Rus-Kafkas Savaşları ve Çerkez Göçleri
Kafkasya veya Kafkas Dağları adı, Eschylus ve Heredot zamanından beri kullanılmaktadır. Önceleri Hazar Denizi ile Kara Deniz arasındaki berzahda, batı kuzey batı yönünden doğu-güney doğu yönüne uzanan dağ zincirini tanımlamak için kullanılan bu isim, bu gün, Astrahan eyaletinin güneyi ve Don'dan başlayarak Türk ve İran sınırlarına kadar uzanan toprakları içine alan ülkeye verilmektedir.
Kafkasya, esas itibarıyla dağlık bir ülkedir. Kafkas halklarının büyük çoğunluğu da, Rion ve Kura ırmağının vadilerinde yaşayan Hıristiyan halkları saymazsak, genellikle dağlık bölgelerde yaşarlar. Büyük bir yükseltiye sahip olan merkezî dağ zinciri, diğer bütün fiziksel Özellikleri de etkileyerek nüfusun yapısının oluşmasında belirleyici bir rol oynamıştır. Kafkaslılar, bu dağlara, sadece herkesten değişik olan karakteristik Özelliklerini değil, fakat bu günkü varlıklarını da borçludurlar. Fazla bir abartmaya kaçmadan şunu söyleyebiliriz: Dağlar, insanları şekillendirirken onlar da, ateşli bir cesaret ve enerjiyle bu çok sevdikleri ve onun erişilmez yerlerinde tehlikeye karşı koyabildikleri dağları için dövüşerek borçlarını Ödediler. Fakat buna rağmen, her yerde bir çelişki karşımıza çıkar ve güçlülükle zayıflığın el ele olduğunu görürüz. Kendilerini düşmanlarına karşı koruyan engebeli ve yüksek dağlar, dik ve derin vadiler ve ilk çağlardan kalan gür ormanlar, aynı zamanda Kafkaslılar’ın birleşmesini önledi. Bu birleşme olmadan da, Kafkas kabileleri, uzun vadede Ruslar’ın korkunç gücüne boyun eğmek zorundaydı.
Strobo'nun kitabında çok iyi bilinen bir pasajda, şimdiki Sohum Kale veya onun yakınlarındaki bir yerde kurulmuş olan Dioscurias'ın çeşitli diller konuşan insanlar tarafından ziyaret edildiği anlatılmaktadır. Strabo, bu dillerin sayısını yetmiş olarak verirken Pliny, Timostenes'den aktardıklarında bu dillerin sayısının 300 kadar olduğunu belirtmekte ve şöyle demektedir; "Sonraları, biz Romalılar, oradaki işlerimizi 130 tercüman eşliğinde sürdürmek zorundaydık." Ve EI-Aziz, Doğu Kafkasya'ya "Diller Dağı" anlamına gelen "Cebel es-sine" adını vermiştir.
Kafkaslar, dünyanın başka hiç bir yerinde görülemeyen bir şekilde çok sayıdaki kabilelerinden, ırklardan ve insanlardan oluşmaktadır ve bunlar, çok çeşitli diller kullanmaktadırlar.
Kara Deniz ile Hazar Denizi arasında uzanan Kafkaslar, tarih boyunca, ülkeleri işgal edilen mültecilerin sığınak yeri olmuştur. Daha sonra, bu işgalciler de, kuzey ve güneyden gelen istila akınlarına dayanamayarak işgal edilen duruma düşerek bu sefer onlar da, Kafkaslara sığınmışlardır. Dünyanın bir çok bölgesinden gelen insanların, buraya sığınmaları, tamamen Kafkasların coğrafi konumu ve fiziksel yapısından kaynaklanmaktadır. İstilalara uğrayan bura halkı, savunmanın daha kolay olduğu ve kendilerinin daha zor izlenebildiği dağlara sığınarak daha önce buralara gelmiş olanlara katılarak onlara karışıp yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Bunu başaramayanlar ise dünyadaki milletler arasından silinerek tarih sahnesinden yok olmuşlardır.
Dağıstanlılar, kasaba ve köylerinin yerlerini seçerlerken her şeyden önce savunmaya uygun olmasını ön plana alıyorlardı. Bu yüzden yerleşim yerlerinin çoğu, yüksek bir tepenin üstünde veya bir tepenin ya da kaya parçasının karşısında kurulurken gerisinin de erişilmesi imkânsız dik bir uçurumla emniyete alınmasına dikkat edilirdi.
Evler, iki katlı olarak taştan yapılırlar ve her türlü ihtiyaca uygun olurlardı. İç duvarlar ve taban, killi topraklarla sıvanır ve genellikle de beyaz toprak suyuyla boyanırdı. Evler, mümkün olduğunca bir amfitiyatro şeklinde düzenlenir ve birbirlerine siper olacak şekillerde dizilirlerdi. Sadece iki atlının yanyana geçebileceği kadar dar yapılan dolambaçlı sokaklar, bir parmaklığa veya ağaçtan engele sahip evlerin bulunduğu yerlerde bunlarla kesilir ve hiç kimsenin geçmesine izin verilmezdi. Bu durumda, yolu savunanların hepsi oradan çıkarılmadan veya öldürülmeden oradan geçilmesi imkânsız olurdu.
Yakıtların azlığından dolayı yerleşim sırasında göz önünde bulundurulan ikinci etken, sıcaklıktı. Bu yüzden bütün köyler, kuzey taraflarını kayalar ve dağ sıralarıyla korumaya alırken yönleri, güneye dönük bulunuyordu. Böylece kışın, güneş ışığından yeterince yararlanmayı sağlıyorlardı. Diğer bütün etkenler; içilecek soyun getirileceği yer ve yakınlarda işlenecek toprak parçasının bulunup bulunmadığı gibi şeyler, tamamen ikinci derecede kalıyorlardı. Toprağın az olması, sadece nüfusu sınırlandırıcı bir etkendi. Ondan ötesi önemli değildi. Su konusuna gelince, eğer su alınacak yer, kendi silahlarının koruması altındaki bir alanda ise o konuda bir an bile düşünmeye gerek yoktu. Çünkü bu tür işleri tamamen kadınlar yürütüyordu. Hiç bir Dağlı, böyle bir şeyle kendisini küçültmezdi.(!) Erkeklerin işi, yemek, uyumak, güneşlenirken sopa yontmak ve savaşmaktı. Bütün ev işleri, karısına ve kızlarına bırakılmıştı. Bu yüzden bir kız ne kadar çalışkan ise evlenmesi de o kadar kolay oluyordu. Bir kaç yıllık ağır çalışma şartlarından ve doğurulan çocuklardan sonra tamamen yıpranarak çöküyorlarsa buna kim bakar? Gerçekten Dağlarda kadınların durumu, o kadar imrenilecek bir şey değildi.
Çeşitli Dağıstan kabileleri, bir çok yönlerden birbirlerinden ayrılırlarken karakteristik birtakım ortak noktaları vardı. Kültür açısından oldukça gelişmiş, sabırlı, zeki, marifetli, bir bakışta karşısındakini okuyarak bir kelimeyle onun hakkında karar verme yeteneğine sahip, onurlarına çok düşkün ve son derece dinlerine bağlı insanlardır. Yeme ve içmelerde son derece itidalli davranıyorlar, aşırıya kaçmıyorlar ve çok az uyku uyuyorlar. Kusur derecesinde çok cesur olduklarını belirtmeye gerek yok savaş sırasında komşuları Çeçenlerden daha yavaş ve az atılgan olmalarına rağmen çok daha inatçıydılar ve son hadlerine zorlandıkları zaman çok daha şiddetli bir şekilde korkunç bir kavga verirlerdi.
Dağıstanlılar, fert olarak tam dağlıdırlar; sağlam, kıvrak, aktif ve yorgunluğa dayanıklı. Şekil olarak kaynaklarının zenginliğini gösterircesine farklılıklar gösterirler. Fakat çoğunlukla güzel insanlardır.
Özellikle üst tabakalarda olanların mavi gözleri, sarı saçları, uyumlu çehreleri ve hafifçe çıkıntılı elmacık kemikleri vardır. Bu tip, Tweed'in kuzeyinde her yerde görülebilir. Bu karakteristik yapılarından dolayı bu insanların, Heredot'un söylediğine göre Hazar kıyısındaki şeridi izleyerek aşağı inen ve İran’ı işgal eden Kimmerler (Gimrililer) ve İskitlerin torunları olduklarını söyleyebiliriz.
Savaşın başlaması sırasında Dağıstan'ın büyük kesiminde, Araplar tarafından ülkeye getirilen hanlık sistemiyle yönetilirken bir çok yerlerde de demokratik bir yaşam süren özgür kabileler, küçük veya büyük gruplar halinde, yaşamlarını sürdürmekteydi.
"Çeçenistan" ismi Ruslar tarafından, doğuda Sulak nehri, batıda Yukarı Sunja ve kuzeyde Aşağı Sunja ile Terek arasında kalan alana verilirken ülkenin güney sınırı, Dağıstanlı Andiler ve Avarlar ile Tuşenler'in ve Kevsurlar'ın yaşadığı dağlık bölgelere kadar uzanıyordu. Şimdi bile büyük bir kısmı ormanlarla kaplı bulunan Çeçenistan, bir zamanlar tamamen ormanlık bir ülkeydi. Ormanlar, sık sık, derin yataklarında büyük bir hızla akan sayısız ırmak ve derelerle bölünüyorlardı. Bu ırmaklar, güneye doğru gittikçe daha çok yükselen ve birbiri ardınca uzanan dağlardan doğuyorlardı. Bu ırmakların kenarlarında Çeçenler, birbirlerinden ayrı büyük çiftliklerde veya sayıları bazen bir kaç yüzlere varan evlerin bulunduğu avullarda (köylerde) yaşıyorlardı. Evler, tek katlı olarak sazlardan ve kerpiçlerden yapılıyor ve dam, düz olarak örtülüyordu. Ağaçlarla desteklenerek sağlamlaştırılan evlerin içi ve dışı çok temiz tutuluyor ve çeşitli şekillerde süsleniyordu. Yaşayanların rahatlığı için halı, kilim, yastık, mineler, yorgan, bakır kaplar ve benzeri diğer bütün ev eşyaları hazır bulunurdu. Her evin, kendisine ait bahçesi veya üzüm bağı bulunurken köyün çevresinde ormanlık bölgeden arta kalan düzlüklerde mısır, arpa, yulaf veya darıyla dolu işlenmiş tarlalar uzanırdı. Köylerin yapısı savunmaya uygun olmadığından köyün bir ucu her zaman orman ile temas halinde bulunur ve bir tehlike anında kadınlar ve çocuklar, yanlarına alabildikleri eşyalarla birlikte ormana sığınırlardı. Onda dokuzunu dev kayın ağaçlarının oluşturduğu bu ormanlar, bir felaket anında Çeçenlerin sığınacak yeri oluyor ve Rusların ilerlemesine en büyük engeli teşkil ediyordu. Çeçenlerin komşuları olan Kumuklardan ve Dağıstan platosunda yaşayan Dağlılardan farklı bir yapı kazanmaları, büyük ölçüde bu ormanlara bağlıdır. Ormanlar, onların coğrafi yapılarını belirleyen tek etken olduğundan savaşın şeklini ve süresini de etkileyerek yönlendirmiştir. Ormanlar ayakta kaldıkça Çeçenlerin baş eğdirilmeleri imkânsızdı. Ruslar, dev kayın ağaçlarını kesmeye başlayıncaya kadar Çeçenlere karşı kalıcı bir başarı elde edememişlerdir. Aslında uzun vadede, Çeçenlerin kılıca değil, fakat baltaya yenik düştüklerini söylersek yanılmış olmayız. Ormanların hayatî önemini kavramış olan Şamil, çok kesin emirler vererek onları korumaya almıştı. Sadece sebepsiz yere ağaçları kesenleri değil, fakat aynı zamanda, meşru işlerde kullanılmak üzere ama kendi izni olmadan ağaç kesenleri ele şiddetli bir şekilde cezalandırmıştır. Kesilen her ağaç için bir inek veya boğa ceza olarak alınırken en kötü durumlarda suçlu asılırdı.
Çeçenistan'da herhangi bir hükümet sistemi olmadığı gibi halk arasında bir sınıf sistemi de oluşmamıştı. Her Çeçen, doğuştan sahip olduğu bir hakla kendisini herkese eşit sayardı. Fakat bütün demokratik toplumlarda olduğu gibi Çeçenler de, her zaman asil bir ruhun etkisi altında kalmaya hazırdılar. Şan ve şeref kazanmak için önlerinde tek bir yol vardı: savaş! Ve içlerinde en hırslı olanları, bu yolda bütün güçleriyle yürüyerek her türlü cesaret ve atılganlığı sergileyerek savaş alanlarında kendilerinin sınırlarını zorluyorlardı. Bir kere şan ve ün elde edildikten sonra saygı ve etkililik de onunla birlikte geliyordu. Fakat yine de hiç bir Çeçen, kendi halkı ve hatta sadece kendi bölgesinde, diğerleri üzerinde mutlak bir etki kurarak hükmedememiştir.
Her Çeçen, doğuştan müthiş birer binici, keskin birer silahşor ve iyi birer atıcı özelliklerini taşıyordu. Elden ele, babadan oğula geçen silahları; tüfek veya tabanca, kılıç ve kinjal, onların en değerli varlıklarıydı. Silahlardan sonra bir Çeçen için en önemli şey, atıydı. Bir Çeçen'in, duyduğu derin ve sökülüp atılması imkânsız duyguları, en iyi şekilde bir İngiliz şairinin sözleriyle anlatılabilir:
"Bir at, bir at! Eşsiz hızı olan,
Bir kılıç, keskin metalden;
Bunlardan başka herşey, değersizdir
Soylu kalpler için,
Bunlardan başka herşey, gereksizdir
Dünyada olan."
Çeçenler, daha önce pagan olmalarına rağmen şirndi hepsi Müslümandırlar. En azından önceleri fazla keskin olmayan bu duyguları, Ruslarla başlayan mücadeleden sonra kuvvetlenerek olaylara hakim olmuştur. Köylerdeki camilerde Mollalar, Kur'an'ı tefsir ederler. Arapça, Dağıstan'da da olduğu gibi dinî dil olarak konumunu sürdürürken aynı zamanda Kafkaslarda yazılıp okunan tek dildir. Fakat Şamil'in zamanına kadar bütün sivil problemler ve suç davaları, yerel gelenek ve göreneklere göre çözümleniyordu. Dil olarak da Çeçence kullanılıyordu. Bu adetler, kan davasını şiddetli bir şekilde destekleyerek körüklüyordu.
Fert olarak Çeçenler, uzun boylu, kıvrak, ince ve sağlam yapılı, genellikle yakışıklı, atik, cesur ve sert, düşmanlarına karşı korkulu ve kurnaz; fakat bunların yanında, kendi ilginç düsturlarına göre son derece şerefli ve onurlu insanlardır. Öyle ki, bunun derecesi ve şiddeti, daha gelişmiş ırklarda çok az bilinmektedir. Misafirperverlik, bütün Dağlılarda olduğu gibi, en kutsal, bir ödevdir. Bir Çeçen'in, şans eseri olarak karşılaşıp oldukça cüzî bir kazanç uğruna, hiç bir acıma duygusu ve vicdan azabı çekmeden öldürebileceği bir kimse, davetsiz de olsa evinin eşiğinden adımını içeri attığı anda Çeçen, hayatını, istediği takdirde onun ayakları dibine fırlatırdı. Başkalarının sürülerini sürüp götürmek, yolları kesmek ve düşmanlarını öldürmek gibi. şeyler, bu ilginç yaşam düsturuna göre şerefli işler sayılıyor ve bu durum, genç kızlar tarafından da teşvik ediliyordu. Öyle ki, böyle bir işte kendisini ispatlamadan genç bir kıza talip olan kimse onlar tarafından hakir görülürdü. Bu değer yargılarının zorlamaları ve bir düşmana, özellikle nefret edilen Ruslara karşı yürütülen savaşla birleşince yetişkin bir kimsenin, bütün uğraşları bunlar oluyordu. Ev ve tarla işleri kadınlarla savaşta esir alınan kölelere bırakılıyordu.
19.y.y’ın ilk yarısında bazı İngiliz gezginler tarafından Çeçenler’e ait çok miktarda tanımlama yapılmıştır.Bu gezginler Çeçenler’in daha çok savaşçı ve akıncı vasıfları üzerinde durmuşlardır.Daha önemli bir noktaya ise aşağıdaki satırları 1887 yılında kaleme alan Fransız Arkeolog Ernest Charte temas etmiştir.
“Bağımsızlık zamanlarında Çeçenler, bir Milli Meclis tarafından idare edilen, birbirlerinden ayrı topluluklar halinde yaşamaktaydılar.Bu gün herhangi bir şekilde bir sınıf fikrine sahip bulunmayan yekpare bir toplum yapısına sahiptirler.Bu durumda kendi içlerinde asaletin hükmedici bir vasfa sahip olduğu Çerkeslerden hayli farklılık göstermektedirler.Doğu Kafkasya’nın sakinleri arasında tam manasıyla ir eşitlik hüküm sürmektedir.Meclislere cemaat büyüklerini seçen kuvveti hem zaman hem de derece açısından kısıtlanmıştır.Çeçenler, zeki ve esprili insanlar olup Ruslar onları Kafkasya’nın Fransızları olarak adlandırmaktadırlar.”
Onsekizinci yüzyılın sonlarından itibaren (1785-18599 Dağlıların, Çarlık idaresi eliyle yerleştirilen muhacirlere karşı vermiş olduğu olağanüstü mücadele söz konusudur.Çarlık Hükümeti’nin Kuzey Kafkasya’yı istilasına karşı, en faal ve en güçlü muhalefeti Çeçenlerin gösterdiğini söyleyebiliriz.Çarlık kuvvetlerinin Dağlılar üzerine uyguladıkları baskı politikaları bağımsızlık mücadelesindeki birliği sağlamıştır.Çeçenler savaşan esas kuvvetler ve gazavat için gerekenleri tedarik ederek en önemli rolü oynamışlardır. Çeçenistan, Gazavatın tahıl ambarı olmuştur.
İşte Kafkasya, kısaca böyle bir ülkeydi ve insanları da, böyle insanlardı. Öyle ki bunlar, dışarıdan hiç bir yardım almadan, düşmandan ele geçirdikleri hariç, hiç bir topçu kuvvetine sahip olmadan, Allah ve Peygamber'den başkasına güvenmeden sağ ellerinde parlayan çeliklerle yarım asırdan fazla bir zaman korkunç Rus fücünü hakir görmüşler, ordularını yenmişler, yerleşim yerlerini basmışlar ve onun zenginliği, gururu ve nüfusuyla kahkahalarla gülerek alay etmişlerdir. Ve bu kahramanca mücadelenin hikâyesinin, İngiliz okuyucularının sempatisini çekmeye hakkı var! Doğru, onlar, kendileri için savaştılar; İnançları, özgürlükleri ve ülkeleri için. Fakat aynı zamanda, farkında olmadan İngilizlerin Hindistan'daki güvenliğini de sağlamış oldular, şöyle diyor, Sir Henry Rawlinson; "Dağlıların, mücadelesi devam ettiği sürece ileriye doğru sürdürülen işgal hareketinin önünde kuvvetli bir engel oluşturdular, onların' bu yol üzerinden atılmalarından sonra Rusların, Aras'tan İndus'a kadar yürümelerini engelleyecek askerî ve fizikî hiç bir engel kalmamıştı."
Yazarı 10. yüzyılda yaşamış ünlü Arap coğrafya ve tarih bilgini, gezgin Abdül Hasan El Mesudi Kafkasya'nın en eski halklarından Çerkesleri görmüş ve izlenimlerini şöyle kaydetmişti: "Bu kadar temiz ve beyaz tenli, ince belli, güzel kadınlar ve yakışıklı bahadır ve cesur erkekler, herhalde dünyanın başka memleketlerinde yoktur." Yine bu konuda devam eder: "Çerkesler gruplar halinde Trabzon'daki Yunan pazarına gelir ve alışveriş yaparlardı. Hal ve tavırlarından çok uygar ve zeki oldukları belli oluyordu. Çünkü giysileri genellikle brokardan olup, kenarları altın iplik işlemeliydi." El Mesudi, Kabardey bölgesinde bulunan, bugünkü Yessentuki kaplıcalarını da gezmiş ve özellikle yaşlılara şifa veren bu suları Ab-ul Hayat olarak anlatmıştır. Bu suların Çerkesçe isminin Psıfabe olduğunu yazar.
"Çerkesler'de dikkat ettiğim bir özellik de erkek, kadın herkesin dik durması idi (...) Şişmanlık ise Kafkasya'da pek itibar görmemektedir, ben burada kaldığım sürece tek bir şişko insana rastlamadım (...) Çerkes beyinin davranışları, onu Avrupa'da centilmen sıfatını kazandıracak kadar ince ve kibardı...
Bu insanların bağımsızlıkları için verdikleri savaş uzun süredir devam etmektedir. Bu konu tarihçiler için gerçekten incelenmeye değer bir konudur. (...) Dışarıdan yardım almadan sürdürdükleri direniş, bu cesur dağlı halkın ne kadar büyük bir dayanma gücüne sahip olduğunun kanıtıdır..."
Genel olarak Çerkes adıyla adlandırılan birçok kabile vardır, bunlar kendi aralarında, değişik adlar altında bölümlere ayrılırlar. Bunların bir kısmı Müslümandır, diğerleri ise daha ılımlı ve bazı özellikleri açısından Avrupa’daki eski Druidizm'e benzeyen bir dine bağlıdırlar ve bunun gereklerini yerine getirirler. (...) Çerkesler yalnızca şaşırtıcı derecede direnç gücüne sahip sade insanlar olmakla kalmayıp, gerilla savaşında bunlardan üstün başka bir millet herhalde yoktur. Ateşli silah kullanmakta son derece ustadırlar. Bu silahları kendi dağlarında, modern gelişmelerin sağladığı imkanlardan yoksun olarak yaptıklarına kendi gözlerimizle tanık olduk. Çerkeslerin pek çoğunun en iyi Şam çeliğinden yapılmış yivli silahları vardır.
Kafkasya’da ilgimi çeken önemli bir özellik dikkatimi çekti, yazmadan geçemeyeceğim. Burada av hayvanlarını silah veya ok dışında tuzak, kapan, kafes v.b. yollarla hileli yöntemlerle avlamak yoktur. Bu çok ayıp sayılır ve sportmenliğe yakışmadığı düşünülür.
ÖLÜLERİN KUTSALLIĞI VE CENAZE TÖRENLERİ
Giorgio İnteriano adındaki gezginin kitabı "La Vita et sito de Zichi, Chiamati Circassi, Historia Notable" (Çerkeslerin Örf, Adetleri ve Tarihleri) adını taşır. Bu eserinde yazar, yabancılar tarafından Çerkeslere Zikhi dendiğini, fakat onların kendilerine Adığe dediklerini belirtir. Ayrıca bir Adığe soylusunun cenaze törenine tanık olduğunu da nakleder: "...Adığe soylusu ölünce köy meydanında ağaçtan yüksek bir platform inşa edildi. Sonra iç organları çıkarılan ölünün naaşı en iyi giysileri içinde, çömelmiş olarak platformun üzerine yerleştirildi. Ölenin karısı da cesedin karşısına konan bir sandalye üzerine oturtuldu. Sabit bir durumda cesedin yüzüne bakmak zorunda olan kadının ağlaması yasaktı. Zira Adığe kadınlarının özellikle savaşta ölen kocalarına ağlamaları çok ayıp sayılırdı. Bu şekilde hazırlanan katafalk sekiz gün süreyle halkın ziyaretine açık tutuldu. Bu süre boyunca ölünün akraba, dost ve bağlıları, yanlarında getirdikleri çeşitli gümüş kapları, ok ve yayları, yelpaze ve daha başka armağanları ölünün yanına bırakarak ona bağlılıklarını ve saygılarını gösterirler.
Bu ziyaretler devam ederken, bir ağaç kesilerek tabut yapıldı. Tabut içine hem cesedi hem de eşyaları alacak büyüklükteydi. Sekiz günlük ziyaret süresi dolunca naaş ve armağan olarak getirilen eşyalar tabuta yerleştirildi ve cenaze, halkın katıldığı bir törenle gömüleceği yere götürüldü. Orada, toprak kazılmadan taştan örülmüş bir zemin üzerine kondu ve çevreden taşınan toprak tabutun üzerine yığılarak bir höyük oluşturuldu. Bu höyük mezarın yüksekliği ölenin önemine göre değişir."
Hemen hemen bütün vahşi kavimlerde ölülere, gelişmiş ülkelerden çok daha fazla saygı duyulması son derece müstesna bir olaydır. Bizler, en saygı duyulan adamların anısına hakaret edilmesine ve ölülerin otopsi odalarında kesilip biçilmesine aldırmazken, bir cesedin parçalanacağı ya da bir mezarın yıkılacağı düşüncesi barbar insanların dehşete kapılmasına neden olmaktadır. Cezayir'deki Araplar ve Kabyllerin savaş alanında kalan ölülerini kurtarmak için en büyük fedakârlıkları yaparak her türlü tehlikeyi göze aldıkları bilinmektedir. Aynı şekilde Müslüman, Hıristiyan ve hatta din hakkında ancak çok az şey bilen Kafkas kavimleri arasında da bu davranış çok daha şiddetli bir şekilde hakimdir. Hatta bir kölenin ölüsü bile, Ubıhlar ve Cigetler tarafından düşmana bırakılmamaktadır. Eğer ölüyü kurtaramazlarsa, daha sonra fidye karşılığında Ruslardan geri alırlar. Bu Dağlıların nasıl bir yoksulluk içinde yaşadığını hatırlarsak, ölülerine onurlu bir şekilde davranmak için gösterdikleri bu büyük fedakârlık çok daha dokunaklı görünmektedir. Eğer bir vork (asilzade) veya ünlü kahramanlardan biri, özellikle bir pşı (prens) savaş sırasında ölecek olursa bu Dağlılar, ölülerini kurtarmak için deliler gibi savaşırlar ve diğer zamanlarda kendilerini dehşete düşüren el bombalarının ve güllelerin patlamasına hiç aldırmazlar. Tek bir ölüyü kurtarmak için yüzlerce savaşçının kendini feda ettiği çeşitli olaylarda anlatılmıştır.
Ubıhların en ünlü liderlerinden biri Hacı Degumuko adındaki yaşlı bir pşıdır. Eskiden soğuk çeliği kullanma konusunda eşsiz bir kahraman olan Hacı, yılların ve zorlukların etkisiyle artık yaşlanmıştı. Ruslara karşı intikam ve nefret duygularını ateşlemekten bir an bile geri durmayan bu yaşlı kahraman, gençlik yıllarında her sözüne itaat eden binlerce kişinin başında savaşmış ve büyük kılıcıyla inanılmaz kahramanlık örnekleri vermişti. Seçme birliklerin başında sık sık Kuban'ı geçerek baskına gider, genellikle Çernomorski Kazaklarının arasına deli bir cesaretle atılan ilk o olur ve düşmanlarının kırmızı mızrakları karşısında şaşkasının ağırlığını ölçerdi. Birçok düşmanı bizzat kendi elleriyle öldüren Hajı'nın adı, Kuban ötesine yapılan cesur baskınların anıldığı huaholarda, Kafkas Dağlarının en önde gelen kahramanları Güz Beg ve Janbulat ile birlikte anılmaktadır.
Yaşlı kahramanın fiziksel gücü artık tükenmişti. Fakat Rusların ata topraklarına karşı giriştiği seferi haber alınca akrabalarını, arkadaşlarını ve kölelerini toplayarak, vücudunda yüzlerce yara izi taşımasına rağmen yine savaş alanına atıldı. Rus avcı birlikleri, dik bir kayanın üzerinde, bu mücadeleye bütün köleleri ve adamlarıyla katılmış olan, savaşı izleyerek emirler veren ve çocuklarının, torunlarının kahramanca çarpışmasını gururla seyreden yaşlı ve muhterem lideri gördüler. Ubıh dağlarının batı tarafına bakan dik yamaçları kısmen muhteşem ormanlarla kaplıdır. Eski çağlardan kalma meşe ve kayın ağaçları, yeşillikleriyle süsledikleri gri renkli kayaların gövdeleri ve tepeleri boyunca yükselirler.
Tahtadan yapılmış çok eski haçların bu ağaçların gövdelerine tutturuldukları görülmektedir. Bu haçlar, çok eski çağlarda buralarda hakim olmuş bir dinin kalıntıları veya belki de, muzaffer ordularıyla Hıristiyanlığı Kafkasya'ya yaydığı söylenen Gürcü Kraliçesi Tamara'nın dindar gayretlerinin ürünleri olabilir. İngiliz gezgin Bell, Kafkasya'da yaptığı maceralı gezileri sırasında böyle birçok haçı en eski ağaçların gövdelerinde görmüştür. Naklettiğine göre bazı fanatik mollalar, yanlışlıkların ve batıl inançların kaynağı olarak gördükleri bu kalıntıların kaldırılmalarını istemiş, fakat Dağlıların büyük bir çoğunluğu bu haçları atalarının dininin saygıdeğer hatıraları olarak bağırlarına bastıklarından buna karşı çıkmışlardı. Yaşlı lider Hacı Degumuko'nun torunu olan Aliyiko, Hıristiyanlığın izlerini taşıyan böyle bir meşe ağacının yanında savaşçılarıyla birlikte mevzilenerek, burasını adım adım Ruslara karşı savundu.
Yer savunmaya uygundu. Bir tarafta ormanlık bölge, diğer tarafta ise bir uçurum vardı. Hafif piyadelerle birlikte ilerleyen dağ bataryalarının komutanı, Ubıhların yoğun olarak toplandıkları noktaya iki hovitzerle ateş açtırdı. Bir gülle, yaşlı ağacın içi boş gövdesinden geçti; etrafa ağaç parçaları dağıldı, ama eski haça bir şey olmadı. Ubıhların zafer narası her tarafta neşeli bir şekilde yankılanarak gökyüzüne yayıldı. Svan süvarileri aynı noktaya saldırmak istediler. Fakat arazi böyle bir harekete uygun değildi. En öndeki süvarinin atı yere düştü ve diğer ikisini de beraberinde götürdü. Atlar ve atlılar birlikte uçuruma yuvarlandılar. Abhaz ve İmer süvarileri bile, inanılmaz bir azimle savunulan bu mevziden geri çekildiler. En sonunda, bir avcı bölüğüne komuta eden Rus subayı, arkasında süngülerini ileride tutarak koşan askerleri olduğu halde hızla bu noktaya doğru atıldı. Askerler bir yaylım ateşiyle karşılaştılar ve subay yaralanarak yere düştü. Askerler durdular, silahlarını tekrar doldurdular ve düşmanın ateşine başka bir yaylım ateşiyle karşılık verdiler. Mücadele bundan sonra korkunç bir şekilde kayadan kayaya, çalılıktan çalılığa devam etti. Tüfek sesleri, her iki tarafta da aralıksız olarak devam ederken, sonuç daha çok soğuk çeliklerle alınmaya başladı. Rus askerleri takviye kuvvetleri aldılar ve düzenli bir şekilde ilerlemeye devam ettiler.
Fakat Aliyiko metanetle yaşlı meşe ağacının önünde yerini savunmaya devam etti. Sol eliyle ağacın gövdesine tutunan Aliyiko, sağ eliyle de şaşkasını sallıyor; gösterdiği bu cesaret ve sözleriyle savaşçılarını şevke getiriyordu. Bir Rus mermisi, genç kahramanın kalbini deldi. Ölüm anında bile, arkasındaki ağaca yaslanarak ayakta kalan ve cesediyle ağacı koruyan Aliyiko'nun ılık kanı yanındakilerin üzerine sıçradı.
Ubıhların ağıt sesleri yükselerek devam eden savaş fırtınasının üzerine çıktı ve yürüyüşün verdiği yorgunlukla bir kayanın üzerine oturarak dinlenmeye çalışan büyükbabanın kulaklarına erişti. Bu acılı haber yaşlı liderin kulaklarına eriştiği zaman duyduğu büyük keder, yılların getirdiği takatsizliğini yendi. Gücünün son kırıntılarını toplayan Hacı Degumuko, adamlarıyla birlikte torununun ölüsünü almak için Ruslarla çarpışan savaşçılarının yardımına koştu. Yaşlı adam çarpışmanın ortasına yaşlı bir aslan gibi daldı. Büyük kahramanın bu hareketi bütün Ubıhları kamçıladı. Teke tek, göğüs göğüse Ruslar’a Ubıhlar, o yaşlı ağacın önünde ölümüne bir savaşa tutuştular. Süngüler, kahraman Çerkeslerin göğüslerini yırtarken, keskin ve ağır şaşkalar da Moskoflar’ın kalın kafalarını parçalıyordu. Sonunda, çok pahalı bir bedel karşılığında zafer Ubıhlar’ın oldu ve genç liderin ölüsü kurtarıldı.
Aliyiko henüz on sekiz yaşındaydı. Zarif ama kahramanca bir görünüşü vardı. Geride on dört yaşında bir gelin bıraktı. Bir Çerkes prensi olan kızın babası da bütün adamlarıyla birlikte Ubıhlar’ın yardımına gelmişti. Yanındaki kadın akrabalarıyla birlikte yakınlardaki bir köyde babasını bekleyen genç kız, onunla birlikte Aliyiko’nun da dönmesini ümit ederken o korkunç ölüm haberini aldı.
Bir hafta sonra Soça'dan Ardler'e dönmekte olan Rus donanması yine bu kıyılar boyunca yelken açmıştı. Dağların bu taraftaki eteklerinde, sekiz gün önce o kanlı mücadelenin cereyan ettiği noktada çok sayıda yerlinin toplandığı görüldü. Bu savaşa katılmış olan bütün Çerkes, Ciget ve Ubıh liderleri, prensin yeğenine olan saygılarını sunmak üzere bir araya gelmişlerdi. Yaşlı büyükbaba kalabalığın ortasındaydı. Rus donanmasının gözü önünde, kanlı bir intikam almak için yaptıkları yemini tekrarladılar. Rahmetlinin büyükannesinin ve gelinin ağıtları ve gözyaşları, açık mezarının yanıbaşında söylenen ve onun kahramanlıklarını anlatan şairlerin şarkıları içine karışarak kayboldular. Genç savaşçı öldüğü zaman da vücuduyla koruduğu o ağacın altına gömüldü.
Kafkasya veya Kafkas Dağları adı, Eschylus ve Heredot zamanından beri kullanılmaktadır. Önceleri Hazar Denizi ile Kara Deniz arasındaki berzahda, batı kuzey batı yönünden doğu-güney doğu yönüne uzanan dağ zincirini tanımlamak için kullanılan bu isim, bu gün, Astrahan eyaletinin güneyi ve Don'dan başlayarak Türk ve İran sınırlarına kadar uzanan toprakları içine alan ülkeye verilmektedir.
Kafkasya, esas itibarıyla dağlık bir ülkedir. Kafkas halklarının büyük çoğunluğu da, Rion ve Kura ırmağının vadilerinde yaşayan Hıristiyan halkları saymazsak, genellikle dağlık bölgelerde yaşarlar. Büyük bir yükseltiye sahip olan merkezî dağ zinciri, diğer bütün fiziksel Özellikleri de etkileyerek nüfusun yapısının oluşmasında belirleyici bir rol oynamıştır. Kafkaslılar, bu dağlara, sadece herkesten değişik olan karakteristik Özelliklerini değil, fakat bu günkü varlıklarını da borçludurlar. Fazla bir abartmaya kaçmadan şunu söyleyebiliriz: Dağlar, insanları şekillendirirken onlar da, ateşli bir cesaret ve enerjiyle bu çok sevdikleri ve onun erişilmez yerlerinde tehlikeye karşı koyabildikleri dağları için dövüşerek borçlarını Ödediler. Fakat buna rağmen, her yerde bir çelişki karşımıza çıkar ve güçlülükle zayıflığın el ele olduğunu görürüz. Kendilerini düşmanlarına karşı koruyan engebeli ve yüksek dağlar, dik ve derin vadiler ve ilk çağlardan kalan gür ormanlar, aynı zamanda Kafkaslılar’ın birleşmesini önledi. Bu birleşme olmadan da, Kafkas kabileleri, uzun vadede Ruslar’ın korkunç gücüne boyun eğmek zorundaydı.
Strobo'nun kitabında çok iyi bilinen bir pasajda, şimdiki Sohum Kale veya onun yakınlarındaki bir yerde kurulmuş olan Dioscurias'ın çeşitli diller konuşan insanlar tarafından ziyaret edildiği anlatılmaktadır. Strabo, bu dillerin sayısını yetmiş olarak verirken Pliny, Timostenes'den aktardıklarında bu dillerin sayısının 300 kadar olduğunu belirtmekte ve şöyle demektedir; "Sonraları, biz Romalılar, oradaki işlerimizi 130 tercüman eşliğinde sürdürmek zorundaydık." Ve EI-Aziz, Doğu Kafkasya'ya "Diller Dağı" anlamına gelen "Cebel es-sine" adını vermiştir.
Kafkaslar, dünyanın başka hiç bir yerinde görülemeyen bir şekilde çok sayıdaki kabilelerinden, ırklardan ve insanlardan oluşmaktadır ve bunlar, çok çeşitli diller kullanmaktadırlar.
Kara Deniz ile Hazar Denizi arasında uzanan Kafkaslar, tarih boyunca, ülkeleri işgal edilen mültecilerin sığınak yeri olmuştur. Daha sonra, bu işgalciler de, kuzey ve güneyden gelen istila akınlarına dayanamayarak işgal edilen duruma düşerek bu sefer onlar da, Kafkaslara sığınmışlardır. Dünyanın bir çok bölgesinden gelen insanların, buraya sığınmaları, tamamen Kafkasların coğrafi konumu ve fiziksel yapısından kaynaklanmaktadır. İstilalara uğrayan bura halkı, savunmanın daha kolay olduğu ve kendilerinin daha zor izlenebildiği dağlara sığınarak daha önce buralara gelmiş olanlara katılarak onlara karışıp yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Bunu başaramayanlar ise dünyadaki milletler arasından silinerek tarih sahnesinden yok olmuşlardır.
Dağıstanlılar, kasaba ve köylerinin yerlerini seçerlerken her şeyden önce savunmaya uygun olmasını ön plana alıyorlardı. Bu yüzden yerleşim yerlerinin çoğu, yüksek bir tepenin üstünde veya bir tepenin ya da kaya parçasının karşısında kurulurken gerisinin de erişilmesi imkânsız dik bir uçurumla emniyete alınmasına dikkat edilirdi.
Evler, iki katlı olarak taştan yapılırlar ve her türlü ihtiyaca uygun olurlardı. İç duvarlar ve taban, killi topraklarla sıvanır ve genellikle de beyaz toprak suyuyla boyanırdı. Evler, mümkün olduğunca bir amfitiyatro şeklinde düzenlenir ve birbirlerine siper olacak şekillerde dizilirlerdi. Sadece iki atlının yanyana geçebileceği kadar dar yapılan dolambaçlı sokaklar, bir parmaklığa veya ağaçtan engele sahip evlerin bulunduğu yerlerde bunlarla kesilir ve hiç kimsenin geçmesine izin verilmezdi. Bu durumda, yolu savunanların hepsi oradan çıkarılmadan veya öldürülmeden oradan geçilmesi imkânsız olurdu.
Yakıtların azlığından dolayı yerleşim sırasında göz önünde bulundurulan ikinci etken, sıcaklıktı. Bu yüzden bütün köyler, kuzey taraflarını kayalar ve dağ sıralarıyla korumaya alırken yönleri, güneye dönük bulunuyordu. Böylece kışın, güneş ışığından yeterince yararlanmayı sağlıyorlardı. Diğer bütün etkenler; içilecek soyun getirileceği yer ve yakınlarda işlenecek toprak parçasının bulunup bulunmadığı gibi şeyler, tamamen ikinci derecede kalıyorlardı. Toprağın az olması, sadece nüfusu sınırlandırıcı bir etkendi. Ondan ötesi önemli değildi. Su konusuna gelince, eğer su alınacak yer, kendi silahlarının koruması altındaki bir alanda ise o konuda bir an bile düşünmeye gerek yoktu. Çünkü bu tür işleri tamamen kadınlar yürütüyordu. Hiç bir Dağlı, böyle bir şeyle kendisini küçültmezdi.(!) Erkeklerin işi, yemek, uyumak, güneşlenirken sopa yontmak ve savaşmaktı. Bütün ev işleri, karısına ve kızlarına bırakılmıştı. Bu yüzden bir kız ne kadar çalışkan ise evlenmesi de o kadar kolay oluyordu. Bir kaç yıllık ağır çalışma şartlarından ve doğurulan çocuklardan sonra tamamen yıpranarak çöküyorlarsa buna kim bakar? Gerçekten Dağlarda kadınların durumu, o kadar imrenilecek bir şey değildi.
Çeşitli Dağıstan kabileleri, bir çok yönlerden birbirlerinden ayrılırlarken karakteristik birtakım ortak noktaları vardı. Kültür açısından oldukça gelişmiş, sabırlı, zeki, marifetli, bir bakışta karşısındakini okuyarak bir kelimeyle onun hakkında karar verme yeteneğine sahip, onurlarına çok düşkün ve son derece dinlerine bağlı insanlardır. Yeme ve içmelerde son derece itidalli davranıyorlar, aşırıya kaçmıyorlar ve çok az uyku uyuyorlar. Kusur derecesinde çok cesur olduklarını belirtmeye gerek yok savaş sırasında komşuları Çeçenlerden daha yavaş ve az atılgan olmalarına rağmen çok daha inatçıydılar ve son hadlerine zorlandıkları zaman çok daha şiddetli bir şekilde korkunç bir kavga verirlerdi.
Dağıstanlılar, fert olarak tam dağlıdırlar; sağlam, kıvrak, aktif ve yorgunluğa dayanıklı. Şekil olarak kaynaklarının zenginliğini gösterircesine farklılıklar gösterirler. Fakat çoğunlukla güzel insanlardır.
Özellikle üst tabakalarda olanların mavi gözleri, sarı saçları, uyumlu çehreleri ve hafifçe çıkıntılı elmacık kemikleri vardır. Bu tip, Tweed'in kuzeyinde her yerde görülebilir. Bu karakteristik yapılarından dolayı bu insanların, Heredot'un söylediğine göre Hazar kıyısındaki şeridi izleyerek aşağı inen ve İran’ı işgal eden Kimmerler (Gimrililer) ve İskitlerin torunları olduklarını söyleyebiliriz.
Savaşın başlaması sırasında Dağıstan'ın büyük kesiminde, Araplar tarafından ülkeye getirilen hanlık sistemiyle yönetilirken bir çok yerlerde de demokratik bir yaşam süren özgür kabileler, küçük veya büyük gruplar halinde, yaşamlarını sürdürmekteydi.
"Çeçenistan" ismi Ruslar tarafından, doğuda Sulak nehri, batıda Yukarı Sunja ve kuzeyde Aşağı Sunja ile Terek arasında kalan alana verilirken ülkenin güney sınırı, Dağıstanlı Andiler ve Avarlar ile Tuşenler'in ve Kevsurlar'ın yaşadığı dağlık bölgelere kadar uzanıyordu. Şimdi bile büyük bir kısmı ormanlarla kaplı bulunan Çeçenistan, bir zamanlar tamamen ormanlık bir ülkeydi. Ormanlar, sık sık, derin yataklarında büyük bir hızla akan sayısız ırmak ve derelerle bölünüyorlardı. Bu ırmaklar, güneye doğru gittikçe daha çok yükselen ve birbiri ardınca uzanan dağlardan doğuyorlardı. Bu ırmakların kenarlarında Çeçenler, birbirlerinden ayrı büyük çiftliklerde veya sayıları bazen bir kaç yüzlere varan evlerin bulunduğu avullarda (köylerde) yaşıyorlardı. Evler, tek katlı olarak sazlardan ve kerpiçlerden yapılıyor ve dam, düz olarak örtülüyordu. Ağaçlarla desteklenerek sağlamlaştırılan evlerin içi ve dışı çok temiz tutuluyor ve çeşitli şekillerde süsleniyordu. Yaşayanların rahatlığı için halı, kilim, yastık, mineler, yorgan, bakır kaplar ve benzeri diğer bütün ev eşyaları hazır bulunurdu. Her evin, kendisine ait bahçesi veya üzüm bağı bulunurken köyün çevresinde ormanlık bölgeden arta kalan düzlüklerde mısır, arpa, yulaf veya darıyla dolu işlenmiş tarlalar uzanırdı. Köylerin yapısı savunmaya uygun olmadığından köyün bir ucu her zaman orman ile temas halinde bulunur ve bir tehlike anında kadınlar ve çocuklar, yanlarına alabildikleri eşyalarla birlikte ormana sığınırlardı. Onda dokuzunu dev kayın ağaçlarının oluşturduğu bu ormanlar, bir felaket anında Çeçenlerin sığınacak yeri oluyor ve Rusların ilerlemesine en büyük engeli teşkil ediyordu. Çeçenlerin komşuları olan Kumuklardan ve Dağıstan platosunda yaşayan Dağlılardan farklı bir yapı kazanmaları, büyük ölçüde bu ormanlara bağlıdır. Ormanlar, onların coğrafi yapılarını belirleyen tek etken olduğundan savaşın şeklini ve süresini de etkileyerek yönlendirmiştir. Ormanlar ayakta kaldıkça Çeçenlerin baş eğdirilmeleri imkânsızdı. Ruslar, dev kayın ağaçlarını kesmeye başlayıncaya kadar Çeçenlere karşı kalıcı bir başarı elde edememişlerdir. Aslında uzun vadede, Çeçenlerin kılıca değil, fakat baltaya yenik düştüklerini söylersek yanılmış olmayız. Ormanların hayatî önemini kavramış olan Şamil, çok kesin emirler vererek onları korumaya almıştı. Sadece sebepsiz yere ağaçları kesenleri değil, fakat aynı zamanda, meşru işlerde kullanılmak üzere ama kendi izni olmadan ağaç kesenleri ele şiddetli bir şekilde cezalandırmıştır. Kesilen her ağaç için bir inek veya boğa ceza olarak alınırken en kötü durumlarda suçlu asılırdı.
Çeçenistan'da herhangi bir hükümet sistemi olmadığı gibi halk arasında bir sınıf sistemi de oluşmamıştı. Her Çeçen, doğuştan sahip olduğu bir hakla kendisini herkese eşit sayardı. Fakat bütün demokratik toplumlarda olduğu gibi Çeçenler de, her zaman asil bir ruhun etkisi altında kalmaya hazırdılar. Şan ve şeref kazanmak için önlerinde tek bir yol vardı: savaş! Ve içlerinde en hırslı olanları, bu yolda bütün güçleriyle yürüyerek her türlü cesaret ve atılganlığı sergileyerek savaş alanlarında kendilerinin sınırlarını zorluyorlardı. Bir kere şan ve ün elde edildikten sonra saygı ve etkililik de onunla birlikte geliyordu. Fakat yine de hiç bir Çeçen, kendi halkı ve hatta sadece kendi bölgesinde, diğerleri üzerinde mutlak bir etki kurarak hükmedememiştir.
Her Çeçen, doğuştan müthiş birer binici, keskin birer silahşor ve iyi birer atıcı özelliklerini taşıyordu. Elden ele, babadan oğula geçen silahları; tüfek veya tabanca, kılıç ve kinjal, onların en değerli varlıklarıydı. Silahlardan sonra bir Çeçen için en önemli şey, atıydı. Bir Çeçen'in, duyduğu derin ve sökülüp atılması imkânsız duyguları, en iyi şekilde bir İngiliz şairinin sözleriyle anlatılabilir:
"Bir at, bir at! Eşsiz hızı olan,
Bir kılıç, keskin metalden;
Bunlardan başka herşey, değersizdir
Soylu kalpler için,
Bunlardan başka herşey, gereksizdir
Dünyada olan."
Çeçenler, daha önce pagan olmalarına rağmen şirndi hepsi Müslümandırlar. En azından önceleri fazla keskin olmayan bu duyguları, Ruslarla başlayan mücadeleden sonra kuvvetlenerek olaylara hakim olmuştur. Köylerdeki camilerde Mollalar, Kur'an'ı tefsir ederler. Arapça, Dağıstan'da da olduğu gibi dinî dil olarak konumunu sürdürürken aynı zamanda Kafkaslarda yazılıp okunan tek dildir. Fakat Şamil'in zamanına kadar bütün sivil problemler ve suç davaları, yerel gelenek ve göreneklere göre çözümleniyordu. Dil olarak da Çeçence kullanılıyordu. Bu adetler, kan davasını şiddetli bir şekilde destekleyerek körüklüyordu.
Fert olarak Çeçenler, uzun boylu, kıvrak, ince ve sağlam yapılı, genellikle yakışıklı, atik, cesur ve sert, düşmanlarına karşı korkulu ve kurnaz; fakat bunların yanında, kendi ilginç düsturlarına göre son derece şerefli ve onurlu insanlardır. Öyle ki, bunun derecesi ve şiddeti, daha gelişmiş ırklarda çok az bilinmektedir. Misafirperverlik, bütün Dağlılarda olduğu gibi, en kutsal, bir ödevdir. Bir Çeçen'in, şans eseri olarak karşılaşıp oldukça cüzî bir kazanç uğruna, hiç bir acıma duygusu ve vicdan azabı çekmeden öldürebileceği bir kimse, davetsiz de olsa evinin eşiğinden adımını içeri attığı anda Çeçen, hayatını, istediği takdirde onun ayakları dibine fırlatırdı. Başkalarının sürülerini sürüp götürmek, yolları kesmek ve düşmanlarını öldürmek gibi. şeyler, bu ilginç yaşam düsturuna göre şerefli işler sayılıyor ve bu durum, genç kızlar tarafından da teşvik ediliyordu. Öyle ki, böyle bir işte kendisini ispatlamadan genç bir kıza talip olan kimse onlar tarafından hakir görülürdü. Bu değer yargılarının zorlamaları ve bir düşmana, özellikle nefret edilen Ruslara karşı yürütülen savaşla birleşince yetişkin bir kimsenin, bütün uğraşları bunlar oluyordu. Ev ve tarla işleri kadınlarla savaşta esir alınan kölelere bırakılıyordu.
19.y.y’ın ilk yarısında bazı İngiliz gezginler tarafından Çeçenler’e ait çok miktarda tanımlama yapılmıştır.Bu gezginler Çeçenler’in daha çok savaşçı ve akıncı vasıfları üzerinde durmuşlardır.Daha önemli bir noktaya ise aşağıdaki satırları 1887 yılında kaleme alan Fransız Arkeolog Ernest Charte temas etmiştir.
“Bağımsızlık zamanlarında Çeçenler, bir Milli Meclis tarafından idare edilen, birbirlerinden ayrı topluluklar halinde yaşamaktaydılar.Bu gün herhangi bir şekilde bir sınıf fikrine sahip bulunmayan yekpare bir toplum yapısına sahiptirler.Bu durumda kendi içlerinde asaletin hükmedici bir vasfa sahip olduğu Çerkeslerden hayli farklılık göstermektedirler.Doğu Kafkasya’nın sakinleri arasında tam manasıyla ir eşitlik hüküm sürmektedir.Meclislere cemaat büyüklerini seçen kuvveti hem zaman hem de derece açısından kısıtlanmıştır.Çeçenler, zeki ve esprili insanlar olup Ruslar onları Kafkasya’nın Fransızları olarak adlandırmaktadırlar.”
Onsekizinci yüzyılın sonlarından itibaren (1785-18599 Dağlıların, Çarlık idaresi eliyle yerleştirilen muhacirlere karşı vermiş olduğu olağanüstü mücadele söz konusudur.Çarlık Hükümeti’nin Kuzey Kafkasya’yı istilasına karşı, en faal ve en güçlü muhalefeti Çeçenlerin gösterdiğini söyleyebiliriz.Çarlık kuvvetlerinin Dağlılar üzerine uyguladıkları baskı politikaları bağımsızlık mücadelesindeki birliği sağlamıştır.Çeçenler savaşan esas kuvvetler ve gazavat için gerekenleri tedarik ederek en önemli rolü oynamışlardır. Çeçenistan, Gazavatın tahıl ambarı olmuştur.
İşte Kafkasya, kısaca böyle bir ülkeydi ve insanları da, böyle insanlardı. Öyle ki bunlar, dışarıdan hiç bir yardım almadan, düşmandan ele geçirdikleri hariç, hiç bir topçu kuvvetine sahip olmadan, Allah ve Peygamber'den başkasına güvenmeden sağ ellerinde parlayan çeliklerle yarım asırdan fazla bir zaman korkunç Rus fücünü hakir görmüşler, ordularını yenmişler, yerleşim yerlerini basmışlar ve onun zenginliği, gururu ve nüfusuyla kahkahalarla gülerek alay etmişlerdir. Ve bu kahramanca mücadelenin hikâyesinin, İngiliz okuyucularının sempatisini çekmeye hakkı var! Doğru, onlar, kendileri için savaştılar; İnançları, özgürlükleri ve ülkeleri için. Fakat aynı zamanda, farkında olmadan İngilizlerin Hindistan'daki güvenliğini de sağlamış oldular, şöyle diyor, Sir Henry Rawlinson; "Dağlıların, mücadelesi devam ettiği sürece ileriye doğru sürdürülen işgal hareketinin önünde kuvvetli bir engel oluşturdular, onların' bu yol üzerinden atılmalarından sonra Rusların, Aras'tan İndus'a kadar yürümelerini engelleyecek askerî ve fizikî hiç bir engel kalmamıştı."
Yazarı 10. yüzyılda yaşamış ünlü Arap coğrafya ve tarih bilgini, gezgin Abdül Hasan El Mesudi Kafkasya'nın en eski halklarından Çerkesleri görmüş ve izlenimlerini şöyle kaydetmişti: "Bu kadar temiz ve beyaz tenli, ince belli, güzel kadınlar ve yakışıklı bahadır ve cesur erkekler, herhalde dünyanın başka memleketlerinde yoktur." Yine bu konuda devam eder: "Çerkesler gruplar halinde Trabzon'daki Yunan pazarına gelir ve alışveriş yaparlardı. Hal ve tavırlarından çok uygar ve zeki oldukları belli oluyordu. Çünkü giysileri genellikle brokardan olup, kenarları altın iplik işlemeliydi." El Mesudi, Kabardey bölgesinde bulunan, bugünkü Yessentuki kaplıcalarını da gezmiş ve özellikle yaşlılara şifa veren bu suları Ab-ul Hayat olarak anlatmıştır. Bu suların Çerkesçe isminin Psıfabe olduğunu yazar.
"Çerkesler'de dikkat ettiğim bir özellik de erkek, kadın herkesin dik durması idi (...) Şişmanlık ise Kafkasya'da pek itibar görmemektedir, ben burada kaldığım sürece tek bir şişko insana rastlamadım (...) Çerkes beyinin davranışları, onu Avrupa'da centilmen sıfatını kazandıracak kadar ince ve kibardı...
Bu insanların bağımsızlıkları için verdikleri savaş uzun süredir devam etmektedir. Bu konu tarihçiler için gerçekten incelenmeye değer bir konudur. (...) Dışarıdan yardım almadan sürdürdükleri direniş, bu cesur dağlı halkın ne kadar büyük bir dayanma gücüne sahip olduğunun kanıtıdır..."
Genel olarak Çerkes adıyla adlandırılan birçok kabile vardır, bunlar kendi aralarında, değişik adlar altında bölümlere ayrılırlar. Bunların bir kısmı Müslümandır, diğerleri ise daha ılımlı ve bazı özellikleri açısından Avrupa’daki eski Druidizm'e benzeyen bir dine bağlıdırlar ve bunun gereklerini yerine getirirler. (...) Çerkesler yalnızca şaşırtıcı derecede direnç gücüne sahip sade insanlar olmakla kalmayıp, gerilla savaşında bunlardan üstün başka bir millet herhalde yoktur. Ateşli silah kullanmakta son derece ustadırlar. Bu silahları kendi dağlarında, modern gelişmelerin sağladığı imkanlardan yoksun olarak yaptıklarına kendi gözlerimizle tanık olduk. Çerkeslerin pek çoğunun en iyi Şam çeliğinden yapılmış yivli silahları vardır.
Kafkasya’da ilgimi çeken önemli bir özellik dikkatimi çekti, yazmadan geçemeyeceğim. Burada av hayvanlarını silah veya ok dışında tuzak, kapan, kafes v.b. yollarla hileli yöntemlerle avlamak yoktur. Bu çok ayıp sayılır ve sportmenliğe yakışmadığı düşünülür.
ÖLÜLERİN KUTSALLIĞI VE CENAZE TÖRENLERİ
Giorgio İnteriano adındaki gezginin kitabı "La Vita et sito de Zichi, Chiamati Circassi, Historia Notable" (Çerkeslerin Örf, Adetleri ve Tarihleri) adını taşır. Bu eserinde yazar, yabancılar tarafından Çerkeslere Zikhi dendiğini, fakat onların kendilerine Adığe dediklerini belirtir. Ayrıca bir Adığe soylusunun cenaze törenine tanık olduğunu da nakleder: "...Adığe soylusu ölünce köy meydanında ağaçtan yüksek bir platform inşa edildi. Sonra iç organları çıkarılan ölünün naaşı en iyi giysileri içinde, çömelmiş olarak platformun üzerine yerleştirildi. Ölenin karısı da cesedin karşısına konan bir sandalye üzerine oturtuldu. Sabit bir durumda cesedin yüzüne bakmak zorunda olan kadının ağlaması yasaktı. Zira Adığe kadınlarının özellikle savaşta ölen kocalarına ağlamaları çok ayıp sayılırdı. Bu şekilde hazırlanan katafalk sekiz gün süreyle halkın ziyaretine açık tutuldu. Bu süre boyunca ölünün akraba, dost ve bağlıları, yanlarında getirdikleri çeşitli gümüş kapları, ok ve yayları, yelpaze ve daha başka armağanları ölünün yanına bırakarak ona bağlılıklarını ve saygılarını gösterirler.
Bu ziyaretler devam ederken, bir ağaç kesilerek tabut yapıldı. Tabut içine hem cesedi hem de eşyaları alacak büyüklükteydi. Sekiz günlük ziyaret süresi dolunca naaş ve armağan olarak getirilen eşyalar tabuta yerleştirildi ve cenaze, halkın katıldığı bir törenle gömüleceği yere götürüldü. Orada, toprak kazılmadan taştan örülmüş bir zemin üzerine kondu ve çevreden taşınan toprak tabutun üzerine yığılarak bir höyük oluşturuldu. Bu höyük mezarın yüksekliği ölenin önemine göre değişir."
Hemen hemen bütün vahşi kavimlerde ölülere, gelişmiş ülkelerden çok daha fazla saygı duyulması son derece müstesna bir olaydır. Bizler, en saygı duyulan adamların anısına hakaret edilmesine ve ölülerin otopsi odalarında kesilip biçilmesine aldırmazken, bir cesedin parçalanacağı ya da bir mezarın yıkılacağı düşüncesi barbar insanların dehşete kapılmasına neden olmaktadır. Cezayir'deki Araplar ve Kabyllerin savaş alanında kalan ölülerini kurtarmak için en büyük fedakârlıkları yaparak her türlü tehlikeyi göze aldıkları bilinmektedir. Aynı şekilde Müslüman, Hıristiyan ve hatta din hakkında ancak çok az şey bilen Kafkas kavimleri arasında da bu davranış çok daha şiddetli bir şekilde hakimdir. Hatta bir kölenin ölüsü bile, Ubıhlar ve Cigetler tarafından düşmana bırakılmamaktadır. Eğer ölüyü kurtaramazlarsa, daha sonra fidye karşılığında Ruslardan geri alırlar. Bu Dağlıların nasıl bir yoksulluk içinde yaşadığını hatırlarsak, ölülerine onurlu bir şekilde davranmak için gösterdikleri bu büyük fedakârlık çok daha dokunaklı görünmektedir. Eğer bir vork (asilzade) veya ünlü kahramanlardan biri, özellikle bir pşı (prens) savaş sırasında ölecek olursa bu Dağlılar, ölülerini kurtarmak için deliler gibi savaşırlar ve diğer zamanlarda kendilerini dehşete düşüren el bombalarının ve güllelerin patlamasına hiç aldırmazlar. Tek bir ölüyü kurtarmak için yüzlerce savaşçının kendini feda ettiği çeşitli olaylarda anlatılmıştır.
Ubıhların en ünlü liderlerinden biri Hacı Degumuko adındaki yaşlı bir pşıdır. Eskiden soğuk çeliği kullanma konusunda eşsiz bir kahraman olan Hacı, yılların ve zorlukların etkisiyle artık yaşlanmıştı. Ruslara karşı intikam ve nefret duygularını ateşlemekten bir an bile geri durmayan bu yaşlı kahraman, gençlik yıllarında her sözüne itaat eden binlerce kişinin başında savaşmış ve büyük kılıcıyla inanılmaz kahramanlık örnekleri vermişti. Seçme birliklerin başında sık sık Kuban'ı geçerek baskına gider, genellikle Çernomorski Kazaklarının arasına deli bir cesaretle atılan ilk o olur ve düşmanlarının kırmızı mızrakları karşısında şaşkasının ağırlığını ölçerdi. Birçok düşmanı bizzat kendi elleriyle öldüren Hajı'nın adı, Kuban ötesine yapılan cesur baskınların anıldığı huaholarda, Kafkas Dağlarının en önde gelen kahramanları Güz Beg ve Janbulat ile birlikte anılmaktadır.
Yaşlı kahramanın fiziksel gücü artık tükenmişti. Fakat Rusların ata topraklarına karşı giriştiği seferi haber alınca akrabalarını, arkadaşlarını ve kölelerini toplayarak, vücudunda yüzlerce yara izi taşımasına rağmen yine savaş alanına atıldı. Rus avcı birlikleri, dik bir kayanın üzerinde, bu mücadeleye bütün köleleri ve adamlarıyla katılmış olan, savaşı izleyerek emirler veren ve çocuklarının, torunlarının kahramanca çarpışmasını gururla seyreden yaşlı ve muhterem lideri gördüler. Ubıh dağlarının batı tarafına bakan dik yamaçları kısmen muhteşem ormanlarla kaplıdır. Eski çağlardan kalma meşe ve kayın ağaçları, yeşillikleriyle süsledikleri gri renkli kayaların gövdeleri ve tepeleri boyunca yükselirler.
Tahtadan yapılmış çok eski haçların bu ağaçların gövdelerine tutturuldukları görülmektedir. Bu haçlar, çok eski çağlarda buralarda hakim olmuş bir dinin kalıntıları veya belki de, muzaffer ordularıyla Hıristiyanlığı Kafkasya'ya yaydığı söylenen Gürcü Kraliçesi Tamara'nın dindar gayretlerinin ürünleri olabilir. İngiliz gezgin Bell, Kafkasya'da yaptığı maceralı gezileri sırasında böyle birçok haçı en eski ağaçların gövdelerinde görmüştür. Naklettiğine göre bazı fanatik mollalar, yanlışlıkların ve batıl inançların kaynağı olarak gördükleri bu kalıntıların kaldırılmalarını istemiş, fakat Dağlıların büyük bir çoğunluğu bu haçları atalarının dininin saygıdeğer hatıraları olarak bağırlarına bastıklarından buna karşı çıkmışlardı. Yaşlı lider Hacı Degumuko'nun torunu olan Aliyiko, Hıristiyanlığın izlerini taşıyan böyle bir meşe ağacının yanında savaşçılarıyla birlikte mevzilenerek, burasını adım adım Ruslara karşı savundu.
Yer savunmaya uygundu. Bir tarafta ormanlık bölge, diğer tarafta ise bir uçurum vardı. Hafif piyadelerle birlikte ilerleyen dağ bataryalarının komutanı, Ubıhların yoğun olarak toplandıkları noktaya iki hovitzerle ateş açtırdı. Bir gülle, yaşlı ağacın içi boş gövdesinden geçti; etrafa ağaç parçaları dağıldı, ama eski haça bir şey olmadı. Ubıhların zafer narası her tarafta neşeli bir şekilde yankılanarak gökyüzüne yayıldı. Svan süvarileri aynı noktaya saldırmak istediler. Fakat arazi böyle bir harekete uygun değildi. En öndeki süvarinin atı yere düştü ve diğer ikisini de beraberinde götürdü. Atlar ve atlılar birlikte uçuruma yuvarlandılar. Abhaz ve İmer süvarileri bile, inanılmaz bir azimle savunulan bu mevziden geri çekildiler. En sonunda, bir avcı bölüğüne komuta eden Rus subayı, arkasında süngülerini ileride tutarak koşan askerleri olduğu halde hızla bu noktaya doğru atıldı. Askerler bir yaylım ateşiyle karşılaştılar ve subay yaralanarak yere düştü. Askerler durdular, silahlarını tekrar doldurdular ve düşmanın ateşine başka bir yaylım ateşiyle karşılık verdiler. Mücadele bundan sonra korkunç bir şekilde kayadan kayaya, çalılıktan çalılığa devam etti. Tüfek sesleri, her iki tarafta da aralıksız olarak devam ederken, sonuç daha çok soğuk çeliklerle alınmaya başladı. Rus askerleri takviye kuvvetleri aldılar ve düzenli bir şekilde ilerlemeye devam ettiler.
Fakat Aliyiko metanetle yaşlı meşe ağacının önünde yerini savunmaya devam etti. Sol eliyle ağacın gövdesine tutunan Aliyiko, sağ eliyle de şaşkasını sallıyor; gösterdiği bu cesaret ve sözleriyle savaşçılarını şevke getiriyordu. Bir Rus mermisi, genç kahramanın kalbini deldi. Ölüm anında bile, arkasındaki ağaca yaslanarak ayakta kalan ve cesediyle ağacı koruyan Aliyiko'nun ılık kanı yanındakilerin üzerine sıçradı.
Ubıhların ağıt sesleri yükselerek devam eden savaş fırtınasının üzerine çıktı ve yürüyüşün verdiği yorgunlukla bir kayanın üzerine oturarak dinlenmeye çalışan büyükbabanın kulaklarına erişti. Bu acılı haber yaşlı liderin kulaklarına eriştiği zaman duyduğu büyük keder, yılların getirdiği takatsizliğini yendi. Gücünün son kırıntılarını toplayan Hacı Degumuko, adamlarıyla birlikte torununun ölüsünü almak için Ruslarla çarpışan savaşçılarının yardımına koştu. Yaşlı adam çarpışmanın ortasına yaşlı bir aslan gibi daldı. Büyük kahramanın bu hareketi bütün Ubıhları kamçıladı. Teke tek, göğüs göğüse Ruslar’a Ubıhlar, o yaşlı ağacın önünde ölümüne bir savaşa tutuştular. Süngüler, kahraman Çerkeslerin göğüslerini yırtarken, keskin ve ağır şaşkalar da Moskoflar’ın kalın kafalarını parçalıyordu. Sonunda, çok pahalı bir bedel karşılığında zafer Ubıhlar’ın oldu ve genç liderin ölüsü kurtarıldı.
Aliyiko henüz on sekiz yaşındaydı. Zarif ama kahramanca bir görünüşü vardı. Geride on dört yaşında bir gelin bıraktı. Bir Çerkes prensi olan kızın babası da bütün adamlarıyla birlikte Ubıhlar’ın yardımına gelmişti. Yanındaki kadın akrabalarıyla birlikte yakınlardaki bir köyde babasını bekleyen genç kız, onunla birlikte Aliyiko’nun da dönmesini ümit ederken o korkunç ölüm haberini aldı.
Bir hafta sonra Soça'dan Ardler'e dönmekte olan Rus donanması yine bu kıyılar boyunca yelken açmıştı. Dağların bu taraftaki eteklerinde, sekiz gün önce o kanlı mücadelenin cereyan ettiği noktada çok sayıda yerlinin toplandığı görüldü. Bu savaşa katılmış olan bütün Çerkes, Ciget ve Ubıh liderleri, prensin yeğenine olan saygılarını sunmak üzere bir araya gelmişlerdi. Yaşlı büyükbaba kalabalığın ortasındaydı. Rus donanmasının gözü önünde, kanlı bir intikam almak için yaptıkları yemini tekrarladılar. Rahmetlinin büyükannesinin ve gelinin ağıtları ve gözyaşları, açık mezarının yanıbaşında söylenen ve onun kahramanlıklarını anlatan şairlerin şarkıları içine karışarak kayboldular. Genç savaşçı öldüğü zaman da vücuduyla koruduğu o ağacın altına gömüldü.