• Merhaba Ziyaretçi.
    "Hoşgeldin sonbahar "
    konulu resim yarışması başladı. İlgili konuya BURADAN ulaşabilirsiniz. Sizi de beğendiğiniz 2 resmi oylamanız için bekliyoruz...

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Acemi Oğlanı
Osmanlı Devleti zamanında, esirlerden yahut devşirme ile Hıristiyanlardan toplanan çocuklar, meslek itibariyle Türk-İslam unsuruna ve milletine yabancı oldukları için, acemi tabiri kullanılmıştır. Bu acemi neferler, asker ocağına yeni gelmiş, askeri talim ve terbiyeyi henüz öğrenmeye başlamış olanlardır.

Acemi oğlanları, kırk evden bir hesabıyla devşirilirdi. Alınan oğlanların yaşları, 10-20 arasında olurdu. Zeki ve kibar olanları saraya iç oğlanı olarak, kuvvetli olanları da bostancı ocağına alınırlardı. Acemi oğlanı alınan bölgenin halkı, bazı vergilerden muaf tutulurdu.

Savaşlarda esir alınan veya devşirme usulüyle reayadan toplanan bu çocuklar, önce Türkçe ile İslami esaslar öğretilmek üzere 4-5 yıl Anadolu ve Rumeli'deki Türk çiftçi ailelerine verilirlerdi. Çiftçilik yapmayanlar, acemi oğlanı olamazlardı. Çifti çubuğu olan köylüye verilen acemi oğlanlarının yoklamalarını yapmak için, ikisi Rumeli'de ikisi Anadolu'da olmak üzere dört kişi görevlendirilirdi. Bunlara “Kethüda” denilirdi. Kethüdalar, memur oldukları yerlere giderler; oradaki oğlanların, verilen yerde çalışıp çalışmadıklarını kontrol eder ve yıllık vergilerini de bunları hizmetinde kullanan köylüden alırlardı.

Acemi oğlanlar, bulundukları çiftçinin yanındaki hizmetleri bitirdikten sonra İstanbul'a getirilirlerdi. Mensup oldukları yerlere göre Rumeli veya Anadolu Ağası'nın tezkeresi ile bunlara birer akçe ulufe tayin edilip, yeniçeri yazılırlardı. Ulufeye yazılanlar, Yeniçeri ocağının malı olurdu.

Acemi oğlanları, padişah ve vezirlerin saray hizmetinde, ağa ve yeniçeri katipliklerinde, gemi ve oda hizmetlerinde, inşaat ve nakliye hizmetlerinde de çalıştırılırlardı.
 
Adaletname

Padişah veya halifelerin; kanunları uygulamayan ve görevlerini kötüye kullanan devlet adamlarını uyarmak veya tahta çıktıkları zaman devleti adaletle idare edeceklerini bildirmek için yayınladıkları yazılı emir. Adalet hükmü.

Hüsn-i niyet sahibi hükümdarların, İslamiyet'ten önceki devirlerde, adaletname türünden belgeler veya sözlü ifadelerle, idare ettikleri toplumları zulümden korumaya çalıştıkları görülmektedir. Peygamber efendimiz de, kendisine nazil olan Kur'an-ı kerimle ve hadis-i şerifleriyle insanlara zulmetmemeyi, adil davranmayı emir buyururlardı. Dini âlemşümul olduğu gibi, getirdikleri ve söyledikleri de bütün insanları içine alırdı. Veda hutbesi bu hususta bir örnek olarak söylenebilir. Hülefa-i Raşidin'in de, bu yolda güzel sözler söyledikleri ve yazılı belgeler verdikleri bilinmektedir. Ayrıca adaleti temin etmek ve idare ettikleri insanların durumlarından haberdar olmak için, onlara kapılarını daima açık tuttukları da bilinen diğer bir husustur. Halktan herhangi bir kimse, istediği zaman halifenin huzuruna çıkıp bizzat halifenin yaptığı bir işten veya diğer idarecilerden şikayetçi olabilir, hakkını rahatlıkla isteyebilirdi. Bu geleneğin devamı olarak, sonraki devirlerde hükümdarlar, "Divan-ı Mezalim", "Divan-ı Adl", "Divan-ı Ala" gibi isimlerle mahkemeler kurarlar, bizzat kendileri halkın şikayetçilerini dinlerler ve gerekli tedbirleri alırlardı. Bu şekilde divan tertibine, Halife Mehdi ile Nureddin Zengi'nin çok riayetkâr olduğu bilinmektedir. Selçuklu sultanları ve diğer Türk sultanları da, adalet divanları teşkil edip tebaalarının daha huzurlu bir hayat sürmesi için gayret gösterirlerdi.

Bütün güzel adet ve gelenekleri, en güzel şekliyle alıp uygulamakla tanınan Osmanlı hükümdarları da, insanları rahat bir ortamda huzur içinde yaşatmak gayretinde idiler. Devlet merkezindeki halkın durumunu yakından takip eden Osmanlı sultanları, ülke büyüyüp merkezden uzak yerlerde karışıklık ve yer yer haksız davranışlar görülmeye başlayınca, ilgili yerlerin idarecilerine, adaletname adı verilen yazılı belgeler göndermeye başladılar.

Adaletnameler, üç bölüm halinde hazırlanırdı. Birinci bölümde, şikâyetler sıralanır ve belgenin gayesi belirtilir; ikinci bölümde, şikâyetlerin değerlendirilmesi neticesinde yasaklanan veya serbest bırakılan hareketler zikredilirdi. Üçüncü bölümde ise, emirlerin tatbik edilmemesi neticesinde verilecek cezalar yazılırdı.

Adaletnameler, kadılar tarafından şer'iyye sicillerine işlenirdi ve isteyen herkese ücretsiz bir nüsha verildiği gibi, herkesin dinleyebileceği bir meydanda okunması mecburi idi. Adaletnamelerde beylerbeyi, sancakbeyi, kadı gibi idarecilere, kimseye zulmetmemeleri ve zulmettirmemeleri emredilirdi. Ayrıca adaletnamelerde belirtilen hükümlerin uygulanıp uygulanmadığı, merkezden gönderilen müfettişler vasıtasıyla gizlice teftiş edilirdi.

Osmanlılar'da bilinen ilk adaletname, Yavuz Sultan Selim Han devrinde, Eflaklar için yayınlandı. Daha sonraları buhran büyüyüp anarşi arttıkça, adaletname sayısı da arttı. Çıkarılan adaletnamelerde, idareciler kontrol altında tutulmaya, Müslim-gayrimüslim ayırmaksızın, tebaaya huzurlu bir ortam sağlanmaya çalışıldı.

Osmanlı adaletnamelerinin yayınlanmasına sebep olan şeylerden bazıları şunlardır:

1. Vergi yolsuzlukları ve vergi olarak toplanan malların, halka, zorla, uzak mesafelere kadar taşıttırılması, 2. Kadı naiblerinin sık sık teftişe çıkıp halkı rahatsız etmeleri, 3. Muhtelif devlet memurlarının; suçlulardan, kadılardan izinsiz cerime almaları, 4. Bid'atlerin yani sonradan ortaya çıkıp, halkın dinine, itikadına uymayan şeylerin ve hurafelerin yaygınlaşması, 5.Memurlukların, yakınlara (dost, akraba) verilmesi veya fahiş fiyatlarla satış yapılması, 6. Rüşvet, 7. Timarlı sipahiler, beylerbeyiler, sancak beyleri, mütesellimler, subaşılar, kethüdalar, kadılar, naibler, kassamlar, amiller, muhassıllar ve mübaşirler gibi memurların halktan, ücretsiz yem ve gıda maddeleri almaları.

1516 senesinde yayınlanan Eflaklar (Karadağ-Romanya bölgesi sakinleri) adaletnamesinde yasaklanan suiistimaller ve bid'atler sırasıyla şunlardır:

1. Semendire sancağını yazmış olan eminler tarafından, yeni deftere, sancak beyi için, harman vaktinde her köyden belli mikdarda arpa, buğday tayin edilmiştir. Bunun dışında hiç kimse halktan fazla bir şey istemeyecektir. Bal, yağ, koyun, kepenek gibi şeyler almayacaklar, kadılar da bunları önleyeceklerdir. Fakat paraları ile almak isterlerse, reaya ve Eflaklar da satmaktan çekinmeyeceklerdir.

2. Kanuna göre, elli evden bir kişi olarak alınan hizmetçiye gelince, beyler daha çok hizmetkâr istemekte ve daha uzun zaman hizmette tutmağa çalışmaktadırlar. Yahut sancak beyi, hizmetkâr yerine bazen para almak istermiş. Bu da yasak edilmiştir. Kanuna göre işlem yapılacaktır.

3. Padişah kapısına mahpus göndermek veya sair devlet hizmetleri için, davar ve adam gerekirse, lüzumu kadar alınacak, bu bahane ile fazla davar çıkarmak veya karşılığında para istemek gibi yollara gidilmeyecektir. Sancak beyinin, kendi hizmeti için, davar ve adam istemesi yasaktır.

4. Eflakların, hane başına ödedikleri flori resmini toplamak için gidenler, her yerin kadısı ile birlikte bu resmi toplayacaklar ve kendileri için, hane başına sadece bir akçe florici, bir akçe kâtibi alacaktır. Ayrıca, bahşiş veya başka adlar altında, hiçbir şey istemeyeceklerdir.

5. Eflaklar, sancak beyine ev yapmak mecburiyetinde değillerdir. Ancak, voyvoda için, her nahiyede belli bir yerde nahiye halkı bir ev yapar ve tamirine bakar. Her gelen voyvoda orada oturur.

6. Voyvoda, halktan istediğini parası ile ala. Para cezası veya siyaset cezaları hususunda, kadının izni olmadan, kendiliğinden hareket etmeye ve reayayı tutuklamaya. Voyvodalar zorla ot, arpa, saman ve tavuk almayalar.

7. Eflakların çayırlarına, bahçelerine, tahıllarına ve terekelerine ve otlaklarına, sancak beyi ve adamları at salıverip zarar verdirmeyeceklerdir. Seyislerin reayadan yem ve yiyecek almasına müsaade etmeyeceklerdir.

8. Domuzlar, bir kimsenin tımarında otlamıyorsa, otlak hakkı alınamaz.

9. Yeni gelen voyvodanın, primi (köy kethüdaları) birer karın yağ, birer kebe (kepenek) alması da yasaklanmıştır.

10. Muharebe zamanında sancak beyleri, voyvodaları ve subaşıları, knezler (nahiye kethüdaları) ve primikurlar, Eflakların zorla atlarını, silahlarını alıyorlarmış. Bu da men edilmiştir.

11. Hıristiyan köylerinde oturan Müslümanlardan Hıristiyanlara zarar gelmiyorsa yerlerinde kalabilirler. Aksi halde yerlerinden göçürülecek, Müslümanlar bir arada oturacaklardır.

12. Bu adaletname ile, eski Despot Kanunu da kaldırılmıştır. (Despot Kanunu, bazı davaları, Eflakların kendi aralarında halletmeleridir. Bu adaletname ile her türlü ihtilafın kadı ve sancak beyi marifetiyle halledilmesi emredilmektedir).
 
Adem-i Merkeziyetçilik

Mahalli idarelere geniş yetkiler tanıyan ve İkinci Meşrutiyet'ten sonra Prens Sabahaddin’in Türk idare sisteminde uygulanmasını teklif ettiği ve savunduğu prensip. Merkeziyetçi idare prensibinin zıddı.

Ortaçağ Avrupası'nda, feodal düzenin ortak özelliklerinin değişmesinden sonra gittikçe güçlenen merkezi idareler, geniş halk kitlelerine hükmetmeye başladı. Mahalli idarecilerin ve kilisenin hükümranlık yetkileri kısıldı. Devlet idaresine tamamen merkeziyetçilik hakim olup, güçlü bir devlet otoritesi ortaya çıktı. Bunun yanında halkın mahalli problemlerinin tespiti için, bölge temsilci meclisleri veya bölge temsilcileri teşkil edildi.

Osmanlı Devleti'nde de sancak beylerine, valilere ve kadılara geniş yetkiler verildi. Kadılar, ilmiye sistemine göre tayinle gelen mahalli idarecilerdi. Kadıların veya yardımcı personelin, yöre halkı tarafından seçilmesi veya denetlenmesi söz konusu değildi. Ancak ekonomik işlerde, kolluk görevinin yerine getirilmesinde, mali işlemlerin yürütülmesinde kadılar, halkın ve esnafın temsilcisi sayılan kimselere başvurduğu takdirde, bunlar, kendilerine yardımcı olurlardı. Tanzimat devrine kadar, geniş manâda adem-i merkeziyet prensibine uyulmamakla beraber, mahalli idarecilere geniş yetkiler verilmesi, Osmanlı Devletinde tamamen merkeziyetçi bir idarenin söz konusu olmadığını ortaya koymaktadır.

Tanzimat döneminde her sahada olduğu gibi, devletin idari yapısında da bazı değişiklikler yapılmasına ihtiyaç duyuldu. Tanzimat Fermanı'yla, gayrimüslim vatandaşlara Müslümanlardan daha geniş haklar verildi. Osmanlı Devletinin parçalanmasını ve yıkılmasını isteyen Avrupa devletlerinin destek ve teşvikiyle, gayrimüslim vatandaşlar, mahalli idarelerde söz sahibi olmak istediler. Onların istekleri doğrultusunda, bazı mahalli muhassıllık meclisleri kuruldu. Fakat kısa bir müddet içinde, bu uygulamadan vazgeçildi. Batılı devletler, Tanzimat ve Islahat fermanlarında gayrimüslimler için vaad edilen reformların uygulanması ve merkeziyetçi sistemin terk edilmesi konusunda, Babıali’ye yani Osmanlı hükümetine baskılarını arttırdılar. Batılı devletlerin baskılarıyla hazırlanan 9 Haziran 1861 tarihli Lübnan Nizamnamesi, adem-i merkeziyetçiliğe doğru gidişin ilk müşahhas örneği oldu. Dini ve etnik çatışmaların hüküm sürdüğü Lübnan’da, cemaatlerin, yönetime eşit ağırlıkta katılmaları sağlandı.

Bu doğrultuda, bütün Osmanlı İmparatorluğunu içine alacak idari yapının yeniden düzenlenmesi hususunda, iki farklı görüş ortaya çıktı. Bir kısmı, sınırları genişletilmiş vilayet ve livalara mali ve idari yetkiler verilmesini savunurken, bir kısmı, adem-i merkeziyet prensibini Osmanlı tebaasının bölünmüş olması dolayısıyla mahzurlu buldular. Bu tartışmalar sonunda hazırlanan 1864 tarihli Vilayet Nizamnamesi, Fransız department sistemini andıran bir hüviyete sahipti. Merkeziyetçiliği ve adem-i merkeziyetçiliği bir denge içinde uygulamayı hedef alan 1864 nizamnamesi, 22 Ocak 1871 tarihli İdare-i Umumiye-i Vilayat Nizamnamesi'nde, merkeziyetçiliğin ağır basması yönünde değiştirildi. Nizamname hükümlerine göre, vilayet sancaklara, sancaklar kazalara, kazalar da karyelere (köylere) ayrılıyordu. Vilayet merkezinde valinin başkanlığında toplanan bir vilayet idare meclisi, kazalarda da kaza idare meclisi vardı. Hakim, mektupçu, defterdar, hariciye memuru, müftü ve gayrimüslim ruhani reis, meclislerin tabii üyeleriydi. Ayrıca meclislerde halkın seçtiği iki Müslüman, iki gayrimüslim, dört üye daha vardı.

Bazı vilayetlerde Avrupa devletlerinin destek ve müdahalesiyle, yarı bağımsız bir statü uygulandı. Umumi vilayet sisteminin dışında kalan Yemen, Hicaz ve Mısır gibi yerler, mahalli hanedanlar tarafından idare edildi. Osmanlı merkezi idaresi, burada sadece asayişi temin etmekle meşgul oldu.

Avrupa devletlerinin, Osmanlı Devletini parçalamak ve yıkmak emeline dayanan, gayrimüslim unsurları tahrik ve teşvik ederek ve Osmanlı hükümetine baskı yaparak kurdukları adem-i merkeziyetçi idareler, kısa zamanda merkezi devlet otoritesini zayıflattı. Bu sebeple, merkeziyetçi idareye yönelik bazı reformcu uygulamalara gidildi. Birinci Meşrutiyet'ten sonra, Osmanlı ülkesinin parçalanmasını önlemek isteyen Sultan İkinci Abdülhamid Han, daha çok, merkeziyetçi bir idare tarzını uygulamaya çalıştı. Onun, devlet ve milletin faydasına olarak aldığı kararlara karşı çıkan bazı kimseler, Avrupa’ya kaçarak, adem-i merkeziyetçi bir idare tarzını hararetle savundular. Avrupa devletlerinden destek gören bu kimseler, çıkardıkları gazeteler ve dergilerle Osmanlı Devletinin aleyhinde bulundular. Bunlardan birisi de, Damad Mahmud Celaleddin Paşanın oğlu Prens Sabahattin’dir. Fransız yazarı Edmond Domolins’in fikirlerinden etkilenen Prens Sabahattin, Jön Türkler hareketinin önde gelenlerinden oldu. 1902 Paris Kongresinde, Jön Türkler ikiye ayrıldılar. Bir kısmı Ahmed Rıza’nın, bir kısmı ise Prens Sabahattin’in etrafında toplandılar. Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti adıyla bir cemiyet kurdular. Avrupa devletlerinin teşvik ve destekleriyle, Doğu Anadolu’da bağımsız bir Ermenistan Devletiyle, yine o devirde Osmanlı Devletinin hakimiyeti altında bulunan İşkodra, Yanya ve Kosova gibi vilayetlerden meydana gelen müstakil bir Arnavutluk Devletinin kurulmasını ve çeşitli unsurlara muhtariyet ve bağımsızlık verilmesini savundular. 23 Temmuz 1908’de Meşrutiyet'in ilanından sonra yurda dönen Prens Sabahattin ve arkadaşları, çeşitli gazetelerde, adem-i merkeziyet ve teşebbüs-i şahsi fikirlerini neşrettiler ve kendilerine taraftar topladılar. Prens Sabahattin’in adem-i merkeziyetçi görüşlerini benimseyen gençler, Nesl-i Cedid Kulübünü kurdular. Daha sonra İttihat ve Terakki Fırkasına muhalif olarak kurulan çeşitli unsurları bünyesinde toplayan Hürriyet ve İtilaf Fırkası da, Prens Sabahattin’in adem-i merkeziyet ve teşebbüs-i şahsi fikirlerini savundu.

Prens Sabahattin’in savunduğu adem-i merkeziyet prensibine göre; “Her şeyi devletten bekleyen Osmanlı toplumunun gelişebilmesi için, ferdiyetçi bir yapıya geçmesi gereklidir. Adem-i merkeziyetçilik, ferdiyetçi yapıya geçilirken, devlet düzeninin yenilenmesinde temel ilke olacaktır. Yeni yetişecek burjuva sınıfının teşebbüsçülüğünü engellemeyecek bir idare biçimi, ancak İngiliz ve Amerikan örneğine uygun bir adem-i merkeziyet modeli olabilir. Buna göre yapılacak ıslahatla, bütün tebaayı içine alan bir adem-i merkeziyet uygulanmalıdır. Seçimle gelecek belediye meclisi üyeleri, mahalli idarede söz sahibi olmalıdır. Vilayet meclislerinde, azınlıklar, nüfusları oranında temsil edilmeli, Osmanlı tebaası arasında imtiyazlı hiçbir grup bulunmamalıdır. Jandarma teşkilatında her azınlık, nüfusu oranında yer almalıdır. Yalnız vali, mutasarrıf, defterdar ve mahkeme reisleri, merkezi idare tarafından tayin edilmelidir.”

Prens Sabahattin’e göre; “Bir toplumun, bir devletin temelini fertler teşkil eder. Toplumu kuran, ona varlık bütünlüğü ve yaşama gücü kazandıran fert olduğu için, sosyolojinin, işe, fertleri ele alarak başlaması gerekir. Fert, toplum için değil; toplum, fert içindir.

Devletin idare biçiminin değiştirilmesiyle, yenileşme ve reform olmaz. Reform, ancak fert hayatının gelişimini durduran, özel teşebbüsü önleyen kurumların değiştirilmesi, yenilerinin kurulmasıyla olur. Türkiye’de yapılması gereken en önemli yenilik, eğitim ve öğretim düzeninde olmalıdır.”

Osmanlı Devletindeki geleneksel teşkilatlanmayı, çağdaş gelişmeye ayak uyduramamanın sebebi olarak gören ve eskiye ait değerleri inkâra yönelen Prens Sabahattin’in ilk bakışta parlak görünen adem-i merkeziyetçi fikirlerinin bazılarının uygulanması bile, Osmanlı Devletinin parçalanmasına ve yıkılmasına sebep olmuştur.

Cumhuriyet döneminde, 1921 Anayasasının 11-14. maddeleri, vilayetlere muhtariyet ve manevi şahsiyet (tüzel kişilik) bağışladı. Vilayet şuralarına da, mahalli konularda yetkiler verdi. Vali, TBMM’nin temsilcisi olarak, devletin işlerini görecekti. 1924 Anayasasında bu hükümlere ve benzerlerine yer verilmedi. Mahalli idarelerle ilgili düzenlemeler ise, büyük ölçüde, iktidara gelen siyasi partilerin tutumuna bağlı kaldı.
 
Ağa

Türk devletlerinde askeri ve sivil kuruluşlarda kullanılan bir unvan.

Moğolca büyük erkek kardeş manasındaki “aka” kelimesinden Türkçeleşmiştir. Bu manâsından başka, bazı lehçelerde baba, dede, amca, dayı, abla gibi yaşça büyük akrabalar için kullanılmaktadır. Ağa kelimesi, unvan olarak kağanlar devrinden itibaren kullanılmıştır. Moğol prenslerine de aka unvanı verilmekle beraber, bu unvan daha çok tanınan bir soydan olmayan, fakat hizmetleri sayesinde önemli mevkilere yükselen devlet adamlarına verilmiştir. Timurlular devrinde ise, bu unvanın sadece kadınlara verildiği kaynaklardan anlaşılmaktadır.

Akkoyunlu Devleti'nde, bey zümresine mensup olmayan vazifeliler, "Ağa" unvanını kullanmışlardır. Aynı şekilde Türk ve Moğol devlet teşkilatına bağlı kalan Safevi Devleti'nde de oymak ileri gelenleri, avcıbaşılar, darugalar, elçiler, saray hadımları, bu unvanla anılmışlardır. Kaçarlar devrinde ise, mülki memurlar için ağa unvanı kullanılmıştır.

Osmanlılarda devlet teşkilatının genişleme ve gelişmesinden sonra ağa kelimesi, askeri teşkilatta çok kullanılan bir unvan haline geldi. Eyalet ve sancakların valileri olan paşa ve beylerden sonra merkez askeri teşkilatının bütün emirleri, saray kuruluşlarının başında bulunanlar ve ihtisab ağası gibi bir kısım yöneticilerin, bu unvanı taşıdıkları görülmektedir. Ağa unvanı taşıyanların, çok defa vazifeleri veya şekilleri ile tarif edilmeleri de, bu unvanın yaygın bir şekilde kullanılmasından ileri gelmiştir. Osmanlı Devleti'nde ağa unvanının kullanıldığı yerlerden bazıları şunlardır: Yeniçeri ağası, harem ağası, hazine ağası, kızlar ağası, silahtar ağa, rikabdar ağa, kol ağası, çuhadar ağası, iç ağası, tatar ağası.

On dokuzuncu asırda Yeniçeri ocağının kaldırılmasıyla başlayan yeniliklerden sonra, ağa unvanı, yerini bazı unvanlar hariç, efendi ve bey unvanlarına bırakmıştır. 1934’ten sonra, imtiyaz anlatan diğer kelimelerle birlikte ağa unvanı da kaldırılmıştır.
 
Ahali Mübadelesi

1923'te imzalanan Lozan Antlaşması gereğince, Türkiye'deki Rumlarla, Yunanistan'daki Türklerin büyük bölümünün karşılıklı değiştirilmesi.

Osmanlı Devleti'nin son zamanlarında meydana gelen Kırım, Doksanüç ve Balkan harplerinden sonra, Anadolu'ya Kırım'dan, Kafkaslardan ve Balkanlardan pekçok Müslüman-Türk nüfus göç etti. Öte yandan, Tanzimat'tan sonra gayrimüslim tebaaya ve azınlıklara verilen imtiyazlar, özellikle Rumların ekonomik bakımdan güçlenmesi neticesini ortaya çıkardı. Bu sebeple, Yunanistan'dan Anadolu'ya göç oldu. Rumlar özellikle İstanbul'da, Batı Anadolu'da, Trakya'da ve Karadeniz kıyılarında yerleştiler. Ekseriyeti şehirlerde oturan, ticaret ve sanatla meşgul olan Rumlar, dış ticarette ve imalat sanayiinde önemli yer tuttular. 1919 senesinde, Batı Anadolu'daki imalathanelerin % 73'ü, Rumların elindeydi.

Osmanlı Devletinin parçalanması, yeni devletlerin kurulması, kurulan devletlerin Müslüman-Türklere zulüm ve işkenceler yapmaları neticesinde, Rumeli'den Türkiye'ye büyük göçler oldu. bu göçler 1911-12 Balkan Savaşları sonrasında hızlandı. 140 bini Yunanistan'dan olmak üzere, 400 bin Müslüman-Türk, Türkiye'ye geldi. 1919'da Batı Anadolu'daki Yunan işgalinde, yerli Rum ahali, Yunan ordusuyla işbirliği yaptı. Yunan ordusunun, yenilerek geri çekilmesi, Rumların da büyük zarar görmesine, bir kısmının Yunanistan'a kaçmasına sebep oldu (Bkz. Türk Göçleri).

Lozan'da, Yunanistan'daki Müslüman-Türk ahali ile Türkiye'deki Rum ahalinin karşılıklı mübadelesi, yani değiştirilmesi konusu da ele alındı. 30 Ocak 1923'te imzalanan antlaşmaya göre; Batı Trakya'da yaşayan Türkler ile İstanbul'da yaşayan Rumlar dışında kalan bütün Türk ve Rum nüfus değiştirilecekti. Mübadele edilen ahali, bir daha geri dönemeyecek, taşınır mallarını yanlarında götürebilecekler, taşınmazlarını ise karma komisyon denetiminde, altın değerine göre tasfiye edebilecekti. Antlaşmanın uygulanması için, iki ülkeden dörder, Milletler Cemiyeti Kurulunun seçtiği üç üyeden meydana gelen bir komisyon teşkil edildi. Komisyon, ekim 1923'te çalışmaya başladı. Birinci yıl bir miktar ahali mübadele edildi. Fakat İstanbul'daki Rumların tespiti hususunda anlaşmazlık çıktı. Yunanistan, hileli yollara başvurarak, İstanbul'da oturan Rumların doğum yerleri ve İstanbul'a yerleştikleri tarih ne olursa olsun mübadele dışı bırakılmasını istedi. Türkiye ise bunların Türk kanunlarına göre tespit edilmesini istedi.

Milletlerarası Adalet Divanı, Türkiye'nin görüşüne yakın bir karar aldıysa da, Yunanistan, bu karara uymadı. Batı Trakya'daki Müslüman-Türk ahalinin mallarına, antlaşmalara aykırı olarak el koydu. Bu malları, Rum göçmenlere dağıttı. Buna karşılık Türkiye de İstanbul'daki Rumların mallarına el koydu. İki ülke arasında bir müddet gergin bir hava hakim oldu. 1926 senesinde yapılan bir antlaşmayla, el konan taşınmazlar meselesi çözümlendi.

Ahali mübadelesi, 1923'ten 1927'ye kadar sürdü. Mübadele neticesinde 400 bin Müslüman-Türk, Türkiye'ye gelirken 1 milyonu aşkın Rum, Yunanistan'a gitti. Mübadele sırasında giden Rumların yüzde sekseni Anadolu'dan, yüzde yirmisi ise Trakya'dandı. 1927 senesine gelindiğinde, İstanbul'da yaşayan 110.000 Rum kaldı. 1930 senesinde "İkamet, Ticaret ve Seyrisefain Mukavelenamesi" adıyla Yunanistan'la imzalanan antlaşmayla, Türk tebaası bile olmayan Rumlara, Türkiye'de aynen Türk vatandaşları gibi haklar tanındı. Antlaşmada "Mütekabiliyet", yani iki tarafın da bu hakları karşılıklı olarak kullanması hükmü yer aldı. Türkiye'deki Rumlar, bu hakları fazlasıyla kullandılar. Hattâ, Türkiye'de ticari hayatın köprü başlarını, Rumlar tuttu. Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin takip ettiği, tavizci dış politika sebebiyle, Türklerin Yunanistan'da aynı hakları kullanması bir tarafa, ellerindeki hakları, antlaşmalara rağmen alındı. Yunanistan, Batı Trakya Türklerine rahat zulmedebilmek için, Türklerin yaşadıkları bölgeyi, birinci derecede askeri yasak bölge ilan etti.

Güneydoğu Rodoplarda bulunan Pomak Türklerine, Hıristiyanlaştırarak eritme siyaseti tatbik edildi. Pomaklara, yoğun bir şekilde, kendilerinin aslen Türk olmadıkları telkini yapıldı. Pomaklar arasında Türkçe konuşmak yasak edildi. Diğer bölgelerde yaşayan Türkler arasında milli şuura hizmet eden gazeteler kapatıldı. Gazeteciler, çeşitli bahanelerle hapsedilerek, kendilerine işkence yapıldı. Cami, çeşme, mektep gibi dini ve hayrî eserlerin yapılmasına müsaade edilmediği gibi, eskilerin tamir edilmesine de binbir güçlük çıkartıldı. Bu yüzden o güzelim eserler, zamanla harabe hale geldi. Sık sık imar planları değiştirilerek, açılacak yollara Türk-İslam eserleri isabet edecek şekilde çizildi. Türklerin elinde bulunan topraklar, toprak reformu bahanesiyle istimlâk edilerek ellerinden alındı ve istimlâk bedelleri ödenmedi. Türk-İslam mezarlıkları, aynı şekilde istimlâk edilerek ortadan kaldırıldı. Yerlerine de gazino ve sinema gibi eğlence yerleri yapıldı. Türk sözünü kullanmak yasak edilerek, suni bir surette Türk ve İslam ayırımı yapıldı. Böylece, Müslüman Türkler arasına ikilik sokulmaya çalışıldı. Mahalli idarelere seçilmiş bulunan Türkler, Yunan emellerine hizmet etmedikleri takdirde, bunlara işten el çektirildi. Türklere memuriyet hakkı verilmediği gibi, Türklerden alış veriş yapılmasına çeşitli yollarla mani olundu. Türklerin tahsil imkânları, çeşitli yollardan engellendi ve bu suretle, onlar arasından münevver insanların yetişmesi engellendi. El altından ve çeşitli yollarla, Batı Trakya Türklerinin, Türkiye'ye göç etmeleri telkin edildi. Bu suretle, Türk nüfusunun azalmasına, azami gayret sarf edildi. Türkiye'de ise, azınlık durumunda olan Rumlara karşı yumuşak bir politika izlendi.

Konuştukları dillere göre yapılan son nüfus sayımında (1965), Türkiye'de Rumca konuşan 48.000 kişinin olduğu ve 80.000 Rum-Ortodoks olduğu tespit edilmiştir. Bu sayının sonraki yıllarda biraz daha azaldığı tahmin edilmektedir. Yunanistan'da ise, yaklaşık 150.000 Türk bulunmaktadır.
 
Alay

Türkçe'de tören veya gösteri gayesiyle bir araya gelen topluluğa; başında bir albayın bulunduğu tabur ile tugay arasındaki askeri birliğe; Osmanlılar'da askeri ve mülki merasimin tertip ve düzenine verilen ad.

Sultan İkinci Mahmud Han tarafından 1826 senesinde kurulan Asakir-i Mansure-i Muhammediyye'nin 12.000 kişilik kuvvetinin tamamı, İstanbul’da bulunan sekiz tertibe bölünmüştü. Daha sonra imparatorluğun başka bölgelerinde de tertipler kuruldu. 1828 senesinde “tertip” terimi “alay”a çevrildi. Her alay, üç taburdan meydana geliyor, komutanlığını miralay (albay) rütbesinde bir subay yapıyor, ayrıca yardımcı bir kaymakam (yarbay) bulunuyordu. 1831’de bir alayın dört taburdan kurulması ve dördüncü taburun avcı taburu olması kabul edildi. Arkasından iki alaydan meydana gelen livalar (tugaylar) kuruldu.

Sultan İkinci Abdülhamid Han zamanında, bulundukları bölgenin güvenlik ve savunmasını yürütmek üzere Hamidiye Alayları teşkil edildi. İkinci Meşrutiyet'ten sonra piyade alayları, üç taburdan meydana gelmeye başladı. Süvari alayları altı bölükten, topçu alayları ise 12 bataryadan ibaretti. Cumhuriyet döneminde ise bir piyade alayı üç piyade taburundan, bir tanksavar bölüğünden, bir piyade hava bölüğünden, bir muhabere takımı ve piyade hafif koluyla bir alay karargahından teşkil edildi. Bir topçu alayı ise iki veya daha fazla topçu taburundan meydana geldi.

Alay kelimesinin başına ve sonuna getirilen eklerle bir hayli tabir, terim ve deyim meydana gelmiştir. Alaylı, alay beyi, alay emini, alay katibi, alay imamı, alay müftisi, alay çavuşu, alay-ı hümayun, alay köşkü, alay kanunu, alay meydanı, alay meclisi, alay erkanı, alay sancağı, alay bağlamak, alay göstermek, alaya binmek, mevlid alayı, valide alayı, sürre alayı, kılıç alayı, selamlık alayı, Hırka-i seadet alayı, baklava alayı, amin alayı, kadir alayı, bayram alayı, mızraklı alayı, hassa alayı, düğün alayı, bunların belli başlılarıdır.

İslamiyet'ten önce örf, adet ve geleneklerine düşkün olan Türkler, Müslüman olduktan sonra da İslamiyet'in yasak etmediği adet ve geleneklerini sürdürdüler. Müslüman olduktan sonra, dinin ışığında pekçok güzel adet ve gelenekler ortaya koyarak, İslamiyet'in emirlerini toplum olarak yaşamaya ve yaşatmaya gayret gösterdiler. Osmanlılar zamanında, daha önceki Müslüman-Türk devletlerinde görülen bazı merasim ve gelenekler aynen devam ettirildiği gibi, yeni ilaveler de yapıldı. Bu merasimlere umumi olarak, alay adı verilirdi. Saray erkanı ile halkın kaynaşmasına vesile olan bu alaylar, halktan büyük ilgi görür ve çok ihtişamlı olurdu.

Padişahın tahta çıktığı gün, sabahın erken saatlerinde Topkapı Sarayı-Akağalar Kapısında biat merasimi yapılırdı. Padişah, hazine-i hümayundan çıkarılan tahta oturur, teşrifata (protokole) riayet olunarak, başta hanedan mensupları olmak üzere bütün rütbe sahipleri, birliğin ve kuvvetin sembolü olan padişahı selamlayarak yerlerini alırlardı. Bu merasim, büyük bir sessizlik içinde cereyan eder, mızıka çalınmazdı.

Bayram gümlerinde de buna benzer bayram alayı veya muayede denilen bayramlaşma merasimi yapılırdı. Bayramlaşma merasimini, Babıali teşrifat kalemi idare ederdi. Herkes yerini aldıktan sonra, padişah, mızıka-i hümayun efendilerinin; “Aleyke avnullah” ve; “Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var” sesleri arasında tahta oturur ve bu esnada mehteran bölüğü tarafından hünkâr marşı çalınırdı. Teşrifata uygun olan bu merasim, son zamanlarda umumiyetle Dolmabahçe Sarayı Muayede Salonunda icra edilirdi.

Bu merasimlerden başka şu alaylar yapılırdı:

Beşik alayı: Harem'de kus-i şadımani çalınınca, Enderunlular doğum olduğunu anlarlar, kurbanlar hazırlanırdı. Her koğuşun önünde kurban kesilirdi. Padişah, Çinili Köşkün içinden altın serperdi. Mehter takımı, marşlar çalarak bu sevince iştirak eder, doğan şehzadenin veya sultanın ismini öğrenen şairler, tarih düşürmekte yarışırlardı. Hazine kâhyası, darphaneye giderken gümüş kabartmalı beşik ısmarlardı. Kısa zamanda yapılan beşik, alayla saraya getirilir, harem kapısında kızlarağasına verilirdi. Hazine kâhyası ve maiyetindekilere, padişah tarafından ihsanda bulunulurdu.

Sürre alayı: Osmanlılar zamanında, hac mevsiminde Mekke ve Medine’ye, saraydan ve halktan gönderilecek hediyeleri yollamak üzere düzenlenen merasimdir.

Hırka-i saadet alayı: Ramazan ayının on beşinde yapılırdı. Hazine kâhyası, vezirlere, divan çavuşları vasıtasıyla davetiyeler gönderirdi. Ayrıca, ilmiye sınıfı mensuplarına, mülki ve askeri erkâna da haber giderdi. Merasimden önceki gece padişah, süngerlerle Hırka-i saadetin bulunduğu sandukayı ve dolapları silerdi. Padişah, sabah namazını Hırka-i saadet dairesinde kılar, öğleden evvel hasodalılar, Hırka-i saadetin gümüş yaldızlı sandukalarını, altın anahtarla açarlar, yedi kat ipek kadife üzerine som sırma ve incilerle işlenmiş bohçaların şeritlerini çözerlerdi. İkinci mahfaza bundan sonra, padişahın yanında bulunan altın anahtarla açılırdı. Hırka-i saadet sandukasının açılışında, silahdar, çuhadar, rikabdar, dülbentdar ağa, anahtar ve peşgir ağaları, hasodalılar, saray imamları da hazır bulunurlardı. Bu esnada güzel sesli müezzin ve çavuşağaları Kur’an-ı kerim okuyarak, ziyarette bulunanlara ayrı bir manevi haz verirlerdi. Ziyareti evvelâ padişah, sonra sırayla diğerleri yapardı.

Baklava alayı: Ramazan-ı şerifin on beşinci günü, gayet muhteşem bir surette yapılan Hırka-i saadet alayından sonra, yeniçeri ocağı neferlerine baklava verilirdi. Bu uygulamaya ilk olarak, Kanuni Sultan Süleyman Han zamanında, harplerden zaferle dönen orduya pilav, zerde ve yahni gibi yemeklerle ziyafet verilmekle başlandı. Askeri, gazaya teşvik etmek maksadıyla çekilen bu ziyafetler, sonraki padişahlar zamanında da devam etti. Ramazan-ı şerifin on beşinci günü, İstanbul’da bulunan askerlerin her on neferine bir tepsi baklava ikramı adet oldu.

Bu alay yapılırken yeniçeri ortaları, saka, usta ve karakullukçuları ile diğer zabitler, sarayın orta kapısının iki tarafındaki divan yeri sofasından ilerideki mutfaklar önünde, futa denilen ipekli peştamallara bağlı olarak hazır bulunan baklava tepsileri hizasında yer alırlar; bu sırada ortakapı açılıp Babüssaâde'de bekleyen silahdarağa, sağ koltuğunda anahtar ağası, sol koltuğunda başlala ile, akağalar kapısından çıkar. Kilerci baltacısıyla, palüdeci ağadan başkasını kapının önünde terk ederek, bu iki kişiyle baklava tepsileri hizasına yanaşırdı. Kilercibaşı baltacısıyla palüdeci, padişah için hazırlanan bir tepsi baklavayı alır, silahdara verirdi. Bunu müteakip, askerden ikişer nefer, sarılı baklava tepsilerini yeşil yollu sırıklara geçirirlerdi. Hazır oldukları, orta kapıya işaret olununca kapı açılırdı. Her bölüğün usta, saka, mütevelli, odabaşı, karakullukçu ve bayraktarı, bölüklerinin önüne düşerek, baklavacılar da arkadan gelerek, alay ile kışlalarına giderlerdi. Ertesi gün ise tepsi ve futalar, saray mutfağına (Matbah-ı amireye) gönderilirdi.

Adalet ve ihsanla altı yüz sene hüküm sürmüş ve insanlığın kurtuluş ve refahı için gayret göstermiş olan Osmanlıların, askere ihsan ve bahşişinin küçük bir bölümü olan baklava alayı, yeniçeri ocağının kaldırılmasına kadar devam etti. 1826’daki son baklava alayı sırasında, yeniçerilerin, İstanbul halkını inciten taşkınlıkları, ocağın halk nazarında itibarını büsbütün kaybettiren son sebeplerden biri olmuştur.

Kadir gecesi alayı: Ramazan ayının son günlerinde bulunan Kadir gecesinde, Hırka-i saadet dairesinden Ayasofya Camiine kadar bütün yol boyları, meşalelerle aydınlatılırdı. Alayın önünde yirmi kadar meşale ve onun arkasında kırmızı-yeşil kırk kadar fenerle hasekiler yürür ve böylece Ayasofya Camiine gidilir ve padişahın imamı namaz kıldırırdı. Son padişahlar zamanında Kadir gecesi alayı, saltanat kayıklarıyla gidilerek Tophane’deki Nusretiye Camiinde yapıldı.

Yılbaşı tebriki alayı: Hicri yılbaşı olan Muharrem ayının ilk günü, padişah Çinili Köşke gelir, saray ağalarına Muharremiye adıyla bahşiş ve ihsanda bulunurdu. Ayrıca helvahanede yapılan ve kâselere konulan kırmızı renkli şekerlemeler ikram edilirdi. Muharrem ayının üçüncü günü, umumiyetle Çırağan Sarayına rikab (özengi) ısmarlanır, sadrazam ve şeyhülislam, padişah tarafından huzura alınarak, tebrikler kabul edilirdi.

Mevlid alayı: Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) dünyayı teşrif ettiği gün olan Rebi-ul-evvel ayının on ikinci gecesinde Balıkhane köşkünde, ertesi gün de Sultan Ahmed Camiinde mevlid okunurdu.

Kılıç alayı: Yıldırım Bayezid Han zamanında ilk defa Niğbolu Zaferi'nden sonra yapılmaya başlanan bu alayda, devrin ileri gelen âlimi tarafından, padişaha kılıç kuşatılırdı. Kılıç alayı, usul olarak padişahın cülusunu takip eden günlerde taç giyme merasimine benzer ve halkta büyük bir coşkunluğa sebep olurdu. Talebeler yollara dizilir, Edirnekapı’da muhteşem bir çadır kurulur, yabancı devlet temsilcileri, geçenleri buradan seyrederlerdi. Padişah, onları arabadan selamlardı. Padişahın arabasını, başta sadrazam olmak üzere bütün nazırlar (bakanlar), meclis reisleri ve saray erkânının arabaları takip ederdi. Alay, Eyüp Sultan’a varınca arabalardan inilir ve yürüyerek Ebu Eyyub el-Ensârî'nin (radıyallahü anh) türbesine gidilirdi. Burada yeni padişaha kılıç kuşatılır ve dua edilirdi.

Alay-ı Hümayun: Padişah sefere giderken, seferden dönerken, sefere gideni uğurlarken, seferden dönen orduyu karşılarken, saraydan Davutpaşa’ya kadar tertip edilen alaylardı. Osmanlıların haşmet devirlerinde, bu alaylar, büyük bir ihtişamla yapılırdı.

Sadaret alayı: Sadrazamlara, sadaret mührü vermek için tertiplenen alaydır. Tanzimat'a gelinceye kadar, sadaret mührü, Hırka-i saadette verilirdi. Bu münasebetle sadrazama, has odabaşı vasıtasıyla yeniden samur kürk giydirilirdi.

Sadaret alayı merasimi, Beşiktaş’ta başlar, denizden Sirkeci’ye gelinirdi. Önde mabeyn başkâtibi, onu takiben yaverler ve en arkada sadrazam, ata binmiş olarak, halkın önünden geçer, Babıali’de divan odasına gelirlerdi. Başkâtip, sadaret mektupçusuna, atlasa sarılı nameyi öperek verir, o da gür bir sesle okurdu. Daha sonraki devirlerde bu merasim, arabalarla yapıldı.

Selamlık alayı: Padişahın Cuma namazı için camiye gitmesi anında tertiplenen alaydır. Sultan İkinci Abdülhamid Han, Cuma selamlığını Yıldız Camiinde yaptırırdı. Ermeniler, böyle bir selamlık esnasında suikast tertibinde bulunmuşlardı.

Valide alayı: İlk defa, Dördüncü Murad Han'ın annesi için tertiplenen bu alay daha sonraki devirlerde gelenek haline geldi. Tahta çıkan padişah, annesini eski saraydan yeni saraya getirtirdi. Sultan İkinci Mahmud Hanın annesine yapılan alay, pek gösterişli olmuştu. Valide Sultanı, yeni sarayda önce saray mensupları, sonra padişah karşılar ve tebrik ederdi.

Amin alayı: Osmanlı Devletinde ana okuluna başlayan çocuklar için yapılan merasim.

Alayla alâkalı terim ve deyimler de şunlardır:

Alay arabası: Alaylarda padişahların bindiği arabaya verilen addır. Buna saltanat arabası da denilirdi. Muhteşem olan bu arabayı, ihtişamı bir kat daha arttıran atlar çekerdi. Seyislerin elbiseleri de sırmalıydı.

Alaya binmek: Resmi sıfatı haiz olanların, bayramlarda ve resmi günlerde yapılan alaylara iştirak etmeleri demektir. Vaktiyle alaylara atla katıldıkları için, bu tabir kullanılırdı.

Alay bağlamak: Ordunun, düşman karşısında harekete geçmek üzere, emir ve kumandayı beklemesi veya merasimde, alayın tamamen tertip ve tanzim edilmiş olması demektir.

Alay elbisesi: Alaylarda ve diğer merasimlerde giyilen resmi elbiseye verilen ad.

Alay kanunu: Alaylarda ve seferlerde, padişahın huzurunda tertiplenen ve büyük geçit törenlerinde ve hükümetçe tespit edilmiş olan diğer merasim ve alaylarda; vezirler, alimler, devlet ricali ile askeri erkânın tertip (protokol) ve kıyafetlerine dair kanundur.

Alay meydanı: Topkapı Sarayında ortakapı ile Babüssaâde arasındaki sahaya verilen ad. Ayrıca bir bayrağın veya büyük bir resmî binanın önünde askeri geçit yapmaya ve merasim için toplanmaya mahsus geniş saha ve meydana da bu ad verilirdi.

Askeri teşkilat birimi olan alayla ilgili terim ve deyimler de şöyledir:

Alay beyi: Vaktiyle, miralay yani albay rütbesinde olan, vilayet merkezlerindeki jandarma kumandanlarına verilen addı. 1908’de İkinci Meşrutiyetin ilanından sonra bu tabir terk edilerek, yerine alay kumandanı tabiri kullanıldı.

Alay çavuşu: İki manâda kullanılırdı. Birincisi; padişahların bir yere gidişinde, geçit resimlerinde önden gidip yol açan divan-ı hümayun çavuşlarıydı. İkincisi; birlikteki yazılı ve sözlü emirleri, askerlere bildiren çavuşlardı. Bunlar, tellal gibi yüksek sesle bağırarak, verilen emirleri tebliğ ederlerdi.

Alay emini: Yüzbaşıdan büyük, binbaşıdan küçük, askeri kâtip sınıfından bir vazifelinin unvanıydı. Alay kâtipliğinden terfi ederek alay emini olanlar, alayın idari ve hesap işleriyle meşguldüler. Diğer askerler gibi resmi elbise giyerlerdi. Ancak bunların elbiselerinin şerit ve yıldızları, diğer askerlerin elbiseleri gibi sarı olmayıp beyazdı. Alay eminleri, binbaşılığa terfi ettikten sonra, diğer askerler gibi yükselirlerdi. 1908’de bu unvan, teşkilattan kaldırıldı.

Alay erkânı: Başta miralay (albay) olmak üzere, alayı teşkil eden taburların binbaşılarıyla alay müftileri ve alay kâtipleri gibi yüksek rütbeliler hakkında kullanılan bir terimdi.

Alay imamı: Alayın birinci taburunun imamına verilen addı. Teşrifatta (protokolde) yüzbaşıdan önce gelirdi.

Alay kâtibi: Alayın yazı ve hesap işlerini gören askerin adıydı. Tabur kâtipleri, terfi ederek alay kâtibi olurlar, alay kâtipliğinden de alay eminliğine terfi edilirdi.

Alay meclisi: Alay işleri hakkında icab eden kararları vermeye yetkili meclise verilen addı. Miralayın başkanlığında, alayı teşkil eden taburların binbaşılarıyla alay müftisinden ve alay kâtibinden teşekkül ederdi.

Alay müftisi: Alay imamının üstü olan, rütbe sahibi, sarıklı askere verilen addı. Teşrifatta (protokolde) binbaşıdan önce gelirdi. Askerlere dinî vazifeleri öğretmek ve onların suallerine cevap vermek için, taburlarda tabur imamı, alaylarda ise alay müftisi bulunurdu. Bu vazife, Osmanlı Devleti'nin sonuna kadar devam etmiştir.

Alay sancağı: İki manaya gelirdi. Birincisi, bir alaya mahsus olan sancak demekti. İkincisi, resmi günlerde gemileri donatmak için asılan rengârenk bayraklar hakkında kullanılan bir tabirdi.

Alaylı: Vaktiyle, mektep mezunu olmayıp, erlikten yetişen askerler hakkında kullanılırdı. Bir mektep bitirmeden, meslek içinde yetişen diğer devlet memurları için de bu tabir, mecazi olarak kullanılmıştır.
 
Anadolu Beylikleri
Malazgirt Zaferinden sonra, Anadolu’da kurulan Türk beyliklerinin genel adı. Bu beylikler, tarihi kaynaklarda Tavaifi Mülûk ismiyle geçmektedir.

Malazgirt Zaferi'nden sonra, birçok akıncı beyi, Anadolu’yu Türk toprakları haline getirmek için seferler düzenledi. Bu beyler, elde ettikleri bölgelerde, ilk Türk beyliklerini kurdular. Üsküdar’a kadar Anadolu topraklarının büyük bir kısmı bu beyliklerin eline geçti. Beyler, Selçuklu sultanını hükümdar tanımakla beraber, iç işlerinde tam bağımsız bir haldeydiler. Bunlar; Bitlis ve Erzen’de Dilmaçoğulları (1085-1394), Ahlat’ta Ermenşahlar (1100-1207), Diyarbekir’de İnaloğulları (1098-1183), Erzincan, Kemah ve Divriği’de Mengücükler (1072-1277) Erzurum’da Saltuklular (1072-1202)’dan ibaretti. Bu beyleri, bir düzene sokmak için çalışan Büyük Selçuklu Devleti sultanları, başarılı olamadılar. Bununla birlikte, beyliklerin ekserisi, sonraları Türkiye Selçukluları'nın hakimiyetine girdiler.

Alaeddin Keykubad’ın saltanatının sonlarına doğru, merkez ile uçlar arasında münasebetler gevşemeye başladı. 1220’den sonra Moğol istilasının Ortadoğu üzerinde yoğunlaşması, Bizans sınırında, büyük değişikliklere sebep oldu. Moğol akınlarına karşı koyamayan Türkmen aşiretlerinin, Selçuklu topraklarına yönelmeleri üzerine, Selçuklu sultanı, bunları Bizans sınırına yerleştirdi. İkinci Gıyaseddin Keyhüsrev’in Kösedağ Savaşı'nda yenilmesinden sonra, merkezî idare iyice zayıfladı. Son Selçuklu veziri Muinüddin Pervane’nin ölümüyle, düzenli devlet idaresi de ortadan kalktı. Anadolu'da idareyi ele geçiren Moğol valilerinin zulümleri ve koydukları ağır vergiler, halkı huzursuz etti. Neticede Selçuklu Devletinin hiç bir fonksiyonunun kalmaması, halkı, kuvvetli beyler etrafında toplanmaya teşvik etti.

Nitekim, gaziler ve onlara katılan çeşitli aşiretlerle bazı Türkmen beyleri, karışıklık devresi içinde hakimiyet kurarak, birer hanedan haline geldiler. Aydın, Karesi, Menteşe, Saruhan, Germiyan, Çoban ve Osmanoğulları bu şekilde kurulan beyliklerden bazılarıdır. Eşref, Sahib Ata, İnanç, Hamid ve Candaroğulları gibi diğer beylikler ise; Selçuklu veya İlhanlılar tarafından, mükâfat olarak malikane tarzında verilen arazilerde, bazı komutanların, istiklallerini ilan etmeleriyle ortaya çıktılar.

Beylikler, kuruluşlarından hemen sonra, buhranlı bir devreye girdiler. Bunun sebebi ise, İlhanlıların, Anadolu valileri ile baskılarını arttırmaları idi. Emir Çobanoğlu Timurtaş, Ebu Said Bahadır Han tarafından affedilip Anadolu’ya ikinci defa vali olunca, beylikler, bağlılıklarını belirtmek için, İlhanlılar adına akçe bastırdılar. Daha önce affedilen Emir Timurtaş, 1324’te babası gibi öldürülmekten korktuğundan Memluklar'a sığındı. Vali olarak, Büyük Şeyh Hasan tayin edildi ise de kendisi gelmeyip, yerine Alâeddin Eretna’yı vekil olarak gönderdi. Ebu Said Bahadır Hanın ölümü ile çıkan kargaşalıktan faydalanan Eretna, 1343’te Timurtaş’ın oğlu Şeyh Hasan’ı yenince, hükümdarlığını ilan etti ve bir beylik haline geldi. Bu hadiseler neticesinde, Anadolu’da İlhanlı hakimiyeti tamamen çöktü.

İlhanlı baskısının, Anadolu beyliklerinin üzerinden kalkması üzerine, beyler rahat bir nefes aldılar. Anadolu şehirlerinde imar hareketlerini hızlandırdılar. Diğer taraftan, sınır boylarında olan Osmanoğulları, Aydınoğulları, Saruhanoğulları, Menteşeoğulları ve Karesioğulları, Bizans topraklarına yaptıkları seferleri sıklaştırdılar. Osmanoğullarının, akınlarda büyük başarılar elde etmesi, Anadolu’daki diğer beylikleri rahatsız etti ve onları bu beyliğin büyümesine engel olmaya sevk etti.

Yıldırım Bayezid Han, başarılı muharebeler neticesinde Germiyan, Hamid, Menteşe, Aydın, Saruhan ve Candaroğulları beyliklerini, Osmanlı topraklarına kattı. Bu sırada Timur Han’ın Ortadoğu’ya doğru hareketi, toprakları kaybolan beylerin ona sığınmasına yol açtı. Yıldırım Bayezid’in Ankara Savaşı'nda mağlup olmasıyla, bazı beylikler yeniden kuruldu. İkinci Murad Han zamanında, Anadolu beyliklerinin çoğu, Osmanlı topraklarına katıldı. Fatih Sultan Mehmed Han ise Anadolu’da birliği tekrar tesis etti. Fatih, 1461 senesinde Trabzon seferi ile Candaroğulları Beyliğini ortadan kaldırdı. Karaman Beyliği'nin topraklarının ekseriyetini, Osmanlı hakimiyeti altına aldı. Bu fetihlerden sonra, Karaman beyinin oğulları ile Kastamonu sancakbeyi olarak bırakılan Candaroğlu Kızıl Ahmed Bey, Uzun Hasan’dan yardım istediler. Ancak beyliklerinin başına geçmeye muvaffak olamadılar. İshak, Pir Ahmed, Kasım Beylerin mağlup edilmeleriyle de, 1471’de, Karaman Beyliğinin bütün toprakları, Osmanlı Devletine katılmış oldu.

Dulkadiroğulları ve Ramazanoğulları, Osmanlı-Memluk rekabetinden faydalanarak, mevcudiyetlerini bir süre daha korudular. Ancak, Yavuz Sultan Selim Han’ın Mısır seferi sırasında Osmanlı hakimiyetini kabul ettiler. Böylece, Anadolu’da Osmanlı Devleti'nin mutlak hakimiyeti kurulmuş ve Tavaif-i Mülûk adıyla anılan beylikler devri, sona ermiş oldu.

Beylikler devrinin en önemli özelliği, kültür faaliyetlerinde ortaya çıkmış ve her beylik, kendi merkezini bu açıdan zenginleştirmeye çalışmıştır. Eski Anadolu Türkçesi dil yadigârları bu faaliyetlerin neticesinde ortaya konmuş ve çok sayıda eser yazılmıştır. Bazı beyler, kültür faaliyetlerini teşvik ederken, bir kısım beyler de bizzat eserler vermişlerdir.
 
Arpalık
Osmanlılar'da devlet memurlarına vazifeleri sırasında maaşlarına ilaveten, görevden ayrıldıktan sonra ise tekaüt veya ma’zuliyyet maaşı olarak tahsis edilen gelir.

Arpalığın ne zaman ve ne gaye ile ihdas edildiği, kesin olarak bilinmemektedir. On altıncı asrın başlarında verilmeye başlanan arpalığın, memurluğu dolayısıyla at beslemek durumunda olanlar için konduğu tahmin edilmektedir. Arpalık, kendisinden başka kalabalık maiyeti, uşak ve hizmetkârları bulunanlara, masrafları gözetilerek bağlanırdı. Bu aylık, önceleri yeniçeri ağası, bölük ağası gibi askerî şahıslara verilmekte iken, sonraları şeyhülislam, kazasker, müderris gibi yüksek ilmiye sınıfına, sultan hocalarına, güç vazifelerde bulunan idare amirlerine, on yedinci asırdan itibaren de vezirler ile ümeraya verilmeye başlandı.

Arpalık, ya belli bir kaza veya sancağın senelik gelirinin bir kısmı tahsis olunarak veya hazineden belli bir gündelik verilerek olurdu. Bunun birincisine Bervech-i arpalık dirlik, ikincisine Bevech-i arpalık ulufe denilirdi. Arpalığın en fazlası; idare amirleri için senelik 100 000, ilmiye sınıfı için 70 000, yeniçeri ağaları için 58 000, saray mensupları için ise 19 999 akçe idi. Ulufe olarak verilenlerin senelik toplamı da, bu değerleri aşmazdı.

Arpalık sahibi olanlar, bizzat arpalık olarak tahsis edilen kazaya gitmeyip, yerlerine bir naip gönderdikleri gibi, bazen de kendileri giderlerdi. Sultan Üçüncü Selim, bozulan ilmiyenin ıslahına teşebbüs ettiği sırada, arpalık sahibi olan ma’zul (azledilmiş) vilayet kadıları ile kazaskerlerden, vilayet kadılarından mazereti olmayanların bizzat arpalıklarına giderek hakimlik etmeleri ve sakat ve ihtiyar olanların da arpalıklarını iltizama vermeyip emanet suretiyle beşte bir üzerinden ehliyetli dürüst naiplere vermeleri gibi hususları içeren fermanında; cahil kimselere naiplik verilmemesini ve imtihansız hiç kimsenin, yeniden kadılığa tayin edilmemesini emretti.

Arpalık, birçok suiistimallere meydan verdiği için, on sekizinci asırda kaldırılarak aylığa bağlandı. Bu durum daha sonra genişleyerek, arpalık maaşı; Tanzimat'tan sonra, isim değişikliği ile tarik maaşı ve en son olarak rütbe maaşı adını aldı. Meşrutiyet'ten sonra ise, ilmiye sınıfına da, diğer devlet memurları gibi muntazam aylık ve emekli maaşı bağlandı. Böylece, arpalık, tarihe karışmış oldu.
 
Atabeg
Selçuklu Devleti'nde şehzadeleri eğitip yetiştiren ve zamanla devlet kuran yüksek rütbeli memurlar. “Atabeg” unvanı, ilk defa Selçuklularda kullanıldı ise de, daha önceki Türk-İslam devletlerinde de bu vazifeyi gören memurlar vardı. Osmanlılar'da ise, şehzadeleri yetiştirmekle vazifeli kimselere lala denirdi.

Türkler, neslin devamını sağlayan çocuğa çok önem verdikleri gibi, onun terbiyesi ve yetişmesi hususunda da hassasiyet gösterirlerdi. Devletin devamının teminatı kabul ettikleri şehzadelere daha çok ehemmiyet verirlerdi. Bu düşünceler içinde olan Selçuklu hükümdarları, oğullarına, dinî, millî, manevî ilimlerin yanında; idarî, malî, askerî ve siyasî işleri öğretmek için, ümeradan birini atabeg (atabey) unvanıyla muallim tayin ederler ve istikbalin hükümdarlarını en iyi şekilde yetiştirmeye çalışırlardı. Atabegler, büyük işler başarmış, mühim vazifelerde bulunmuş şahıslar arasından seçilirdi. Küçük şehzadelere vasi ve mürebbi olan ve doğrudan büyük sultana, yani Selçuklu Devletine bağlı bulunan bu atabegler, başında bulundukları idari sahada yarı müstakil bir hükümdar naibi durumundaydılar. İdarî, malî ve askerî bütün yetkileri ellerinde bulunduran atabegler, şehzadenin sultan olma durumunda da, onun veziri, kumandan ve müşaviri olurlardı.

Devletin güçlü olduğu zamanlarda, merkezi otoriteye bağlı ve faydalı olan atabegler, Sultan Melikşah’ın oğul ve torunları arasındaki otorite boşluğundan istifade ile idarelerindeki vilayetlerde, yaşları küçük şehzadeler adına değil kendi başlarına hareket ettiler. Bu şekilde bağımsızlıklarını ilan eden atabegler, kendi aralarında da topraklarını genişletmek için mücadeleye giriştiler.

En meşhur Selçuklu atabegleri; Tuğ Tigin, İldeniz, İmadüddin Zengi, Muzafferüddin Salgur, Emir Sipehsalar, Gümüş Tigin Candar, Emir Atabeg Kara Sungur, Aksungur ve Anuş Tigin’dir. Bunlar arasında, elde ettikleri nüfuzlarından istifade ile devlet kuranlar oldu. Atabeglerin kurdukları devletler arasında en meşhurları: Dımaşk Atabegliği (Tuğtiginliler), Zengiler (Musul Atabegliği), İldenizliler, Salgurlular, Beğtiğinliler (Erbil Atabegliği)'dir.
 
Avrupa Tüccarı
Avrupa ile, ahitnameli (antlaşmalı) tüccar statüsünde ticaret yapma müsaadesi verilen, Osmanlı tebaası gayrimüslim tüccarlara verilen ad. Osmanlı ülkesi sınırları içinde, ahitnameli devletler tüccarı ile Müslüman ve gayrimüslim tebaadan olan tüccar, farklı şartlarda ticaret yapardı.

Ahitnameli tüccarın, dış ticarette daha imtiyazlı durumda bulunması, yabancı elçilik ve konsoloslukların kullanacakları tercümanlardan cizye vb. vergilerin alınmaması gibi durumlar, gayrimüslim Osmanlı tebaasına çok cazip geldi. Bu gayrimüslimler, İstanbul'daki yabancı devlet elçiliklerine ve diğer şehirlerdeki konsolosluklara başvurarak, tercümanlık beratı aldılar. Elçiliklerdeki ve konsolosluklardaki vazifeliler, bu yolla bazı menfaatler elde ettikleri için, zamanla tercümanlık beratı alan gayrimüslim tebaa çoğaldı.

Tercümanlık beratı ile ilgili suiistimalin önlenmesi için, Osmanlı Devleti idarecileri, bazı tedbirler aldılar. Sultan Üçüncü Ahmed Han, Sultan Üçüncü Mustafa Han ve Sultan Birinci Abdülhamid Han, bu konuyla ilgilenip yabancı elçilere notalar verdilerse de netice alınamadı. Sultan Üçüncü Selim Han devrinde, 1791 senesindeki teşebbüs de, istenilen neticeyi vermedi. Bunun üzerine 1802 senesinde, Avrupa ile ticaret yapan ve yapacak olan, tüccar, kaptan ve gemi sahipleri için özel bir statü kabul edildi. Böylece "Avrupa Tüccarı" denilen bir sınıf ortaya çıktı. Avrupa ile ticaret yapmak isteyen ve güvenilir bir şahıs olduğunu ispat eden gayrimüslimler, Avrupa tüccarı beratı aldılar. Berat için 1500 kuruş ödenmesi ve beratın İstanbul Kadılığı Bab Mahkemesine kaydı şart koşuldu.

Avrupa tüccarı sınıfına girenlere; iki hizmetkârının bulunması, bunlardan birinin İstanbul dışında oturabilmesi hakkı tanınmıştı. Beratlı tüccara hukuki bakımdan da müste'min tüccar gibi muamele ediliyor, yabancı tüccarla 4000 akçeyi aşan davaları İstanbul'a sevk ediliyordu. Müste'min tüccarla olan davalarında ise, davalının tabi olduğu devletin ahitnamesi esas alınıyordu.

1839'da Ticaret Nezaretinin kuruluşundan sonra ise Avrupa tüccarlarıyla ilgili işlere Ticaret Nezaretince bakıldı. Ticaret Nezaretine bağlı bir Ticaret Meclisinin, 1850'de ise Ticaret Mahkemesinin kurulmasıyla, Avrupa tüccarının ticaretle ilgili davaları da burada görülmeye başlandı.

Osmanlı Devletinin, gayrimüslim tebaasını Avrupa devletlerinin himayesinden kurtararak, onlara müste'min tüccar hak ve imtiyazları tanımasından, ahitnameli devletler rahatsız oldular. Devletin, gayrimüslim tüccar hakkında kesin tavrını ortaya koyduğu 1806'dan sonra, yabancı himayesine giren birkaç tüccar olduysa da, gayrimüslim tebaa artık kendi adlarına ticaret yapmayı tercih etti. Bu, bilhassa Avrupa tüccarı imtiyazının verilişini takip eden yıllarda, bu statüye dahil olan Rum kaptan ve gemi sahiplerine büyük menfaatler sağladı.

Müslüman olmayan Osmanlı tebaası tüccarların büyük imtiyazlarla zengin olması üzerine, Müslüman tüccarlar, Babıali'ye bir dilekçe sunarak, Avrupa tüccarının sahip olduğu imtiyazların, kendilerine de tanınmasını istediler. Bu istek, zamanla elde edilen kârın Frenklerden Türklere geçeceği hesaplanarak yerinde bulundu. İstek, Sultan İkinci Mahmud Han tarafından da uygun bulununca, "hayriye tüccarı" adı verilen yeni bir ticari grup ortaya çıktı. Avrupa tüccarlarına yalnızca batı ülkeleriyle ticaret imtiyazı tanınırken, hayriye tüccarlarının Avrupa'nın yanı sıra Hindistan ve Uzakdoğu ülkeleriyle de ticaret yapmasına izin verildi. Dış ticaretin kolay ve çabuk yürütülebilmesi için, hayriye tüccarının iki ortağına da imtiyaz tanındı. Hıristiyan Avrupa tüccarları, yurt dışına çıkarılması yasak malları alıp satamazken, hayriye tüccarları, gemi kiralayarak veya kendi gemileriyle bu tür malların taşımacılığını, alım ve satımını yapabilirlerdi. Yabancı iskelelerdeki şehbenderler de hayriye tüccarlarına yardımla yükümlüydü. Şehbenderler ve bunlarla çalışan muhtarlar, hayriye tüccarları arasından seçilirdi.

Temel ihtiyaç maddelerinin alım satımıyla uğraşan hayriye tüccarları, merkezlerde ve iskelelerde ticaret büroları, mağaza ve depolar açıyor, gemi çalıştırıyorlardı. Devletin savaş ve olağanüstü durumlarda, hayriye tüccarlarına başvurması ve yardım istemesi tabiiydi.

Tanzimat'tan sonra Avrupa tüccarlığı ve hayriye tüccarlığının statülerinde bazı değişiklikler yapıldı. 1876'da ise Avrupa tüccarlığı ile hayriye tüccarlığı kaldırıldı.
 
Geri
Top