Osmanlıcada ''N''ile başlayan kelimelerin anlamları

NEMRUD
Zâlim ve gaddar olarak tanınmış ve Allaha karşı kibir ve isyan ile büyüklük taslamış bir kralın ismidir. Milâddan evvel 2640 yılında yaşadığı sanılmaktadır. Peygamber İbrahim Aleyhisselâm zamanında yaşamış ve onu ateşe atarak yakmak istemiş, mu'cize ile İbrahim Aleyhisselâm ateşten kurtulmuştur. Bâbil'in müessisi ve hükümdarı olup, en evvel hükümranlık ve tecebbür eden bu olduğu mervidir. (Bak: Enaniyet)
NEMS
Süt ve yağın ekşimesi. * Ekşimek ve kokmak. * Sırrı ketmetmek, gizlemek.
NEMŞ
f. Hile, oyun, dalavere, desise.
NEMY
Kaldırmak. * Yetiştirmek.
NE'NEE
Zayıflık.
NE'NEHAVA
Anason, kimyon.
NENG
f. Ayıp, utanma, hayâ etme. * Ün, şöhret, nam.
NER
f. Erkek, er.
NERBDAN
f. Merdiven. (Neverdi bâm'dan alınmıştır. Neverd; kıvrım, büküm; neverdiden; tayyetmek, dürmek; bam, ban; tavan mânalarına gelirler. Üst kata merdivenle çıkıldığından, neverdibâm yerine hafifletilmişi olan nerdbân denilmiştir.)
NERE
f. Dalga. * Erkek.
NERE-İ ÂB
Su dalgası.
NERGİS
(Nerges - Nercis) İri papatya biçiminde ortası yeşil veya sarı, yaprakları gri ve sarı bir çiçek. Suyu, uyuşturucudur. Mahmur bakışı andırır.
NERGİS-DÂN
f. Nergis saksısı.
NERGİSÎ
f. Nergis biçiminde kesilip yapılan bir çeşit hamur işi.
NERİMAN
f. Pehlivan, yiğit, kahraman.
NERİMANÎ
f. Nerimanlık, kahramanlık, yiğitlik.
NERM
(Nermi - Nermin) f. Yumuşak.
NERM NERM
f. Yavaş yavaş, âheste âheste.
NERM-ÂHEN
f. Gevşek şey.
NERMDİL
f. Yüreği yumuşak. Merhametli.
NERMGÛ
f. Yumuşak sözlü.
NERMÎ
f. Gevşeklik, yumuşaklık.
NERMİN
f. Yumuşak.
NERMİYET
Yumuşaklık, gevşeklik.
NERMLİGAM
(Nerm-ligâm) f. İtaatli, muti, söz dinler. * Başı sert olmayan at.
NERMSAZ
f. Yumuşak adam.
NERRE-ŞİR
f. Erkek arslan.
NESA
(C.: Ensâ) Uyluk başından tırnağa kadar varan bir damar. * Te'hir etmek, sonraya bırakmak.
NESAİ
(Bak: Kütüb-ü sitte-i hadisiyye)
NESAİC
(Nesice. C.) Dokumalar. Dokunmuş kumaşlar. Ette ve deride olan nescler, dokular. (Bak: Nesc)
NESAİH
(Nesâyih) (Nasihat. C.) Nasihatler, öğütler.
NESAİK
(Nesike. C.) Kesilen kurbanlar.
NESAİM
(Nesim. C.) Hafif ve lâtif rüzgârlar.
NESAİS
(Nesise. C.) Fesatlık için yapılan fısıltılar.
NESAK
Tarz, usul, yol, şekil, üslub.
NESAK-I VÂHİD
Tek şekilde, tek tarzda, tek biçimde.
NESAKSÂZ
f. Tertib eden, düzenliyen, tanzim eden, düzen veren.
NESAR
(C.: Nüsür - Ensür) Bir kuş adı. Gerges de denir.
NESC
(Nesic) Dokunuş, dokuma. * Canlı mahluklardaki hücrelerin, Allah'ın (C.C.) kudretiyle ve kanunu dâiresinde yanyana gelip birleşerek uzuvların yapılışı. (Meselâ: Hayvanlarda deri, kemik, et vesâir kısımların yapılışı gibi)
NESCÎ
Nesc ile alâkalı.
NESCOLMAK
Dokunmak, örülmek, örülü hâle gelmek. Kumaş dokunması, bez dokunması. (Canlıların vücudundaki nescolunmak gibi)
NES'E
Veresiye alma. Vade ile alma. * Tehir etmek.
NESEB
Sülâle, hısımlık, karabet, soy. Baba soyu, atalar zinciri. * Vuslat.
NESEBEN
Soyca, sülâlece, soy bakımından.
NESEBÎ
Neseb ve soya âit. Sülâle ile alâkalı.
NESEL
Davar sağıldıktan sonra meme başlarında arta kalan sütü. * İki tarafı saf saf ağaçlar olan yol.
NESEM
Soluk ruh, nefes. Rahatı mucib hâlet. * Rüzgârın lâtif, hoş esmesi.
NESEME
(Nesme) : (C: Nüsüm) Nefs. İnsanın ve her nesnenin başlangıcı.
NESEVÎ
(Neseviye) Kadına mensub, kadınla alâkalı, kadınlık.
NESEVİYYET
Kadınlık.
NESF
Bir yapıyı temelinden yıkma.
NESFE
Dökülmüş ve saçılmış un.
NESG
Gitmek. * Almak. * Ağaç kesildiğinde çıkan su. * Vurmak. * Dürtmek.
NESH
Ist: Şer'i bir hükmü yine şer'i bir emirle kaldırmaktır. (İtikada ait olan ve zamanla değişmeyen hükümlerde nesih olmaz, bunlar sabit birer hakikattırlar.) * Bir şeyin aynını kopya etmek, aynını çoğaltmak. * İbtal etmek, hükümsüz bırakmak, değiştirmek. * Nakletmek, kaldırmak, bir şeyi zâil kılmak. (Güneşin, gölgeyi giderdiği gibi.)
NESHÎ
Nesihle alâkalı, neshe ait. * Bir cins yazı.
NESİ'
Te'hir, sonraya bırakma.
NESİ'
(C.: Ensâ) Yolcuların ve misafirlerin konakladıkları menzilde düşürdükleri esvap. * Unutkan. * Unutulan. Unutulmuş olmak.
NES'Î
Câhiliyet devrinde belirli vakti geciktirilmiş haram aylar.
NESİB
Asil kadının vasfı. * Edb: Kasidenin âşıkâne olan mukaddemesi.
NESİC
(C: Nüsüc) (Nesc. den) Dokunmuş, nescolunmuş.
NESİCE
(C: Nesâyic) Dokunmuş, nescolunmuş şey.
NESİE
Veresiye almak. Satın alınan şeyin bedelini vermeyip sonraya bırakmak.
NESİF
İki kişi arasındaki sır.
NESİG
Ter.
NESİK
Düzenli, tertibli, nizamlı * Süslü, bezenmiş, donanmış.
NESİKE
Hak yoluna kesilen kurban. * Altın veya gümüş külçesi. (Bak: Akika)
NESİL
Kazıldığında çıkan kuyu toprağı.
NESİL
Erimiş mumsuz bal.
NESİL
(Bak: Nesl)
NESİM
Hoşa giden, hafif ve lâtif esen rüzgâr.
NESİMÎ
Hafif hafif ve lâtif bir tarzda esen rüzgârla ilgili.
NESİM-İ NEVBAHÂR
İlkbahar rüzgârı, tan yeli.
NESİM-İ SEHER
Lâtif sabah rüzgârları.
NESİM-İ SUBH
Sabah rüzgârı.
NESİM-İ SUBH-DEM
Sabah vakti esen rüzgâr, sabah rüzgârı.
NESİR
Hayvan aksırması.
NESİRE
Kuyu toprağı.
NESİS
Bir sıvının sızıp kabından dışarı çıkması.
NESİS
Aşırı derecedeki açlık. * İnsan gücünün sonu. İnsanın en son tâkati. * Son nefes.
NESİSE
(C.: Nesâis) Fesatlık için yapılan fısıltı.
NESK
Bir kelâmı başka kelâma atfetmek.
NESL
Kuyudan toprak çıkarmak. * Sadaktan ok çıkarmak.
NESL
Soy, sop. Zürriyet, döl, kuşak. * Halk. * Çocuk hâsıl etmek. * Kıl yolmak. * Mumsuz, süzme bal.
NESLAN
Çok yelmek. Evmek.
NESLE
Geniş gömlek.
NESME
Fık: Satın alınan köle.
NESNAS
Koğuculuk eden kişi. * Maymun.
NESNE
şey, herhangi bir şey.
NESR
Hamele-i Arş'tan olan bir melek. * Akbaba, kartal. * Nuh kavminin putlarından birisinin ismi. * Yarayı deşmek. * Kuşun, eti didiklemesi. * Birinin aleyhinde konuşmak. * Güneyde bir parlak yıldız. Buna Nesr-ül vâki' denir. Batıdaki yıldıza ise: Nesr-üt-Tair denir. * Atın tırnağının içi veya tırnağın üstündeki et.
NESR
(Nesir) Çoğaltmak, saçmak, yaymak. * Manzum olmayan söz veya yazı.
NESRE
Büyük geniş gömlek. * Hayvanın tiksirip burnundan sümüğünü çıkarması. * Menazil-i kamerden iki yıldız.
NESREN
Nesir olarak, manzum olmadan yazılan yazı. * Çoğaltmak suretiyle.
NESRİN
Yabani gül.
NESS
İfşa etmek, açıklamak. * Gayret ve hamiyyet etmek.
NESS
Sürmek, sevk. * Kurumak.
NESSABE
Nesepleri iyi bilen kimse.
NESSAC
Dokuyucu, dokuyan, çuhacı.
NESSAF
Gagası büyük bir kuş.
NESSAR
Dağıtan, saçan, neşreden. * Parlatan.
NEST
Sâkin olmak.
NESTEİNU
Biz senden yardım, inayet dileriz, istiane ederiz meâlinde duâ.
NESTER
(Nesteren-Nesterin-Nesterun) f. Ağustos gülü, yaban gülü.
NESTERİNZAR
f. Gül bahçesi. Güllük.
NESUC
Üstünde yük doğru durmayan deve.
NESV
İzhar etmek, göstermek, açıklamak.
NESY
Unutma, nisyan. * Unutulmuş.
NESYEN MENSİYYEN
Tamamıyla unutulmuş, tamamen hatırdan çıkmış.
NE'Ş
şiddetle ve kahirle almak. Zorla almak.
 
NEŞ'
Bir nesneyi zorla çekmek.
NEŞ' (NÜŞU')
Yiğit olmak. * Yüksek olmak. * Rüzgâr esmek. * İyi ve hoş kokulu şeyler koklamak.
NEŞA
Nişasta.
NEŞABET
Okçuluk san'atı.
NEŞAİD
(Neşide. C.) Meşhur kaside ve beyitler, mısralar.
NEŞAK
Burna su ve sâire çekme. Burunla çekme.
NEŞAME
Yüksek beyaz bulut.
NEŞASA
Beyaz yüksek bulut.
NEŞASTEC
Nişasta.
NEŞAT
Sevin. Şen şâd ve hoşdil olmak. Sürur, keyf. * Bir iş işlemek. Çalışmak.
NEŞAT-ÂVER
f. Sevinç ve sürur getiren.
NEŞAT-BAHŞ
f. Sevinç ve neşe bağışlayan.
NEŞAT-EFZA
f. Neşe ve sevinç artıran.
NEŞÂT-ENGİZ
f. Sevinç uyandıran.
NEŞB
(İğne ve diken) batma, girme.
NEŞC (NEŞİC)
(C.: Enşâc) Sesli sesli ağlamak. * Ses.
NEŞD
Talep etmek, istemek. * Yüksek yerde düz yer olmak. * Kaybolan şeyi aramak. * Bir şeyi gereği gibi bilmek.
NEŞ'E
Gönül açıklığı, sevinç. * Yeniden meydana gelmek. Yeniden olan şey. * Yiğit olmak. * Yüksek olmak.
NEŞEB
Mal, mülk.
NE-ŞEBEM
f. Ben karanlık gece gibi nursuz değilim (meâlinde.)
NE-ŞEBPERESTEM
Karanlık ve zulümatı seven ve isteyen değilim.
NEŞEF
İçmek. * Sinmek. * İçine girmek, dühul etmek.
NEŞEFE
(C.: Nüşüf) Ayağın kirini temizlemede kullanılan taş.
NEŞ'E-İ UHRÂ
Ölümden sonra mahşerde yeniden dirilmek. Buna "Neş'e-i sâniye" de denir.
NEŞ'E-İ ULÂ
İlk hayat. Ruhun bedene girmesi. Dünyaya gelmek.(...Peygamber'in (A.S.M.) emrettiği gibi, " Neş'e-i ulâyı gören adam, neş'e-i uhrâyı inkâr edebilir mi?" Çünkü ikinci teşekkül, yâni ikinci yapılış birinci teşekkülden daha kolaydır. İ.İ.) (Bak: Taaccüb)
NEŞ'E-İ ULYÂ
Ahiretteki yüksek dereceli hayat, âhiret hayatı.
NEŞ'E-NİSAR
f. Neşe dağıtan.
NEŞER
Dağılmış, intişar etmiş, münteşir.
NEŞ'ET
Meydana gelmek, vücuda gelmek. Büyüyüp kat ve kamet sahibi olmak. Yetişmek, ileri gelmek. * Çıkmak. Kaynak olmak.
NEŞ'ET-İ UHRÂ
(Bak: Neş'e-i uhrâ)
NEŞ'ET-İ ULÂ
(Bak: Neş'e-i ulâ)
NEŞ'E-YAB
f. Keyifli, neşeli, sevinçli.
NEŞF
İçmek, suyu emerek içmek. * Sızmak. Sünger gibi sızmak. * Suyu çekmek.
NEŞG
Aşk galebe edip haykırıp çağırmak. * Tâlim etmek.
NEŞİDE
Manzume. Şiir. * Yüksek sesle okunan şiir. * Darb-ı mesel (atasözü) derecesinde kullanılan meşhur beyit veya mısrâ.
NEŞİDEHÂN
f. Neşide okuyan.
NEŞİL
Çömlekte pişmiş et.
NEŞİR
Dağıtma, yayma, herkese duyurma.
NEŞİŞ
Kaynayan şeyden çıkan ses.
NEŞİT
Neş'eli, sevinçli, şenlikli. Faal.
NEŞİTA
Bir şeyin, aramaksızın bulunması. * Ansızın bulunan nesne. * Gâzilerin kastettikleri yere varamadan yolda buldukları ganimet.
NEŞK
Burna çekme.
NEŞL
Taan etmek. * Cezbetmek, kendine çekmek.
NEŞM
Zerdali ağacı gibi bir ağaç. * Bir çiçek cinsi.
NEŞNEŞE
Koyun derisini yüzmek. * Zırh sesi. * Su kaynarken ötüp ses çıkmak.
NEŞR
Neşretmek, yaymak, bir haberi fâşetmek, herkese duyurmak, şâyi kılmak. * Başıboş cemaat. * Bulutlu günde yel esmek. * İzhar etmek. * Katetmek. * Mecnun veya hastaya duâ yazmak veya okumak.
NEŞREN
Yayılmak suretiyle, neşir yoluyla. Yazarak, dağıtarak.
NEŞRÎ
Neşir ile alâkalı.
NEŞR-İ SUHUF
Sahifelerin neşri. * Haşirde, insanların hesab görülmek için dirildiklerinde amel defterlerinin meydana çıkarılıp herkesin amelinin belli oluşu.( $ kelimesiyle ifade eder ki: Haşirde herkesin bütün a'mâli bir sahife içinde yazılı olarak neşrediliyor. Şu mes'ele kendi kendine çok acib olduğundan akıl ona yol bulamaz. Fakat, surenin işaret ettiği gibi, haşr-i baharîde başka noktaların nazîresi olduğu gibi, şu neşr-i suhuf naziresi pek zâhirdir. Çünki: Her meyvedar ağaç ve çiçekli bir otun da amelleri var, fiilleri var, vazifeleri var. Esmâ-i İlâhiyyeyi ne şekilde göstererek tesbihat etmiş ise ubudiyetleri var. İşte onun bütün bu amelleri tarih-i hayatlariyle beraber umum çekirdeklerinde, tohumcuklarında yazılıp başka bir baharda, başka bir zeminde çıkar. Gösterdiği şekil ve suret lisaniyle gayet fasih bir surette analarının ve asıllarının a'mâlini zikrettiği gibi dal, budak, yaprak, çiçek ve meyveleriyle sahife-i a'mâlini neşreder. İşte gözümüzün önünde bu Hakimâne, Hafizâne, Müdebbirâne, Mürebbiyâne, Lâtifâne şu işi yapan O'dur ki, der: $Başka noktaları buna kıyas eyle. Kuvvetin varsa istinbat et. S.)
NEŞRİYÂT
Gazete, kitap, radyo ve sâir vasıtalarla neşrolunmuş, yayılmış şeyler.
NEŞRİYÂT-I KÂZİBE
Yalandan, uydurma sözler.
NEŞŞ
Kaynamak, galeyan. * Her nesnenin yarısı. * Davarın tezce derisini yüzüp etinden ayırıp çıkarmak. * Yirmi dirhem. * Karıştırmak.
NEŞŞAB
Okçu, ot atan.
NEŞŞABE
Ok yapıcılık, ok yapma sanatı.
NEŞŞAF
Bir şeyi kendine çeken. * Emen.
NEŞŞAL
Pişmemiş yemeğe saldıran.
NEŞT
Yılan sokmak ve ısırmak. * Bir yerden bir yere gitmek. * Çözmek. * Çıkarmak. * İpi bağlamak.
NEŞTER
Ameliyat bıçağı. Hekim bıçağı.
NEŞUR
Ziyadesiyle neşreden. Fazla yayan. Dağıtan.
NEŞUT
Bir balık cinsi. * Kovası katı çekilmeyince su çıkmayan kuyu.
NE-ŞÜKÜFTE
f. Açılmamış.
NEŞV
f. Canlıların büyümesi, yetişmesi, boy atması. * Yeniden hayata gelmek.
NEŞV Ü NEMA
Büyümek ve gelişmek.
NEŞVAN
Sarhoş.
NEŞVAR
Davar gevişi.
NEŞVAT
(Neşvet. C.) Keşifler, neş'eler, sevinçler.
 
NEŞVE
(Nişve - Nüşve) Sevinç, keyif. * Büyümek ve yetişmek. * Koklamak. * Rayiha. * Bir şeyi tekrarlamak. * Mest ve sarhoş olmak. * İyice duyup vâkıf olmak.
NEŞVEBAHŞ
f. Keyif ve neşe veren. Neşelendiren.
NEŞVEDÂR
f. Keyifli, neşeli.
NEŞVEGÂH
f. Neşe ve keyif yeri.
NEŞVEMEND
f. Keyifli, neşeli.
NEŞVERÜBA
f. Neş'e verici.
NEŞVET
Keyif, neşe. Sevinç sarhoşluğu.
NEŞVEYAB
f. Neşeli, keyifli.
NEŞZ
(C.: Enşâz-Nişâz) Yüksek yer.
NETA
(Nütü') Yaranın şişmesi. * Yüksek olmak.
NETAİC
(Netayic) (Netice. C.) Neticeler.
NETANE
Çirkin kokmak, pis kokmak.
NETB (NÜTÜB)
Büyük olmak, gövdeli olmak.
NETC
Doğurmak.
NETF
Kıl yolma.
NETG
Alayla gülmek. * Bir kimseyi ayıplamak.
NETH
Koparmak. * Çıkarmak.
NETH
Terlemek, sızmak.
NETİCE
(C.: Netâic) Son, gaye. Semere, hülâsa. * Döl, evlâd.
NETİCEBAHŞ
f. Neticelendiren, sonuçlandıran. Netice veren.
NETİCE-İ HAYAT
Hayatın neticesi ve gayesi.
NETİCE-İ HİLKAT
Yaratılışın sonu, gayesi. Yaratılmanın neticesi.
NETİCE-İ KELÂM
Sözün kısası.
NETİCE-İ MA'KÛSE
Aksi netice, ters netice.
NETİCEPEZİR
f. Son bulmuş, neticelenmiş.
NETK
Atmak. * Yüzmek. * Kendine çekmek, cezbetmek. * Depretmek, silkmek, harekete geçirmek. * Oğlu ve kızı çok olmak.
NETK
Bir şeyi şiddetle çekmek ve cezbetmek.
NETL (NETEL)
Önüne çekmek. * Deve kuşu yumurtasının içini su ile doldurup bir yere gömmek.
NETN
Fena kokmak. Kötü, kerih koku.
NETNUN
Bir ağaç cinsi.
NETR
Cezbetmek, kendine çekmek. * Taan etmek, çekiştirmek. * Bozulmak, fâsid ve zâyi olmak.
NETS
Deri yüzmek. * Bir şeyin yerinden ayrılması.
NETŞ
Çıkarmak. * Yolmak.
NETUC
Çıkma. *Ağaç posası.
NEUR
Çivit.
NEUZÜ
Sığınırız meâlinde fiil.
NEUZÜ-BİLLÂH
Allah'a sığınırız, Allah korusun.
NEV
f. Yeni, tâze, cedid. Son zamanda çıkmış.
NEV'
Çeşit, sınıf, cins. * Taleb etmek. Meyletmek, eğilmek. İki yana sallanmak.
NEVA
f. Ahenk, ses, güzel sadâ, nağme, avaz. * Musikide bir makam ismi. * İntizamlı hâl. * Azık, zahire, rızık.
NEVA
Bir yerden bir yere nakletmek. * Hıfzetmek, korumak. * Sohbet etmek.
NEVABIZ
(Nâbıza. C.) Nabız damarları.
NEVABİG
(Nâbiga. C.) Şerefli ve ulu kimseler. * Sonradan şâir olan kişiler.
NEVABİT
(Nabite. C.) Nebatlar. Bitkiler. * İmar ve ihdas. * Dünya ahvâlinden habersiz. * Taze, genç kimse.
NEVACİZ
(Nâciz. C.) Azı dişlerinin arkasındaki altlı üstlü bulunan dişler.
NEVAD
f. Zarar, ziyan, hasar. * Mahzen. * Dil.
NEVADE
Torun.
NEVADİ
(Nâdi. C.) Toplantılar, meclisler.
NEVADİR
Az olanlar, nâdirler.
NEVAFİL
(Nâfile. C.) Farz ve vâcib olandan başka ibadetler. Nâfile (yani sevab için kılınan) namaz veya tutulan oruçlar.
NEVAFİS
(Nefsâ. C.) Loğusalar. Yeni doğum yapmış kadınlar.
NEVAGER
f. Okuyucu, hânende.
NEVAH
Kül renkli beyaza benzer kumru gibi bir kuş cinsidir ve sesi gayet lâtiftir.
NEVAHİ
(Nahiye. C.) Taraflar, yanlar, nahiyeler.
NEVAHİ
(Nehy. den) Yasak edilmiş şeyler. * Allah (C.C.)tarafından menedilmiş olanlar.
NEVAHİ-İ KAZA
bir kazâya bağlı olan nahiyeler.
NEVAHİ-İ MEKKE
Mekke civarı. Mekke'nin yakınları, nahiyeleri.
NEVAHT
f. Okşama. * Saz çalma.
NEVAHTE
f. Okşanmış. * Saz çalmış.
NEVAHTEN
f. Çalgı veya saz çaldırmak.
NEVAÎ
f. Ahenkle, makamla ilgili.
NEVAİB
(Naibe. C.) Musibetler, kazalar, belâlar.
NEVAİB-İ EYYAM
Günlerin belâları.
NEVAİR
(Naure. C.) Bostan dolapları.
NEVAİR
(Naire. C.) Ateşler, alevler.
NEVAKET
Hamakat, ahmaklık.
NEVAKIS
(Nâkis. C.) Başlarını devamlı olarak önlerine eğen adamlar.
NEVAKIS
(Noksan. C.) Eksiklikler, noksanlar.
NEVAKİS
(Nakus. C.) Çanlar. İbadet vakitlerinde kiliselerde çalınan çanlar.
NEVAL(E)
Bahşiş. Kısmet, tâli', nasib. * Yiyecek içecek. * Bir tek porsiyon.
NEVALE-ÇİN
f. Yiyecek toplayan, kısmetini alan.
NEVAMİS
(Namus. C.) Namuslar, kanunlar, şeriatlar. (Bak: Desâtir)
NEVAMİS-İ İLÂHİYE
İlâhî kanunlar. (Bak: Şeriat-ı fıtriye)
NEV-AMUZ
f. Acemi. Yeni alışan.
NEV'AN
Cins bakımından, çeşitçe. * Biraz.
NEV-A-NEV
f. Yeni yeni.
NEV'AN-MA
Bir dereceye kadar, bir bakıma göre, bir suretle.
NEVAR
(C.: Niver) Ürkmek, korkmak.
NEV-ARUS
(C.: Nev-arusân) f. Yeni gelin.
NEVA-SAZ
f. Çalgıcı, okuyucu.
NEVASİ
İyi cins bir beyaz üzüm.
NEVASİ
(Nâsiye. C.) Alınlar. * Bir topluluğun ileri gelenleri. Ulular.
NEVAT
Çekirdek, hurma çekirdeği. * Yirmi veya on adet. * Bir veya on okka altın. Beş dirhem altın. * Düşman.
NEVATIH
şiddetler.
NEVATIR
Kirişi kesik olan yay.
NEVATİ
(Nevtî. C.) Gemiciler.
NEVATİR
(Nâtur. C.) Hamam hademeleri. * Bostan bekçileri.
NEVAYE
Devenin semiz olması.
NEVA-Yİ NEY
Ney sesi.
NEV-AYİN
f. Yeni tarz, yeni üslub. * Yeni üslub çıkaran.
NEVAZ
f. Okşayıcı, taltif edici, iyi edici. (Bak: Nüvaz)
NEVAZENDE
f. Okşayan, okşayıcı.
NEVAZIC
(Nâzıc. C.) Kıvama gelmişler, olgunlaşmışlar.
NEVAZİL
Nezleler. * Hâdiseler. Belâlar.
NEVAZİŞ
(Nüvaziş) f. Okşayış, iltifat.
NEVAZİŞGÂR
f. Gönül alan, okşayan. İltifat eden.
NEVAZİŞGÂRANE
f. Gönül alarak, okşayarak, iltifat ederek.
NEVB
Yakınlık. * İsabet.
NEVBAHAR
f. İlkbahar.
NEVBAHAR-I ÖMR
Ömrün ilkbaharı.
NEVBAHARÎ
f. İlkbaharla ilgili.
NEVBAVE
f. Yeni yeşillik. * Turfanda yemiş. * Hediye, armağan.
NEVBE
(C.: Nüveb) Nöbet.
NEVBENEV
f. Tâzeden tâzeye. Yeniden yeniye.
NEVBER
f. Turfanda meyve. * Memeleri yeni belirmeye başlamış kız.
NEVBET
Nöbet, sıra. Sıra ile görülen iş.
NEVBETÎ
f. Mehter başı.
NEVBET-ZEN
f. Belirli vaktin geldiğini bildiren, nöbet çalan.
 
NEVBÜNYAN
f. Yeni yapılı, yeni yapılmış.
NEVBÜRİDE
f. Yeni koparılmış, yeni kesilmiş.
NEVCAH
f. Bir makama veya memuriyete yeni geçmiş olan. * Tahta yeni oturmuş (padişah).
NEVCET
Fırtına.
NEVCİVAN
f. Genç, delikanlı.
NEVCİVANÎ
Gençlik, delikanlılık.
NEVDEL
Sarkık ve sülpük olmak.
NEVE
Torun.
NEVED
f. Doksan. 90
NEVEND
(Nevende) f. Postacı. Atlı postacı. * Hızlı giden at.
NEVERD
f. Dönen, gezen, dolaşan.
NEVESAN
Kımıldama, hareket etme.
NEVEY
(Nevât. C.) Çekirdekler.
NEVEYAT
(Nevâ) Nüveler, çekirdekler.
NEVF
(C.: Envâf) Hörgüç. * Uzun ve yüksek olmak.
NEVFEL
Deniz, derya, bahr. * Atâsı çok olan kişi. Çok bahşiş dağıtan.
NEVFELE
Tuzluk.
NEVFER
Nilüfer çiçeği.
NEVGÜŞADE
f. Yeni açılmış.
NEVH
Yükseltmek, yüceltmek. * Kuvvetli ve kavi olmak.
NEVH (NEVHA)
Ağıt etmek. * Bağırıp çağırarak sesle ağlamak.
NEVHA
Ölüye sesli ağlamak. * Nağme ile güvercin ötmesi.
NEVHAST
Taze ve genç hayvan.
NEVHAT
Sakalı yeni çıkmış genç.
NEVHEVES
(C.: Nevhevesân) f. Bir işe yeni olarak ve büyük bir hevesle başlayan. * Sık sık iş değiştiren. Hevesi çabuk geçen.
NEVHİZ
f. Genç, taze. * Yeni çıkmış, yeni yetişmiş.
NEVİ
f. Yenilik.
NEV'Î
Nev'e ait, çeşit ile alâkalı.
NEV'-İ BEŞER
İnsanlar, beşer nev'i.
NEV-İ BEŞER
(Bak: Nev')
NEV'İ ŞAHSINA MÜNHASIR
Sadece şahsına benzer çeşit, başka benzeri olmayan. Eşi bulunmaz olan.
NEV-İCAD
f. Evvelce yok iken sonradan yapılmış. Yeniden meydana getirilmiş.
NEVİD
f. Müjde, beşaret, iyi ve sevinçli haber.
NEVİN
f. Yeni, yepyeni, yeni şey.
NEV-İNAN
f. Acemi at, bineğe yeni alıştırılan at.
NEVİS
Kuvvet.
NEVK
f. Sivri uç.
NEVKA
Ahmak, akılsız kimse.
NEVKAR
f. Acemi. İşe yeni başlamış.
NEVK-İ MÜJGÂN
Kirpiklerin ucu.
NEVL
Yolcuların verdiği vapur parası. Gemi kirâsı. * Bahşiş, atiyye.
NEVM
Uyku. Uyumak. Rüya. * Sönmek. Sükun. (Bak: Kaylule)
NEVM-ÂLUD
Uykulu, uykuya bulaşmış, uyumuş.
NEVMÎ
Uyku ile alâkalı, uykuya âit.
NEVMİD
f. Ümidsiz, me'yus, mükedder, cesareti kırılmış.
NEVMİDÂNE
f. Ümitsizce, kederli ve ümidsiz olarak.
NEVMİDÎ
Ümidsizlik, cesaret kırıklığı.
NEVNİHAL
f. Taze fidan, yeni filiz.
NEVNİYAZ
f. İşe yeni başlayan.
NEVPEYDA
f. Yeni çıkma.
NEVR
(C.: Envâr) Parlaklık. * Ağaç çiçeği. Tomurcuk.
NEVRAH
f. İlk olarak seyahata çıkan. Yeni yolcu. * Yeni yol.
NEVREC
(Nevâric) Kağnı.
NEVRED
f. Gezen, yol alan, dolaşan.
NEVRES
Su kuşlarından mavi renkli bir kuştur; başının yarısı siyah yarısı beyaz olur; güvercin büyüklüğündedir. Su üstüne yakın uçar ve balık gördüğü gibi kapar.
NEVRES
(Nevrese) f. Yeni yetişmiş, yeni yetişen, yeni biten. * Genç, taze.
NEVRESİD
f. Yeni yetişmiş, yeni yetişme.
NEVRESİDE
f. Yeni yetişmiş, yeni yetişme. * Tâze, genç.
NEVRESİDEGÂN
(Nev-reside. C.) Yeni olgunlaşmağa başlamış olanlar, yeni yetişmeler. Gençler, tazeler.
NEVRESM
f. Yeni çıkma. * Yeni moda.
NEVRESTE
(C.: Nevrestegân) f. Yeni yetişmiş, yeni bitmiş, yeni meydana gelmiş, yeni hâsıl olmuş.
NEVROZ
Fr. Tıb: Sinir sistemi bozukluğu. Sinirlilik hastalığı.
NEVRUZ
f. Yeni gün. İlkbahar. Baharın ilk günü sayılan ve güneşin Hamel (Kuzu) burcuna girdiği 22 Marta rastlayan gün. Bu tarihte gece ve gündüz müsâvi olur. İranlıların yılbaşısıdır.
NEVRUZİYE
Nevruz gününe âit olan. Hususan o gün için yazılan, söylenen manzume.
NEVRÜSTE
f. Yeni yetişme.
NEVS
Asılmış olan bir şeyin hareket etmesi, sallanması. Hareket etme. Deprenme.
NEVS
Tehir etmek, sonraya bırakmak. * Kaçmak, firar etmek. * Vahşi hımar, yabani eşek.
NEVSALE
f. Genç. Küçük. Tâze.
NEVSEFER
f. Yeni yolculuğa çıkan.
NEVŞ
Bir şeyi el uzatıp almak ve istemek. * Yürümek. * Sür'atle deprenip kalkmak. * Alıp yemek.
NEVŞAH
f. Yeni dal. * Yeni bitmiş geyik boynuzu.
NEVŞE
f. Genç hükümdar. * Yeni damat.
NEVŞÜKÜFTE
f. Yeni açılmış (çiçek).
NEVT
(C.: Envât-Niyât) Bir yere asma. Kaldırma.
NEVTA
Göğüste olur bir verem.
NEVTÎ
Gemici.
NEV'UMMA
Bir derece, bir suretle.
NEV'UN MÜNHASIRUN FİŞ-ŞAHS
Nev'i şahsına münhasır. Başka bir benzeri olmayan.
NEVÜR
Çivit. * Damga için kullanılan içyağı isi.
NEVVAB
Nâiblik eden. Birinin yerine vekil olarak iş gören.
NEVVAH(E)
Ağlayan, çığlık koparan.
NEVVAR(E)
Nurlu, aydın. Aydınlık.
NEVZ
(C.: Envâz) Dere, vâdi.
NEVZAD
f. Yeni doğmuş. * Yeni doğmuş çocuk.
NEVZEMİN
f. Yeni çeşit, yeni tarz.
NEVZUHUR
f. Yeni çıkma. Yeni zuhur etme.
NEY
Kamıştan yapılan damaksız düdük. * Kamış kalem. * Mc: Kâmil insan. * Farsçada : Yokluk. (Bak: Nay)
NE'Y
Uzak olmak.
NEY'
Susuzluk. * Meyletmek, eğilmek.
NEYB
Dişle ısırmak.
NEYÇE
f. Küçük ney.
NEYDELAN
Kâbus denilen ağırlık ki uyku arasında olur.
NEYELAN
İsteğe ulaşma. Arzulanan şeye vâsıl olma.
NEYFAK
Tilki derisinden olan kürk.
NEYH
Vücudun kemikleri taze iken pekişmek.
NEYİSTAN
f. Kamışlık, sazlık.
NEYK
Cima etmek.
NEYL
Merama erme. İsteğe ulaşma. * Ulaşılan şey.
NEYNÜFER
Nilüfer çiçeği.
NEYPARE
f. Kamış parçası.
NEYRENC
(C.: Neyrencât) Tılsım.
NEYRENCÂT
(Neyrenc. C.) Tılsımlar.
NEYRİB
Koğuculuk, dedikoduculuk.
NEYRUZ
Yaz günü.
NEYSEB
Karıncaların birbirine bitişerek yol almaları.
NEYSİTAN
f. Sazlık, kamışlık.
NEYŞEKER
f. Şeker kamışı.
NEYT
İnlemek. * Şiddetle teneffüs etmek.
NEYT
Cenaze. * Ölüm. * Duâda tazarru etmek. * Tıb: Kalbin asılı olduğu damar. * Derinliği adam boyu miktarı olan kuyu.
NEYTAL
(C: Neyatîl) Belâ, musibet, felâket, meşakkat. * Kova. * İçki ölçeği.
NEYY
Pişmemiş çiğ et vs. * Devenin semiz olması. * Semiz ve besili deve.
NEYYİF
Küsur. Ziyade. Artık. Fazla. * İhsan. * Yakın.
NEYYİR
(Nur. dan) Nurlu, parlak, ışıklı cisim. * Yıldız. Cisim halindeki nur. * Güneş, şems.
NEYYİRAT
(Neyyir. C.) Nurlular, nur saçanlar.
NEYYİREYN
Cisimlenmiş iki nur, yâni: Güneş ile Ay.
NEYYİR-İ ASGAR
Ay. Kamer.
NEYYİR-İ A'ZAM
Güneş, şems.
NEYZ
Çok olmak.
NEYZAR
f. Kamışlık, sazlık.
NEZ'
Çekip koparmak, ayırmak. * Can çekişmek. * Çekip almak. Kuyudan kovayı çekip çıkarmak. * Saymak. * Kaldırmak, yok etmek.
NEZ'
Halkı birbirine düşürmek, ifsâd, bozmak.
NEZA'
Başta, alnın iki yanında saç olmayan açık yer.
NEZAFET
Temizlik, paklık, pakizelik.
NEZAHET
Ahlâk temizliği, temizlik. * İncelik, rikkat.
NEZAİR
(Nazire. C.) Nazireler, benzerler, emsâl olanlar.
NEZAKET
Naziklik, incelik, zariflik. Kaba olmamak. Edeb, terbiye.
NEZALE
Sefillik. * Hasislik.
NEZARE
Korkutmak.
NEZARE
Azlık. Kıllet.
NEZARET
(Nedâret) Tazelik. Parlaklık. Letafet.
NEZARET (T)
(Nazar. dan) Bakmak, seyir, bakış. * Nâzırlık etmek. Göz etmek. * Tenezzüh. * Reislik. * Vekillik, nâzırlık, bakanlık.
NEZAZA
Az olmak, kıllet. * Her nesnenin bakiyyesi, artığı ve âhiri.
NEZB
Çağırmak. * Ses, sadâ, savt.
NEZD
f. Yan. Yakın. Karib. * Göre, nazarında, fikrince. (Arapçadaki "ind" mânâsındadır)
NEZDİK
f. Yakın, karib.
NEZE
Hafif deve.
NEZEL
Menzil, mekân.
NEZELE
Akmak, seyelan.
NEZEVAN
Atlama, sıçrama.
NEZF
Kuyunun suyunu tamamen boşaltma. * Aklı gitme, sarhoş olma. Zevâle gitme.
NEZG
İfsad etmek, halk içine fitne ve fesad bırakmak. Vesvese.
NEZGA
Taan etmek, çekiştirmek.
NEZH
(Nezih) Nezihlik, temizlik, saflık. * Hiçbir kötü hareketi olmamak. * Kerim, pak, pâkize.
NEZİA
(C.: Nezâyı') Aşiretinden başkasına nikâhlanmış olan kadın.
NEZİB (NEZÂB)
Geyik ve sair hayvanların cima zamanı çıkardıkları ses.
NEZİF
(Nezf. den) Çok kan kaybından kuvvetsiz kalan kimse. * Sarhoş kimse.
NEZİH
(Nezihe) Pâk, temiz. (Bak: Nezh)
NEZİHÂNE
f. Temizce, iyice, güzelce.
NEZİL
Menzil, mekân.
NEZİL
Misafir. İnen, konan.
NEZİR
(Nezr. den) Bir iş için korkulacak bir şey söyleyip gözdağı vermek. İlerdeki hesap için korkutmak. ("Beşir" in zıddıdır) * Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâmın bir vasfı olup Allaha (C.C.) inanıp itaat etmeyenlere cehennemden haber verdiği için "Nezir" denmiştir.
NEZİRE
Nezredilmiş olan şey, adak.
NEZK
Yaramaz söz. * Süngü ile vurmak.
NEZK $
Hafiflik. * Acele. * Sebkat.
NEZLE
(C.: Nevâzil) Burnun akmasını mucib olan hastalık. * Vücudun herhangi bir organından cerahat veya başka bir maddenin akması.
NEZR
Suâlde ısrar etmek. * Az miktar, azlık.
NEZR
Adak adamak. * Fık: Cenab-ı Hakka ta'zim için mübah bir fiilin yapılmasını deruhde etmek, öyle bir işin yapılmasını kendi nefsine vacib kılmaktır.
NEZUR
Evlâdı az olan kadın.
NEZV
Sıçramak.
NEZZ
Hafif zeki kimse. * Susuz nadas.
NEZZAM
Nizâm veren, düzenleyen, tertipleyen.
NEZZARE
Seyirci, seyreden, bakan. Nezaret eden, müfettiş, mürakabe ve kontrol eden. Vekillik eden.
NIHLE
(C.: Nihal) Millet. * Yol. * Diyânet. * Bahşiş, atâ. * Dâva.
NIHV (NİHÂ)
(C.: Enhâ) Tulum. Yağ tulumu.
NIKBE
(C.: Nakıb) Zarar ve ayıp verecek derece eziyet.
NIKK
Kurbağa sesi.
NIKMET
(Bak: Nikmet)
NIKRİS
(Nıkrîs) (C.: Nekaris) Ayak ağrısı.
NIKY
İlik.
NI'ME
(C.: Niam) Mal. * Sanat.
NISA'
Bir cins beyaz elbise.
NISAF
Bir şeyi tam olarak ikiye bölme.
NISF
Yarım, yarı.
NISFET
(Bak: Nasfet)
NISF-I KUTR
Dairenin merkezinden geçen ve onu iki eşit kısma ayıran doğru çizginin yarısı. Yarı çap.
NISFİYET
Yarımlık. Yarı yarıya bölme.
NISF-ÜL LEYL
Gece yarısı.
NISF-ÜN NEHAR
Öğle vakti, gündüzün ortası. * Meridyen.
NISH (NISÂH)
Terzilik. * Bir şeyi temizleyip yaramazını içinden çıkarıp hâlis yapmak.
NIT'
Ağız tavanının pütür yerleri.
NITAB
Baş. * Boyun damarı.
NITAF
Ter.
NITNIT
Uzun boylu adam.
NIZAR
(C.: Nuzarâ-Nizâr) Her nesnenin misli ve benzeri. Nazir.
NIZV
(C.: Nuzuv, Enzâ') Gitmek. * Sebkat etmek. * Kesmek, kat'etmek. * Çekip çıkarmak. * Bırakmak. * Zayıf deve. * Eski elbise.

f. Nefy edatıdır. (Bak: Na-Ne)
NİAC
(Na'ce C.) Dişi koyunlar.
NİAL
(Na'l. C.) Ayakkabılar, pabuçlar. * Hayvanların ayaklarına çakılan demirler, nallar.
NİAM
(Ni'met. C.) İyilikler. Yiyecekler. Nimetler. * Hidayetler.
NİAM-I ESASİYE
Esas nimetler, en lüzumlu maddeler. İman, din gibi en kıymetli İlâhi ihsanlar.
NİBAH
Köpek havlaması.
NİBAL
Küçük tepe. * (Nebl. C.) Oklar.
NİBRAS
(Süryânice) Lâmba, çıra.
NİBZ
Hurma ağacının dış kabuğu.
 
NİCAD
Kılıç bağı.
NİCAF
Kapının üst eşiği.
NİCAR
Asıl.
NİDA'
Seslenmek, çağırmak, haykırmak, bağırmak. Ses vermek. * Gr: ünlem (!)
NİDAL
(Nizâl) Özür beyan ederek bir zararı def etmek.
NİDD
Aynı, eş. Benzer, denk.
NİDRE
Et parçası.
NİFA'
Menfaat, fayda.
NİFAK
Müslüman gibi görünüp kâfir olmak. İki yüzlülük. * Bozuşukluk, ara açılmak. * Dinde riyâ etmek. * İhtiyaca sarf olunacak şeyler.
NİFAKÎ
Nifakla alâkalı.
NİFAR
İntikal etmek, göçmek. * Dağılıp kaçmak. * Ürkme, korkma, çekinme. * Nefret gösterme.
NİFAS
Yeni doğurmuş kadının hâli. Loğusalık. Böyle bir kadına "Nüfesâ" da denir. Hanefi Mezhebine göre bu hâl kırk gün devam eder.
NİFAZ
Çocuğa sarılan bez. Çocuk bezi.
NİGÂH
(Nigeh) f. Bakmak, nazar etmek. Bakış.
NİGÂHBAN
Bekçi. Gözcü. Gözleyen.
NİGÂHBANÎ
f. Bekçilik, gözcülük.
NİGÂHDAR
f. Bekçi, gözcü. * Koruyucu, muhafaza eden, saklayıcı.
NİGÂH-I GAZAB
Öfkeli bakış, kızgınlık bakışı.
NİGÂH-I HAYRET
Hayret bakışı.
NİGÂH-I TEDKİK
Araştırma bakışı, tedkik etme nazarı.
NİGÂH-I TEGAFÜL
Hâli ve gayeyi anlamazlıktan gelen bakış.
NİGÂL
f. Ateşli kömür parçası.
NİGÂR
f. Güzel yüzlü sevgili. * Nakış. Resim. * Nakşeden. * Put, sânem. * Resmi yapılmış, resmedilmiş.
NİGÂRENDE
f. Ressam.
NİGÂRHANE
f. Resim ve heykeller bulunan yer. Resim ve heykel sergisi. * Ressamların çalıştıkları atölye. * Puthâne. * Güzelleri çok olan yer.
NİGÂRİN
f. Resim gibi güzel sevgili. * Resimlerle ve nakışlarla süslü.
NİGÂRİSTAN
f. Resim ve heykel sergisi. * Güzelleri çok olan yer. * Puthane.
NİGÂRİŞ
f. Resim yapma. Tasvir yapma.
NİGÂŞTE
f. Resmolunmuş. Musavver. * Yazılmış.
NİGEH
(Bak: Nigâh)
NİGEHBÂN
f. Gözcü, gözetici, bekçi.
NİGEHBÂNÎ
f. Bekçilik, gözcülük.
NİGEHDÂR
f. Gözcü, bekçi. * Saklayıcı, koruyucu.
NİGEH-ENDÂZ
f. Bakan, bakıcı, bakıveren.
NİGERAN
f. Bakıveren, bakıcı.
NİGİN
f. Mühür, hâtem. * Yüzük.
NİGİNDÂN
f. Yüzük mahfazası, yüzük kutusu.
NİGİNSÂY
f. Mühür kazıcı. Hakkak.
NİGU
f. Güzel, iyi, hasen.
NİGUHÂH
f. Hayır temenni eden, iyilik isteyen.
NİGUHİDE
f. Çekiştirilmiş, zemmolunmuş, gıybet edilmiş.
NİGUHİŞ
f. Çekiştirme, gıybet, zemm.
NİGUN
f. Tersine dönmüş, altüst olmuş, başaşağı. * Ters, uğursuz, aksi.
NİGUNBAHT
f. Tâlihi ters dönmüş, tâlihsiz, şanssız.
NİGUNSÂR
f. Başaşağı.
NİH
f. (Nihâden: "Koymak" mastarından emir kökü) Koy. * Memleket, şehir, belde.
NİHA (NİYÂHA)
Yas tutmak.
NİHAB
(Nehb. C.) Çapullar, yağmalar.
NİHAD
f. Huy, tabiat, hilkat, bünye, yaratılış.
NİHADE
f. Konmuş, konulmuş.
NİHADÎ
f. Yaradılışta olan, fıtrî.
NİHAF
(Nahif. C.) Cılız, zayıf kimseler.
NİHAÎ
(Nihâiye) Sona ait, son ile alâkalı, sonuncu.
NİHAL
f. Taze, düzgün. Fidan, sürgün.
NİHALAN
(Nihal. C.) f. Taze fidanlar, sürgünler.
NİHALE
f. Yeni, taze fidan. * Avcı korkuluğu. * Sahan altlığı. * Döşenecek şey. Döşeme.
NİHALÎ
f. Sahan altlığı.
NİHAL-İ ZARİF
İnce, güzel dal.
NİHALİSTAN
f. Fidanlık.
NİHAN
f. Gizli, saklı. Bulunmayan. Mevcut olmayan. * Sır.
NİHANHANE
f. Saklanacak yer. Mağara, bodrum, mahzen.
NİHANÎ
f. Gizlilik, saklılık.
NİHAS
Kağnı tekerleğinin etrafına takılan çenber, yuvarlak demir. * Kavafların kullandığı nesne.
NİHAS
Asıl. Tabiat.
NİHAVEND
İran'ın batı tarafında meşhur bir şehir adı. * Musikide bir makam.
NİHAVENDÎ
f. Nihavend şehrine ait. Nihavendli.
NİHAYET
Son, uç, son derece. * Çok.
NİHAYET-İ AZM
Kemik ucu.
NİHAYET-PEZİR
Son bulan. Nihâyet bulur olan.
NİHAYET-ÜL EMR
İşin nihayetinde, işin sonunda. Netice.
NİHAYET-ÜN NİHAYE
En sonunda. Akıbet.
NİHLE
Cenab-ı Hakk'ın ihsanı. Atıyye. * Millet. * Yol. Tarik. * Diyânet. Mezheb.
NİHRİR
(C.: Nahârir) Tecrübeli, bilgili, fâzıl, âlim, mâhir kimse.
NİHVAR
f. Gururlu, kibirli, kendini beğenmiş adam.
NİHY
Gölcük.
NİJAD
f. Nesil, soy, neseb. * Cibilliyet, tabiat.
NİJM
f. Bazı kış sabahları inen koyu sis.
NİK
f. İyi, güzel, hoş.
NİK
(C.: Niyâk) Dağın yüksek yeri, dağ tepesi. * Kızgın, hiddetli, gadaplı kimse.
NİK Ü BED
İyi ve kötü.
NİKAB
Yüz örtüsü, peçe, perde.
NİKABE (NEKABE)
Kâhyalık. * Ululuk.
NİKÂBET
Rüzgârın ters yönlerden esmesi.
NİKÂH
Evlenme. Şeriata uygun şekilde evlenme. * Resmi evlenme muâmelesi. (Bak: Mücâhede)
NİKÂH-I DÂHİLÎ
İçerden evlenme, akrabadan kız alma.
NİKÂH-I HÂRİCÎ
Dışardan evlenme, akraba hâricinden kız alma.
NİKÂH-I MUT'A
Bir zamanlık, geçici nikâh olup meşru değildir.
NİKÂH-I SAHİH
Sıhhat şartlarını cami' olan nikâh.
NİKAHTER
(Nik - ahter) f. Tâlihli, şanslı, mutlu.
NİKAL
Devenin suyu içip gittikten sonra gelip yine içmesi.
NİKÂL
Dizgin demiri.
NİKÂL
f. Ateşli kömür parçası.
NİKAM
(Nikmet. C.) İntikamlar, öc almalar.
NİKAN
(Nik. C.) f. İyiler, iyi kimseler.
NİKAR
İnat. Kin.
NİKAŞE
Nakış yapma san'atı. Nakışçılık.
NİKAT
(Nokta. C.) Noktalar.
NİKÂT
(Nükte. C.) Nükteler. İnce mânâlar. * İnce mânâlı, şakalı ve zarif sözler.
NİKÂYET
Düşmanı kılıçtan geçirme.
NİKBAHT
(Nîk-baht) f. Bahtlı, tâlihli, şanslı.
NİKBAZ
(Nîk-bâz) f. Davranışları ve işleri iyi olan.
NİKBİN
(Nîk-bin) f. İyi gören, iyimser, her şeyi iyi tarafından gören.
NİKDA
Yaş kanbel otu.
NİKENDİŞ
(Nîk-endiş) f. Her vakit iyilik düşünen. Herkesin iyiliğini istiyen.
NİKFERCAM
(Nîk-fercâm) f. Sonu, âkıbeti hayırlı ve iyi olan.
NİKHASLET
(Nîk-haslet) f. Ahlâkı ve huyu iyi olan.
NİKHU
f. Güzel huylu, iyi huylu.
NİKÎ
f. İyilik, iyi olma.
NİKKİRDAR
(Nîk-kirdâr) f. Hareket ve davranışları iyi ve beğenilir olan.
NİKL
(C.: Enkâl) Köstek. * Kayd. * Dizgin demiri.
NİKMANZAR
(Nîk-manzar) f. Görünüşü ve manzarası güzel olan.
NİKMET
Şiddetli ceza. Hoş olmayan muamelelerle olan mücâzat.
NİKNAM
f. İyi nam kazanmış, iyi ünlü.
NİKNİHAD
(Nîk-nihâd) İyi huylu.
NİKS
Elbisenin ve örülmüş şeylerin eskilerini bozup gidermek, tekrar yine iplik yapmaya kabil olanı ip eğirip yenilemek.
NİKS
Ters doğan çocuk. * Zayıf ve cılız adam.
NİKTER
(Nik-ter) f. Çok beğenilmiş, çok iyi.
NİK-TERİN
f. Çok iyi, hepsinden iyi olan.
NİKU
Güzel, iyi, hoş.
NİKUBAHT
f. Bahtı açık.
NİKUKÂR
f. İşleri doğru ve iyi olan, iyi işli.
NİKUYÎ
f. Güzellik, iyilik.
NİKZ
(C.: Enkaz) Bina yıkıntısı.
NİL
Mısır'ın bir nevi hayat menbaı olan en büyük nehrinin ismi.(Nil-i mübarek, Cebel-i Kamer'den çıktığı gibi, Dicle'nin en mühim bir şubesi, Van vilâyetinden Müküs nahiyesinden, bir kayanın mağarasından çıkıyor. Fırat'ın da mühim bir şubesi, Diyadin taraflarında bir dağın eteğinden çıkıyor. Dağların aslı, hilkaten bir madde-i mâyiadan incimad etmiş taşlar olduğu fennen sabittir. Tesbihat-ı Nebeviyyeden olan: $ kat'i delâlet ediyor ki: Asl-ı hilkat-i arz şöyledir ki: Su gibi bir madde, emr-i İlâhî ile incimad eder, taş olur. Taş, izn-i İlâhî ile toprak olur. Tesbihteki arz lâfzı, toprak demektir. Demek o su, çok yumuşaktır; üstünde durulmaz. Taş çok serttir, ondan istifade edilmez. Onun için Hakîm-i Rahîm, toprağı taş üstünde serer, zevilhayata makarr eder. S.)
 
NİL
Vesime adı verilen boya otu. * Çivit boyası.
NİLE
f. Çivit.
NİLÎ
Mavi, çivit rengi.
NİLÎ PERDE
Gökyüzü, sema.
NİLU-BERG
f. Nilüfer.
NİLÜFER
f. Beyaz, mavi ve sarı çiçekler açan bir cins su bitkisi. * Bursa yakınlarında akan bir akarsu.
NİM
Eski kürk. * Bir ot cinsi.
NİM
f. Yarım, nısf, buçuk, yarı.
NİMAL
(Neml. C.) Karıncalar.
NİMAR
(Nimr. C.) Kaplanlar.
NİMAT
(Nemat. C.) Örtüler, ihramlar.
NİMBİSMİL
f. İyice boğazlanmayıp yarı kesilmiş olan.
NİME
f. Yarım, nısf, yarı.
Nİ'ME
Ne iyi, ne âlâ, ne güzel.
NİME NİME
f. Parça parça, yarım yarım.
NİME-İ RUZ
Günün ortası. Yarım gün.
Nİ'ME-L MATLUB
Tam aradığımız. İsteyip aradığımızın en âlâsı.
Nİ'ME-L MEVLA
Ne iyi sâhib ve mâlik, ne iyi Allah (C.C.)
Nİ'ME-L VEKİL
Ne güzel, ne iyi vekil.
Nİ'ME-L VESİLE
Ne güzel sebeb, ne âlâ vesile.
Nİ'ME-R RAKİB
Ne iyi gözetici, koruyucu.
NİME-RUZ
(Bak: Nime-i ruz)
Nİ'MET
(Nimet) İyilik, lütuf, ihsan. Saadet. Hidayet. * Giyecek şeyler. * Yiyecek faydalı şey, rızık.(Eğer dünyanın veya vücudun mülkiyeti, zılliyeti sende ise, taahhüd, tahaffuz, korku külfetleriyle nimetlerden lezzet alamazsın, dâima rahatsız olursun. Çünkü noksanları tedarik, mevcutları telef olmaktan muhafaza ile dâimâ evham, korkular, meşakkatlere mahal olursun. Halbuki o nimetler Mün'im-i Kerim'in taahhüdü altındadır. Senin işin O'nun sofra-i ihsanından yeyip içmekle şükretmektir. Şükürde bir zahmet yoktur. Bilâkis nimetin lezzetini arttırır. Çünkü şükür, nimette in'amı görmek demektir. İn'amı görmek, nimetin zevalinden hâsıl olan elemi defeder. Zira nimet zâil olduğundan Mün'im-i Hakiki, onun yerini boş bırakmaz, misliyle doldurur ve teceddüdünden lezzet alırsın. M.N.)
Nİ'MET-İ İLÂHİYE
Allah'ın nimeti. Allah'ın verdiği nimet.
Nİ'MET-ŞİNAS
f. Kendisine yapılan iyiliği bilip unutmayan.
NİMGERM
f. Pek sıcak olmayan. Ilık.
NİMHAB
f. Yarı uykulu, mahmur.
NİMHANDE
f. Gülümseme, tebessüm.
NİMKÜŞTE
f. Yarı öldürülmüş, yarı kesilmiş olan.
NİMLAHZA
f. Yarım bakış. Gözucuyla bakış. * Çok kısa zaman.
NİMMANZUR
f. Yarı görülen. Bulanık olarak görülen.
NİMMEST
f. Sarhoşça.
NİMMUZLİM
f. Yarı karanlık.
NİMMÜRDE
f. Ölüm derecesinde olan. Ölüm hâlinde bulunan.
NİMNİGÂH
f. Yarı bakış. Gözucuyla bakma.
NİMNİME
Birbirlerine yakın çizgiler. * Tırnakta olan beyazlık.
NİMNİMETEYN
Tırnak işareti.
NİMPUHTE
f. Tam pişmemiş, yarı pişmiş.
NİMR
(C.: Enmâr - Nümur - Nimâr) Kaplan.
NİMRE
Dişi kaplan.
NİMRES
f. Yarı ham, yarı olgunlaşmış olan.
NİMRUZ
f. Yarı gün, öğle.
NİMS
Firavun faresi dedikleri küçük hayvan. * Sansar.
NİMS
Bir ot cinsi.
NİMSÜFTE
f. Yarım olarak söylenmiş, tam denmemiş.
NİMŞEB
f. Geceyarısı.
NİMTEN
f. Mintan.
NİMZİNDE
Yarı canlı. Ölü ile diri arası.
NİMZULMET
f. Yarı karanlık.
NİNAN
(Nun. C.) Balıklar, semekler.
NİR
(C.: Nirân-Enyâr) Öküz boyunduruğu. * Bez damgası. * Irgaç.
NİRAN
(Nur ve Nâr. C.) Nurlar, ziyalar. Ateşler, nârlar.
NİRENC
(C.: Nirencât) Düzen, hile. * Resim, taslak.
NİRENG
f. Düzen, hile, aldatmaca. * Taslak, resim. * Büyü, efsun.
NİRU
f. Kuvvet, güç, zor.
NİRUMEND
f. Güçlü, kuvvetli, zorlu.
NİRUMENDÎ
f. Kuvvetlilik, zorluluk, güçlülük.
NİS'
(C.: Ensu') Gizlemek. * Gitmek. * Sarkık olmak. * Kuzey rüzgârı.
NİSA
(C.: Nisvân) Kadınlar.
NİS'A
(C.: Nüsu'-Ensu'-Ensâ') Devenin göğsü için yapılan enli kolan.
NİSA SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in dördüncü suresi.
NİSAB
Zekât ölçüsü, ölçü miktarı. * Üzerine zekât verilmesi farz olan mal miktarı. * Asıl, esas. Sermaye mal. Derece, had. * Fık: Altının nisabı: 20 miskal; gümüşünki 200 dirhem (yani 600 gram); koyun ile keçinin 40 adet; sığır, manda 30; ve devenin nisabı da 5'dir. * Bir mecliste görüşmeye başlanabilmek, yahut karar verebilmek için bulunması şart olan âza sayısı. * Hisse, nasib. * İstenilen had, derece. (Bak: Zekât)
NİSAB-I EKSERİYET
Ekseriyet derecesi. Çoğunluk derecesi.
NİSACET
Dokumacılık.
NİSAÎ
(Nisâiye) Kadınlarla alâkalı, kadınlara dâir.
NİSAL
(Nasl. C.) Ok ve kargı gibi şeylerin uçlarındaki sivri demirler.
NİSAR
Saçmak, dağıtmak. * İ'ta etmek. Vermek.
NİSAR
Saçan, saçıcı mânasına gelir ve kelimeleri sıfatlandırır. Meselâ: Pertev-nisar $ : Işık saçan.
NİSARÇİN
f. Saçılan şeyleri toplayan.
NİSBET
Münasebet, yakınlık, bağlılık, ölçü. * Rağmen. İnat olarak. İnat olsun diye.
NİSBETEN
Nisbetle, kıyaslanarak. Öncekine göre. Bir dereceye kadar. Şöyle böyle.
NİSBÎ
(Nisbiye) Kıyaslama ile olan. Diğerine, öncekine göre. Diğerlerine göre kıyaslıyarak olan. Nisbete, ölçüye göre.
NİSEB
Nisbetler, kıyaslamalar ve ölçüler.
NİST
f. Değildir, yoktur.
NİSTÎ
f. Yokluk, adem.
NİSUN
(Nisvan. C.) Kadınlar.
NİSVAN
(Nisa. C.) Kadınlar. Nisalar.
NİSVAN-I ZELİL
Ahlâken ve dinen düşmüş, zelil olmuş kadınlar.
NİSVÎ
Nisa taifesine mensub. Kadınlarla alâkalı.
NİSYAN
Unutmak, hatırdan çıkarmak.
NİSYAN-İ EBEDÎ
Ebedî unutma.
NİŞ
f. (Arı, akrep gibi böceklerde olan) İğne. * Diken. * Ağu, zehir.
NİŞA
f. Nişasta.
NİŞAD
Bir kimseye yemin vermek.
NİŞAN(E)
f. İz. Nişan. Alâmet. İşaret. * Yara izi. * Hedef, vurulması istenen nokta. * Hâtıra için dikilen taş. * Taltif için verilen madalya. * Evlenmeden önceki anlaşma ve karar işareti veya merasim. * Tuğra. * Ferman.
NİŞANDE
Hedef. Nişan olarak dikilmiş şey.
NİŞANE
(Bak: Nişan)
NİŞANE-İ TASDİK
Kabul edildiğine dâir işaret, tasdik işareti. * Mu'cizeler.(Kabir, ehl-i iman için bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısı (olduğunu) ihbar eden 124 bin muhbir-i sâdık, ellerinde nişane-i tasdik olan mu'cizeler bulunan enbiyalar ve o enbiyaların haber verdikleri aynı haberleri, keşif ve zevk ve şuhud ile tasdik eden ve imza basan 124 milyon evliyanın aynı hakikata şehadetleri ve hadd ü hesaba gelmeyen muhakkiklerin kat'i delilleriyle o enbiya ve evliyanın aklen ilmelyakîn derecesinde isbat ettikleri ve yüzde doksandokuz ihtimal-i kat'i ile "idam ve zindan-ı ebedîden kurtulmak ve o yolu saadet-i ebediyeye çevirmek, yalnız iman ve itaatledir" diye ittifaken haber veriyorlar. S.) (Bak: Muhbir-i sâdık)
NİŞANGÂH
f. Hedef yeri. Nişan tahtası. * Silâh namlusunun üstünde bulunan, nişan almağa yarayan kısım.
NİŞDE (NİŞDÂN)
Talep etmek, istemek. * Söz vermek, and vermek.
NİŞDET
Araştırıp sorma. * Kaybolan bir şeyi arama.
NİŞE
f. Çoban düdüğü. Kaval.
NİŞEST
f. Oturan.
NİŞESTE
(C.: Nişeste-gân) f. Oturan, oturmuş.
NİŞESTE-GÂN
(Nişeste. C.) f. Oturanlar, oturmuş olanlar.
NİŞESTGÂH
f. Oturacak yer.
NİŞHAR
f. Diken batmış, iğnelenmiş.
NİŞİB
f. (Yukarıdan aşağıya) iniş.
NİŞİB Ü FİRAZ
İniş ve yokuş.
NİŞİBGÂH
f. Çukur yer.
NİŞİMEN
f. Oturacak yer.
NİŞİMENGÂH
f. Durak, yurt. Toplanılacak yer.
NİŞİN
f. "Oturan, oturmuş" gibi mânâya gelir ve başka kelimelerle birleşir.
NİŞİNENDE
f. Oturan, oturucu.
NİŞTER
f. Hekim bıçağı, neşter.
NİŞVE
Koklamak. * Bilmek. * Haber vermek.
NİTA'
(C.: Nutu') Deri döşek.
NİTAC
Yavrulama, yavru doğurma.
NİTAF
(Nutfe. C.) Saf ve duru sular.
NİTAH
Tos vurma, toslaşma. Boynuzla vurma. * Vuruşup kavga etme.
NİTAK
Kemer, kuşak. * Kuşak yeri. * Peştemal.
Nİ'TAL
Kova.
NİTASÎ
Anlayışlı tabib, doktor.
NİVA
Düşmanlık. * Besili, semiz deve.
NİVE
f. İnleme, ağlama, sızlanma.
NİVEND
f. İdrak, anlayış, akıl.
NİVER
f. Âlemde meydana gelen hâdiseler, haller.
NİYA
(C.: Niyâgân) Dede, cedd.
NİYABE
Nöbet.
NİYABET
Nâiblik, vekillik. Kadı vekilliği.
NİYAGÂN
(Niyâ. C.) Dedeler, ceddler. Ecdad.
NİYAM
f. Kılıf, kın. Kılıç kını.
NİYAM
(Nâim. C.) (Nevm. den) Uykuda olanlar, uyuyanlar.
NİYAMGER
(C.: Niyamgerân) Kın veya kılıf yapan san'atkâr.
NİYAR
(Nâr. C.) Ateşler.
NİYAT
(Niyâta) Bir damar ismi (yürek onunla bağlıdır.)
NİYAT
(Niyet. C.) Niyetler.
NİYAZ
f. Yalvarma, yakarma. Dua. * Rağbet ve istek. * Hâcet, ihtiyaç.
NİYAZİ-İ MISRÎ
(Mi: 1618 - 1694) Malatya'nın Soğanlı köyünde doğdu. Şâir ve tasavvufçu olup Halvetî tarikatının Niyaziye veya Mısriye şubesini kurmuştur. Mısır'da Câmi-ül-Ezher'de tahsil gördü. 1646'da İstanbul'a döndü ve Sokollu Mehmed Paşa Medresesinde irşada başladı. Eserlerinden bazıları şunlardır: Risale-i Hasaneyn, Mevâid-ül İrfan ve Avâid-ül İhsan, Hidayet-ül İhvan, Mektubat gibi eserleri ve bir de şiirlerini cami' divanı vardır.
NİYAZKÂR
f. Yalvarıp yakaran. Dua eden. İhtiyacı olan.
NİYAZKÂRÂNE
Yalvararak, niyaz ederek. * Muhtaç olarak, muhtaçlıkla.
NİYAZMEND
(C.: Niyazmendân) f. İhtiyacı olan, muhtaç. * Yalvaran, yakaran, niyaz eden.
NİYERE
(Nâr. C.) Ateşler.
NİYET
Kasd. Kalbin bir şeye yönelmesi. * Fık: Yapılan bir vazife ile Cenab-ı Hakk'a taatta bulunmayı ve O'na mânen yaklaşmayı kasdetmektir.(Niyet, ölü ve meyyit olan hâletleri ihya eden ve canlı, hayatlı ibadetlere çeviren bir ruhtur. Ve keza niyette öyle hâsiyet vardır ki; seyyiâtı hasenâta ve hasenâtı seyyiâta tahvil eder. Demek niyet, bir ruhtur. O ruhun ruhu da ihlâsdır. Öyle ise necat, halâs ancak ihlâs iledir. İşte bu hasiyete binaendir ki; az bir zamanda çok ameller husule gelir. Buna binâendir ki; az bir ömürde, Cennet bütün lezâiz ve mehasiniyle kazanılır. Ve niyet ile insan, dâimî bir şâkir olur. Şükür sevabını kazanır. M.N.)
NİYLEC
Çivit.
NİYY
Çiğ, olmamış, ham.
NİYYAT
(Niyet. C.) Niyetler.
NİZA
Cima etmek.
NİZA'
Çekişme, kavga. (Dünya öyle bir meta' değil ki; bir niza'a değsin. "Çünki fani ve geçici olduğundan kıymetsizdir." Koca dünya böyle ise dünyanın cüz'î işleri ne kadar ehemmiyetsiz olduğunu anlarsın. M.)
NİZA-İ LAFZÎ
Boşuna çene yarıştırma. Sözle yapılan kavga.
NİZAL
Nişan, işaret, alâmet.
NİZAM
Sıra, dizi, düzen. Dizilmiş olan şey, sıralanmış. * İcaba göre yapılan kanun. Bir kaideye binaen tertib olunmak ve ona binaen tertib olundukları kaide. * Bir işin sebat ve kıyamına medar, sebep olan şey ve hâlet.
NİZAMÂT
(Nizam. C.) Nizamlar, muntazam şeyler, düzenler.
NİZAMÂT-I LÂZİME
Lüzumlu, gerekli nizamlar.
NİZAMEN
Nizam dairesinde. Nizama ve kanuna tabi olarak.
NİZAM-I ÂLEM
Kâinatta Allah'ın koyduğu umumi nizam. (Nizam-ı âlem saadet-i ebediyeye işaret ediyor. S.) (Bak: Delil-i inayet)
NİZAM-I CEDİD
Yeni nizam. Osmanlı Devletinde III. Sultan Selim zamanında yeni nizamla yetiştirilen bir askerî teşkilât.
NİZAMÎ
Düzenli, tertipli, usulüne uygun. * Kanun ve nizama ait, onunla alâkalı.
NİZAMİYE
İlk askerlik devresi. * Bu nevi askerlik işleriyle uğraşan daire. * Tanzimat ordusunun asıl silâh altında bulunan kısmı.
NİZAM-ÜD DİN
(Nizameddin) Dinin nizam ve düzeni.
NİZAR
Zayıf, arık, düşkün, bitkin.
NİZAR
Korkutup, uygunsuz şeylerden vazgeçirmek için söylenilen söz.
NİZARET
f. Zayıflık, arıklık.
NİZE
Mızrak.
NİZEDÂR
f. Mızraklı. Kargılı. Süngülü.
NİZEK
f. Câriye. * Küçük mızrak, süngü.
NİZEZEN
f. Mızrakla vuran. * Mızrakçı.
NİZK
Küçük süngü.
NOBRAN
Sert mizaçlı, inatçı, nâzik olmayan.
NOKSAN
(Nuksan) Eksik, kusurlu, nâkıs. * Eksiklik, azlık. Eksilme, azalma. * Yokluk.
NOKSANÎ
Eksiklik ve noksanlıkla alâkalı.
NOKSANİYET
Eksiklik, noksanlık.
NOKTA
(Nukta) Benek. * Durak, mevki. Mahâl. * Göze ârız olan leke. * Durak işareti. * Tek karakol, tek nöbetçi. * Yazıdaki durak işâreti. * Mat: Hiçbir uzunluğu olmayan şekil.
NOKTA-İ BİNİŞ
Gözbebeği.
NOKTA-İ GALEYÂN
Suyun buhara çevrildiği harâret derecesi.
NOKTA-İ İSTİMDAD
Yardım isteme noktası. İnsanın kalbindeki sonsuz emel ve arzuların yerine getirilmesine olan ihtiyaç.
NOKTA-İ İSTİNAD
Dayanma ve güvenme noktası. Kâinatta cereyan eden ve insana dehşet verip âciz bırakan hâdiseler karşısında insanın çok kuvvetli bir yere dayanmaya ve güvenmeye olan fıtri ihtiyacı.
NOKTA-İ MİHRAKİYE
Yanma noktası. Odak noktası. * Çok Esmâ-i İlâhiyyenin tecellisinin toplandığı nokta.
NOKTA-İ NAZAR
Görüş, bir nevi fikir. (Bak: Rasyonalizm)(Nazar-ı Nübüvvet ve tevhid ve imân; vahdete, âhirete, Uluhiyete baktığı için, hakaikı ona göre görür. Ehl-i felsefe ve hikmetin nazarı; kesrete, esbâba, tabiata bakar, ona göre görür. Nokta-i nazar birbirinden çok uzaktır. Ehl-i felsefenin en büyük bir maksadı, ehl-i usulü'd-din ve ülemâ-i İlm-i Kelâm'ın makasıdı içinde görünmiyecek bir derecede küçük ve ehemmiyetsizdir.İşte onun içindir ki, mevcudatın tafsil-i mâhiyetinde ve ince ahvallerinde ehl-i hikmet çok ileri gitmiş fakat hakiki hikmet olan Ulûm-u Aliye-i İlâhiyye ve Uhreviyede o kadar geridirler ki, en basit bir mü'minden daha geridirler. Bu sırrı fehmetmiyenler, muhakkıkin-i İslâmiyeyi, hükemalara nisbeten geri zannediyorlar. Halbuki, akılları gözlerine inmiş, kesrette boğulmuş olanların ne haddi var ki, Veraset-i Nübüvvet ile makasıd-ı âliye-i kudsiyeye yetişenlere yetişebilsinler.Hem herbir şey iki nazar ile bakıldığı vakit, iki muhtelif hakikatı gösteriyor. İkisi de hakikat olabilir. Fennin hiçbir hakikat-ı kat'iyyesi, Kur'anın hakaik-ı kudsiyesine ilişemez. Fennin kısa eli, onun münezzeh ve muallâ dâmenine erişemez. Nümune olarak bir misâl zikrederiz:Meselâ, Küre-i Arz ehl-i hikmet nazariyle bakılsa hakikatı şudur ki: Güneş etrafında mutavassıt bir seyyare gibi hadsiz yıldızlar içinde döner. Yıldızlara nisbeten küçük bir mahluk. Fakat ehl-i Kur'an nazariyle bakıldığı vakit hakikatı şöyledir ki: Semere-i âlem olan insan; en câmi', en bedi' ve en âciz, en aziz, en zaif, en lâtif bir mu'cize-i kudret olduğundan, beşik ve meskeni olan zemin: Semâya nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber mânen ve san'aten bütün kâinatın kalbi, merkezi... bütün mu'cizat-ı san'atının meşheri, sergisi... bütün tecelliyat-ı esmâsının mazharı, nokta-i mihrakiyesi.. nihayetsiz faaliyet-i Rabbâniyyenin mahşeri, ma'kesi.. hadsiz Hallâkıyet-i İlâhiyyenin hususan nebatat ve hayvanatın kesretli envâ-i sagiresinden cevvadâne icadın medârı, çarşısı ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuatın küçük mikyasta nümunegâhı ve mensucat-ı ebediyenin sür'atle işliyen tezgâhı ve menâzır-ı sermediyenin çabuk değişen taklidgâhı ve besâtin-i dâimenin tohumcuklarına sür'atle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur.İşte Arzın bu azamet-i mâneviyesinden ve ehemmiyet-i san'aviyesindendir ki, Kur'an-ı Hakim; semâvata nisbeten büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan Arzı, bütün semâvata karşı küçücük kalbi, büyük kalıba mukabil tutmak gibi denk tutuyor. O'nu bir kefede, bütün semâvâtı bir kefede koyuyor, mükerreren: $ diyor. İşte sair mesâili buna kıyas et ve anla ki: Felsefenin ruhsuz, sönük hakikatleri; Kur'an'ın parlak, ruhlu hakikatleriyle müsademe edemez. Nokta-i nazar ayrı ayrı olduğu için ayrı ayrı görünür. S.)
 
NOKTA-İ TEKATU'
Kesişme noktası.
NOKTA-İ TELÂKİ
Karşılaşma noktası. Uygun ve karşılıklı nokta. Buluşma noktası, yeri. * Münâsebet. Uygunluk.
NOKTA-İ TEMAS
Değme noktası. Temas etme noktası.
NOKTA-İ ZERRİN
Güneş. Altun nokta.
NOKTATEYN
İki nokta.
NORMAL
Fr. Kanun, usul ve âdetlere uygun olan. Uygun. * Mat: Bir eğri çizgiye teğet olan doğrunun değme noktasından bu doğruya çizilen dik çizgi.
NOTA
(İtalyancadan) Emir ve istek bildiren yazı. * Bir şeyi sonradan hatırlamak için konan işaret. * Resmi ve siyasi mektup, muhtıra. * Mülâhazat. * Hesap pusulası. * Müziğe ait yazı.
NUAA
Yumuşak ot.
NUAK (NAİK)
Çobanın koyuna haykırıp çağırması.
NUAS
Uyuklama, uyuşukluk. (Bak: Nüas)
NUF
f. Yankı. Aks-i sadâ.
NUFAHA
Su üzerindeki kabarcık.
NU'FE
Erkeklerin iki yanına sallanan saçı.
NUGAŞİ
Kısa boylu adam.
NUGBE
(C.: Nugab) Bir içim su.
NUGER
f. Köle, kul.
NUGERÎ
f. Kölelik, kulluk.
NUGNUG
(C.: Negânig) Boğaz içinde olan et. * Kulak içinde fazlalık olan nesne.
NUGRE
(C.: Nugur-Nugrân) Serçe kuşu büyüklüğünde olup kırmızı olan bir kuşun adı.
NUGZ (NAGZ)
Kürek ucuna bitişik olan kıkırdak.
NUH (ALEYHİSSELÂM)
Kur'an-ı Kerim'de adı geçen bir peygamber ismi. (Elli yaşında iken kavmini imana dâvete memur edilmiş ve kavmi kendisini dinlemediğinden, iman etmeyenlere ceza olarak dünyayı kaplayan su tufanı olmuş ve zâlimler mahvolmuşlar; iman edenler Nuh Peygamber'in (A.S.) yaptığı gemiye alınarak kurtulmuşlardır.)
NUH SURESİ
Kur'an-ı Kerim'de 71. Suredir ve Mekkîdir.
NUHA'
Boyun kemiği içindeki murdar ilik.
NUHAA
Tükürmek.
NUHAME
Balgam.
NUHAS
Bakır. Bakır para. * Kızgın mâden. * Kıtr. Ateş. Tunç ve demir döğülürken sıçrayan şerâre. * Dumansız alev. * Bir şeyin aslı. * Tütün.
NUHASÎ
Bakırlı, bakırla alâkalı, bakırdan.
NUHAT
Hıçkırma.
NUHAT
Nahiv (gramer) âlimleri.
NUHBE
Herşeyin seçkini, iyisi. * Seçkin, seçilmiş, müntehab, güzide. * Korkak.
NUHBE-İ ÂMÂL
Mefkure, ideal. Emellerin en sonu.
NUHÎ
Nuh (A.S) ile ilgili. * Pek eski.
NUHL
Karşılıksız hediye ve hibe.
NUHLA
Atiyye, hediye.
NUHRE
Burun deliği.
NUHRE
Kemik dokusunun çürümesi.
NUHRUB
(C.: Nehârib) Kaya yarığı. * Arı kovanı. * Arı sesi.
NUHT
Çocukla birlikte karından çıkan su.
NUHUL
Zayıflık, arıklık.
NUHUR
(Nahr. C.) Ayların evvelleri. * Göğüsler. (Bak: Nahr)
NUHUSET
Uğursuzluk.
NUHUST
f. Birinci, ilk, evvel.
NUHUSTÎN
f. Birinci, ilk, evvel.
NUHUSTZÂD
f. İlk doğmuş olan. Evvel doğan.
NUK
(Naka. C.) Dişi develer.
NUK
f. Okun ucu, temren. Kuş gagası. * Gaga gibi sivri uçlu olan şey.
NUKA
Her şeyin kötüsü.
NUKAA
Birşeyi ıslamada kullanılan su.
NUKAT
(Nokta. C.) Noktalar.
NUKAVE
Temizlik, paklık. * Her şeyin iyisi, seçkini.
NUKAYE
Her nesnenin iyisi.
NUKAZ
Küçük serçe kuşu.
NUKAZA
Binâdan yıkılmış veya örülmüş iplikten sökülmüş nesne.
NUKBE
(C.: Nukab) Yol. * Yırtık, delik. * Paçasız don. * Levn, renk. * Pas.
NUKRE
Külçe hâlinde gümüş. * Ense çukuru.
NUKRE-İ KAFA
Ense çukuru.
NUKSAN
Eksilmek, noksanlaşmak.
NUKTA
(C.: Nukat-Nukut-Nikât) Nokta.
NUKUD
(Nakid. C.) Nakidler, paralar, akçeler, madeni paralar.
NUKUD-I MEVKUFE
Vakfedilen paralar.
NUKUL
Nakiller, rivâyetler. Başkasından anlatılanlar. Hikâyeler.
NUKUŞ
Resimler, nakışlar.
NUKZ
(C.: Enkâz) Binâ yıkıntısı.
NUL
f. Kuş gagası.
NU'M
Sürur, neşe, sevinç, neşat.
NU'MAN
(Niam. C.) Dört ayaklı hayvanlar. * Kan. * İmam-ı Azam Hazretlerinin adı. * Şakayık-ı nu'man denen bir lâle çiçeği.
NUMİD
f. (Bak: Nevmid)
NUMRUKA
(C.: Nemarik) Küçük yastık.
NUMUD
(Bak: Nümud)
NUMUDE
f. Gösterilmiş, gözükmüş olan. Nişan verilmiş. (Bak: Nümune)
NUN
Kur'an alfabesinde yirmibeşinci harf. Ebced hesabına göre değeri ellidir. * Divid, kalem. * Kılıcın ağzı. Kılıç. * Çene çukuru. * Balık, semek.
NUN SURESİ
Kur'an-ı Kerim'de 68. sure ve Kur'anda müteşabih ve şifre olan bir harf.(Bütün kalemlerin ve tastir ve kitapların aslı, esası, ezelî me'hazı ve sermedî üstadı Kader'in kalemi ve Nur ve İlm-i Ezelî'nin nuruna işaret eden bir kelimedir. Ş.)
NU'NU
Uzun boylu adam.
NUN-U MÜTEKELLİM-İ MAA-L GAYR
Mütekellim-i maalgayrın "nun" harfi. Fiildeki cemi' sigasındaki nun. (Bak: Mütekellim-i maalgayr)
NUN-U NA'BÜDÜ
(Bak:Na'büdü) (Arkadaş! deki un ifade ettiği cem' ve cemaat; fikri ve kalbi ayık olan musallinin nazarında, sath-ı arzı bir mescid şekline getirir ve bütün mü'minlerden teşekkül etmiş, şarktan garba kadar dizilmiş safları havi o cemaat-i kübra içinde namaz kıldığını ihtar ettirir. M.N.)
NU'NUA
Devenin boyun eti. * Horozun boyun tüyü.
NUR
Aydınlık. Parıltı. Parlaklık. Her çeşit zulmetin zıddı. Işık. * Kur'ân-ı Kerim. İman. İslâmiyet. Peygamber. * Zulmeti def eden, şule, ışık. (Bazılarınca ziya, nurdan daha sağlamdır ve daha hastır. Nur; dünyevî ve uhrevî olmak üzere iki nevidir. Dünyevi olanı da iki çeşittir: Biri: Envar-ı İlâhiyeden intişar eden nurdur. Akıl ve Nur-u Kur'an gibi. İkincisi: Görmekle hissedilir ki, nurlu cisimlerden ibarettir, güneş, ay ve yıldız gibi... Uhrevi nur: $ ilâ âhir.. âyet-i kerimesinde mensus olan nurdur. Nur, âlemin mânen aydınlığına sebep olan Hazret-i Peygamber'e de (A.S.M.) denir. $ âyetinde beyan olunduğu gibi eşyanın hakikatını olduğu gibi beyan eden şeye de "nur" denir. Meşhur bir zata "Nuri" denmiştir; bunun sebebi her ne zaman vaaza ve nasihata başlasa gayb âleminden nurun şimşek gibi parıltısı ona tecelli ederdi. L.R.)
NUR SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 24. Suresinin ismi.
NURAN
Nurlu, parlak.
NURANÎ
Nurlu, ışıklı, nura yakışır, parlak, münevver.
NURANİYYET
Nurlu olanın hali, parlaklık, nurluluk.
NURBAHŞ
f. Işık saçan, aydınlatan, parlatan.
NURCULUK
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri ile Türkiye'de başlayan dinî bir hareket ve faaliyettir. Bu hareketin en mühim istinad noktası, Risale-i Nur namındaki eserlerdir.Risale-i Nur eserleri 1926 - 1949 seneleri arasında yazılmıştır ve Kur'anın bu asra bakan mânevî bir tefsiridir. Bilhassa iman ve İslâm esaslarını ve Kur'anın hikmetlerini izah ve isbat eder.Siyasî ve dünyevî cem'iyetçilikten mücerred; ve aynı eserleri okumaktan doğan mânevî alâkadarlık ile gönüllerde kurulan nur irfan müessesesi mensublarına, yani Risale-i Nur eserlerini okuyanlara: "Risale-i Nur Talebesi"; kısaltılmış şekli ile "Nur Talebesi" veya "Nurcu" denilmektedir.Daha başka bir tarif ile Nurcu : Risale-i Nur Külliyatı'nı okuyanların meydana getirdiği maddîlikten, teşkilâttan, cemiyet kademelerinden mücerred, aynı eserleri okumaktan doğan mânevî alâkadarlıktan ibaret olan ekol mensublarına da Nurcu denmektedir.Risale-i Nur ve Talebeleri, Âlem-i İslâma, hattâ dünyanın her tarafına kadar genişlemiş ve hüsn-ü kabule mazhar olmuştur.Diyanet İşleri Başkanlığının 2.7.1963 tarih, 18746 sayılı yazısına ekli, Müşavere ve Dinî Eserleri İnceleme Kurulu'nun 29.6.1963 tarih, 326 sayılı kararında:"Nurculuk: Bir tarikat veya bir mezheb olmayıp, Said Nursî adındaki zâtın, son zamanlarda yayılma istidadı gösteren dinsizlik cereyanına karşı, Kur'an-ı Kerim âyetlerini ele alarak, Risale-i Nur namıyla yazdığı eserlere izafe edilen bir cereyandır. Adı geçen eserler, imanı fikirlerle birleştirmeye çalışmaktadır." şeklinde beyan edilmiştir.
 
NU'RE
(C.: Near-Nerât) Eşeğin burnuna giren bir cins sinek.
NUREFŞAN
f. Etrafı aydınlatan, nur saçan, ışık veren.
NUR-FEŞAN
(Bak: Nurefşan)
NURİ
Nura mensub, nura ait. * Erkek ismidir.
NUR-İ AYN
f. Göz nuru. * Pek sevgili olan.
NUR-İ ÇEŞM
Göz nuru. Gözün iyi görür olması. * Mc: Saadet.
NUR-İ İMAN
İman nuru. Kur'an ve kâinat hakikatlarının görünmesine ve bulunmasına vesile olan imanın mânevi nuru.
NUR-İ KASD
Kasd ve irâdenin nuru. Kasd ve iradeden gelen parlaklık. Bir istek ve kasıtla yapıldığına âit alâmet ışığı.
NUR-İ MÜBİN
Mübin olan nur. Aşikâr ve açıklayıcı olan ve hak ile batılı ayıran nur. Bilhassa iman ve Kur'an ilminin mânevi nuru.
NUR-İ MÜCESSEM
Çok parlak ve güzel olan. Canlı kılığına girmiş gibi olan nur.
NURİYE
Nura âit, nura mensub. * Kadın ismidir.
NURPAŞ
f. Nur saçan, nur saçıcı.
NURTAL'AT
Nur yüzlü.
NUR-UL ENVÂR
Nurların nuru.
NURUN ALA NUR
Daha âlâ, daha iyi, nur üstüne nur.
NUSAHA
(Nasih. C.) Nasihat edenler, öğüt verenler.
NUSARA
(Nasir. C.) Yardımcılar.
NUSB
(C.: Ensâb) Meşakkat, zahmet, elem. * Zehir, ağu. * Belâ, musibet. * Put, sanem, heykel.
NUSH
Nasihat, ögüt.
NUSHA
(Bak: Nüsha)
NUSRET
(Nusrat) Yardım. Cenab-ı Hakkın yardımı, hususen ruhani muavenet. Zafer, galebe, fetih, üstünlük, başarı, düşmana gâlib olmak.
NUSSA
Saç kırpıntısı.
NUSSAH
(Nâsih. C.) Nasihat edenler, öğüt verenler.
NUSSAR
(Nâsır. C.) Yardımcılar.
NUSU'
Çok beyaz olmak. * Hâlis olmak.
NUSUL
Huruç etmek, çıkmak. * Dühul etmek, girmek. (Ezdaddandır) * (Nasl. C.) Mızrakların uçlarındaki sivri demirler. Temrenler.
NUSUS
(Nass. C.) Nasslar. (Bak: Nass)
NUŞ
f. İçen, içici. * Tatlı şerbet gibi içilecek şey. * Zevk ve safâ.
NUŞA NUŞ
f. İçtikçe içerek, tekrar tekrar içerek, defalarca içerek, içe içe.
NUŞADUR
f. Nişadır.
NUŞDARU
f. Panzehir. * Tiryak. * şarap.
NUŞE
f. şâd ve sevinçli. Mesrur olan.
NUŞENDE
(C.: Nuşendegân) f. İçki içen kimse.
NUŞHAND
f. Tatlı gülüşlü.
NUŞİDEN
İçmek mastarındandır. İçen ve içiçi gibi mânâlara gelir.
NUŞİN
f. Lezzetli, tatlı.
NUŞİRVAN
İran'da Milâdi (531 - 579) tarihleri arasında hükümdarlık etmiş Sâsâni padişahı olup adâlet ve doğruluğu ile meşhur olmuştur.
NUTFE
(C.: Nütef) Parmak ile yolunan şey.
NUTFE
Duru ve sâfi su. * Meni. Rahimde iki yarım ve ayrı cinsten hücrelerin birleşmişi. * Taşmış, dökülmüş su. * Deniz.
NUTÎ
(C.: Nevâti) Gemici.
NUTK
(Nutuk) Söyleyiş, söyleme kabiliyeti, konuşma, hitabet. * Dervişlerce büyüklerin manzum sözleri.
NUTK-U İFTİTAHÎ
Açış nutku.
NUTU'
(Nat'. C.) Meşinden yapılmış döşekler. * Sofra bezleri.
NUTUF
(Nutfe. C.) Nutfeler, dölsuları, spermalar.
NUTUH
Boynuzuyla vuran davar.
NUUMET
Yumuşaklık.
NUUT
(Na't. C.) Vasıflar, keyfiyetler, umuma şâmil sıfatlar. * Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm hakkındaki medhiyeler.
NUYAN
f. Şehzâde. Pâdişah oğlu.
NU'Z
Hicaz'da yetişen misvak ağacı.
NUZAR
Altın. * Her nesnenin hâlisi ve iyisi. * Necid diyârında yetişen bir ağacın adıdır, ondan tas ve kâse yaparlar.NUZC $ (Nazc) Yemişin tam olarak yetişmesi, olgunlaşması. * Etin kemikten dökülür derece pişmesi.
NUZERA
(Nazir. C.) Akranlar, eşler.
NUZUB (NAZAB)
Sinmek. * Iraklık, uzaklık. * Suyun, toprak tarafından emilmesi.
NÜAME
Eksen. Çark veya çıkrık ortasındaki mihver.
NÜAMÎ
Güney rüzgârı.
NÜANS
Fr. İnce fark.
NÜAS
Uyuklama, uyku gelip basma. * Hislere ârız olan uyuşukluk ve fütur. Pineklemek.
NÜASÎ
Uyuklama ile ilgili.
NÜBAH
Havlama.
NÜBEA
(Nebi. C.) Nebiler, peygamberler.
NÜBELE
(C.: Nübel) İstincâ taşı. * Kesek parçası.
NÜBLE
İhsan, atiyye. Fazl.
NÜBTA
Atın kolanı veya karnı altında olan beyazlık.
NÜBU'
Suyun, yerden çıkıp akması.
NÜBUB
Bitmek.
NÜBUT
Suyun, yerden çıkıp akması.
NÜBÜVVET
(Nebi. den) Peygamberlik, nebi olmak, nebilik. Allah'ın (C.C.) emriyle vazifeli olarak insanları doğru yola çağırmak. (Bak: Muhammed (A.S.M.) - Resül)(.... Hem mâdem nev-i beşerde Nübüvvet vardır. Ve yüzbinler zât -Nübüvvet dâva edip mu'cize gösterenler - gelip geçmişler. Elbette umumun fevkinde bir kat'iyyet ile Nübüvvet-i Ahmediye (A.S.M.) sabittir. Çünkü İsa (A.S.) ve Musa (A.S.) gibi umum resüllere nebi dedirten ve risâletlerine medar olan delâil ve evsâf ve vazifeler ve ümmetlerine karşı muameleler, Resül-i Ekrem'de (A.S.M.) daha ekmel, daha câmi bir surette mevcuddur... M.)(Enbiya-yı Sâlifinde nübüvvete medar ve esas tutulan noktalar ve onların ümmetleriyle olan muâmeleleri hakkında yalnız zaman ve mekânın tesiriyle bazı hususat müstesnâ olmak şartiyle yapılacak tam bir teftiş ve kontrol neticesinde Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmda daha ekmel, daha yüksek bulunmakta olduğu tahakkuk eder. Binaenaleyh nübüvvet mertebesine nâil olanların hey'et-i mecmuası mu'cizeleriyle vesair ahvalleriyle, lisan-ı hal ve kal ile nev-i beşerin sinni kemâle geldiğinde Üstad-ül beşer ünvânını taşıyan Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sıdk-ı nübüvvetine ilân-ı şehadet etmişlerdir. O Hazret de (A.S.M.) bütün mu'cizeleriyle Saniin vücub ve vahdetini nurlu bir bürhan olarak âleme ilân etmiştir. O Zat'ın (A.S.M.) ahvâl ve harekâtı birer birer yani tek tek O'nun sıdk ve hakkaniyetini gösterirse hey'et-i mecmuası O'nun sıdk-ı nübüvvetine öyle bir delil olur ki; şeytanları bile tasdike mecbur eder.İ.İ.)(Bil ki nev-i beşerde nübüvvet, beşerdeki hayır ve kemâlâtın fezlekesi ve esasıdır. Din-i hak saadetin fihristesidir. İman bir hüsn-ü münezzeh ve mücerreddir. Madem şu âlemde parlak bir hüsün, geniş ve yüksek bir feyiz, zâhir bir hak, fâik bir kemâl görünüyor. Bilbedâhe hak ve hakikat, Nübüvvet içindedir ve nebiler elindedir. Dalâlet, şer ve hasâret, onun muhâlifindedir... M.N.)
NÜBÜVVET DA'VA ETMEK
Peygamber olduğunu bildirip doğruluğunu isbat için deliller göstermek, peygamberliğini ileri sürmek.
NÜBÜVVET-PENAH
Peygamber, nebi. Nübüvvet kendisine istinad eden zât.
 
NÜC'A
Otlu yer istemek.
NÜCEBA
(Necib. C.) Necib kimseler. Nesli, soyu sopu temiz ve pâk olan kişiler.
NÜCEBE
Lütuf ve keremi çok olan. Cömert insan.
NÜCEYM
Yıldızcık. Küçük parıltısı olan. Küçük yıldız.
NÜCH (NECÂH)
Zafer bulmak. Hâlâs olmak. Kurtulmak. İhtiyaçlarını giderip zafer bulmak.
NÜCME
Bir ot cinsi.
NÜCU'
Yemeğin hazmolup sindirilmesi. * Eser yapmak. * Duhul etmek, girmek.
NÜCUM
(Necm. C.) Yıldızlar.
NÜCUM
Tulu' etmek, doğmak. * Görünmek, zuhur etmek.
NÜCUMÎ
Yıldızlarla ilgili. * Yıldızlarla uğraşan.
NÜCUM-PEREST
f. Yıldıza tapanlar.
NÜCUM-U SÂKIBE
Işığıyla karanlığı delip geçen yıldızlar.
NÜCUM-U SEYYARE
Seyyar, gezici yıldızlar.
NÜDA
(C.: Endâ-Endiye) Yağmur. * Boğaz ıslatıcı nesne. * Çiy, rutubet. * Atâ, bahşiş. * Sesin uzaklara gitmesi.
NÜDBE
Ölen bir kimsenin iyilikleri, mehasini sayılarak ağlamak.
NÜD'E
Mal çokluğu. * Kavs-i kuzeh. Gökkuşağı. * Et köpüğünün üstü. * İç yağı.
NÜDEMA
(Nedim. C.) Nedimler.
NÜDFE
Atılmış az nesne. * Sağılmış az süt.
NÜDGA
Tırnak sonunda olan beyazlık.
NÜDHA
Genişlik, vüs'at.
NÜDUB
(Nedebe. C.) Yara izleri, nedbeler.
NÜFASE
Diş arasında kalan yemek parçası.
NÜFAZ (NÜFÂZE)
Ağaçtan veya başka birşeyden silkmekten ve hareket ettirmekten dolayı düşen nesne.
NÜF'E
(C.: Nifâ) Seyrek ve dağınık olan ot.
NÜFESA
Loğusa kadın.
NÜFFAHA
(C.: Nefehâ) Suyun üstünde olan kabarcığı.
NÜFHA
Yüce beyaz tepe.
NÜFTURE
(C.: Nefâtir) Müteferrik, dağılmış ot.
NÜFUK
Helâk olmak.
NÜFUR
Ürküp kaçma, dağılma, firar etme. * İntikal etme. * Hacıların Mina'dan Mekke'ye doğru gitmeleri.
NÜFUS
(Nefs. C.) Nefisler, canlar, şahıslar.
NÜFUS-U SEB'A
1- Nefs-i emmare, 2- Nefs-i levvame, 3- Nefs-i mülhime, 4- Nefs-i mutmainne, 5- Nefs-i râdiye, 6- Nefs-i mardiyye, 7- Nefs-i sâfiye. (Bak: Nefs)
NÜFUŞ (NEFÂŞ)
Yabana yayılmak. * Davarların geceleyin yayılıp çobansız otlamaları.
NÜFUZ
Sözü geçer olmak, sözü dinlenmek. * Vücudundan işleyip geçmek. İçine alan.
NÜFZ
Arka ve kürek eti.
NÜFZA
Bir yere saçılmış veya dökülmüş olan kan.
NÜGAK (NAGİK)
Çobanın koyuna çağırıp haykırması.
NÜH
f. Dokuz.
NÜHA
Yüksek olmak. * Miktar. * Bir kimse hakkında olan yasak ve men.
NÜHAB
Deve öksürüğü.
NÜHAK
Eşek anırtısı.
NÜHALE
Kepek.
NÜHAM
Bir kuş cinsi.
NÜHAME
Tükrük.
NÜHAS
Bakır. * Duman. (Bak: Nuhâs)
NÜHAT
Mağrur ve kibirli kimse. Kendini beğenmiş insan.
NÜHATE
Yonga. Talaş.
NÜHAZ
Deve öksürüğü. * Devenin göğsünde olan bir hastalık.
NÜHAZ
Yokuş. * Güç yer.
NÜHBE
(C.: Nuheb) Her nesnenin iyisi.
NÜHBE
Gadapla ve kahirle cebren alınan mal.
NÜHBUR
(C.: Nehâbir) Kum yığını.
NÜHS
Dağ.
NÜHS
Kuş ismi.
NÜHU'
Kusmak.
NÜHUD
Atın iri gövdeli olması.
NÜHUD
(Nühuz) Kalkmak, kıyam etmek, yerinden yükselmek. * Şiddetle muharebe etmek.
NÜHUL
Arık, zayıf olmak. * Arılar. Bal arıları. (Bak: Nuhul)
NÜHUR
Ayların evvelleri.
NÜHUR
f. Göz, basar, ayn.
NÜHUR
Akarsular, nehirler, ırmaklar.
NÜHUR
(Nahr. C.) Kurbanlar.
NÜHUSET
Yaramazlık, uğursuzluk. (Mübârek'in zıddı)
NÜHUST
f. İlk gelen, evvel doğan, evvelki olan.
NÜHUZ
Hareket etme, deprenip kalkma.
NÜHÜFT
f. Saklı, gizli.
NÜHÜFTE
f. Saklı, gizli.
NÜHÜFTEGÎ
f. Gizlilik, saklılık.
NÜHÜM
f. Dokuzuncu.
NÜHÜVE
(Et) çiğ olmak.
NÜHYE
(C.: Nühâ) Akıl. * Gayet. Son.
NÜHZA
Devenin göğsünde olan bir hastalık.
NÜHZE
Fırsat.
NÜKAF
Deveyi öldüren bir verem.
NÜKAH
Tatlı soğuk su.
NÜKAS
Devenin dudağında olan bir hastalık.
NÜKAT
(Bak: Nikât- Nüket)
NÜKET
(Nükte. C.) Nükteler. Herkesin anlayamıyacağı ince mânâlı ve zarif sözler.
NÜKHET
Râyiha. Ağız kokusu. * Günahlı sözler. Hoş olmayan günah olan söz, kelime.
NÜKKE
Zayıflıktan dolayı sesi çıkmayan deve.
NÜKR
Anlayışı, fikri, ferâseti iyi olmak. * Zorluk. * İnkâr.
NÜKRE
Bilinmezlik. * Zorluk, güçlük. * Kabile ismi.
NÜKS
Hastalığın geri dönmesi, depreşmesi.
NÜKTE
İnce mânalı söz, idraki ve anlaşılması nezâket ve zarifliğe dayanan nazik husus. İbarenin asıl mânasından başka olan nazik ve lâtif mânâ, dikkatle anlaşılabilen ince mânâ. * Yere ağaçla vurup eser bırakmak.
NÜKTE-ÂMİZ
f. Nükte karıştıran.
NÜKTEBÎN
f. İnceliği gören, nükteyi anlıyabilen. Kavrayışlı, anlayışlı, zeki.
NÜKTEDÂN
f. Nükte bilen. İnce ve zarif kimse.
NÜKTEDÂNÎ
Nüktecilik, nüktedanlık.
NÜKTEDÂR
f. Nükteli söz söyleyen. Nükteli konuşan.
NÜKTEGU
f. Nükteli konuşan, nükteli söz söyleyen.
NÜKTEGUYÎ
f. Nükteli konuşma. Nükteli söz söyleme.
NÜKTEPERDAZ
(C.: Nükteperdâzân) f. Nükteli söz söyleyen, nükteli konuşan.
NÜKTEPİRA
f. Nükteye süs veren.
NÜKTESENC
(C.: Nüktesencân) f. Nükteyi değerlendiren. Nükteden anlayan. Nükteyi yerinde kullanan.
 
NÜKTEVER
f. Nükteyi anlamakta mâhir olan, nükte bilen.
NÜKU'
Kısa boylu kadın.
NÜKUB
Rücu' etmek, geri dönmek. * Udul etmek, ayrılmak. * (Nekbet. C.) Tâlihsizlikler, şanssızlıklar. Felâketler, musibetler, düşkünlükler.
NÜKUL
Vazgeçme, geri dönme, cayma.
NÜKUS
Ardına dönmek.
NÜLK
Alıç adı verilen dağ yemişi.
NÜMA
f. Gösteren veya gözüken mânasında olup, birleşik kelimeler yapılır.
NÜMAYAN
f. Görünen, aşikâr olan, gözükücü olan. Parlayan.
NÜMAYANTER
f. Fazla görünen, en çok görünen.
NÜMAYENDE
f. Gösterici.
NÜMAYİŞ
.f Görünüş, gösteriş, dış görünüş. Gösteri.
NÜMAYİŞGÂH
f. Gösteri yeri.
NÜMAYİŞKÂR
f. Gösterişli.
NÜMRUK (NÜMRUKA)
(C.: Nemârık-Nemârıka) Yüz yastığı.
NÜMUD
f. Gösteren, görünen, benzeyen.
NÜMUDAR
f. Görünen. * Nümune, örnek.
NÜMUDE
f. Görünmüş, gösterilmiş, gözükmüş.
NÜMUN
f. Gösteren, benzer, müşabih olan.
NÜMUNE
f. Örnek, misâl, misal olarak gösterilen. Düstur ve misâl olacak şey.
NÜMUNEHANE
f. Nümunelik şeylerin konulduğu yer. * Müze.
NÜMUNE-İ İMTİSAL
Örnek tutulacak şey.
NÜMUR
(Nimr. C.) Kaplanlar.
NÜMUZEC
Enmuzec. Örnek, nümune, misal.
NÜMÜVV
Bereketlenip artmak. * (Canlılarda) büyümek, yetişmek, gelişmek.
NÜMÜVV-Ü TABİÎ
Normal şartlar altında büyüyüp gelişme.
NÜMY
Pul.
NÜSAFE
Buğdaydan ayrılan saman.
NÜSAH
Nüshalar, sahifeler, yazılı şeyler.
NÜSAL
Hayvandan dökülen tüyler.
NÜSARE
Saçılan şey. * Yemek döküntüsü.
NÜSHA
(C.: Nüsah) Yazılı şey. Yazılı bir şeyden çıkarılan suret. * Muska, duâlı kâğıt. * Gazete ve dergilerde (sayı).
NÜSHA-İ KÜBRA
Büyük sahife. Kâinat, dünya, çok manayı ifade eden âlem.
NÜSHA-İ SUĞRA
Küçük sahife, küçük nüsha. Küçük mâna ifade eden, küçük mahluk, âlemin küçük bir nüshası mânasında insan.
NÜSHATEYN
İki nüsha.
NÜSU'
Diş etlerinin sıyrılarak dişlerin meydana çıkması.
NÜSUL
Tüy dökme.
NÜSUR
(Nesr. C.) Kartallar. Akbabalar (kuş).
NÜSUR
(Nesr. C.) Nesirler, manzum olmayan yazılar. Dağıtmalar. * Çok çocuk doğuran kadın.
NÜSÜK
(Nüsk) Allah için ibadet etmek.
NÜSÜSE
Kurumak.
NÜŞAB
(Nüşabe. C.) Oklar. Temrenli oklar.
NÜŞABE
(C.: Nüşab) Ok. Temrenli ok.
NÜŞAFE
Sütü sağdıklarında üzerine gelen köpük.
NÜŞARE
Kesilen ağaçtan dökülen talaş, yonga.
NÜŞBE
Sırnaşık. Ciddi olmayan adam.
NÜŞHAR
f. Geviş.
NÜŞK
Buruna birşey koymak. * Koklamak.
NÜŞKA
Davarın boynuna takılan ip.
NÜŞRE
Sihir, efsun.
NÜŞU'
İlâç içirmek.
NÜŞUB
Dühul etmek, girmek, dâhil olmak. * İlgilendirmek, alâkalandırmak, taalluk etmek.
NÜŞUH
Az miktar su.
NÜŞUK
Buruna çekilen ilâç, toz, enfiye vs. * Buruna çekme.
NÜŞUR
Neşirler. * Yaymalar, dağıtmalar. * Öldükten sonraki dirilmeler.(Nüşur, neşir gibi bâzan müteaddi, bâzan lâzım olur. Müteaddi olursa bir şeyi açıp yaymak mânasına gelir ki, lisanımızda neşr ve neşriyat ve menşur bu mânadandır. Bunun lâzımına intişar denilir, lâzım oldukları zaman ise ölmüş bir şeyin dirilip kalkması mânasınadır ki, Kur'anda nüşur, ekseriyetle bu mânayadır. (E.T.)
NÜŞUS (NEŞS)
Yüksek olmak, yücelmek. * Nefret etmek.
NÜŞUT
Tohumun baş vermesi, uç göstermesi.
NÜŞUTA
Devenin ayağındaki ilmikli düğüm. (İcabına göre çekip uzatılarak çözülür.)
NÜŞUZ
Yüksek olmak, yücelmek. * Kadının, erkeğinden kaçıp nefret etmesi.
NÜŞUZE
Kadının, kocasından nefret edip kaçması. * Fık: Kocasına karşı üstünlük iddia eden kadın.
NÜTAC
Doğurmak. * Gebe devenin karnındaki yükü.
NÜTU
Yumru, çıkıntı. * Yumruluk.
NÜTUC
Doğurucu hayvan. * Doğurması yakın olan.
NÜUB
Seri seyir.
NÜUME
Yumuşaklık.
NÜUT
(Bak: Nuut)
NÜÜTÎ
(C.: Nevat) Gemi reisi, kaptan.
NÜV'
Açlık.
NÜVAH
Ölü için sesle ağlama.
NÜVAHT
f. Çalgı çalma.
NÜVAT
(Nüve. C.) Nüveler, çekirdekler.
NÜVATÎ
(C.: Nüvâta) Gemici, mellah.
NÜVAZ
f. "Okşayıcı, taltif edici, iyi edici" mânâsına kelimenin sonuna gelebilir.
NÜVB
Bir siyahi kabile adı. * Bal arısı sürüsü.
NÜVBE
Yetişmek. * Siyahi bir kabile.
NÜVE
Çekirdek, asıl, menba. (Sayısız hatemlerden canlı mahlukata vaz' edilen hayat hâtemine bakınız. Evet canlı bir mahluk, câmiiyeti itibariyle kâinata küçük bir misaldir. Şecere-i âleme güzel ve tatlı bir meyvedir. Kevn ve vücuda bir nüvedir ki; Cenab-ı Hak o nüvede pek çok âlemlerin örneklerini dercetmiştir. Sanki o zihayat, gayet hakîmane muayyen nizamlar ile bütün vücutlardan sağılmış bir katre veya bir noktadır. Bu itibarla bir zihayatı halketmek, bütün kâinatı yed-i tasarrufuna alan Cenab-ı Hak'tan maada hiçbir şeye isnad edilemez. M.N.)
NÜVEYT
Çekirdekçik.
NÜVİD
f. Müjde, beşaret. Hayırlı haberlerle tebşir.
NÜVİD-İ VASL
(Nevid-i vasl) Kavuşma müjdesi.
NÜVİS
f. Yazan, yazıcı.
NÜVİSENDE
f. Yazıcı, kâtib.
NÜVİŞT
f. Yazılı, yazılmış. * Mektub.
NÜVNE
Çene çukuru.
NÜVRE
Alçı taşı. * Kireçten yapılan.
NÜVVAR
(C.: Nevâre) Ağaç çiçeği.
NÜY'E
Ham ve çiğ olmak.
NÜYUB
(Nâb. C.) Azı dişleri.
NÜZ'
Erkek ister kösnek davar.
NÜZA
Koyunda olan öldürücü bir hastalık.
NÜZERA
(Nezir. C.) Doğru yola getirmek için korkutmalar.
NÜZFE
(C.: Nüzüf) Az miktar, cüz'î.
NÜZHET
f. İç açıklığı, safa, eğlenme, gönül ferahlığı. * Temizlik, paklık. * Karışık, bulaşık ve kalabalık yerlerden uzak olmak. Buud.
NÜZHET-EFZÂ
f. Eğlenceli ve gönül açacak yer.
NÜZHET-FEZÂ
(Bak: Nüzhet-efza)
NÜZHET-GÂH
Seyir yeri, gezinti, eğlence yeri.
NÜZHET-PEZİR
f. Safa ve neşe bulmuş olan.
NÜZL
(C.: Enzâl) Konak yeri. * Misafir için hazırlanan yemek.
NÜZU'
Çekilmiş. * Su çeken deve.
NÜZUL
İniş, inmek, aşağı inmek, konaklamak. * Nüzül, felç hastalığı. * Hacıların Mina'ya gelip konaklamaları.
NÜZUL-İ SEFİNE
Geminin denize inişi.
NÜZUR
Korkutmak.
NÜZUR
(Nezir.C.) Nezirler, adaklar. (Bak: Nezr)
NÜZÜ' (NEZ')
İfsad etmek, bozmak, aldatmak, yaramaz nesneye kandırmak.
NÜZZAR
(Nâzır. C.) Bakanlar. Nâzırlar.
 
Geri
Top