Osmanlıcada ''D''ile başlayan kelimelerin anlamları

arz-ı hal

şşşşştttttttt
Özel üye
DA'
Def'etmek, kovmak. Terketmek.
DA'
Arabçada "bırak" mânasına emirdir. Meselâ:
DÂ'
(C: Edvâ) Maraz, hastalık. * Meşakkat, zahmet.
DA' MÂ KEDER
Keder veren şeyi bırak.
DAA
Telef etmek, ziyan etmek.
DAAC
Gözün çok siyah ve büyük olması.
DAAK
Davarın ayağıyla kazılmış yer.
DAAR (DAÂRE)
Fısk. * Kapmak. * Yaramazlık.
DA'AT
Horluk, zelillik.
DAB
f. şan ve şeref, haysiyet.
DABAR (DIBÂR)
(C: Debabir) Cemaat, topluluk.
DABB
(C.: Dıbâb-Edubb) Keler, kertenkele. * Yaraya merhem sürmek. * Akmak. * Süt sağmak. * Yere yapışmak. * Dudakta olan bir hastalık (çatlayıp kan akar). * Hurma çiçeği.
DABBE
(C.: Dıbâb) Dişi kertenkele. * Kapıya koyulan yassı enli demir.
DÂBBE
Yürüyen mahluk. Debelenen.
DÂBBE-SÜVÂR
f. Hayvana binen, binici.
DÂBBET-ÜL ARZ
Hadis-i şerifle âhir zamanda olacağı haber verilen ve âhir zaman alâmetlerinden olan bir nevi mahluk. (Cenâb-ı Hakk'a itâat etmeyenleri içlerinden kemireceği ve yiyeceği bildirilen dehşetli bir mahluk tâifesi.)(Kur'ânda, gayet mücmel bir işaret ve lisân-ı hâlinden kısacık bir ifâde, bir tekellüm var. Tafsili ise; ben şimdilik, başka mes'eleler gibi kat'i bir kanaatla bilemiyorum. Yalnız bu kadar diyebilirim: $ Nasıl ki Kavm-i Fir'avne "Çekirge âfâtı ve bit belâsı" ve Kâbe tahribine çalışan Kavm-i Ebrehe'ye "Ebâbil kuşları" musallat olmuşlar. Öyle de: Süfyan'ın ve deccalların fitneleriyle bilerek, severek isyan ve tuğyana ve "Ye'cüc ve Me'cüc"ün anarşistliği ile fesada ve canavarlığa giden ve dinsizliğe, küfür ve küfrana düşen insanların akıllarını başlarına getirmek hikmetiyle arzdan bir hayvan çıkıp musallat olacak, zir ü zeber edecek. Allahu a'lem, o dâbbe bir nev'dir. Çünki gayet büyük birtek şahıs olsa, her yerde herkese yetişmez. Demek dehşetli bir tâife-i hayvaniye olacak. Belki $ âyetinin işaretiyle, o hayvan, dâbbet-ül arz denilen ağaç kurtlarıdır ki; insanların kemiklerini ağaç gibi kemirecek, insanın cisminde dişinden tırnağına kadar yerleşecek. Mü'minler iman bereketiyle ve sefâhet ve su-i istimâlâttan tecennübleriyle kurtulmasına işâreten, âyet, iman hususunda o hayvanı konuşturmuş. Ş.)
DA'BEL
Kurbağa yumurtası. * Güçlü, kuvvetli deve.
DABENTÎ
Güçlü, kuvvetli kimse.
DABGAM
Arslan, esed.
DABH
Atların koşu esnasındaki nefeslerinin sesleridir ki, sahil denilen kişnemek değil, yemi ve sahibini gördüğü zaman yaptığı gibi hamhame denilen sesi de değil; hızlı nefes sesi olan bir harıltı ve hohlamadır. Denilmiştir ki: Dabh, bir at ve bir de köpek koşarken olur. (E.T.)
DABIK
Bir yerin adı.
DABİ
Kül, ramâd.
DABİ'
Yere yapışan, yere yapışıcı.
DABİB
Akmak. Seyelân etmek.
DABİE
Kişinin çoluk çocuğu.
DABİR
Arka, kök, nihâyet. Son, âhir. * Bir nişandan geçen ok.
DABİRE
Askerin bozulması.
DÂBİRET-ÜL İNSAN
İnsanın ökçe siniri.
DÂBİRET-ÜT TUYUR
Kuşların, ayakları arasındaki parmak.
DABK
Kendisiyle kuş avlanan bir nesne.
DABN
Dar nesne.
DABR
Cemaat. * Yaban cevizi. * Sıçramak.
DABRAK
şişman ve etli olmak.
DABS
(C.: Ezbâs) El ile tutmak.
DABS
Mesrur ve mütekebbir olmak. Sevinçli ve kibirli olma hâli.
DABS
Ahlâkı kötü ve korkak olmak. * Anlaması, idrâki az olmak.
DABSEM
Arslan, esed.
DABT
Hıfzetmek. * Cem'etmek, toplamak.
DABUKA
Pis. Necis.
DABURE
Yer yüzünde gezen hayvanât.
DABV
Pişirmek. * Tağyir etmek, değiştirmek.
DAC
Çağırmak.
DAC' $ (DUCU')
Yan tarafını yere koyup yatmak.
DA'CA'
Gözü çok siyah ve büyük olan kadın. (müz: Edac)
DACC
Hacıların hizmetkârı ve devecileri. * Hacılar ile birlikte giden, fakat, hac maksudu olmayan bezirgân.
DACCE
Bir kere çağırmak ve inlemek.
DA'CELE
Gitmekte ve gelmekte tereddütlü olmak.
DACEM
Eğrilik.
DACİ'
İşlerinde kısaltan. * Yatak arkadaşı.
DACİA
Çok fazla bulut.
DACİC
Çağırış. * Sesi yükseltmek.
DACİN
(C.: Devâcin) Evi öğrenmiş olan davar.
DACİR
Gamkin ve gönlü dar kimse. * Bağırgan dişi deve. * Kederlenmek, hüzünlenmek muztarib olmak.
 
DACNAN
Tehame vilâyetinde bir dağ.
DACR(E)
Darlık, kalbin sıkıntılı olması.
DACUC
Çağıran. * İnleyen. * Sağarken incinen ve inleyen dişi deve.
DAD
Osmanlı alfabesinin onyedinci harfidir. * Ebced hesabında sekizyüz sayısına karşı gelir.
DAD
Oyun, lehv.
DAD
Doldurmak.
DA'D
Husumet, düşmanlık.
DÂD
f. Adâlet. Hak, doğruluk. * İnsaf. * Vergi, ihsan, atiyye. * Ömür. * Sızlanma. (Adâletle dâd arasında fark vardır; adâlet, binefsihi adâlet edip zulmetmemektir. Dâd ise, başkasının zulmünü def ve izâle eylemektir. L.R.)
DÂD U SİTED
Alış veriş.
DADA
f. Halayık. Çocuk bakıcı. Dadı.
DA'DA
Aklı ve fikri olmayan kişi. * Her nesnenin zayıfı.
DA'DA'
Güzel dur mânasına gelir ve düşecek ve dayanacak yerde söylenir.
DA'DAA
Yakmak. Yıkmak. * Hor ve zelil etmek. * Perâkende etmek.
DA'DAA
Koyunu ve keçiyi çıkarıp sürmek. * Sallamak. * Bir kimseye "güzel dur" demek. * Miktarı çok olsun diye depretip çevirmek ve doldurmak.
DADAN
Kesmez kılıç. * Fakir, muhtaç kişi.
DADAR
f. Allah (C.C.) * Adaletli, âdil, doğru olan hükümdar.
DADAŞ
Delikanlı, babayiğit kimse. * Erkek kardeş.
DÂD-ÂVER
f. Doğru, adaletli.
DÂD-BAHŞ
f. Hakkı yerine getiren, adaletli.
DÂDE
f. Verilmiş, vergi.
DÂDEN
f. Vermek.
DÂDENDER
f. Erkek üvey kardeş.
DÂDER
f. Karındaş, kardeş, birâder.
DÂDER-ENDER
f. Üvey kardeş.
DÂDGÂH
Adliye. Hak yeri, adâlet yeri.
DÂD-GER
f. Doğru, insaflı.
DADH
Yemen baklası.
DÂDHAH
f. Adalet isteyen.
DÂD-I HAK
Hak vergisi, Cenab-ı Hakk'ın lütf u ihsanı.
DÂD-I HAK RÂ KABİLİYYET ŞART NİST
Cenab-ı Hakk'ın lütf u ihsanında kabiliyyet şart değildir.
DÂDİSTAN
f. Bir işte ortak olma. * Bir işe razı olma.
DÂDRAD
f. Allah (C.C.), Cenab-ı Hak.
DÂD-RES
f. Yardımcı, yardıma yetişen.
DAELE (DUULE)
Zayıf ve ince olmak. * Hor ve zayıf olmak.
DAF'
Necis, pis.
DAFADİ
Kurbağa.
DA'FAK
Bol ve geniş olan şey. Vâsi.
DAFATE
Ayağa giydikleri bir cins pabuç. * Kişinin aklı ve reyi zayıf olmak. * Bir oyun çeşidi.
DAFEF
Çoluk çocuğun fazla oluşu. * Şiddet. * Darlık. * Hâcet. * Acele etmek.
DAFEN
Kısa boylu, ahmak adam. * İri gövdeli ahmak kimse.
DAFENDED
şişman, ahmak adam.
DAFF
Dar, zıyk.
DAFFAT
Devesini kiraya veren deveci.
DAFFATA
Metâ ve kumaş götüren deve. * Çokluk, cemaat.
DAFFE
Yan, taraf.
DAFİ'
Def'eden, menedici. Ortadan engeli kaldıran. * Cenâb-ı Hak. (C.C.)
DAFİA
Def eden, muhafaza eden.
DAFİK
Atılarak dökülen. Su ve emsali gibi akarak dökülen.
DAFİT
Ahmak.
DAFN
Ayakla tekme vurmak ve atmak.
DAFR
Saçı ve ona benzer şeyleri enlice örmek ve dokumak. * Vakarla yürümek. * Def'etmek, kovmak.
DAFUF
Sütü çok olan davar.
DAFV
Tamam olmak. * Malın çok olması.
DÂG
f. Yanık yarası. * İnsan veya hayvan vücuduna kızgın demirle vurulan damga.
DAGAL
f. Hile. * Geçmez akçe, kalp para. * Hileci, hile yapan, dolandırıcı. * Çerçöp.
DAGAL-BÂZ
f. Hileci.
DAGAS
Çok yemekten dolayı midenin dolması.
DAGB
Harislik, hırslı oluş. * Ovmak.
DAGBUS
(C.: Dagabis) Küçük hıyar. * Sirkeyle ve zeytin yağıyla yenen bir ot.
DAGDAGA
Dişi olmayan kadın. * Kurdun et yemesi. * Yemeği iki çene arasında geve geve yemek.
DAGF
Almak.
DAGFASA
Semizlik, şişmanlık, besililik, etlilik. * Bol geniş nesne.
DÂG-I DİL
Gönül yarası.
DAGI(YYE)
Azgın, başkaldıran, isyan eden, âsi, anarşist.
DAGISA
(C: Devâgıs) Diz üstünde hareket eden yuvarlakça kemik. * Sâfi su.
DAGİ
(Bak: Tâgi)
DAGİB
Tavşan sesi.
DAGÎGA
Sıvı hamur.
DAGİT
Yanında bir kuyu daha olduğundan suyu çekilip kokan kuyu.
DAGM
Isırmak.
DAGMA'
Yüzünün rengi siyaha yakın olan dişi koyun.
DAGMİRE
Karıştırmak, halt.
DAGN
Meyletmek, yönelmek. * Kin tutmak.
DAGR
şiddetle def'etmek. * Bir yere girmek.
DAGRE
Bir şeyi kapıp almak.
DAGS
(C.: Adgas) Rüyâ karışıklığı. * Karışık olmak.
DAGŞ
Hücum etmek.
DAGT
Zahmet. Meşakkat. * Bir şeyi bir yere zorla sıkıştırmak. Sıkışmak.
DAGUL
f. Dolandırıcı, hileci, hile yapan.
DAGV
Kedi veya tilki çağırmak.
DAGVE
(C.: Degavât-Degayât) Huyu yaramaz olmak, hulku çirkin olmak.
DAGZ
Yutmak. * Defetmek. * İğrenmek. * Cimâ etmek.
DAG-ZEN
f. Damga vuran, nişan koyan. * Kalb kıran, gönül kıran.
DAĞDAĞA
Gürültü. Iztırab. Boş yere telâş ve zorluklar. * Tereddüt etmek, karar verememek. * Gıcıklamak.
DAĞDAR
f. Pek acıklı, üzüntülü. * Gönlü yaralı. * Kızgın demirle nişan vurulu. Damgalı. (Milletimde ihtilâf u tefrika endişesi Kûşe-i kabrimde hattâ bi-karar eyler beni, İttihadken savlet-i a'dâyı def'a çâremiz, ittihad etmezse millet, dağdar eyler beni.) Yavuz Sultan Selim Hân.
DAĞDAR-I TEESSÜF
Çok acı olup, teessüf edilen.
DAĞISTAN
f. Dağlık yer. * Kafkasya'nın kuzeydoğusunda ve Hazer Denizi'nin batı kıyılarında bulunan bir bölgedir ki, eskiden buraya Albanya denirdi.
DAĞIT
Emin. * Nâzır, bakan. * Şiddet veren. * Üzüm toplamada kullanılan âlet.
DAĞVARİ
f. Dağ gibi, dağ cesametinde. Dağ büyüklüğünde. Dağa benzer surette.
DAH
f. Hizmetçi, uşak, cariye. * On (10). Aşer. * Korkak. Alçak, aşağılık, âdi kimse.
DAHA'
Kaba kuşluk vakti.
DAHAL
Aldatmak, mekretmek.
DAHÂMET
İrilik, kocamanlık, kabalık, vücutça büyük olmaklık. * Tıb: Hipertrophie.
DAHÂMET-İ KEBED
Tıb: Karaciğer büyümesi.
DAHAMİS
Bahadır, kahraman. * Karayağız, iri yapılı adam.
DAHAS
Davarın tırnağında olan bir verem.
DAHAS
Kaypancak nesne.
DAHAYA
(Dahiyye. C.) Kurbanlık hayvanlar.
DAHB
Bir şeyi ateşte kızdırıp pişirmek.
DAHC
Gizlemek, örtmek.
DAHD
Kahretmek.
DAHDAH
(C.: Dahazıh) Arzu, istek.
DAHDAH
Küçük adımlı kimse.
DAHDAH
Kısa boylu adam.
DAHDAHA
Suyun dökülüp saçılması. * Serabın uzaktan su gibi görünüp parlaması.
DAHDAHA
Yorulmak, yorultmak. * Yavaşlamak. * Muti etmek, emre itaat ettirmek. * Hor etmek.
DAHDAR
Beyaz bez.
DAHH
Bevlin uzaması.
DAHH
Yer altında bir şey gizlemek.
DAHHAK
Çok gülen. Çok gülücü. * İran'da eski tarihte yaşamış çok zâlim bir hükümdarın adı.
DAHHAS
(C.: Dehâhis) Toprak içinde kaybolup bulunmayan küçük bir böcek.
DAHIK
Gülen, gülücü.
DAHIKE
(C.: Davâhık) Gülme ânında çıkan dört dişin birisi.
DAHIS
Tırnak yakınında olan bir verem hastalığı.
DAHIYE
Nâhiye.
DAHİ
Eşine ender rastlanır, hârikulâde zekâ, fatanet ve hikmet sâhibi.
DAHİKE
(C.: Davâhik) Azı dişlerinden her biri.
DAHİL
Hayrette kalan kimse.
DAHİL
(Bak: Dahl-Dehal) Girmek, karışmak. Dokunmak. Taarruz etmek, müdâhale eylemek.
DAHÎL
Yabancı, sığınan, sığınmış. Muhacir. * Birisinin içyüzü, niyet ve mezhebi. Dâhil ve içerde. Birisinin bütün gizli ve sırlı işlerine vâkıf olan dost ve hemdemi. * Evvelâ alâkasız olup sonradan bir cemaate dâhil olan. * Edb: Başka bir dilden olup, sonradan diğer bir dile geçen kelime. * Tıb: Vücud âzalarında birbirine girmiş ve sokulmuş olan mafsallar.
DÂHİL
İçeri. İç. İçinde. İçeri girmiş.
DAHİLE
(C.: Devâhil) Bir şeyin içi, içyüzü.
DAHİLEK
Yalvarırım, sana sığınırım, sana güvenirim (meâlinde.)
DAHİLEN
İçten, içerden, dâhilden.
DAHİLİYE NAZIRI
İçişleri Bakanı.
DAHİM
(Dahâmet. den) Yoğun ve fazla koyu olan. Kalın olan.
DAHİM
(Dâhim) f. Taç.
DAHİM
f. Nasib ve rızık.
DAHİNE
(C.Devâhin) Duman çıkan baca.
DAHİR
Dere, vâdi. * Dağ başı.
DAHİR
(C.: Dehâyir) Toplanılmış veya gömülmüş mal.
DAHİS
Kokmuş, kemiksiz et. * Semiz nesne. * Çok adet, fazla miktar.
DAHİS
Hayvanların tırnak diplerindeki et parçası. Dolama hastalığı.
DAHİS
Müfsid, arayı bozan. * Koyun yüzerken deri ile etin arasına elini sokan. * Bir meşhur atın adı.
DÂHİYE
Hârikulâde zekâ ve fetanet sahibi. * Âfet, belâ, musibet. Kazâ. Emr-i azîm. Büyük iş ve hâdise.
DÂHİYE-İ DEHYÂ
Çok büyük belâ, musibet.
DÂHİYE-İ EDEB
Edebiyatta dâhi olan, eşine az rastlanan büyük edib.
DÂHİYE-İ HARB
Çok becerikli büyük kumandan.
DÂHİYE-İ HİLKAT
Yaradılıştan dâhi olan. Hârika.
DAHİYYE
Kurbanlık hayvan.
DAHK
Irak, uzak, baid. * Atmak.
DAHK
Tere yağı. * Bal. * Kar. * Ağzı yarılmış olan çiçek tomurcuğu.
DAHL
Bir nesne az olmak.
DAHL
Az miktar su.
DAHL
Karışma, girme. * Nüfuz, te'sir. * Vâridat. * İrâd. İtiraz, ta'riz. * Ayıp, töhmet.
DAHL (DUHL)
(C.: Dihâl-Edhâl-Dahlân) Pencere. * Çukur yer.
DAHM
Şiddetle def'etmek. * Cemaatın kuvvetli olması.
DAHM
İri, büyük, kocaman, cüsseli, kalın.
DAHME
f. Mezar, kabir. türbe. * Donanma geceleri atılan hava fişeği.
DAHMES
Sirke tulumu. * Her nesnenin karası.
DAHN
Fesâd. * Bulanıklık.
DAHNA
Boz renkli.
DAHR
Alçalma. Küçülme. Hor ve hakir olma.
DAHR
Kaplumbağa. * Dağbaşı.
DAHR (DUHUR)
Sürmek. * Irak etmek, uzaklaştırmak. * Horluk.
DAHRECE
(Dıhrâc) Yuvarlamak.
DAHS
Ayağıyla tepinmek.
DAHS
Ön dişler ile ısırmak.
DAHS
Koyunun derisiyle eti arasına yüzmek için elini sokmak. * Fesad, ifsâd.
DAHS
Sözünü fesâhatle açık bir şekilde söylemek.
DAHTEN
f. Bilmek.
DAHUK
Geniş yol.
DAHUL
Geyik tuzağı. * Canavar tuzağı.
DAHÜL
f. Bostan korkuluğu.
DAHV
Zâhir olmak, görünmek.
DAHV
Atmak, ramy.
DAHVE
İlk kuşluk vakti. Güneşin ufukta ilk yükselip yayılmaya başladığı an.
 
DAHY
(Dahv) Yayıp döşemek. * Deve kuşu yumurtası. (Bak: Udhiy) (968 hicri tarihinde vefat eden Ahter-i Kebir lugatının Müellifi, Kur'an-ı Kerimdeki bu kelimeden dünyanın bir elips şeklinde, deve kuşu yumurtası biçiminde yuvarlak olduğuna âdeta inanmış. Bu gün bilinen bu hakikatı bundan üç asır evvel ifşa etmiştir.) (H. Basri Çantay)
DAHYA'
(C.: Duhâ) Hayız görmez kadın. * Ağaç ismi.
DAHYA'
Rûşen, parlak ve nurlu nesne.
DAHYE
Kuşluk vaktinde kesilen koyun.
DAİ
Dua eden, duacı. * Sebep. * Davet eden. Muktazi. (Meselâ: Yemek yemek, iştihadan gelen bir lezzet, bir iştiyaktır. Onu yemeğe sevk eder. Buna dai denir.) Resul-ü Ekrem'in (A.S.M.) bir ismi de daidir. * Çağıran. Müezzin.
DÂİB
Âdet ve usulünde devam eden. (Bak: De'b)
DÂİBEYN
Âdet ve usulünde devam eden iki şey.
DAİL
Arık, zayıf, küçük hacimli.
DAİL
İçen. Şârib. * Mahvolan. * Zaif.
DAİM
Devam eden. (Daimî, daima, daimen şeklinde de söylenir.)
DAİMA
(Devam. dan) Her vakit, bir düziye, daimî suretde.
DAİMÎ
(Devam. dan) Sürekli, devamlı.
DAİN
(C.: Daân) Yünlü olan koyun.
DAİN
Asıl. * Mâden. * Doğruluk.
DAİN
(Dâyin) Ödünç veren, borca veren. * Alacaklı. İkraz eden.
DAİR
Devreden. Dolaşan. Dönen. Bir şeyin etrafını kuşatan. * Belli bir şey hakkında olan. Alâkalı, müteallik.
DAİRE
Resmi hükümet makamlarından her biri. * Yazıhane. * Büyük bir idare adamının makamı. * Ev veya apartman katı. * Bir manevi te'sirin hükmü geçtiği mahal. * Sınır içi. * Büro, büyük ev, konak. * Çember, düz yuvarlak şekil. * Mat: Merkezden aynı uzaklıktaki noktaların çevirdiği düzlük parçası. * Hezimet ve musibet. Beliye-i muhita. * Dönüp dolaşıp meydana gelen hâdise ve inkılâb.
DAİRE-İ ÂFÂK
Ufuklar dairesi. Çok geniş ve büyük dâire, kâinat.
DAİRE-İ EHADİYET
Allah'ın ehadiyetle tecelli ettiği dâire. (Bak: Ehadiyet)
DAİRE-İ ESBAB
Sebepler dâiresi. Sebep ve kanunların bulunduğu yer olan maddi âlem.
DAİRE-İ ESMÂ
Cenab-ı Hakk'ın isimlerinin sahası ve dairesi.
DAİRE-İ İMKÂN
Kâinat. İmkân âlemi. Mükevvenat. Mümkün olan, şartların müsait olduğu âlem. (Daire-i mümkinat da aynı mânada kullanılır.)
DAİRE-İ MÜMKİNAT
(Bak: Daire-i imkân)
DAİRE-İ RESMİYE
Hükûmet dairesi, resmi daire.
DAİRE-İ VÜCUB
Tebeddül ve tagayyür etmeyen ve mümkinat âleminden olmayan âlemler. Esmâ ve Sıfât-ı İlâhiyye gibi. (Bak: Vücub âlemi)
DAİRE-İ VÜCUD
Vücud ve varlık dairesi ve sahası.
DAİREVÎ
Daire şeklinde. Daire gibi.
DAİREZEN
Mehter takımında def çalan.
DAİYAN
(Dâi. C.) Dua edenler, duacılar.
DÂİYE
İnsanı bir şeye candan bağlamağa sürükleyen iç duygusu. * Mücib ve sebep. * Bâis olan husus, vakit ve zamanın bir hâleti. * Arzu, hırs. * Dava. * Bahane.
DÂİYE-İ TEFEVVUK
Üstünlük iddiası.
DAİYY
Şu kimseye derler ki, bir kişi ona "oğlumdur" demiş olsun.
DA'K
Ovmak. * Bir şeyi yumuşatmak.
DAK'A
Toprak.
DAKA'
Varmak. Ulaşmak. * Buluşmak.
DAKA'
Fakirlik.
DAKAİK
(Dakayık) (Dakik. C.) İncelikler. Anlaşılması çok dikkat isteyen incelikler. Çok ince. Anlaşılması dikkat isteyen keyfiyetler.
DAKAİK-AŞİNA
f. İlmî incelikleri bilen, anlaşılması ve tefhimi müşkül, yüksek ve ince ilmî mes'elelere vâkıf olan.
DAKAİK-I FENNİYE
f. İlmî incelikler. Fennin ince ve güç anlaşılan noktaları.
DAKAİK-İ UMUR
f. Üzerinde gayet dikkatle durulması lâzım gelen işlerin ince ve mühim noktaları.
DAKAL
Hurmanın iyi olmayan cinsi. * Gemi oku. * Boya.
DAKDAK
(C.: Dakâdık) Kısa boylu ve katı yürüyen kişi.
DAKDAKA
Davarın tırnağının taşa dokunup ses çıkarması.
DAKDAKE
Tez tez yürümek, hızlı yürümek.
DA'KE
Deve sürüsü.
DA'KESE
Mecusiler oyunundan bir oyun. ("destibend" de derler.)
DAKİK
(Ekseri mânevi mânalar için) Pek ince. Nâzik. Ufak.
DAKİKA
(C.: Dakaik) Zaman mikyası olarak bir saatin bölündüğü altmış parçadan beheri. Altmış saniyelik zaman. * İnce fikir, mülâhaza, nükte. * Daire dereceleriyle başka ölçülerde her derecenin bölündüğü parçalar ki bunlar da saniyelere ayrılırlar.
DAKİKA-BİN
f. İncelikleri bilen, ince noktaları gören.
DAKİKA-ŞİNAS
İnce işleri ve nükteleri anlayan, bir işin incelikleriyle uğraşabilen.
DAKİS
Bir kimsenin aksırdığında ağzından saçılan tükrük.
DAKK
Vurmak. * Çekmek. Çok yemekten dolayı vücudun ağırlaşması. * Kapı çalma.
DAKK-ÜL BÂB
Kapı çalmak.
DAKM
Kırmak, kesr.
DAKR
Vurmak, darb.
DAKVA(N)
Sütü çok içtiğinden dolayı bedeni ağırlaşan kuzu.
DAL
Ağacın ilk verdiği kol. * Kur'ân hattiyle yazılan () harfinin okunuşu (Ebcedi değeri dörttür.) Noktasız olduğundan "dâl-i mühmele" de denir.
DAL
Yaban sediri denen bir ot.
DAL
Semiz avrat. Şişman kadın.
DA'L
İçmek, şirb.
DAL'
Meyl. Eğrilik. Kuvvet. * Ağır yük götürmek.
DAL(L)
Kur'ân ve imân yolundan sapan. Dalâlete giden, azan. * Azdırıcı, sapkın. * Şaşkın.
DALAA
Kuvvet. * Eğrilik. * Şiddet.
DALAL
Sapıklık. * Sapmak. Doğrudan, imân ve İslâmiyyet yolundan sapmak.
DALALET
İman ve İslâmiyetten ayrılmak. Azmak. Hak ve hakikatten, İslâmiyet yolundan sapmak. Allah'a isyankâr olmak. * Şaşkınlık.(... Nevâfil kısmında, emr-i istihbabî ile yine ehl-i iman mükelleftir. Fakat, terkinde azab ve ikab yoktur. Fiilinde ve ittibaında azîm sevaplar var; ve tağyir ve tebdili, bid'a ve dalâlettir ve büyük hatadır...... Sünnete ittiba etmiyen, tenbellik eder ise, hasaret-i azîme; ehemmiyetsiz görür ise, cinayet-i azîme; tekzibini işmam eden tenkid ise, dalâlet-i azîmedir. L.)
DALALETPİŞE
Sapıklığı tâkibeden. Sapıklığa giden. İslâmiyetten başka yol tâkib eden.
DALDAL(E)
Taşlı sert yer.
DALGAKIRAN
t. Bir limandaki tekneleri dalgaların te'sirinden muhafaza etmek için denizde yapılan set.
DALGIÇ
t. Mercan, inci ve saire avlamak veya denizin dibine düşmüş olan şeyleri çıkarmak için denizin dibine dalmaya alışık adam.
DALI'
Kavi, kuvvetli. * Muhkem, sağlam, sert. * Eğri.
DALİF
(C.: Düllef) Nişandan öteye düşen ok. * Ağır yük getirip adımlarını birbirine yakın atan adam.
DALİL
Sert, sağlam, muhkem yer. * Yolu azmış kişi.
DALİYE
(C.: Devâli) Hayvanla döndürülüp su çekilen dolap. (Suyun döndürdüğü dolaba "nâurâ" derler.)
DALKAVUK
t. Eline maddî menfaatler, para vesaire geçirmek için yaltakçılık ve soytarılık edip kendi vakar ve haysiyetini muhafaza etmeyen adam.
DALL
Delil olan, delâlet eden. Yol gösterici. * Bildiren.
DALL
Azan. Azıcı, azdırıcı. Dalalette olan.
DALLE
Evini bilmeyip başka yere giden davar.
DÂLL-İ Bİ-L FEHVÂ
(Dâllibilfehvâ) Fık: Söylenen sözün veya ifâdelerin hülâsasından çıkan mânaya göre delil ve işaret olmak.
DÂLL-İ Bİ-L İBARE
(Dâllibilibâre) Fık: Bir ifade veya sözden muayyen bir mânanın ve hükmün anlaşılması. Meselâ: "Zekât, müslümanların fakirlerine verilir, hiçbir zengine verilmez" ibaresi zekâtın yalnız müslüman fakirlere verileceğine delâlet-i mutabıkıyye ile delâletidir. Zengin olan belli şahıslara da verilemeyeceğine delâlet-i tazammuniye ile delâlet eder. Zekât hususunda, zenginler ile fakirler arasında fark bulunduğuna da delâlet-i iltizamiye ile delâlet eder. (Ist. Fık. K.)
DÂLL-İ Bİ-L İKTİZA
(Dâllibiliktiza) İktizası ile delâlet eden. * Ist: Şer'an muhtacun ileyh olan bir lâzime delâlet eden lâfızdır. Başka bir tâbir ile; vaz'olunduğu mânadan mukaddem isbatına şer'an lüzum ve ihtiyaç mevcud olan bir medlule delâlet eden ibaredir. Meselâ: Bir kimse bir şahsa hitaben: "Evini şu kadar liraya benim nâmıma medrese yap" deyip o şahıs da evini medrese yapsa, o ev o kadar lira mukabilinde o kimse nâmına medrese yapılmış olur. Çünkü bu söz ile: "Evini şu kadar liraya bana sat" sonra "onu benim nâmıma medrese yap" denilmiş olur. "Evini medrese yap" emri bir muktezîdir. Evin satılması da muktezâdır. Bu muktezâ olmadıkça öyle bir mânanın emri hükümsüz kalır. Artık öyle bir emrin sıhhatı için evvelce bu muktezânın vücuduna lüzum ve ihtiyaç vardır. Binâenaleyh, o emir bu muktezaya bi-l iktiza delâlet etmektedir.
DALL-İ Bİ-L İŞARE
(Dâllibilişâre) Sözdeki mânanın işâretine göre delil olmak.Üç nevi delâletten biri ile sevkedildiği mânanın gayrisine yâni; söylenince maksud-u asli olmayan bir mânaya delâlet eden lâfızdır. Meselâ: "Cenab-ı Hak bey'i helâl, ribâyı haram kılmıştır." ibâresi, bey', yani alış-veriş ile ribâ (fâiz) arasında fark bulunduğunu beyan için sevk olunmuştur. Bundan asıl murad budur. O hâlde bu ibâre meşru alışverişle faiz arasında fark bulunduğuna "delâlet-i mutabıkıyye" ile delâlet ettiği gibi, bey'in helâl, fâizin haram olduğuna da yine "delâlet-i mutabıkıyye" ile "bi-l işâre" delâlet etmiş olur. Yine bunun gibi bir malın abde verilmesini veya verilmemesini isteyen bir kimseye karşı "Bu malı hiç bir şahsa vermem" sözü bu malın abde verilmeyeceğine "delalet-i tazammuniye ile" "bi-l işare" delâlet eder.)"Evlâdın nafakaları mevludün leh üzerinedir" ibâresi de çocukların neseblerinin, babalarından sâbit olacağına delâlet-i iltizâmiye ile bil-işâre delâlet eder. Çünkü, babanın mevlüdün leh olması, nesebin kendisinden sübutunu müstelzimdir." (İst. Fık. K.)
DALLÎN
(Dâllûn) Sapkınlar. Müslümanlıktan ayrılanlar. Kur'an hakikatlerinden ayrılıp sapanlar.
DALLİYET
Delil oluş. İsbata vâsıta olmak.
DAM'
(C.: Dümu-Edmu) Helâk olmak. * Göz yaşı.
DÂM
f. Tuzak. ağ, hile.
DAMA
Deniz, bahr.
DAMACANA
Su veya başka sıvıları taşımaya mahsus dar ağızlı, şişkin gövdeli çoğu hasırla sarılı veya sepetli büyük şişe.
DAMAR
t. İstidad. Huy, tabiat, inat. * İnsan bedeninde kanın dolaştığı yollar, şiryan. * Irk. * Toprağın içindeki maden filizleri ve su tabakası. * Damar veya köke benzeyip bir cismin her tarafına uzanan yollar. * Mermer ve ona benzer dalgalı şeylerdeki çizgiler.
DAMD
Yaranın üstüne bez bağlamak, merhem sürmek.
DAMECMEC
Katı, şedid. * Uzun boylu bahil kimse.
DAMED
Hışım etmek, öfkelenmek, hiddetlenmek, kızmak.
DÂMEN
f. Etek. Kenar. Taraf. Zeyl. Elbise veya dağ eteği.
DAMEN-BUS
f. Etek öpen.
DAMENE
f. Dağ eteği, dağın çevresi.
DAMEN-GİR
f. Eteğe yapışan, etek tutan. * Dâvacı, hasım, şikâyetçi.
DAMENÎ
f. Eteklik. * Kadın başörtüsü.
DÂMEN-İ MUALLÂ
Yüksek şerefli dâmen, muallâ etek. * Mc: Yüksek namus sâhibi.
DAMEN-KEŞ
f. Feragat eden, eteğini çeken.
DAMGA
Bir şeyin üzerine işaret veya alâmet koymak. * İşaret vurulan âlet. Mühür.
DAMGA-İ VAHDET
f. Birlik damgası. Cenab-ı Hakkın birliğini gösteren delil.
DAMHAR
Mütekebbir, kibirli, terbiyesiz kimse.
DÂM-I ANKEBUT
f. Örümcek ağı. Örümcek tuzağı.
DÂM-I BELÂ
Bela tuzağı.
DAMIZ
Hayvan üretmeye mahsus dam. Hayvan yetiştirilecek ahır.
DAMİA
Yavaş olarak ve damla damla kan sızdıran yara.
DAMİC
Karanlık.
DAMİĞA
Dimağa işlemiş olan baş yarığı. (Bak: Amme)
DAMİK
(C.: Devâmik) Belâ, musibet, dâhiye. Meşakkat, zahmet.
DAMİME
(C.: Damâyim) Sonradan yapıştırılmış şey.
DAMİN
Kefil olan, tazminat veren. Ödeyen.
DAMİNE
Köyde olan hurma.
DAMİR
Zayıf, ince.
DAMİR
(C.: Damâr) Kalb. * Niyyet.
DAMİSE
Örten, setreden. Defneden.
DAMİYE
Tıb: Kanı akan yara.
DAMM
Yapıştırmak. * Düşürmek.
DAMMAD
Hastalara efsun okuyan kimse.
DAMPİNG
ing. Bir pazarı elde etmek veya bir malı elden çıkartabilmek için benzerlerinden çok düşük fiyatla satma.
DAMZ
Susmak, sükut etmek.
DAMZER
(C.: Damazir) Sütü az olan deve. * Sağlam ve sert yer. * Şişman kadın.
DAN
f. Tane.
DAN
Arabca, Farsça veya bazı Türkçe kelimelerin sonuna takılarak, âlet ismi veya sıfat yapılır. Meselâ: Ateş-dan $ : Mangal. Cüz-dan $ : Cüz kabı, çanta.
DÂNÂ
f. Bilgili, bilen, malûmatlı, âlim.
DÂNÂ-İ BÎ-MÜDANÎ
Eşsiz âlim. Zamanında emsali olmayan âlim.
DÂNÂ-İ YUNAN
Eflatun.
DÂNÂYÎ
f. Âlimlik, bilicilik.
DANE
(Diyn. den) "İtaat etti. İtaatli oldu, boyun eğdi, aziz oldu" mânasında fiil.
DANE
f. Tohum, çekirdek. * Kurşun, gülle, tâne.
DANENDE
f. Bilgin, bilen, Haberli.
DANG
f. Bir dirhemin altıda biri.
DANIK
(C.: Devânik) Bir dirhemin altıda biri ve iki kırât ağırlığı. (Her kırat beş arpa ağırlığıdır.) * Zayıf düşkün davar.
DANIŞTAY
(Bak: Şurâ-yı devlet)
DANİ'
Hor, zelil.
DANİK
Nezle.
DANİK
Bir dirhemin dörtte biri. * Mangır.
DANİSTEN
f. Bilmek.
DÂNİŞ
f. Bilgi, ilim. Biliş.
DÂNİŞ-GEDE
Üniversite.
DÂNİŞ-GER
f. Alim, bilgin.
DANİŞÎ
Alim, bilgin, bilgili.
DANİŞMEND
(C.: Dânişmendân) f. Bilgili, ilimli. * Tanzimattan evvel, kadıların yanında stajyer olarak çalışan kimseler için kullanılan bir tâbirdi.
DANİYE
Yakında olan.
DANK
(Dunuk) Darlık, dıyk.
DANKA'
Dar, sıkıntı. Zararlı, zarara sebeb olan.
DANTELA
Fr. Tentene. Her nevi iplikle örülen, bir kumaşın kenarına işlenen türlü biçimde ince örgü, dantel.
DANU'
Evlâdı çok olmak.
DANV
Oğul ve kız, veled.
DAR'
(C.: Durâ-Duru) Davar emziği.DAR' : Men'etmek, engel olmak. * Ansızın haberli olmak. * Eğrilik.
DÂR
f. Sâhib, mâlik, tutan (mânasındadır.) Meselâ: Bayrakdâr $ : Bayrak tutan.
DÂR
Yer, mekân, konak.
DÂR Ü GİR
Kavga, savaş, muharebe, harp, ceng.
DARA
f. Eski Fars hükümdarlarından dokuzuncusu Keykubat'ın bir ismi. * Hükümdar. * Cenab-ı Hakk'ın bir ismi.
DAR'A'
Başı siyah, gövdesi beyaz olan davar. (Müz: Edrâ.)
DARA'
Zayıf. Zelil, hakir. * Muti, itâat eden, boyun eğen.
DARA'
Düz yer. * Birbirine girmiş olan sık bitmiş ağaçlar.
DARAA
Tevazu etmek, alçak gönüllü olmak. * Emre uymak, muti olmak. * Zayıf ve zelil olmak.
DARAB
Koyu beyaz bal.
DARABAN
Vurma, vuruş. Çarpış, çarpıntı, çarpma.
DARABAN-I KALB
Kalb çarpıntısı, kalbin vuruşu.
DARABÂT
(Darbe. C.) Vuruşlar. Çarpmalar. Vurmalar.
DARABÂT-I ANİFE
Şiddetli vuruşlar.
DARABİNE
Kapı bekçileri.
DARAFE
Çokluk, kesret.
DARAGIM
(Dırgam. C.) Arslanlar, esedler, dırgamlar.
DARAĞACI
t. İdama mahkûm olanların asıldıkları sehpa.
DARAKA
(C.: Derk- Edrâk-Dırâk) Deriden yapılmış olan kalkan. * Gırtlağın hançereyi meydana getiren kıkırdaklarından kalkan şeklinde olanı.
DARAME
Ucu ateşli kuru ot ve odun.
DARARE
Gözsüzlük.
DARAS
Ekşi yemekten dolayı dişin kamaşması.
DARAT
f. Debdebe, tantana, şan, gösteriş, çalım.
DARAVET
Adet, alışıklık, alışkanlık.
DARAYÎ
f. Sahib, mâlik olma. * Hüküm sürme, hâkimiyet kurma. * Bir nevi kumaş.
DARB
(C.: Durub-Edrub) Vurmak, vuruş, çarpmak. * Beyan etmek. * Seyretmek. * Nev, cins. * Benzer, nazir. * Eti hafif olan.
DARB
(C.: Dürub) Kapı, bâb. * Büyük, geniş sokak. * Dâr-ı İslâmla dâr-ı harp arasında olan sınır ve hudut.
DARBAM
f. Direk, kiriş.
DAR-BAZ
f. Canbaz.
DARBE
(C.: Darabât) Vuruş, vurma, çarpma. * Musibet, belâ, âfet, felâket.
DARBEHA
Başını aşağı eğmek. * Muti olmak, itaat etmek, söz dinlemek.
DARBELE
Bir yürüme çeşidi. * Davul çalmak.
DARBEN
Döğerek, vurarak. * Çarparak.
DARBHANE
Para basılan yer.
DARB-I HİYÂM
Çadır kurma.
DARB-I MESEL
Misâl olarak söylenen meşhur söz. Bir hâdiseye binaen söylenen hikmetli söz. Ata sözü.
DARB-I SİKKE
Para basma.
DARB-I UNK
Boyun vurma.
DARBÎZ
Rutubetli tarla, sulak yer.
DARBUM
Bizanslılar zamanında Eskişehir'in ismi.
DARB-ZEN
f. Mâdeni levhalar üzerine kabartma olarak nakışlar işleyen. * Kale döven.
DARC
Yarmak, şakk.
 
DARE
f. Vazife, görev, ödev.
DARENDE
f. Saklayan, tutan. * Ulaştıran, vâsıl eden, kavuşturan, getiren.
DAREYN
Her iki dünya. İki yurd. İki yer.
DARH
Def'etmek, kovmak. Reddetmek. * Yer kazmak.
DÂR-I BEKA
f. Âhiret. Bâki olan yer. (Mâdem dünyada hayat var, elbette insanlardan hayatın sırrını anlayanlar ve hayatını su-i istimâl etmeyenler, Dâr-ı Beka'da ve Cennet-i Bâkiye'de hayat-ı bâkiyeye mazhar olacaklardır. L.)
DÂR-I CİNAN
f. Cennet yurtları. Cennetler.
DÂR-I DÜNYA
f. Bu dünya memleketi. Dünya. (Dâr-ı fenâ da denir.)
DÂR-I EMÂN
Müslümanların zimmetini kabul eden veya müslümanlarla sulh halinde olan, gayr-i müslim bir ahalinin memleketi.
DÂR-I FENÂ
Dünya. Bu dünya.
DÂR-I İMTİHAN
İmtihan yeri. * Dünya. * Dar-ı mihnet, meydân-ı ibtilâ gibi tâbirler de aynı mânada kullanılır. (Bak: İmtihan)(Din bir imtihandır. Teklif-i İlâhi bir tecrübedir. Tâ, ervâh-ı âliye ile ervâh-ı sâfile, müsabaka meydanında, birbirinden ayrılsın. Nasılki: Bir mâdene ateş veriliyor tâ, elmasla kömür, altınla toprak birbirinden ayrılsın. Öyle de, bu dâr-ı imtihanda olan teklifat-ı İlâhiyye bir ibtilâdır ve bir müsabakaya sevktir ki; istidad-ı beşer madeninde olan cevâhir-i âliye ile mevadd-ı süfliyye, birbirinden tefrik edilsin. Mâdem Kur'an, bu dâr-ı imtihanda; bir tecrübe suretinde, bir müsabaka meydanında, beşerin tekemmülü için nazil olmuştur. Elbette şu dünyevi ve herkese görünecek umur-u gaybiye-i istikbâliyeye yalnız işaret edecek ve hüccetini isbat edecek derecede akla kapı açacak. Eğer sarahaten zikretse; sırr-ı teklif bozulur. S.)
DÂR-I RİDDE
Aslında Müslim iken sonradan irtidâd eden veya bir zaman İslâmiyeti kabul etmiş iken sonradan mürted olan şahısların hâkim bulundukları yer.(Darürridde, yani: Mürtedlerden müteşekkil bir taifenin istilâ ederek hakimiyetleri altına aldıkları yerler, bazı ahkâm itibariyle dar-ı harbden ayrılır. Meselâ: Dar-ı harb ahalisiyle musalâha akdi caiz olduğu hâlde, darürridde ahalisiyle caiz olmaz. Çünkü riddetin devamına cevaz verilemez. Şu kadar var ki, bunlar bir müddet düşünmek için mütareke talebinde bulundukları takdirde bakılır. Eğer müslümanların hakkında hayırlı görülürse bu mütarekeye muvafakat edilir. Ve eğer harb edilmesi daha muvafık görülürse bu mütarekeye muvafakat edilmez.Mütâreke kabul edildiği takdirde mukabilinde bir bedel, bir haraç alınamaz. Zirâ bu hâlde mütareke, bir akd-ı zimmete müşabih olur. Halbuki mürtedler, zimmete kabul edilemezler. Bu mütarekenin öyle iki-üç günlük, geçici bir zaman için olması icab etmez. Buna lüzumuna göre bir mühlet tayin edilir. (Ist. Fık. K.)
DÂR-I ŞURA-YI ASKERÎ
1296 yılında lağvolunan bu yüksek askeri meclis 1253 yılının muharrem ayında kurulmuştu. 1259 tarihinde çıkarılan kanun ile vazifesi tesbit edildi. Askeri ve mülki ricâlden onbir daimi, altı tane ise geçici azası bulunan bu mecliste bir reis ve bir de müftü yer alıyordu.
DÂR-I TEKLİF
Dünya. Allah'ın teklif ve emirleri ile vazifeli olduğumuz yer olan dünya. (Şu dâr-ı dünyâ meydân-ı imtihandır. Ve dâr-ı tekliftir. Hizmet yeridir. Lezzet ve ücret ve mükâfat yeri değildir. S.)
DÂR-I ZİMMET
Müslümanların, ahid ve emânını ve himayesini kabul etmiş oldukları; gayr-i müslimlere mahsus yerler.
DARIT
Yellenen, yellenici.
DARİ'
Adımı geniş olan kişi.
DARİ'
Hurma dikeni. Acı ve dikenli bir ağaç.
DARÎ
Ot ve yem satan kişi. * Evinden çıkmayan kimse.
DARİB
(Darb. dan) Sütünü sağan kimseye vuran dişi deve. * Ağaçlı yer. * Karanlık gece. * Vurucu, vuran. Darbeden, çarpan. Döven.
DARİBE
Tabiat. * Kılıçla vurulmuş. * Eğrilmiş yün.
DARİC
Katı, şedid, şiddetli.
DARİCE
Ay ve güneş ağılı. (Farsçada "hâle" denir.)
DARİH
Kabir. Mezar.
DARİM
Yanmış nesne. * Dövülmemiş harman. * Odun ufağı.
DARİM
Aç. * Tavşancıl yavrusu.
DARİN
Bir yerin adı.
DARİR
(C.: Edirrâ) Kör, a'mâ. * Nefis. * Cismin bakiyyesi. * İri vücutlu fakir kişi.
DARİS
Çetin huylu kimse.
DARİS
(Dürus. dan) Yıkılmış, mahvolmuş.
DARİŞ
Siyaha boyanmış kara deri.
DARİYYE
f. Divan şairlerinin, dünyevi makamca büyük olanların yaptırdıkları köşk ve konaklara dair yazdıkları manzume.
DARM
Şiddetli açlık. Oburluk. * Ateşin yakması.
DARR
Zararlı, zararı olan.
DARR
Zarar, ziyan.
DARR
Süt, leben. * Nüzul. * Hayır ve amel çokluğu.
DARRA
Şiddet, mihnet. Belâ. Naks. Ziyan. Sıkıntı. Kötürümlük.
DARRAB
Akça kesici, dârp edici, para basan.
DARRE
Bir miktar süt.
DARS
Dişiyle tutup ısırmak.
DART
Yellenmek. * Tez olmak.
DARU
f. İlâç, deva, tiryak.
DARU-BERD
f. Debdebe, ihtişam.
DARU-HANE
f. İlâç satılan yer, eczahane.
DÂR-UL BELVÂ
Dünya, imtihan yeri. Belâ ve musibet âlemi.
DÂR-ÜL AMÂN
Sığınılacak, korunulacak yer.
DÂR-ÜL CİHAD
İslâm sınırlarının haricindeki ülkeler.
DARÜL HARB
(Dâr-ül harb) Harp yeri. Müslümanlarla gayr-i müslimler arasında sulh akdedilmemiş memleket. Kâfirlerin ve onların gayr-i islâmi hükümlerinin hâkim olduğu yer. (Bak: Şeair.)
DÂR-ÜL HARB
(Bak: Dârülharb)
DÂR-ÜL HİCRE
Hicret edilen yer. Medine şehri.
DÂR-ÜL HİKMET
Hikmet yeri. Hikmetlerin hükmettiği, hikmet beşiği dünya. * Osmanlı devrinde Şeyh-ül İslâmlık makamının bir ismi.
DARÜL HİKMETİL İSLAMİYE
(Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye) Bu teşkilât, son devirlerde gerek imparatorluk ve gerekse İslâm Aleminde ortaya çıkan bir takım dini mes'elelerin halli ve İslâma yapılan hücumların İslâm ahkâmına göre cevaplandırılması için 12 Ağustos 1334 (25 Ağustos 1918) tarihinde 5. Mehmed Reşat ve Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi'nin zamanda kurulmuştur.Ayrıca halkın her türlü dini ihtiyaçlarını, ilmi bir metodla yerine getirmek için her türlü neşriyat ve beyannameleri ele almakta ve halkımızı dahilî ve haricî tehlikelere karşı tenvir etmekteydi. Ecnebilerin sordukları suallere, komisyonlarda görüşülmek suretiyle resmen cevap verildiği gibi; müracaat eden her müslümana da gerekli cevap veriliyordu.Osmanlı İmparatorluğu'nun karışık ve Avrupa hayranlığının devlet müesseselerinin her kademesinde revaçta olduğu bir zamada, ahlâk ve imanı elde tutmak, bu teşkilâtın en başta gelen vazifelerinden biri idi.Matbuatta İslâma yapılan hücumlara ve İslâmı, hurafeler dini gibi göstermeğe çalışan yazarlara gerekli cevaplar veriliyor ve cezalandırılmaları için de Dahiliye Nezareti'ne resmen müracaat ediliyordu.Bu teşkilâta tâyin olunan azalar azil, tâyin, istifâ ve vefatlarla 28 kadardır. Aslında, dokuz aza, bir reisten teşekkül ediyordu. Bu zâtların tâyinleri gelişi güzel olmadığı gibi, bu teşkilâtın içinde mevcut bulunan üç komisyondan birine (fıkıh, kelâm ve ahlâk) girebilecek ilmî kariyere (meslek) sahip olmaları icab ediyordu.Bu müesseseye "İslâm Akademisi" veya "Yüksek İslâm Şurası" da diyebiliriz. Kuruluşu ile son derece faydalı ve o nisbette hizmetleri olmuş bir teşkilâttır. Fakat kuruluş tarihi olan 1918'den 1922'ye kadar devam etmekle, ancak dört senelik bir faaliyeti olmuştur.
DÂR-ÜL HİLÂFE
Hilâfet Merkezi. Halifenin bulunduğu yer. (Osmanlılar devrinde İstanbul idi ve bir ismi de Dersaâdet idi)
DÂR-ÜL HULD
Baki olan yer. Cennetin bir bahçesi. Cennet.
DÂR-ÜL İKAB
Cehennem. Çok azab çekilen yer.
DARÜL İSLAM
(Dâr-ül İslâm) İslâmiyet merkezi. Müslümanların hâkim olduğu yer.
DÂR-ÜL İSLÂM
(Bak: Dârülislâm)
DÂR-ÜL KARAR
Kararlı surette kalınan, kıyametten sonraki yer. Cennet. Dâr-ül Beka.
DAR-ÜL KÜTÜB
f. Kütübhâne, kitab evi.
DÂR-ÜL MAARİF
Sultan Mecid zamanında Valide Sultan'ın İstanbul'da Sultan Mahmud türbesi civarında yaptırmış olduğu mekteb.
DÂR-ÜL MESAİ
Çalışma yeri. Mesai yeri. Atölye.
DÂR-ÜL MÜLK
Başkent, baş şehir.
DÂR-ÜL ULÛM
İlimler yurdu. Medrese. Ders görülen yer.
DAR-ÜL-ACEZE
Düşkünler, acizler evi. Yoksullar yurdu.
DAR-ÜL-FÜNUN
Üniversite. (1 Ağustos 1933'de İstanbul Dâr-ul Fünunu yerine Üniversite kurulmuştur.)
DÂR-ÜN NEDVE
Müslümanlıktan evvel, Kureyş kabilesinin münakaşalar için toplandığı bir yerin adı olup, Kusey ibn-i Kilâb tarafından kurulmuştur. (Sonradan Hz. Muhammed'e (A.S.M.) karşı bulunanların toplanmalarından dolayı fesat ve münafıkların toplandıkları yer mânâsına kullanılmaya başlanmıştır.)
DÂR-ÜS SAÂDE
Saâdet yeri, saray.
DÂR-ÜS SALTANA(T)
Saltanat yeri. İstanbul.
DAR-ÜS SELAM
Cennetin ikinci katı. * Cennet. Selâmet yeri.
DÂR-ÜS SELÂM
Cennet. Selâmet ve eminlik yeri. * Bağdatın eski ismi.
DÂR-ÜS SIHHA
Hastahâne.
DÂR-ÜŞ ŞİFÂ
Şifa yurdu, sağlık yurdu. * Tımarhâne.
DAR-ÜŞ-ŞAFAKA
İstanbul'da yetim ve öksüzler için kurulmuş olan yatılı lise.
DARVİNCİLİK
19. yy.da yaşamış İngiliz düşünürü Darwin'in kurduğu bir nazariye, görüş. "Evrim teorisi: Tekâmül nazariyesi" adıyla da anılan bu görüşe göre; insan dâhil bütün canlıların başlangıçta tek hücreli canlı olarak meydana geldiklerini, sonra tesadüfen nesilden nesile farklılaşıp başkalaştığını, bu tesadüfî değişikliklerden çevre şartlarına uygun olanlara sahip canlıların yaşadığını, diğerlerinin yok olduğunu, böylece canlıların gittikçe mükemmelleşerek bugünkü şekle girdiğini, insanın da maymun soyundan geldiğini iddia eder. Bu iddianın ortaya atıldığı zamanlarda canlı hücrenin kimyasal ve genetik yapısı bilinmiyordu. Hücre, canlının basit bir yapı taşı zannediliyordu. Bugün elektromikroskoplar sayesinde canlının kimyasal ve genetik yapısıyla ilgili büyük ve önemli keşifler yapıldı. Canlıların sahip oldukları vasıfların hücre çekirdeğinde yer alan ve genlerin yapısını meydana getiren DNA denilen protein moleküllerinde nasıl muhafaza edildiği ve bunların nasıl babadan oğula geçtiği açıklanmıştır. Gerek genlerin, gerek hücrenin yapısında yer alan çeşitli protein molekülleri 20 çeşit amino asit adı verilen daha küçük parçacıkların çeşitli şekilde birleşmesinden meydana gelmiştir. Amino asitlerin meydana gelişi bir yana DNA moleküllerinin ve diğer protein moleküllerinin herbirinin tesadüfen meydana gelip gelemiyeceği matematik olarak hesaplanmıştır. Bir hücredeki tek bir molekülün meydana geliş ihtimali 1 sayısının önüne 240 tane sıfır koyarak elde edilen sayı kadar molekül meydana gelse bunlardan yalnız biri işe yarıyan bir molekül olabilirdi. Tesadüfen bu kadar çok sayıda kimyasal birleşim olabilmesi için kâinatın ömrünün trilyonlarca defa daha fazla zamanın geçmesi gerekir. Daha doğrusu imkânsızdır. Canlı hücrenin bütün moleküllerinin bu şekilde tesadüfen bir araya gelip hücreyi meydana getirmelerini hayal etmek bile imkân dahilinde değildir.Tesadüfen bir hücrenin meydana gelişini açıklamak imkânsız olunca yer yüzündeki bunca canlının tesadüfen meydana geldiğini iddia etmek ise ilim ve akıl dışı bir vehimden başka birşey değildir. İlim adamlarının laboratuvarda yaptıkları çalışmalar sonunda bir canlının değişip başka bir canlı haline gelemiyeceği de ispatlanmıştır. Sirke sineği üzerinde yapılan deneyler sonunda sinekten daha mükemmel bir canlı meydana gelmemiş, aksine kesik kanatlı, hastalıklı, sakat bir yavru sinek doğmuştur. Canlılar "mütasyon" denilen bir kazaya uğradıkları zaman ancak sakat bir yavru meydana geliyor. Kazaya uğrıyan bir araba, jet uçağına dönüşmez, sadece kazalı bir araba meydana gelir. Tek hücreyi yaratan da insanı yaratan da birdir. O da atomdan yıldızlara kadar her varlığın yaratıcısı olan Allah'tır.
DARZEM
Sütü az deve. * Çok ısırıcı olan yılan.
DARZEME
Çok ısırmak.
DA'S
Cimâ etmek. * Süngü ile vurmak. * Az olan nesne ve eser.
DA'S
Titremek. * Zayıf olmak, zayıflamak.
 
DÂS
f. Orak. * Tuzak. * Sedef otu.
DA'SA
Yumuşak yer.
DA'SA
Güneşten çok ısınan yumuşak, çukur yer.
DASAR
(Dâstâr) f. Tellal, simsar.
DASDASA
Depretmek, tahrik.
DASE
f. Orak.
DA'SERE
Yıkmak.
DÂS-I ZERRİN
Altın orak. * Mc: Yeni ay.
DÂSİTÂN
(Dâstân) f. Destan, sergüzeşt. Geçmiş hâdiseleri anlatan nesir veya nazım halinde yazı. * Şöhret.
DÂSİTÂNE-İ AŞK
Aşk hikâyesi ve destanı.
DAŞ
İsimlerin sonlarına eklenerek eşlik, refakat ve ortaklık bildirir. Meselâ: Arka-daş $ : Refik.
DA'ŞERE
Yıkmak.
DAŞTE
f. Köhne, harab olmuş, eskimiş, yıpranmış. * Mâlik olmuş.
DAŞTEN
f. Tutmak, elde etmek, mâlik olmak, zimmetine geçirmek. * Zabtetmek, gasbetmek, almak. * Görüp gözetlemek. * Eskimek, yıpranmak, harab olmak, köhneleşmek.
DÂ-ÜL-EFRENC
Frengi hastalığı.
DÂ-ÜL-KALB
Tıb: Kalb hastalığı, yürek çarpması.
DÂ-ÜS-SILÂ
Sıla hasreti. Vatan hasreti. Kavuşma hasreti.
DAV'
Kaymağı alınmış sığır sütünden yapılmış ekşi yoğurt ve ayran.
DAV'
Hoş kokular kokmak. Depretmek.DAV' : Şule, ziya, ışık.
DA'VÂ
Takib edilen fikir, iddia. * Bir kimsenin hakkını aramak üzere mahkemeye müracaat etmesi. * Hakkı olanın iddia etmesi. Kendini haklı görüp veya zannedip üstün fikirlilik iddia etmek. * Mes'ele. * İnat. Ayak diremek. * Cenab-ı Hak'tan hayır ve rahmet dilemek. * Bir kimseyi bir şeye sevketmek. * Birisinin hâkimin huzurunda başka birisinden hak istemesi.
DAVA VEKİLİ
Baro teşkilatının olmadığı yerlerde kanunî izin ile vekil sıfatı kazanan ve dava takibine salâhiyeti olan kişi.
DAVACI
t. Dava açan.
DAVAHİ
Memleket köşeleri.
DAVAHİ-S SEB'
Yedi kat gök.
DAVAT
Devenin başında olan verem.
DA'VAT
(Duâ. C.) Duâlar, niyazlar, çağırışlar. (Bak: Ed'iye)
DA'VÂ-YI HALK
Yaratmak iddiasında bulunmak, halk etmeyi, yaratmayı dâva etmek. (Kâinatta hiçbir kimse da'vâ-yı halk ve iddia-yı icad edemez. Halk eden ancak Cenab-ı Hak'tır.)(Arzı ve bütün nücum ve şümusu tesbih taneleri gibi kaldıracak ve çevirecek kuvvetli bir ele mâlik olmıyan kimse, kâinatta dâva-yı halk ve iddia-yı icad edemez. Zira her şey, her şeyle bağlıdır. H.)
DA'VÂ-YI NÜBÜVVET
Peygamberlik dava etmek. Peygamber olduğunu ilân etmek.
DAVBAN
Güçlü, büyük deve.
DAVC
(C.: Edvâc) İki şeyin birbirine eğilip ulaşması.
DAVDA'
Meş'ale. * İnsan sesleri.
DÂVER
Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) bir ismidir. * Âdil, insaflı ve doğru olan hükümdar, vezir veya hâkim.
DÂVERÂNE
f. Doğruluk ve adaleti seven bir büyüğe yakışacak tarzda. * Hâkim ve vezirle alâkalı olan.
DÂVERÎ
f. Hâkimlik, hükümdarlık. * Mahkeme ve dâvâ. * Kötü ile iyiyi birbirinden ayırt etme. * Kavga, mücadele.
DA'VET
Çağırma. Ziyafet. Duâ. * Bir fikri kabul ettirmek için deliller söylemek.
DAVİTA
Havuzun dibinde olan balçık. * Çöküklük. * Suyu çok olduğundan elde durmayan sıvı hamur.
DAVİYE
Otsuz çöl.
DAVKAA
şişman ve ahmak olan kimse.
DAVLUMBAZ
Çarkları yandan olan vapurlarda çarkların döndükleri yerleri örtmek için vapurun iki tarafında bulunan iki büyük yarım daire.
DAVMERAN
Fesleğen denilen iyi kokulu çiçek.
DAVR
Ziyan etmek, zarara girmek.
DAVTA
Fakir.* Gövdeli, cesim.
DÂVUD (A.S.)
Kur'an-ı Kerim'de ismi geçer ve Benî İsrail Peygamberlerindendir. Hz. Süleyman'ın (A.S.) babasıdır. Hem Peygamber, hem Sultandı. İbranice Zebur kitabı kendisine nâzil olmuştur. Sesi çok güzeldi. M.Ö. 1010 da vefat ettiği nakledilir. (Bak: Yuşa)(Telyin-i hadid, en büyük bir ni'met-i İlâhiyyedir ki; büyük bir peygamberinin fazlını, onunla gösteriyor. Evet, telyin-i hadid, yâni demiri hamur gibi yumuşatmak ve nühâsı eritmek ve mâdenleri bulmak, çıkarmak; bütün maddi sanâyi-i beşeriyyenin aslı ve anasıdır ve esası ve mâdenidir. İşte şu âyet işaret ediyor ki: "Büyük bir Resule, büyük bir Halife-i Zemine, büyük bir mucize suretinde, büyük bir ni'met olarak; telyin-i hadiddir ve demiri hamur gibi yumuşatmak ve tel gibi inceltmek ve bakırı eritmekle ekser sanâyi-i umumiyeye medar olmaktır." Mâdem bir Resule; hem halife, yâni hem mânevi hem maddi bir hâkime, lisanına hikmet ve eline san'at vermiş. Lisanındaki hikmete sarihan teşvik eder. Elbette elindeki san'ata dahi tergib işareti var. Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle mânen diyor:"Ey beni-Âdem! Evâmir-i teklifiyeme itâat eden bir abdimin lisanına ve kalbine öyle bir hikmet verdim ki; herşey'i kemâl-i vuzuh ile fasledip hakikatını gösteriyor ve eline de öyle bir san'at verdim ki; elinde balmumu gibi demiri her şekle çevirir. Halifelik ve pâdişahlığına mühim kuvvet elde eder. Mâdem bu mümkündür, veriliyor. Hem ehemmiyetlidir. Hem hayat-ı içtimâiyenizde ona çok muhtaçsınız. Siz de evâmir-i tekviniyeme itâat etseniz o hikmet ve o san'at, size de verilebilir. Mürur-u zamanla yetişir ve yanaşabilirsiniz." İşte beşerin san'at cihetinde en ileri gitmesi ve maddi kuvvet cihetinde en mühim iktidar elde etmesi; telyin-i hadid iledir ve izâbe-i nühas iledir. Âyette nühas "kıtr" ile tâbir edilmiş. Şu âyetler, umum nev-i beşerin nazarını şu hakikate çeviriyor ve şu hakikatın ne kadar ehemmiyetli olduğunu takdir etmeyen eski zaman insanlarına ve şimdiki tenbellerine şiddetle ihtar ediyor... S.)
DAVUDÎ
Hz. Davud'un (A.S.) sesini andıran kalın gür ses.
DAVVE
Ses, sadâ.
DAVVÎ
Yurt tutmak.
DAVY
Arıklık. * Zayıflık.
DAVZ
Zulmetmek, zulüm yapmak. * Çiğnemek.
DAYE
Çocuk hizmetçisi. Çocuğa süt veren. Dadı. Mürebbi.
DAYET
Yan, taraf, cenb.
DAYF
(C.: Ezyâf-Zuyuf-Zayfân) Misafir. * Meyletmek, yönelmek.
DAYFEN (DAYFÂN)
Misafiriyle gelen kişi.
DAYGAM
Arslan, esed. * Isırmak.
DAYI
Tunus ve Cezayir'in, Osmanlı idaresinde bulunduğu sıralarda buraları Osmanlılara tâbi olarak idare eden kimselere verilen ünvan. * Annenin erkek kardeşi.
DAYİB
İtaat eden, vakarlı ve ciddi kişi.
DAYİBAN
Gece ile gündüz.
DAYİC
Kovayla kuyudan su çekip havuza boşaltan kimse.
DAYİN
Borç veren. Alacaklı. Ödünç para veren. (Bak: Dâin).
DAYİNE
(C.: Davâyin) Dişi koyun.
DAYİS
(C.: Dâsse) Hırsız.
DAYM
Zulüm. Sıkıntı. İhtiyaç.
DAYYIK
Pek dar.
DA'Z
Def'etmek, kovmak. * Nikâh etmek.
DA'Z
Noksanlaştırmak.
DA'Z
Cimâ etmek.
DEAİM
(Dıâme. C.) Destekler, payandalar, direkler.
DEAVİ
(Davâ. C.) Dâvalar, mes'eleler.
DE'B
Bir işde devam ve iltizamla emek çekip çalışmak. * Adet, usul, tarz, kaide. * Şân. * Emir. * Kâr. * Tardeylemek.
DEB'
Vurmak, darb.
DEB'
Yumuşak yer. * Kuvvetle basmak.
DEBABİC
(Dibâc. C.) Dallı, çiçekli ipek kumaşlar.
DEBABİS
(Debbus. C.) Topuzlar.
DEBABUD
İki ırgaçla dokunan bir bez cinsi.
DEBAR
Mahvolmak. Helâk olmak.
DEBAT
(C. Debâ) Uçmayan çekirge.
DEBB
Hareket etmek. * Ağır ağır yürümek.
DEBBABE
Kale duvarlarını oymaya yarayan bir savaş aleti. Tank.
DEBBAĞ
Derileri sepileyip meşin, sahtiyan, kösele vesaire yapan.
DEBBE
(C.: Debbât) Matara dedikleri su kabı. * Yağ. Bal ve macun koyacak kaplar.
DEBBUS
(C.: Debâbis) Topuz.
DEBDAB
f. şan, şöhret. Azamet, haşmet, cesamet.
DEBDEBE
Gürültü, patırtı. Gösteri için yapılan gürültü. Tantana. Haşmet.
DEBER
Savaşırken askerin bozulması, bozguna uğraması.
DEBEŞ
Evin esası.
DEBH
Belini büküp eğildiğinde, başını öne doğru fazlaca eğmek.
DE'B-İ EDEB
Edebî usul, kaide. Edeb kaidesi. Edebiyat âdeti, şekli, tarzı.
DEBİB
Yürümek. * Harekete geçmek.
DEBİR
f. Müsteşar. * Kâtib, yazıcı.
DEBİSTAN
f. Mekteb, okul.
DEBKEL
Bir araya toplanmış mal. * Derisi kalın, çirkin kimse.
DEBL
Küçük eşek. * Toplamak, cem'etmek. * Islah etmek.
DEBR
(C.: Dübur) Oğul kız topluluğu. * Bal arısı.
DEBRE
(C.: Deberât-Dibâr-Edbür) Savaşırken askerin bozulması. * Bir evlek yer. * Vaktinden sonra gelmek.
DEBRETMEK
t. (Tepretmek) Kımıldatmak, harekete getirmek, oynatmak.
DEBS (DİBÂS)
Dibekde buğday döğmek.
DEBSA'
Çok fazla kırmızı olduğundan, siyah gibi görünen şey.
DEBŞ
Çekirgenin ot yemesi.
DEBUB
Semizlik ve şişmanlığından dolayı yürüyemeyen deve.
DEBUR
Batı rüzgârı. * Fırak, ayrılık. * Halef etmek.
DEBUS
f. Topuz.
DECAC
(C.: Dücüc) Tavuk. * Horoz, tavuk ve piliç cinsi.
DECACE
(Dücâce, dicâce) Tavuk.
DECC
Tavuğu çağırmak.
DECCAL
Hakkı bâtıl, bâtılı hak olarak gösteren. (Deccal'ın Cennet dediği Cehennem gibi, Cehennem dediği de Cennet gibi olacağı rivâyet edilir. Sahih hadislerin ihbarı ve din büyüklerinin izah ve kabulleri ile, âhirzamanda gelecek ve Risâlet-i Ahmediyeyi inkâr edip İslâmiyeti tahribe çalışacak ve dünyayı fesâda verecek çok şerli ve küfr-ü mutlak yolunda olan dehşetli bir şahıstır. Bir hadis rivâyetinde üç deccal, diğerinde yirmiyedi deccal geleceği Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm tarafından bildirilmiştir. Âlem-i İslâmda muhtelif zamanlarda çıkmış olan dehşetli din düşmanlarının ve anarşiye hizmet edenlerin umumu da rivâvetleri tasdik etmektedir. Bu din yıkıcılığının âhirzamanda daha dehşetli olacağı bildirilmektedir. Şu son asırda görülen ve dünyayı tehdit eden ve Cenab-ı Hakk'ı inkâra kadar cür'et edip medeniyet-i beşeriyeyi tahribe çalışan dehşetli cereyanlar bu gaybi ihbârın doğruluğunu tasdik etmektedir.) (Bak: Mehdi, Mesih, Mesih-üd-Deccal, Süfyan)(Deccal'ın şahs-ı surîsi insan gibidir. Mağrur, fir'avunlaşmış, Allah'ı unutmuş olduğundan; surî, cebbârâne olan hâkimiyetine, uluhiyet namını vermiş bir şeytan-ı ahmaktır ve bir insan-ı dessastır. Fakat şahs-ı mânevisi olan dinsizlik cereyan-ı azîmi, pek cesimdir. Rivayetlerde Deccal'a ait tavsifat-ı müdhişe ona işaret eder. Bir vakit Japonya'nın başkumandanının resmi, bir ayağı Bahr-i Muhit'te, diğer ayağı on günlük mesafedeki Port Artür Kal'asında tasvir edilmiş. O küçük Japon Kumandanının bu surette tasviriyle, ordusunun şahs-ı mânevîsi gösterilmiş. M.)
DECDECE
Tavuğa "bilibili" diye seslenmek.
DECECAN
Ağırca, yab yab yürümek.
DECEN
Çok yağmur.
DECL
Örtmek. * Devenin katranlanması. * Karıştırmak, yalan söylemek. Hakkı bâtıl; bâtılı hak diye göstermek. Anarşi çıkarmak. * Bâtılı hak gösteren. * Mübâlâgalı fâili; Deccaldır.
DECN
Bol yağmur, rahmet. * Havanın bulutlu olması. * Bir yerde mukim olma. Bir yerde oturma.
DECRAN
Neşeli, sevinçli, bahtiyar kimse.
DECUCAT
Ayakları kısacık dişi deve.
DECV
Nikâh. * Çok karanlık, zulmet.
DECYE
(C.: Dücâ) Karanlık, zulmet.
DE'DA
Her ayın son günü. * Şaban'ın son günü. * Çok karanlık gece.
DEDEKTİF
Fr. Hususi araştırma yapan, tâkib ve tarassudda bulunan polis.
DEEB
Âdet, usul, kaide, an'ane.
DEF'
Ortadan kaldırmak, Öteye itmek. * Mâni' olmak. Savmak. Savunmak. * Himaye etmek. * Fık: Bir dâvayı müdafaa için başka bir dâva açmak.
DEFA
Boynuz ve kanat uzunluğu. * Bir şeyin eğilip ikiye bükülmesi.
DEF'A
Bir kerre.
DEFAAT
Kerreler, def'alar. Müteaddid.
DEFADI'
(Dıfda. C.) Kurbağalar.
DEF'A-İ ULÂ
Birinci olarak, ilk defa.
DEFAİN
(Define. C.) Defineler.
DEF'ATEN
Hemen, birdenbire âni olarak. Beklenmedik anda. Bir def'ada.
DEF'ATEYN
İki kere, iki defa.
DEFATİR
(Defter. C.) Defterler. Not yazmağa mahsus kâğıttan beyaz kitablar.
DEFATİR-İ RESMİYYE
Resmi defterler.
DEFENNİ
Alaca renkli bir cins elbise.
DEFER
Koltuk kokusu gibi olan pis koku. * Yemeğe kurt düşmesi.
DEFF
Yan, cenb. * Kolay.
DEFFE
Yan, yüz. * Kitab cildinin iki tarafından herbiri.
DEFİ'
Kızgın olan nesne.
DEF'Î
Hemen, bir anda.
DEF-İ CU'
Açlığı gidermek. Birşey yemek.
DEF-İ HÂCET
Abdest bozmak.
DEF-İ ŞER
Kötülüğü ve şerri def'etmek.(Bu günlerde, Kur'an-ı Hakîm'in nazarında, imandan sonra en ziyade esas tutulan takva ve amel-i sâlih esaslarını düşündüm. Takva, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek ve amel-i salih emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def'-i şer, celb-i nef'a racih olmakla beraber; bu tahribat ve sefahet ve cazibedar hevesat zamanında bu takva olan, def'-i mefasid ve terk-i kebair üss-ül esas olup, büyük bir rüçhaniyet kesbetmiş. K.L.)
DEF-İ TABİÎ
Bünyede ve içte olan şeyi, fıtrî ve normal şekilde dışarı atmak.DEF' : (Defâ'-Defâe) Sıcaklık.
DEFİF
Ağır ağır gitmek. * Kuşun, ayakları yerde iken kanatlarını salıp hareket ettirmesi.
DEFİN
(Defn. den) Medfun, defnedilmiş, toprağa konulmuş, gömülmüş, gömülü.
DEFİNE
Para veya altın gibi eskiden saklanmış şeylerin bulunduğu yer. * Kıymetli eşya. Kıymeti ve değeri yüksek olan şeyler veya kimse.
DEFK
Atmak. Dökmek.
DEFLASYON
Fr. Paranın piyasada azalmasıyla satın alma gücünün artması.
DEFN
Gömmek, gömülmek. Cenazenin mezara gömülmesi.
DEFN-İ EMVAT
Ölülerin gömülmesi.
DEFN-İ MEYYİT
Ölünün gömülmesi.
DEFR
Kokmak.
DEFTER
(C.: Defâtir) (Yunanca iki kanatlı manasına gelen bir kelimeden alınmıştır). Not yazmağa, ders için veya ticari hesablara mahsus kağıttan beyaz kitab. Pusula. * Liste.
DEFTERDAR
Defter tutan. Devletin gelir ve masraflarını tutan vazifeli memur. Eskiden Maliye Nâzırı bu nam ile anılırdı. Bir vilayetin maliye işlerine bakan memur.
DEFTERDARLIK
Eskiden maliye bakanlığı. * Şimdi vilâyetlerin mali işlerine bakan daire.
DEFTER-İ A'MÂL
İnsanların amellerinin iyilik veya, kötülüklerinin meleklerce kaydolunduğu manevî defter.( $ kelimesiyle ifade eder ki: Haşirde herkesin bütün a'mâli bir sahife içinde yazılı olarak neşrediliyor. Şu mes'ele kendi kendine çok acib olduğundan akıl ona yol bulamaz. Fakat, surenin işaret ettiği gibi haşr-i bahâride başka noktaların naziresi olduğu gibi, şu neşr-i suhuf naziresi pek zâhirdir. Çünki her meyvedar ağaç ve çiçekli bir otun da amelleri var. Fiilleri var, vazifeleri var. Esmâ-i İlâhiyeyi ne şekilde göstererek tesbihat etmiş ise ubudiyetleri var. İşte onun bütün bu amelleri tarih-i hayatlarıyla beraber umum çekirdeklerinde, tohumcuklarında yazılıp başka bir baharda, başka bir zeminde çıkar. Gösterdiği şekil ve suret lisanıyla gayet fasih bir surette analarının ve asıllarının a'mâlini zikrettiği gibi dal, budak, yaprak, çiçek ve meyveleriyle sahife-i a'mâlini neşreder. S.)
DEFVA
Boyu uzun ağaç. Uzun boyunlu keçi.* Boynu uzun olan kadın.
DEGA
f. Hile, habislik, dolandırıcılık. * Hilekâr, dolandırıcı, habis. * Kalp para, bozuk akçe.
DEH
f. On (10), aşer.
DEH
f. İyi hoş. Lâtif, güzel. * Tabur. * Saf.
DEHA
Çok akıllılık. Zekiliğin ve anlayışlılığın son derecesi. İleri görüşlülük, geniş ve çok güzel fikir sâhibi olmak.
DEHA
Yaymak, döşemek.
DEHADAR
f. Uyanıklık, zeki ve çok akıllı oluş.
DEHAET
Dahilik, dehâ sahibi olma. Zekilikte, anlayışlılıkta çok yüksek olma.
DEHA-İ FENNÎ
Fen ve dünyevi ilimlerde çok ileri görüşlülük ve harika zekâlı olmak.
DEHA-İ KUDSÎ
Dinin derin hakikatlarını anlamakta yüksek mahareti olan dehâ. Dinî dehâ.
DEHAK
Kırmak, kesmek. * Acı çektirmek, azap etmek.
DEHAKÎN
(Dihkan. C.) Köy ağaları. * Köylüler, çiftçiler.
DEHAL
Aldatmak, mekir ve hile etmek.
DEHALET
Sığınmak, aman dilemek, medet, yardım isteyiş.
DEHALİZ
(Dehliz. C.) Dehlizler, holler, koridorlar.
DEHAN
(Dıhen- Dahen) f. Ağız, Fem.
DEHANE
f. Küp, testi, fırın ve bunlara benzer şeylerin ağzı.
DEHANGÜŞA
f. Söyliyen, açılmış ağız, konuşan ağız.
DEHÂN-I TENG
Ufak ağız. Dar ağız.
DEHAR
f. Mağara, dağ mağarası. Kovuk. Çatlak.
DEHARİR
Zamânın şiddetleri.
DEHARİS
Belâ. Şiddet.
DEHAZ
f. Feryat, figan. Bağırıp çağırma. Yüksek sadâ ile medet isteme.
DEHBEL
Yemekte lokmanın büyük olması. * Bir kuş adı.
DEHDAK
Kesmek. Kat'.
DEHDAN (DEHDEHÂN)
Develerin bir yere toplanması.
DEHDEHE
Yuvarlamak, döndürmek.
DEHDEHÎ
f. Hâlis altun.
DEHEN
f. Ağız.
DEHEN-ŞUY
Ağız temizleme, ağız yıkama.
DEHHAŞE
Çok fazla derecede korkunç, dehşet verici.
DEHİŞT
f. İttifak, ittihad, birlik. * Bir tarzda hareket, aynı şekilde hareket.
DEHKEL
Zahmet, meşakkat. * şiddetli ve meşakkatli zaman.DEHKEM Â : Yaşlı adam. İhtiyar adam.
DEHL
Zamandan bir saat. * Azca nesne.
DEHLES
Kısa boylu kimse.
DEHLİZ
(C.: Dehâliz) Hol, koridor. Ev ile kapı arası.
DEHLİZ-İ CİNAN
Revak-ı uhreviye mânasında mecazî bir deyimdir. (Bak: Revâk-ı uhreviye).
DEHM
(C.: Dühum) Ansızdan gelmek. * Çok fazla miktarda asker. * Çok adet, kesret.
DEHMA
Belâ. Zahmet * Çömlek. * Çok adet, kesret, sayı çokluğu. * Kadim, eski. * Halis kırmızı koyun. * Koyu kızıl.
DEHMAK
Kesmek, kat'.
DEHME
Yumuşak yemek.
DEHMECE
İhtiyar kişinin ayağında köstek var gibi yab yab yürümesi.
DEHMEKA
Yumuşak ve güzel yemek. * Her nesnenin yumuşağı.
DEHMUS
Cömert kişi. Kerim kimse.
DEHN
Değnekle vurmak. * Yağmurun, yeri ıslatması. * Bir şeyi yağlamak. * Bir kimseye münâfıkane muâmele etmek.
DEHNA
Ova, sahrâ. Çöl, geniş veya susuz ova. * Bir yer ismi.
DEHNEC
Zümrüt gibi bir kıymetli taş.
DEHR
Zaman, çok uzun zaman, ebedi. * Bin yıllık zaman. * Dünya.
DEHR SURESİ
Kur'ân-ı Kerim'in 76. suresi olup Sure-i İnsan, Ebrar, Emşac, Hel Etâ Suresi de denir.
DEHRE
f. (Dahra) Testere gibi dişli ve eğri budama âleti. Bağ budamak için kullanılan testere gibi dişli olan bıçak.
DEHRÎ
Dehr ve zamana dair ve müteallik. DEHRİYE : Devre ait. Zamana dair ve müteallik. * Âlemin ezelî ve ebedîliğini iddia edip âhirete inanmıyan münkir ve imansız bir fırka.
DEHR-İ FÂNİ
Fâni dünya, geçici dünya.
DEHRİYYUN
(Dehrî. C.) Dehriye fırkasından olanlar.DEHS (Dehâs) : İçine ayak batan yumuşak yer.
DEH-SAL
f. Gezegen, seyyare, yıldız.
DEH-SALE
f. On yaşında. On yıllık.
DEHŞ
f. Bulanıklık, karanlık. Zulümat. * Bir işe başlama.
DEHŞ(E)
Tenbel olmak.
DEHŞET
Korkup kaçılacak şey. Ürkmek, şaşmak. Korku ve telâş içinde olmak.
DEHŞET-EFŞAN
f. Korkunç, korku ve dehşet saçan, ürkütücü.
DEHŞET-ENGİZ
f. Çok dehşet verici. Çok korkutucu.
DEHUN
f. Hatırlama, ezber okuma.
DEHÜM
f. Onuncu.
DEHVER
Cem'etmek, toplamak. * Lokmayı büyük yapmak.
DEHY (DEHÂ)
Kişinin fikir ve ferâsetinin isabetli ve doğru olması.
DEHYA
Te'kid için "Dahiye" lâfzına sıfat yapılır. "Dâhiye-i dehya" gibi.
DEH-YEK
f. Öşr, onda bir.
DEJENERE
Fr. Bozulma, soysuzlaşma.
DEK
f. Desise, hile, dolandırıcılık. * Sâil, dilenci. * Dilencilik. * Sağlam, metin, muhkem. * Çatma, tokuşma.
DEK
t. Edat olup zaman ve mekân için kullanılır. "Hatta, tâ, kadar" mânalarına gelir. Meselâ: Akşama dek çalıştım.
DEKA'
(C.: Dükk-Dükük-Dekâvât) Hörgücü arkasına düşmüş dişi deve.* Kaygan yer.
DEKAİK
(Bak: Dakaik)
DEKAKİN
(Dükkân. C.) Dükkânlar.
DEKAMETRE
yun. On metrelik uzunluk birimi.
DEKAN
Lât. Üniversitelerde bir fakültenin başkanı.
DEKAR
Lât. Bin metrekarelik ölçü birimi.
DEK-BAZ
f. Hileci, hilekâr, oyuncu, aldatıcı.
DEKDAK
(C.: Dekâdik) Kum yığını.
DEKDEKE
Yerin deprenmesi. * Sancıma. * Def etme, kovma.
DEKELE
Sıvı balçık. Kuvvetleriyle gururlanıp sultanın emrine uymayan kavim.
DEKİK
Tam bir yıl.
DEKK
(C.: Dekeke) Vurmak. * Dökmek. * Parça parça etmek. Delil.
DEKKE
Ufalanmak. Pâre pâre olmak. * Vurmak, döğmek. * Seki, sofa.
DEKKEN
Hurdahaş olmak, yerle bir olma, ufalanmak, parça, parça olmak.
DEKOR
Fr. Süs. Bir sahneyi mütenasib bir nizamla süslemek.
DEKORATÖR
Fr. Dekor ve dekorasyon yapan sanatkâr.
DEKOVİL
Fr. Ray aralığı 60 cm. yahut daha az olan küçük demiryolu.
DE'L
Aldatmak. * Ahdi bozmak, sözü tutmamak.
DELAB
(Dülâb) (C.: Degâlib) Bâzısı su ile ve bâsızı da hayvan ile döndürülen su çekmeğe mahsus çark.
DELAİL
(Delil. C.) Deliller. Bürhanlar. İsbât vasıtaları.(... Cay-ı hayrettir ki; Resul-ü Ekrem'in (A.S.M.) mübalağasız binler vecihte, binler çeşit insan, herbiri bir tek mu'cizesiyle veya bir delil-i nübüvvet ile veya bir kelâmı ile veya yüzünü görmesiyle ve hâkezâ... birer alâmeti ile iman getirdikleri hâlde, bütün bu binler ayrı ayrı insanları ve müdakkik ve mütefekkirleri imana getiren bütün o binler delâil-i Nübüvveti nakl-i sahih ile ve âsâr-ı kat'iyye ile şimdiki bedbaht bir kısım insanlara kâfi gelmiyor gibi dalâlete sapıyorlar. M.)
DELAİL-İ ÂFÂKİYE
Afaka âit deliller. Kâinattaki deliller.
DELAİL-İ AKLİYE
Aklı ile bulunan deliller. Akla âid deliller.
DELAİL-İ ENFÜSİYE
Kişinin kendi nefsinde olan deliller. Yani vücudun gerek maddi ve gerek (vicdan ve hisler gibi) mânevi yapısında olan ve imana ait hükümleri isbat eden delillerdir.
DELAİL-İ KALBİYE
Kalbe âid deliller. Kalb ile bilinen deliller.
DELAİL-İ NAKLİYE
Nakil yolu ile gelen deliller. (Bak: Delil-i naklî)
DELAİL-İ NÜBÜVVET
Peygamberliğin hak olduğuna dair olan deliller.(Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm iddiâ-yı Nübüvvet etmiş; Kur'an-ı Azîmüşşan gibi bir fermanı göstermiş ve ehl-i tahkikin yanında bine kadar mu'cizat-ı bâhireyi göstermiştir. O mu'cizât, hey'et-i mecmuasiyle, dâvâ-yı nübüvvetin vukuu kadar vücudları kat'idir. Kur'an-ı Hakîm'in çok yerlerinde en muannid kâfirlerden naklettiği sihir isnad etmeleri gösteriyor ki; o muannid kâfirler dahi mu'cizatın vücudlarını ve vukularını inkâr edemiyorlar. Yalnız, kendilerini aldatmak veya etba'larını kandırmak için, hâşâ sihir demişler.Evet, mu'cizat-ı Ahmediyenin (A.S.M.) yüz tevatür kuvvetinde bir kat'iyeti vardır. Mu'cize ise; Hâlik-ı Kâinat tarafından O'nun dâvasına bir tasdiktir; $ hükmüne geçer. Nasılki sen bir padişahın meclisinde ve daire-i nazarında desen ki: "Padişah beni filân işe me'mur etmiş." Senden o dâvaya bir delil istenilse; padişah "Evet" dese, nasıl seni tasdik eder. Öyle de: Âdetini ve vaziyetini senin iltimasınla değiştirirse; "Evet" sözünden daha kat'i, daha sağlam, senin dâvanı tasdik eder. Öyle de, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dâva etmiş ki: "Ben, şu kâinat Hâlik'ının meb'usuyum. Delilim de şudur ki: Müstemir âdetini, benim duâ ve iltimasımla değiştirecek. İşte, parmaklarıma bakınız; beş musluklu bir çeşme gibi akıttırıyor. Kamere bakınız; bir parmağımın işaretiyle iki parça ediyor. Şu ağaca bakınız; beni tasdik için yanıma geliyor, şehadet ediyor. Şu bir parça taama bakınız; iki - üç adama ancak kâfi geldiği halde; işte ikiyüz - üçyüz adamı tok ediyor." Ve hâkezâ... yüzer mu'cizatı böyle göstermiştir.Şimdi, şu Zâtın delâil-i sıdkı ve berâhin-i nübüvveti yalnız mu'cizatına münhasır değildir. Belki, ehl-i dikkat için, hemen umum harekâtı ve ef'âli, ahvâl ve akvâli, ahlâk ve etvârı, siret ve sureti, sıdkını ve ciddiyetini isbat eder. Hattâ meşhur ulemâ-i Beni İsrâiliyeden Abdullah İbn-i Selâm gibi pek çok zatlar, yalnız o Zât-ı Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın simasını görmekle: "Şu simâda yalan yok! Şu yüzde hile olamaz!" diyerek imana gelmişler.Çendan muhakkikîn-i ulema, delail-i nübüvveti ve mu'cizatı bin kadar demişler; fakat binler, belki yüzbinler delâil-i nübüvvet vardır. Ve yüzbinler yol ile yüzbinler muhtelif fikirli adamlar, o zâtın nübüvvetini tasdik etmişler. Yalnız Kur'an-ı Hakîm'de kırk vech-i i'cazdan başka, nübüvvet-i Ahmediyenin (A.S.M.) bin bürhanını gösteriyor. M.)
DELAİL-İ ZÂHİRİYE
Açık olarak zâhirde görünen deliller. Maddi deliller.
DELAK
Sansar.
DELAL
Cilve, naz, işve. İnsana güzel ve sevimli görünecek hâl, durum.
DELALAT
(Delâlet. C.) Delâletler, alâmet olmalar,yol göstermeler, kılavuzluklar.
DELALET
Delil olmak. Yol göstermek. Kılavuzluk. Doğru yolu bulmakta insanlara yardım etmek. * İşaret.
DELALET-İ SELÂSE
Üç çeşit delâlet. Bunlar da: Delâlet-i mutabıkıye, delâlet-i tazammuniye, delâlet-i iltizamiyedir.1- Delalet-i mutabıkıye: Bir kelâmın vaz'olunduğu, yani kasdedilen mânanın tamanına delâletidir. Meselâ: İnsan lâfzı, insanın tam mahiyeti olan, hayvan-ı natık, (yani, konuşan hayat sahibi varlık) mânasına delâleti gibi.2- Delalet-i tazammuniye: Bir lâfzın vaz'olunduğu mânanın bir cüz'üne delâletidir.3- Delalet-i iltizamiye: Bir lâfzın vaz'olunduğu mânanın lâzımına yani o mâna ile beraber bulunması zaruri olan diğer bir mânaya delâletidir. Mezkur delâlet-i selâseye ait şöyle bir misal dahi verilir."Zekât, müslümanların fakirlerine verilir, hiç bir zengine verilmez." İbaresi; zekâtın, yalnız Müslüman fakirlere verileceğine delâlet-i mutabıkıye ile; zengin olan Ahmet, Mehmet gibi belli şahıslara verilemiyeceğine delâlet-i tazammuniye ile; zekât hususunda zenginler ile fakirler arasında fark bulunduğuna da delâlet-i iltizamiye ile delâlet eder.
DELALET-İ ZÂTİYE
Kendi zatı ile, bizzat kendisini eserleri ile göstermek suretiyle olan delâlet, şahidlik.
DE'LAN
Ağır yük getirmiş hayvanın yab yab yürümesi.
 
DELAS
Yumuşak ve berrak şey.
DEL'AS (DEL'AK)
Büyük, kuvvetli deve.
DELDEL
(Deldâl) Deprenmek.
DELE
(C.: Delâ) Kova.
DELEC
Gecenin evvelinden gitmek.
DELEF
Tekaddüm etmek, ileri geçmek. Önde bulunmak.
DELEHMES
Arslan. * Bahâdır, kahraman. * Çeri. * Kuvvetli kişi. * Çok karanlık olan gece.
DELES
Karanlık. * Yaz sonunda yapraklanır bir ot. * Bir şeyi gizlemek.
DELH
Heder olmak, boşa ve faydasız olarak gitmek.
DELİ'
Âsan yol, kolay olan yol.
DELİF
Yavaş yürümek.
DELİK
f. Gül tohumu.
DELİK
Hurma ve yağdan yapılan bir yemek. * Oğmaç aşı. * Rüzgârın yerden savurup tozuttuğu toprak.
DELİL
Kılavuz. Doğru yolu gösteren. Meçhûlü keşfetmekte ve malumun sıhhatını isbat etmekte vasıta ve âlet ittihaz olunan husus. * Beyyine. Bürhan.
DELİL-İ AKLÎ
Akıl yolu ile bulunan delil. Nakil yolu ile olmadan, düşünülerek bulunan delil.
DELİL-İ ARŞÎ VE SÜLLEMÎ
Eski mantıkta Vahdaniyyet-i İlâhiyyeyi ve teselsülün muhaliyyetini isbat bahislerinde geçen delillerdendir.
DELİL-İ İHTİRA'
Cenab-ı Hakk'ın yeniden icad ederek yarattığı şeylerden meydana gelen, kendi zâtına mahsus delil. Buna misâl olarak birini zikredebiliriz:(Cenâb-ı Hak hususi eserlerine menşe ve kendisine lâyık kemâlâtına me'haz olmak üzere her ferde ve her nev'e has ve müstakil bir vücud vermiştir. Ezel cihetine sonsuz olarak uzanıp giden, hiçbir nev' yoktur. Çünkü bütün enva'; imkândan vücub dâiresine çıkmamışlardır. Ve teselsülün de bâtıl olduğu meydandadır. Ve âlemde görünen şu tegayyür ve tebeddül ile bir kısım eşyanın hudusu, yani, yeni vücuda geldiği de göz ile görünüyor. Bir kısmının da hudusu zaruret-i akliye ile sabittir. Demek, hiçbir şeyin ezeliyyeti cihetine gidilemez.Ve keza, ilm-ül hayvanat ve ilm-ün nebatatta isbat edildiği gibi, envâın sayısı iki yüz bine bâliğdir. Bu nev'ler için birer âdem ve birer evvel baba lâzımdır. Bu evvel babaların ve âdemlerin dâire-i vücubda olmayıp ancak mümkinattan olduklarına nazaran behemehâl, vasıtasız, kudret-i İlâhiyyeden vücuda geldikleri zaruridir. Çünkü, bu nev'lerin teselsülü, yani, sonsuz uzanıp gitmeleri bâtıldır. Ve bazı nev'lerin başka nev'lerden husule gelmeleri tevehhümü de bâtıldır. Çünkü, iki nev'den doğan nev, alelekser ya akimdir veya nesli inkıtaa uğrar. Tenâsül ile bir silsilenin başı olamaz.Hülâsa: Beşeriyet ve sâir hayvanatın teşkil ettikleri silsilelerin mebdei en başta bir babada kesildiği gibi, en nihayeti de son bir oğulda kesilip bitecektir. İ.İ.)
DELİL-İ İMKÂNİ
İmkâna âit olan delil. $âyeti ile işaret edilmiştir. Bu delilin hülâsası: "Kâinatın ihtiva ettiği zerrelerden her birisinin gerek zâtında, gerek sıfatında, gerek ahvâlinde ve gerek vücudunda gayr-i mütenahi imkânlar, ihtimâller, müşkülâtlar, yollar, kanunlar varken; birdenbire o zerre gayr-i mütenâhi yollardan muayyen bir yola süluk eder. Ve gayr-i mahdut hâllerden bir vaziyete girer. Ve gayr-i ma'dut sıfatlardan bir sıfatla vasıflanır. Ve doğru bir kanun üzerine mukadder bir maksada, harekete başlar ve vazife olarak uhdesine verilen herhangi bir hikmet ve bir maslahatı derhal intac eder ki, o hikmet ve o maslahatın husule gelmesi ancak o zerrenin o çeşit hareketiyle olabilir. Acaba o kadar yollar ve ihtimaller arasında o zerrenin mâcerası, lisan-ı hâliyle, Sani'in kasd ve hikmetine delâlet etmez mi?İşte her bir zerre, müstakillen kendi başıyla Sâni'in vücuduna delâlet ettiği gibi, küçük büyük herhangi bir teşekküle girerse veya herhangi bir mürekkebe cüz' olursa, girdiği ve cüz' olduğu o makamlarda kazandığı nisbete göre Sâni'ine olan delâletini muhafaza eder. İ.İ.)
DELİL-İ İNAYET
Allah'ın inâyetinin tecellisinden gelen ve kâinatta görülen hikmet ve maslahatlara uygun en mükemmel nizam ve tam esaslı san'at; ve kâinattaki eşyaların menfaat ve faydalarını bildiren âyetler, bu inâyet delilini gösteriyorlar.(Sâniin vücud ve vahdetine işaret eden delillerden biri de İnayet delili'dir. Bu delil; kâinatı ve kâinatın eczasını ve envâını ihtilâlden, ihtilâftan, dağılmaktan kurtarıp bütün hususâtını intizam altına almakla kâinata hayat veren nizamdan ibarettir. Bütün maslahatların, hikmetlerin, faidelerin, menfaatlerin menşei, bu nizamdır. Menfaatlerden, maslahatlardan bahseden bütün Ayât-ı Kur'aniye, bu nizam üzerine yürüyor ve bu nizamın tecellisine mazhardır. Binaenaleyh, bütün mesalihin, fevaidin ve menafiin mercii olan ve kâinata hayat veren bir nizam; elbette ve elbette bir nâzımın vücuduna delâlet ettiği gibi, O nâzımın kasd ve hikmetine de delâlet etmekle, kör tesadüfün vehimlerini nefyeder.Ey insan! Eğer senin fikrin, nazarın şu yüksek nizamı bulmaktan âciz ise ve istikra-i tâm ile, yani umumi bir araştırma ile de o nizamı elde etmeye kadir değilsen, insanların telâhuk-u efkâr denilen fikirlerinin birleşmesinden doğan ve nev-i beşerin havassı (duyguları) hükmünde olan fünun ile kâinata bak ve sahifelerini oku ki, akılları hayrette bırakan o yüksek nizamı göresin.Evet, kâinatın herbir nev'ine dâir bir fen teşekkül etmiş veya etmektedir. Fen ise kavaid-i külliyeden ibarettir. Kaidenin külliyeti ise, nizamın yüksekliğine ve güzelliğine delâlet eder. Zira nizamı olmayanın külliyeti olamaz. Meselâ: Her âlimin başında beyaz bir imâme var. Külliyetle söylenilen şu hüküm, ulema nev'inde intizamın bulunmasına bakar. Öyle ise, umumi bir teftiş neticesinde fünun-u kevniyeden herbirisi, kaidelerinin külliyeti ile kâinatta yüksek bir nizamın bulunmasına bir delildir. Ve herbir fen nurlu bir bürhan olup, mevcudatın silsilelerinde salkımlar gibi asılıp sallanan maslahat semerelerini ve ahvalin değişmesinde gizli olan faideleri göstermekle Sâniin kasd ve hikmetini ilân ediyorlar. Adeta vehim şeytanlarını tardetmek için herbir fen, birer necm-i sâkıbdır. Yani, bâtıl vehimleri delip yakan birer yıldızdırlar.Ey arkadaş! O nizamı bulmak için umum kâinatı araştırmaktansa, şu misale dikkat et, matlubun hasıl olur.Göz ile görünmeyen bir mikrob, bir hayvancık, küçüklüğüyle beraber pek ince ve garib bir makine-i İlâhiyeyi hâvidir. O makine mümkinattan olduğundan, vücud ve ademi, mütesavidir. İlletsiz vücuda gelmesi muhaldir. O makinenin bir illetten vücuda geldiği zaruridir. O illet ise, esbab-ı tabiiyye değildir. Çünki, o makinedeki ince nizam, bir ilim ve şuurun eseridir. Esbab-ı tabiiyye ise; ilimsiz, şuursuz, câmid şeylerdir. Akılları hayrette bırakan o ince makinenin esbab-ı tabiiyeden neş'et ettiğini iddia eden adam, esbabın herbir zerresine Eflatun'un şuurunu, Calinos'un hikmetini i'ta etmekle beraber; o zerrat arasında bir muhaberenin de mevcut olmasını itikad etmelidir. Bu ise, öyle bir safsata ve öyle bir hurafedir ki, meşhur sofestaiyi bile utandırıyor. Maahaza, esbab-ı maddiyede esas ittihaz edilen kuvve-i câzibe ile kuvve-i dâfianın, inkısama kabiliyeti olmıyan bir cüz'de birlikte içtimaları iltizam edilmiştir. Halbuki bunlar birbirlerine zıt olduklarından, içtimaları câiz değildir. Fakat, câzibe ve dâfia kanunlarından maksat âdâtullah ile tâbir edilen kavanin-i İlâhiyye ise ve tabiatla tesmiye edilen şeriat-ı fıtriyye ise, câizdir. Lâkin kanunluktan tabiata, vücud-u zihnîden vücud-u haricîye, umur-u itibariyyeden umur-u hakikiyyeye, âlet olmaktan müessir olmaya çıkmamak şartiyle makbuldür. Aksi takdirde câiz değildir.Ey arkadaş! Misâl olarak gösterdiğim o küçük hurdebini hayvancığın yani mikrobun büyük fabrikasındaki nizam ve intizamı aklın ile gördüğün takdirde başını kaldır, kâinata bak! Emin ol ki, kâinatın vuzuh ve zuhuru nisbetinde o yüksek nizamı, kâinatın sahifelerinde pek zâhir ve okunaklı bir şekilde görüp okuyacaksın.Ey arkadaş! Kâinatın sahifelerinde "Delil-ül-İnaye" ile anılan nizama ait âyetleri okuyamadı isen sıfat-ı kelâmdan gelen Kur'an-ı Azîmüşşan'ın âyetlerine bak ki, insanları tefekküre davet eden bütün âyetleri şu delil-ül-inaye'yi tavsiye ediyorlar. Ve ni'metleri ve faideleri sayan âyetler dahi, delil-ül inaye denilen o yüksek nizamın semerelerinden bahsediyorlar. Ezcümle: Bahsinde bulunduğumuz şu âyet $cümleleriyle o nizamın faidelerini ve nimetlerini koparıp insanlara veriyorlar. İ.İ.)
DELİL-İ İNNÎ
(Bak: Bürhan-ı innî)
DELİL-İ NAKLÎ
Kur'an, Hadis-i Şerif veya diğer mukaddes kitaplardaki verilen haberler ile olan delil.
DELİL-İ SÜLLEMÎ
(Bak: Delil-i arşî, Arş ve süllem)
DELK
f. Eski ve yamalı elbise. Dervişlerin giydikleri eski aba. * Kılıcı kınından çıkarmak.
DELK
Oğuşturmak. El sürtmek. Oğmak.
DELL (DİLÂL)
Naz. * Hey'et. * Güzel ahlâk.
DELLAK
(Delk. den) Hamamlarda müşterileri keseleyip yıkayan kimse, tellâk.
DELLAL
İlân edici. Yüksek sesle bildiren. * Müşterileri çeken. Davet eden. * Hakka davet eden.
DELS
Karanlık, zulmet. * Bir şeyi saklamak, gizlemek. * Sonbaharda yapraklanan bir ot çeşiti.
DELTA
yun. Nehirlerin taşıdığı toprakların (alüvyonları) akarsuyun, denize veya göle döküldüğü yerde yığılmasıyla meydana gelen kısım.
DELUK
Dişleri kırılmış ve kütelmiş olan yaşlı deve. * Kınından çıkması kolay olan kılıç.
DELV
(Delve) Kova. Su koyulan ve kuyudan su çekilen bakraç. * Oniki burçtan birinin adı.
DELZ
Vurmak, darb.
DEM
f. Nefes. Soluk. * Ağız. * Nazar. * An, vakit, saat. * Koku. * Kibir, gurur. * Âli, yüksek. * Körük.
DEM
Kan.
DEM'
Göz yaşı. Sürurdan veya keder sebebiyle ağlama neticesi gelen göz yaşı.
DEM VURMAK
t. Bir şeyden gelişigüzel bahsetmek.
DEMA
f. Her zaman. Vaktâki. * Soluk. Nefes. Hastalık sebebiyle tez tez solumak. * Ürpermek. * Dem. An.
DEM'A
Bir damla göz yaşı.
DEMADEM
f. Zaman zaman. An be an. Sık sık. Her vakit.
DEMAGOG
yun. Demagoji yapan kimse.
DEMAGOJİ
yun. Halkı kendi menfaati için okşama siyâseti. Halkın hoşuna gidecek sözlerle insanların sevgisini kazanarak kendi maksadını elde etmeğe çalışmak. Halk avcılığı. Cerbeze.
DEMAK
Tipi (Kış gününde rüzgârın karı her tarafa savurmasıdır.)
DEMAL
Ters. * Ekşimiş hurma.
DEMAME
Çirkinlik.
DEMAN
f. Heyecanlı. Hiddetli, hiddete kapılmış. * Vakit, zaman. An. * Bağırıp çağırma, feryat, figân. * Heybetli, güçlü, kuvvetli, azametli, cesim. * Kükremiş.
DEM'AN
İçi iyice dolmuş olan. Ağız ağıza dolu kap.
DEMAN(İ)
Ters, terslik.
DEMANKEŞ
f. Zaman, müddet, vakit, an.
DEMAR
f. Helâk, mahv, telef, ölüm, mevt.
DEMAR-ÂVER
f. İntikam alan, müntakim. Helâk eden.
DEM'A-RİZ
f. Ağlıyan, gözyaşı döken.
DEMBEDEM
f. Bazan. Vakit vakit. Arasıra.
DEM-BESTE
f. Sesi soluğu kesilmiş, susmuş.
DEMC
Dühul etmek, girmek. * Mestur olmak, örtünmek.
DEMCELE
(C.: Demâcil) Şişman kadın. * Huyu, hilkati güzel, iyi kadın.
DEMDEM
Yüce, yüksek yer.
DEMDEME
f. Hiddetli söz. Avâz. Hoşa gitmeyen sesler. * Sinek vızıltısı. * Öğütmek. Sürte sürte ezmek. * Azab vermek, eziyet etmek. * Hile. * Davul. * şöhret, nam, ün.
DEME
f. Ateş körüğü.
DEMEKMEK
Katı, şedid. * Çok kuvvetli kimse.
DEMENDAN
f. Cehennem. * Ateş, nar.
DEMENDE
f. Saldırıp kükreyen. * Üfleyen.
DEMES
(C.: Dimâs) Yumuşak kumlu yer.
DEMEŞK (DİMEŞK)
Şam şehri. * Yürüğen kuvvetli, seri deve.
DEMEVÎ
Kana dâir, kana mensub ve müteallik. * Mc: Asabi, sinirli. Kanın çokluğu sebebi ile hâsıl olan mizaç.
DEMG
Başı, dimağa erişinceye kadar yarmak. Dimağa vurmak. * Güneşin sıcaklığı dimağa tesir etmek.
DEM-GÜZAR
f. Yaşayan, vakit geçiren.
DEM-İ CİVÂNÎ
Gençlik çağı.
DEMİM(E)
Çirkin ve kısa boylu kimse.
DEMK
Hız. Sür'at.
DEM-KEŞ
f. Nefes çeken, soluk çeken. * Devamlı öten bir güvercin cinsi. * Kaval, ney gibi çalgıları devamlı üfürenler. * Bazı kuşların, kübbül gibi uzun uzun ötenleri. * Şarap içen.
DEM-KEŞİDE
f. Kafadar, arkadaş.
DEML
Yeri terslemek. * Yara, cerh.
DEMLES
Kaba, galiz nesne.
DEMMA'
Mütekebbir gönüllü, gururlu kimse.
DEMNE
f. Fırın ve ocak bacası.
DEMODE
Fr. Modası geçmiş, kimse kullanmaz hâle gelmiş olan.
DEMOKRASİ
yun. (Demos: Halk; Kratia: İdare, iktidar) Halk iktidarına dayanan hükümet şekli. Devlet iktidarını elinde bulunduranların, halkın çoğunluğunun iradesiyle seçildiği hükümet şeklidir. Tatbikatı üç şekildir:1- Vasıtasız hükümet şekli: Halk, devlet iktidar ve hâkimiyetini vasıtasız olarak kullanır. Kanunları kendisi yapar, suçluları kendisi muhakeme eder, idareyi kendisi yürütür. Bu usül ancak küçük cemiyetlerde tatbik imkânına sahiptir. 2- Yarı vasıtasız hükümet şekli: Halk re'yi ile temsilciler meclisi seçilir. Meclisin çıkardığı kanunların tatbik edilebilmesi için halkın re'yine baş vurulması (referandum) şarttır.3- Temsil hükümet şekli: Cumhuriyet. Halk seçim yolu ile hakimiyet ve iktidarı, belli bir zaman için seçtiği temsilciler meclisine devreder. İktidarı halk adına meclisler kullanır.Demokrasinin temsil şekli olan cumhuriyetin de üç ayrı tatbik şekli vardır. 1- Meclis hükümeti sistemi: Hükümet, meclis iradesiyle teşekkül eder. Eğer hükümet meclisin itimadını kaybederse meclis tarafından düşürülür. 2- Parlementer hükümet sistemi: Hükümetle, meclis, belli ölçüler içinde birbirine karşı müstakildir. 3- Başkanlık hükümeti sistemi: Hükümet başkanını halk seçer. Başkan, hükümet üyelerini kendisi tâyin eder ve kendisi azleder.Demokrasi, hukuk devletine ve millet ekseriyetinin hakimiyetine dayalı olup kişi veya azınlık hâkimiyetini reddeder.Demokrasinin temellerine aykırı olmayan herhangi bir inanış ve fikir sahibi olanlar, kendi inanış ve fikrini halka kabul ettirmek için zor kullanmak veya idareyi ele geçirmek için zorlama ve isyana teşebbüs veya açıkça teşvik etmemek şartıyla her türlü inanış ve fikri; neşir, tebliğ ve telkin etmek serbestliğini kabul eden devlet şeklidir.
DEMOKRAT
Demokrasi taraftarı.
DEMOKRATİK
Fr. Demokrasiye uygun.
DEMRAG
Çok kırmızı olan.
DEMS
Örtmek. Defnetmek, gömmek.
DEM-SAZ
f. Arkadaş, refik, hem-dem, dost. Sırdaş.
DEM-SAZÎ
f. Dostluk, arkadaşlık. Sırdaşlık.
DEMŞİNAS
f. Hikmetli davranan, akıllı.
DEMUK
Sür'atli, seri, hızlı.
DEMY
Kan, dem.
DEN'
Horluk, zelillik.
DENA'
Arkanın yumru olması, kamburluk.
DENAET
Alçaklık, çok fena hareket. Zillet, kötü mizac. * Asılsızlık, aslı olmamak.
DENAET-KÂRÂNE
f. Alçakçasına, alçakça.
DENANİR
(Dinar. C.) Dinarlar.
DENASET
Kirlilik, paslılık, temiz olmayışlılık.
DENASET-İ AHLÂK
Ahlâk kirliliği, ahlâksızlık.
DENAVET
Yakın olmak, yakınlık.
DENAYA
(Bak: Deniyyât)
DENDANE
f. Diş tanesi. * Çark vesaire dişi.
DENDENE
f. Mırıltı, homurdanma. Ağır ağır, dudak kıpırtısıyla, yavaş yavaş söylenen söz.
DENEF
İyileşmeyen hastalık.
DENEN
Bir kişinin belinin bükülüp eğri olması. * Kolları çok kısa olmak. * Hayvanların ayakları kısa ve göğüsleri yere yakın olması.
DENES
(C.: Ednâs) Kir, pas, pislik, murdarlık, necaset.
DENEY
(Bak: Tecrübe)
DENEYCİLİK
(Ampirizm) Fels: İnsan zihninde mevcut her bilginin ve her düşüncenin kaynağı tecrübe (deney) olduğunu iddia eden felsefi görüş. Bu görüş, tecrübenin ehemmiyetini belirtirken aklın ve dinin rolünü inkâr ediyor. Tecrübe maddi dünyayı anlamak için gerekli ama, yeterli değildir. Tecrübe görüneni ve müşahhası bize verir. Akıl ise, mücerredi, umumiyi, kaide ve prensipleri verir. Din ise tecrübe ve akıl ile beraber bunların alanını aşan hakikatleri verir. Hakikat, tecrübe ve akılla sınırlı değildir. İslâm akla ve tecrübeye yer verir fakat bunların sınırları içinde hapsolmaz. Müslüman geniş görüşlüdür, dar görüşlü teorilere bağlı düşünmez.
DENG
f. Hayran, şaşkın, şaşmış olan, ahmak, ebleh, bön, sersem. * İki katı maddenin tokuşmasından hasıl olan ses. * Pergel noktası.
DENİ
(C.: Deniyyât) Soysuz, alçak, ahlâksız. * Dünyaya âit, fâni ve geçici. * Yakın, karib.
DENİ'
Hor, zelil.
DENİE
Eksik, noksan, nakise.
DENİS
Kirli, paslı.
DENİYYAT
(Denâya) (Denî. C.) Ahlâksızlıklar, aşağılık şeyler.
DENİYYE
Kaftan düğmesi, elbise düğmesi.
DENN
(C.: Denân) Küp.
DEPRESYON
Fr. Maddi veya manevi çöküntü. İç sıkıntısı.
DERA
f. Çan, çıngırak.
DERAHİM
(Dirhem. C.) Dirhemler. Okkanın dörtyüzde birleri. * Akçeler, paralar.
DERAHİS
Şiddetler.
DER-AKAB
f. Hemen, derhâl, çabuk, arkasından, akabinde.
DER-AMED
f. Gelir.
DER-AN
f. Derhâl, o anda, hemen.
DERARE
Deyyus. Karısının kötü hâllerini görmemezlikten gelen kişi.
DERARİ
f. (Dürrî. C.) Parlak yıldızlar. * Renkli şeyler.
DERAZ
f. Uzun, tavil.
DERB
(Dürb) Bir şeyi âdet edinmek. * Dadanmak, alışmak. * Haslet, cür'et. * Tecrübe etmek. * Denemek.
DER-BAN
f. Kapıcı, kapıya bakan.
DER-BAR
f. Ev kapısı.
DERBAR-I SAADET-KARAR
İstanbul. (Osmanlılar devrinde İstanbul hilâfet merkezi olduğu için saadet kapısı diye tavsif edilirdi.)
DER-BEDER
f. Serseri, kapı kapı dolaşan. * Dağınık, perişan.
DER-BEND
f. Dağda ve tepede zahmetlerle geçilen yer, dar geçit, boğaz. Hudut. Kale. * Anahtarsız kapı.
DER-BENDÇİ
Kale veya hudut muhafızı.
DER-BEST(E)
f. Kapalı kapı. * Kapanmış susmuş.
DERC
İçine almak. Katmak. * Kitaba koymak. * Nakışlı kâğıt üzerine yazılan yazı. * Hattatın yazılmış kâğıt tomarı.
DERCAN
f. Can içinde.
DERCAN ETMEK
Can içine almak, hayatını ona vermek.
DERÇİN RESMİ
Kesilen hayvanlardan alınan bir cins vergi.
DERD
f. Tasa, keder, kaygı. * Hastalık, illet.
DERDA
f. Yazık! Vah vah!
DERDAB
Sadâ, ses.
DERDAK
(C.: Derâdik) Küçük çocuklar. * Her şeyin küçüğü.
DERDAR
Servi ağacından bir sınıf.
DERD-AŞİNA
f. Dert görmüş, mihnet görmüş kişi.
DERD-DEST
Elde. Elde etmek, yakalamak, tutmak. Ahz. * Yapılmakta ve rüyet edilmekte olan.
DERDEBİS
Belâ. * Zahmet. * Boncuk. * Yaşlı kişi.
DERD-İ DİL
Gönül tasası, gönül gamı.
DERD-İ MAİŞET
Geçinmek derdi ve zorluğu. Maişet derdi.
DERD-İ SER
Sıkıntı, baş derdi, başağrısı.
DERDMEND
f. Tasalı, kaygılı, dertli.
DERDNAK
f. Dertli, kederli, kaygılı, tasalı.
DERDUR
Su çevriği, girdab. * Derin çukur yer.
DEREBEYİ
Ortaçağda kendi arazisi içindeki insanlara istedikleri gibi hükmeden, devamlı olarak birbirleriyle savaşan geniş toprak sahiplerinden her biri. * Mc: Asi, zorba.
DERECAT
(Derece. C.) Dereceler, basamaklar, kademeler, yükseklikler, mertebeler.
DERECAT-I KURBİYE
Yakınlık dereceleri. Allah'a manevi yakınlık mertebeleri.
DERECAT-I ŞEMSİYE
Eski Kozmoğrafyaya göre; güneşi döndüğü farzedilen dâirenin on iki burca tekabül eden kısımları.
DERECE
(C.: Derecât) Yukarıya çıkacak basamak. * Dairenin bölündüğü dilim. 360 kısmın beheri ki, açıları ölçmeye yarar. * Termometrenin bölündüğü kısımların beheri. Mertebe, paye. * Miktar, rütbe.
DERECE-İ HARARET
Isı derecesi.
DERECE-İ SÜLLEM
Merdiven basamağı.
DERECE-İ ŞUHUD
İmanı ve mânevi hakikatları, mânevi terakki yoluyla görmek seviyesinde olan iman mertebesi.
DERED
Ağızda diş olmamak.
DEREK
Urgan ucuna eklenip, kovanın kulpuna bağlanan ip parçası (urgan suya değmesin diye) * Kiriş uçlarında olan halka (yayın başlarına geçirirler.)
DEREKA
(C.: Deruk) Sığır derisinden yapılan kalkan.
DEREKÂT
Aşağılık dereceleri. En aşağı mertebeler.
DEREKE
Aşağı inen basamak. Aşağı mertebe. * Sıfırın altındaki derece. Düşüklük.
DEREKE-İ MİRKAT
Merdivenin en alt basamağı.
DEREKÎ
Gerileme.
DEREM
Baldır etli olduğundan dolayı topuğun görünmeyip belirsiz olması ve sâir kemiklerin etlilikten belirmeyip örtülmesi. * Ağızdan dişlerin dökülüp yerini et bürüyüp belirsiz olması. * Davarın yavaş yürüyüp adımlarını birbirine yakın atması.
DEREM
f. Akçe, para.
DEREMAN
Kişinin adımlarının birbirine yakın olması. (O kimseye "dârim" derler).
DEREM-GÜZİN
f. Sarraf.
DEREM-SERA
f. Para basılan yer.
DEREN
Kir, vesah.
DERENDE
f. Yırtan, yırtıcı.
DERER
Kasdetmek.
DERES
Nişanın belirsiz olması. * Kaftanın eskimesi. * Evin köhne olması.
DERGÂH
(Der-geh) f. Cenab-ı Hakk'a ibadet edilen yer. * Büyük bir huzura girilecek kapı. Kapı. Padişahların kapısı. * Şeyhlerin tekkesi.
DERGÂH-I ÂLÎ
Padişah kapısı. Yüksek dergâh.
DERGÂH-I MUALLÂ
Büyük kapı. * Mc: Saray.
DERGİŞ
f. İzdiham, çok kalabalık. * Bir zerdali cinsi.
DERH
Men etmek, engel olmak.
DERHAL
f. şimdi, hemen, bu anda, vakit kaybetmeden.
DER-HAST
f. Arzu, taleb, istek, dilek. * Dilekçe, istida.
DER-HATIR
Hatırda.
DERHEM
f. Karışık, karmakarışık. * Muztarib, sıkıntılı, ıztırab çeken. * İncinme.
DERHİŞTE
f. Cömertlik, sehavet.
DERHOR
f. Lâyık, münasib, uygun, yakışır, derhuş, sezâ, şâyeste. (Derhurd da denir.)
DERHUŞ
f. Derhor, lâyık, münasip, muvafık, uygun, yakışır, şayeste.
DERİ
f. Farsçanın sahihi, fasih olanı. (Kapı demek olan "der" ismi Farsça olduğu halde Arapça sayılarak müennesi "deriyye" yapılmıştır.) * Havası hoş ve lâtif. Yeşilliği bol olan dağ eteği.
DERİÇE
f. Küçük kapı, oyma kapı. Pencere.
DERİDE
f. Yırtık, yırtılmış.
DERİR
Yürügen davar.
DERİS
(C.: Dirsân) Eski kaftan, eski elbise.
DERİYYE
Avcıların gizlenip av gözledikleri yer.
DERK
En aşağı kat, her şeyin dibi. Aşağı inen basamak. * Anlamak.
DERKAA
Kaçmak, firar.
DER-KÂR
f. Mâlum, âşikâre olan. * İçinde olan. İçte bulunan.
DER-KEMİN
f. Pusu bekleyen, pusuda olan.
DER-KENAR
Kenarda bulunan, hâşiye. Bir sahifenin kenarına çıkarılan yazı.
DERKETMEK
Bir şeyin en esasını, dibini öğrenmek, iyice anlamak.
DERK-İ DEKAİK
İnce ve dakik şeyleri iyice kavrama, anlama.
DERMA'
Topuğu belli olmayan, şişman kadın. * Tavşan. * Kırmızı yapraklı bir acı ot.
DERMAN
f. İlâç, tiryak. * Çare-i necat, kurtuluş sebebi. * Tâkat, güç, kuvvet.
DERMANDE
(c.: Dermândegân) f. Âciz, beceriksiz, biçare, zavallı.
DERMEK
Çok beyaz olan un. * Beyaz ekmek.
DERMEYAN
(Der-miyân) f. Ortada olan şey, arada.
DERMEYAN ETMEK
Anlatmak, söylemek, iddia ve defi'de bulunmak. Beyân. İleri sürmek.
DERNEK
Eğlence için yapılan toplanma. * Düğün. * Cemiyetler kanununa göre kurulmuş cemiyet.
DER-NİYAM
f. Kınına sokulmuş, kınında, kılıfta.
DERPEY
f. Hemen, ardı sıra.
DERPİŞ
f. Önde olan, göz önünde bulunan.
DERR
İyi iş. İyilik. Mahz-ı hayır. * Zat, kimse. Hod. Nefs. Bir kimsenin zâtı. * Yüzün tazeliğinin, teravetinin hastalıktan dolayı gitmesinden sonra, iyi olup düzelmesi.
DERRACE
Eskiden kullanılan bir çeşit harb âletidir ki, üstü sığır derisi ile örtülü olup, tekerlekleri içinde dönerdi. * Bisiklet.
DERRAK
(Derk. den) Çok dikkatli olan, çabuk anlayan, anlayışlı, müdrik.
DERRAR
Yün eğerdikleri iğ.
DERS
Tenbih, tâlimat, vazife. Bir şeyi öğrenmek için muallim veya o işi iyi bilen birisinden azar azar alınan vazife. * Akıl.
DER-SAADET
f. Saadet kapısı. İstanbul'un eski ismi.
DERSEC
Mercimek.
DERS-HAN
f. Ders okuyan, talebe, öğrenci.
DERSHANE
f. Sınıf, ders verilen yer, ders yeri.
DERS-İ AMM
Bir medreseyi bitirdikten sonra, tâbi tutulan imtihan sonunda medrese talebelerine ders vermek salâhiyetini kazanan. * Asistan. * Herkese ders vermeğe salâhiyetli âlim.
DERS-İ İBRET
İbret dersi. Göz ve fikir açacak hâdise.
DER-TESBİH
Tesbihde, duâda, zikirde.
DERT-MEND
Dertli.
DERUC
Hızlı esen rüzgâr, fırtına.
DERUHDE
f. Üstüne almak. Kendini vazifeli bilmek. * Üzerine alınan iş.
DERUN
f. İç taraf. Dâhil. * Kalb.
DERUNÎ
f. Gönülden, içten.
DERVA(H)
f. Şaşkın, şaşırmış olan, hayran. * Başaşağı asılmış. * Lâzım, zaruri, lüzumu olan, gerekli.
DERVAH
f. Hastalıktan yeni kurtulan, iyice kendisine gelemeyen kimse. * Sağlam, metin, muhkem. * Doğru, asıl, gerçek. * Yiğitlik, cesaret, cesur olmak, şecaat. * Ayıp, utanma. * Sertlik, kabalık.
DERVAZE
f. Kapı. Şehir. Şehir kapısı, kale kapısı.
DERVÂZE-İ NUŞ $
Mc: Ağız.
DERVİŞ
f. Gayet mütevazi ve kanaatkâr olan. * Kimsesiz, fakir. * Mâneviyâtla gönlü zengin olan fakir. * Mürid veya şeyh.
DERVİŞÂN
(Derviş. C.) f. Dervişler.
DERVİŞÂNE
f. Dervişe yakışır halde, saflık ve kalenderlikle. Müstağni ve fakir bir surette.
DERY
Bilmek.
DERYA
f. Deniz, bahr.
DERYAB
f. Akıllı, anlayışlı, müdrik.
DERYA-BEND
f. Liman. * Tersane.
DERYAÇE
f. Göl, küçük deniz.
DERYA-MİSAL
Deniz gibi çok olan, denizi andıran.
DERYAN
Bilmek, ilim.
DERYA-NEVERD
f. Denizde dolaşan, denizde gezen.
DERYANİYE
Hörgücü ikiden fazla olan sığır nevi.
DERYA-NUŞ
f. Çok fazla içki içen.
DERYA-YI AHDAR
Yeşil deniz. * Mc: Sema, gök.
DERYA-YI EBYAZ
Akdeniz.
DERYA-YI ESVED
Karadeniz.
DERYA-YI UMMAN
Açık deniz. Umman Denizi. Okyanus.
DERYUZ
f. Dilencilik.
DERZEN
f. İğne.
DES
f. Eş, eşit, müsâvi, benzer, denk.
DE'S
Yemek.
DES'
Def'etmek kovmak. * Ağız dolusu kusmak.
DE'SA
Câriye.
DESAİS
(Desise. C.) Vesveseler, desiseler. Gizli hileler.
DESAİS-İ ŞEYTANİYYE
şeytanca desiseler, hileler.
 
DESAK
Bir kabın dolduktan sonra taşıp dökülmesi.
DESATİR
(Düstur. C.) Düsturlar, kaideler. (Desatir-i hikmet, nevamis-i hükümetle; kavanin-i hak, revabıt-ı kuvvetle imtizac etmezse cumhur-u avamda müsmir olamaz. M.)
DESATİR-İ ÂLİYE
Yüksek ve ulvi düsturlar ve kaideler.
DESATİR-İ HİKMET
Hikmet düsturları. Hikmet ve maslahatın iktiza ettirdiği kaideler.
DESÂTİR-İ İLMİYE
İlmin düsturları. İlmin icab ettirdiği kaideler.
DESÂTİR-İ İSLÂMİYE
İslâma ait kaide ve düsturlar.
DESEM
(C.: Düsum) Yağ. * Uyuz.
DESEN
Fr. Eşyanın, rengini göstermeden, yalnız şeklinin bir satıh üzerine çizilmişi. * Bir kumaşı süsleyen şekiller.
DESFAN
(C.: Desâfi) Bir şeye tâlip olan kişi.
DESİ'
İki omuz arasında boyun battığı yer.
DESİA
Atâ, bahşiş, hediye. * Huy, hulk, tabiat.
DESİK
Dolu nesne.
DESİMETRE
Fr. Metrenin onda birine eşit uzunluk birimi.
DESİS
(C.: Desâyis) Gizlenmiş, gizli.
DESİSE
Gizli hile, oyun.
DESİSEKÂR
f. Hileci, hile yapan.
DESİSEKÂRÂNE
f. Hilekârcasına. Desise ve hile edene yakışır surette.
DESKERE
f. Şehir ve kasaba, il ve ilçe. * Hasta insan, eşya vs. taşımaya yarayan tahta.
DESKERE
(C.: Desâkir) Dağ başında olan harab kale. * Küçük köy.
DESMA
Siyah olan nesne.
DESMERE
(C.: Desâmire) Dağ başında olan harap yıkık kale.
DESPOT
yun. Rum piskoposu. * Eskiden Bizanslı ve Balkanlı derebeyi.
DESR
Def'etmek, kovmak.
DESR
(C.: Dusur) Bürünmek, örtünmek. * Çok olan mal.
DESS
Gizlenmek. * Örtmek.
DESS
Yavaş yağan yağmur. * Acıtıcı derecede dövmek. * Def'etmek.
DESSAS
Çok aldatıcı, çok desiseci.
DESSE
Toprak içinde gömülüp yatan bir nevi yılan.
DEST
f. El, yed. * Mc: Kudret, fayda, nusret, galebe. * Düstur. * Tasallut. * İkmâl. * Âlî makam. Meclisin şerefli yeri.
DEST
(C.: Düsut) Dört bucaklı yastık ve elbise. * Hile.
DEST Ü PÂ(Y)
El ve ayak.
DESTAK
Şarabın beyazlığı ve dökülmesi.
DEST-ALAY
f. Bulaşık el, bulaşmış el.
DESTAN
f. (Dest. C.) Eller. * Hikâyeler, masallar. * Hile, tezvir, mekir. * Meşhur Zâloğlu Rüstem'in babasının nâmı.
DESTAR
f. Sarık, imâme, başa sarılan tülbent.
DESTARBEND
f. Sarık saran, sarıklı.
DESTAR-ÇE
f. Mendil.
DESTAR-I HÜMAYUN
Pâdişah sarığı.
DEST-BE-DEST
f. Elden ele, el ele. * Peşin satış. * Birbirine bitişik olan.
DEST-BESTE
f. El bağlamış, eli bağlı.
DEST-BUS
f. El öpme.
DEST-BÜRD
f. Kuvvet, kudret. * Üstünlük, zafer, muvaffakiyet.
DEST-DİRAZ
f. El uzatan, zulmeden. * Sarkıntılık etme, el uzatma.
DESTE
f. Tutam, bağ, demet, kabza. * Muin, mededkâr. * Süpürge. * Küstah.
DESTEC
Desti. * Kola takılan bilezik.
DESTE-ÇUB
f. Sopa, değnek.
DESTE-DAD
f. El veren, yardım eden.
DESTE-DAD-I TESLİM
f. Teslim elini veren, itaat eden, uyan.
DESTEK
f. Bir şeyin yıkılıp devrilmemesi için, o şeye vurulan payanda, dayanak. * Küçük el. * Yün ve pamuk gibi şeyleri eğirmeye yarıyan âlet.
DEST-ERRE
El bıçkısı. Testere.
DEST-GÂH
f. İş yeri, tezgâh. * İktidar, servet, kuvvet.
DEST-GİR
f. Muavenet. Arka olmak. Tutucu, yardımcı, muin. Zahir.
DEST-GÜŞA
f. Avuç açan el açan.
DEST-GÜZAR
f. İmdada yetişen, yardım eden, yardımcı.
DEST-HUŞ
f. Oyuncak.
DESTİ
f. Testi.
DEST-İ GAYBÎ
f. Görünmez el, inâyet-i İlâhi. * Mc: Allah'ın yardımı.
DEST-İ İSTİBDAD
İstibdadın verdiği azap, istibdadın eli.
DEST-İ RAST
Sağ el, sağ taraf.
DESTİNE
f. Bilezik, el bileziği.
DEST-KEŞ
f. Gözleri görmeyen bir kimseyi ellerinden tutup dolaştıran. * Kazanç. Kâr. * Yay gibi elde kolaylıkla idare olunabilen şey. * Dilenci. * Bir işten vazgeçen.
DEST-MAL
f. Elbezi.
DEST-MAYE
f. Sermaye, elde olan şey.
DEST-MUZE
f. Armağan, hediye.
DEST-PAK
f. Fakir, fukara. * Mendil. * Dindar.
DEST-RENC
f. El emeği. El ile yapılan iş. * Ücret, kazanç, kâr.
DEST-RES
f. İsteğine ulaşan, elini yetiştiren. * Kudret, zenginlik, iktidar.
DESTROYER
ing. Çok sür'atli giden küçük savaş gemisi, torpido muhribi.
DEST-SUZE
f. Nişanlı kız.
DESTUR
f. İzin, müsaade. Şerlilerden kurtulmak için söylenen söz. * Allah'ın inayeti.
DESTUR (DÜSTUR)
Asıl. * Kanun. * Vezir-i azam, baş vezir.
DEST-VANE
f. Savaşta giyilen demirden yapılmış eldiven. * Kadınların kollarına taktıkları süs eşyası, bilezik. * Meclisin baş kısmı.
DEST-VAR(E)
f. Çoban değneği. Baston. * El bileziği. * Ele benzer, el gibi, el kadar.
DEST-YAR
f. Yardımcı, muin. Arka.
DEST-YARÎ
f. Yardım, muavenet.
DEST-ZEN
f. Tutunma. * El uzatma.
DEŞİŞE
Bulgur.
DEŞNE
f. Hançer.
DEŞNE-İ SUBH
Tan yeri. (Bu tabir, tan yerinin ilkönce hançer şeklinde göründüğünden kinaye olarak denmiştir.)
DEŞT
f. Bozkır, çöl, sahra. Kumluk ve nebatsız geniş arazi.
DEŞT-İ HAYAT
Hayat çölü.
DEŞT-İ KIPÇAK
Dinyester ile İrtiş arasında bulunan geniş step.
DETEKTİF
(Bak: Dedektif)
DETERMİNANT
Fr. Denklemlerin çözümlerini rahatlıkla bulmaya yarayan matematiksel tablo.
DEV
şeytan, ifrit, cin.DE'V : Aldatmak, hud'a.
DEVA
İlâç, çare. Hastalığın iyi olmasına sebeb olan gıda.
DEVA NA-PEZİR
Devâsı bulunmaz hastalık.
DEVABB
(Dabbe. C.) Binek hayvanları. Hayvanlar. * Yürüyenler.
DEVAC
f. Üste örtünecek şey. Yorgan.
DEVADAR
f. Devâlı, devâ verici, iyileştiren.
DEVAHİ
(Dâhiye. C.) Büyük belâler. Afetler. Kazâlar. * Çok üstün zekâ sahipleri.
DEVAHİL
(Dâhile. C.) İçler, batınlar.
DEVAHİN
(Dâhine. C.) Duman çıkaran bacalar.
DEVAİ
(Dâiye. C.) Batından, içten gelen bir duyguyu teşvik edici hâlât.
DEVAÎ
(Devâiye) İlâç cinsinden. İlâca âit ve müteallik. Devaya dâir.
DEVAİR
(Dâire. C.) Daireler. Resmî işlerin görüldüğü yerler.
DEVAİR-İ ASKERİYE
Askerî daireler.
DEVAİR-İ DEVLET
Devlet daireleri.
DEVAİR-İ MÜTEDAHİLE
İç içe daireler.
DEVAİR-İ RESMİYE
Resmî daireler.
DEVALÜASYON
Fr. Paranın değerinin düşürülmesi.
DEVAM
Bir halde bulunma, sürekli olma, daimîlik. * Bir işe veya bir memuriyete gidip gelme. * Sebat.
DEVAN
f. Hızlı yürüyen, koşan, seğirten.
DEVANİK
(Dânık. C.) Bir dirhemin dörtde birleri.
DEVAR
Baş dönmesi hastalığı.
DEVARİ'
(Dır. C.) Zırhlar. Zırhlılar. Zırhlı gemiler.
DEVA-SAZ
f. Çâre bulan, ilâç tertip eden.
DEVAT
(C.: Devâyât) Divit.
DEVAVİN
(Divân. C.) Divânlar, eski şairlerin şiirlerini topladıkları kitablar.
DEVB
Kötü hâl.
DEVBEL
Bir karar üzere durup büyümeyen küçük eşek.
DEVDAT
Çocukların oyun oynadığı yer.
DEVDERÎ
Kısa boylu cariye.
DEVENDE
f. Seyyah. Seyahat eden, gezen, dolaşan.
DEVERAN
Dönüş, dolaşmak. Tedavül. Yerinde durmamak. Devretmek.
DEVERAN-I DEM
Kan dolaşımı, kan deveranı.
DEVERAN-I DÜNYA
Dünyanın dönüp devretmesi.
DEVF
Suda ıslamak. * Irak etmek, uzaklaştırmak. * Misk ezmek.
DEVH
Hor, hakir olmak. Hor, hakir etmek. * Kahretmek.
DEVHA
(C.: Devah-Devâyih) Büyük ağaç.
DEVİR
(Devr) (C: Edvâr) Nakil. Birisinin uhdesinden diğerinin uhdesine geçirmek. * Bir şeyi sonuna kadar okuyup bitirmek. Geçmiş dersleri hatırlama. * Bir şeyin çevresinde dolaşmak. Dönme. * Seyahat. Bir memleketi dolaşmak. * Bir şeyin kendi mihveri üzerinde dönmesi. * Aktarma, bir şeyin bir kaptan veya bir yerden diğerine nakli. * Bir şeyin diğerine teslimi. * Bir bölük veya takım askerin teftiş veya emniyeti muhafaza için dolaşması. * Bazı ehl-i tarikatın dönerek ettikleri zikir, sema. * Müzikte, her ölçüye verilen isim olup, umumiyetle büyük ölçüler ve peşrevler için kullanılır. * Tas: Dünyaya gelme (Nüzul), geldiği yere dönme hali (Uruc). * Dairevî bir hareket. Bir şeyin diğer bir şey etrafında dönmesi. Dolaşmak. * Müddet. Zaman. Çağ. * Bir şeyi başkasına devretmek. * Biri birisini icad etmek. (Bak: Hudus)
DEVİR DAİRESİ
Denizde geminin çeşitli hızla ve muhtelif dümen açısı ile çizdiği dâire.
DEVİR VE TESELSÜL
Davanın delile ve delilin davaya taalluk etmesiyle kaziyenin dönüp dolaşıp yine eski hâline gelerek hallolunamaması.
DEVİRLİ
Fiz: Müsavi zaman aralıkları ile tekrarlanan hareket. Periyodik.
 
DEVİYE
Otsuz sahrâ. Otu olmayan çöl
DEVİYY
Nerden geldiği anlaşılamayan sesler, gürültüler, patırtılar.
DEVK
Döğmek. * Karışmak.
DEVKE (DEVEKE)
Karışmak, ihtilât.
DEVKES
Arslan. * Çok adet, çok miktar.
DEVLE (DÜVLE)
Devlet kelimesinin Arapça tabirlerde geçen bir şekli. * İki asker muharebe ettiklerinde birinin diğerine galip olması. (Düvlet malda; devlet harpte ve mertebede kullanılır.)
DEVLET
Sınırları belli olan bir memleketin sahibi olan insanların kurduğu siyasî, hukukî, idarî mahiyetteki merkezî teşkilât. Devlet, teşekkül tarzı, takip ettiği esas siyaset, temsil ettiği hâkimiyet ve iktidarın mahiyeti bakımından çeşitlere ayrılır:1- Kapitalist Devlet: İktisadî siyasete, şahsî mülkiyet, şahsî teşebbüs ve serbest rekabete dayanan, iktidar ve hâkimiyetin kapitalist sınıfın elinde bulunduğu devlet şeklidir.2- Sosyalist ve Komünist Devlet : Şahsî mülkiyeti ortadan kaldıran, yerine işçi sınıfı adına devlet mülkiyetini ikame eden, işçi sınıfı hâkimiyeti namı ile komünist partisi diktatörlüğünü getiren devlet şeklidir.Bu iki devlet şeklinin iktisad siyasetleri ile siyasî iktidar ve hâkimiyet anlayışları farklı olmakla beraber devlet idaresinde dine yer vermemekte birleşirler.3- Faşist Devlet: Menfî milliyet ve unsuriyet fikrini siyasette hâkim kılan, şahsî teşebbüse müsaade eden; fakat devletin vesayeti ve hâkimiyeti altına alan, meslek zümreleri adına iktidar ve hâkimiyeti tek parti ve şefinin eline veren devlet şeklidir.4- Teokratik Devlet: Hâkimiyet ve iktidarın, ruhban sınıfının elinde bulunduğu bir devlet şeklidir. Daha çok Hristiyan âleminde asırlar boyunca bu devlet şekli cemiyet ve milletlere hükmetmiş, fakat tahrif edilmiş İncil'e sâhib oldukları ve İlâhî iktidar ve hâkimiyet yerine ruhban sınıfının hâkimiyet ve iktidarını ikame ettikleri için, insanın fıtratındaki hakikatı taharri ve hürriyet fikri galebe çalarak bu devlet ve idare şekli Fransız ihtilâliyle yıkılmış, fakat ihtilâlciler ve muakibleri beşeriyeti yeniden ıztırablara dûçar eden kapitalist, sosyalist ve faşist sistemlerden başka birşey getirememişlerdir. Çünki hareket ve istinad noktaları beşerî fikir ve ölçüler olup materyalist (maddeci) dünya görüşlerinin zarurî neticesi olarak teavün yerine cidal; hak yerine kuvvet; iktisat yerine ihtiyaçları tezyid ve tahrik ettiklerinden beşeriyetin huzur ve saadetlerini bozdular.5- İslâm Devleti: İktidar ve hâkimiyeti milliyet ve unsuriyet, yahut içtimaî sınıflarda veya ruhban sınıfında değil; yalnız Allah'ta kabul eder. Halkı veya siyasî temsilcisi olan kişiyi yahut meclisleri, İlâhî iktidar ve hâkimiyetin tatbikçi memurları olarak kabul eder.(Zaman-ı sâbıkta revabıt-ı içtima ve levazım-ı taayyüş ve fevaid-i medeniyet o kadar tekessür ve teşa'ub etmediğinden, bazı kalil adamların fikri, devletin idaresine yarı kâfi gibi idi. Amma bu zamanda revabıt-ı içtima o kadar tekessür etmiş ve levazım-ı taayyüş o derece taaddüt etmiş ve semerat-ı medeniyet o kadar tefennün etmiş ki, ancak yalnız kalb-i millet hükmünde olan meclis-i meb'usan ve fikr-i ümmet makamında olan meşveret-i Şer'î ve seyf ve kuvvet-i medeniyet menzilinde bulunan hürriyet-i efkâr o devleti taşıyabilir ve idare ve terbiye edebilir. R.N.)
DEVLET Ü İKBAL
Ulviyet ve iyi tâlih.
DEVLET-ABADÎ
f. Hindistan'ın Devlet-âbâd şehrinde imal edilen ve güzel san'atlarda kullanılan bir çeşit kâğıt.
DEVLETÇİLİK
Halk işlerinin, hususan büyük sanayi ve ziraatin devlet vasıtası ile işletmesi usulü. Cemiyetin umuma âid olan işleri ve bu işler için lâzım gelen teşkilât, müessese ve sâirelerini devlet eliyle yapılmasını kabul eden idâre sistemi. * Halkın hususi teşebbüslerini veya büyük müesseselerini devlete devretmek fikri. (Bunun ifratı fertlere ve millete zulümdür ve dinsizlik rejimi olan komünizme giden bir usuldür.)
DEVLETHANE
f. Ev, köşk, konak.
DEVLET-İ ÂLİYE
Osmanlı İmparatorluğu.
DEVLETLİ (DEVLETLÜ)
f. Eskiden vezir ve müşir gibi büyük rütbeli kimselere verilen bir ünvan.
DEVLETLÜ NECÂBETLÜ
Osmanlılar zamanında şehzâdeler için kullanılan bir tabirdir.
DEVLETLÜ RE'FETLÜ
Eskiden seraskerler için kullanılan ünvan.
DEVLETLÜ SEMÂHATLÜ
Zamanında Şeyh-ül İslâmlara verilen bir ünvan.
DEVLETLÜ UTUFETLÜ
Vezirlere, müşirlere, padişah damatlarına verilen ünvan.
DEVLET-MEAB
Devletin saadet ve ihtişamının sığınacağı yer, hükümdar.
DEVLET-MEDAR
Büyüklük merkezi olan (hükümdar)
DEVR
(Bak: Devir)
DEVR
f. Casus, hafiye.
DEVRAK
Şarap ölçeği.
DEVRAN
Devir, felek, zaman, deveran, dünya.
DEVRANÎ
Deverana âit ve müteallik.
DEVRE
(C.: Devrât) Dönüş dönme, dönem. * Birkaç yıldan meydana gelen zaman süresi. * Elektrik devresi. Üzerinden elektrik akımı geçmekte olan bir iletken yolun tamamı.
DEVR-HAN
f. Kur'an-ı Kerim'i devamlı okuyup devreden kişi.
DEVR-İ ÂLEM
Dünya seyahati, dünya gezisi, dünyayı gezmek.
DEVR-İ BÂTIL
Man: Kısır devir. Bir hükmü ikinci bir hüküm ile, bunu da birincisi ile isbatlamaya çalışma yolu.
DEVR-İ DİL-ÂRÂ
En hoş devir. Gönlü hoş eden zaman.
DEVR-İ EBVAB
Kapı kapı gezip dolaşmak.
DEVR-İ FELEK
(Bak: Devr-i zaman)
DEVR-İ KASIR
(Devre-i kasire) Fiz: Kısa devre.
DEVR-İ LÂLE
Lâle devri, lâle mevsimi, lâle zamanı.
DEVR-İ MİHNET
Dünya, cihan, küre-i arz.
DEVR-İ SÂBIK
Bir önceki hükümet. Geçmiş devir.
DEVR-İ TEFRİH
Kuluçka devri.
DEVR-İ TERAKKİ
İlerleme devri.
DEVR-İ ZAMAN
(Devr-i felek) Tali, kader. şans.
DEVRİY
(Devriyye) Geceleri gezen kol takımı, gezici karakol. * Bülbül, karatavuk, sığırcık ve bu gibi kuşların dahil olduğu sınıf.
DEVRİYYE
Osmanlı İmparatorluğu devrinde ilmiye sınıfına mahsus bir pâye.
DEVS
Ziynet etmek, süslemek. * Bir şeyi ayağı ile basıp çiğnemek.
DEVSERE
Büyük, semiz, kuvvetli deve.
DEVŞ
Fâsid olmak.
DEVV
Otsuz çöl.
DEVVAR
Durmayıp dönen, devreden. Devredip gezen. * Gerdân. * Kâbe-i Muazzama'nın bir adı. * Haremden alıp beraber tavaf edilen taş.
DEVVARE
Geo: Daireler çizmeye yarayan bir âlet, pergel.
DEYABÜZ
İki ırgaçla dokunan bez.
DEYACİR
(Deycür. C.) Karanlıklar, zulümatlar.
DEYBUB
Koğucu, dedikoducu.
DEYCUC
(C.: Deyâcic) Karanlık, zulmet.
DEYCUR
(C.: Deyâcir) Karanlık.
DEYDAN
Edep. * Âdet.
DEYDEN
Edep. * Âdet.
DEYDENET
Âdet, usul.
DEYDENUN
Toplamak. * Haslet, huy, âdet. * Oyun.
DEYH
(C.: Diyeha) Hor ve rezil olmak.
DEYKU'
Katı, şedid.
DEYLEM
Karıncaların ve kenelerin toplandığı yer. * Belâ. * Zahmet. * Düşman. * Türaç kuşunun erkeği. * Cemaat. * Bir kabile adıdır ve ehline "Deylemî" derler.
DEYMAS
(C.: Deyâmis) Hamam. * Alçak zemin.
DEYMUM
Devamlı, berkarar, zevalsiz.
DEYMUMET
Daimlik, devam, dâimiyet.
DEYMUMÎ
Devamlılık, devam, dâimiyet.
DEYN
Borç. Verilmesi lâzım gelen şey. * Fık: Zimmetinde sâbit olan şey.
DEYN-İ HÂL
Huk: Herhangi bir vakte bağlı ve te'hir edilmeyen borç.
DEYR
(C.: Edyâr) Kilise, manastır. * Âlem-i insaniyet, insanlık âlemi.
DEYRANÎ
Manastır adamı.
DEYRHANE
f. Kilise, manastır.
DEYSAK
(C.: Deyâsik) Uzun yol. * Beyaz olan şey.
DEYSAN
Cömertlik.
DEYSEM
Köpekten olmuş kurt eniği. * Sultan böreği denilen kırmızı çiçekli bir ot.
DEYSEME
İnci.
DEYYAN
Herkesin hesabını ve hakkını en iyi bilen ve veren. Hâk Teâla. Kahhar. Hâsib. Hâkim. Kadir. Râi. Cenâb-ı Hak.
DEYYAR
Bir kimse. Ehad. * Yurt sahibi birisi. * Manastır sahibi.
DEYYAS
Kaba, galiz olan kimse.
DEYYUS
Derare. Karısının kötü hâllerine göz yuman ve ses çıkarmayan adam.
DE'Z
Boğmak. * Bir şeyi doldurmak.
DIA
Rahat.
DIAME
(C.: Diam-Deâyim) Evin direği. * Ulu, şerif kişi, seyyid.
DIAYET
Dâvet.
DIBABE
Yumuşak nesne.
DIB'AN
(C.: Dabâin-Dıbâ) Erkek sırtlan.
DIBATR
Katı nesne.
DI'BİL
Belâ. * Meşakkat, güçlük.
DIBK
Bürc dedikleri nesne ki ağaçta biter; yazda ve kışta bitmez. * Ağaç posası.
DIBNE
Gülmek. * Maymun sesi.
DIDD
(C.: Ezdad) Mugâyir, aykırı. * Düşman. * Nazir, misil, benzer.
DI'F
(C.: Ez'âf) Her nesnenin bir misli miktarı.
 
DIFDA'
(C.: Defâdı') Kurbağa.
DIFDI' (DIFDA')
(C.: Dafâdi) Kurbağa.
DIFFE
Irmak ve kuyu kenarı.
DIGS
(C.: Edgas) Yaş ve kuru karışık bir tutam ot. * Te'vili sahih olmayan karışık rüya.
DIHAM
(Dahm. C.) Kalın ve iri olan şeyler.
DIHAS
Çok, kesir. * Eskimeye yakın olan.
DIHH
Güneş, şems.
DIHK
Gülme.
DIHK-ÂVER
f. Güldüren, güldürücü.
DIHL
Kısa boylu, tıknaz kimse.
DIHLE
Bir kişinin her işine karışan has adamı.
DIHRAC
(Dahrece) Yuvarlama.
DIHRIS
(C.: Dehâris) Terzilerin kullandığı tiriz denen cisim.
DIHVENNE
Habis kimse. * Semiz kısa boylu, tıknaz kişi.
DIHYE
Sahabeden bir zâtın adı. (R.A.)
DI'ÎL
Ölüme yakın olan hasta deve. * Kurbağa yumurtası.
DIÎN
Asıl. * Maden.
DI'ÎS
Süngü ile çok vuran kimse.
DIKAK
Herşeyin ufalmışı, incesi, kırıntısı. * Şirden adı verilen bağırsak.
DIKÎS
Akılsız kadın.
DIKK
Yufka gibi ince olan şey. * Bir nevi sıtma.
DIKKA
(C.: Dükuk) Rüzgârın savurduğu toprak. * Uzaklaşmış olan şey.
DIKRAR
(C.: Dekârir) Koğucu, dedikoducu. * Belâ. Zahmet. * Yalan söz. * Fuhşiyât.
DIL'
Karpuz veya kavun dilimi. * Tıb: Kaburga kemiği. * Geo: Dik kenar. Kenar.
DILAMİS
Yumuşak ve berrak olan şey.
DIL-AZAR
f. Gönlü inciten, hatır kıran.
DIL'-İ KÂZİB
Tıb: Göğüs kemiğine dayalı beş adet küçük kaburga kemiği.
DI'LİYE
Deve kuşunun dişisi.
DIMAD
Yara üstüne yapılan yakı ve bağlanan bez.
DIMAR
Cehalet devrinde Arabistanda bir sanem (put) ismi. * Bir daha sâhibinin eline geçmesi ümid edilmeyen zâil olmuş mal. * Sonraya bırakılan vâde. Müddeti hudutsuz borç. * Gizli.
DIMIŞK
(Bak: Dimişk)
DIMN
Her nesnenin arası. * Koltuk.
DIMS
Duvar temeli.
DINA
İzdihamlık, kalabalık, çokluk.
DINN(E)
Bahillik.
DINTAR
Çok yaşamış kertenkele.
DIR'
(C.: Dırâ'- Duru') Cevşen. Cenkte, muharebede giyilen zırh.
DIRAB
Erkek dişiye aşmak. * Küçük dağlar.
DIRAHŞAN
f. Parlak. Parıldayan. Parlaklık. Münevver, ziyâdar.
DIRAHT
f. Ağaç. Şecer.
DIRAK
(Daraka. C.) Deriden mâmul kalkanlar.
DIRAM
Ateşin alevlenmesi. * Ateşin alevi. * Odun parçası, tahta parçası (tezcek ateş tutuşup alevlenir.)
DIRAR
Ziyân yetiştirmek.
DIRAZ
f. Uzun.
DIRAZ-DEST
f. El uzatan. El uzunluğu.
DIRAZÎ
f. Uzunluk.
DIREFS
İpek. * Katı, sağlam nesne. * Büyük iri yapılı adam. * Büyük deve.
DIRGA
Sıvı, balçık.
DIRGAM
(C.: Darâgım) Arslan, esed, gazanfer, şir, leys, haydar.
DIRHAMİ
Bir dirhem.
DIRR
Avret üzerine avret almak, evli iken bir daha evlenmek.
DIRRE
(C.: Direr) Sütün çokluğu. * Sütün akanı. * Turra. * Kırbaç.
DIRRİZ
Bahil kimse. * Kısa boylu, âdi kadın.
DIRS
(C.: Derâsa-Edrâs) Kertenkele, fare ve kedi gibi hayvanların eniği.
DIRS
Azı dişi. * Katı, muhkem yer. * Az yağmur. * Kötü huy.
DIRV(E)
Av öğrenmiş olan köpek yavrusu. * Dağ ağaçlarından pelit ağacına benzer bir ağaç.
DI'S
Kum. * Kumdan yığılmaş yumuşak tepe.
DI'VE
Nesep dâvâsı etmek. * Yalan dâvâ etmek.
DIYA
Helak olmak, telef olmak.
DIYK
(Bak: Dîk)
DI'ZABE
Kısa boylu ve eti çok olan kimse.

f. Dün, dünkü gün, bugünden bir evvelki gün.
DİABE
Davet.
DİAE
Şehadet parmağı.
DİAM(ET)
Binaya vurulan destek, direk, payanda. * İleri gelen, makamca yüksek olan baş başkan, reis, şef.
DİBAC
(C.: Debâbic) Atlas dedikleri kıymetli ipek bez.
DİBACE
f. Mukaddeme, başlangıç, önsöz.
DİBAGAT
Tabaklama. Deriyi kullanılır ve temiz hale koyma işi.
DİBARE
(C.: Dibâr) Bir evlek yer.
DİBBÎC
Bir, ehad.
DİBBÎH
Bir, ehad.
DİBG
Dibâgat etmek. Arınıp pâk olmak.
DİBL
Belâ ve zahmet.
DİBR
Çokluk.
DİBRE
Çokluk.
DİBS (DİBİS)
Pekmez. Hurma pekmezi. Bal. * Çok cemaat.
DİBSA' (DEBSÂ)
Dişi çekirge.
DİCAC
Ummanda yetişen büyük bir dikenli ağacın suyudur ve sabun gibi kiri izâle eder.
DİDA'
Devenin şiddetle yelmesi ve sıçraması. * Ay sonu.
DİDAKTİK
yun. Mevzuu, hikmet ve nasihattan ibaret olan söz. Öğretici.
Dİ'DAN
Devenin çok yelmesi. * Bir şeyi örtmek.
DİDAR
f. Mülâkat, görüş. * Görünme. * Yüz. Çehre. * Görüş kuvveti, göz. * Açık, meydanda.
DİDAR-I HÜRRİYET
Hürriyetin güzel yüzü.
DİDAR-I PÂK
Temiz yüz.
DİDE
f. Göz, ayn, çeşm. * Görmek. * Gözcü. * Göz bebeği. * Göz ucu.
DİDE-BÂN
Gözcü, bekçi, nöbetçi.
DİDE-GİRYAN
Teessürle ağlayan göz. Ağlayarak.
DİF
(C.: Edfâ) Çok hararet. * Derin duvar. * Deveden gelen fayda, menfaat.
DİFAF
Hazırlandırmak.
DİFL
Zakkum ağacı. * Katran. Zift.
DİFLA
Ağu ağacı denen ve çok acı olan nesne.
DİFNAS
Akılsız, ahmak kimse. (Müe: Difnes) DİG : f. Topraktan yapılmış tencere, çömlek.
DİGER
f. Başka, diğer, öteki.
DİGER-BÂR
f. Başka zaman, başka defa.
DİGER-BİN
f. Başka kişilerin faydaları için fedakârlıkta bulunan kişi.
DİGER-GUN
f. Değişmiş, başkalaşmış, bozuk.
DİGER-KÂM
f. Başkalarını düşünen.
DİGER-RUZ
f. Diğer gün, başka gün.
DİH
(C.: Diha) Hurma salkımı.
DİH
f. "Veren, verici" mânalarına gelir ve kelimelerle birleşir. Meselâ: Ârâm-dih $ : Rahatlık veren.
DİH
f. Köy, karye. * On sayısı.
DİHAK
Dolu bardak.
DİHAN
Kırmızı deri, sahtiyan. * (Dühn. C.) Vücuda sürünülecek yağlar.
DİHAT
(Dih. C.) f. Köyler, karyeler.
DİHÇE
f. Küçük köy. * Çiftçi, köylü.
DİHDA
Yuvarlamak. Döndürmek.
DİH-DAR
f. Köy ağası.
DİH-GAN
f. Ekinci, çiftçi, köylü.
DİH-HÜDA
f. Köy kâhyâsı, köy ağası.
DİHI
Köyle ilgili, köylü, köye mensub.
DİHİM
f. Taç.
DİHİŞ
f. Verme, veriş, bağışlama, ihsan, atiyye.
DİHKAN (DÜHKAN)
(C: Dehâkin) Sipâhi. * Köy kethüdâsı. * Emirlerin tasarrufunda kuvvetli olan, sözü geçen adam. * Bezirgân. * Acem fellahlarının maslahatgüzarı.
DİHLAS
Arslan. * Yavuz, bahâdır, kahraman, çeri kimse.
DİHLİZ
(C.: Dehâliz) Ev ile kapı arası.
DİK
Horoz.
 
DÎK
Darlık, sıkıntı. Gam. Kalbe sıkıntı veren.
DİKKAT
İncelik, dakik oluş. Ehemmiyet ve kıymet verme.
DİKKAT-İ NAZAR
İnceden inceye düşünme ve bakma. Bakış inceliği.
DİKTA
Lât. Diktatörlerin davranışları. * Hiç ses çıkarmadan yerine getirilecek emir.
DİKTATÖR
Fr. Mevcut kanunları çiğneyerek, örf ve adalet esaslarına aykırı olarak, devleti keyfine göre idare eden devlet adamı. Müstebid.
DİKTE
Fr. Başkası tarafından yazılmak üzere söyleyip yazdırma. * Karşı koymayacak olan birisine, aşırı arzu ve isteklerini bildirip kabul ettirme.
DÎK-UL ELFAZ
İfade zorluğu. Gayet ince ve derin ve ruhen hissedilen bazı mânaların ifade edilemeyişi.
DÎK-UN NEFES
Nefes darlığı.
DİK-ÜL EFRAF
Çatal ibikli horoz.
DİL
f. Gönül, kalb, niyet. * Cesâret, yürek. * Mandıra, ağıl.
DİL
t. Lisan, zeban. * Ağızdaki tat alma duygusu ve konuşma uzvu. * İnsanların konuştukları lehçelerin her birisi. Lügat. * Muhtelif âlât ve edevâtın uzunca ve yassı, ekseriya oynak kısımları. * Coğ: Denizin içine uzanmış üstü düz mumluk, uzunca kara parçası. * Mc: Gıybet, mezemmet, dedi-kodu, çekiştirme.(İnsanın yüz cihazatından birtek cihazı olan lisanı; bir et parçası iken, iki büyük vazifesiyle yüzer hikmetlere, neticelere, meyvelere, fâidelere âlet oluyor.. Taamların zevkindeki vazifesi, ayrı ayrı bütün tatları bilerek cesede, mideye haber vermek ve rahmet-i İlâhiyyenin matbahlarına dikkatli bir müfettiş olmak ve kelimeler vazifesinde kalbe ve ruha ve dimağa tam bir tercüman ve santral olmak; elbette gayet parlak ve kat'i bir surette ihatalı ilme delâlet ve şehadet eder. Birtek dil, hikmetleri ve meyveleriyle böyle delâlet etse; hadsiz lisanlar ve hadsiz zihayatlar, nihayetsiz masnuat, güneş zuhurunda ve gündüz kat'iyetinde nihayetsiz bir ilme delâlet ve şehadet ve Allâm-ül Guyub'un daire-i ilminden ve hikmetinden ve meşietinden hariç hiçbirşey yoktur diye ilân ederler. ş.)
DİL-ÂGÂH
f. Kalbi uyanık. Akıllı, bilgili, görgülü. Gönül anlar.
DİLAHİS
Leşker, asker. Çeri başı.
DİLALET
Kılavuzluk etmek. * Nazlanma. İşve. * Üstünlük, galebe.
DİL-ÂRÂ
Gönül avutan, gönül süsleyen.
DİL-ÂRÂ(Y)
f. Kalbi süsleyen, gönlü zinetlendiren.
DİL-ÂRÂM
f. Gönül eğlendirici, kalbe rahatlık veren. Gönül okşayan.
DİLAS
(C.: Düles) Hızlı, seri.
DİLAS (DELİS)
Yumuşak ve berrak olan nesne.
DİL-ÂSÂ
f. Gönlü rahatlandıran, avutan.
DİL-ASUDE
f. Kalbi rahat.
DİL-AŞUB
f. Kalbi sıkan, yüreğe sıkıntı veren, gönle eza veren. * Kalbi meftun eden güzel.
DİL-ÂVER
f. Yiğit. Cesaretli. Yürekli. * Gönül alıcı.
DİL-ÂVER
Gönül alıcı.
DİL-ÂVERÂN
(Dil-aver. C.) Dilaverler, yürekliler, yiğitler.
DİL-AVİZ
f. Câzib, çekici, gönle asılan. Gönlü asılı tutan, dilber.
DİL-AZAD
f. Gönlü rahat, gönlü bir şeyle ilgili olmıyan.
DİL-AZURDE
f. İncinmiş. Gönlü, kalbi kırılmış.
DİL-BAZ
f. Güzel konuşan. Sözü ve işi hoş olan. Gönül eğlendiren.
DİL-BEND
f. Gönül bağlıyan, seven.
DİL-BER
f. Gönül alan, kalbi çeken. Güzel, dilber.
DİL-BESTE
f. Kalbi bağlı, âşık.
DİL-CU(Y)
f. Gönül çeken, gönül arıyan.
DİL-DADE
f. Gönül vermiş, âşık.
DİL-DAR
f. Kalbi hükmü altında tutan. Sevgili, mâşuk.
DİLDİL
f. Iztırab, acı, elem, sıkıntı, azab. İnilti.
DİLDİL-KÜNÂN
İnleyenler, acı çekenler, ıztırab çekenler.
DİL-DUZ
f. Kalbe batan, gönül delen.
DİL-DÜZD
f. Gönül çalan.
DİLE
f. Dil, gönül, kalb yürek. * Gönül sahibi.
DİL-EFRUZ
(Dilfiruz) f. Kalbi yakan, gönül parlatıcı.
DİLEKÇE
(Bak: İstida)
DİL-FERAH
f. Sevinçli, gönlü rahat.
DİL-FİGAR
f. Gönlü yaralı, âşık.
DİL-FİRİB
f. Gönlü aldatan, câzibeli.
DİL-GERM
f. Öfkelenmiş hiddetlenmiş, gönlü kızmış.
DİL-GİR
f. Kalbe sıkıntı veren gönül tutan. * Gücenmiş olan, kırgın.
DİL-GÜŞA
f. İç açan, gönül açan, kalbe ferah veren. * Türk musikisinde bir mürekkeb makam.
DİL-HAH
f. Gönül talebi, gönül arzusu.
DİL-HARAB
f. Gönlü yıkılmış, gönlü kırılmış.
DİLHAS (DÜLÂHİS)
Arslan. Çeri kimse.
DİL-HIRAŞ
f. Yürek parçalıyan, tırmalıyan.
DİL-HUN
f. Kalbi yaralı, yüreği kanlı. Mükedder, mağmum.
DİL-HURREM
f. Neş'eli, gönlü sevinçli.
DİL-HUŞ
f. Yüreği rahat, gönlü hoş.
DİL-İ ÂVÂRE
Serseri gönül.
DİL-İ DERYA
Denizin ortası.
DİL-İ DİVANE
Divâne gönül, deli gönül.
DİL-İ PÜR-ÂTEŞ
Ateşli gönül.
DİL-İ SUZAN
Yanık, ateşli gönül.
DİL-İ ŞEB
Gecenin ortası, gece yarısı.
DİL-İ VİRAN
Harap gönül, yıkık gönül.
DİL-İ ZÂR
Zavallı gönül.
DİLİR
(C.: Dilirân ) Bahadır, cesur, cesaretli, yiğit, yürekli.
DİLİRÂN
(Dilir. C.) Bahadırlar, cesurlar, cesaretliler, yiğitler, yürekliler.
DİLİRÂNE
f. Mertçesine, yiğitçesine, bahadırcasına.
DİLİRÎ
f. Mertlik, yiğitlik, yüreklilik.
DİL-KEŞ
f. Gönlü çeken, kalbi cezbedici.
DİL-KUB
f. Gönül zedeliyen, vuran.
DİL-MÜRDE
f. Duygusuz, kalbi ölmüş.
DİL-NİŞİN
f.Gönlüde yer tutan. Lâtif, hoş.
DİL-NÜVAZ
Gönül okşayan.
DİL-RİŞ
f. Dertli, kalbi yaralı, gönlü yaralı.
DİL-RÜBA
f. Gönül alan, gönül kapan.
DİL-SAZ
f. Gönül yapan.
DİL-SİR
f. Gözü gönlü tok.
DİL-SİTAN
f. Gönül alan.
DİL-SUZ
Gönül yakan.
DİL-ŞAD
f. Sevinmiş. Kalbi hoş olmuş.
DİL-ŞİKAF
f. Yürekleri delen, çok acıklı, dokunaklı.
DİL-ŞİKEN
f. Can sıkıcı, kalb kırıcı.
DİL-ŞİKESTE
f. Kalbi kırık, gönlü kırılmış olan.
DİL-ŞÜDE
f. Gönlü gitmiş. Âşık.
DİL-ŞÜKÜFTE
f. Gönlü açılmış, ferahlamış.
DİL-TENG
f. Sıkıntılı, kederli, gönlü darda olan.
DİL-TENGÎ
f. Gönlü darlığı, iç sıkıntısı.
DİL-TEŞNE
f. Kalbi susamış. Gönlü çok istekli, çok özlemiş.
DİLÜVİYUM
Jeo: Nehirlerin en eski alüvyonlarına verilen isim.
DİM
f. Yüz, yanak, çehre, surat.
DİMA
f. (Bak: Demâ)
DİMA'
(Dem. C.) Kanlar.
DİMA'
Göz yaşı akan yerlerin izi.
DİMAĞ
Beyin. Kafanın içi. (Bak: Kalb)(Dimağda merâtib var birbiriyle mültebis ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur sonra tasavvur gelir.Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor sonra iz'an oluyor, sonra gelir iltizam sonra itikad gelir.İtikadın başkadır, iltizamın başkadır. Herbirinden çıkar bir hâlet; salâbet itikaddan.Taassub iltizamdan, imtisal iz'andan, tasdikten iltizam, taakkulde bitaraf, bibehre tasavvurda.Tahayyülde safsata hasıl olur, mezcine eğer olmaz muktedir.Bâtıl şeyleri güzel tasvir etmek, her demde, sâfi olan zihinleri cerhdir, hem idlâli...S.)
DİMAM
Çocukların yüzlerine sürülen ilâç. * Sevap.
DİMAR
Helâk, mahv.
DİMASE
Yumuşak. * Asanlık, kolaylık.
DİME
(C.: Diyem) Gündüz veya gecenin üçte biri miktarı ile tam gün kadar sürebilen, gürleme ve yıldırımı, olmayan yağmur.
DİMEN
Süprüntülükler. Mezbele. Gübre. Fışkı.
DİMİŞK
Şam şehri. Suriye'nin başkenti.
DİMİŞKÎ
Şam şehriyle alâkalı. Şam'a ait ve müteallik. * Şam'da yapılan ve güzel san'atlarda kullanılan bir nevi kâğıt.
DİMKİS
İbrişim.
 
Geri
Top