Osmanlıcada ''D''ile başlayan kelimelerin anlamları

DİMMET
Deve ve koyun tersi.
DİMN
Deve ve koyun tersi.* Selin getirdiği çörçöp.
DİMNE
(C.: Dimen) Ters. * Duvar temeli. * Kin, düşmanlık. * Süprüntülük.
DİMNE
f. Tilki.
DİN
(Dyne) Fr. Fiz: Bir gramlık bir kütlenin hızını, saniyede bir santimetre artıran kuvvet ölçüsü.
DİN
Ceza, ivaz. * İman ve amel mevzuu olarak insanlara Cenab-ı Hak tarafından teklif olunan Hak ve hakikat kanunlarının hey'et-i mecmuasıdır. Din, kâinatın, dünyanın hayatın ve insanın yaratılış gayeleri ve var oluş şekillerini açıklıyarak, onları mânasızlıktan ve abesiyetten kurtarır. İnsanların cemiyet hayatında barış içinde ve kardeşçe yaşamalarını sağlar, hakiki saadete ulaştırır. Dinin zayıfladığı cemiyetlerde ırkçılık ve ihtilâlci ideolojiler yayılır. Milletin birlik ve dirliği bozulur. * Cenab-ı Hakk'ın Dergâh-ı Uluhiyyetine kulluk edasına vesile ve medar olan ibadet, İslâm, şeriat. * Millet. * Âdet, hâl, siyaset. * Hesab. * Kahr, galebe, istilâ. * Mâlik olmak. Aziz olmak. * İtaat etme. Verâ, takvâ. Mâsiyet ve ikrah ve hizmet. * Hüküm, kazâ ve ihsân. * Bir şeyi âdet eylemek, de'b. * Siret ve tarikat. * Tedbir ve tevhid. * Melik, mülk. * Birisini hoşlanmadığı şeye sevketmek. *Ist: Allah ile kul ve kullar arasındaki münasebetleri tanzim eden nizam.
DİNAK
İri gövdeli, şişman kadın.
DİNAMİK
yun. Cisimlerin hareketleriyle bunları meydana getiren sebebler arasındaki alâkayı araştıran mekanik ilminin bir kolu. * Hareket eden, durup dinlenmek bilmeyen, hareketli. * Fls: Sâbitin zıddı olarak bir kuvvet tesiriyle dâim hareket halinde bulunan ve bulunduran, bir değişmesi, bir oluşu olan. Hareketle birlikte te'sirli kuvveti de olan.
DİNAMO
yun. Hareketi elektrik akımına çevirmeye mahsus âlet.
DİNAN
Küpler.
DİNAR
Lât. Eskiden kullanılan altın ve sikkeli para.
DİNDAR
f. Dinî kaidelere hakkıyla riayet eden, dininin emirlerini yerine getiren, mütedeyyin.
DİNDARANE
Dindar bir kimseye yakışacak tarzda.
DİNEN
Din bakımından, diyanet noktasından, dince.
DİN-İ FERİD
Tek ve benzersiz olan hak din. İslâm dini.(Bernard Shaw demiş: "Din-i Muhammedî'nin (A.S.M.) en yüksek makam-ı takdire çıkmasının sebebi: Gayet acib ve sağlam bir hayatı te'min etmesidir. Bana açılan budur ki: O din; tek, yektâ, emsalsiz bir din-i ferid olup, bütün muhtelif ayrı ayrı hayatın etvarlarını ve çeşitlerini hazmettiriyor. Yâni: Islah ve istihale tarzında tasfiye ve terakki ettiriyor. Hem Muhammed'in (A.S.M.) dini öyle bir dindir ki, insanın ayrı ayrı bütün milletlerini kendine celbedebilir. Ben görüyorum ve itikad ediyorum ki: Beşere vâcibdir ki desin: "Muhammed (A.S.M.) insaniyetin halâskârıdır. Ve halâskârlık namı, O'na verilmek lâzımdır." M.)
DİNKAS
İfsad etmek, bozmak.
DİNNABE
Kısa boylu kimse.
DİNNAME
Kısa boylu.
DİNNEME
Kısa boylu.
DİNPERVER
f. Sağlam dindar, dine hizmet eden. Salabet-i diniye sâhibi.
DİNYA
Emmi oğlu, amca oğlu.
DİPLOMAT
yun. Memleket hakkında siyasi söz sâhibi. Dış meseleler hakkında milletlerarası işlerle uğraşan siyaset adamı. * Becerikli, söz söyliyebilen.
DİR'
Zırh, demirden gömlek. * Kadın gömleği.
DİRAHŞ
f. Nur, ziya, parıltı, parlama, ışık.
DİRAHŞAN
f. Parlıyan, parlak.
DİRAHŞENDE
f. Işıklı, nurlu, ışıldayan, parıldayan.
DİRAHT
f. Ağaç. Şecer.
DİRAHT-I MEYVEDÂR
Meyve veren, yemişli ağaç.
DİRAK
Tâbi olmaklık, itaat etmeklik.
DİRAN
(Dâr. C.) Evler, hâneler.
DİRASE
Kitab okumak. * Elbiseyi eskitmek. * Gizli yol. * Harmanda buğday döğmek. * Uyuz olan deveyi katranlamak.
DİRAYET
Zekâ, bilgi. Kuvvetli tecrübe sahibi olmak. * Fetanet. Temkin ve tecrübeye dayanan akıl.
DİRAYETKÂR
f. Bilgili, dirâyetli, kavrayışlı.
DİRAYETLİ
Kavrayışlı, zeki, bilgili, anlayışlı.
DİR-BAZ
f. Uzun zaman, uzun müddet, uzun.
DİRDİH
Yaşlı, pir, ihtiyar kişi.
DİRDİM
Ağzında dişleri kırılmış ve kütelmiş yaşlı deve.
DİREFŞ
f. Alem, bayrak, sancak.
DİREKTİF
Fr. Üst makamlardan, tutulacak yol üzerine verilen emirlerin tümü, hepsi. Talimat, emir. Nasıl, ne şekil olacağına çalışacağına dair emir.
DİREKTUVAR
Fr. Fransız ihtilâlinin üçüncü yılında Konvansiyon'un yerine geçen idare şekli.
DİREM
(Dirhem) f. Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Şimdiki üç gram ağırlık. Okka denen eski ağırlık ölçüsünün (1/400) kadarıdır. Şer'an, orta büyüklükte yetmiş tane arpa ağırlığı. * Eskiden kullanılan ve beş kuruş değerindeki gümüş para. Akça.
DİREM-SERA
f. Darbhâne, para basılan yer.
DİRENG
f. Gecikme, yavaşlık, teenni, teahhur. * Dinlenme, karar, istirahat, aram.
DİREV
f. Ekin biçme, hasat.
DİREV-GER
f. Ekin biçen, orakçı.
DİRHA
Süngü ile oynadıkları halka.
DİRHAM
(C.: Derâhim) Kuruş.
DİRHEM
(Bak: Direm)
DİRHEVS
Katı, şiddetli nesne, şedid.
DİRİGA
f. Yazık, eyvahlar olsun!
DİRİĞ
f. Men'etmek, korumak, esirgemek. * Eyvâh, yazık.
DİRİN(E)
f. Eski, kadim.
DİRİTNOT
(Diritnavt) ing. Büyük harp gemisi.
DİRKİTE
Acem diyarında bir oyun adıdır. (Bir yere gelip raks ederler.)
DİRVAS
Büyük deve. * Boynu kalın olan adam. * Arslan. * Köpek ve devenin sütü.
DİRYAK
Tiryâk, ilâç.
DİRZ
(C.: Duruz) Dünya nimetleri. * Lezzet.
DİSAM
Şişe ağzına konulan tıpa. * Yaraya bağlanan bez. * Kulak içine sokulan şey. * Yarık ve delik tıkamada kullanılan tıkaç.
DİSAR
(C.: Düsür) Kenet, urgan, halat, perçin, mismar.
DİSAR
(C.: Düsür) Üste giyilen kaftan, elbise. * Yatak çarşafı. * Arapçada elbise demek olduğu hâlde Osmanlıcada yalnız Farsça kaidesi ile yapılan sıfat terkiblerinde ziyadelik, çokluk, bolluk mânasında kullanılmıştır.
DİSE
f. Kişi, şahıs, zât, fert.
DİSİPLİN
Fr. Uyulması lâzım gelen kaide ve yasaklar. * Nizam ve intizam te'mini için zihnî, ahlâkî, ruhî, cismanî tâlim ve terbiye.
DİSKALİFİYE
Fr. Müsabaka dışı bırakılmış.
Dİ-ŞEB
Dün gece.
DİV
f. Dev. * İblis, şeytan. * Cinn, ifrit.
DİVAN
Eskiden yaşamış şâirlerin şiirlerinin toplandığı kitap. * Büyük meclis. Büyük ve idâre işlerine bakan bilgili, nüfuzlu kimselerin toplandıkları yer.
DİVAN DURMAK
Huzurda hazır olarak beklemek.
DİVANÇE
f. Kafiye itibariyle harf sırası tertibiyle yapılan küçük şiir mecmuası.
DİVANE
f. Deli. Aklı başında olmayan.
DİVANE-GÎ
f. Delilik, divânelik.
DİVANE-REV
f. Çılgın, delicesine davranan.
DİVANHANE
f. Odalar arasındaki büyük salon. Büyük ev. Divan kurulacak büyük oda. Saraylarda odalar hâricinde olan büyük salon.
DİVAN-I AHKÂM-I ADLİYE
Huk: Kanunlara göre, bakılacak dâvalarla ilgilenmek üzere 1284 yılında kurulan ilk nizâmiye mahkemesi.
DİVAN-I ÂLÎ
Yüce divân.
DİVAN-I DEÂVÎ NEZARETİ
Çavuşbaşılığın kaldırıldığı 1836 (Hi: 1252) tarihinde bunun yerine kurulan daire. Fakat 1870 (Hi: 1287) tarihinde Adliye Nezareti'nin teşekkülü üzerine kaldırılmıştır.
DİVAN-I EŞ'ÂR
Şiirler divanı, şiirler kitabı.
DİVAN-I HARP
Harp divanı. Yüksek rütbeli askerlerin harp mes'eleleri veya harp suçluları hakkında işler için toplandıkları meclis.
DİVAN-I HÜMÂYUN
f. Halkın dâva ve şikâyetlerinin dinlenip halledildiği, devlet meselelerinin görüldüğü padişah huzuru. Bu mecliste; sadrazam, şeyh-ül İslâm, kazaskerler, defterdarlar ve sair büyük devlet ricali bulunurdu.
DİVAN-I İLÂHÎ
Âhiretteki hesap günü. Haşirde muhasebe günü.
DİVAN-I NÜBÜVVET
Peygamberler cemaati, peygamberler meclisi.
DİVAR
f. Duvar.
DİVÂR-GER
f. Duvarcı.
DİV-BAD
f. Şiddetli rüzgâr, kasırga, fırtına. * Divanelik, delilik, cinnet.
DİV-BEÇE
f. Deve yavrusu.
DİV-CAME
f. Eskiden savaşlarda giyilen kaplan veya arslan postekisi.
DİV-ÇE
f. Sülük. * Kadın tuzluğu adı verilen bir bitki çeşiti. * Ağaç kurdu, güve. * Arka kaşağısı.
DİVE
f. İpek böceği.
DİVEK
f. Ağaç kurdu, güve.
DİVER
f. Ev sahibi.
DİVİT
Yazı yazmak için kullanılan hokka ve kalemi bir arada ihtiva eden mahfaza.
DİYAF
Bir mevzi.
DİYANET
Dindarlık. Dinin hükümlerine riâyet ve muktezasınca amel etmek. Din emirlerinin hüsn-ü ihtiyar ile tatbiki. Din işleri.
DİYAR
(Dâr. C.) Memleket.
DİYAR-I ÂHAR
Başka, diğer memleket.
DİYAR-I GURBET
f. Gurbet diyarı. Yabancı memleket.
DİYAR-I KÜFR
İslâm ülkelerinden hariç olan memleketler.
DİYAR-I RUM
f. Eskiden Osmanlı ülkesindeki Anadolu.
DİYAS(E)
Ekini davar ayağı ile bastırıp çiğnetmek. * Kılıcı ruşen etmek, kılıcı parlatmak.
DİYAT
(Diyet. C.) Diyetler. (Bak: Diyet)
DİYEKE
(Dîk. C.) Dîkler, horozlar.
DİYER
(Dâr. C.) Dârlar, hâneler, evler.
DİYET
Tar: Almanya'yı meydana getiren devletlerin özel parlamentolarına verilen isim.
DİYET
Kan bedeli. Yaralanan veya öldürülen bir kimse için en yakın vârisine ödenmesi şer'an hükmolunan para veya mal. Can pahası. * Para, değer. Kıymet.
DİYET-İ KÂMİLE
Huk: Öldürülen şahsın nefsine bedel olarak, câniden veya ailesinden alınan tam diyet olup, miktarı öldürülen kişiye göre değişir.
DİZ
f. Kal'a, sur.
DİZ(E)
f. Levn, renk.
DİZA
Noksanlaştırmak. * Eziyet vermek. * Ezâ etmek. * Hor ve hakir etmek.
DİZÇEK
Dizleri muhafaza etmek için muharebelerde kullanılan bir nevi zırh.
DİZDAR
f. Kale muhafızı, kale ağası.
DOĞA
(Bak: Tabiat)
DOĞA ÖTESİ
(Bak: Metafizik)
 
DOĞMA
yun. Fikir, rey. * Fls: Kat'i olarak ileri sürülen fikir.
DOĞMATİZM
(Bak: Nassiye)
DOK
ing. Gemi tamir veya inşasında kullanılan üstü örtülü havuz. * Ticari eşya için rıhtımlarda yapılan büyük depo.
DOKTRİN
yun. Hatt-ı hareket. Hareket tarzı. Düstur, tarik. Re'y. * Fls: Bir sistem meydana getiren fikir ve kanaatlerin hepsi. Bir felsefe veya edebiyat okulunun fikirlerinin tümü.
DOLAP
(C.: Devâlib) Kuyudan su çıkarıp bahçeleri sulamaya mahsus döner makine. * Her çeşit döner çark, çıkrık. * İçine eşya vesaire konulan raflı veya rafsız göz. * Eskiden selâmlık ile harem arasında eşya alıp vermeye mahsus döner dolap ki, veren ile alan birbirlerini görmezlerdi. * İşlerin idaresi. * Mc: Hile, hile ile iş görme.
DOLUNAY
t. Ayın yuvarlağına karşı gelen yarım küre yüzeyinin tamamıyla aydınlık görünmesi hâli. Ayın 14 veya 15 nci günleri. * Bedir.
DOMANİÇ
Kambur. Tümsekli, fırlak.
DOMİNYON
ing. Büyük Britanya İmparatorluğu'nun, anavatanla aynı hakları olan deniz aşırı parçalarından beherine verilen isim.
DOST
(C.: Dostân) f. Sevilen insan, muhib, yâr. * Erkek veya kadın sevgili, mâşuk, mahbub, mâşuka, mahbube. * Hakiki dost ve âşıkların ve âriflerin âşık oldukları Allah.
DOSTAN
(Dost. C.) Dostlar.
DOSTANE
f. Dostça, dostlukla.
DOSTÎ
f. Dostluk.
DOZ
Kim: Bir maddenin bir karışıma girmesi gereken muayyen miktarı. * Tıb: Bir hastaya bir defada veya bir günde verilecek ilâç miktarı. * Ölçü, miktar.
DÖNÜM
919 m2 lik eski bir arazi ölçüsü.
DÖVİZ
Fr. Yabancı devlet parası. * Yabancı ülkelerde ecnebi paralarla ödenecek olan poliçe, çek gibi senetler.
DRAM
yun. Korkunç ve kanlı tiyatro piyesi. * Müthiş bir vakıa. Musibet, felâket. Heyecan uyandıran hâdise veya hareket.
DRAMATİK
yun. Drama benzer. Heyecan verici, acıklı. * Temsil yapılmak üzere yazılan heyecan verici veya acıklı tiyatro eseri. Acıklı olanına Trajedi, gülünç olanına da Komedi denir.
DU'
(C.: Ezvâ-Zayân) Erkek baykuş.
DUA
Allah'a (C.C.) karşı rağbet, niyaz, yalvarış, tazarru. * Salât, namaz. * Cenab-ı Hak'tan hayır ve rahmet dilemek. Allah'ın rızâsını, hidayet ve istikamete muvaffakiyyeti dilemek, yalvarmak. * Peygamber'e (A.S.M.) salavat getirmek. * Birisini çağırmak. * Birisini bir şeye sevketmek. * Bir kimseyi bir isimle tesmiye etmek. * Söz, kelâm. * Okumak.(... Duâ ubudiyyetin ruhudur ve hâlis bir imanın neticesidir. Çünkü, duâ eden adam duâsı ile gösteriyor ki: Bütün kâinata hükmeden birisi var ki, en küçük işlerime ıttılaı var ve bilir; en uzak maksadlarımı yapabilir; benim her halimi görür, sesimi işitir. Öyle ise, bütün mevcudatın bütün seslerini işitiyor ki benim sesimi de işitiyor, bütün o şeyleri O yapıyor ki en küçük işlerimi de Ondan bekliyorum, Ondan istiyorum...Duânın en güzel, en lâtif, en leziz, en hazır meyvesi, neticesi şudur ki: "Duâ eden adam bilir ki; birisi var ki, onun sesini dinler; derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder; Onun kudret eli her şeye yetişir. Bu büyük dünya hanında o yalnız değil, bir Kerim Zât var; ona bakar, ünsiyet verir... M.)(Duâ-yı kavli-i ihtiyarînin makbuliyeti, iki cihetledir. Ya aynı matlubu ile makbul olur veyahud daha evlâsı verilir.Meselâ: Birisi kendine bir erkek evlâd ister. Cenâb-ı Hak, Hazret-i Meryem gibi bir kız evlâdını veriyor. "Duâsı kabul olunmadı" denilmez. "Daha evlâ bir surette kabul edildi" denilir. Hem bâzan kendi dünyasının saâdeti için duâ eder. Duâsı âhiret için kabul olunur. "Duâsı reddedildi." denilmez. Belki, "Daha enfa bir sûrette kabul edildi." denilir. Ve hâkezâ... Mâdem Cenâb-ı Hak Hakim'dir, biz ondan isteriz, o da bize cevap verir. Fakat hikmetine göre bizimle muamele der. Hasta tabibin hikmetini ittiham etmemeli. Hasta bal ister; tabib-i hâzık, sıtması için sulfato verir. "Tabib beni dinlemedi." denilmez. Belki âh ü fizârını dinledi, işitti, cevap da verdi; maksudun iyisini yerine getirdi. M.) (Mü'minin mü'mine en iyi duâsı nasıl olmalıdır?Elcevap : Esbâb-ı kabul dairesinde olmalı. Çünkü, bâzı şerait dahilinde duâ makbul olur, şerait-i kabulün içtimaı nisbetinde makbuliyeti ziyadeleşir. Ezcümle: Duâ edileceği vakit, istiğfar ile mânevi temizlenmeli: sonra makbul bir duâ olan Salâvat-ı Şerifeyi şefaatçı gibi zikretmeli ve âhirde yine Salâvat getirmeli. Çünkü, iki makbul duânın ortasında bir duâ makbul olur. Hem $ yâni "Gıyaben ona duâ etmek"; hem hadiste ve Kur'an'da gelen me'sur duâlarla duâ etmek. Meselâ: $ $ gibi câmi duâlarla duâ etmek, hem hulus ve huşu ve huzur-u kalb ile duâ etmek; hem namazın sonunda, bilhassa sabah namazından sonra; hem mevâki-i mübârekede, hususan mescidlerde, hem cum'ada, hususan saat-i icabede, hem şuhur-u selâsede, hususan leyali-i meşhurede; hem Ramazan'da, hususan leyle-i Kadir'de duâ etmek kabule karin olması rahmet-i İlâhiye'den kaviyyen me'muldür. O makbul duânın ya aynen dünyada eseri görünür; veyahut duâ olunanın âhiretine ve hayat-ı ebediyesi cihetinde makbul olur. Demek aynı maksad yerine gelmezse, duâ kabul olmadı denilmez; belki daha iyi bir surette kabul edilmiş denilir. M.)(Dördüncü nevi ki; en meşhurudur...Bizim duamızdır. Bu da iki kısımdır: Biri, fiilî ve hâlî; diğeri, kalbî ve kalîdir. Meselâ: Esbaba teşebbüs, bir dua-yı fiilîdir. Esbabın içtimaı, müsebbebi icad etmek için değil, belki lisan-ı hâl ile müsebbebi Cenab-ı Hak'tan istemek için bir vaziyet-i marziye almaktır. Hattâ çift sürmek hazine-i rahmet kapısını çalmaktır. Bu nevi dua-yı fiilî, Cevad-ı Mutlak'ın isim ve ünvanına müteveccih olduğundan, kabule mazhariyeti ekseriyet-i mutlakadır. İkinci kısım: lisan ile, kalb ile dua etmektir. Eli yetişmediği bir kısım metalibi istemektir. Bunun en mühim ciheti, en güzel gayesi, en tatlı meyvesi, şudur ki: "Dua eden adam anlar ki: Birisi var; onun hatırât-ı kalbini işitir, herşey'e eli yetişir, herbir arzusunu yerine getirebilir.. Aczine merhamet eder, fakrına medet eder."İşte ey âciz insan ve ey fakir beşer! Duâ gibi hazine-i rahmetin anahtarı ve tükenmez bir kuvvetin medarı olan bir vesileyi elden bırakma. Ona yapış âlâ-yı illiyyin-i insaniyete çık, bir sultan gibi bütün kâinatın dualarını, kendi duan içine al. Bir abd-i küllî ve bir vekil-i umumî gibi $ de. Kâinatın güzel bir takvimi ol!... S.)
DUÂGÛ
(Duâhân) f. Duâ okuyan. Duâ eden.
DUAT
(Dâî. C.) Duâ edenler. Allah'a yalvaranlar. * Dâvet edenler.
DUÂ-YI FİİLÎ
Fiil ile yapılan dua. Yâni: İstenilen şeyin sebeplerini yerine getirmeye çalışmak.
DUÂ-YI HAYR
Hâyırlı dua, hayır isteyen dua.
DUÂ-YI KAVLÎ
Sözle yapılan dua ki bildiğimiz meşhur duâlardır.
DUÂ-YI MÜSTECAB
Kabul olunan dua.
DUBAN
Duman.
DUBU'
Yapışmak.
DU'CE
Gözün büyük ve siyah olması.
DUCRET
Sıkıntı, gönül darlığı, zahmet. Zaruret.
DUCRET-VER
f. Sıkıntılı.
DÛÇAR
f. Yakalanmış. Çatmış. Mübtelâ. * Ulaşmış.
DUD
Kurt, böcek.
DUD
f. Duman, sis. Tütün. * Elem, gam, keder, tasa.
DUD-ALUD
f. Dumanlı.
DUDE
Kurtcağız, küçük solucan, böcek.
DUDE
f. Kavim, kabile, aşiret, ocak, aile. * İs'inden mürekkeb yapılan çıra.
DÛD-HÂNE
f. Kabile, silsile, hânedan, soysop.
DUDHAR
f. Kelebek. * Aşçı, yemek pişiren kimse. * Külhancı.
DUD-İ HARİR
İpek böceği.
DUDMAN
f. Hanedân, sülâle, akarib, aile, kabile, kavim, aşiret.
DUDU
(Tuti) Dudu kuşu, papağan.
DUDU
Hanım, kadın, hatun.
DUG
f. Ayran.
DUGA
Akılsız kadın.
DUGA'
Kedi miyavlaması. * Tilki sesi. * Zelil, hakaret görmüş kimsenin sesi.
DUGAB
Tavşan sesi.
DUGAGA
Ahmak, akılsız kişi.
DUGATA
Eğri bir ağaç cinsi.
DUGD
f. Gelin, yeni evlenmiş kız.
DUGMERAN
Kara, esved.
DUGMUS
(C.: Degâmis) Rengi siyaha yakın küçük bir su canavarı.
DUGN
Karanlık, zulmet.
DUGTA
şiddet. * Meşakkat, zorluk.
DUH
f. Çorak, otsuz ve çıplak arazi. * Tüysüz, çıplak yüz ve baş. Köse ve dazlak. * Yapraksız ve meyvasız ağaç. * Hasırotu.
DUH
f. Kız, kerime, duhter. * Havai fişek. * Hasır otu, hasır sazı.
DUHA
Kuşluk vakti. * Güneş. * Vuzuh ve beyan. * Kur'ân-ı Kerim'in 93. Suresinin adı. Vedduhâ da denir.
DUHALA
(Dahil. C.) Yabancılar. Muhacirler. Sığınanlar. Dahilde olanlar.
DUHAN
Duman. Tütün. * Kur'an-ı Kerim'in 44. suresinin adı. * Mc: Gaflet ve dalâlet dumanı ki, hakikatların görünmesine mâni olur. Arap lisanında galib olan şerre, duhan tesmiye ederler. * Kıtlık ve kuraklık.
DUHAN-I ATEŞ
Ateşin dumanı.
DUHAN-I MÜBİN
Aşikâre duman. (Bu duhan hakkında iki tefsir rivayet olunmaktadır. Birisi: İbn-i Mesud Hazretlerinden mervi olduğuna göre; şiddetli açlık ve kaht seneleridir. Çünkü çok aç olan kimseye, gerek gözlerinin za'fından ve gerek çok kuraklık ve kahtlık senelerinde havanın fenalığından, semâ dumanlı görünür. Bir de Arab, galib olan şerre, duhan tesmiye eder. Nitekim dumanlı hava tâbirini biz de kullanırız.) (E.T.)
DUHAS
Denizlerde çok olan büyük bir canavar. (Arkasıyla, boğulan kimselere yardım edip kurtarır, "dülfin" de derler.)
DUHH
Tütün.
DUHL
(C.: Dehâhil) Ufak kuşlar.
DUHMESAN
Kara yağız, iri yapılı adam. * Akılsız adam.
DUHN
Darı.
DUHNE
Tohum tânesi, tek tâne. * Darı.
DUHRUCE
(C.: Dehâric) Yellengen böceğinin yuvarladığı ters. * Deve kuşunun yavrusu.
DUHSEMAN
Kara yağız, iri vücutlu adam.
DUHT
f. Kız, kerime.
DUHTE
f. Sağılmış. * İğne ile dikilmiş.
DUHT-ENDER
f. Üvey kız. * Eskiden kadın esirlerinin bir cinsi.
DUHTER
f. Kız.
DUHTERE
f. Bekârlık, kızlık.
DUHTERÎ
f. Kızlık, bekârlık.
DUHTER-İ HİNDÎ
Hindistanlı kız.
DUHUK
Doğurduktan sonra rahmi çıkan dişi deve.
DUHUL
İçeri girme. İçeri dahil oluş.
DUHUL Ü HURUC
İçeri girip çıkma.
DUHUL-İ MUZAFFERÂNE
Muzafferce giriş.
DUHULİYE
Eskiden, satılmak üzere şehir ve kasabalara getirilen her cins ticaret malından alınan vergi. * Bir yere girmek için verilen para.
DUHUR
Zillet, zelillik, hakirlik, aşağılık. Adilik.
DUHUR
Def'etme, çıkarma, kovma, uzaklaştırma.
DUHUS
Bâtıl olmak.
DUHYE
Kuşluk vakti kesilen kurban.
DU'K
Zayıf adam.
DUKA
Eskiden Avrupa'ca pek yüksek bir asalet ünvanı idi.
DUKAK
(C.: Dekâyık) İnce nesne. * Un. * Zor, güç.
DULL
Helak.DUM $ (Devâm) : Sâbit ve sâkin olmak.
DU'MA
Ulu yol.
DUMR
Zayıflık. * Hafiflik.
DUMU'
(Dem'. C.) Göz yaşları.
DUMUR
Büyüyüp gelişememek. Zayıflıktan, hayvanların karnının içeri çökmesi.
DUMUR
Bir uzvun maddi veya mânevi kabiliyetinin körelmesi. Gıdasızlıktan dolayı bir uzvun kuruyup kalması. Helâk. Körelmek. * Bir yere izinsiz gitmek.
DU'MUS
(C.: Deâmis) Rengi siyaha benzer bir küçük su canavarı.
DUMUZ
Susma, sükut.
DÛN
Gayrı, diğer, maadâ.
DÛN
Aşağı, alçak. Kolay. Zayıf. Gölgeli. Aşağılık. Altta, aşağıda.
DUNAK
Nezle.
DUNE
Hastalık.
DUNEHU HART-ÜL KATAT
Elini dikenli ağaç üzerine çekmek, ondan daha kolay. meâlinde bir tabirdir.
DUN-HİMMET
Gayretsizlik, himmetsizlik. (Bak: Himmet.)
DÛN-PERVER
f. Kötü kimseleri koruyan, alçak kişileri muhafaza edip onların ilerlemelerine yardımcı olan.
DUR Ü DİRAZ
Uzun uzadıya.
DURA-DUR
f. Uzaktan uzağa. Uzak uzak. Uzun uzadıya.
DURAH
Gökte melâike kâbesi olan beyt-il mâmur.
DURAT
Yellenme.
DUR-BAŞ
f. "Uzak ol!" anlamına gelen bir emir. * Değnek, sopa, âsa.
DURBE
Âdet, haslet. * Cür'et. * Tecrübe.
DUR-BİN
f. Uzak gören. Uzağı gösteren âlet.
DUR-BİNÎ
f. İlerisini görürlük, uzağı görmeklik.
DURC
İçine inci ve altın konulan küçük hokka.
DUR-DEST
f. Ulaşılması zor şey, erişilmesi güç şey. Uzak, uzun.
DURE
Hakir ve şânı küçük olan adam.
DUR-ENDİŞ
f. Önceden görüp düşünen. Tedbirli. Her şeyin ilerisini evvelden mülâhaza eden. İlerisini düşünen.
DURÎ
f. Uzaklık.
DURİT
Kovmak, def etmek.
DUR-NÜMA(Y)
f. Uzağı gösteren.
DUR-NÜVİS
f. Uzağı yazan. Telgraf.
DURR
Zayıflık. Hâli yaramaz olmak.
DURRE
(C.: Dür-Dürrât-Dürer) İnci.
DURU'
Uzak, ırak, baid.
DURU'
(Dır. C.) Savaşda giyilen zırhlar, cevşenler, çelik elbiseler.
DURUB
(Darb. C.) Döğmeler, vurmalar, darblar.
DURUB-U EMSAL
Meşhur sözler. Darb-ı meseller. Ata sözleri.
DURUS
Kuyu örülen taş.
DÛŞ
f. Omuz. Ketif. * Dün gece. * Âlem-i menâm, rüya âlemi. * Mütesadif ve mütelâki olan.
DÛŞ AZMAK
Rüyâda iken kirlenmek, ihtilâm olmak.
DUŞAB
f. Hurma ve üzüm pekmezi. Pekmez.
DUŞİZE
(C.: Duşizegân) f. Kız, bâkire. El değmemiş.
DU'ŞUKA
Bir böcek cinsidir ve sahrâlarda olur.
DUUD(E)
Nezle olmak.
DUVA
Baykuş sesi.
DUZ
f. Dikici, diken, dikmiş.
DUZAH
f. Cehennem. Tamu. * Mc: Keder. Külfet.
DUZAHÎ
f. Cehennem'e mahsus, cehennemî, zebani.
DUZAH-MEKÂN
f. Makamı Cehennem olan kâfir, münâfık.
DUZENE
f. Sivrisinek, arı gibi haşeratın iğnesi.
DÜABE
Lâtife etme, şaka yapmak. * Oyun.
DÜ-ÂLEM
İki dünya. Dünya ve âhiret.
DÜ-BÂLÂ
f. İki kat.
DÜBAR
Çarşamba günü.
DÜBAR(E)
f. İki kat, çift kat, kat kat, katmerleşme.
DÜBB
Ayı.
DÜBBA'
Kabak.
DÜBBE
Yol, tarik.
 
DÜBB-Ü ASGAR
Küçük ayı denen ve Kutup yıldızı etrafında devreden yedi tanelik yıldız kümesi.
DÜBB-Ü EKBER
Büyük ayı tâbir edilen, kutup yıldızı ile beraber etrafındaki yedi yıldız.
DÜBEYT
f. İki beyitten müteşekkil rübainin diğer ismi.
DÜBLE
Beyaz helva parçası. * Büyük lokma.
DÜBR
(Dübür) Kıç, mak'ad, süfre. * Bir işin nihayeti, sonu. * Bir şeyin arkası, gerisi.
DÜBSE
Siyaha benzeyen kırmızılık.
DÜBSİYY
Kumruya benzer bir kuş.
DÜ'BUB
Zayıf nesne. * Çirkin huylu, kısa boylu kimse. * Kolay yol. * Uzun at. * Karınca nevinden bir nev. * Hububattan bir cins.
DÜBUL
Su arkı.
DÜ'BUS
Ahmak.
DÜCA
Zulmet, karanlık.
DÜCAC
Galebe ile çağrışmak. * İnlemek. * Aldatmak, kandırmak.
DÜCACE
(Bak: Decace)
DÜCALE
Katran.
DÜCCE
Fazla karanlık, ziyade zulmet.
DÜCCE-İ LÜCCE
Denizin engin karanlığı.
DÜCİ
(Dücye. C.) Karanlıklar, zulümat.
DÜ-CİHAN
İki cihan. Dünya ve âhiret.
DÜCME
Karanlık, zulmet.
DÜCNE
(C.: Dücen-Dücenât) Kapalı hava, karanlık.
DÜCUN
Bulutun göğü bürüyüp örtmesi.
DÜCÜC
(Decâc. C.) Tavuklar. Tavuk, horoz ve piliç cinsleri.
DÜCÜNNE
(C.: Dücünnât) Bulut kat kat olma. * Karanlık, zulmet. * Yağmur yağma.
DÜCYE
(C.: Dücâ) Bal arısının kovanı. * Avcılar kümesi. * Zulmet, karanlık.
DÜDEN
Coğ: Yerin altında akan suların oyup meydana getirdiği derin kuyu.
DÜ-DİDE
f. İki göz.
DÜ-DİLÎ
f. Tereddüt, kararsızlık, neticeye varamamak.
DÜELLO
İtl. Hakareti tamir için iki kişi arasında hususan Avrupa'da ve şâhitler önünde yapılan silâhlı çarpışma.
DÜF
(C.: Düfuf) Def.
DÜF'A
(C.: Difâ) Çok çabuk akan su.
DÜFAK
Bir şeyin dolu olması.
DÜFFA'
Büyük sel.
DÜFN
Gömülmüş kuyu.
DÜFUK
Atılmak. * Dökülmek.
DÜ-GANE
f. İki adet, iki tane, ikiz. Çift.
DÜ-GİTİ
f. İki âlem. Dünya ve âhiret.
DÜHAT
Akıllılar. Akılda çok ileri olanlar. Dehâ sâhibi. Son derece anlayışlı ve zekâ sahibi olanlar.
DÜHDÜN
Bâtıl nesne.
DÜHDÜR
Bâtıl nesne.
DÜHME
Siyahlık, karalık.
DÜHN
Ot, yemiş veya çiçekten çıkarılan yağ.
DÜHRİYY
Yaşlı, ihtiyar, müsinn.
DÜHÛR
Devirler, zamanlar. Dünyalar.
DÜHÜL
f. Davul.
DÜKA'
Deve öksürüğü.
DÜKAS
Uyuklamak.
DÜKNE
Siyâha benzer bir renk.
DÜLAKE
Davar emziğinde kalan süt bakiyesi.
DÜLBE
(C.: Düleb) Çınar ağacı.
DÜLBENT
f. Tülbent.
DÜLCE
(Delce) Gece vakti bir yere gitmek.
DÜLDÜL
Fahr-i Kâinat (A.S.M.) Efendimize mahsus bir katır ki, sonradan Hz. Ali (R.A.) Efendimize bahş buyurulmuştur.
DÜLFİN
Denize düşenlere yardım edip, onları kurtaran bir balık.
DÜLKE
Küçük bir canavar.
DÜLU'
Huruç etmek, çıkmak.
DÜLUK
Batma, güneş batması.
DÜLUK-UŞ ŞEMS
Güneşin batışı.
DÜ'LUL
(C.: Dâlil) Belâ, zahmet, dâhiye.
DÜM
f. Kuyruk.
DÜMA
(Dümye. C.) Suretler. Küçük putçuklar.
DÜMA'
Hastalık veya ihtiyarlık sebebiyle gözden akan yaş. * Bahar günlerinde üzüm çubuğundan akan su.
DÜMAC
Çok sağlam nesne. * Gizli örtülü olan şey.
DÜMAN
Yemişin çürüklü olması. * Ekine su düşüp, kesilmek.
DÜMASİR
(Demser) İnişi yumuşak olan yer. * Etli, büyük deve.
DÜM-BÜRİDE
f. Kuyruğu kesik.
DÜM-ÇE
f. Kısa kuyruk, kuyrukçuk.
DÜMDAR
f. Askerlikte arttaki emniyeti te'minle vazifeli, geriden gelen ve askeri tâkib eden birlik. Ordunun geriden emniyet kuvveti. * Mc: Son zamanlarda gelen büyük evliyâullah.
DÜMEL (DÜMMEL)
Tıb: Büyük kan çıbanı.
DÜMLUK
Yassı, yuvarlak taş.
DÜMLUS
Berrak, yumuşak nesne.
DÜMLÜC
Doğan kuşu. * Kan alacak yer.
DÜMME
Arap oyunlarından bir oyun ismi. * Yol, tarik.
DÜMU'
(Dem'. C.) Gözyaşları.
DÜMUK
Ansızın duhul etmek, birdenbire girmek.
DÜMUR
Destursuz olarak eve girmek.
DÜMUS
Geceleyin çok karanlık olmak.
DÜ-MUY
f. Saçına sakalına kır düşmüş adam.
DÜMYE
(C.: Dümâ) Oyun. * Ağaçtan yapılmış nakışlı suret. Sanem.
DÜNB(E)
f. Kuyruk.
DÜNBAL(E)
f. Kuyruk.
DÜNBEK
f. Bekçi davulu. * Dümbelek.
DÜ-NİM(E)
f. İki parça, ikiye yarılmış, bölünmüş ikiye ayrılmış.
DÜNU'
Horluk, hakirlik.
DÜNÜVV
Ulaşmak, yakın olmak.
DÜNYA
(Müz: Ednâ) (Denâet veya dünüvv. den) En yakın, en aşağı. * Şimdiki âlemimiz. (Ahirete veya ölüme en yakın olmasından bu isim verilmiştir.) (Dünyâ, âhiretin tarlasıdır. Bir kitab-ı Samedanîdir. Hem bir mezraadır. Hem birbiri arkasında dâim gelen geçen âyineler mecmuasıdır. Hem seyyar bir ticaretgâhtır. Hem muvakkat bir seyrangâhtır. Hem bir misafirhânedir.)(Ehl-i dalâletin vekili der ki, ehadisinizde dünya tel'in edilmiş. "Cife" ismiyle yâdedilmiş. Hem bütün ehl-i velâyet ve ehl-i hakikat, dünyayı tahkir ediyorlar. "Fenadır, pistir" diyorlar. Halbuki: Sen bütün kemalât-ı İlâhiyyeye medar ve hüccet, onu gösteriyorsun ve âşıkane ondan bahsediyorsun?Elcevap : Dünyanın üç yüzü var: Birinci Yüzü : Cenab-ı Hakk'ın esmâsına bakar. Onların nukuşunu gösterir. Mâna-yı harfiyle, onlara ayinedarlık eder. Dünyanın şu yüzü, hadsiz mektubât-ı Samedaniyyedir. Bu yüzü gayet güzeldir. Nefrete değil, aşka lâyıktır.İkinci yüzü : Âhirete bakar. Âhiretin tarlasıdır. Cennet'in mezraasıdır. Rahmetin mezheresidir. Şu yüzü dahi, evvelki yüzü gibi güzeldir. Tahkire değil, muhabbete lâyıktır.Üçüncü yüzü: İnsanın hevesatına bakan ve gaflet perdesi olan ve ehl-i dünyanın mel'abe-i hevesâtı olan yüzdür. Şu yüz çirkindir. Çünkü: Fânidir; zâildir, elemlidir, aldatır. İşte hadiste varid olan tahkir ve ehl-i hakikatın ettiği nefret bu yüzdedir.Kur'ân-ı Hakim'in kâinattan ve mevcudattan ehemmiyetkârane, istihsankârane bahsi ise; evvelki iki yüze bakar. Sahabelerin ve sair ehlullahın mergub dünyaları, evvelki iki yüzdedir. Şimdi dünyayı tahkir edenler dört sınıftır:Birincisi : Ehl-i mârifettir ki, Cenab-ı Hakk'ın mârifetine ve muhabbet ve ibadetine sed çektiği için tahkir eder.İkincisi : Ehl-i âhirettir ki ya dünyanın zaruri işleri onları amel-i uhreviden men'ettiği için veyahut şuhud derecesinde imân ile Cennetin kemalât ve mehâsinine nisbeten dünyayı çirkin görür. Evet Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm'a güzel bir adam nisbet edilse yine çirkin göründüğü gibi; dünyanın ne kadar kıymetdar mehâsini varsa, Cennetin mehâsinine nisbet edilse, hiç hükmündedir.Üçüncüsü : Dünyayı tahkir eder. Çünkü; eline geçmez. Şu tahkir, dünyanın nefretinden gelmiyor; muhabbetinden ileri geliyor.Dördüncüsü : Dünyayı tahkir eder. Zira dünya, eline geçiyor. Fakat durmuyor gidiyor. O da kızıyor. Teselli bulmak için tahkir eder. "Pistir" der. Şu tahkir ise; o da, dünyanın muhabbetinden ileri geliyor. Halbuki, makbul tahkir odur ki; hubb-u âhiretten ve mârifetullah'ın muhabbetinden ileri gelir.Demek makbul tahkir, evvelki iki kısımdır. Cenab-ı Hak, bizi onlardan yapsın. Âmin. S.) (Bak: Alessevri velhut)
DÜNYADÂR
f. Dünya işleriyle uğraşan, mal ve mülk sahibi olan. Dünya hayatına fazla meyilli olan.
DÜNYALIK
t. Zenginlik, para ve mal.
DÜNYAPEREST
f. Dünyaya tapacak derecede ehemmiyet verip âhiretini düşünmeyen. Maddiyatı çok seven.
DÜNYEVÎ
(Dünyeviye) Bu âleme mensub ve müteallik. Dünyaya âit ve dünya ile alâkalı.
DÜ-PA
İki ayaklı.
DÜR
(Bak: Dürr)
DÜRAHİS
Katı nesne. * Gövdesi etli olan insan veya hayvan.
DÜRAMİH
Yürürken sallanan kişi.
DÜRB
(Bak: Derb)
DÜRBE
Âdet. Haslet. * Cür'et ve mümareset. Tecrübe.
DÜRBÎN
Uzaktan gören, dürbün.
DÜRC(E)
Kutu, kutucuk, küçük kutu. * Mücevherat kutusu. * Hokka gibi olan ağız, biçimli ağız.
DÜRC-İ ZER
Altın kutusu.
DÜRD(E)
f. Tortu, çöküntü, posa, işe yaramayan kısım.
DÜRDAKIS
Başla boyun arasında olan kemik.
DÜR-DANE
f. İnci tanesi. * Mc: Çok güzel ve sevimli çocuk.
DÜRDÎ
f. Çöküntü, tortu.
DÜRDÜR
Dişin kök yeri. * Çocukların dişlerinin çıkıp bittiği yer.
DÜRECE
Süllem, merdiven. * Bağırtlak kuşu. (Kanatlarının içi siyah ve dışı boz olan bir kuş.)
DÜRER
(Dürr. C.) f. Büyük inciler.
DÜRER-BÂR
İnciler yağdıran. * Mc: Çok kıymetli ve güzel sözler söyleyen.
DÜRER-İ SEMAVÎ
Aslı vahiy ile gelen, parlak hakikatlı mânalar. Semâvi inciler.
DÜRHAMİN
Belâ. Zahmet, meşakkat.
DÜRNUK
(C.: Derânik) Bir cins döşek.
DÜRR
(Dürdâne, dürre) f. İnci. İnci tanesi.
DÜRRACE
(C.: Derrâc) Türac denilen kuş.
DÜRRAE
(C.: Derâri) Ferâce, kaftan, elbise.
DÜRRAT
(Dürre. C.) Büyük, iri inci taneleri.
DÜRR-DANE
(Bak: Dürdâne)
DÜRR-EFŞAN
f. İnci serpen. Söylediği sözler inci olan ağız.
DÜRRE-İ BEYZÂ
f. Parlak, büyük inci.
DÜRRÎ
Dürr'e mensub, inci ile ilgili.
DÜRR-İ CÂN
f. Canın incisi. Çok sevgili.
DÜRR-İ DIRAHŞÂN
Parlak inci.
DÜRR-İ MEKNUN
Mahfazalı parlak inci.
DÜRR-İ MİSÂL
f. Misâlin incisi. İnci misâlinde, misâlin parlağı.
DÜRR-İ NÂB
Beyaz, parlak inci.
DÜRR-İ ŞİRAB
İri, büyükçe inci.
DÜRR-İ YEGÂNE
Eşi ve benzeri bulunmayan tek inci.
DÜRR-İ YEKTA
f. Benzeri olmayan, tek inci. * Mc: Hz. Peygamber (A.S.M.)
DÜRR-İ YETİM
f. Sadef içinde tek olan inci. * Mc: Hz. Peygamber Muhammed (A.S.M.)
DÜRŞE
Hâcet, ihtiyaç.
DÜ-RU
İki yüzlü.
DÜRU'
(Dır'. C.) Zırh gömlekler.
DÜRUC
Dürmek. * Geçmek. * Koymak.
DÜRUD
f. Dua, medih, tahiyye, selâm. * Ekin biçme. * Yontmuş ağaç, kereste.
DÜRUG
f. Yalan, Doğru olmayan söz.
DÜRUG-ZEN
f. Yalancı.
DÜRUR
İnmek. * Akmak, seyelân.
DÜRUS
(Ders. C.) Dersler. * Müfret olarak: Bir şeyin eseri mahv ve müzmahil olmak.
DÜRUS-İ NÂFİA
Faydalı olan dersler.
DÜRÜST
f. Sıhhati yerinde, sağ, sahih, salim. * Doğru, hatasız. * Bütün, tam.
DÜRÜSTÎ
f. Doğruluk, düzgünlük, sağlamlık.
DÜRÜŞT
f. Katı, kalın, yağun. * Kaba, sert.
DÜRÜŞTÎ
f. Kabalık, sertlik, katılık, kalınlık, yoğunluk.
DÜRYE
Bilmek.
DÜRZİ
(C.: Düruz) Suriye'nin güneyi ile Ürdün ve İsrâil'de yaşayan ve sonradan Araplaşmış olan bir kavimdir. Arapça konuşurlar. Dalâlet fırkalarından en bâtıl yolda olan bir fırkadır.
DÜSME
Toz bulaşmış olan nesne. * Adi, alçak kimse.
DÜSSE
Arap çocukları arasında meşhur olan bir oyun.
DÜSSE
Başa soğuk geçmek.
DÜSTUR
f. Umumi kaide. Kanun, nizam. * Örnek, nümune * Üslub. İzin, müsaade. * Mu'teber ve mu'temed kimse. * Destur.
DÜSUM
(Desem. C.) Yağlar.
DÜSUR
Mahvolma. Eseri kalmama. Ortadan kalkma. Nişanı belirsiz olma. * Kaftan eskime. * Ev köhne olma.
DÜ'SUR
(C.: Deâsir) Yıkılmış havuz.
DÜSÜR
(Disar. C.) Üste giyilen kaftanlar, elbiseler. * Yatak çarşafları.
DÜSÜR
(Disar. C.) Perçinler, halatlar, kenetler. Geminin tahtalarını birbirine bağlayan rabıtalar.
DÜŞ
f. (Bak: Dûş)
DÜŞAB
f. Pekmez.
DÜ-ŞAH(İ)
f. Çatal ağaç. * Tomruk. * Eskiden suçlunun boynuna takılan çatal ağaç.
DÜŞENBİH
f. Haftanın ikinci günü, pazartesi.
DÜŞEŞ
f. İki altılık. Tavla zarında iki defa altı gelmesi.
DÜŞİN(E)
f. Dün gece.
DÜŞNAM
f. Sövme, sövüp sayma, ta'n.
DÜŞVAR
f. Müşkil. Güç. Zor.
DÜŞVAR-GER
f. Dağ.
DÜŞVARÎ
f. Zorluk, güçlük, suubet.
DÜ-TA
İki kat.
DÜVAB
İşi birbirine ulaştırmak.
DÜVAL
f. Tasma, kayış.
DÜVAM
Sabit ve sakin olmak.
DÜVAR
Baş çevrilme.
DÜ-VAZDEH
f. Oniki.
DÜVEL
(Devlet. C.) Devletler.
DÜVELÎ
(Düveliyye) Devletlerle alâkalı.
DÜVEL-İ MUAZZAMA
f. Büyük devletler. Düvel-i muazzama-i İslâmiyye gibi.
DÜVEL-İ MÜ'TELİFE
Anlaşmış devletler. Birinci Cihan Harbinde: İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya.
DÜVEL-İ MÜTTEFİKA
f. İttifak etmiş, birlik olmuş, birleşmiş devletler.
DÜ-VİST
f. İki yüz.
DÜVUK
Ahmaklık, hamâkat.
DÜ-VÜM(İN)
f. İkinci, saniyen.
DÜVVAC
Hâkimlerin giydiği bol kaftan. * Yorgan. * Tac.
DÜVVAME
Çocukların çevirerek oynadığı bir fırıldak.
DÜYUN
(Deyn. C.) Borçlar.
DÜYUNAT
(Düyun. C.) Borçlar.
DÜZD
(C.: Düzdân) f. Sârık, hırsız.
DÜZDAN
(Düzd. C.) f. Hırsızlar, sürrak.
DÜZDÂNE
f. Hırsız gibi, hırsıza yakışır şekilde, hırsızca.
DÜZDÎ
f. Hırsızlık, sirkat.
DÜ-ZEBAN
f. İki dilli.
DÜZEÇ
(Uydurma bir kelimedir.) (Bak: Tesviye âleti)
DÜZENBAZ
Hile yapan, aldatıcı.
DÜZİNE
On iki parçadan ibaret takım.
DÜZLEM
(Uydurma bir kelimedir.) (Bak: Müstevi)
DÜZTABAN
t. Tıb: Ayak tabanı düz olan kimse. Böyle kişiler çabuk yorulurlar ve hızlı yürüyemezler.
 
Geri
Top