Osmanlıcada ''R''ile başlayan kelimelerin anlamları

RİHVE
(Ruhve) Rehâvetli, gevşek. * Tecvidde: Harf sükun ile söylenirken sesin akması hâli.
RİHVE-İ MECHURE HARFLERİ
Dad, zı, zel, gayın, ze, vav, yâ, elif.
RİHVE-İ MEHMUSE HARFLERİ
Fe, ha, se, he, şın, hı, sad, sin Bu harflerde sesin kemâli ile nefes birlikte akar. Rehavet ve hems sıfatı, zayıf sıfatlardır, bunun için rehavet sesin kâmilen akmasını, hems de nefesin kâmilen akmasını icabettirir.
RİK
Salya. Ağız suyu.
RİKAB
(Rakabe. C.) Boyunduruk altında olanlar. Kullar, köleler. * Boyun, ense kökü.
RİKÂB
Özengi. * Büyük bir kimsenin huzuru, önü, makamı.
RİKÂBDAR
Padişahların atla bir yere gidişleri sırasında özengiyi tutmak suretiyle ata binip inmelerine yardım eden kişi.
RİKÂBÎ
Binici, binen.
RİKASE
Davar bağlanan yer.
RİKAZ
Yer altında bulunan madenler. * Câhiliyet zamanından kalmış gömülü mal.
RİKBE
(C.: Rikeb-Rekebât) Diz. (Diz, insanın ayaklarında olur; dört ayaklının ön ayaklarında olur.)
RİKK
(C.: Rikâk-Rekâik) Yağmur çisintisi.
RİKK
Kulluk, ubudiyet. * Ist: Esir olmuş, hürriyetini kaybetmiş olan ehl-i harb. * Yufka, yumuşak nesne.
RİKKAT
Acıma, incelik, yufka yüreklilik. Yumuşaklık.
RİKKAT-ÂMİZ
Acıma veren, kalbe hüzün verecek olan, acındıran.
RİKKAT-ÂVER
f. Acıma ve merhamet uyandıran.
RİKKAT-ENGİZ
f. Acıklı.
RİKKAT-İ CİNSİYE
Cinsi şefkat. İnsanın kendi cinsinden olana acıması.
RİKKAT-İ KALB
Kalb rikkati, kalb yufkalığı.
RİKKAT-YÂB
f. Acıyan, merhamet eden.
RİKS
Adam topluluğu. * Pis, necis.
RİKZ
Gizli söz.
RİM
(C.: Arâyim) Beyaz geyik.
RİM
f. İrin.
RİMA
Atmak. * Atışmak. * Bırakmak.
RİMAH
(Rumh. C.) Mızraklar, kargılar, süngüler.
RİMAHA (REMUH)
Tepici davar, tepen davar.
RİMAHAT
Mızrakçılık sanatı.
RİMAK
Nifak, ayrılık. * Darlık.
RİMAL
(Reml. C.) Kumlar.
Rİ'MAM
Sevmek.
RİMAN
Eğilip meyletmek.
RİMAYET
Ok, gülle, kurşun gibi şeyleri atmada mâhir olma. Atıcılık.
RİMDİDA'
Gül.
RİME
f. Çapak.
RİME-İ ÇEŞM
Göz çapağı.
RİMM
(Rimme) Çürümüş kemik. Kemik çürümesi. * Yer. * Çok mal.
RİMME
(C.: Rimem-Rimâm) Çürümüş kemik.
RİMNAK
f. Murdar, pis. * İrinli.
RİMS
Devenin yediği otlardan ekşi cins bir ot. * Islah etmek, düzeltmek.
RİND
f. Kalender. Aldırışsız, dünya işlerini hoş gören. * Laübali meşreb feylesof. * Bâtını irfan ile müzeyyen olduğu halde zâhiri sâde görünen hakîm. Dış görünüşü laübali olduğu halde, aslında kâmil olan kimse.
RİNDÂN
f. Kalenderlik. * Rindler.
RİNDÎ
f. Kalenderlik, rindlik, aldırışsızlık.
RİR
Fâsid, bozuk, yaramaz.
RİS
f. Öfke, gazab, gayz.
RİSAİL
(Bak: Resail)
RİSALE
Mektub. * Bir ilme dair yazılmış küçük kitap. * Haber göndermek. * Elçinin götürdüğü mektub, name. * Fık: Bir kimsenin sözünü veya emrini başka birisine tebliğ etmek.
RİSALE-İ NUR
f. Nurun Risalesi. Kur'an'dan alınan âyetlerin tefsiri ile tahkikî iman dersi veren kitap. Büyük mücahid Bediüzzaman Hazretlerinin eserleri.(Risale-i Nur'un vazifesi:... Hayat-ı ebediyeyi mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi de dehşetli bir zehire çeviren küfr-ü mutlaka karşı, imanî olan hakikatlarla, gayet kat'i ve en mütemerrid zındık feylesofları dahi imana getiren kuvvetli bürhanlarla Kur'ana hizmet etmektir. Ş.)
RİSALET
Birisini bir vazife ile bir yere göndermek. * Peygamberlik. Büyük kitapla gelen peygamberlik. * Elçilik.
RİSALET-PENAH
Risaletin kendine istinad ettiği Hazret-i Muhammed (A.S.M.). (Risalet-meab da denir)
RİSALET-ÜN NUR
Risale-i Nur tabirinin Arapçası. (Bak: Risale-i Nur)
RİSAR
(C.: Ravâsır) Reçel. * Turşu.
RİSDE
İnsan cemaatı, insan topluluğu.
RİSE
Miras yemek.
RİSL
Vakar, ciddiyet, sekinet. * Sabır.
RİSM
Kırmak. * Bulaştırmak.
RİSMAN
f. İp, halat.
RİSMAN-BÂZ
f. İp oynayan. * Mc: Cambaz.
RİŞ
f. Yara. * Yaralı. * Tüy. Kıl. Kuş kanadı. * Sakal.
RİŞ (RİYÂŞ)
Çok pahalı elbise.
RİŞA
(Rişvet. C.) Rüşvetler.
RİŞA'
(C.: Erşiye) Kuyudan su çekmekte kullanılan urgan. * Menazil-i Kamer'den "Balık karnı" dedikleri menzilin adı.
RİŞAŞ(E)
Döküntü, serpinti.
RİŞBÜZ
f. Keçi sakalı gibi sivri olan sakal.
RİŞDAR
f. Sakallı.
RİŞDET
Doğruluk, dürüstlük. Temizlik.
RİŞE
Saçak, püskül.
RİŞE-GİR
f. Kökleşmiş, kök tutmuş.
RİŞHAND
f. Bıyık altından gülme. Alay.
RİŞSAZ
f. Cerrah.
RİŞTAB
f. Kıvırcık saç ve sakal.
RİŞTE
f. Tel, iplik, hayt.
RİŞTE-FÜRUŞ
f. İplik satan. İplikçi.
RİŞTE-İ HÜRMET
Sevgi, hürmet bağı.
RİŞVET
Bir işi yapmak veya bitirmek için haksız yere alınan mal veya para. (Bak: Rüşvet)
RİŞVET-HÂR
f. Rüşvet yiyen.
RİTAM
(Retime. C.) Bir şeyi hatırlayabilmek için parmağa bağlanan iplikler.
RİTİC
Çıkmaz yol. Yasak olan şey. Haram.
RİTL
(Retl) Hoş, lâtif, pâkize şey.
RİTM
(Reythme) Fr. Mısra ve cümlelerdeki ses uygunluğundan gelen iç âhengi. Duygunun ses hâline gelişi. * Müvazeneli ve tenasüblü hareket.
RİTMİK
Ölçülü, âhenkli.
RİV
f. Hile, düzen.
RİVA
(Reyyân. C.) Suya kanmış olanlar.
RİVA'
(C.: Erviye) Deve üstünde yük bağlanılan ip.
RİVAD
Talep etmek, istemek, arzulamak.
RİVAK
(Bak: Revak)
RİVAYAT
(Rivâyet. C.) Rivayetler.
RİVAYET
Hikâye edilen hâdise veya söz. * Bir hâdisenin başkalarına anlatılması. * Peygamberimiz'den (A.S.M.) işittiklerini veya sahabeden duyduklarını birisinin başkasına anlatması. * Kuyudan halk için su çekmek.(Eğer denilse : Resül-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın her hal ve hareketini kemal-i ihtimam ile Sahabeler muhafaza ederek nakletmişler. Böyle mu'cizat-ı azime, neden on-yirmi tarik ile geliyor? Yüz tarik ile gelmeli idi. Hem neden Hazret-i Enes, Câbir, Ebu Hüreyre'den çok geliyor; Hazret-i Ebu Bekir ve Ömer az rivayet ediyor?Elcevab: Nasılki insan, bir ilâca muhtaç olsa, bir tabibe gider; hendese için mühendise gider, mühendisten nakleder; mes'ele-i şer'iyye, müftüden haber alınır ve hâkezâ.. Öyle de, sahabe içinde, ehadis-i Nebeviyeyi, gelecek asırlara ders vermek için, ulemâ-i sahabeden bir kısım, ona mânen muvazzaf idiler. Bütün kuvvetleriyle ona çalışıyorlardı. Evet Hazret-i Ebu Hüreyre, bütün hayatını, hadisin hıfzına vermiş; Hazret-i Ömer, siyaset âlemiyle ve hilafet-i kübra ile meşgul imiş. Onun için, ehâdisi, ümmete ders vermek için, Ebu Hüreyre ve Enes ve Câbir gibi zatlara itimad edip; ondan, rivayeti az ederdi. Hem mâdem sıddık, saduk, sâdık ve musaddak bir sahabenin meşhur bir namdarı, bir tarik ile bir hâdiseyi haber verse; yeter denilir, başkasının nakline ihtiyaç da kalmaz. Onun için bâzı mühim hâdiseler, iki-üç tarik ile geliyor. M.)
RİVAYET-İ SÂDIKA
Senet ve delillerle sâbit, şüphesiz, doğru rivâyet.
RİVAYETKERDE
f. Söylenilen. Rivayet edilen.
Rİ'Y
Hey'et. * Güzel halet, iyi hal. * Güzel elbise.
RİYA
Özü sözü bir olmamak. İnandığı gibi hareket etmeyiş. İki yüzlülük etmek. Gösteriş için yapılan hareket. (Bak: İhlâs)
RİYAD
Ot aramak.
RİYAH
(Rih. C.) Rüzgârlar, yeller. * Letaif ve in'amlar. * Mc: Galebe, kuvvet, rahmet, devlet. * Mazarrat.
RİYAKÂR
Riya eden. Adam kandırmak için yalan söyleyen. Sahte iş yapan. İki yüzlü.
RİYAKÂRÂNE
f. İkiyüzlülükle. Riyakârlıkla.
RİYASET
Reislik. Bir işi idarede başta bulunmak. Başkanlık.
RİYASETPENAH
f. Başkanlık makamında bulunan. Başkanlık eden, başkan olan. Reislik yapan.
RİYAZ
(Ravza. C.) Bahçeler. Ağaçlık, çimenlik yerler. Yeşil bahçeler.
RİYAZAT
(Riyazet. C.) Nefsi terbiye maksadıyla az gıda ile geçinmek, nefsini hevesattan men' ile faydalı fikir ve işle meşgul olmak.
 
RİYAZET
Nefsi kırma. Fani şeylerden nefsini çekerek kanaat içinde yaşamak. * Bir hastalıktan dolayı veya nefsini terbiye maksadıyla çok yemek ve içmeyi terkederek faydalı fikirlerle, ibadet ve ilimle meşgul olmak. Az gıda ile yaşamak. * İdman.
RİYAZET-İ BEDENİYE
Cimnastik. Bedenî riyazet.
RİYAZ-I CENNET
Cennet bahçeleri.
RİYAZİ
Hesap ve hendeseye dair. Matematiğe dair.
RİYAZİYAT
Matematik ilmi, hesap-hendese ilmi. Aritmetik-geometri.
RİYAZİYAT-I ÂLİYE
Yüksek matematik.
RİYAZİYE
Hesap ilmi. Matematik bilgisi. Hesapla alâkalı. * Bir yazı çeşidi.
RİYAZİYYUN
(Riyazî. C.) Matematik âlimleri.
Rİ'YE
(C.: Riin) Sihir.
RİYEB
(Ribet. C.) Şüpheye düşmeler.
RİZ
f. Döken, saçan, akıtan.
RİZAM
Kabile, kavim, topluluk.
RİZAM
Serkeş adam veya at.
RİZAN
f. Akan, dökülen.
RİZE
f. Döküntü, kırıntı. Ufak parça.
RİZE RİZE
f. Parça parça, ufak ufak.
RİZEÇİN
f. Kırıntı ve döküntü toplayan.
RİZEHÂR
f. Kırıntı ve döküntü yiyen.
RİZEHOR
f. Kırıntı, döküntü yiyen.
RİZİŞ
f. Akış, dökülüş.
RİZME
Esvap koyulan bohça.
RİZNE
Su toplanacak yer.
RİZZ
Gizli ses.
ROBOT
Fr. Elektrikle veya mekanik yollarla hareket ettirilerek çeşitli işler yaptırılabilen otomatik cihaz.
ROL
Fr. Oyun. Sahnede gösterilen oyun hareketlerinden her bir oyuncuya düşen kısım.
ROMAN
Hayalî veya hakiki, kitap halinde yazılmış büyük hikâye. * Eski Roma devletinin diline de Roman denirdi.(Edebsizlenmiş edeb, "müsekkin hem münevvim" hakiki fayda vermez. Tek bir ilâcı bulmuş o da romanları imiş.Kitab gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvat! Meyyit hayat veremez...Hem tiyatro gibi tenasuhvari, mâzi denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevi romanları ile hiç de utanmaz. Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş. Hem insanın yüzüne fâsık bir göz takmış. Dünyaya bir alüfte fistanını giydirmiş. Hüsn-i mücerred tanımaz... Lemaat)
ROMAN-VÂRİ
f. Roman gibi hayalî olabilen. Hakikatla alâkası olmayan veya az olan.
ROMÖRK
Fr. Denizde veya karada başka bir vasıta tarafından çekilen motorsuz taşıt.
ROTA
Vapur ve gemilerde istikamet yolu. Geminin seyir yolu.
ROVELVER
Fr. (Aslı: Revolver-Lüverver) Tabanca. Küçük silâh. Toplu tabanca. Altı patlar denilen, altı mermi alan tabanca.
RÖNTGEN
Röntgen adında bir Alman âliminin 1896' da keşfettiği ışıklar. Bunlar gözle görülmediği halde fotoğraf camına tesir eder, vücuddan, tahta, kâğıt gibi maddelerden bu ışık geçebilir. Bazı hastalıkların teşhis ve tedavisinde de kullanılır. * Vücuddaki iç uzuvların filmini çekmek.
RÖPORTAJ
Fr. Bir gazete muharririnin gördüklerini anlatan yazısı.
RU
f. Olan, biten manalarında birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Hod-ru: Kendiliğinden.
RU'
Kalb, fuad. Kalbde korku ârız olacak yer. * Zihin ve akıl.
RU (RUY)
f. Yüz, cihet. Sebep. Çehre.
RUAF
Burun kanaması.
RUAM
Burun suyu, sümük. * Sakağı (mankafa) hastalığı.
RUAMA
Çekirge çokluğu.
RUAT
(Râî. C.) Çobanlar.
RUB
f. Süpürge. * Süpürme.
RU'B
Korku, havf. Korkudan dolayı iş ve hareketten kesilmek. Korkutmak. * Kesmek. * Sihir, büyü, efsun.
RU'B
Sütün yoğurt olması.
RUB'
Dörtte bir. Bir şeyin dört kısmından bir kısmı.
RUBA
(Bak: Rüba)
RUBAH
(Rubeh) f. Tilki. * Mc: Kurnaz, hilekâr.
RUBAÎ
(Bak: Rübaî)
RUBAÎ-İ MEZİD
Kendisine harf ilâve edilmiş olan aslı dört harfli mastar.
RUBB
Meyva suyu.
RUBBAN
Kaptan.
RUBBE
Gr: Harf-i cerdir, nekre ile beraber olur. Çokluk veya azlığa işaret eder. "Öylesi var ki" mânâsındadır.
RUBBEMA
(Rubbe-mâ) Bâzan, bâzı kere.
RUBEHANE
f. Kurnazca, tilkicesine.
RUBEHÎ
f. Kurnazlık. Tilkilik.
RUBERAH
f. Gitmeğe hazır, yüzü yola doğru.
RUBERU
f. Yüzyüze.
RUBH
Deve yavrusu. * Bir kuşun adı. * İç yağı.
RUB'-I DAİRE
Dairenin dörtte biri.
RUB'-İ MESKÛN
Dünyanın kara olan dörtte bir kısmı.
RUBU'
(Rub'. C.) Dörtte birler. * Metrenin kabulünden evvel ipekli, yünlü, basma ve emsali kumaş, bez ve sairenin ölçülmesinde kullanılan çarşı arşınının kesirlerinden birinin adıdır.
RU'BUB
Zayıf, korkak kişi.
RUBUBİYET
Cenab-ı Hakk'ın her zaman her yerde her mahluka, muhtaç olduğu şeyleri vermesi, terbiye ve tedbir etmesi ve mâlikiyyeti ve besleyiciliği keyfiyyeti. * Artırmak. Ziyade kılmak.(Ey gözleri sağlam ve kalbleri kör olmayan insanlar, bakınız! İnsan âleminde iki daire ve iki levha vardır. Birinci daire: Rububiyyet dairesidir. İkinci daire: Ubudiyyet dairesidir. Birinci levha, hüsn-ü san'attır. İkinci levha ise tefekkür ve istihsandır. Bu iki daire ile iki levha arasındaki münasebete bakınız ki, ubudiyet dâiresi bütün kuvvetiyle rububiyyet dairesi hesabına çalışıyor. Tefekkür, teşekkür, istihsan levhası da bütün işaretleri ile hüsn-ü san'at ve nimet levhasına bakıyor. Bu hakikatı gözün ile gördükten sonra rububiyet ve ubudiyyet dairelerinin reisleri arasında en büyük bir münasebetin bulunmamasına aklınca imkân var mıdır? Ve Sâniin makasıdına kemal-i ihlas ile hizmet eden ubudiyet reisinin Sâni' ile azîm bir münasebatı ve kavi bir intisabı ve o intisab ile her iki daire reisleri arasında bir muârefe ve mükâleme ve alış verişin olmamasına ihtimal var mıdır? Öyle ise, bilbedahe tahakkuk etti ki; Ubudiyyet Reisi, Rububiyyetin hâss mahbub ve makbulüdür. M.N.)
RUBUBİYYET-İ MUTLAKA
Herşeyi kaplayan ve idaresi altına almış olan Allah'ın rububiyeti.(Evet bütün kâinatta hususan zihayatlarda ve bilhassa terbiye ve iaşelerinde her tarafta aynı tarzda ve umulmadık bir surette beraber ve birbiri içinde hakimâne, rahimâne bir dest-i gaybi tarafından olan bir tasarruf-u âmm elbette bir Rububiyyet-i mutlakanın tereşşuhudur ve ziyasıdır ve tahakkukuna bir bürhan-ı kat'îdir. Madem bir Rububiyyet-imutlaka vardır; elbette şirk ve iştirâki kabul etmez. Çünkü, o Rububiyyetin kendi cemâlini izhar ve kemâlâtını ilân ve kıymetli san'atlarını teşhir ve gizli hünerleri göstermek gibi en mühim maksad ve gayeleri cüz'iyyatta ve zihayatta temerküz ve içtimâ' ettiğinden en cüz'i bir şeye ve en küçük bir zihayata kendi başı ile müdahale eden bir şirk, o gayeleri bozar ve o maksatları harab eder. Ve zişuurun yüzlerini o gayelerden ve o gâyeleri irade edenden çevirip esbaba saldığından ve bu vaziyet Rububiyyetin mahiyetine bütün bütün muhâlif ve adavet olduğundan elbette böyle bir Rububiyyet-i mutlaka hiçbir cihetle şirke müsaade etmez. ş.)
RUBUZ
Koyun, sığır, at, katır ve köpeğin ayaklarını büküp yatması. (Yattıkları yere "merbaz" derler)
RUBZ
Her nesnenin ortası. * Bazısı bazısının üzerine sağılmış süt.
RUD
Yavaş yürümek.
RUD
f. Irmak, çay. * Saz teli, saz kirişi. * Kemençe.
RUDA'
Hastalığın insana yine dönmesi. * Gövde ve beden ağrısının her birisi.
RUDAA'
(Radi. C.) Süt emen çocuklar. * Süt kardeşler.
 
RUDAB
Ağızdan akan su.
RUD-AVERD
f. Nehir sularının akarlarken etraftan sürükleyip getirdikleri ağaç, dal gibi şeyler.
RUDBAR
f. Irmak kenarı. * Büyük ırmak.
RUDDA'
(Râdı. C.) Süt emenler.
RUDE
(C.: Rudegân) f. Bağırsak.
RUDHA
Perde, setre.
RUDSAZ
f. Çalgıcı.
RUFSE
Su nöbeti.
RUFUD
(Rifd. C.) Bahşişler.
RUGA'
Sada, ses. * Deve, sırtlan ve deve kuşunun bağırması.
RUGBA'
Rağbet etmek, istemek, arzulamak.
RUGERDAN
f. Yüz döndüren, yüz çeviren.
RUGL
Bir acı ot. * Sünnetsizlik. * Bol olmak, bolluk.
RUH
f. Yanak, yüz, çehre. * Arabçada: Efsânevi bir kuş. (Bak: Ruhsâr)RUH : Can, nefes, canlılık. * Öz, hülâsa, en mühim nokta. * His. * Kur'an. * İsa (A.S.). * Cebrail (A.S.). * Korkmak. (Bak: Vicdan)(Ruh, bir kanun-u zivücud-u haricîdir. Bir namus-u zişuurdur. Sabit ve dâim fıtrî kanunlar gibi, ruh dahi âlem-i emirden, sıfat-ı iradeden gelmiş, kudret ona vücud-u hissî giydirmiştir. Bir seyyale-i lâtifeyi o cevhere sadef etmiştir. Mevcud ruh, mâkul kanunun kardeşidir. İkisi hem dâimî, hem âlem-i emirden gelmişlerdir. Şâyet, nevilerdeki kanunlara kudret-i ezeliye bir vücud-u haricî giydirseydi, ruh olurdu. Eğer ruh, şuuru başından indirse yine lâyemut bir kanun olurdu. H.)(Ruha bir derece müşabih ve ikisi de âlem-i emirden ve iradeden geldiklerinden masdar itibariyle ruha bir derece muvafık, fakat yalnız vücud-u hissî olmayan nevilerde hükümran olan kavânine dikkat edilse ve o namuslara bakılsa görünür ki: Eğer o kanun-u emrî, vücud-u haricî giyse idi, o nevilerin birer ruhu olurdu. Halbuki o kanun dâima bakidir. Dâima müstemir, sabittir. Hiçbir tegayyürat ve inkılâbat, o kanunların vahdetine te'sir etmez, bozmaz. Meselâ: Bir incir ağacı ölse, dağılsa; onun ruhu hükmünde olan kanun-u teşekkülâtı, zerre gibi bir çekirdeğinde ölmeyerek baki kalır. İşte madem en âdi ve zaif emrî kanunlar dahi böyle beka ile devam ile alâkadardır. Elbette ruh-u insanî, değil yalnız beka ile, belki ebed-ül âbâd ile alâkadar olmak lâzım gelir. Çünki: Ruh dahi Kur'an'ın nassı ile: $ ferman-ı celili ile âlem-i emirden gelmiş bir kanun-u zişuur ve bir namus-u zihayattır ki: Kudret-i Ezeliyye, ona vücud-u haricî giydirmiş. Demek, nasılki sıfat-ı iradeden ve âlem-i emirden gelen şuursuz kavânin, dâima veya ağleben baki kalıyor. Aynen onların bir nevi kardeşi ve onlar gibi sıfat-ı iradenin tecellisi ve âlem-i emirden gelen ruh, bekaya mazhar olmak daha ziyade kat'idir, lâyıktır. Çünki: Zivücuddur, hakikat-ı hariciye sahibidir. Hem onlardan daha kavidir, daha ulvidir. Çünki: Zişuurdur. Hem onlardan daha daimîdir, daha kıymetdardır. Çünki: Zihayattır. S.)
RUHA
Ferahlık. * Yumuşak rüzgâr.
RUHAM
Mermer.
RUHAMA
(Rahim. C.) Rahim olanlar.
RUHAM-I HÂM
İşlenmemiş mermer.
RUHAMÎ
Mermerden yapılmış. Mermerle ilgili.
RUHANÎ
Cisim olmayıp gözle görülmeyen cin ve melâike gibi bir mahluk. Ruha ait. Ruhtan meydana gelmiş, melek. * Madde ile alâkalı olmayan, mânevi, ruh âlemine mensub olan.
RUHANİYYAT
Madde âleminden başka olan ruh âlemleri, ruhaniler. (Bak: Cinn, Melek)(Şu nihayetsiz feza-yı âlem ve şu muhteşem semavat; burçları ile, yıldızları ile; zişuur, zihayat, ziruhlarla doludur. Nârdan, nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten, havadan, savttan, rayihadan, kelimattan, esirden ve hattâ elektrikten ve sâir seyyâlât-ı lâtifeden halk olunan o zihayat ve o ziruhlara ve o zişuurlara şeriat-ı garra-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm, Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan, "Melâike ve cânn ve ruhaniyattır" der, tesmiye eder. Melâikenin ise, ecsamın muhtelif cinsleri gibi, cinsleri muhteliftir. Evet, elbette bir katre yağmura müekkel olan melek, şemse müekkel meleğin cinsinden değildir. Cin ve ruhaniyat dahi, onların da pek çok ecnas-ı muhtelifeleri vardır. S.)
RUHANİYYET
Yalnız ruhtan ibaret olan şeyin hali. Ölmüş bir kimsenin devam etmekte olan ruhi kuvveti. * Ruhanilik.
RUHANİYYUN
(Ruhanî. C.) Ruh âlemine mensub olanlar. Âlem-i gayba nüfuz eden çok nuraniyet kazanmış zâtlar.
RUHAS
(Ruhsat. C.) İzinler, ruhsatlar, müsaadeler.
RUHASA'
Sıtma teri.
RUHB
Genişlik, vüs'at.
RUH-BAHŞ
f. Ruh veren, ruh bahşeden.
RUHBAN
Korkmak, çekinmek, yılmak. * Rahib, Hristiyan din adamı. (Bak: Rehbaniyyet)(Hâsıl-ı kelâm; biz Kur'an şâkirdleri olan Müslümanlar, bürhana tâbi' oluyoruz. Akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları gibi, ruhbanları taklid için bürhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fennin hükmettiği istikbalde elbette, bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur'an hükmedecek. Hutbe-i Şâmiye)
RUHBANİYET
(Bak: Rehb, Rehbaniyet)
RUHDA'
Sıtma.
RUH-EFZA
f. Cana can katan. Canlılık veren. (Ruhfeza da denir)
RUHÎ
Ruha ait, ruhla ilgili. Ruhça.
RUHİYAT
Ruh ilmi, psikoloji.
RUHLET
Göçüp giden kimseler.
RUHPERVER
f. Ruha ferahlık ve kuvvet veren.
RUHS
Ucuzluk. * Hafif pahalı olmak.
RUHSAR (RUH)
Yanak. Çehre. Yüz.
RUHSAT
(C.: Ruhas-Ruhsat) İzin, müsaade. * Genişlik. * Kolaylık. * Fık: Kulların özürlerine mebni, kendilerine bir suhulet ve müsaade olmak üzere, ikinci derecede meşru' kılınan şeydir. Sefer halinde Ramazan-ı Şerif orucunun tutulmaması gibi. Vuku' bulan ikraha mebni, birisinin malını itlaf etmek de bu kabildendir ki, bu halde bu itlaf hakkında bir ruhsat-ı şer'iyye bulunmuş olur. Bir hâdisede, azîmet ile ruhsat içtima' edince, azîmet tarikını iltizam etmek, bir takva nişanesi sayılır. (Bak: Azîmet)
RUHSÂT
(Ruhsat. C.) Ruhsatlar, müsaadeler, izinler.
RUHSATİYYE
San'at veya ticaret için verilen izin kâğıdı.
RUHSATNAME
f. İzin kağıdı.
RUHSATYÂB
f. İzin ve müsaade alma.
RUH-U REVAN
Ruhun zuhuru. Ruhun ferahlığı. Ruhun akışı.
RUHUD
Etli, besili, şişman, semiz. (Müe: Ruhude)
RUHUL
Binmek için kullanılan deve.
RUHULLAH
Allah'ın emriyle meydana gelen. * İsa Aleyhisselâm'ın bir lakabı.
RUHUM
Esirgemek, korumak, rahmet.
RUH-ÜL EMİN (RUH-ÜL KUDÜS)
Cebrail Aleyhisselâm'ın iki ayrı ismi. Emin ve mukaddes ruh. * Allah'ın ism-i azamı. * İncil. * Kur'an.
RUHVE
(Bak: Rihve)
RUK'A
(C.: Rıka'-Ruka') Kısa mektub. * Üzerine yazı yazılan kâğıt veya deri parçası. * Dilekçe. * Yama.
RUKABA'
(Rakib. C.) Bekçiler.
RUKAD
Uyku, nevm. Uyuma.
RUKAK
Yufka ekmeği.
RUKBA
Muntazır olmak, beklemek. * Bir kimseye, "Ben senden evvel ölürsem bu elbiseler senin olsun, eğer sen evvel ölürsen yine benim olsun" demek.
RUKDE
Uyuma. * Berzah âlemi. (Bak: Rukud)
RUKK
(C.: Rikâk) Yer, arz.
RUKTA
Siyah bir maddenin üzerinde yer yer beyaz beneklerin olması.
RUKUD
Uyuma, nevm.
RUKUM
(Rakam. C.) Rakamlar.
RUKYE
(C.: Rukâ) Duâ, efsun.
RUM
Anadolu. * Osmanlı Devleti ve Arabistan hârici yerler. * Romalı.
RUM SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 30. suresidir. Mekkîdir.
RU-MAL
f. Yer süren.
RUMELİ
Osmanlı İmparatorluğunun Avrupa Kıt'asındaki kısmı.
RUMH
(C.: Rimah-Ermâh) Süngü. Mızrak. Saban kolu. Mc: Fakirlik.
RUMİ
Rumelinden olan, Anadolulu olan. * Rum. Türkiye'de yaşayan Yunanlı.
RUMMAN
Nar. (Bir meyva adı)
RUMUS
(Rems. C.) Mezarlar, kabirler.
RUMUZ
(Remz. C.) İşaretler, remizler, ince nükteler, mânası gizli olan işaretler.
RUMUZÂT
(Rumuz. C.) Remizler, işaretler.
RU-NÜMA
f. Yüz gösteren, meydana çıkan. * Yüz görümlüğü.
RU-NÜMUN
f. Meydana çıkan, yüz gösterici.
RU-PUŞ
f. Yüz örtüsü, peçe. * Yüz örten.
RUSDE
(C.: Risâd) Ziynet, süs.
RUSG
Bilek.
RUSG-ÜL KADEM
Ayak bileği.
RU-SİYAH
f. Kara yüzlü. Ayıbı olan.
 
RUSPİ
Fâhişe, orospu.
RUSTA
f. Köy, karye.
RUSTAÎ
f. Köylü.
RUSTAK
(C.: Resâtik) Köy, karye. Çiftlik.
RUSTAKÎ
Köylü.
RUŞEN
f. Parlak, aydın. Belli, âşikâr.
RUŞENBEYAN
f. Fasih konuşan. Açık ifadeli.
RUŞENDİL
Kalbi nurlanmış. Kâmil ve çok temiz dindar.
RUŞENGİR
Cilâcı, parlatıcı.
RUŞENÎ
f. Açıklık, aydınlık. * Belli olma.
RUŞENZAMİR
Hakikatları bilen. Kalbi, gönlü hakikatlara vakıf olan.
RU-ŞİNAS
f. Bilen, tanıyan.
RU-ŞİNASÎ
f. Aşinâlık, tanırlık.
RUTAB
Hurma.
RUTB
Yaş ot.
RUTEBÎ
Rütbelere ait.
RUTUBE
(C.: Rutebât-Ruteb) Olmuş yaş hurma.
RUTUBET
Yaşlık, nem, ıslaklık. * Havadaki veya yapı içindeki nem.
RUUD
(Ra'd. C.) Gök gürültüleri.
RUUNET
İnsana ağır gelecek hâllerde bulunma. * Sünepelik, bönlük.
RUVAL
Salya.
RUVAT
(Râvi. C.) Hikâye edenler. Rivayet edenler.
RUY
f. Tunç.
RUY
(Bak: Ru)
RUYA
f. Yerden biten (bitki).
RUY-İ DERYA
Denizin yüzü.
RUY-İ HUB
Güzel yüz.
RUY-İ ZEMİN
Yeryüzü.
RUY-İ ZİŞT
Çirkin yüz.
RUYİN
f. Tunç. * Tunçtan.
RUYİN-TEN
f. Güçlü kuvvetli, tunç vücutlu.
RUY-VER
f. Tunçtan.
RUZ
f. Gün, 24 saatlik müddet. * Gündüz.
RU'Z
(C.: Erâz) Okun, demirini sokacak yeri.
RUZ U ŞEB
Gece ve gündüz.
RUZAA'
(Razi. C.) Süt emen çocuklar. * Süt kardeşler.
RUZAN
(Ruz. C.) Günler. Gündüzler.
RUZANE
f. Gündelik. Yevmiye.
RUZBAN
f. Kapıcı.
RUZBERUZ
f. Günden güne.
RUZE
f. Oruç.
RUZEDÂR
f. Oruçlu.
RUZ-EFZUN
f. Uzun ömürlü.
RUZEGÜŞA
f. Oruç bozan, oruç açan, iftar eden.
RUZEHAR
f. Oruç yiyen. Oruçsuz.
RU-ZERD
f. Sararmış, sarı yüzlü.
RUZÎ
f. Azık, rızık. Nasib, kısmet. * Gündüzle alâkalı. Gündüze âit.
RUZ-İ CEZA
Kıyamet günü. * Haşir günü.
RUZ-İ HAŞİR
(Ruz-i hesab) Kıyamet günü. * Âhiretteki toplanma günü. Haşir günü. Dirilip toplanıp hesap görülecek gün. (Bak: Yevm)
RUZÎHÂR
f. Rızık yiyici. Canlı, mahlûk.
RUZİNE
f. Gündelikçi.
RUZİRESAN
f. Rızık yetiştiren, rızık ulaştıran, Allah (C.C.)
RUZMERRE
f. Her günkü. Her günlük.
RUZNAME
Vakit cetveli, takvim. * Günlük gazete, günlük hâdiselerin yazıldığı kâğıt. * Bir meclis veya hey'etin müzakerat proğramı. * Hergünkü gelir ve giderin kaydedilip yazıldığı defter.
RÜAVİ
Köy yakınında ve halk yöresinde güdülen deve.
RÜBA
(C.: Ravâbi) Tepe, yüksek yer.
RÜBA
f. Kapan, çalan, alan (mânâsına birleşik kelimeler yapılır). Meselâ: Dil-rüba $ : Gönül kapan, gönül alan. İz'an-rüba $ : Aklı alan, hayret veren.
RÜBAÎ
Dörtlük olan. Dörtle ilgili. * Edb: Dört mısralık belli vezinlerle yazılmış manzume. Aynı esasta 24 şekilli vezinle yazılan 4 mısralık şiir. * Gr: Mastarını meydana getiren dört harften hepsi de aslî olan kelimeler.
RÜBB
(C.: Rubub) En aşağı derece ile pişmiş ve üçte birinden azı gitmiş olan sıkılmış üzüm.
RÜBBA
(C.: Ribâb) Yakında doğurmuş koyun.
RÜBBAH
Erkek maymun.
RÜBBEMA
(Bak: Rubemâ)
RÜBD
Kılıcın cevheri ve rengi.
RÜBDE
Siyaha yakın boz renk.
RÜ'BE
(C.: Rüâb) Ağaç parçası.
RÜBUBİYET
(Bak: Rububiyet)
RÜBUD
Dâim. * Yüreğin oynaması. * Durdurmak. * Hapsetmek.
RÜBUDE
f. Kapılmış, kapılan.
RÜBYE
(C.: Rubâ) Arz haşeratından bir cins. * Çok, ziyâde.
RÜC'A
Rücu' mânâsına mastar.
RÜCBE
Canavar avlamak için yapılan yer. (İçine iple et bağlarlar ki canavar gelip yapıştığı gibi üzerine düşer.)
RÜCEME
(C.: Rucâm-Rucum) Büyük taş.
RÜCHAN
Üstünlük, yükseklik, üstün olma. Fazilet, haslet veya her hangi bir şey cihetiyle diğerinden üstün olmak.
RÜCHANİYET
Üstün oluş, rüçhanlık, daha mühim olma hali.
RÜCU'
Geri dönme, vazgeçme, cayma. Sözünden dönme. * Edb: Bir fikri daha kuvvetli anlatmak için söylenilen sözden caymış gibi görünmek.
RÜCUM
(Recm. C.) Taşa tutmalar, taşlamalar.
RÜCUN
Mahbus olmak, hapsolunmak. * Bir yere durmak.
RÜCZ (RİCZ)
Devenin mak'adında olan bir hastalık. * Pis, necis. * Azap. * Put, sanem.
RÜDAB
Ağızdan akan su, salya.
RÜDN
(C.: Erdân) Kaftan ve gömlek yeninin koltuktan tarafı.
RÜDUM
(Redm. C.) Bendler, sedler.
RÜESA
(Reis. C.) Reisler, reislik yapanlar. Başkanlar.
RÜFAÎ
Ahmed-i Rüfaî tarikatına mensub.
RÜFAT
Parçalanmış, dağıtılmış. * Çürümüş.
RÜFAZ
Müteferrik. dağılmış, parçalanmış.
RÜFEKA
(Refik. C.) Arkadaşlar.
RÜFKA
(C.: Rifâk) Yoldaş olan, aynı fikirde olan cemaat.
RÜFT
Bir küçük canavar. ("İnâk-ul arz" da derler)
RÜFT
f. Süpürme.
RÜFUL
Sallanmak. * Gururlanmak, tekebbürlenmek.
RÜHA
Urfa şehri.
RÜHAVÎ
f. Urfa'lı.
RÜHŞUŞ
Sütlü deve.
RÜHUN
(Rehin. C.) Rehinler.
RÜHUS
Çok yiyen obur, ekvel.
RÜKAM
Yığın. Birbiri üzerine kat kat yığılmış olan.
RÜKBAN
(Râkib. C.) Biniciler, binenler, binmişler.
RÜKBE
(C.: Rükeb-Rükebât) Diz. Dizkapağı.
RÜKEB
(Rükbe. C.) Dizler, dizkapakları.
RÜKKAB
(Râkib. C.) Biniciler, ata binenler.
RÜKN
Direk. Esas. * Kuvvet. * Bir şeyin en fazla sağlam olan tarafı veya köşesi veya temeli. * Bir cemaatin ileri gelenlerinden olan. * Nüfuzlu, kuvvetli ve ehemmiyetli kimse.
RÜKN-Ü DÂHİLÎ
İçteki esas unsur. Namazın içindeki farz ve şart olan esas.
RÜKÛ'
Huzur-u İlâhîde eğilmek. Namazda elleri dize dayamak suretiyle yere doğru eğilirken baş ile sırtı düz hale getirmek.
RÜKUB
Binme. * Bir vasıtaya binme.
 
RÜKUD
Durgunluk. Durgun olma.
RÜKUDET
Durgunluk, durulma.
RÜKUD-İ HEVA
Havanın durgun olması.
RÜKUN
Bir şeye samimi olarak meyletme. Can ve gönülden meyil.
RÜKUNET
Ağırbaşlılık. Vakar ve temkin sâhibi olma.
RÜKUZ
Seğirtmek, koşmak.
RÜKÜB
(Rikâb. C.) Üzengiler.
RÜKÜN
(Bak: Rükn)
RÜMAM
Kuru ot.
RÜMH
(C.: Rimâh) Mızrak, kargı, süngü. * Mc: Yoksulluk, fakirlik.
RÜMİS
Sözüne güvenilmeyen kimse. Verdiği söze itimad edilmeyen kişi.
RÜMLE
(C.: Ermal-Rumul) Siyah hat.
RÜMMAN
Nar denilen yemiş.
RÜMMANE
Kapan taşı. * Kırkbayır.
RÜMME
(C.: Rumem-Rumam) Eskimiş urgan parçası.
RÜMUK
Durmak. * İkamet etmek, oturmak, mukim olmak.
RÜMYE
Ağaçtan nakşolmuş bir suret.
RÜS'
Göz kapağında olan hastalık.
RÜSELA
(Resül. C.) Resüller, peygamberler.
RÜSG
(C.: Ersâg) Bilek. * Hayvanların tırnağıyla baldırı arasında olan incecik yer.
RÜSTA-HİZ
f. Mahşer, kıyamet.
RÜSTAÎ
(Rüstâyi) f. Köyle ilgili. * Köylü.
RÜSTAK
(C.: Resâtik) Büyük köy.
RÜSTE
f. "Çıkmış, bitmiş, yetişmiş" anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Nev-rüste $ : Yeni yetişmiş bitki.
RÜSTEM
f. Şark edebiyatında kuvvet ve cesaretin timsali olarak bilinen ve Zaloğlu Rüstem diye veya "Rüstem-i Sistanî" nâmiyle meşhur İran'lı bir kahramandır.
RÜSTÎ
f. Üstünlük, muvaffakıyet. * Yiğitlik. * Kuvvet.
RÜSUB
Kab içinde kalan su. * Suyun dibine batmak. * Tortu, dibe çöken, çöküntü.
RÜSUBAT
Çöküntüler, tortular.
RÜSUH
İlim ve fennin derinliğine vukufiyet. Sağlamlık. Devamlılık. Yerinde, sağlam, sâbit ve devamlı olmak. * Meharet, meleke.
RÜSUHİYET
Rüsuhluluk, rüsuhlu oluş.
RÜSUM
Resimler, şekiller. Âdetler. Vergiler, gümrükler, gümrük vergisi. * Merasim, usûl.
RÜSUMAT
(Rüsüm. C.) Gümrük idâresi.
RÜSÜL
(Resül. C.) Peygamberler, resüller. Bir kitapla gelen nebiler.
RÜSVA
(Rüsvay) f. Rezil, kepaze, maskara, ayıpları meydana çıkarılmış.
RÜSVA-YI ÂLEM
En aşağılık ve âdi adam.
RÜSVAYÎ
f. Rezillik, itibarsızlık, haysiyetsizlik.
RÜSVE
Muhkem ve sağlam olmak. * Sâbit olmak.
RÜŞA
(Rişvet. C.) Rüşvetler.
RÜŞD
Doğru yol bulup bağlanmak. Hak yolunda salabet, metanet ve kemal-i isabetle dosdoğru gitmek. * Hayra isabet etmek. * Büluğa ermek. * İstikamette olmak. Dinine ve malına zarar gelecek şeyi bilmek, doğru düşünmek. * Kişinin akıl ve idraki kavi ve tedbiri metin olmak. (Bak: İrşâd)
RÜŞD Ü İRŞAD
Rüşd ve irşad. Doğru yola sevketmenin mükemmeliyeti. İslâmiyeti en mükemmel şekilde öğretmek.
RÜŞDÎ
Rüşdle ilgili. Olgunluğa dair.
RÜŞDİYE
Eskiden orta tahsil derecesindeki mektep. * Rüşde dair.
RÜŞEDA
(Reşid. C.) Reşid olanlar. Rüşd, olgunluk sâhibleri.
RÜŞEYM
Rahimde yavrunun bütün azalarının teşekkül etmiş şekli. (Harekete başlayan rüşeyme, cenin denir)
RÜŞVET
Kanunen bir iş gördürmek gayesi ile vazifeli olan kimseye, gayr-i meşru olarak verilen para vesâir menfaat ve fayda.
RÜTBE
Basamak, derece. * Memuriyet derecesi. * Sıra. Mertebe, menzile. * Efkârın sonu. * Merdiven ayağı.
RÜTBE-İ AKL
Aklın derecesi.
RÜTBEŞİNAS
f. Derece bilir. Rütbe tanır.
RÜTEB
(Rütbe. C.) Rütbeler, dereceler.
RÜTEBÎ
Rütbeye dair ve rütbelere mensub.
RÜTEB-İ ASKERİYE
Askerlik rütbeleri.
RÜTTE
Pelteklik, kekemelik.
RÜTTE'
Otlayan hayvan.
RÜTUB
Sâbit olmak, kaim olmak, devamlılık, süreklilik.
RÜUS
(Re's. C.) Re'sler. Başlar. Kafalar.
RÜÜD
Genç kadın. Kız.
RÜVAL
Salya, ağız suyu.
RÜVEYDE
(Rüvide) İnce, hoş, nazik. * Bitmiş, neşvünema bulmuş.
RÜVEYHA
Zariflik, incelik.
RÜYA
(Rü'ya) Uykuda görülen misalî âlem. Düş.(Hayalâtlara karşı kapısı açık olan rüyaları tahkikî bir surette mevzubahs etmek, tahkik mesleğine tam uygun gelmediğinden; o cüz'î hâdise-i nevmiye münasebetiyle, mevtin küçük bir kardeşi olan nevme ait ilmî ve düsturî olarak altı nükte-i hakikatı, âyât-ı Kur'aniyenin işaret ettiği vecihte beyan edeceğiz.Birincisi: Sure-i Yusuf'un mühim bir esâsı, rüya-yı Yusufiye olduğu gibi; $ âyeti misillü çok âyetlerle, rüyada ve nevmde perdeli olarak ehemmiyetli hakikatlar var olduğunu gösterir.İkincisi: Kur'an ile tefe'üle ve rüyaya itimada ehl-i hakikat tarafdar değiller. Çünki Kur'an-ı Hakîm, ehl-i küfrü kesretle ve şiddetli bir tarzda vuruyor. Tefe'ülde, kâfire ait şiddeti, tefe'ül eden insana çıktığı vakit, yeis veriyor; kalbi müşevveş ediyor. Hem rüya dahi hayr iken, bâzı aks-i hakikatla göründüğü için şer telâkki edilir, yeise düşürür, kuvve-i mâneviyeyi kırar, su'-i zan verir. Çok rüyalar var ki: Sureti dehşetli, zararlı, mülevves iken; tâbiri ve mânası çok güzel oluyor. Herkes rüyanın suretiyle mânasının hakikatı mâbeynindeki münasebeti bulamadığı için; lüzumsuz telâş eder, me'yus olur, keder eder.Üçüncüsü: Hadis-i sahih ile nübüvvetin kırk cüz'ünden bir cüz'ü nevmde rüya-yı sâdıka suretinde tezahür etmiş. Demek rüya-yı sâdıka hem haktır, hem nübüvvetin vezaifine taalluku var. Şu üçüncü mes'ele, gayet mühim ve uzun ve nübüvvetle alâkadar ve derin olduğundan, başka vakte tâlik ediyoruz; şimdilik o kapıyı açmıyoruz.Dördüncüsü: Rüya üç nevidir: İkisi, tabir-i Kur'an'la $ da dahildir; tabire değmiyor. Mânası varsa da ehemmiyeti yok. Ya mizacın inhirafından kuvve-i hayaliye şahsın hastalığına göre bir terkibat, tasvirat yapıyor; yahut gündüz veya daha evvel, hattâ bir-iki sene evvel aynı vakitte başına gelen müheyyic hâdisatı, hayal tahattur eder; ta'dil ve tasvir eder, başka bir şekil verir. İşte bu iki kısım $ dır, tabire değmiyor. Üçüncü kısım ki, rüya-yı sâdıkadır. O, doğrudan doğruya mâhiyet-i insaniyedeki lâtife-i Rabbaniye âlem-i şehadetle bağlanan ve o âlemde dolaşan duyguların kapanmasıyla ve durmasıyla, âlem-i gayba karşı bir münasebet bulur; bir menfez açar. O menfez ile, vukua gelmeye hazırlanan hâdiselere bakar ve Levh-i Mahfuz'un cilveleri ve mektubat-ı kaderiyenin nümuneleri nevinden birisine rastgelir, bâzı vâkıat-ı hakikiyeyi görür. Ve o vâkıatta, bazan hayal tasarruf eder, suret libasları giydirir. Bu kısmın çok envaı ve tabakatı var. Bazı aynen gördüğü gibi çıkar, bazan bir ince perde altında çıkıyor, bazan kalınca bir perde ile sarılıyor.Hadis-i Şerifte gelmiş ki: Resül-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın bidayet-i vahiyde gördüğü rüyalar; subhun inkişafı gibi zâhir, açık, doğru çıkıyordu.Beşincisi: Rüya-yı sâdıka, hiss-i kablelvukuun fazla inkişafıdır. Hiss-i kablelvuku ise, herkeste cüz'î-küllî vardır. Hattâ hayvanlarda dahi vardır.Altıncısı ve en mühimmi: Rüya-yı sâdıka benim için hakkalyakîn derecesine gelmiş ve pek çok tecrübatımla, kader-i İlâhînin her şeye muhit olduğuna bir hüccet-i katı' hükmüne geçmiştir. Evet bu rüyalar, benim için hususan bir birkaç sene zarfında o dereceye gelmiştir ki; meselâ: Yarın başıma gelecek en küçük hâdisat ve en ehemmiyetsiz muamelât ve hattâ en âdi muhaverat yazılı olduğunu ve daha gelmeden muayyen olduğunu ve gecede onları görmekle, dilim ile değil, gözüm ile okuduğum bana kat'i olmuştur. Bir değil, yüz değil, belki bin def'a; gecede, hiç düşünmediğim halde gördüğüm bazı adamlar veyahut söylediğim mes'eleler, o gecenin gündüzünde, az bir tabir ile aynen çıkıyor. Demek en cüz'î hâdisat vukua gelmeden evvel hem mukayyeddir, hem yazılmıştır. Demek tesadüf yok, hâdisat başıboş gelmiyor, intizamsız değillerdir. M.)
RÜYA-YI SÂDIKA
Makbul ve muteber kimselerin gördükleri ve gördükleri gibi dünyada hakikatları zuhur eden sâdık rüya.
RÜ'YET
Görmek, bakmak. İdare etmek. Göz ile veya kalb gözü ile görmek. * Akıl ile müşahede derecesinde bilmek, idrak etmek, tefekkür etmek, düşünmek. * Araştırmak.
RÜ'YETULLAH
Cennet'te mü'minlerin Allah'ı görmeleri.(Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun? Ve nereye sevk olunuyorsun? Dünyanın bin sene mes'udane hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının; ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rü'yet-i cemaline mukabil gelmeyen bir Cemil-i Zülcelâl'in daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun. Mübtelâ ve meftun ve müştak olduğunuz mecazî mahbublarda ve bütün mevcudat-ı dünyevîdeki hüsün ve cemal, O'nun cilve-i cemalinin ve hüsn-ü esmasının bir nevi gölgesi... ve bütün Cennet, bütün letaifiyle bir cilve-i rahmeti... ve bütün iştiyaklar ve muhabbetler ve incizablar ve câzibeler, bir lem'a-i muhabbeti olan bir Mâbud-u Lemyezel'in, bir Mahbub-u Lâyezâl'in daire-i huzuruna gidiyorsunuz ve ziyafetgâh-ı ebedîsi olan Cennet'e çağrılıyorsunuz. Öyle ise; kabir kapısına ağlayarak değil, gülerek giriniz. M.)
RÜYUB
(Reyb. C.) şekler, şüpheler.
RÜYUH
Zelillik, horluk, hakirlik. * Zayıflık.
RÜYUN
Galebe etmek, üstün gelmek.RÜZ' : Noksan etmek, eksiltmek, noksanlaştırmak.
RÜZAH (RÜZUH)
Davarın çok zayıf olması.
RÜZAM (RÜZUM)
Davarın çok yorulup zayıflaması.
RÜZAZ
Ufalanmış taş. * Her maddenin ufağı.
RÜZDAK
(C.: Rezâdik) Köy.
RÜZELA
(Rezil. C.) Reziller.
RÜZGÂR
f. Zaman, devir, hengâm, vakit. * Dünya, âlem. * Yel.
RÜZZ
Pirinç.
 
Geri
Top