Osmanlıcada ''C''ile başlayan kelimelerin anlamları

arz-ı hal

şşşşştttttttt
Özel üye
C
Arabî ayların kısaltmalarında Cemaziyel Evvel ayının kısaltılmış hali.

f. Yer. Mekân. Mevki.
CA'AB
Bileyci.
CAADET
Kıvırcıklık.
CAADET
Etli, semiz ve kıllı kişi. * Su kenarında biter bir ot. * Bir kabile adı.
CA'AM
Tama' etmek.
CAAR
Sırtlan.
CA'B
Kazmak. * Atmak.
CABE
Bir cevap.
CA'BE
Ok torbası, sadak.
CABECA
f. Yer yer. Ara sıra. Yerden yere. Bazı yerlerde.
CA'BER(E)
(C.: Ceâbir) Kısa boylu kimse.
CABET
Cevap vermek.
CÂBİ
(Cibâyet. den) Eskiden Evkaf gelirlerini ve zekâtları toplayan tahsildar.
CÂBİR
Cebredici, zorla yaptıran.* Galib gelen. * Şefkatsiz, merhametsiz. * Tekebbür ve taazzüm eden. * Aziz ve kavi olan. * Tıb: Kırıkçı, çıkıkçı. * Cebir ilminin ilk kurucusu olan müslüman âlimi.
CÂBİR-ÜL-ENSARÎ
Câbir Bin Abdullah El-Ensarî (R.A.) da denir. Meşhur sahabelerdendir. Bizzat Resul-i Ekrem'den (A.S.M.) ilim ve feyiz almış ve zamanında Medine-i Münevvere'nin müftüsü olmuştur. En çok hadis rivayetiyle meşhur olan altı sahabeden biridir. 1540 hadis rivayet etmiştir. 19 gazada hazır bulunmuştur. Hicri 73 tarihinde 94 yaşında Medine-i Münevvere'de vefât etmiştir. Akabe biatinde bulunan 70 Ensar'dan Medine'de en son vefat eden bu zattır.
CABİYE
(C.: Cevâbi) Cemaat. * İçinde su toplanan büyük havuz. * Şam diyarında bir şehir adı.
CABLUS
f. Dalkavukluk, yaltaklanma. * Dalkavukluk eden, yaltaklanan.
CABLUSÎ
f. Dalkavukluk, yaltaklanıcılık.
CA'CA'
(C.: Ceâci) Taşsız yer. * Zindan.
CA'CAA
Değirmen sesi. * İsteklerde zorluk vermek. * Devenin çökermesi. * Çökmüş deveyi kaldırmak.
CA'CERE
(C.: Ceâcir) Hamurdan çeşitli şekiller yapıp, pekmez içinde pişirip yerler.
CADD
(Câdde) Ciddi, çalışkan, azimli.CA'D : Kıvırcık saç, şa're.
CADDE
Geniş, işlek, büyük yol. Anayol. şah-rah.
CADDE-İ KÜBRA
Büyük cadde. * Mc: En selâmetli yol. Kur'an yolu. Sahabe ve Peygamber vârisi olan büyük zatların, müçtehidlerin yolu.
CADI
Avrupa'da putperestlik çağından beri gelen bir inanca göre, şeytanın gücünü kullanarak büyü yolu ile insanlara kötülük eden, felâketler getiren kadın. Bu bâtıl inanç yüzünden birçok yaşlı masum kadın, cadı diye Hristiyanların kurduğu Engizisyon mahkemeleri kararıyla yakılmıştır.
CADİ
(C. Cüdât) Sâil, dilenci.
CADİ
f. Safran.
CADİB(E)
Kusur görücü. Başkalarının noksan taraflarını gören.
CADİL
Gürbüz, kuvvetli, kavi, metin.
CADİS(E)
Viran, harap, yıkık. * Çorak, kurak, işlenmemiş, ekilmemiş toprak, gelir getirmeyen boş arazi.
CADU
f. Büyücü, cadı. * Hortlak, gulyabani. * Acuze, çirkin kocakarı. * Çok güzel söz.
CADU-FENN
f. Büyücü, sihirbaz.
CADU-GER
f. Büyücü, sihirbaz.
CADU-SUHEN
f. Sihirlercesine söz söyleyen.CA'F : Atmak, yere vurmak.
CAFCAF
f. Ahlâksız, iffetsiz kadın.CA'FER : Küçük akarsu, çay.CA'FERÎ : Şiilerden İmam-ı Ca'fer-i Sâdık Hazretlerine bağlı olduklarını iddia edenler.Bütün mânâsıyla İslâmiyet'e bağlı olup şeriatın emirlerine göre amel eden ve Âl-i Beyt'in büyük bir dinî şahsiyeti olan İmam-ı Ca'fer-i Sâdık Hazretlerine bağlılık iddiasının doğru olması için, o zat gibi olmağa ve Hz. Muhammed'in (A.S.M.) sünnetlerini yaşamağa gayret göstermek lâzımdır.
CA'FER-İ SÂDIK
(Bak: İmam-ı Cafer-i Sâdık)CA'FERİYYE : Caferî tarikatı.
CAFÎ
Cefa eden, eziyet veren.
CAFİL
Yürürken çabuk olan kimse.
CAFÛN
Karpuz.
CAGER
f. Kuş kursağı.
CAH
(Câhe) f. Makam, mansıb. Kadr, itibar.
CAHAN
Yediği fayda etmeyip geç büyüyen çocuk.
CAHAR
Kuyunun içinin geniş olması.
CAHB
(C.: Echibe) Ebücehil karpuzu. * Korkudan dolayı kederli olmak.
CAHCAH
(C.: Cehâcih) Ulu, şerif kişi.
CAHCAHA
Gönlünde olan sırrını gizlemek. * Çağırmak. * Su sesi.
CAHD
Bile bile inkâr etme.
CAHDEL
Semiz.
CAHDEM
(C.: Cehâdim) Ekin tarlası.
CAHDER
Kısa boylu.
CAHD-I MUTLAK, CAHD-I MÜSTAĞRAK
Arab gramerinde menfî olan iki geniş zaman sigası. Muzari fiillerinin başına (Lem; $ ) ve (Len $) getirilerek olur.
CAHF
Övünme, fahr. * şeref.
CAHF
Tekebbürlenmek, kibirlenmek, gururlanmak.
CAHFEL
Dudakları kalın olan kimse. * Asker. * Zenginlik.
CAHFELE
(C.: Cehâfil) At dudağı.
CAHH
Ayakları uzun, yeşil çekirge.* Adamın beli bükülüp eğilmek.
CÂHIZ
Asıl ismi Amr İbn-ül Bahr olan ve gözünün hadekası çıkık olduğu için bu isimle anılan büyük bir Arab edibi. * Patlak gözlü adam.
CAHÎ
(Cahiye) Aşikar, aleni, açık, meydanda ve herkesin gözleri önünde olan.
CAHİD
Bildiği halde inkâr eden. Ayak direyen.
CAHİD
Mânen, kavlen, kalemen ve maddeten cihad eden. Mücâhid olan. Din düşmanı ile elinden geldiği kadar mânen, kavlen, kalemen ve maddeten cenkeden, vuruşan. Mümkün olduğu kadar gayretle çalışan. Kur'an ve İman hakikatlarının neşrinde çalışmak suretiyle mücahede eden.
CAHİF
Uykusunda dişini öttürmek. * Çok fazla hafiflik üzerine olmak. * Nefis, ruh. * İnsanın karnından çıkan ses. * Kısa. * Çok asker.
CAHİF
Kişinin kendi yanında olan şeylerin çokluğundan fahirlenmesi.
CAHİL
Tecrübesiz. Bilgisiz. Genç. Toy. * Allah'ı unutmuş olan. Gafil. (Dünya ve kâinatta Allah'ın bunca eserleri sergilenip dururken bunların sanatkârını ve yaratıcısını tanımamak cahilliğin en akılsızcasıdır.)
CAHİLANE
f. Câhillikle, câhilce, câhil kimseye yakışır şekilde.
CAHİLE
(C.: Cevâhil) Değirmen çarkı.
CAHİL-İ ANÛD
İnatçı cahil.
CAHİLİYYET
Cahilliğe âit. * İslâmiyet'ten önceki câhiliye devrine âit. Cahiliyet sadece İslâmiyet öncesine ait değildir. Bu gün "tabiatçılık, maddecilik" gibi çeşitli adlarla eski puta tapıcılık daha da yobazlaşarak devam ediyor. Allah'ı inkâr ederken tabiatı ve maddeyi onun yerine koyarak kendilerine yeni putlar dikiyor ve kendi yaptıkları bu putlara kendileri tapıyor. (Bak: Yobaz.)
CAHİM
Şiddetli ve kat kat birbiri üzerine yanan ateş. Çukur yerde yanan ateş. * Cehennem'in bir tabakası.
CAHİM
Çok sıcak yer.
CAHİMÎ
Cehennem gibi.
CAHİYEN
Aşikâr olarak, alenen.
CAHİZ
Cesur, cesaretli, yiğit.
CAHL
Çekirge gibi bir büyük arı. * Büyük kırba. * Ters yuvarlayan bir böcek.
CAHMA'
Gözleri büyük ve çok kırmızı olan kadın.
CAHME
Nazar değdiren göz. * Kat kat ve şiddetli yanan ateş.
CAHMERİŞ
(C.: Cehâmir) Çok yaşlı kadın. * Eşek sıpası.
CAHRE
Şiddet ve kıtlık yılı. * Yemek.
CAHREME
Darlık. * Kötü ahlâk.
CAHSUK
f. Orak.
CAHŞ
(C.: Cihaş-Cuhşâ) Eşek sıpası. * Kolan eşeğinin erkeği.
CAHŞE
Eşek sıpasının dişisi. * Çobanın eline dolayıp eğerdiği ip.
CAHÛD
(Cahd. dan) İsrarla inkâr eden. Muannidce, isnat edilen bir sözü kabul etmeyen. * Yahudi.
CAHÛF
Mağrur, kibirli, kendini beğenmiş.
CAHZEM
Gözleri büyük olan kimse.
CAİBE
(C.: Cevâib) Halkın ağzında gezen haber.
CAİL
Cevelân eden. Yerinde durmayıp hareket eden.
CAİL
Yapan, bir şey veren, kılan. * Yaratıcı. (Bak: Ca'l)
CAİR
Mâni, engel. * Eğri. * Çok, kesîr. * Eziyet eden. Cevreden. Zulmeden.
CAİZ
Mümkün, olur, olabilir. * Fık: Yapılması sahih ve mübah olan herhangi bir fiil veya akit.
CAİZE
(Cevaz. dan) (C.: Cevaiz) Azık, yol yiyeceği. * Hediye, armağan, bahşiş. * Edb: Eskiden takdim olunan medhiyeli bir şiire veya bir san'at eserine karşılık olarak verilen para, hediye ve bahşişler.
CAKA
(Argo) Gösteriş, çalım. Caka, mal mülk, giyim, kuşam, yahut hareket davranış yoluyla olabilir. İslâm'da gösterişin her şekli haram ve günahtır. Bugün bazı kimseler ve aileler gösteriş belâsı yüzünden maddî sıkıntılara düşmekte, israfa sürüklenmektedir. İşledikleri günahın cezasını bu dünyada da çekiyorlar.
CA'L
Yaratmak, halk. * Almak. * İş işlemek. Yapmak. * Bu kelime Kur'ân-ı Kerim'de onüç vecihle kullanılmıştır:1- Tafak ve ahz (inşâ ve ikbal) mânasına; bir işi işlemeğe müteveccih olup başlamak ve işler olmak.2- Halketmek, yaratmak.3- Kavl ve irsal.4- Tehiyye ve tesviye (tanzim ve düzeltme).5- Takdir.6- Tebdil.7- Bir şeyi bir şeye dâhil etmek.8- Bir şeyi kalbe ilka ve İlhâm eylemek.9- İtikat.10- Tesmiye.11- Bir şeyi diğer bir şeyden icad ve tekvin.12- Bir şeyi bir sıfat ve hâletten diğer bir sıfat ve hâlete döndürmek, kılmak, tasyir.13- Bir nesne üzerine hükmeylemek gerek hak ve gerek bâtıl olsun - vaz'eylemek bir hususu bir kimse ile bir vecih üzere şartlaşmak ve azv ve nisbet eylemek ve hükm-ü şer'i. (L.R.)
CAL'
(Câli') Terbiyesiz. Kötü konuşan.
CÂL
Akıl. * Rey. * Kuyu duvarı.
CAL(İ)
f. Tuzak, ağ. * Misvak ağacı.
CALE
f. Nehrin bir kenarından diğer kenarına geçebilmek için ağaçtan, sazdan veya şişirilmiş tulumlardan yapılan sal.
CA'LE
(C.: Cüul) Küçük hurma ağacı.
CALİ'
Açık-saçık kadın. Hayasız kadın. * Utanmaz, utanması kıt olan adam.
CA'LÎ
Uydurma, samimi olmayan, sahte, düzme ve taklid.
CALİB
Çekici. Celbedici. Kendi tarafına çekip getirici olan.
CÂLİB-İ DİKKAT
Dikkat çeken.
CÂLİB-İ MERHAMET
Merhamet çeken.
CALİF
Deri soyan, kabuk soyan.
CALİFE
Deri ile eti birlikte koparan yara.
CALİNOS
(Kalinos) yun. İlk devirlerde yaşamış olan bir Yunan Filozofunun adı.
CALİS
(C.: Cüllâs) Oturan, oturucu, cülûs eden. Tahta çıkan.
CA'LİYYAT
Yapmacık hareketler, sahte, düzme hâller.
CA'LİYYET
Yapmacık (olmak.)
CALİZ
f. Sebze bahçesi, bostan. Kavun karpuz tarlası.
CALÛT
(Bak: Yûşâ A.S.)
CAM
f. Cam, şişe, bardak, sırça.
CA'MA
Yaşlı deve.
CAME
f. Evde giyilen bol elbise. Elbise, çamaşır. Sevb, libas.
CAMEDAR
f. Elbiseyi muhafaza eden kimse. * Vestiyer.
CAME-DUZ
Terzi, elbise diken.
CAME-GÎ
f. Hâdim ve hizmetçilere verilen ücret ve elbise parası. * Tüfek fitili. * Elbiselik kumaş.* Hizmetkâr, hademe, hâdim.
CAMEHAB
f. Yatak.
CAME-İ FENA
Kefen.
CAME-İ HASSA
Tar: Osmanlı padişahlarının verdikleri elbiselik kumaşlar.
CAME-İ HAYAT
Hayat elbisesi, ömür.
CAME-İ ÎDÎ
Bahar çiçekleri. Kırmızı renkli elbise. * Bayram elbisesi.
CAME-İ NEVRUZÎ
Rengârenk elbise. * Bahar geldiğinde açan çeşitli çiçekler.
CAMEKÂN
f. Elbise soyunulacak yer. * Camlık.
CAMEŞUY
(C.: Câmeşuyân) f. Çamaşırcı, çamaşır yıkayan.
CAMGER
f. Cam yapan sanatkâr, camcı ustası.
CAMGÛL
f. Külhanbeyi.
CAMHANE
f. Cam fabrikası.
CAM-I GEVHERÎ
Billur kadeh.
CAM-I MEMLÛ
Dolu kadeh.
CAM-I SEHER
Güneş, şems.
CAM-I SİM
Sevgilinin çenesi.
CAM-I TEHÎ
Boş kadeh.
CAM-I ZERRİN
f. Altın kadeh. * Tas: Allah âşıkının kalbi. * Bir kasaba adı. * Bir şarab adı.
CAMİ
İslâm mâbedi. İbadet yeri olan bina. * Cem'edici, toplayıcı, içine alan. * Cem'etmiş, toplamış bulunan, hâvi ve muhit olan. * Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâm bütün evvel ve âhir güzel isim ve ahlâkı kendisinde cem'ettiğinden dolayı ona verilen bir isimdir. * Ehl-i Hadis ıstılahınca da; Buhâri Hadis kitabları gibi, babların sekizini birden cem' eden büyük hadis kitablarına da Câmi denir veya Sünen ismi verilir.
CAMÎ
(Molla Camî) Hi: 817-898 Büyük bir İslâm müellifidir. Asıl adı: Abdurrahman'dır. Yüze yakın eser vermiştir.
CAMİA
Topluluk. Birlik. Kütle. * Dâr-ül fünûn.
CAMİD
(Câmide) Ruhsuz, sert, katı madde. Cansız.
CAMİH
Başı sert hayvan.
CAMİ-İ EMEVÎ
şam şehrinde büyük bir câmidir.
CAMİ-İ KEBİR
Büyük cami.
CAMİ-İ KUR'AN
Kur'an-ı Kerim'i toplayan mânâsında olup, Halife Hz. Osman (R.A.) kasdedilir.
 
CAMİİYYET
Câmi'lik, toplayıcılık. * Çok şeylerle alâkalılık. * Pek ziyâde mânâları ve şeyleri hâvi olmak.(Evet hayatın öyle bir câmiiyyeti var; âdeta umum kâinata tecelli eden ekser Esmâ-i Hüsnâ'yı kendinde gösteren bir câmi âyine-i ehadiyyettir. Bir cisme hayat girdiği vakit, küçük bir âlem hükmüne getirir; âdetâ kâinat şeceresinin bir nevi fihristesini taşıyan bir nevi çekirdeği hükmüne geçiyor. Nasılki bir çekirdek, onun ağacını yapabilen bir kudretin eseri olabilir; öyle de en küçük bir zihayatı halkeden, elbette umum kâinatın Hâlikıdır. L.)
CAMİL
Çobanla olan deve sürüsü.
CAMİS
Cansız, camid. * Letâfeti gitmiş olan elbise.
CAMİT
Eski ve Ortaçağlarda Giresun ile Samsun arasında kalan dağlık mıntıkaya verilen ad. Osmanlılar zamanında bu kelime Canik olarak kullanılmıştır.
CAMİ-ÜL EZHER
Mısır'daki en büyük üniversitenin adı.
CAMİ-ÜL HURUF
Kitap te'lif eden, müellif, yazar.
CAMİ-ÜL KELİM
Vecize. Kısa olup çok mânaya gelen söz.
CAMİ-ÜL MEHASİN
Güzel vasıfları huyları kendinde toplamış bulunan.
CAMUS
Su sığırı. Manda. Kömüş.
CA'MUS
(C.: Ceâmis) Pis, necis.
CAN
f. Yaşayış. Diride olan kudret, kuvvet. Hayat cevheri. Madde ilimleri, maddenin; hayat ilimleri (biyolojik ilimler) hayatın ne olduğunu açıklıyamamışlardır. Aslında bunların konusu da madde, hayat ve ruhun kendisi değil, bunların tezahürleri yani olay haline gelen tesirleridir. Deney ilimlerinin vazifesi bu olaylar arasındaki ilişkinin değişmeyen tarafını bulmaktır. Bunun ötesinde ilmin söyleyeceği bir sözü yoktur. Buna rağmen bazı kendini bilmez cahiller, ilim adını kötüye kullanarak ilmin sustuğu yerde kendileri konuşuyor ve hayat ve ruhu madde ile açıklamaya kalkışıyorlar. Oysa maddenin de ne olduğunu biliyor değildirler. Biz müslümanlar madde gibi hayat ve ruhun da Allah'ın kudretinin eserleri olduğunu biliyor, birini diğerinin yerine koymuyoruz. Allah görünen ve görünmeyen âlemler yaratmıştır. Onun kudretinin ve yaratmasının sınırı yoktur. Madde, yarattıklarının sadece bir çeşitidir. Varlığı maddeden ibaret sanmak aklı gözüne inmiş olan akılsızların batıl bir inancıdır. * Mc: Sevgili, dost.
CANA
f. Ey sevgili! Ey can!
CAN-AFERİN
f. Yaratıcı.
CANAN
f. Sevgili, güzel, sâhib-i cemâl. * Canlar, ruhlar.
CANAVAR
f. Can alıcı, kahredici. * Vahşi, yırtıcı hayvan. Kurt.
CAN-AVER
Zihayat, canlı, yaşayan. Hayatdar. * Domuz, canavar, hınzır. * Zararlı hayvan.
CAN-AZAR
f. Can yakan, can inciten, eziyet veren. Acı çektiren.
CAN-BAHŞ
f. Hayat bağışlayan, can veren. Sevgili. Cenâb-ı Hak. Allah.
CANBAZ
(C.: Canbazan) Can ile oynayan, canını tehlikeye koyan, canbaz. * Hayvan alış-verişi ile uğraşan kimse. * Aldatan, hilekâr, hile yapan. * Eskiden atlı fedai asker.
CANBELEB
Ölecek halde, canı dudakta.
CANDADE
f. Bir şeye candan bağlanmış. Can vermiş, candan bağlanan.
CANDANE
f. Tepe ile alın arasındaki yer, bıngıldak. Beyin.
CANDAR
f. Diri, canlı, zihayat, ziruh. * Silâhlı kimse. * Muhafız, koruyucu, emniyet memuru. * Yol yiyeceği, azık.
CANE
f. Silah.
CAN-EFŞAN
f. Bir dâvâ uğrunda canını veren, canını feda eden.
CAN-FERSA
f. Can dayanamıyacak derecede.
CANFEZA
Gönüle ferahlık veren, can artıran. * Ayın 23. gününe verilen ad.CAN-GÂH $_ : f. Can evi. * Can azaltıcı.
CAN-GEZA
f. Ruh sıkıcı, can sıkıcı. Tehlikeli olan, öldürücü.
CAN-GÎR
f. Can sıkıcı, ruh sıkıcı.
CAN-GÜZAR
f. Cana dokunan, candan geçer olan.
CANHIRAŞ
f. Dayanamıyacak derecede acı ve keder veren.
CANİ
Cinayet işlemiş olan. Birisini öldürmüş veya yaralamış bulunan. Caniler nasıl haksız yere insanı öldürüyorlar ve onların hayatlarına son veriyorlarsa; kâfirler, inkârcılar, dinsizler de birer cani sayılırlar. Çünkü Allah'ın eserleri olan canlı ve cansız varlıklar onun sonsuz kudretini, ilmini, iradesini, rahmetini ilân edip dururlarken inkârcılar bunları tesadüfün, maddenin, tabiatın ve sebeplerin eseri sayıyor ve mânasız, gayesiz şeylermiş gibi göstererek onları mânen öldürüyor, sayısız cinayetler işliyorlar. Demek ki inkârcıların bu cinayetlerinin hesabını verecekleri bir mahkeme var ve olacaktır. (Bak: Ceza)
CANÎ
f. Candan sevilen.
CANİB
f.Yan, yön. Cihet, taraf. Yüksek taraf.
CANİBEYN
İki taraf, iki cânib, iki yan.
CANİH(A)
(Cünha. dan) Suç işlemiş, mücrim, cinayet işleyen.
CANİHA
Bir tarafa meyleden veya bir cenahı tutan. * Göğüs altındaki iyeği.
CANİŞİN
Birinin yerine geçen, birinin yerine vekâlet eden. Vekil.
CANKURTARAN
t. Ölüm tehlikesinde olanları kurtarmak için kullanılan vasıta. * Hasta ve yaralıları hastahaneye taşıyan otomobil. Ambulans.
CANN
Ateşten mahlûk cinlerin babası olan. * Bir beyaz yılan cinsi. * Cin taifesi. İnsanlardan evvel yaratılan bir nevi mahlûklar, cinler. (Bak: Cinn)
CAN-NİSAR
f. Canını harcayan, canını fedâ eden.
CANPERVER
f. Kalbi ferahlandıran. Ruha hoş gelen.
CANRÜBA
f. Gönül alan, gönül kapan dilber.
CANSİPER
(Cansupâr): f. Canını feda eden.
CANSİPERANE
f. Canını feda edercesine.
CAN-SİTAN
f. Can çıkarıcı, ruh alıcı. İnsana bela olan. Güzel.
CANSUZ
f. Can yakıcı, yürek tutuşturan.
CANŞİKÂF
f. Can yaralayıcı, can yırtıcı.
CANŞİKÂR
f. Öldürücü. * Mc: Can avlayan veya öldüren. Sevgili, mahbub.
CAN-ŞİKEN
f. Azrâil (A.S.)
CAR
Faydasız bağırıp çağırmayı ve gevezeliği ifade eder ve ekseriya mükerrer kullanılır.
CA'R
Yırtıcı kuşların pisliği.
CÂR
Çeken, sürükleyen. * Komşu. * Medet eden, yardımcı. * Müşteri.
CÂR
Kadınların, elbisenin üstünde örtündükleri çarşaf. (Bak: Çarşaf)
CÂR-I ZİL KURBÂ
Yakın komşu.
CARİ
Akan, akıcı. * Geçmekte olan. * İnsanlar arasında mer'i ve muteber ve mütedavil olan.
CARİF
Yıkıp harap etmek.
CARİH
Yaralayan. Yara açan. * Cerheden, çürüten. * Avcı hayvan.
CARİHA
(Müe.) Yaralayan. * Kol, ayak gibi her bir vücud azâsı.
CARİM
Cürüm ve kabahat sahibi. Suçlu. * Ailesinin maişetini kazanan. * Kesen. * Hurma toplayan.
CARİN
Aşınmış ve eskimiş bez.* Belirsiz yol. * Yılan yavrusu.
CARİS
Yaygaracı, geveze, terbiyesiz, güldürücü. Çala çaldıran.
CARİYE
Geçer olan, akıcı olan. Seyreden giden. * Güneş, şems. * Gemi. * Cenab-ı Hakk'ın in'âm eylediği rızık ve nimet. * Genç ve iyi hizmet eden kadın. Muharebede İslâm düşmanlarından esir edilen kadın hizmetçi.
CARR
Çeken, çekici. Sürükleyici. * Harf-ı cer.
CARRE
Komşu kadını. * Yularından çekilen deve.
CARŞEB
f. Çarşaf, cilbab.
CARÛ(B)
f. Süpürge.
CÂRÛB-ZEN
f. Süpürücü, çöpçü.
CARUD
Nasrani rüesasından olup Şam'ın da reislerindendi. Kitablarında Hz. Peygamber'in (A.S.M.) vasıflarını görüp imân edenlerdendir. Asr-ı Saâdetten önce yaşamıştır.
CARÛR
Sel arkı.
CARÛRE
Kapı ökçesinin yeri.
CÂR-ÜL CÜNÜB
Yabancı kimse. Akrabadan olmayan.
CA'S
Pis, necis.
CASELİK
Katolik. Başpiskopos, başpapaz, büyük papaz, patrik.
CASİM
Şam diyarında bir köyün adı.
CASİR
(Cesaret. den) Cesaret eden, cesur, cesaretli.
CASİYE
Diz çökmüş.* Topluluk, cemaat. * Yığın, taş yığını.
CÂSİYE SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 45. sûresi olup Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur. Şeriat, Dehir Suresi de denir.
CASLİK
(Cesâlik) Nasrâniler hakîmi. * Çokluk, kesret.
CASS
Alçı taşı. * Kireç.
CASSAS
Sıvacı, kireççi.
CAST
f. Üzüm teknesi. Üzümün sıkıldığı yer.
CASÛM
Korkulu rü'ya, kâbus.
CASUS
(C.: Cevâsis) Hafiye. Gizli sırları haber veren. Kendi asıl şahsiyetini gizleyip, kendini iyi şahsiyet şeklinde göstererek ve gizli yollarla bir devletin askeri, siyasi ve mâli durumlarına dair haberleri başka bir devlet menfaatına olarak toplayıp bildiren kimse.
CASUS
Karpuz.
CA'SÛS
(C.: Ceâsis) Kötü huylu, kısa boylu.
CAŞİRİYYE
Kuşluk vakti yenen yemek. Kuşluk yemeği.
CAUB
Kısa adam.
CA'V
Deve ve koyun tersini toplamak.
CAVERS
Buğdaylar arasında biten bir cins sarı darı.
CÂVİD
(Câvidân, câvidâne, câvidânî) f. Sermedî, sonu olmayan, sonsuz, dâimî, lâyemut.
CÂVİDÂNE
f. Câvidân, ebedi, sonsuza âit, sonsuza müteallik.
CÂY
f. Yer, makam, mevki.
CAY-BAŞ
f. İkâmet yeri, oda, ev. Yurt, mekân, mesken.
CAY-GÂH
f. Mevki, makam, rütbe. * Yer, mekân.
CAY-GİR
f. Yerleşen, yer tutan, yerleşmiş.
CÂY-I DİKKAT
Dikkat edilecek nokta. Dikkat edilecek yer veya şey.
CÂY-I HAYRET
Hayret edilecek yer veya şey.
CÂY-I KARAR
Dinlenme, durma yeri.
CÂY-I MÜLÂHAZA
Düşünülecek nokta, düşünülecek yer.
CAYİ'
(C.: Ciya') Aç, acıkmış; aç olan.
CÂ-Yİ BEHİŞTÎ
Cennet gibi yer.
CÂ-Yİ İŞTİBAH
Tereddüt edilecek nokta.
CÂ-Yİ MÜLAHAZA
Düşünülecek nokta. Mülahaza edilecek mes'ele.
CÂ-Yİ PENAH
Sığınılacak yer.
CÂ-Yİ RAHAT
Rahat edilecek yer.
CAYİD
Cömert, sahi.
CAYÎFE
Karın içine geçmiş olan yara.
CAYİHA
Şiddet. * Kıtlık. * Yemişe gelen âfet.
CAYİR
Cevir ve cefâ eden. Eziyet veren.
CAYMAK
t. Vazgeçmek. Sözünden dönmek.
CAY-MEND
f. Yerinden kalkmayan, üşenen, tenbel. Rahatını bozmayan.
CAY-NİŞİN
f. Yer tutan. Birinin yerine geçen.
CA'Z
Yoğun, kalın nesne.
CA'ZERÎ
Kısa boylu, galiz, sitemkâr kimse.
CAZGIR
Yağlı güreşlerde pehlivanları seyircilere takdim edip dualarını okuyarak onları meydana çıkaran kimse.
CAZİ
Ayaklarını dikip parmakları üzerine oturan kişi.
CAZİ'
Üzüm çardağının üzerinde enine konulan, üzerine de üzüm çubukları serilen ağaç.
CAZİB
Çekici, cazibeli. * Hoş görünüşlü olup dikkati çeken.
CAZİBE
Çekme kuvveti. * Mc: Letafet zamanı. Hüsn-ü cemal.(Hareket harareti, hararet kuvveti, kuvvet câzibeyi tevlid eder gibi bir âdet-i İlâhiyye, bir kanun-u Rabbanidir. Mek.)
CAZİBE KANUNU
Madde âleminde geçerli olan Cenab-ı Hakk'ın tekvini bir kanunudur. Bu kanuna göre iki madde birbirini aralarındaki mesafe ile ters orantılı; kütle ve miktarlarıyla orantılı olarak çeker.
CAZİBEDAR
f. Çekici, câzibeli.
CAZİM
Kat'i karar veren. * Gr: Cezmedici, cezmeden. Arabça bir kelimenin başına gelen bazı harfler o kelimenin sonunu sâkin okutur, o harfe de "câzim" denir. Meselâ "Lem yezuk" aslında (Yezuku) idi. Başına "lem" harfi geldiğinden " Yezuk" diye sâkin okundu.)
CAZİYE
Doğurduktan sonra sütü azalmaya başlayan hayvan.
CAZÛ
f. Cadı. Büyücü, sihirbaz.
CAZZ
Semiz,iri gövdeli adam.
 
CE'B
Kesbetmek, elde etmek, kazanmak. * Yaban eşeğinin büyüğü. * Kırmızı toprak boya. * Göbek.
CEB'
(C.: Cebeât) Kızıl mantar.* (C.: Ecbu) Nakir dedikleri ağzı dar kap ki, içine su koyarlar. * Tehir etmek, sonraya bırakmak.
CEBABİRE
Cebrediciler. Mütekebbirler. Zâlimler.
CEBAE
Üstünde birşey düzeltilen ağaç.
CEBAN
Korkak, ürkek.
CEBANET
Korkaklık, ürkeklik. Korkulmayacak şeylerden bile korkmak. (Bak: Sırat-ı müstakim)
CEBB
Bir kimsenin zekerini ve hayasını kesip hadım etmek. * Devenin hörgücünü kesmek.* Kökünden kesmek.
CEBBAN
(C.: Cebâbin) Peynirci.
CEBBAN(E)
Sahrâ. Bayram namazını kılacak yer. * Mezarlık.
CEBBAR
(Sıfat-ı İlahiyedendir) İstediğini mutlak yapan, dilediğine muktedir olan. Büyüklük, azamet ve kudret sahibi. İmar eden Cenab-ı Hak. Kullarını ıslah edip tevbeye götüren Allah Teâlâ Hz.leri (C.C.) * Zâlim, gaddar, müstebid, mütemerrid insanlar da bu sıfatla tavsif edilir. Meselâ; Cengiz, cebbar ve gaddar bir devlet adamı idi. * Koz: Gökyüzünün cenubunda bulunan bir yıldız kümesi.
CEBBARANE
Cebbarcasına. Cebbar olana yakışacak tarzda.
CEBBARÎ
Cebbara mensub, cebbarlık, cebredicilik. Cebbarlık eden.
CEBCEB
Çok hasta deve yavrusu.
CEBE
Zincir veya halkadan örme zırh. Cevşen.
CEBE'
Kuyu içinden çıkan toprak ki, etrafına öbek öbek dökerler.
CEBECİ
f. Eski Osmanlı İmparatorluğunun ordusunun zırhlı sınıfına mensub nefer.
CEBEL
Dağ, yüksek tepe. * Mc: Bir kavmin meşhuru ve büyüğü, âlim ve fâzıl kimse.
CEBEL-İ ARAFAT
Arafat Dağı.
CEBELİSTAN
f. Dağlık, dağlık yer.
CEBEL-ÜN NUR
Mekke dağlarından, Hira veya Hırra veya Harra Dağı. Peygamberimize (A.S.M.) ilk vahyin geldiği dağ.
CEBE-PÛŞ
f. Zırh giyen.
CEBER (CEBERİYE)
(Ceberiyyun) Cüz'i iradeyi inkâr eden bir fırka-i dalle. Hak yolundan çıkmış, dalâlete düşmüş bir fırka. Bunların zıdları da Mu'tezile'dir.
CEBERUT
Azametin daha dâimîsi ve bâtınîsi. Büyüklük. Hâkimlik. Kudret, celadet. Fart-ı kibir ve azamet.
CEBHA'
Büyük alınlı kadın.
CEBHANE
f. Barut, kurşun, gülle, top, tüfek ve benzerleri gibi levazımat-ı harbiye ve bunların bulunduğu yer.
CEBHE
Yüz, ön taraf. Harp sahası. Muharebe edilen yer. * Alın. * Bir binanın veya o cinsten bir şeyin ön tarafı. * Gökteki ayın menzillerinden birisinin ismi olup arslan suretinin cephesidir, dört yıldız arslan alnına benzetilmiştir. * Bir kavmin ve cemaatin seyyidi.
CEBHE-SÂ
Yüz süren.
CEBİN
(Cebân) Korkak. Cesaretsiz. * Alın.
CEBİN-SÂ(Y)
f. Alın sürücü, alın süren.
CEBİR
Zabtetmek. Zor. Kuvvet. * Bir şeyi ıslah ve tamir etmek, düzeltmek. * Bâtıl bir fırka. * Mat: Harflerle yapılan hesab. * Tıb: Fevkalâde ameliyat, kırık kemiği sarıp bütünlemek. Kırık veya çıkık uzva sarılan tahtalar.
CEBİRE
f. Halkın bir işe hazırlık yapması.
CEBİRE
Çıkık veya kırık olan bir uzva sarılan tahtalar.
CEBL
İhtira, ibda. Yoktan yaratma.
CEBRAİL
(Cebril, Cibril) Cenab-ı Hakk'ın emirlerini Peygamberlere (A.S.) bildiren büyük melek. Peygamberimiz Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) Kur'ân-ı Azimüşşân'ı vahiyle getiren melek (A.S.).
CEBRE
Kemik sarmakta kullanılan ağaç. * Tahta parçaları.
CEBREN
Zorla. Cebir ve kuvvet istimali ile. Kuvvet kullanarak.
CEBRÎ
Zorla icra olunan, rızası olmadan zorla yaptırılan. * Cebriye fırkasından olan.
CEBR-İ MÂFAT
Kaybedilen bir şeyin yerine başka bir şey bularak, onunla avunma.
CEBR-İ NOKSÂN
Noksanı tamamlama, eksiği ikmâl etme.
CEBRİYE
Cüz'i irâdeyi inkâr edenlerin bâtıl mezhebi.
CEBUB
Sağlam yer. Muhkem. * Yeryüzü. * Katı ve galiz yer.
CEBZ
Çekmek, cezb.
CE'CEE
Geri durdurmak. * Deveyi suya çağırmak. * Eşek boncuğu denilen bir boncuk.
CED'
Burun, kulak, el kesmek. * Hapsetmek.
CEDA
Bol yağmur, rahmet. * Hediye, ihsan. İn'âm. * Avantaj, kazanç.
CED'A
Kestikten sonra geri kalan nesne. * Hapsetmek.
CEDA'
Kıtlık ve şiddet senesi.
CEDALE(T)
Yer. Arz. Dünya. * Hurma koruğu, ham hurma.
CEDAVİ
f. Hizmetçi aylığı.
CEDAVİL
(Cedvel. C.) Cedveller. * Su yolları. * Listeler.
CEDAYE
Geyik.
CEDB
Kısırlık. * Kusur.
CEDCED
Pek düz yer.
CEDD
Babanın babası veya ananın babası. * Büyüklük, azimlik. * Kat'edip geçmek. * Tâli'li olmak. * Kesmek.
CEDDA'
Küçük memeli kadın. * Susuz çöl.
CEDDAT
(Cedde. C.) Nineler. Büyük anneler, anneanneler, babaanneler.
CEDDE
(C.: Ceddât) Büyük vâlide. Annâne, nine. * Yeni olmak.
CEDDE-İ FÂSİDE
Ananın anası, anneanne.
CEDDE-İ SAHİHA
Babanın anası, babaanne.
CEDD-İ EMCED
En büyük cedd. En yaşlı, en büyük baba.
CEDED
Yassı, düz yer.
CEDEF
(C.: Ecdâf) Makbere, kabir, mezar. * Yemen diyarından gelir bir otun adı. (Bir kimse bu otu yese su içmeye muhtaç olmaz.)
CEDEL
Konuşmada kavga etme. Niza. Hakkı bulmak için olmayıp, galib görünmek için çekişme. (Diyalektik) * Man: Meşhur veya müsellem mukaddemelerden terekküb eden kıyastır.
CEDEL-GÂH
f. Çekişme yeri. * Mc: Dünya.
CEDELÎ
Tartışmaya, münakaşaya ait. Münakaşacı. Tartışmacı.
CEDEME
(C.: Cüdem) Yaramaz dişi koyun. * Kısa boylu erkek.
CEDERÎ
Vücutta çıkan çiçek hastalığı.
CEDES
Kabir, mezar.
CEDGARE
f. Reyler, tedbirler, çeşit çeşit yol.
CEDH
Bir şeyi başka bir şeyle karıştırmak. * Sütü su ile karıştırmak.
CEDİ
Güneş medarının oniki burcundan birisi. Oğlak burcu. (Güneşin cenuba doğru inişinin en aşağı derecesini bildirir.) * Keçinin erkek yavrusu, erkek oğlak.
CEDİB
Kıtlık olan yer.
CEDİD
Yeni, kullanılmamış.
CEDİDAN
Gece ile gündüz. * Yenilenen iki şey. Yenilenenler.
CEDİL
Devenin boynuna taktıkları ip.
CEDİLE
Kabile. * Nâhiye. * Kuş kafesi.
CEDİR
Lâyık, münasib, uygun. * Nihâyet, son. * Etrafı duvarlı yer.
CEDİYYE
(C.: Cedâyâ) Gövdeye yapışan kan.
CEDL
Yaratmak, halk. * Kuvvet. * Sağlam bükmek. * Azâ, organ, uzuv.
CEDR
(Cidr) Duvar. Hâil, perde, zar. * Bir ot adı.
CEDÛD
(C.: Cedâyid-Cüdüd) Sütü çekilmiş koyun.
CEDVA
Bol yağmur, rahmet. * Armağan hediye.
CEDVAR
Nebâtattan zerâvende benzer bir ottur ve mâcun yapılır.
CEDVEL
Liste. * Su kanalı. Kanal. * Doğru, düz çizgiler çizmeğe mahsus âlet.
CEDY
(C.: Cidâ-Ecd) Oğlak. * Burç adı.
CEDYE
(C. Cedâyât) Eyer altına konulan keçe.
CEEY
Su içmesi için deveyi çağırmak.
CE'F
Düşmek.
CEF'
Kenara çerçöp atmak. * Zâyi ve bâtıl olmak. * Koparmak. * Bir kabı eğip içindekini dökmek.
CEFA
Eziyet. Sıkıntı. Zulüm. * Bir şey yerinde durmayıp bir tarafa ayrılmak.
CEFA ENDER CEFA
Cefa içinde cefa. Azab içinde azab veya ayrılık.
CEFA-DİDE
f. Cefa çekmiş, cefa görmüş.
CEFAF
Kuru olma, kuruma.
CEFAKAR
f. Eziyet eden, cefa eden. * Halk arasında: Eziyet çeken, cefa çekmiş mânalarında da kullanılır.
CEFA-KEŞ
f. Eziyete dayanan, cefa çeken, acıya katlanan.
CEFALE
İnsan topluluğu.
CEFA-PİŞE
f. Gaddar, cebbar, zâlim. * Sevgili, mâşuk, sevilen.
CEFASET
Hazımsızlık ıztırabı, sindirim zorluğu.
CEFCAF
f. Hayâsız, ahlâksız kadın.
CEFCEF
Yüce, yüksek yer. * Katı yel.
CEFF
Kurumak.
CEFFAH
Mütekebbir kimse, gururlu kişi.
CEFFAR
(Cefr. den) Cifirci. Cifir yapan kimse.
CEFFE
Kalabalık, kütle. * Kalabalığın verdiği uğultu.
CEFFE-L KALEM
Düşünmeksizin, birden, hemen. * Kalemin yazısı kurumuş, silinmez. * Kat'i olan şey.
CEFFET
Cemaat, topluluk, çok adet.
CEFH
Fahirlenmek, mütekebbirlenmek, gururlanmak, kibirlenmek.
CEFİF
Kuru, kurumuş.
CEFİR
Ok koyulan kap, mahfaza.
CEFL
Yağmuru yağmış bulut.
CEFLA
Umumi ziyafet.
CEFN
Göz kapağı. * Asma çubuğu. * Bıçak ve kılıç kını.
CEFNAK
Gözleri büyük, rengi sarıya yakın bir kuşun adı.
CEFNE
(C.: Cifân) Su kabı, tekne, teşt. Büyük çanak.
CEFR
Dört aylık keçi oğlağı. * Geniş ve örülmemiş kuyu. (Bak: Cifr)
CEFV
Kaba muâmele.
 
CEFVE
Cefa, azar.
CEFVET
Nezaketsizlik, kabalık, saygısızlık.
CEHABİZE
Hakikatlerden, gerçeklerden haberi olanlar.
CEHAD
Nimet az olmak. * Ot uzamayıp kalmak. * Su az olmak.
CEHAD
Sağlam, katı yer.
CEHADET
Tezlik, acelecilik.
CEHALET
Bilmezlik, nâdanlık, ilimden ve her nevi müsbet mâlûmatdan habersiz olma. Cahillik.
CEHAM
Yağmur vermeyen bulut.
CEHAMET (CÜHUMET)
Yüz pörtümek, donuk yüzlü olmak.
CEHAN
f. Cihân, dünya, küre-i arz, arz. * Sıçrayan, fırlayan, acele ve çabuk hareket eden.
CEHARET
Sesin yüksek olması. Ses yüksekliği.
CEHBEZ
(C.: Cehâbize) Basiretli, ileri görüşlü kimse.
CEHCEHE
Çağırmak. * Irak etmek, uzaklaştırmak.
CEHD
Fazla çalışma. Güç ve kuvvetini sarfetme. İnsanın nefsine hâkim olması. * Azim, gayret, fedakârlık.* Takat.
CEHELE
(Cahil. C.) Câhiller. İlimden mahrum olanlar. Bilmeyenler. Nâdanlar.
CEHEMİYYE
Cebriye'den Cehm bin Safvan mezhebi üzere "Cennet ve Cehennem fânidir, iman mârifettir ve ikrar değildir" diyen bir tâife.
CEHENDE
f. Fırlıyan, sıçrayan. * Sıçramış, fırlamış.
CEHENDE-GÎ
f. Fırlayış, sıçrayış.
CEHENNEM
Allah yerine, tabiat, madde, sebepler vb. yaratılmış şeyleri ilâh kabul eden; Allah'a kul olacaklarına, arzularına ve heveslerine, başka insanlara ve mahlukata kul olanların işledikleri cürüm ve suçtan dolayı İlâhi adaletle ceza görecekleri yer. Cehennem'in varlığını bütün geçmiş peygamberler ve onların yolundan giden bütün âlimler ve evliyalar kesin bir bilgi olarak bildirmişlerdir. Esasen Allah'ın adaleti cehennemi gerektirir. Ezenlerle ezilenler, haklılarla haksızlar, zâlimlerle mazlumlar, iyilerle kötüler, inananlarla inanmıyanlar, Allah'a kul olanlarla kula kul olanlar eşit olamaz. Allah'ın adaleti iyilere mükâfat, kötülere cezayı gerektirir. İnkarcılar hayatı mânasız bulmakla, ölümü de kendilerini ve bütün sevdiklerini yok eden ebedî bir idam saymakla daha hayatta iken cehennemin müjdecisi olan ruh bunalımını yaşıyorlar. İçki, kumar, zevk, eğlence, sefahet onları ruh bunalımından kurtaramıyor. Çağımız insanının huzursuzluğu ve mutsuzluğu, inançsızlıktan kaynaklanıyor. Onların bu halleri, inançsızlığın cezasının Cehennem olacağını gösteriyor.Cehennem'in yedi tabakasının isimleri: Sair, Sakar, Cahim, Hutame, Lâzı, Hâviye, Derk-i esfel.(Cehennem, azab yeri olan ateşin ism-i alemidir ve müennestir. Arabca "cehnam" kelimesinden me'huz, bu da cehm'den müştaktır. Cehm, galiz ve müstekreh olmak; cehnam, dibi görünmez derin kuyu demektir. E.T.)(Cehennem nerededir?Elcevap: $Cehennemin yeri, bâzı rivâyatla "Tahtel-Arz" denilmiştir. Başka yerlerde beyan ettiğimiz gibi Küre-i Arz, hareket-i seneviyesiyle ileride mecma-ı haşir olacak bir meydanın etrafında bir daire çiziyor. Cehennem ise, Arzın o medar-ı senevisi altındadır demektir. Görünmemeleri ve hissedilmemeleri, perdeli ve nursuz ateş olduğu içindir. Küre-i Arzın seyahat ettiği mesafe-i azimede pek çok mahlukat var ki, nursuz oldukları için görünmezler. Kamer, nuru çekildikçe vücudunu kaybettiği gibi, nursuz çok küreler, mahluklar gözümüzün önünde olup göremiyoruz.Cehennem ikidir. Biri suğra, biri kübrâdır. İleride suğra, kübrâya inkılâb edeceği ve çekirdeği hükmünde olduğu gibi, ileride ondan bir menzil olur. Cehennem-i Suğrâ, yerin altında, yâni merkezindedir. Kürenin altı, merkezidir. İlm-i Tabakat-ül-Arz'ca malûmdur ki: Ekseriya her otuzüç metre hafriyatta, bir derece-i hararet tezayüd eder. Demek merkeze kadar nısf-ı kutr-u arz, altı bin küsur kilometre olduğundan, ikiyüz bin derece-i harareti câmi; yâni ikiyüz def'a ateş-i dünyeviden şedit ve rivayet-i hadise muvâfık bir ateş bulunuyor. Şu Cehennem-i Suğrâ, Cehennem-i Kübrâya ait çok vezaifi, dünyada ve Alem-i Berzah'da görmüş ve ehâdislerle işaret edilmiştir. Âlem-i Âhirette, Küre-i Arz nasılki sekenesini medar-ı senevisindeki meydân-ı haşre döker; öyle de: İçindeki Cehennem-i Suğrâ'yı dahi Cehennem-i Kübrâ'ya emr-i İlâhi ile teslim eder. Ehl-i İtizâl'in bâzı imamları; "Cehennem sonradan halkedilecektir" demeleri, hâl-i hâzırda tamamiyle inbisat etmediğinden ve sekenelerine tam münasip bir tarzda inkişaf etmediğinden galattır ve gabavettir. Hem perde-i gayb içindeki âlem-i âhirete ait menzilleri dünya gözümüzle görmek ve göstermek için, ya kâinatı küçültüp iki vilâyet derecesine getirmeli, veyahut gözümüzü büyütüp yıldızlar gibi gözlerimiz olmalı ki yerlerini görüp tâyin edelim. $ Âhiret âlemi'ne ait menziller, bu dünyevi gözümüzle görülmez. Fakat bâzı rivâyâtın işaretiyle âhiretteki Cehennem bu dünyamızla münasebetdardır. Yazın şiddet-i hararetine $ denilmiştir. Demek bu dünyevi küçücük ve sönük akıl gözüyle o büyük Cehennem görülmez. Fakat İsm-i Hakim'in nuriyle bakabiliriz. Şöyle ki: Arzın medâr-ı senevisi altında bulunan Cehennem-i Kübrâ, yerin merkezindeki Cehennem-i Suğrâyı güya tevkil ederek bâzı vazaifini gördürmüş. Kadir-i Zülcelâl'in mülkü pek çok geniştir, hikmet-i İlâhiye nereyi göstermiş ise Cehennem-i Kübrâ oraya yerleşir. Evet, bir Kadir-i Zülcelâl ve emr-i Künfeyekün'e mâlik bir Hâkim-i Zülkemal gözümüzün önünde kemâl-i hikmet ve intizam ile Kamer'i Arz'a bağlamış; azamet-i kudret ve intizam ile Arzı Güneş'e rabtetmiş ve Güneş'i seyyârâtiyle beraber arzın sür'at-i seneviyesine yakın bir sür'at ile ve haşmet-i rububiyetiyle, bir ihtimale göre Şems-üş Şümûs tarafına bir hareket vermiş ve donanma elektrik lâmbaları gibi yıldızları, saltanat-ı rububiyetine nurani şâhidler yapmış; onunla saltanat-ı rububiyetini ve azamet-i kudretini göstermiş bir Zât-ı Zülcelâl'in kemâl-i hikmetinden ve azamet-i kudretinden ve saltanat-ı rububiyetinden uzak değildir ki Cehennem-i Kübrâ'yı elektrik lâmbalarının fabrikasının kazanı hükmüne getirip âhirete bakan semânın yıldızlarını onunla iş'al etsin; hararet ve kuvvet versin. Yâni, âlem-i nur olan Cennet'ten yıldızlara nur verip, Cehennem'den nar ve hararet göndersin. Aynı halde o Cehennem'in bir kısmını ehl-i azâba mesken ve mahbes yapsın. Hem bir Fâtır-ı Hakim ki: Dağ gibi koca bir ağacı, tırnak gibi bir çekirdekte saklar. Elbette o Zât-ı Zülcelâl'in kudret ve hikmetinden uzak değildir ki, Küre-i Arz'ın kalbindeki Cehennem-i Suğrâ çekirdeğinde Cehennem-i Kübrâ'yı saklasın.Elhasıl: Cennet ve Cehennem, şecere-i hilkatten ebed tarafına uzanıp eğilerek giden bir dalın iki meyvesidir. Meyvenin yeri ise, dalın müntehasındadır. Hem şu silsile-i kâinatın iki neticesidir. Neticelerin mahalleri, silsilenin iki tarafındadır. Süflisi, sakili aşağı tarafında; nuranisi, ulvisi yukarı tarafındadır. Hem şu seyl-i şuunatın ve mahsûlat-ı mâneviye-i arziyenin iki mahzenidir. Mahzenin mekânı ise, mahsûlâtın nev'ine göre, fenası altında, iyisi üstündedir. Hem ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcudat-ı seyyalenin iki havzıdır. Havzın yeri ise, seylin durduğu ve tecemmu' ettiği yerdedir. Yâni habisâtı ve muzahrefâtı esfelde, tayyibâtı ve sâfiyâtı âlâdadır. Hem lütuf ve kahrın, rahmet ve azametin iki tecelligâhıdır. Tecelligâhın yeri ise, heryerde olabilir. Rahmân-ı Zülcemâl ve Kahhâr-ı Zülcelâl nerede isterse tecelligâhını açar.Amma Cennet ve Cehennem'in vücudları ise, Onuncu ve Yirmisekizinci ve Yirmidokuzuncu Sözlerde gayet kat'i bir surette isbat edilmiştir. Şurada yalnız bu kadar deriz ki: Meyvenin vücudu dal kadar ve neticenin silsile kadar ve mahzenin mahsulât kadar ve havzın ırmak kadar ve tecelligâhın, rahmet ve kahrın vücudları kadar kat'i ve yakîndir. M.)
CEHENNEM-İ SUĞRÂ
Küçük cehennem.
CEHENNEM-NÜMUN
f. Cehennem gibi çok azab verici.
CEHER
Gündüzleyin bir şeyi görememek. (O kimseye "echer" derler)
CEHİR
(Cehr. den) (C.: Cüherâ) Yüksek sesle, bağırarak ve açık olarak söylenen. * Güzel, dikkate değer.
CEHİR-ÜS SAVT
Çok ve kuvvetli ses.
CEHİŞ
Halktan uzak olan.
CEHİZ
Karnından çocuk düşüren.
CEHL
Câhillik, bilmemezlik, ilimden mahrum olmaklık, nâdanlık, tecrübesizlik, gençlik.
CEHL-İ BASİT
Bilmediğini bilmek sûretiyle olan câhillik.
CEHL-İ MÜREKKEB
Bilmemekle beraber, bilmediğini de bilmemek.
CEHLİSTAN
f. Cehâlet âlemi. Cahilliğin olduğu yer.
CEHR
Görünmek, zâhir olmak. * Açıktan ve yüksek sesle olan söylemek veya okumak. * Tecvid'de: Harf hareke ile okunduğu zaman, mahreçte aralık kalmıyarak nefesin akmayıp, küllisi veya ekserisi hapsolmuş bir şekilde sesin çıkmasına denir.
CEHRE
Açıkta ve belli olan şeyler. * Pamuk ve ipek sarılan masura.
CEHREN
Açıktan, alenen.
CEHRET
Görünmek, zahir olmak.
CEHRETEN
Aşikâr sûrette, aleni bir şekilde, açıktan açığa.
CEHRÎ
Aleni ve yüksek sesle vâki olan şey.
CEHŞ (CÜHÜŞ)
Medet edişmek. Başka kimseye sığınıp arkalanmak.
CEHÛD
Cıfıt, yahudi.
CEHÛF
Kuyudan suyu alıp yukarı çekmeye mahsus kova.
CEHÛL
Pek çok câhil. (İnsan hayvanların aksine olarak hayata lâzım her şeye karşı câhildir. Her şeyi öğrenmeğe mecburdur. Hadsiz eşyaya muhtaç olduğu için sigayı mübalâğâ ile cehûldur. M.)
CEHÛLÂNE
Pek câhilcesine.
CEHÛŞ
Oğlan, sabi.
CEHVA'
Açık.
CEHVE
İnsanın dübür yeri.
CEHVERE
Zâhir olmak, görünmek.
CEHYER
Dişi ayı.
CEHZAM
Başı büyük, yuvarlak yüzlü kişi. * Esed, arslan.
CELÂ
Parlak, ruşen. Zâhir, açık.
CELÂ'
Gurbete düşmek, memleketinden ayrı olmak. Şehrinden ve meskeninden çıkmak. * Başkalarını çıkarmak. * Açık haber. * Ruşen olmak, parlamak.
CELAB
f. Salkım küpe.
CEL'AB
Medine yakınında bir dağ. * Gözü çok iyi görmek.
CEL'ABE
Çok kuvvetli dişi deve.
CELABİB
(Cilbâb. C.) Kadının bütün vücudunu örten ve dıştan giyilip bol olan çarşaf nevi. Yaşmaklar. Baş ve yüz örtüleri, ferâceler. (Bak: Tesettür)
CELACİL
(Cülcül. C.) Küçük çanlar, ufak çıngıraklar.
CEL'AD
Yoğun gövdeli şişman, kaba kimse.
CELADET
Yiğitlik. Bahadırlık. Kuvvet ve şiddetlilik. Muhkemlik. Salâbet, metânet.
CELAFET
Kabalık, yontulmamışlık.
CELAH
Başın iki tarafından saçın dökülmesi. * Devenin ağaç yemesi.
CELAHİZ
Kaba, ağır.
CELAİL
(Celile. C.) Celiller, büyük olanlar, yüceler.
CELAL
(Celâlet) Nihâyet derecede büyüklük. Azamet. Hiddetlilik, hışım. * İlm-i Kelâm'da: Cenâb-ı Hakk'ın kahrının ve azametinin tecellisi, Cenâb-ı Hakk'ın nev'deki tecellisi. Cenâb-ı Hak, vahdaniyyetine delil olacak çok şeyler yarattığından veyâ ihâtadan âli ve celil olduğu veya hislerle idrâk edilmekten celil olduğundan Celâl denir.(Arkadaş! Cenâb-ı Hakk'ın sıfât-ı ezeliyye âleminde biri celâlî, diğeri cemâlî iki türlü tecellisi vardır. Celâl ile Cemâlin sıfât-ı ef'âl âleminde tecellisinden; lütuf ve kahr, hüsün ve heybet tezâhür eder. Ef'âl âlemine tecelli edince; tahliye $ ile tahliye $ (tezyin ile tenzih) doğar. Asar ve a'mal âleminden âlem-i âhirete intiba' edince; lütuf, cennet ve nur olarak; kahr da, cehennem ve nâr olarak tecelli eder. Sonra âlem-i zikre inikâs edince; biri hamd, diğeri tesbih olmak üzere iki kısma ayrılır. Sonra âlem-i kelâmda tecelli edince, kelâmın emir ve nehye taksimine sebep olur. Sonra âlem-i irşada intikal edince; irşadı tergib ve terhib, tebşir ve inzâra taksim eder. Sonra vicdana tecelli edince, recâ ve havf husule gelir. Sonra irşâdın iktizâsındandır ki, havf ile recâ arasındaki muvâzene devamla muhafaza edilsin ki, recâ ile doğru yollara sülûk edilsin, havf ile de eğri yollara gidilmesin. Ne Allah'ın (C.C.) rahmetinden me'yus, ne de azabından emin olunsun. İ.İ.)
CELA'LA'
Kirpi.
CELALEDDİN-İ HARZEMŞAH
(Vefâtı M.: 1231) Mengü berdi (Allah verdi) ismi de verilir. Harzemşah soyunun 7nci ve son hükümdarıdır. Tarihte cesaret ve irfanı ile tanınmıştır. O zamanın deccalı olan Cengiz'in kahır ve şiddeti karşısında İrân ve Turân korku ve zillete düştüğünde Celâleddin, Cengiz'in ordularını müteaddit defalar mağlub etmiştir. Kendisine pederinden şehzadelikten başka bir şey kalmadığı halde Harzem'de, Hind'de, Irak'ta, Azerbeycan'da dört devletin meydana gelmesine muvaffak oldu. Küçük küçük kuvvetlerle üç milyon askere sâhib Tatar devletine karşı yirmiden ziyade zafer kazandı. Moğol taarruzlarından birisinde bir dağa çekildiği sırada bir çapulcu taifesi tarafından sırtından hançerlenerek şehid edildi. (R. Aleyh)(Meşhurdur ki: Bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz'in ordusunu müteaddit defa mağlub eden Celaleddin-i Harzemşah harbe giderken vüzerâsı ve etbaı ona demişler: "Sen muzaffer olacaksın; Cenab-ı Hak seni galip edecek." O demiş: "Ben Allah'ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım, Cenab-ı Hakk'ın vazifesine karışmam, muzaffer etmek veya mağlub etmek onun vazifesidir." İşte o zât bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla hârika bir surette çok defa muzaffer olmuştur. M.N.)
 
CELALEDDİN-İ SÜYÛTÎ
(Hi: 849 - 911) Abdurrahman bin Ebu Bekir Muhammed adı ile de anılır. Hadis imamı ve müctehid bir zattır. Mısırlıdır. Süyût şehrinde doğdu. Mısır'da vefat etti. Zamanının büyük İslâm allâmelerindendir. Asıl adı: Ebû Bekir oğlu Abdurrahman'dır. Tefsir, fıkıh, hadis ilmine dair eserleri vardır. Celaleddin Muhammed bin Ahmed Mısrî'nin, İsrâ Sûresine kadar yaptığı (Hi: 864'de vefat edince yarıda bıraktığı) tefsiri tamamlamıştır ve Celaleyn Tefsiri denmiştir.
CELALÎ
Celal ismine dâir. İlâhi ve celale müteallik. Celal adlı kimselerle alâkalı olan. * Hicri XI. Asırdan önce Anadolu'da baş gösteren eşkiyaya verilen ad. * Sultan Celaleddin Melikşah tarafından hazırlanan ve Hicri 471 tarihinde başlayan bir güneş takvimi.
CELALLİ
Çok çabuk kızan kimse.
CELÂ-YI VATAN
Doğduğu yerden ayrılma.
CELAZE
Sazların perdeleri.
CELB
Kendi tarafına çekmek. Çekmek, götürmek.
CELB-İ KULÛB
Kalbleri çekme, kalbleri kazanma.
CELB-İ SURET
Uzakta olan bir şeyin sûretini resmini yanına getirmek.(... Hz. Süleyman (A.S.) taht-ı Belkıs'ı yanına celbetmek için vezirlerinden bir âlim-i ilm-i celb dedi: "Gözünü açıp kapayıncaya kadar sizin yanınızda o tahtı hazır ederim." olan hâdise-i hârikaya delalet eden şu âyet: $İlâahir işaret ediyor ki: Uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sûreten ihzar etmek mümkündür. Hem vakidir ki: Risaletiyle beraber saltanatla müşerref olan Hz. Süleyman (A.S.) hem masumiyetine, hem de adaletine medar olmak için pek geniş olan aktar-ı memleketine bizzat zahmetsiz muttali olmak için ve raiyyetinin ahvâlini görmek ve dertlerini işitmek, bir mu'cize suretinde Cenab-ı Hak ihsan etmiştir. Demek, Cenab-ı Hakk'a itimad edip, Süleyman'ın (A.S.) lisan-ı ismetiyle istediği gibi o da lisan-ı istidadıyla Cenab-ı Hak'dan istese ve kavanin-i adetine ve inayetine tevfik-i hareket etse, ona dünya bir şehir hükmüne geçebilir. Demek, taht-ı Belkıs Yemende iken, Şamda aynıyla veyahut suretiyle hazır olmuştur, görülmüştür. Elbette taht etrafındaki adamların suretleriyle beraber sesleri de işitilmiştir. İşte, uzak mesafede celb-i surete ve savta haşmetli bir sûrette işaret ediyor ve mânen diyor: Ey ehl-i Saltanat! Adalet-i tâmme yapmak isterseniz Süleymanvâri, ruy-i zemini etrafıyla görmeye ve anlamaya çalışınız. Çünki; Bir hakim-i adalet-pişe, bir padişah-ı raiyetperver, aktar-ı memleketine her istediği vakit muttali olmak derecesine çıkmakla mes'uliyet-i mâneviyeden kurtulur veya tam adalet yapabilir. Cenab-ı Hak, şu ayetin lisan-ı remziyle mânen diyor ki: Ey beni-adem! Bir abdime geniş bir mülk ve o geniş mülkünde adalet-i tâmme yapmak için, ahvâl ve vukuat-ı zemine bizzat ıttıla veriyorum. Ve madem herbir insana, fıtraten zemine bir halife olmak kabiliyetini vermişim. Elbette o kabiliyete göre ruy-i zemini görecek ve bakacak, anlayacak istidadını dahi vermesini, hikmetim iktiza ettiğinden vermişim. Şahsen o noktaya yetişmezse de, nev'en yetişebilir. Maddeten erişemezse de, ehl-i velâyet misillû manen erişebilir. Öyle ise, şu azim nimetten istifade edebilirsiniz. Haydi göreyim sizi, vazife-i ubudiyetinizi unutmamak şartıyla öyle çalışınız ki: Ruy-i zemini, her tarafı, herbirinize görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz. S.)
CELBİZ
f. Kement, ilmik. * Gammâz, koğucu, ara bozucu.
CELBNAME
f. Mahkemeye çağırma kağıdı, celb kağıdı.
CELBÛ
f. Nâneye benzer bir ot, sebze.
CELBÛB
f. Sarmaşık (bitkisi.)
CELCA'
Boynuzsuz koyun.
CELCELE
Çan sesi. * Gök gürültüsü. * Depretmek. * Gitmek.
CELCELUTİYE
Peygamberimizin Resul-i Ekremin (A.S.M.) derslerine istinâden, aslı cifir ve ebced hesâbı ile alâkalı olarak Hz. Ali (R.A.) tarafından te'lif edilen Süryânice bir kasidedir. Esas mânası; bedi' demektir.
CELD
Lügat mânası, deri üzerine vurmaktır. * Fık: Muhsen olmayan mükellef zâni veya zâniyenin muayyen uzuvlarına vech-i mahsus üzere değnek veya kamçı ile vurmaktır. Bu ceza, mücrimin cildi yani derisi üzerine tatbik edildiği cihetle "celde" adını almıştır.
CELDA
Sür'at. Çabukluk. * şecaat.
CELDE
Fık: Suç işleyen birisine kamçı veya değnekle bir vuruş.
CELE
Başın ön tarafının saçı dökülmek.
CELEB
f. Fahişe. Orospu. * Çan.
CELEB
Kesilecek hayvanları ve bilhassa koyun sürüsünü celbederek kasaplara satan tacir. * Tar: İstanbul sarayında ilk işe başlamış olan acemi.
CELECE
(C.: Cülec) Kafa, baş.
CELED
Sütü ve yavrusu olmayan büyük deve. * Muhkem yer. * Samanla doldurulup anası önüne koyulan buzağı derisi.
CELEF
Yerden balçık küremek ve gidermek.
CELEM
Koyun kırkmakta kullanılan büyük makasın herbir yüzü.
CELENFEA
Şişman karınlı büyük deve.
CELENZA
Arkası üstüne yatıp ayaklarını kaldıran kişi.
CELESAT
(Celse. C.) Meclisler, celseler.
CELEVAT
(Cilve. C.) Cilveler. Hüsn-ü zuhûrlar.
CELEVLA'
Mekân ismi.
CELH
Doldurmak, dolu olmak.
CELHE
(C.: Cülâhet) Gidermek. Yerinden ayırmak. * Nâhiye.
CELİ
Parlak, açık, âşikâr, meydanda. * Kur'an harfleri ile yazılan bir çeşit yazı.
CELİB
Satmak için bir yerden toplanılan şeyler. * Esir, köle, cariye. Satılık esir.
CELİD
Fazla celâdetli, bahadır. * Rutûbetli, kırağı, çiğ. * Buz.
CELİL
Celâlet ve celâdet sâhibi. Azîm, mertebesi yüksek.
CELİL-ÜŞ-ŞÂN
şan ve şerefi pek büyük.
CELİS
Ekseri bir yerde oturan. Arkadaş. Birlikte oturan.
CELİS
Galiz, kaba nesne. Büyük ve sağlam olan şey.
CELİYYAT
(Celi. C.) Aşikâr, açık, aleni, meydandaki şeyler.
CELL
(C.: Cülûl) Yerden birşey toplamak. * Gemi yelkeni.* Yaşlı olmak. * Kadr ve mertebesi büyük olmak. * Celil, büyük, ulu.
CELLAD
İdama mahkûm olanları idam etmeğe vazifeli olan adam. * Mc: Merhametsiz.
CELLALE
Necaset yiyen sığır.
CELLE
Celil oldu, celil olsun meâlinde ve Celle Celâluhu diye, Allah İsm-i Celali işitildiği veya anıldığı anda, tâzim makamında söylenir.
CELLE
Deve ve koyun tersi. * Az olarak insan pisliğinden kinâye olur.
CELM
Kesmek, kat'etmek. * Ululuk, büyüklük.
CELMED
Kaya. Taş.
CELSE
Bir meclis veya mahkeme hey'etinin toplanmalarından tâtile kadar olan müzakere müddeti. * Bir def'a akd-i meclis etmek. Oturuş, bir def'a oturmak. * Fık: İki secde arasında bir def'a $ diyecek kadar oturmak.
CELSE-İ ALENİYYE
Açık oturum.
CELU
f. Şakacı, lâtifeci kimse. * Kebap şişi.
CELVET
Yerini, yurdunu terketme. * Tas: Abdin fenâfillah olup halvetten ayrılması.
CELVETİYE
Eskiden mevcud bir tarikat ismi.
CELZ
Seyretmek.
CEM
Hükümdar, melik, şah. * Hz.Süleyman'ın (A.S.) nâmı. * İskender'in bir ismi.
CEM'
(C.: Cümu) Hurmanın iyi olmayanı. Farklı şeyleri bir yere getirmek mânasına mastar. * Az olarak cemaat için isim olur. * Toplama. Bir yere getirme, biriktirme. Yığma. * Gr: Arabçada (ve tesniye olmayan dillerde) ikiden çok olan şeylere delâlet eden kelime. (Kitabın başındaki cemi' hakkındaki izahata bakınız) * Tas: Bütün eşyayı Cenab-ı Hak ile görerek kendi havl ve kuvvetinden teberri etmek.
CEMAAT
Topluluk. Bir yere toplanmış insanlar. Takım, bölük. * Fık: Bir imama uyup namaz kılan müslümanların heyeti. Bir mezhebe tâbi bir heyet teşkil eden ahali. * Aralarındaki münasebetleri din, örf ve âdetlere göre tanzim eden, akrabalık, komşuluk, hemşehrilik gibi rabıtalarla birbirine bağlı insan topluluğu.
CEMAAT-I MÜCELLİDÂN-I HÂSSA
Tar: Saraydaki kitabları ciltlemekle vazifeli sanatkârlar.
CEMAAT-İ ÇİLİNGİRÂN-I HÂSSA
Tar: Saraydaki çilingirlik işlerini yapmakla muvazzaf sanatkârlar zümresi.
CEMAAT-İ HADEME-İ EHL-İ HİREF
Tar: Saray işlerini yapmakla vazifelendirilmiş sanatkârlar zümresi.
CEMAD
Cansız ve kurumuş olmak. * Yağmur yağmayan yer. * Sütü olmayan deve. * Donmuş, katı cisim.
CEMADAT
Katı cisimler, cansızlar.
CEMADÎ
f. Ruhu olmayan, cansız madde. Câmid cisim.
CEMAET
Her nesnenin şahsı ve cüssesi.
CEMAHİR
(Cumhur. C.) Cumhuriyetler.
CEMAHİR-İ MÜTTEFİKA
Birbiriyle anlaşmış, ittifak etmiş devletler. Müttefik cumhuriyetler.
CEMAHİR-İ MÜTTEHİDE
Birleşmiş devletler. Müttehid cumhuriyetler.
CEMAL
Yüz güzelliği. Fertteki güzellik. * Cenâb-ı Hakk'ın lütuf ve ihsânı ile tecellisi. * Hak ile söylenen doğru söz. * Hüsün. (... Bir cemal sâhibi, dâima hüsn ü cemalini görmek ve göstermek ister. Bu ise, âhiretin vücudunu ister. Çünkü dâimi bir cemâl, zâil ve muvakkat bir müştaka razı olmaz. Onun da devamını ister. Bu da âhireti ister. M.N.)
CEMAL-İ BÎ-MİSAL
Misâli, benzeri olmayan güzellik. (Bak: Celâl)
CEMALULLAH
Allah'ın cemâli.CEMAM : Rahat olmak. Dinlenip yorgunluğu gidermek. İstirahat etmek.
CEMAMİH (CEMÛH)
Başı sert, yavuz at.
CEM'AN
Bir yere toplamak suretiyle, toplanmış olarak.
CEM'ARE
Galiz, kaba nesne. Yüksek taşlar. * Kabile ismi. * Küçük kuş.
CEMAŞ
Kadın ile oynaşan kişi.
CEMAZİYEL AHİR
Arabi ayların altıncısıdır. (Arabi aylar: Muharrem, Safer, Rabiyy-ül-evvel, Rabiyy-ül-âhir, Cemaziyel-evvel, Cemaziyel-ahir, Receb, şaban, Ramazan, şevval, Zilkade, Zilhicce'dir)
CEMAZİYEL EVVEL
Arabi ayların beşincisidir. * Bir kişinin mazisi, geçmişi.
CEMCEME
Sözü gizli söyleme, harfleri tâne tâne söyleyip açık beyan edememe.
CEMD
Donmak.
CEMDER
f. Bir cins bıçak veya kama.
CEMED
Dondurmak. * Buz, kar.
CEMEDÎ
(Cemed. den) Buz gibi, çok soğuk, bârid.
CEMEL
Erkek deve. İbil.
CEMEL VAK'ASI
Müslümanlar arasında vuku bulan elem verici ilk muharebedir. Peygamber Efendimizin (A.S.M.) Zevcesi Hz. Aişe (R.A.) ile Aşere-i Mübeşşereden Talha ve Zübeyr'in (R.A.) Hz. Ali'ye (R.A.) karşı kıyamlarından doğmuştur. Bu harpte Hz. Aişe ile Talha ve Zübeyr'in maiyetinde otuzbin; ve Hz. Ali'nin refakatinde yirmibin kişi olduğu hâlde karşı karşıya gelinmiş ve muhârebe sonunda her iki taraftan içlerinde sahabeden birçok zatla beraber onbin kişi şehid edilmiştir. Bu muharebede Hz. Talha ve Zübeyr de şehâdete nâil olmuşlardır. Bu muhârebeye Cemel Vak'ası denilmesinin sebebi: Hz. Aişe'nin mahfelini bir deve üzerine koydurarak ve kendisi ve bu mahfelde gayet mestûre bir şekilde oturup harp yerine maiyetindeki sahabelerle beraber gittiği için ve harbin en şiddetlisi bu devenin etrafında meydana geldiği içindir. (Bak: Sahabe)(Hazret-i Ali (R.A.) zamanında başlayan muharebelerin mâhiyeti nedir? Muhariblere ve o harpte ölen ve öldürenlere ne nam verebiliriz?Elcevap: Cemel Vak'ası denilen Hazret-i Ali ile Hazret-i Talha ve Hazret-i Zübeyr ve Aişe-i Sıddıka (Radıyallahü Teâlâ Aleyhim Ecmain) arasında olan muharebe; adâlet-i mahzâ ile, adâlet-i izâfiyenin mücadelesidir. Şöyle ki:Hazret-i Ali, adâlet-i mahzâyı esas edip, Şeyheyn zamanındaki gibi o esas üzerine gitmek için içtihad etmiş. Muârızları ise: Şeyheyn zamanındaki safvet-i İslâmiye adâlet-i mahzâya müsaid idi, fakat mürur-u zamanla İslâmiyetleri zaif muhtelif akvam hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye'ye girdikleri için adâlet-i mahzânın tatbikatı çok müşkil olduğundan, "ehvenüşşerri ihtiyar" denilen adâlet-i nisbiye esası üzerine içtihad ettiler. Münâkaşa-i içtihadiye siyasete girdiği için, muharebeyi intaç etmiştir. Mâdem sırf "Lillâh" için ve İslâmiyet'in menâfii için içtihad edilmiş ve içtihaddan muharebe tevellüd etmiş; elbette hem katil, hem maktûl ikisi de ehl-i Cennettir. İkisi de ehl-i sevaptır diyebiliriz. Her ne kadar Hz. Ali'nin içtihadı musib ve mukabilindekilerin hata ise de, yine azâba müstahak değiller. Çünki: İçtihad eden hakkı bulsa iki sevab var. Bulmazsa, bir nevi ibadet olan içtihad sevabı olarak bir sevab alır. Hatâsından mâzurdur. Bizde gayet meşhur ve sözü hüccet bir zât-ı muhakkik Kürdçe demiş ki: $Yâni: Sahabelerin muharebesinde kıyl ü kal etme. Çünki hem katil ve hem maktûl ikisi de ehl-i Cennettir.Adâlet-i mahzâ ile adâlet-i izafiyenin izâhı şudur ki: $Âyetin mâna-yı işârisiyle; bir masumun hakkı, bütün halk için dahi ibtal edilmez. Bir ferd dahi, umumun selâmeti için fedâ edilmez. Cenâb-ı Hakk'ın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için ibtal edilmez. Bir cemaatin selâmeti için bir ferdin rızâsı bulunmadan hayatı ve hakkı fedâ edilmez. Hamiyet namına rızasıyla olsa, o başka mes'eledir.Adâlet-i izâfiye ise, küllün selâmeti için, cüz'ü feda eder. Cemaat için, ferdin hakkını nazara almaz. Ehven-üş-şer diye bir nevi adâlet-i izafiyeyi yapmağa çalışır. Fakat, adâlet-i mahzâ kabil-i tatbik ise, adâlet-i izâfiyeye gidilmez, gidilse zulümdür.İşte İmam-ı Ali Radiyallahü Anh, adâlet-i mahzâyı şeyheyn zamanındaki gibi kabil-i tatbiktir deyip, hilâfet-i İslâmiyeyi o esas üzerine bina ediyordu. Mukabilleri ve muârızları ise, "Kabil-i tatbik değil, çok müşkilâtı var." diye adâlet-i izâfiye üzerine içtihad etmişler. Tarihin gösterdiği sâir esbab ise, hakiki sebep değiller, bahanelerdir. M.)
 
CEMEN
f. Çardak.
CEMERAT
(Cemre. C.) Cemreler. Şubat ayında azar azar artan sıcaklıklar.
CEMH
Gururlanmak, kibirlenmek.
CEMH
Sür'at yapmak, hız yapmak. * Huruç etmek, çıkmak.
CEMİ'
Cümle, hep, bütün. * Gr: Çokluk bildiren kelime. Çoğul.
CEM'Î
(Cem'. den) Cemiyete mahsus, cemiyetle alâkalı.
CEM-İ EZDAD
Birbirine zıd şeylerin bir arada bulunması.
CEM-İ MÜENNES
Gr: Müfredinin şeklini bozmadan sonundaki müennes alâmeti olan (e "t") kaldırılıp yerine (ât) getirilir. Müslime(t) : Müslimât gibi.
CEM-İ MÜENNES-İ SÂLİM
Gr: Sonu ( $ ât) eki ile biten cemi'ler. Meselâ: Müminât: (Kadın mü'minler, mümineler) Sâdıkât, Hafiyyât, Sâlihât gibi.
CEM-İ MÜKESSER
Gr: Cemi yapılacağı zaman müfredinin şekli bozularak yapılan cemi. Kaide dışı yapılan, kaideye uymadan yapılan cemi. Kitab; kütüb, gibi.
CEM-İ MÜZEKKER
Gr: Müfredinin şeklini bozmadan sonuna (în, ûn) getirilerek yapılan cemi: Müslimîn, müslimûn gibi.
CEM-İ SAHİH (SÂLİM)
Gr: Bu cemi yapıldığı zaman müfredinin şekli bozulmaz. İki türlüdür. Cem-i müzekker, Cem-i müennes. * Mat: Toplama.
CEM-İ ZIDDEYN
İki zıddın birlikte bulunması. (Bak: İçtima-ı zıddeyn)
CEMİAN
Bütün, hep.
CEMİL
Güzel. * Cenab-ı Hakk'ın isimlerinden biri.
CEMİLE
Hoşa gitmek için yapılan hareket.
CEMİLEKÂR
f. İyilik sever, güzel ahlâk ve huy sâhibi olan.
CEMİL-İ ALE-L ITLAK
(Cemil-i alelıtlak) Her cihetle çok güzel ve mükemmel.
CEMİL-İ ZÜLCELAL
Celal sâhibi, cemil olan Cenab-ı Allah (C.C.)
CEMİR
Zaman, dehr.
CEMİŞ
Saçı yolunmuş. * Ot bitmeyen yer.
CEM'İYET-İ MUHAMMEDÎ
(Bak: İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti)
CEM'İYYAT
(Cemiyet. C.) Cemiyetler.
CEM'İYYET
(Cemiyet) Topluluk, birlik. Hey'et. * Bir yere cem' olma. * Mânevi birlik teşkil eden cemaat. * Huk: Kazanç paylaşmaktan başka bir maksadla, ikiden ziyade şahsın ilim ve mâlumâtlarını ve faaliyetlerini devamlı bir şekilde birleştirmek suretiyle bir esas nizamnameye müsteniden ve hükmî şahsiyyeti hâiz olarak kurdukları teşekkül. (T.H.L.) * Tas: Zihnin yalnız Cenab-ı Hak ile meşguliyet hali. * Edb: Tenasübü veya tezadı dolayısıyla birbirine uyan kelimeleri veya zıd olan kelimeleri beraber aynı ifade içinde bulundurmak. (Edebiyat Lügatı'ndan bir misal:Bir tâir-i kudsîyi uçurdun yuvasından.Bir lâne-i sevdayı tebah eyledin ey mevt.Bir tûde türaba çevirip cism-i latifin.Bir haclegehi hâk-i siyah eyledin ey mevt."Tair, uçurdun, lâne, tûde, türab, hâk" lâfızları arasında tenasüb vardır."Bir tûde türab" ile "Cism-i latif" "haclegeh" ile "hâk-i siyah" arasında tezad vardır. Buna, sözün cem'iyyetli olması denilir.
CEM'İYYETGÂH
f. Toplantı yeri, toplanılacak yer.
CEM'İYYET-İ AKVÂM
(Milletler Cemiyeti) Birinci Dünya Savaşından sonra kurulan ilk Birleşmiş Milletler Cemiyetinin bizdeki adıdır.
CEM'İYYET-İ HATIR
Zihin ve fikrin dağınık olmayıp toplu bulunması. Hasr-ı fikir etmek.
CEM'İYYET-İ KELÂM
Kelâmın câmi olması. Müteaddid mânası bulunan kelâm, söz.
CEML
Yağ eritmek.
CEMM
Çokluk. Mecmu. * Kuyuda biriken su. * Hırs ve tama ile mal biriktirmek.
CEMMA
Boynuzsuz koyun.
CEMMAL
Deveci, deve süren, deve sürücüsü.
CEMMAZ
Hızlı giden.
CEMMAZ-SÜVAR
f. Hızlı giden bineğe binen kimse.
CEMM-İ GAFİR
Büyük cemâat, insan kalabalığı. Ekseriyet. * Muhâfızlar.
CEMR
İnsanların bir araya toplanması. * Atın sıçrayarak yürümesi. * Ateş ve küçük taş vermek. * Bir kimseyi def etmek, kovmak.
CEMRA
Kuvvetli dişi deve.
CEMRE
(C.: Cimâr) Şiddetli karanlık. * Ateşli kömür parçası, kor. * İlkbaharda suya, yere, havaya düştüğü söylenen sıcaklık. * Hacıların Mina Vâdisinde şeytan taşlamaları.
CEMRE-İ SÂLİSE
Üçüncü cemre ki, toprağa düşer.
CEMRE-İ SÂNİYE
İkinci cemre ki, suya düşer.
CEMRE-İ ULÂ
Birinci cemre ki, havaya düşer.
CEMREVİYYE
Divân şairleri tarafından bayramlar, baharlar gibi cemre sebebiyle, muasır olan büyük makamlı ve rütbeli kişiler için yazılan şiirler.
CEMR-ÜL GADA
Ateşi çok devam eden ağacın ateşinin koru.
CEMŞ
Saçı yolmak veya traş etmek. * Gizli ses. * Parmaklarının uçları ile çekmek. * Gazel söylemek. * Oynaşmak.
CEMŞASB
f. Hz. Süleyman Peygamber. (A.S.)
CEM-UL CEVAMİ'
Eski medreselerde okutulan Dört Hak Mezhebin fıkıh usûlünü içine alan, Usûl-i Fıkh'ın en son kitabı. Müellifi Şâfiî âlimlerinden İbn-üs Sübkî'dir.
CEMUM
Yorga at. * Yürürken eşinen at.
CEM-ÜL CEM
Gr: Bir defa cemi'olan kelimenin tekrar bir defa daha cemi olması. (Evliya; Evliyalar gibi.) * Tas: Vahdet-i vücuda dalmak. Bekabillah, Cenab-ı Hak'ta fâni olmak.
CENA
Yemiş toplamak. * Cem'etmek, toplamak.
CENA'
Arka yumruluğu. Kamburluk.
CENAB
Büyüklük ifade etmek için, hürmet maksadı ile söylenir. Cenab-ı Hak, Cenab-ı Resül-i Kibriya (A.S.M.)... gibi.
CENAB
(C.: Ecnibe) Evin etrafı, çevresi. * Cânib. * Nâhiye.
CENABET
Pis. Gusletmesi lâzım gelen kimse. * Uzaklık.
CENAB-I HAKK
Allah.
CENADİF
Şişman, kısa boylu kimse.
CENAH
Kanat, taraf, kısım. (Vicdanın ziyası ulum-u diniyyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacı ile hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassub, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder. Mün.)
CENAHEYN
(Cenah. dan) İki kanat, iki yan, iki cenah. * İki hususiyetli.
CENAH-I TÂİR
Kuş kanadı.
CENAH-I ZÜBAB
Sinek kanadı.
CENAİB
(Cenayib) (Cenibe. C.) Yedek hayvanlar, yedek binekler.
CENAN
Gönül. Ruh. Kalb. Can.
CENANÎ
Kalbe âit ve müteallik olan. Kalben duyulan. (Arabça müfred, birinci şahıs sigası ile "kalbim" mânasınadır.)
CENAZE
(C.: Cenâiz) İnsan ölüsü.
CENB
Yan taraf. Koltuk altının aşağısı. * Def'etmek, kovmak. * Müştak olmak. * Bir yere gitmek için bir yere inmek. * Birisinin sevdiğinden dolayı kararsız ve muztarib bulunmak. * Büyük ve çok olan. * Engin taraf. * Şetmetmek, söğmek. (L.R.)
CENBÎ
Yan tarafa âit.
CENBİYYE
Arapların kullandıkları bir cins eğri kamadır ki, yan taraflarına takarlar.
CENCENE
Sözü burun içinden söylemek, genizden konuşmak.
CENDEL
Nehirlerde bulunan ve büyükçe olan kaya.
CENDERE
yun. Tazyik. Baskı, basınç. * Dar dere, boğaz. * Kalın oklava. * Çamaşır ütülemeye mahsus iki ağaç üstüvaneden ibaret alet. * Mc: Sıkı ve dar yer.
CENEB
Susuzluktan böğrü ciğere yapışmak.
CENEDİL
(C.: Cenâdil) Taşlı yer. * Yuvarlak taş.
CENEF
Hata ve cehilden dolayı haktan meyletmek. * Zulmetmek.
CENEN
Mezar, kabir.CENG $ (CENK) : f. Top, tüfek ile harbetmek. Muharebe. Kavga. Harb. Savaş.
CENGAVER
(C.: Cengâverân ) f. Cenkçi. Yiğit olan. Kahraman. İyi harbeden.
CENG-AZMÜDE
f. Savaş tecrübesi olan kişi.
CENG-CÛ
f. Kavgacı, dövüşçü, cenkçi.
CENGEL
f. Orman. Ağaç topluluğu.
CENGELİSTAN
f. Sık ağaçlık, orman, sazlık yer.
CENGİZ
(Temuçin) Moğol Devleti'nin hükümdarlığını yapmıştır. İslâmî medeniyetleri ve kıymetleri tahribeden zâlim ve müstebid bir hükümdar olarak tarihe geçen bir kimsedir. Milâdi 1229'da ölmüştür. Asrının deccalıdır. (Bak: Celaleddin-i Harzemşah)
CENGİZİYAN
f. Cengiz soyundan gelenler, bunlara tâbi olan kimseler.
CENH
Kuşun kanadını vurması.
CENÎ
Devşirilmiş, koparılmış olan. Meyve toplanması ve alınması.
CENİB
Garip. * Hurmanın iyisi.
CENİBE
(C.: Cenâib) Yedek hayvanı.
CENİN
(Cenne. den) Ana karnındaki harekete başlıyan çocuk. * Gizli ve mestur, saklı olan şey.
CENİVER
f. Sırat köprüsü.
CENK
(Bak: Ceng)
CENK-ÂVER
Harpçi, fedakâr.
CENN
(Cünün) Bir şeyi setretmek, gizlemek. * Ana karnındaki cenin, gizli olmak.
CENNÂN
Bahçıvan.
CENNÂT
(Cennet. C.) Cennetler.
CENNÂT-I ADN
Adn cennetleri. Hulûd üzere ikamet ve temekkün edilen cennetler. (Kamus Tercümesi.)
CENNET
Allah'a (C.C.) inanan ve O'na ibadet ve itaat edenlerin, iman ve İslâmiyyet'e ihlâs ve sadâkatle hizmet edenlerin, Kur'ana bir hizb-ül Kur'ân olarak mücâhidâne bir sûrette hizmetkâr olan mücâhidlerin, cihâd-ı diniyye erlerinin âhirette fazl-i İlâhi ile gidip ebediyyen içinde kalacakları mekân ve mesken. Cennet'in varlığını bütün peygamberler, onların yolundan giden âlimler ve ermiş kişiler, evliyalar ittifakla haber vermişlerdir. Esasen Allah'ın adaleti, Cehennem gibi Cennet'in de varlığını gerektirir. İnananlar, ölümün; ebedî bir hiçlik değil, ölümsüzlüğe geçiş, sevdikleriyle buluşacakları âhiret âlemine bir yolculuk olduğuna inanıyorlar ve bunalım içinde değil; mutluluk içindedirler. İnananların ve iyilerin bu hâlleri Cennet'in varlığını gösteren hayattaki belirtilerinden biridir.Cennetin tabakaları : Dâr-ül-Celâl, Dâr-üs-Selâm, Cennet-ül Me'va, Cennet-ül Huld, Cennet-ün Naim, Cennet-ül Firdevs, Cennet-ül Adn, Cennet-ül Vesile. (Bak: Âhiret)(Mühim bir taraftan ehemmiyetli bir sual: Rivayette gelmiş ki; Cennet'te bir adama beş yüz senelik bir Cennet verilir. Bu hakikat akl-ı dünyeviyenin havsalasında nasıl yerleşir?Elcevap: Nasılki bu dünyada herkesin dünya kadar hususi ve muvakkat bir dünyası var. Ve o dünyanın direği onun hayatıdır. Ve zâhirî ve batınî duygulariyle o dünyasından istifade eder. Güneş bir lâmbam, yıldızlar mumlarımdır der. Başka mahlukat ve zîruhlar bulunmaları o adamın mâlikiyetine mani olmadıkları gibi bilâkis onun hususî dünyasını şenlendiriyorlar, ziynetlendiriyorlar. Aynen öyle de fakat binler derece yüksek herbir mü'min için binler kasır ve hurileri ihtivâ eden has bahçesinden başka, umumî Cennet'ten beşyüz sene genişliğinde birer hususî Cennet'i vardır. Derecesi nisbetinde inkişaf eden hissiyatıyla, duygularıyla Cennet'e ve ebediyete lâyık bir surette istifade eder. Başkaların iştiraki onun mâlikiyetine ve istifadesine noksan vermedikleri gibi, kuvvet verirler. Ve hususî ve geniş Cennetini ziynetlendiriyorlar. Evet bu dünyada bir adam, bir saatlik bir bahçeden ve bir günlük bir seyrangâhtan ve bir aylık bir memleketten ve bir senelik bir mesiregâhta seyahatından; ağzıyla, kulağıyla, gözüyle, zevkiyle, zâikasıyla, sair duygularıyla istifade ettiği gibi; aynen öyle de, fakat bir saatlik bir bahçeden ancak istifade eden bu fâni memleketteki kuvve-i şâmme ve kuvve-i zâika o baki memlekette bir senelik bahçeden aynı istifadeyi eder. Ve burada bir senelik mesiregâhtan ancak istifade edebilen bir kuvve-i basıra ve kuvve-i sâmia orada, beşyüz senelik mesiregâhındaki seyahattan; o haşmetli, baştan başa ziynetli memlekete lâyık bir tarzda istifade eder. Her mü'min derecesine ve dünyada kazandığı sevablar, haseneler nisbetinde inbisat ve inkişaf eden duygularıyla zevk alır, telezzüz eder, müstefid olur. L.)
CENNET-ÂSÂ
Cennet gibi.
CENNETMEKÂN
Yeri cennet olası, makamı cennet olan meâlinde olup, vefat eden makbul ve sâlih kimselere hürmeten söylenir.
CENNUR
Arpa ve buğday döğdükleri yer.
CENTİLMEN
ing. Kibar erkek, çelebi, görgülü kişi.
CENUB
Güney. Şimalin zıddı olan taraf.
CENUBÎ
Cenuba âit, güney tarafında, cenûba dair ve müteallik.
CEPHANE
(Aslı: Cebehane'dir) Barut vesair yanıcı maddelerin konulup, muhafaza edildiği yer. * Yanıcı maddeler levazımı.
CER
f. Yarık, çatlak.
CER'
Suyu yudumlayarak içme.
CE'R (CUÂR)
Tazarru etmek, yalvarmak. * Çağırmak.
CER'A
Kumlu, otsuz yer.
CERA'
Suyu sora sora içmek.
CERAB
Torba, dağarcık.
CERAD
Çekirge. * Mc: Yağmacılar gürûhu.
CERADE
(C.: Cerâd) Çekirge.
CERAHAT
Yaradan akan irin. Yaralı vücudda toplanan kandaki küreyvât-ı beyzâdan (ak yuvarlardan) mürekkeb kan. Yaradan akan beyaz akıcı cisim.
CERAHOR
Tar: Osmanlılarda ordu hizmetlerinde kullanılan Hıristiyanlara verilen isim.
CERAİD
(Ceride. C.) Cerideler. Gazeteler.
CERAİD-İ YEVMİYYE
Günlük gazeteler.
CERAİM
(Cerime. C.) Cerimler, suçlar, kabahatlar, cinayetler.
CERAİM-İ MÜŞTEREKE
Müşterek işlenen suçlar. Ortak kabahatlar.
CERA'KUK (CERA'KİK)
Ekşi yoğurt.
CERAM
Hurma çekirdeği. * Kuru hurma.
CERAME
Gövdeli olmak. Vücudu iri olmak. * Cesâmet.
 
CERAMİKA
Musul yakınında Acem asıllı bir kavmin adı.
CERAYE
Vakıf tarafından verilen erzak ve yiyecek.
CERAYET
Câriyelik hâli.
CERAZET
Oburluk.
CERBA
Uyuz kadın.
CERBAN
Uyuz hastalığına tutulmuş olan, uyuz.
CERBEYA
Mağrib ile şimâl arasında esen yel.
CERBEZE
Aldatıcı sözlerle kurnazlık etme. Fazla sözlerle aldatıcılık. Haklı ve haksız sözlerle hakikatı gizleme. * Beceriklilik, fetânet ile temyiz ve cesaret-i mutedile ve kuvvet-i idareden ibâret olan sıfat-ı zihniye.(Bu kelime, Arabçada: Hilekârlık, kurnazlık gibi aşağılayıcı bir mânâda kullanıldığı halde; Türkçede: Beceriklilik ve konuşma kabiliyeti gibi medhedilir bir sûrette geçmektedir.)(... Kuvve-i akliyenin tefrit mertebesi, gabâvettir ki, hiç bir şeyden haberi olmaz. İfrat mertebesi, cerbezedir ki; hakkı bâtıl, bâtılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekâya malik olur. Vasat mertebesi ise, hikmettir ki hakkı hak bilir, imtisal eder; bâtılı bâtıl bilir, içtinab eder. İ.İ.)(... Cerbeze nedir?C- Müteferrik büyük işlerde, yalnız kusurları görmek cerbezeliktir; aldanır ve aldatır. Cerbezenin şe'ni, bir seyyieyi sümbüllendirerek hasenata galib etmektir...Meselâ: Bir aşiretin herbir ferdi, bir günde attığı balgamı, cerbeze ile vehmen tayy-ı mekân ederek birden bir şahısta o muhassalı temsil edip, başka efradı ona kıyas ederek, o nazar ile baksa...Veyahut bir sene zarfında birisinden gelen rayiha-i keriheyi, cerbeze ile tayy-i zaman ederek, bir dakika-i vâhidede, o şahs-ı hâzırda sudurunu tasavvur etse acaba, evvelki adam ne derece mustakzer; ikinci adam ne derece müteaffin... Hattâ hayal, gözünü kapasa, vehim dahi burnunu tutsa mağaralarından kaçsalar, akıl onları tevbih etmeğe hakkı olmayacaktır.İşte şu cerbezenin tavr-ı acibi; zaman ve mekânda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile herşeyi temaşa der. Hakikaten cerbeze, envaiyle garâibin makinesidir.Görülmüyor mu ki, cerbeze-âlûd bir âşıkın nazarında, umum kâinat, birbirine muhabbet ile müncezib, rakkasane hareket edip gülüşüyor... veyahut, çocuğunun vefatıyla matem tutan bir validenin cerbeze-âlûd me'yusiyeti nazarında umum kâinat, hüzün-engizâne ağlaşıyor. Tuluât)
CERBEZE-ÂLÛD
Cerbezeli. Cerbeze ile olan faaliyet.
CERBİYYE
Uyuz böcekleri.
CERCAR
Yaban maydanozu.
CERCER
(C.: Cerâcir) Kağnı.
CERCERE
Deve sesi.
CERCİS
(A.S.) : (Circis) Taberi tarihine göre: İsâ Aleyhisselâmdan sonra gelmiş ve Filistinde yaşamış ve onun şeriatı ile amel etmiş olan bir peygamberdir. Yedi sene içersinde tebliğde bulunarak çok işkencelere maruz kalmış, müteaddid defalar öldürülmüş ve mu'cize ile dirilerek tekrar tebliğ vazifesine devam etmiştir. Kendisine düşmanlık eden kavim ateşle helâk edilmiştir. En sonunda yine Cercis Aleyhisselâm şehid edilmiştir.
CERD
Elbisesini çıkarma, elbisesinden soyma, çıplak hâle getirme. * Ot ve ağaç yetişmeyen yer.
CERDA
Mahrum, çıplak. * Tüysüz, dazlak. * Çorak, verimsiz toprak, arazi. * Karıştırılmamış.
CERDAHL
Büyük gövdeli deve. * İnsanların her işine itiraz eden.
CERDAK(A)
(C.: Cerâdik) Yufka ekmeği.
CEREA
(C.: Cere') Ot bitmeyen kumlu yer.
CEREB
Uyuz hastalığı, uyuzluk.
CEREB-NAK
f. Uyuz hastalığına tutulmuş kimse, uyuz kişi.
CEREC
Yüzüğün, parmağa geniş olması. * Taşlı, sert yer. * Muztarib. Iztırab ve acı çeken.
CERECE
Büyük, geniş yol. * Ulu yol.
CERED
Çıplak olma.
CERED
f. Yaralı, mecrûh.
CEREF
Bir kimsenin, kederden dolayı tükrüğünü yutkunup durması.
CEREM
Ayrılmak. * Günâh. Cinâyet. * Hurma toplarken yere düşenleri yemek.
CERENFEŞ
Yanları etli ve büyük olan kişi.
CERENG
f. Kılıç veya topuzun çarpmasından çıkan ses. Zil veya çan sesi.
CERES
Çan. * Zindan, hapis yeri. * Hayvanın boynuna asılan çıngırak.
CERES-DAR
f. Çıngırak taşıyan, çıngıraklı.
CEREŞ
Bir şeyi iri dövme, iri öğütme.
CEREVHAK
İplik yumağı.
CEREYÂN
Akma, akış, gidiş. Hareket. Akıntı. Gezme. Mürûr. Vuku, vâki olma. * Mc: Aynı fikir ve gaye etrafında toplananların meydana getirdikleri faaliyet ve hareket. Bu hareket; dinî, fikrî veya siyasî hareketler gibi birbirlerinden farklı sahalarda olabilir.
CEREYÂN-I HEVÂ
Hava akımı.
CEREZ
Davarın art sinirinde olan bir hastalık.
CEREZ (CÜRÜZ)
Suyu kesik olan. * Otsuz yer.
CERF
Ahzetmek, almak. * Yıkmak, harap etmek. * Yerden bel veya kürekle bir şey atmak.
CERGAND
f. Bumbar dolması denen bir yemek çeşiti. * Işık. Işık konacak yer.
CERGE
f. Bir mevki'de bulunan insan topluluğu.
CERH
Yara. * Baş ve yüzden başka uzuvlardan birisini yaralamak. * Bir kimseye söğmek. Taan etmek. Sözle gönül incitmek. * Birisinin fikrini çürütüp kabul etmemek. * Şahid, yalancı ve fâsık olduğundan dolayı mahkemede hâkimin şâhidin şehâdetini reddetmesi. * Kesb u kâr eylemek. Kazanmak.
CERHA
Yaralı, yaralanmış.
CERHETMEK
Yaralamak. Herhangi bir meseleyi hak ve hakikatle çürütmek. Yanlış veya yalanını bulup hurafe ve bâtıl olduğunu isbât edip herhangi bir kimsenin veya cereyanın fikrini kabul etmemek.
CERH-İ AMÛD
Bir kimseyi her ne ile olursa olsun, haksız olarak kasden yaralamak.
CERİ'
(Cür'et. den) Cesur, yiğit, delikanlı, gözü pek, cesaretli, yılmayan.
CERİB
İmparatorluk zamanında Arabistan ülkelerinde kullanılan takriben 216 litrelik bir hacim ölçüsü. * Dönüm. * Eni ve boyu 60 arşın olan arazi ölçüsü.
CERİB
Uyuz hastalığına tutulan. Uyuz marazına tutulmuş olan. Uyuz.
CERİD
(C.: Cerâyid) Hurma budağı. * Yaprağı dökülmüş olan hurma ağacı.
CERİD(E)
Çorak ve verimsiz yer.
CERİDE
Gazete. * Resmi dâirenin büyük hesablarının kaydedildiği defter.
CERİDE
f. Yalnız, tenhâ.
CERİDE-İ HAVÂDİS
1840'da Çörçil ismindeki bir İngiliz tarafından çıkarılan ilk hususî gazete.
CERİH
(Cerh. den) Mecruh. Yaralanmış, yaralı.
CERİHA
Yara. Çürüklük.
CERİHA-DÂR
f. Cerihalı, yaralı.
CERİM
Kabahatli, câni, suç işlemiş. * (C.: Cirâm) Kuru hurma. * Hurma çekirdeği.
CERİME
Suçludan alınan para cezası, cereme. * Günah, zenb, suç.
CERİN
(C.: Ecrân-Ecrine-Cürün) Hurma kurutma yeri.
CERİR
(C.: Cürür) Devenin boynuna taktıkları ip.
CERİRE
Kabahat, suç.
CERİR-İ TABERÎ
(Bak: Taberî)
CERİŞ
İri bulgur. * İri dövülmüş tuz.
CERİ'-ÜL LİSÂN
Sözünü esirgemiyen, çekinmeden söyliyen.
CERİZ
Tasalı kimse. Hüzünlü, kederli olan kişi.
CERM
(C.: Cürüm) Bir cins Arap sandalı. * Kat'. Kesme. * Günahkâr olma, günah işleme. * Koyun kırkma. * Sıcak, sıcaklık.
CERMEN
Germen, Alman.
CERMÜZE
f. Sefer ve misafirlik.
CERR
Kendine doğru çekmek. Çekmek. Cezb. * Para almak. * Uçurum. * Kale hendeği.
CERRAH
Yarayı açıp tedavi eden, ameliyat yapan. Operatör.
CERRAHHÂNE
Osmanlılarda ordu için cerrah yetiştiren müessese. Yüksek dereceli okul.
CERRAHHÂNE-İ ÂMİRE
Geçen asırda yeni usullerle cerrahlık yapılan Osmanlı tıp müessesesi, cerrahhânesi.
CERRAHÎ
Tıpta operatörlük. * Ameliyatla ilgili.
CERRAR
Cer yapan, para toplayan. * Yavaş yavaş giden asker alayı veya ordusu. Harp âletleri ile cihazlanmış ordu. * Desti satıcısı. * Ağır ağır giden. * Traktör.
CERRARE
Sarı renkte küçük ve zehirli akrep.
CERRE
(C.: Cürr-Cirar) Topraktan yapılan desti ve bardak. * Ağaçtan yaptıkları su kabı.
CERRE ÇIKMA
Eski zamanda medrese talebelerinin, mübarek üç aylar olan Receb, Şaban ve Ramazanda köylere dağılıp halka, ahaliye dini nasihatlarda bulunmak, namaz kıldırmak veya müezzinlik etmek suretiyle para ve erzak toplamaları.
CERR-İ MAGNEM
Menfaat celbetmek.
CERS (CİRS)
Gizli ses. * Arının ağaçtan ve çiçeklerden emmesi. * Bir miktar zaman.
CERŞ
Bir şeyin kabuğunu soyma, bir şeyi kazıma.
CERUR
Çok miktar yemek.
CERUZ
Obur, çok yiyen.
CERV
Küçük meyve. * Vahşi hayvan yavrusu. Enik.
CERVEL
Taş.
CERY
Suyun ve diğer sıvıların akması. Cereyan.
CERZ
Kat', kesme. * Yok etme, mevcudiyetini kaldırma. * Katletme, öldürme.
CERZE
(C.: Cürüz) Yaş ot bağı.
CE'S
Korkutmak, tahvif.
CESA
Bir kimsenin elinin, çalışmaktan dolayı iri ve katı olması.
CESALE
Çokluk, kesret.
CESAMET
İrilik. Büyük olma, cesim olma.
CESARET
Cesurluk, yiğitlik, korkusuzluk.
CESARET-İ MEDENİYE
Her türlü baskılara karşı çekinmeden hakikatı söylemek. Müsbet harekette korkmamak. Haklı olduğu bir mes'elede korku göstermemek. İçtimai münasebetlerde girişkenlik.
CESASET
Tecessüs, casusluk. Merak.
CESCAS
Kılı çok olan. * Bir otun adı.
CESED
Ten, gövde, vücut, beden. Ruhsuz vücud.
CESED-İ MİSALÎ
Misalî ve lâtif bir cesed. Varlığı maddî olmayan fakat cinsinin cesedine benzeyen beden.
CESİM
İri vücudlu. * Kebir. Ehemmiyetli. Büyük.
CESİS(E)
Hurma ağacının yeni çıkan budağı. (Fesîl-ün-nahl derler).
CESK
f. Mihnet, keder, elem, gam, tasa. * Musibet, belâ, âfet, felâket.
CESL
Kıllı kimse. * Çok nesne, kesir.
CESLE
Kara karınca.
CESM
Devam etmek, mülâzemet.
CESR(E)
Büyük deve.
CESS
Araştırma, tahkik etme, soruşturma. * El ile yoklama. * Yapışmak.
CESS
Koparmak. * Bal mumu. * İçinde arının kanadı ve gövdesi karışmış olan şey.
CESSAME
Sefer yapmamış kişi. Seyahat etmemiş kimse.
CESSAS
Kireç ile bina yapan. Badanacı.
CESSAS
Gizli şeyleri araştıran, gizli şeylere merak eden. Tecessüs sâhibi.
CESSASE
Kruvazör, harp gemisi.
CEST
f. Sıçrayış, atlayış.
CESTAN
f. Atlıyan, sıçrayan.
CESTE
f. Azar azar, bir parça. * Sıçrayış, atlayış. Hatve.
CESTE CESTE
Azar azar, parça parça, kısım kısım.
CESTEN
f. Atlamak, sıçramak. Kaçmak, kurtulmak. Atılmak.
CESUR(E)
(Cesâret. den) Cesaretli, yiğit.
CESURÂNE
f. Yiğitçesine, cesaretli olarak, yüreklice, cesaretle.
CEŞ
f. Mavi boncuk.
CEŞA'
Çok hırslı olmak.
CEŞER
Davarı otlamaya çıkarmak.
CEŞİB
Kaba ve galiz nesne.
CEŞİR
Büyük çuval. * Ev önünde davar yürüyecek yer.
CEŞİR
Kir.
CEŞİŞ
Bulgur.
CEŞİŞE
Bulgur yemeği.
CEŞM
Meşakkatli iş buyurmak, zor bir iş söylemek.
CEŞN
f. Ziyafet, şölen. * Îd, bayram.
CEŞŞ
Dövmek. * Kırmak. * Vurmak, darp. * Bir nesneyi pâk etmek, temizlemek.
CEV
f. Arpa.
CEV'A
Bir kere acıkmak.
CEVA'
Geniş. * Hasta. * Kokmuş su. * Aşktan, gamdan veya tasadan dolayı kalbin yanması.
CEVAB
Sorulan şeye söz veya yazıyla verilen karşılık. * Kabul etmemek. Reddetmek. * (Câbiye. C.) Havuzlar.
CEVABAT
(Cevâb. C.) Cevablar. Sorulan sorulara verilen karşılıklar. Mukabil sözler.
CEVABEN
Karşılık ve cevap olarak.
CEVAB-I KAT'Î
Kesin ve kat'i söz, kesin cevap.
CEVAB-I NÂ-SAVAB
Doğru olmayan karşılık. Yanlış cevab.
CEVAB-I RED
Red cevâbı verip kabul etmemek. Reddetmek. Kabul etmemek yolunda söylenen söz.
CEVABÎ
Karşılık, cevap. * (Câbi. C.) Tahsildarlar, câbiler.
CEVAD
(Cevvad) Çok çok ihsan eden. Çok cömert.
CEVADD
(Câdde. C.) Caddeler, büyük ve işler yollar, tarikler.
CEVAHİR
(Cevher. C.) Cevherler. Çok kıymet verilen ve az bulunan şeyler, çok kıymetli mâden veya taşlar. * Mc: Çok kıymetli söz veya faydalı yazılar.
CEVAHİR-İ FERD
(Cevher-i ferd. C.) Cevher-i ferdler. Zerreler, atomlar.
CEVAHİR-ÜL-KELİMAT
Şemsi adındaki bir zat tarafından Arapçadan Türkçeye kaleme alınan 108 sahifelik bir lügat kitabının adı.
CEVAİB
Halk arasında gezen haberler.
CEVAİZ
(Câize. C.) Câizeler, verilen bahşişler, armağanlar.
CEVÂMİ'
Toplu olan şeyler. * Câmi'ler. Mescidler.
CEVAMİD
(Câmid. C.) Cansız, donmuş şeyler.
CEVAMİS
(Câmus. C.) Camuslar, mandalar, kömüşler, su sığırları.
CEVÂMİ-ÜL KELİM
Lâfızları az, mânâsı çok kelâmlar, sözler, ibâreler, fıkralar. (Bak: Câmi-ül kelim)
CEV'AN
(Cu'. dan) Acıkmış, aç, midesi boş.
CEVANİB
(Cânib. C.) Cânibler, yanlar, taraflar.
CEVANİB-İ ERBAA
Dört taraf.
CEVARİ
(Câriye. C.) Akıcı ve câri olanlar. * Hizmetçi kızlar. * Câriyeler, kadınlar.
CEVARİH
El, ayak gibi vücud azaları.(Cevârih, cârihanın cem'idir ki, esasen cerhden me'huz olup te'sir mânası mülâhazasıyla kâsibe mânasına isim olmuştur. Cevarih, kevasib demektir. Bunun için el, ayak ve ağız gibi yaralayıcı âlet olan azaya cevarih denildiği gibi, av tutan yırtıcı hayvanlara ve kuşlara dahi kevasib ve cevarih denilir ki, burada murad budur. E.T.)
CEVAR-ÜL KÜNNES
Seyyar yıldızlar. (Ütarid, Zühre, Merih, Müşteri, Zuhal.) (Bak: Hunnes)
CEVASİS
(Casus. C.) Casuslar. Gizli şeyleri araştıranlar. Gizlilikleri öğrenip bilenler.
CEVAZ
Müsaadeli. Ruhsat, izin. Câiz olma. * Yol, tarik ve meslek.
CEVAZ-I ŞER'Î
Şer'an câiz olma. Şeriatça yasak olmayan husus.
CEVAZİNC
Nilüfer çiçeği.
CEVB
Kesmek. * Yırtmak. * Mesafe almak.
CEV-BE-CEV
f. Azar azar.
CEVCA'
Uzun ayaklı adam.
CEVCEM
Kızıl gül, verd-i ahmer.
CEVDER
f. Öküz.
CEVDET
İyilik. Güzellik. Kusursuzluk. * Bir kimsenin, başkasının işini güzelce ve kusursuz olarak yapması. * Cömertlik. * Susuz olma.
CEVDET-İ FEHM
Fehm ve anlayış üstünlük ve iyiliği.
CE'VE
(C.: Cââ-Cevâ) Çömlek. * Örtü.
CEVEBE
(C.: Cüveb) Bulut aralığı. * Dağ aralığı.
CEVEF
Bolluk.
CEVELÂN
Dolaşma. Kaynama. Yerinde durmayıp gezme.
CEVELÂNGÂH
Gezip dolaşılan yer. Cevelân yeri. Tâlim meydanı.
CEVELÂN-I DEM
Kanın vücudda dolaşması.
CE'VET
Kıtlık. * Bir şeyin üzerine örtülen. * Üzerine tencere konulan örtü. * Çömlek.
CEVF
Boşluk. Oyuk. Çukur. İç boşluğu. * Orta, yarı. * Kof.
CEVF-İ LEYL
Gece yarısı.
CEVH
Ulaşmak. * Bittih-i şamî denilen karpuz.
CEVH
Akmak. * Koparmak.
CEVHAN
Hurma kuruttukları yer.
CEVHER
Bir şeyin özü, esası. * Kıymetli taş. * Çelik üzerindeki nakış. * Edb: Noktalı harf. * Yalnız noktalı harflerin ebcedîsi hesab edilerek yazılan manzum tarih. * Harflerin noktası. * Fls: Varlığı kendinden olan, var olmak için kendi dışında başka birşeye muhtaç olmayan varlık. Allah'a inanan filozoflar iki çeşit cevher kabul etmişlerdir. Yaratıcı cevher, Allah. Yaratılmış cevher, madde, ruh. Allah'ı cevher olarak vasıflandırmak noksan bir anlayıştır. Çünkü cevher Allah'ın sıfatlarından "kıyam-ı binefsihi: varlığı kendinden olan" sıfatını belirtebilir. Allah'ı sıfatları ve isimleriyle tanımak icab eder. Maddeci filozoflar cevher olarak yalnız maddeyi kubul ederler. Oysa madde Allah'ın yarattığı âlemlerden sadece biridir. Fizik ilmi maddenin enerjiye ve enerjinin maddeye dönüştüğünü göstermiştir. Madde de enerji de belli kanunlara bağlıdır. Kanun varsa kanun koyucu da vardır. Madde ve enerjiye hakim olan ve kanunları koyan, madde ve enerjiyi yaratan Allah'dır.
CEVHER-DÂR
f. Elmaslı. * Noktalı harf. Meselâ: Cim, şın harfleri gibi. * Eskiden kullanılmış tüfeklerden birinin ismi. * Siyah ve beyaz dalgalı, benekli kılıç.
CEVHERE
Bir, tek cevher.
CEVHER-İ FERD
Zerre, en küçük cisim. Atom.
CEVHER-İ ULVÎ
Ateş, nâr. * En yüksek cevher. * Ruh.
CEVİ
f. Akarsu, nehir, dere, çay.
CEVİ
Aşk galebesinden gelen şiddet ve hiddet, gam ve gussadan, müzahemeden gelen bir hastalık, maraz. * Kokmuş su.
CEVİN(E)
f. Arpadan yapılmış şey. Arpa unu.
CEVİR
(Cevr) Cefa, eziyet, sıkıntı, üzüntü. Zulüm. * Tas: Tarikat adamının ruhen ilerlemesine mâni olan şey.
 
CEVL
Tavaf etme.
CEVLAN
Şam'da bir dağ.
CEVLE
Dönmek.
CEVN
Ak, ebyaz, beyaz. * Kara, esved. (Ezdattandır)
CEVREB
(C.: Cevârib, Cevâribe) Çorap.
CEVS
Bir şeyi arayıp istemek.
CEVS
Kaba, büyük nesne.
CEVSAK
Kasr, köşk, konak.
CEVSE
Köşk, kasr, konak.
CEVSEK
f. Düğme.
CEVŞ
(C.: Cevâşin) Demir gömlek. * Göğüs. * Orta.
CEVŞEN
Zırh.
CEVŞEN-İ KEBÎR
Büyük zırh. Peygamberimiz Hz. Muhammed'e (A.S.M.) vahiyle gelen en azîm ve en mühim bir münâcâtın ismidir. Bu harika münâcât, mârifetullahda terakki eden bütün âriflerin münâcâtının fevkindedir. Bin hâsiyeti olan ve bin Esmâ-i Hüsnâ'yı içine alan emsalsiz bir münâcât-ı Peygamberiyedir.
CEVŞEN-PÛŞ
f. Zırhlı, zırh giyen.
CEVŞİR(E)
f. Arpa çorbası. * Çulha.
CEVV
Yer ile gök arası. Gök boşluğu. Fezâ. * Ev veya odanın içi.
CEVVAD
(Bak: Cevâd)
CEVVAL
Dâim hareket hâlinde olan.
CEVVAZ
Malı toplayıp hayır ve tasadduk etmeyen kimse.
CEVVÎ
Gök boşluğuna âit. Cevve dâir.
CEVV-İ HEVÂ
Hava boşluğu.
CEVV-İ SEMÂ
Gökyüzü. Gök boşluğu. Fezâ. (Cevv-i âsuman da denir.)
CEVZ
(C.: Ecvâz-Cevzât) Ceviz. * Her nesnenin ortası.
CEVZ (CEVZÂN)
Malı toplayıp kimseye hayır ve sadaka etmemek. * Sallana sallana yürümek.
CEVZA
Astr: İkizler burcu. Gökyüzünün kuzey yarım küresinde yer alan iki tane parlak yıldızlı bir burcdur. Güneş, mayıs ayında bu burca girer.
CEVZAK
f. Kederlenme, elemlenme.
CEVZEKA
(C.: Cevzek-Cevâzik) Pamuk kozağı.
CEVZEKÎ
Koza satıcısı.
CEVZEL
(C.: Cevâzil) Güvercin yavrusu. * İğne deliği.
CEVZENİC
Cevizli helva.
CEVZ-İ BEVVÂ
Hindistan cevizi.
CEVZİNE
Cevizli helva.
CE'Y
Isırmak.
CEYA'
Yağmur.
CEYAR
Gadaptan ve açlıktan dolayı göğüste olan hararet.
CEYB
(C.: Cüyûb) Cep. Gömleğin (yarığı) açıklığı. * Yaka. * Kalb.* Geo: Sinüs.
CEYD
(C.: Ecyed) Uzun boylu olmak.
CEYDER
Kısa boylu.
CEY'E
Gelmek.
CEYEŞAN
Kaynamak. * Hışm etmek.
CEYL
(C.: Ecyâl) İnsan topluluğu, zümre, kavim. * Nesil, batın, kuşak. * Yengeç.
CEYLAN
Geyik çeşidinden küçük, ince bacaklı, pek hafif ve çok koşucu bir kara hayvanı, gazâl.
CEYŞ
Asker, ordu. En az dörtyüz nefer süvari ve piyadeden müteşekkil bir askeri kıt'a. * Dolup taşmak. * Ses, sadâ.
CEYŞ-ÜL AZÎM
Büyük ordu. Binikiyüz kişilik askeri kuvvet.
CEYVAD
f. İttika', günahtan sakınma.
CEYYİD
İyi, güzel, hoş. Saf.
CEYZ
Döndürmek. * Dar etmek.
CEZ
f. Cezire, ada. Her tarafı su ile çevrilmiş olan kara parçası.
CEZ'
Ağaç kökü, ağaçların alt kısımları.
CEZ'
Dereyi enine kesmek.
CEZ'(A)
Damarlı akik. Göz boncuğu adı verilen, kara alaca ve kıymetli bir süs taşıdır.
CEZA
Karşılık, mukabil, ivaz. Cürüm veya günâh işleyenlere verilen azab. * Gr: Şart cümlelerinde ikinci kısım. (Bak: Şart)
CEZ'A
Az nesne.
CEZA'
(C.: Cezeân-Cizâ') Altı veya dokuz aylık koyun. (Kurban olması caizdir). * İki yaşına girmiş koyun. * Arslan, esed. * Hayvana yulaf vermeyip hapsetmek.
CEZA'
Hüzünle ağlayıp sızlanmak. Sabırsızlık yüzünden telâş ve teessür göstermek.
CEZAEN
Cezâ olarak.
CEZAİR
(Cezâyir) (Cezire. C.) Cezireler, adalar. * Kuzey Afrikada Fas ile Tunus arasında olan ülke ve bu ülkenin merkezi olan şehir.
CEZÂİR-İ İSNÂ AŞER
Ege Denizindeki oniki adalar.
CEZALET
Rekâketsiz ifade. * Güzellik. * Müdebbirlik, akıllılık. * Azim, büyük. * Edb: Kelimeler, ince veya sert söylenişlerine göre; elfâz-ı cezle veya elfâz-ı rakika diye ikiye ayrılır. Elfâz-ı cezle: Söylenişte tatlılığı bulunan veya heybet, ululuk, çarpışma, korkutma, yıldırma ifâde etmeğe uygun kelimeler olarak ayrılır. Celâdet, sadme, kazanfer, çekâçek, dırahşân gibi.. Bu çeşit kelimelerle, söylenen ve yazılan ifâdelerde cezâlet var, denir. (Edb. S.)
CEZALET-İ BEYANİYE
Beyan ilmine ait ve beyan sahasındaki cezâlet.
CEZALET-İ NAZMİYE
Kur'an-ı Kerim'deki kelime ve harflerin harika bir ahenk ve münâsebet ile nazm ve tertibindeki cezâlet.
CEZA-ÜŞ ŞART
Şartın cevabı. Meselâ: Zeyd ayağa kalkarsa, ben de kalkarım cümlesindeki, "ben de kalkarım" ifadesi, birinci cümlenin cevabıdır.
CEZA-YI AMEL
Yapılan işin karşılığı.
CEZAZE
Ekin biçmek. * Hurma kesmek. * Kıl ve yün kırkmak.
CEZB
Kendine doğru çekme. * İçme.
CEZBE
Tas: Meczubiyet, istiğrak. Allah'ı hatırlayıp Allah sevgisi ile kendinden geçer bir hale gelme.
CEZBEDAR
f. Cezbeli, çekici.
CEZBE-EDA
f. Cezbeli olmak. Çekici olmak
CEZBETMEK
Çekmek, ikna etmek, sevdirmek.
CEZEA
(C.: Cezaât-Cizâ) Beş yaşına girmiş deve. * İki yaşına girmiş koyun. * Üç yaşına girmiş sığır ve at.
CEZEB
Adamın ağzında tükrüğü kesilmek. * Hayvanın sütü az olmak.
CEZEBAT
(Cezbe. C.) Cezbeler. (Bak: Cezbe)
CEZEL
(C.: Cezlan) şâd olmak.
CEZEL
Yoğun ve kuru odun ağacı. * Kesmek, kat'.
CEZER
Havuç. * Aslanın yediği et.
CEZF
Kesmek. * Sürmek. * Evmek.
CEZF (CÜZÂF)
Bir şeyi ölçmeden tartmadan almak.
CEZH
Hediye, atâ, bahşiş vermek.
CEZİA
(C.: Cezâyi) Koyun sürüsü.
CEZİL
Bol. Çok. * Edb: Peltek ve bozuk olmayan kelime.
CEZİM
(Bak: Cezm)
CEZİR
(Bak: Cezr)
CEZİRE
Ada. Dört tarafı su ile çevrilmiş toprak parçası.(Üç tarafı su ile çevrili kara parçasına yarımada denir.)
CEZİRET-ÜL ARAB
Arabistan yarımadası.
CEZL
Kalın odun. Tomruk. * Sağlam. Metin. * Güzel ve muhkem fikir. * Rekik olmayıp doğru ve dürüst olan söz veya kelime. * Kâmil, dirayet sahibi, akıllı ve olgun adam.
CEZLAN
Saadetli, mutlu, sevinçli.
CEZM
(Cezim) Kat'î karar. Yemin. Kararlaştırmak. * Kesmek. * Niyet. Tahmin. Takdir. * İlzam. * İcâbe. * Gr: Arabçada kelime sonundaki harfi sâkin okumak. Kur'ân-ı Kerim okurken harfleri yerlerine vaz'edip mahrecinden çıkarırken tâne tâne, fesahat, beyan ve teenni ve sükûnet üzere okumak.
CEZM (CİZM)
Her nesnenin aslı. * Ağacın kökü. * Kesmek, kat'.
CEZMA
Kulağı kesik koyun. * Kulağı delik koyun.
CEZME
Kamçı. * Ağaç parçası. * İp parçası.
CEZME
Bir kere yemek.
CEZMEN
Kestirip atmak sûretiyle.
CEZMÎ
Kat'î niyet ve karara ait. Cezm.
CEZR
Kök, asıl, temel. Bünyâd. * Kesmek. * Mat: Kendi misline darbolunmakla (çarpılmakla) bir sayı meydana getiren rakam (Kare kök). Üç, dokuzun cezri'dir. Dokuz, üçün meczuru'dur. (Bak: Meczur) * Derya, deniz. * Arı kovanından bal almak. * Ay ve güneşin câzibesi te'siri ile deniz ve ırmak sularının çekilip kabarması. Buna "med ve cezir" hâdisesi denir.
CEZRE
Kasaplık koyun, keçi gibi davar. * Semiz koyun.
CEZRÎ
Köklü. Kat'î. Köke âit ve müteallik.
CEZR-İ VETEDÎ
Kazık kök. Kazık gibi yere derinliğine giden kök. (Havuç gibi.)
CEZU'
Çok sızlanan, kıvranan, feryad eden. Allah'tan gayrısından imdad bekleyen.
CEZUR
(C.: Cüzür) Boğazlanacak deve. Hem erkeğe hem dişiye denir. (Boğazlanacak yere meczer derler. Boğazlayan kimseye cezzar derler.)
CEZZ
Kesmek, biçmek.
CEZZAB
Fazla çekici olan. Cezub. Çok cezbeden.
CEZZAF
Ağ ile balık tutan balıkçı.
CEZZAR
Zâlim. Gaddar. Kanlı. * Deve kasabı.
CIHRE
(C.: Cihar-Echâr) Bir kimseye sığınmak.
CIRANTA
yun. Poliçeyi, senedi devir ve havale eden şahıs.
CIVATA
Arkası iri başlı ve ucu somun geçmek üzere yivli vida. Başlıca potrelleri, demir ve tahtaları birbirine bağlamaya yarar.
CİAL
(C.: Cüul) Ocaktan çömlek ve tencere gibi sıcak şeyleri tutup indirmekte kullanılan bez.
CİALE (CA'YİLE)
Rüşvet.
CİAR
Ucunu bir kazığa bağlayıp bir ucunu da beline bağlayıp kuyuya inilen ip.
CİBA
Toplanmış, birikmiş su.
CİBA
f. Odun.
CİBAB
Car dedikleri kaftan. * Ağaç aşılamak. (Ekseri hurma ağacında kullanılır.)
CİBAH
(Cebhe. C.) Cebheler, alınlar.
CİBAL
(Cebel. C.) Dağlar.
CİBAL-İ MÜBÂHA
Huk: Hiç bir kimsenin mülkiyeti altında bulunmayan dağlar.
CİBAL-İ ŞÂHİKA
Yüksek dağlar.
CİBAVE
Toplamak. Cem'etmek.
CİBAYAT
(Cibâyet. C.) Vergi, câbilikler, gelir toplamalar.
CİBAYET
Vergilerin, devlet gelirlerinin tahsili. * Büyük vakıfların ayrı vazifeliler tarafından idare edilen kısımları.
CİBİLL
(C.: Cibillât) Yaratılmak. * İnsanlardan bir grup.
CİBİLLEN KESİRA
Çok insanlar.
CİBİLLET
Huy, fıtrat, yaradılış, tabiat, cibilliyet.
CİBİLLÎ
Cibilliyet. Yaratılıştan olan. Asıl maya, huy, tabiat, tıynet.
CİBLET
Yaratılmak.
CİBR
Az-çok, zorla olgunlaşmak, kemal bulmak.
CİBRÎL
Cebrâil, Ruhül Kudüs. Cenâb-ı Hakdan (C.C.) Peygamberimize (A.S.M.) vahiy getiren melek.
CİBS
Kansız, hissiz. Hayırsız, alçak kimse. * Alçı taşı, kireç.
CİBT
Put, sanem, salib.
CİBVE
Toplamak. Cem'etmek.
CİD
Gerdan. Süslemeye lâyık boyun. Güzel boyun.
CİDAD
Hurma kesecek vakit.
CİDAL
Sözle mücadele. Ateşli konuşma. Niza. * Muharebe. Cenk. Kavga.
CİDALCU
f. Harpçi. Kavgacı.
CİDALE
(Bak: Cedalet)
CİDAR
Duvar. * İki yeri birbirinden ayıran zar, perde.
CİDD
Çalışmak. Ciddiyetle yapmak.
CİDDEN
Şaka olmayarak. Gerçekten. Ciddi olarak.
CİDDÎ
Gerçek. Hakikat. * Ağırbaşlı, hâlleri sakin olan kişi. * Mühim.
CİDDİYAT
Hakiki sözler. Ciddiyetler.
CİDDİYET
Ciddîlik. * Ağırbaşlılık, sakin hâllilik. * Ehemmiyet.(Ahlâk-ı âliyeyi ve yüksek huyları hakikata yapıştıran ve o ahlâkı daima yaşattıran, ciddiyet ile sıdktır. Eğer sıdk kalkıp araya kizb girerse, rüzgârlara oyuncak olan yapraklar gibi, o adam da insanlara oyuncak olur. İ.İ.)
CİDE
Batı Karadeniz bölgesinde Kastamonu vilâyetine bağlı bir ilçe.CİF : ing. Bir malın fiyatına, nakliye ve sigorta ücretinin de katılmış olduğunu gösteren bir kısaltma.
CİFAN
(Cefne. C.) Çanaklar.
CİFAR
(Cefr. C.) Geniş kuyular.
CİFE
Kokmuş et, ölü hayvan, leş.
CİFE-GÂH
f. Leş ile, lâşe ile dolu olan yer.* Mc: Dünya.
CİFNE
(C.: Cifnân) On kişi doyabilecek kadar büyük çanak ve büyük tas. * Bağ çubuğu.
CİFR
(Cefr) Harflere verilen sayı kıymeti ile, geleceğe veya geçen hâdiselere, ibarelerden tarih veya isme dâir işaretler çıkarmak ilmidir. (Bak: Ebced, İlm-i Cifir)
CİĞER
f. Ciğer. Bağır. * Keder, sıkıntı, elem. * Avaz.
CİĞER-DÂR
f. Yürekli, ciğerli, cesâretli.
CİĞER-DER
f. Ciğer söken, ciğer parçalıyan.
CİĞER-DÛZ
f. Ciğeri delip geçen.
CİĞER-FÜRÛŞ
f. Ciğerci, ciğer satan.
CİĞER-GÛŞE
f. Evlât, yavru. * Sevgili. Mâşuk.
CİĞER-HÛN
f. Ciğeri kanlı. Çok acıklı.
CİĞER-PÂRE
f. Sevgili yavru, evlâd.
CİĞER-SÛZ
f. Çok acı. Ciğer yakar derecesindeki teessür.
CİĞER-ŞÜKÂF
f. Ciğer parçalayan. Çok acı veren.
CİHAD
(Cehd. den) Düşman ile muharebe. İlim ve imanla, sözle, fiile, mal ve canla bütün kuvvetini sarf etmek. Allah (C.C.) yolunda muharebe. Din için çalışmak. Erkân-ı imâniye ve esasât-ı diniyeyi muhafaza ve imânı takviye için cehd ve gayret etmek. Şeriat-ı Garrâ'nın ahkâmını muhafaza, Kelimetullah'ı i'lâ, küfr-ü mutlakın ve küffarın (süfyan ve deccalın) fitnelerini def ile hâkimiyet-i Hakkı te'min eylemek. (Bu mücahede, zamanımızda kılıçla değildir. Kılıçla olan cihad, din hükümlerinin câri olduğu dar-ı İslâmın hâricinde yapılabilir. Bununla berâber bu mezkur maddî ve mânevî cihad, değişen şartlara bağlıdır.)Kur'an-ı Kerim'de 9. sûrenin 24. âyetinin çok kısa bir meâli şöyledir:"De ki: Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, zevceleriniz, akraba ve kabileniz, elinize geçirdiğiniz mallar, kesada uğramasından korktuğunuz bir ticaret ve hoşunuza giden meskenleriniz, evleriniz size Allah ve Resulünden ve Allah yolunda cihaddan daha sevgili ise, artık Allahın emri (lâyık olduğunuz cezası ve felâketi) gelinceye kadar bekleyin. Allah öyle fâsıklar güruhunu hidâyete erdirmez."Cihada dair pekçok âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler vardır.(Cihâd-ı diniye farzdır; bu zamanda muzaaf farz-ı ayndır. M.)(Cihad, mertebe-i şehadetin merdivenidir. Lemeât.)(Bütün ümmet için ve bilhassa, İslâm ve Kur'an hizmetinde fedakâr ve sebatkâr çalışan mücâhidler için dâima tazeliğini koruyan Tebük Seferindeki bir hâdiseyi, bazı kısımlarını aynen alıyoruz.Bu hâdisede, çok çeşitli ders ve ibretler vardır. Ezcümle: Maddi ve manevi cihadda, bir tekâsül ve ihmâlin bilhassa kendi şahsi hayatına temâyül gösterip özürsüz olarak cihaddan geri kalmakla, mücâhid cemaatin cihad ruhuna ve fedakârâne sebatına fütur getirmek ve kuvve-i mâneviyeyi kırmağa sebep olmak gibi büyük mes'uliyetler bulunduğundan, cihad ruhuna zararlı düşen bu gibi fiil ve hareketler, cemaatça ve bilhassa ileri gelen kimseler tarafından takbih edilerek, bu tarz hissiyatların inkişafına meydan vermemek.Hem ihlâs ile ve sadece Allah rızası için çalışmanın şiddetli imtihanlarından geçmekle azami sadakat dersini vermek gibi ehemmiyetli çok hikmetleri ihtivâ eder:(...Resulullah ile müslümanlar, gaza hazırlığıyla meşgul oldular. Ben de onlarla beraber yola hazırlanmak için sabahleyin evden çıkıp dolaşırdım. Hiçbir iş görmeden akşam üzeri döner gelirdim. Ve kendi kendime: "Hazırlanmağa kudretim, vaktim müsaittir." derdim. Bu ihmâlcilik bende durmayıp devam etmişti.Resulüllah gazaya gittikten sonra çarşıya, pazara çıktığım ve halk arasında dolaştığım sıra beni en fazla mahzun ve mükedder eden bir şey vardı. O da halk arasında (imanı yerinde, vücudu zinde kimse) görmemekliğim; ancak ya nasiyesine nifak damgası vurulmuş kimselerden bir kişi yahut da mâlül olup da Allah Teâlâ'nın mazur gördüğü bir mü'min görürdüm.Sonra Resulüllah bir sabah Medine'ye teşrif buyurdu. Resulüllah bir seferden geldiğinde ilk iş olarak mescide girmek ve orada iki rekât namaz kılmak, sonra halkın: Hoş geldiniz temennilerini kabul etmek için oturmak itiyadında idi. Bu defa da bu âdetini yerine getirip mescidde oturunca Tebük Seferi'ne gitmeyip arda kalanlar Resulüllah'a gelerek özür dilemeye ve yemin ile özürlerini te'yid etmeğe başladılar. Bunlar seksen kadar er kişiydiler. Resulüllah bunların hallerine göre özürlerini ve biatlerini kabul ve onlar için istiğfar buyurdu. Ve bunların iç yüzünü ve hakikatını Allah Tealâ'ya havale eyledi. Bu arada ben de huzura geldim. Ve Resulüllah'a selâm verince gazablı bir tebessümle gülümsedi. Sonra bana: Gel dedi. Ben de yürüyüp vardım, tâ önünde oturdum. Bana: "Seni nasıl bir mâni geri bıraktı? Sen Akabe'de arkana biat almış değil mi idin?" buyurdu. Ben de şöyle cevap verdim: "Evet, vallahi, Ya Resulüllah! Size nusret etmeğe söz verdim. Vallahi benim seferden tahallüfüm hakkında arzedecek hiç özrüm yoktur. Vallahi ben sizden geri kaldığım zamanki kadar hiçbir vakit daha kuvvetli ve daha suhûletli değildim." Bu maruzatım üzerine Resulüllah (A.S.M.) "Hakikaten bu, doğru söyledi. Ey Ka'b! Haydi kalk; Allah hakkında hükmedinceye kadar bekle!" buyurdu.Resulüllah, kendisinden seferde geri kalanlardan bizim işte şu üçümüzle konuşmaktan müslümanları nehyetti. Halk da bizden çekindiler ve bize yüzlerini ekşittiler. Hatta bana yeryüzü yabancılaştı, bu hakidan benim bildiğim toprak değildi. Bu hâl üzere elli gün kaldık. İki arkadaşım halktan çekildiler ve evlerinde oturup ağlamakla vakit geçirdiler. Fakat, ben onların daha genci ve daha salâbetlisi idim. Bu cihetle ben evimden çıkardım. Ve mescide gidip müslümanlarla beraber namazda hazır bulunurdum. Ve sokaklarda, çarşıda dolaşırdım. Halbuki hiçbir kimse bana söz söylemezdi. Namazdan sonra Resulüllah'ın meclisine varır ve kendine selâm verirdim. Ve içimden: Acaba Resulüllah selâmıma mukabele ederek dudaklarını oynattı mı, yoksa oynatmadı mı? derdim. Sonra namazı Resulüllah'ın yakınında kılardım da gizlice onu gözetlerdim. Namazıma yöneldiğim sıra o bana doğru dönerdi. Fakat ben onun tarafına bakınca da yüzünü çevirirdi. Nihayet halkın cefasından ıztırab çektiğim bu hâl uzayınca bir gün gittim. Tâ Ebu Katâde'nin bahçe duvarından aştım. Ebu Katâde, amcam oğlu ve halk arasında beni en çok seven bir zat idi. Vardım, ona selâm verdim. Vallahi selâmımı almadı. Ben: "Ey Ebu Katâde! Allah adına and vererek sana sorarım: Benim Allah'ı ve Resulüllah'ı sevdiğimi bilir misin?" dedim. Sustu, cevap vermedi. Tekrar and verdim. Allah aşkına sordum. Yine sükut etti. Üçüncü bir daha Allah adına and verdim. Bu defa: "Allah ve Resulü daha iyi bilir!" dedi. Bunun üzerine gözlerimden yaş boşandı. Artık döndüm, duvardan aştım.Kâ'b bin Mâlik rivayetine devam ederek der ki: Birgün Medine çarşısında gidiyordum. Medine'ye zahire satmağa gelen Şam ahalisinden nebeti bir fellâh, bir ekinci: "Ka'b bin Malik'i bulmağa bana kim delâlet eder?" diye soruyordu. Bunun üzerine halk ona beni göstermeğe başladılar. Nihayet nebeti kişi bana geldi. Ve Gassan Meliki'nden bir mektup verdi. Bakınca: (Emma ba'dü) den sonra bu mektupta şöyle yazıldığını gördüm: Haber aldığıma göre sahibin (Peygamber), sana cefa ve eza ediyormuş. Allah seni hakaret görecek ve hakkın zayi olacak bir mevkide tahkir ve tezlil için yaratmamıştır. Orada durma, bize gel! Sana şânına lâyık bir surette hürmet ve ihsanda bulunuruz. Bu mektubu okuyunca, bu da öbürüsü gibi bir belâdır, dedim. Hemen bu sayfayı ocağa attım, ocakta yaktım.Nihayet bu elemli elli günden kırk günü geçtiğinde bir gün baktım ki Resulüllah'ın gönderdiği bir zat, (Huzeyme bin Sâbit) bana geliyor. Huzeyme gelip, bana: "Resülullah sana kadınından ayrılmanı emrediyor!" dedi. Ben de: "Kadınımı boşayacak mıyım, yoksa ne yapacağım?" dedim. O da: "Hayır, boşama, yalnız ondan ayrı bulun, kadınına yaklaşma." dedi.Resulüllah, Huzeyme ile iki arkadaşım Murar ile Hilâl'e de bunun gibi emir göndermişti. Bu emir üzerine kadınıma, haydi ehline (baban ailesi yanına) git, Allah bu iş hakkında hükmedinceye kadar, onların yanında bulun! dedim.Bundan sonra on gün daha durdum. Tâ ki Resulüllah'ın bizimle halkı görüşmekten menettiği tarihten itibaren elli günümüz dolmuştu. Vakta ki ellinci günün sabahında sabah namazını kıldım. Ve evlerimizden birinin damı üzerinde bulunuyordum. Öyle bir hâlde bulunuyordum ki, Allah Telâlanın (Tevbe sûresinde) zikrettiği vechile hayatım bana güçleşmişti. Ve yeryüzü bütün genişliği ile başıma dar gelmişti. İşte bu sırada Sili dağı üzerinde en yüksek sesiyle: "Ey Ka'b bin Mâlik, müjde!." diye olanca kuvvetiyle bağıran birisinin sesini işittim. Hemen secdeye kapandım. Ve anladım ki darlık gitmiş, genişlik gelmiştir. Ve Resulüllah sabah namazını kıldığı zaman Allah'ın bizim üzerimize tevbesini (nedametlerimizin kabulünü) ilân etmiştir de, halk bize müjdelemeğe koşmuştur. Arkadaşlarım tarafına da bir takım müjdeciler gitmişlerdi. Bana da bir kişi (Zübeyr bin Avvam) müjdelemek üzere atını sürmüştü. Ve Eslem kabilesinden bir müjdeci (Hamza bin Amr) da koşup Sili dağının üstüne çıkmıştı. Bunun sesi attan sür'atli idi. Sevimli sesini işittiğim bu müjdeci bana gelince üzerimdeki iki kat elbisemi hemen çıkarıp müjdelik olarak ona giydirdim. Vallahi o gün bundan başka elbisem yoktu. (Ebu Katade'den) iğreti iki kat elbise alıp giydim. Hemen Resulüllah'a (A.S.M.) koştum. Ashab, beni takım takım karşıladılar. Tevbemin kabulünü (günahtan beraatimi) tebrik ediyorlar ve: Allahın, tevbeni kabul buyurması sana kutlu olsun! diyorlardı.Ka'b rivayetine devam ederek der ki: Nihayet mescide girdim. Resulüllah oturmuştu. Etrafında ashab çevrelenmişti. Hem Talha bin Ubeydullah kalktı, koşarak geldi, musafaha etti, elimi sıktı ve beni tebrik etti. Vallahi muhacirlerden Talhadan başka kimse bana ayağa kalkmadı. Talha'nın bu lütfunu unutmam.Ka'b der ki: Vaktaki Resulüllah'a (A.S.M.) selâm verdim. Mübârek yüzü meserretten şimşek çakar gibi şakır bir hâlde bana: "Bir günün hayır ve saâdeti ile müjde sana ey Ka'b ki, annen doğurduğu günden beri yaşadığın günlerin en hayırlısı!" buyurdu. Ben: "Yâ Resulallah! Bu tebşir, tarafınızdan mı, yoksa Allah tarafından mı?" dedim. Resulullah: Hayır, benim tarafımdan değil, doğrudan Allah tarafından! buyurdu. Esasen Resul-ü Ekrem, taraf-ı İlâhiden tesrir buyurulduğu zaman mübarek yüzü parlardı, hatta o, bir ay parçasına benzerdi. Biz de meserretli bir vahiy geldiğini onun bu sevimli simasından anlardık.Vaktaki Resulüllah'ın huzurunda oturdum. - Ya Resulallah, Allah ve Resulullah'ın rızası için halis sadaka olmak üzere malımdan sıyrılıp çıkmak ve malımın hepsini fukaraya dağıtmak istiyorum. Bu istek, tevbemin kabulü icabındandır dedim. Resulullah (A.S.M.): "Hayır, malının bir kısmını kendine alıkoy. Bu senin için daha hayırlıdır!" buyurdu. Ben de "Şu Hayber'deki hissemi alıkorum" dedim.) (S.B.M.)
 
CİHAD-I ASGAR
Küçük savaş. İslâm müdâfaası için silahla savaşma.
CİHAD-I EKBER
Nefis ile mücadele.
CİHAD-I MANEVÎ
İlim, fikir, istiğfar gibi manevi unsurlarla din düşmanlarına karşı koymak.
CİHADÎ
(Cihadiyye) Cihada mensub, savaş işleriyle alâkalı. * II. Sultan Mahmud devrinde harp masraflarına mukabil olmak üzere kesilmiş olan sikke.
CİHAN
f. Dünya, kâinat, âlem.
CİHAN-ÂRÂ
f. Cihanı süsliyen, dünyayı bezeyen.
CİHAN-BÂN
f. Cihanın bekçisi, dünyanın koruyucusu olan. Allah. Hükümdar.
CİHAN-BİN
f. Dünyayı, cihanı gören. Allah. * Göz.
CİHAN-CU(Y)
f. Dünyaya hâkim olmaya çalışan sultan, hükümdar.
CİHAN-DEĞER
f. Cihan kıymetinde. Çok kıymetli.
CİHAN-DİDE
f. Cihanı görmüş. Tecrübeli. * Meşhur, nâmdar.
CİHAN-EFRUZ
f. Cihanı, dünyayı aydınlatan.
CİHAN-FÜRUZ
Cihanı aydınlatan.
CİHAN-GERD
f. Dünyayı dolaşan, cihanı gezen.
CİHAN-GİR
f. Meşhur, cihanı zabteden, fâtih.
CİHANİYAN
f. Dünya ahalisi olan insanlar.
CİHAN-NEVRED
f. Cihanı gezen, dünyayı dolaşan.
CİHAN-NÜMA
f. Dünyayı gösteren harita veya coğrafya. * Çatının üzerinde her tarafa nezareti olan açık taraça. * Meşhur Türk Âlimi Kâtib Çelebi'nin 1654 (Hicri: 1065) tarihinde çizdiği Asya Kıt'asının haritası.
CİHAN-PENAH
Cihanın koruyucusu olan.
CİHAN-PESEND
f. Cihana meydan okuyan.
CİHAN-SÂLÂR
f. Cihanın başkanı, büyüğü ve kumandanı olan, padişah.
CİHAN-SİTAN
f. Cihanı zapteden. Padişah, hükümdar.
CİHAN-SÛZ
f. Cihanı yakan, güneş. * Mc: Çok zulmeden.
CİHAN-ŞÜMÛL
f. Cihan vüs'atinde, dünya çapında, cihanı alâkadar eden. Dünyayı kaplayan.
CİHAR
(Cehr. den) Sesle, sadâ ile ve alenen söyleme ve okuma.
CİHAR
f. (Bak: Çâr)
CİHAREN
(Cehr. den) Alenen, açık olarak.
CİHAR-I YAR-I GÜZİN
f. Dört halife: Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (R.Anhüm)
CİHAS
Kalabalık, müzâhame.
CİHÂT
(Cihet. C.) Cihetler, taraflar, yönler.
CİHÂT-I ERBAA
Dört cihet.
CİHÂT-I SELASE
Üç uzunluk: En, boy, yükseklik.
CİHÂT-I SİTTE
Altı cihet. Altı taraf. (İleri, geri, sağ, sol, yukarı, aşağı taraflar.)
CİHAZ
Âlet ve edevat.* Gelinin lüzumlu şeyleri. Çeyiz. * Cenazenin kaldırılması için lâzım olan eşya.
CİHAZAT
(Cehâzât) (Cihâz. C.) Cihazlar, maddî manevî âletler, lüzumlu edevat.
CİHET
(C: Cihât) Yan, yön, taraf. * Sebeb, mucib. * Vesile, bahane. * Evkafça olan vazife, maaş. * Yer, mahâl, semt.
CİHET-İ RÜCHANİYET
Üstünlük ciheti.
CİHET-ÜL VAHDET
Birlik ciheti.
CİHET-ÜL VAHDET-İ İTTİHAD
Birleşmenin birlik ciheti. Yani birleştiren temel unsur. Birleştiren ve birleşilen esas.
CİHNAM
Derin kuyu.
CİL
Cemaat, insan güruhu. Millet. Boy, aşiret, kuşak.
CİLÂ
Parlaklık, parlatma, perdaht, lostura.
CİLÂ-BAHŞ
Parlaklık veren, parlatan.
CİLAHİK
Eskiden kemankere ile ve şimdi de tüfek ile atılan yuvarlak nesne.
CİLANGER
f. Çilingir.
CİLAS
Beraber oturma.
CİLAZ
Toz, gubâr.
CİLAZ
Kamçının ucuna bağlanan kayış.
CİLBAB
Kadın feracesi. Çarşaf. (Bak: Celâbib, Tesettür)
CİLBEND
Büyük cüzdan. Evrak koymaya mahsus birçok gözlere ayrılmış cüzdan şeklinde çanta ki, koltuk altına alınır.
CİLD
Deri. * Meşin. * Kitab kabı. * (Masdar olarak) Kitabın dikilip kap geçirilmesi. * Bir büyük kitabın bölündüğü kısımların her biri.
CİLD-GER
f. Ciltçi, mücellit.
CİLDİYYE
Cilt hastalıkları bölümü.
CİLEN BA'DE CİLİN
Devirden devire, asırdan asıra.
CİLF
Boş küp.* Kırılmış, ufanmış köpek esfeli. Arı kovanı. * Kuru ekmek parçası. Kuru ekmek kenarı. * Yüzülüp karnı çıkmış ve başı ile ayağı kesilmiş koyun. * Her nesnenin parçası. * Hoyrat, kaba. Ayak takımından.
CİLFE
Kalem yongası.
CİLHABE
Büyük olan şey, kebîr.
CİLL
Ekin biçildikten sonra yerde kalan sap ki, "anız" derler.
CİLLE
Büyük, ulu nesne. Kebîr ve azîm.
CİLLEVEZ
İnce kabuklu, uzunca fındık. * Köknar.
CİLM(E)
Üzüm çubuğundan kestikleri değnek.
CİLNAR
(Cüllenâr) Gülnar. Nar çiçeği.
CİLSE
Bir çeşit vurmak.
CİLT
(Bak: Cild)
CİLVAH
Geniş ve dolu olan deve.
CİLVAZ
(C.: Celâvize) Kethudâ. Reis.
CİLVE
Esmâ-i İlâhînin tecellisi. * Tecelli. * Güzellere yakışır duruş ve davranış. Dilberâne hareket. Naz ve edâ. Hoşa giden görünüş.
CİLVEGÂH
(Cilve-geh) f. Cilve edilecek yer, cilve yeri.
CİLVEGER
f. Cilve ve naz eden. Cilveli. * Tecelli eden.
CİLVE-İ İRÂDE
İrâde ve kasdı gösteren tezahür ve tecelli. Cenab-ı Hakkın kendi bizzat isteği ve iradesiyle yaptığını gösteren oluş ve intizam, mükemmeliyet. (İnsanın nasıl ruhu bütün cesedine özel bir münasebeti var ki: Bütün âzâsını ve eczasını birbirine yardım ettirir. Yani: İrade-i İlâhiye cilvesi olan evâmir-i tekviniyeye ve o emirden vücud-u haricî giydirilmiş bir kanun-u emrî ve lâtife-i Rabbaniye olan ruh onların idaresinde onların manevî seslerini hissetmesinde ve hâcatlarını görmesinde birbirine mâni olmaz, ruhu şaşırtmaz. S.)
CİLVEKÂR
f. Cilveli. Nâzenin.
CİLVEKÜNÂN
f. Cilve yaparak.
CİLVENÜMÂ
f. Cilve yapan, cilve gösteren, cilve eden.
CİLVESAZ
f. Cilveli. Nazlı. Gönül alan.
CİLVEZET
Mâni olmak. Men'etmek.
 
CİLZ
Süngü demiri. * Kamçının ucundan tuttukları yer.
CİLZE
(C.: Cilzâ) Sert ve sağlam yer.
CİM
Gulamperest olan kimse.
CİM
( harfinin arapça adı olup ebced hesabında üç sayısının karşılığıdır.
CİMA'
Cinsi münâsebet. Çiftleşmek. * Zamm etmek.
CİMAH
Binicisi zabtedemediğinden, atın serkeş olup binicisini istememesi.
CİMAL
(Cemel. C.) Erkek develer.
CİMAM
Kuyu içinde suyun toplanması ve çoğalması.
CİMAR
Toplu kabile. * Süvari alayı.
CİMNASTİK
yun. Vücud organlarını alıştırıp kuvvetlendirmek için yapılan idman. Beden terbiyesi.
CİMRİ
f. Hasis, varyemez, pinti. Elindeki mal veya parayı harcayamıyan ve türlü sıkıntılara katlanarak daha çok biriktirmeye çalışan kimse. Cimrilik, müsriflik (savurganlık) gibi İslâmda kötü huy olarak bilinir. Cömertlik ve tutumluluk ise övünülen ahlâkî vasıflardandır. Cömertlikte de ölçülü olmak tavsiye edilir. Başkasına muhtaç duruma düşürecek cömertlik de doğru değildir. (Bak: İktisad)
CİMSE
Rengi gökrek kızıllığa yakın kıymetli bir taş.
CİN
(Bak: Cinn)
CİNAB
Hayvanlara vurulan damga ve nişan.
CİNAÎ
(Cinâiyye) Cinayetle alâkalı.
CİNAN
(Cennet. C.) Cennetler.
CİNAN-I ULÛM
İlm-i Kur'ân ve imân cennetleri. Maarif-i İlâhiye ve tahkikî ve yakinî imân derslerinin okunduğu ulemâ-i İslâm ve talebe-i ulûm meclisleri.
CİNARE
Esterâbâd ile Cürcân arasına derler.
CİNAS
Benzeyiş, münâsebet. * Edb: Birçok mânâya gelebilen söz, imalı, telmihli söz. telâffuzu bir, mânası ayrı olan kelimelerin bir sözde bulunması. Bunu yapmaya "tecnis" denir, o kelimelere de "cinas" denir.
CİNAS-I MUHARREF
Edb: Yalnız harflerde beraberlik, harekelerde ayrılık bulunan cinâs. (merd, mürd gibi.)
CİNAS-I NÂKIS
Edb: Cinaslı kelimelerin birinde veya birkaç harfin ziyade olması suretiyle yapılan cinas. (dem, âdem gibi.)
CİNAS-I TAMM
Edb: Lâfızda, harekelerde ve harflerde eksiklik ve ziyâdelik bulunmayan cinâs. Kır (kırmaktan emir), kır (çöl); yaz (yazmaktan emir), yaz (mevsim).
CİNAYAT
(Cinayet. C.) Büyük cezâları gerektiren suçlar. Cinayetler.
CİNAYET
Adam öldürmek, katl. (Bak: Câni)
CİNAYET-KÂR
f. Cinayet işleyen.
CİNAZE
Tabut. İçine cenaze konulan sandık.
CİNCİN(E)
(C: Cenâcin) Göğüs kemiği.
CİNH
Gece karanlığı.
CİNN
Bir cins ateşten yaratılmış olup, dünyanın insandan sonra en mühim sekenesidir. Akıl ve şuur sâhibi olup pekçok şer ve isyan yapabildikleri gibi "Peygamberlerin ve semâvî kitabların irşadlarıyla" insana yetişememekle beraber terakki edip yüksek kemâlatlara çıkabilen mahluktur. İnsanlar gibi dinin bir kısım emirlerini yapmakla ve bazı yasaklarından kaçınmakla yükümlüdürler. Kıyamet ve haşirden sonra cinlerden de dünya imtihanını kazananlar Cennet'e, kaybedenler Cehennem'e girecektir. Kâinat ve içindeki bütün varlıklar hakkında, en birinci söz söyleme hakkı; onların yaratıcısı ve mâliki olanındır. Çünki "Yapan bilir, öyleyse bilen konuşur" bir kaidedir. Cinlerin varlığını da, evvelâ; Kur'an-ı Kerimden öğreniyoruz. Ayrıca Peygamberimiz Resul-ü Ekrem'den (A.S.M.) gelen sahih rivayetler ve ashabının cinleri görmesi ve görüşmesi hâdiseleri de pek çoktur. Cinlerin pekçok cinsleri vardır. Bunlar lâtif yaratıklar oldukları için gaybî haberler getirmekte kullanılabilirler. Fakat Hazret-i Peygamber'den (A.S.M.) sonra cinlerin gaybî âlemden haber hırsızlamaları Cenab-ı Hak tarafından menedilmiştir.Cinlerin, kötülüğe sevkedenlerine şeytan-ı cinnî de denilir. * Lügatta: Bir şeyi hisseden, setretmek, gizlemek mânasına gelir.
CİNN SÛRESİ
Kur'ân-ı Kerim'in 72. sûresi olup Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur.
CİNNET
Delilik.
CİNNÎ
Cinn taifesinden olan.
CİNS
Nevi'. Boy, soy, kavim, kabile. Aynı çeşitten olmak.
CİNSÎ
Cinsle ilgili, cinsle alâkalı.
CİNSÎ
Zırh yapıcı.
CİNS-İ LATİF
Lâtif ve hoş cins, nev. İnsanlar nev'inde kadın.
CİNSİYET
Bir kavim ve kabileye mensub olma. * Bir cins ile alâkalı olma.
CİNUN (CİNAN)
Gece karanlık olmak.
CİNZAB
Yaban havucu.
CİR
f. Aşağı, alt. * Eldiven, kayış vs. gibi şeyler yapılabilen tabaklanmış deri.
CİRAB
(C.: Ecribe-Cireb Cerbân) Dağarcık.
CİRAHA
(C.: Cirâh-Cirâhât) Yara.
CİRAN
(C.: Cürün) Devenin boynunun önünde boğazlanacak yerinden boğazı çukuruna kadar olan yer.
CİRAN
Komşular. * Müşteriler.
CİRANTA
yun. Bir senedi ciro eden kimse.
CİRAR
(Cerre. C.) Toprak testiler.
CİRAYE
Suyun ve diğer sıvıların durmadan akıp gitmeleri.
CİRBAN
Yaka.
CİRBET
Ekinlik, mezra.
CİRCİR
Maydanoz.
CİRCİS
Mühür yapılan mum. * Toprak. * Küçük üvez.
CİRCİS
(Bak: Cercis)
CİRE
f. Çırak, uşak ve hizmetçilere verilen yevmiye, yemek ve para.
CİRET
Komşuluk.
CİR'ET
(Cer'et- Cür'et) Bahadırlık, kahramanlık, şecaat. * İkdâm etmek.
CİRF
Büyük nesne.
CİRÎ
Yılan balığı. (Fâriside mermahi derler.)
CİRİS
Sazan balığı.
CİRİŞ
Ceset.
CİRİT
Düşmana atılmak üzere yapılmış ucu demirli, sert tahtadan kısa mızrak. Sulh zamanlarında talim mahiyetinde yapılan karşılaşmalara cirit oyunu denirdi. Türklerin makbul bir sporu idi.
CİRİYYA
Tabiat, mizac, fıtrat, yaradılış. * Huy, haslet.Adet, alışkanlık.
CİRM
Vücud, ten, cüsse, hacim, büyüklük. * Cansız cisim. * Yıldız.
CİRMAN
Organlarla birlikte vücut.
CİRO
ing. Bir senet veya havalenin alacaklı tarafından diğeri namına çevrilmesiyle üzerine buna dair şerh verilmesi.
CİRRE
Devenin karnından çıkarıp çiğnediği geviş. * Yapağı denilen yün.
CİRRİYYE
Kursak.
CİRS
Temel, kök, menşe, kaynak, menba.
CİRSAM
Divanelik, delilik. * Öldürücü zehir. * Zatülcenb.
CİRŞAB
Hasta olduktan sonra zayıflayıp gövdede çıban çıkmak.
CİRYAL
Altının kırmızılığı. * Bir cins kırmızı boya. * Temiz renk. * Şarap.
CİRYE
Suyun akması ve şırıldaması. * Cereyan.
CİSAD
Kan. Safran.
CİSİM
(Cism) Varlığı bilinen, hayyiz olan, mekânı, ciheti, uzunluğu, genişliği ve derinliği olan şey.
CİSMANÎ
(Cismaniye) Bedene mensub, vücutla alâkalı. * Mânevi ve ruhani karşılığı. Maddi ve cisimli olmak.
CİSMANİYET
Cismânilik. Maddi beden sahibi olmak hâli.(Sual : Kusurlu, noksaniyetli, mütegayyir, kararsız, elemli cismaniyetin, ebediyetle ve cennetle ne alâkası var? Madem, ruhun âli lezâizi vardır; ona kâfidir. Lezaiz-i cismaniye için bir haşr-i cismâni neden icab ediyor?Elcevab : Çünki, nasıl toprak suya, havaya, ziyaya nisbeten kesafetli, karanlıklıdır. Fakat, masnuat-ı İlâhiyenin bütün envaına menşe ve medar olduğundan bütün anâsır-ı sâirenin mânen fevkine çıktığı gibi; hem kesafetli olan nefs-i insaniye, sırr-ı camiiyet itibariyle, tezekki etmek şartıyla bütün letâif-i insaniyenin fevkine çıktığı gibi.. öyle de cismaniyet, en câmi, en muhit, en zengin bir ayine-i tecelliyât-ı esmâ-i İlâhiyedir. Bütün hazain-i rahmetin müddeharatını tartacak ve mizana çekecek âletler, cismaniyettedir. Meselâ: Dildeki kuvve-i zaika, rızk zevkinde, enva-ı mat'umat adedince mizanlara menşe olmasaydı, herbirini ayrı ayrı hissedip tanımazdı; tadıp tartamazdı. Hem ekser esmâ-i İlâhiyenin tecelliyatını hissedip bilmek, zevk edip tanımak cihazatı, yine cismaniyettedir. Hem gayet mütenevvi ve nihayet derecede ayrı ayrı lezzetleri hissedecek istidatlar, yine cismaniyyettedir. S.)( $ âyetinin sarahat-ı kat'iyesiyle: İnsan, en ziyade ünsiyet ettiği ve dünyada numunesini tatmış olduğu cismani lezzetleri cennete lâyık bir tarzda görecek, tadacak. Ve lisan, göz ve kulak gibi âzaların ettikleri hâlis şükürler ve hususi ibadetlerin mükâfatları, o uzuvlara mahsus cismani lezzetler ile verilecektir. Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyan o derece cismani lezzetleri sarih bir surette beyan eder ki, başka te'viller ile mâna-yı zâhiriyi kabul etmemek imkân hâricindedir. ş.)
CİSMEN
Cisim itibariyle, cisim olarak. Vücutça, bedence.
CİSM-İ NÂTIK
Söz söyleyen cisim. Konuşan cisim. İnsan.
CİSM-İ NİZÂR
Zayıf vücud.
CİSR
(C.: Cüsûr-Ecsür) Köprü. Ağaçtan olan köprü.
CİSR-İ MUALLÂK
Asma köprü.
CİVAN
f. Cevan. Taze. Genç.
CİVANAN
(Civân. C.) f. Gençler.
CİVANÎ
f. Gençlik.
CİVANMERD
Sözünde sağlam. İyilik sever. Kahraman.
CİVAR
Çevre, yöre, etraf. * Yakın yer, yakın komşu.
CİVARİYYET
Komşuluk, yakınlık, aynı civarda oluş.
CİVE
f. Civa. (Hg)
CİVELEK
Tar: Yeniçeri Ocağı'nda bulunan ve aşçıbaşı maiyetinde yaver gibi kullanılan gençler. * Canlı, hareketli ve neş'eli deve yavrusu veya genç.
CİYA'
(Câyi'. C.) Karınları acıkmış olanlar, açlar.
CİYADET
Tazelik, yenilik. * İyilik, güzellik.
CİYEF
(Cife. C.) Lâşeler, leşler. Cifeler.
CİYET
Bozulmuş, değişmiş olan su. Bir yere toplanıp birikmiş olan su.
CİZ'
Derenin dar ve kısık yeri.
CİZ'
Ağaç kütüğü. Ağaç kökü. Kuru direk. Hurma ağacının kökü. Hurma ağacı. * Çatı örtüsünde kullanılan ağaçlar. (Bak: Hanin-i ciz')
CİZAL
Hurma toplama.
Cİ'ZARE
Kısa boylu tıknaz kimse.
CİZARET
Deve kasaplığı.
CİZE
Dere kenarı.
CİZFE
Küçük sürü.
 
Geri
Top