest bir maliye politikası izleyemez duruma düşürmüştü. Osmanlı Devletinin vermiş olduğu kapitülasyon hakları ve imtiyazlarla ekonomi alanında bütün Avrupa'nın sömürdüğü bir ülke haline geldiği ortaya çıkmaktadır (Nebioğlu, 1986; 34-35).

C- Askeri Harcamalardaki Artışlar
Askeri birliklere üç ayda bir ödenmesi gereken "mevacipler"(aylık ödemeler) hazinenin en önemli gider kalemiydi. Devletin beslemek zorunda olduğu kapıkulu ocakları, ulufeli kale neferleri ile bazı eyaletlerdeki yerli neferlerine yapılan harcamalar toplam bütçe harcamalarının yandan fazlasını oluşturuyor, bazen üçte ikisini buluyordu.
Mevacip (ulufe) ödemelerindeki gecikmeler bunalımlara sebep oluyor ve ayaklanmalara neden olabiliyordu.
Öte yandan şartların zorlama ile ordu mevcudu sabit tutulamıyor ve mevcudu, çeşitli baskılarla arttırılıyordu. Kalabalık bir orduya sahip Osmanlı Devleti kaybedilen topraklar ve gelirlerine rağmen bu orduyu' beslemek zorunda kalıyordu.
Padişah değişikliklerinde ödenen "cülüs bahşişleri" de büyük sıkıntı yaratıyordu. Cülüs bahşişleri yaklaşık ek bir yıllık ulüfe tutarını buluyordu. B u giderleri karşılamak için ise bazı ek vergiler tahsil ediliyordu.
Mevaciplerin ve cülüs bahşişlerinin hazine üzerindeki baskısı gerek merkezde gerek sınır boylarında birçok bunalımın nedeni olmuştur. Bunun için çeşitli tedbirler alınmış ancak gerek asker sayısında gerek mevaiplerde sürekli ve önemli tasarruflar sağlanamamıştır.
Öte yandan savaş yıllarının barış yıllarından uzun olması sebebiyle devamlı ek giderler ortaya çıkmıştır. Barış yıllarında dahi açık veren Osmanlı bütçesi devamlı açık veriyor ve savaş giderlerini, normal hazine gelirleriyle karşılama imkanı olmadığından ek vergiler, iç hazine desteğini, iç borçlanma vs. ile karşılanma zorunluluğu doğuyordu.
Savaş şartlan mevacip alan askeri kesimlerde bir şişmeye yol açarken geçim imkanlarının daralması halkı devlet kapısında bir kadro edinmeğe veya devlet hizmetinde ise ikinci bir kadro peşinde koşmasına yol açıyordu. Askeri kesimin vergi dışı tutulmuş olması reayanın yeniçeri olma özlemini arttırıyordu.
Şehirlere ve kasabalara imtiyazlı bir kesim olarak yerleşen Yeniçeri ve Atlı-Bölük süvarisi; vergi mültezimi, tahsildar ve asayiş işlerinden sorumlu olarak, Anadolu'da hakim bir duruma gelmişti. Bu hal ise klasik devlet yönetimini değiştirmeğe yetmişti. Öyle ki, kapı-kulunun imtiyazlarından faydalanmak maksadı ile yerli Türk-Müslüman halktan
Bir çoklan, türlü yollarla Yeniçeri sıfatı takınmışlardı (Yücel, ı 988; XIII). Bir yolunu bulup yeniçeri olanları ayıklamak devlet için mesele oluyordu. Divan görevlileri, medreseler, kadılıklar, evkaf mukataaları, gümrükler büyük bir gizli işsiz kitlesi barındırarak kanuni cari harcamaları kabartıyordu (Tabakoğlu, 1985; 205-213).

D - Mali Sistemin Düzensizliği
Tanzimat devrine gelinceye kadar, devletin muntazam bir vergi sistemi yoktu. Gülhane Hattı Hümayunu ile kamu maliyesinin vergi ve bütçe ile ilgili konularına ait önemli yenilikler getirildi. Verginin adalet prensibine uygun olarak, mükelleflerin ödeme gücü ile orantılı bir şekilde alınması esası kabul olunmuştu. İktidar, itidal ve kesinlik prensipleri konulmuş ayrıca iltizam usulleri kaldırılmış, mali teşkilat genişleterek memurlar vasıtasıyla vergilerin tahsili esası konulmuştur.

Bütün mali işlerin yürütülmesi defterdarların sorumluluğuna bırakıldı, bir kısım mahalli vergilerin de belediye vilayet meclislerince alınması esası getirildi. Bütün bu yenilikler Fransa'da uygulanan sistemden yararlanarak yapan M.Reşit paşa, sürekli çabalara rağmen, uygulamada beklenilen başarıyı sağlayamamıştır (Sayar, 1977; 184-185). Esasen, Abdülmecit dönemi devlet adamları böyle bir düzenlemeyi gerçekleştirebilecek bilgi ve yeteneğe sahip değillerdi. Keyfi vergi tarih ve tahhakk.uk edilmesi gibi uygulamaların dışında, sistemi düzeltmeye yönelik önemli değişiklikler gerçekleştirilememişti (Tekir, ı 987; ı 3).
1859 yılında dördü Türk, üçü yabancı olan yedi üyeli bir Islahatı Maliye Komisyonu teşkil edilmiştir. Ancak memleketin mali ve ekonomik durumu hakkında aranılan bilgilerin hemen hiç birinin temin edilememesi dolayısıyla komisyonun çalışmaları güçlükle karşılaşmıştır. Buna rağmen, dairelerde toplanan ve araştırılıp belgelendirilmesine imkan bulunmayan rakam ve bilgilere dayanılarak 1863-1864 yılında ilk bütçenin yapılması sağlanabilmiştir (Feyzioğlu, 1984; 26).
Bundan sonra uygulanmaya gidilen mali merkeziyetçilik de tam manasıyla başarıya ulaşabilmiş değildir.

E- Maliye Teşkilatının Bozukluğu
Tanzimat sonrası düzenlemelerde, Osmanlı Maliye Nazın (Bakanı), hükümetin yüksek bir icra memuru durumuna getirilmiş olup, padişahın ve sadrazamın emirlerini yerine getirmekten başka yetkileri olmayan bir devlet adamı konumunda idi. Diğer teşkilatlarla irtibatı son derece zayıf olan Maliye Bakanlığına, bakanlıklar ve diğer kamu kuruluşları kendilerine ayrılan tahsisatın harcama şekli 'hakkında hesap verme ihtiyacını hissetmiyorlardı. Hatta bakanlıkların ve kamu kuruluşlarının Maliye Bakanlığına danışmaksızın Hazine tahvillerini bile çıkardıkları ve özel gelirleri diledikleri gibi sarfettikleri olurdu (Tekir, 1987; 12).

F - Enflasyon ve Kağıt Para Rejimi
1580 yılında İtibaren Amerika'da ucuz ve bol gümüş, Osmanlı Devletine akmağa başlamış ye tüm Levant pazarlarını istila etmişti. Bu hal ise Osmanlı Devleti'nde; İspanya'da olduğu gibi, enflasyon olgusunu meydana getirmiş ve devletin ekonomik-mali hayatını olduğu gibi tabakaları, müesseseleri de alt üst eden etkiler meydana getirmiştir. Çünkü akçe değerini süratle kaybetmiş ve fiyatlar birden bire yükselmiştir. Enflasyonun ortaya çıkardığı her türlü anormal durum, yani paranın değerinin düşmesi, kalp (kötü) paranın çoğalması, spekülasyon, faiz hadlerinin yükselmesi, akçeye dayanan tüm Osmanlı maliyesini ve buna bağlı olarak da iktisadi hayatı içinden çıkılmaz problemlerle karşı karşıya getirmiştir (Yücel, 1988; XI)
Osmanlı paralarında esas para birimi dördü bir dirhem olan akçe ismindeki gümüş para idi. Kıymetli akçeden de az olmak üzere Halep, Diyarbakır ve Erzurum da 16.yy'ın ikinci yansında (989 H:1581M) İran savaşları dolayısıyla sekizi bir akçe olmak üzere pul kesilmesine müsaade edilmişti Akçenin de ayarı bozuldukça altınlar ona göre ayarlanırdı (Uzun çarşılı, 1988; 691).
Enflasyon nedeniyle paranın değerinin düşmesi Osmanlı toplumunun bir çok müesese ve tabakalarını sarsmış bundan da en çok etkilenenler dirlik ve ulufe sahipleri olmuştu.
 
Geri
Top