Şekerpare Sultan, sarayın en şımarık, en tembel ve en yemek düşkünü prensesiydi. Gününü, içi krema dolu pastalar, altınla kaplanmış lokumlar ve inci taneleriyle süslenmiş dondurmalar yiyerek geçiriyordu. Bir gün, saray aşçısı, “Majesteleri, bu kez size sıradışı bir lezzet sunacağım!” diye bağırarak içeri girdi. Aşçı, ellerinde titreyen bir tepsiyle, altın bir tepside dev, parıldayan salçalı tavuk bacakları taşıyordu.
Bu tavuk bacakları sıradan bacaklar değildi. Her biri, kırmızı, yeşil ve turuncu parıldayan bir salçayla kaplıydı. Şekerpare Sultan, gözlerini kocaman açtı. “Aman Allahım!” diye haykırdı. “Bunlar… bunlar… konuşuyorlar!”
Gerçekten de, tavuk bacakları fısıldamaya başladı. “Yiyemezsiniz bizi, Şekerpare Sultan! Biz sihirli bacaklarız! Bizi yiyen, bir tavuk gibi gagalar!”
Şekerpare Sultan korkudan titredi. Ama karnı da çok acıkmıştı. "Peki, ne yapmalıyım?" diye sordu ürkekçe.
En iri tavuk bacağı, kırmızı salçasıyla parıldayarak, “Üç görevimizi tamamlamalısın!” dedi. “Önce, saray bahçesindeki tüm dikenleri, tek tek, üzerinden atlayarak toplamalısın. Sonra, kraliyet tavşanını, onunla bir çay partisi düzenleyerek özür dilemelisin. Son olarak ise, aşağıdaki köylülerin ekmeğini, kendi ellerinle, taşımalısın.”
Şekerpare Sultan, şekerlemelerinden ve dondurmalarından çok farklı bir şey yapmaya hazır değildi. Ancak, salçalı tavuk bacaklarının büyüleyici bakışları altında, görevleri tamamlamayı kabul etmek zorunda kaldı.
İlk görev zordu. Dikenler, uzun ve sivriydi, elbisesi yırtıldı, elleri kan içinde kaldı. İkinci görev ise, daha da zorlayıcıydı. Kraliyet tavşanı, aşırı gururluydu ve Şekerpare Sultan'ın özürlerini uzun süre kabullenmedi. Tavşan, "Üzgünüm" kelimesini doğru bir şekilde üç kez tekrar etmesini ve bir şiir yazmasını istedi. Şekerpare Sultan, hayatında bir şiir bile yazmamıştı!
Üçüncü görev ise en zordu. Köylülerin evleri, saraydan uzak, yamaçlarda, küçük kulübelerdeydi. Şekerpare Sultan, ekmekleri taşımak için tepelerden aşağı yukarı koşturup durdu, nefes nefese kalana kadar.
Üç görevi de tamamladıktan sonra, yorgun düşmüş, ama bir o kadar da mutlu olan Şekerpare Sultan, saraya döndü. Salçalı tavuk bacakları, artık tehditkar değil, parıldayan, sevimli görünüyorlardı.
“Tebrikler, Şekerpare Sultan!” dediler. “Görevleri tamamladın ve artık bizi yiyebilirsin.”
Şekerpare Sultan, bir tavuk bacağı ısırdı. Ama bu, eskiden yediği kremalı pastalar ya da altın lokumlardan çok daha lezzetliydi. Çünkü bu lezzet, emeğin, azmin ve özverinin tadıydı. Artık, Şekerpare Sultan, şekerlemelerden ve dondurmalardan daha çok, kendisi için çalışmanın ve başkalarına yardımcı olmanın tadını çıkarıyordu. Ve bir daha asla, konuşan salçalı tavuk bacaklarını küçümsemedi. Hatta, her hafta, onlardan yeni maceralar için yardım istemeye başladı. Ancak, önce her seferinde, mutlaka bir şiir yazmayı unutmuyordu.
Bu tavuk bacakları sıradan bacaklar değildi. Her biri, kırmızı, yeşil ve turuncu parıldayan bir salçayla kaplıydı. Şekerpare Sultan, gözlerini kocaman açtı. “Aman Allahım!” diye haykırdı. “Bunlar… bunlar… konuşuyorlar!”
Gerçekten de, tavuk bacakları fısıldamaya başladı. “Yiyemezsiniz bizi, Şekerpare Sultan! Biz sihirli bacaklarız! Bizi yiyen, bir tavuk gibi gagalar!”
Şekerpare Sultan korkudan titredi. Ama karnı da çok acıkmıştı. "Peki, ne yapmalıyım?" diye sordu ürkekçe.
En iri tavuk bacağı, kırmızı salçasıyla parıldayarak, “Üç görevimizi tamamlamalısın!” dedi. “Önce, saray bahçesindeki tüm dikenleri, tek tek, üzerinden atlayarak toplamalısın. Sonra, kraliyet tavşanını, onunla bir çay partisi düzenleyerek özür dilemelisin. Son olarak ise, aşağıdaki köylülerin ekmeğini, kendi ellerinle, taşımalısın.”
Şekerpare Sultan, şekerlemelerinden ve dondurmalarından çok farklı bir şey yapmaya hazır değildi. Ancak, salçalı tavuk bacaklarının büyüleyici bakışları altında, görevleri tamamlamayı kabul etmek zorunda kaldı.
İlk görev zordu. Dikenler, uzun ve sivriydi, elbisesi yırtıldı, elleri kan içinde kaldı. İkinci görev ise, daha da zorlayıcıydı. Kraliyet tavşanı, aşırı gururluydu ve Şekerpare Sultan'ın özürlerini uzun süre kabullenmedi. Tavşan, "Üzgünüm" kelimesini doğru bir şekilde üç kez tekrar etmesini ve bir şiir yazmasını istedi. Şekerpare Sultan, hayatında bir şiir bile yazmamıştı!
Üçüncü görev ise en zordu. Köylülerin evleri, saraydan uzak, yamaçlarda, küçük kulübelerdeydi. Şekerpare Sultan, ekmekleri taşımak için tepelerden aşağı yukarı koşturup durdu, nefes nefese kalana kadar.
Üç görevi de tamamladıktan sonra, yorgun düşmüş, ama bir o kadar da mutlu olan Şekerpare Sultan, saraya döndü. Salçalı tavuk bacakları, artık tehditkar değil, parıldayan, sevimli görünüyorlardı.
“Tebrikler, Şekerpare Sultan!” dediler. “Görevleri tamamladın ve artık bizi yiyebilirsin.”
Şekerpare Sultan, bir tavuk bacağı ısırdı. Ama bu, eskiden yediği kremalı pastalar ya da altın lokumlardan çok daha lezzetliydi. Çünkü bu lezzet, emeğin, azmin ve özverinin tadıydı. Artık, Şekerpare Sultan, şekerlemelerden ve dondurmalardan daha çok, kendisi için çalışmanın ve başkalarına yardımcı olmanın tadını çıkarıyordu. Ve bir daha asla, konuşan salçalı tavuk bacaklarını küçümsemedi. Hatta, her hafta, onlardan yeni maceralar için yardım istemeye başladı. Ancak, önce her seferinde, mutlaka bir şiir yazmayı unutmuyordu.