• Merhaba Ziyaretçi.
    "Hoşgeldin sonbahar "
    konulu resim yarışması başladı. İlgili konuya BURADAN ulaşabilirsiniz. Sizi de beğendiğiniz 2 resmi oylamanız için bekliyoruz...

Türk Tarihindeki Önemli Savaşlar ve Seferler

Zigetvar (Sigetvar veya Szigetvar) Seferi

Kanunî Sultan Süleyman'ın son seferi; adını, kuşatılan Zigetvar kalesinden alır (1566).

1562'de Avusturya ile Osmanlı Devleti arasında bir antlaşma yapıldı. Sekiz yıl süreli olan bu antlaşmaya göre, İmparator Ferdinand, Erdel'i Osmanlılara bırakıyor ve elindeki Macaristan toprakları için, yıllık 30 bin duka vergiyi kabul ediyordu.

Bir süre sonra hudutlarda ve Macaristan'da bazı anlaşmazlıklar çıktı. Avusturya, bu anlaşmazlıkları bahane ederek, gerekli vergiyi iki yıl üst üste göndermedi. 1564'te Ferdinand öldü. Sadrazam Semiz Ali Paşa, Avusturya elçisinden birikmiş vergiyi ve geriye kalan altı yıllık antlaşma süresinin yenilenmesini istedi. Yeni imparator Maximilian II ise, paranın ödenmesini, anlaşmazlıkların çözülmesine bırakmayı uygun gördü.

Bu arada, Osmanlı himayesinde bulunan Erdel beyi Zsigmond, imparatorla aralarında anlaşmazlık konusu olan Çatmar veya Zatmar şehrini zaptetti. İmparator da Erdel'e saldırarak, Tokaj ve Serenç (Szerencs) taraflarını aldı. Budin beylerbeyi, Erdel Beyine yardım etti. Bu meseleleri görüşmek için gelen Avusturya elçisine, Sadrazam, barışın sekiz yıl uzatılabileceğini, ancak Osmanlı Devletinin Tisa (Tizsa) nehri ötesindeki bütün topraklarını korumak arzusunda olduğunu bildirdi. Elçinin yeni talimat almak üzere Viyana'ya döndüğü sırada, yeni bir savaşa taraftar olmayan veziriâzam Semiz Ali Paşa öldü ve yerine Sokullu Mehmed Paşa getirildi (1565). Yeni sadrazam, Avusturya elçisinden Tokaj ve Serenç'in iadesini istedi. 1566 başlarında imparator, Hosszuthoty'yi elçi olarak İstanbul'a gönderdi. Yeni elçi, birikmiş olan vergileri getirmediği gibi, Kruppa kalesinin Avusturya'ya geri verilmesini istedi. Bu sebeple Avusturya'ya karşı, Sokullu'nun da teşvikiyle savaş açıldı.

Seferden iki ay önce, vezir Pertev Paşa, serdarlıkla Vidin ve Semendire sipahileri, Eflak, Kırım, Boğdan kuvvetleriyle birleşerek, hududa yakın Gyula'yı (Göle) ve Zatmar ile Tokaj kalelerini almak için önden gönderildi. Padişah ve Osmanlı ordusu, 1 Mayıs 1566'da İstanbul'dan hareket etti; Belgrad yoluyla Macaristan'a geldi. Erdel kralı, Zemlin'de (Zemun) orduya katıldı. Ağustos başlarında, Zigetvar kuşatması başladı. Kale kumandanı, Miklos Zrinyi (Zrinski) idi. Önce eski şehir topla dövüldü. Zrinyi, yeni şehri koruyamayacağını anlayınca yıktırdı. Türkler, hendekleri toprakla doldurup, yeni şehir enkazı üzerinden eski şehri aldılar. Kont Zrinyi, kaleye çekildi. Kuşatmanın on beşinci günü, sadrazamın yönettiği hücumda, büyük kayıplara uğrandı. Kanuni, gönderdiği hattı hümayunda, kuşatmanın uzaması ve kayıpların fazlalığından duyduğu üzüntüyü belirtti. Bundan sonra Zrinyi, teslim teklifini kabul etmedi. Hücumlar arttırıldı. Kont Zrinyi, kaleden çıkış hareketinde bulundu, vuruldu. Nihayet 34 günlük kuşatmadan sonra kale ele geçirildi (7 Eylül 1566).

Kuşatmanın son gününde Kanunî Sultan Süleyman Han, kalenin alınışını öğrenemeden vefat etti. Sokullu, padişahın ölümünü ordudan gizledi. Kütahya valisi Şehzade Selim'e haber gönderip durumu bildirdi.

Vezir Pertev Paşa kumandasında gönderilen kuvvetler de Gyula (Göle) kalesini ele geçirdiler.


Malta Seferi

Malta’daki Hıristiyan korsanlara karşı 1565 yılında yapılan Osmanlı seferi.

Öteden beri, Malta’da üslenen Saint-Jean Şövalyeleri, Osmanlı gemilerine rahat vermiyorlar, korsanlık yapmaktan bir türlü vazgeçmiyorlardı. İstanbul’a kıymetli ticaret eşyası götüren büyük bir Osmanlı gemisine el koymaları, bardağı taşıran son damla oldu. 250 parça gemi ile Piyâle Paşa, 35 000 kara askeriyle beşinci vezir Mustafa Paşa, İstanbul’dan yola çıkarıldı. Malta’da orduya iltihak etmesi kararlaştırılan Trablusgarp Beylerbeyi Turgut Reis, başkomutanlığa tayin edildi. İstanbul’dan yola çıkan ordu, Malta’ya varınca, Turgut Reis beklenmeksizin kuşatma başlatıldı. Kılıç Ali Paşa da 6 gemi ve 1000 askerle İskenderiye’den gelip, orduya katıldı. Kuşatmanın onuncu günü, 23 gemi ve 2000 leventle gelen Turgut Reis, başkomutanlığı ele aldı. Kuşatmanın yirmi beşinci günü, kaleden atılan bir top güllesi isabetiyle, Turgut Reis şehit oldu. Osmanlı askeri, umumî bir saldırı ile St. Elmo Kalesini ele geçirdi. Adanın teslimi için gönderilen heyete menfî cevap verilmesi üzerine, St. Ange, St. Michel ve Le Bourg kaleleri kuşatıldı. Cezayir Beylerbeyi Barbaroszâde Hasan Paşa'nın da, 27 gemi ve 2500 kişilik bir kuvvetle gelmesi, Osmanlılara ayrı bir şevk verdi. St. Michel Kalesinin Castilla Burcu ele geçirildi. Üç buçuk aylık kuşatma sonunda, St. Jean şövalyelerinin çok zor duruma düştüğü bir sırada, İspanyollar, adanın işgal altında olmayan bir bölümüne 25 bin kişilik bir yardım kuvveti çıkardılar. Mustafa Paşa, iki ateş arasında kalmamak için, ağırlıklarını yükleyip kuşatmayı kaldırdı. Başarısızlığa üzülen padişahın emri ile, donanma, İstanbul limanına gece karanlığında girdi.


Hotin Seferi

Lehistan (Polonya) üzerine yapılan Osmanlı seferi (1621).

Leh kumandanları Zolkiewski ve Koniecpolsk, Hotin kalesinde, Dalmaçyalı Boğdan voyvodası Gaspar Gratiani'ye bağlı kuvvetlerle birleşerek Tuna'ya inmeğe başladılar. Ancak, Kantemir Mirza'nın adamları, Eflaklılar ve Erdellilerce desteklenen Özi valisi İskender Paşa'ya, Prut üzerinde Tutora'da (Çuçora) yenildiler (1620). Bu başarı üzerine II. Osman Han (Genç Osman), Lehistan seferine çıkmağa karar verdi. İranlılar tarafından kuşatılan Bağdat'ın geri alınması bile ikinci plana bırakılarak, büyük hazırlık yapıldı. II. Osman Han, savaş makineleri, deve ve filler bulunan 200 000 kişilik Osmanlı ordusunun başında İstanbul'dan hareket etti (21 Mayıs 1621). Ordudaki 12 000 kadar yeniçeri, genç padişahtan memnun değildi. Polonyalıların elindeki Hotin kalesini, Leh kumandanı Kalinowski koruyordu. Kırım Hanı Canibek'in de katıldığı Osmanlı ordusu, Hotin önlerine geldi (21 Ağustos 1621) ve kaleyi kuşattı. Dniester üzerine kurulan köprüler, bağlantıyı kolaylaştırdı. Nureddin kumandasındaki Tatarlar, Kamaniçe'ye (Kamieniec) ve daha ötelere akınlar yaparak, Hotin'in, çevresiyle ilgisini kestiler.

Hotin önündeki vuruşmalar çok kanlı oldu. Fakat bir sonuç alınamadı. Dördüncü hücumda, Budin beylerbeyi Karakaş Mehmed Paşa şehit oldu; onu Doğancı Ali Paşa takip etti. Bu arada sadrazam Hüseyin Paşa, görevinden alınarak, yerine Diyarbekir valisi Dilaver Paşa getirildi. Beşinci ve altıncı saldırılar da başarı kazanamayınca, toplanan dîvan, kışı da Hotin önlerinde geçirmek isteyen Genç Osman'a rağmen barışa karar verdi. Osmanlılarca aracı seçilen Eflak voyvodası Radu Mihnea ile Polonyalılarca tam yetkili olarak görevlendirilen Zielenski, barış antlaşmasını yaptılar (9 Ekim 1621). Antlaşmaya göre Kazak ve Tatar akınları yasaklanıyor, Hotin, Boğdan'a veriliyordu. Sefer dönüşü II. Osman Han, yenilginin acısını gidermek için Boğdan topraklarından, merkezi Reni şehri olan bazı parçalar aldı.

Sonuç itibariyle, bu seferde, yeniçerilerin gayretsizliği yüzünden, askerî bir başarı sağlanamadı, fakat Boğdan'ın emniyeti sağlanmış oldu.


Haçova Savaşı (Haçova Zaferi)

Sultan Üçüncü Mehmed Han kumandasındaki Osmanlı ordusunun, Avusturya Arşidükü Maksimilyan’ın kumanda ettiği Alman, Macar, İspanyol, Leh, Çek, Slovak, İtalyan, Hollanda ve Belçika ordularına karşı kazandığı kesin zafer.

1595 yılında Sultan Üçüncü Mehmed Han (1595-1603) tahta geçtiği zaman Osmanlı kuvvetleri, Avusturya ve Alman kuvvetleri karşısında arka arkaya mağlubiyetler alıyordu. Bilhassa Estergon’un düşman eline düşmesi, bütün yurtta derin bir üzüntüye yol açmıştı. Boğdan ve Eflâk’ta durum tamamen Osmanlılar aleyhine olduğu gibi, Osmanlılara ait olan İbrahil, Kili, Silistre, Yergöği, Rusçuk, Akkirman ve Varna da elden gitmek üzereydi. Bu sebeple Sultan Üçüncü Mehmed Han, hocası Sâdeddin Efendinin de tavsiyesiyle, bizzat Avusturya seferine çıktı. Kanunî Sultan Süleyman Hanın ölümünden, 30 yıl geçtiği halde hiçbir padişah, ordusuna bizzat başkomutanlık etmemişti.

21 Haziran 1596’da kapıkulu ocaklarıyla beraber hareket eden Sultan Üçüncü Mehmed Han, 11 Ekim 1596’da Eğri Kalesini teslim aldı. Kale muhafazasına, Anadolu Beylerbeyi Lala Mehmed Paşa'yı bırakarak kendisi, Macarların Kereşdeş dedikleri Haçova’ya geldi. Osmanlı ordusu Haçova’ya geldiği zaman burada imparatorun kardeşi Arşidük Maksimilyan’ın kuvvetleriyle karşılaştı. Arşidük’ün kumandası altında gerek Alman, Macar ve gerekse diğer devlet ve milletlerden toplanmış büyük bir ordu vardı. Kırım Hanı Gazi Giray’ın, biraderi Fetih Giray ile gönderdiği Tatar kuvvetlerinin de birlikte bulunduğu Osmanlı ordusu, 100.000 kişi civarındayken, düşman ordusu 300.000 kişiye yaklaşıyordu. Düşman kuvvetlerinin Osmanlı ordusuna âni baskın yapmasından endişe edildiğinden, Cafer Paşa kumandasında on beş bin kişilik bir öncü kuvveti gönderildi. Cafer Paşa, bu kuvvetin azlığından bahisle sonucun kötü olabileceğini bildirdi. Fakat Sadrazam İbrahim Paşaya dinletemedi. Aslında düşman, Cafer Paşanın tahmininden de çoktu.

Cafer Paşa, aldığı emri yerine getirmek için, düşman üzerine korkusuzca baskın yaptı. Ancak, elindeki 15 000 kişilik kuvvet, muazzam düşman kuvveti karşısında eriyordu. Cafer Paşa; “Alnımızın yazısı bu imiş” diyerek korkusuzca ve yüz döndürmeden çarpışıyordu. Rumeli Beylerbeyi, kuvvetleriyle geri çekildi. Muharebeden çekilmeyen Cafer Paşayı ise, yanındaki tecrübeli hudut komutanları, zorlukla savaş alanından uzaklaştırdılar. Bütün ağırlık ve toplar düşman eline geçti.

Karşılaşılan bu hezimet dolayısıyla son derece üzülen Sultan Üçüncü Mehmed Han, derhal harp meclisini topladı ve ne suretle hareket edeceğine dair ordu görüşmesi yapıldı. Padişahın kumandayı veziriâzama bırakıp geri çekilmesinin uygun olacağı düşüncesine karşı Hoca Sâdeddin Efendi:

“Bu büyük bir iştir. Hasan Paşa, İbrahim Paşa ve gayrisi ile olur biter iş değildir; bizzat saadetlü padişahın, askere baş olup gitmesi lâzımdır” dedi.

Ertesi sabah (26 Ekim), iki tarafın kuvvetleri harp vaziyeti alıp birbirine yanaştı. Osmanlı ordusunun merkezinde, Üçüncü Sultan Mehmed Han vardı. Başının üzerinde sancak-ı şerîf dalgalanıyordu. Padişahın sağında vezirler, solunda kadıaskerler (kazaskerler) ile Hocası Sâdeddin Efendi bulunmakta idi. Sol kolda Anadolu, Karaman, Halep, Maraş eyaletleri ve sağ kolda Rumeli ve Temeşvar beylerbeyleri kuvvetleri vardı.

Muharebenin başlamasıyla birlikte düşman birlikleri, Padişahın bulunduğu merkez kısmını sardılar. Düşman ateşi tehlikesine düşen Padişah, otağına çekilerek, sırtına Peygamber efendimizin hırka-i şerîfini giyip eline mızrağını aldı. Sağ koldaki Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşanın kuvvetleri dağıldı. Böylece, düşman kuvveti ordunun içine daldı. Yağmaya başladı. Düşman, Türk cephane sandıklarının üzerine çıkmış, dans ediyordu. Vaziyet, tehlikeli bir hâl almıştı. Yerinden kıpırdamadığı halde bu durumu bizzat gören Sultan Mehmed Han, yanında bulunan hocası Sâdeddin Efendiye; “Efendi, şimdiden sonra ne yapmamız gerek?” diye sorunca, metanetini kaybetmeyen Hoca Efendi:

“Pâdişâhım, lâzım olan, yerinizde sebat ve karar etmektir. Cengin hâli budur. Ecdâdınız zamanında olan, tabur muhârebeleri, çoğunlukla böyle vâki olmuştur. Mûcizât-ı Muhammedî ile inşâallahü teâlâ fırsat ve nusret ehl-i İslâmındır. Hâtırınızı hoş tutun” dedi.

Artık panik başlamış ve düşman kuvvetleri, çadırlar arasına kadar girmiş, ordugâhı zaptetmişlerdi. Düşmanın böyle çadırlar arasına girdiğini gören at oğlanı (yani seyis), aşçı, deveci, katırcı, karakollukçu denilen hademe grubu, bu çadırları zapteden düşman üzerine kazma, kürek, balta ve odun gibi şeylerle hücuma geçerken, aynı zamanda “Düşman kaçıyor!” diye bağırarak askerleri geri döndürmeyi başardılar. Bu sırada, ön kol kumandanı Cağalazâde de gizlendiği pusudan çıkarak süvarileriyle hücuma geçti ve Osmanlı ordusunun sağ kolunu bozmuş olan yirmi bin düşmanı bataklıklara sokarak imha etti. Bu hengâmede, Sultan Üçüncü Mehmed Hanı dimdik atının üzerinde, Hoca Efendiyi de onun yanıbaşında, atının gemlerini tutmuş gören akıncılar ve Kırım atlıları, zaferi kazandığını sanan düşmana, dehşetli bir darbe indirdiler. Düşmanın elli bin kadarı öldürüldü. Böylece, kaybolmuş sayılan Haçova Savaşı, büyük bir zaferle neticelendi. On bin duka altın ile beraber, en güzel Alman toplarının yüzde doksan beşi ele geçti.

Haçova Meydan Muharebesinde, Osmanlı ordusu, Mohaç’tan sonra en büyük imha hareketini gerçekleştirmiştir. Tarihçi Hammer, bu savaş için; “Hoca Sâdeddin’in cesaret ve tesiriyle kazanılan, Mohaç ve Çaldıran’la mukayese edilen parlak zafer...” diye bahsetmektedir. Sultan Üçüncü Mehmed Han, bu seferin sonunda “Eğri Fatihi” unvanını almıştır.
 
İnebahtı (Lepanto) Deniz Savaşı

Osmanlı - Haçlı donanmaları arasında, Korinthos körfezinde, İnebahtı yakınlarında yapılan deniz savaşı (7 Ekim 1571).

Osmanlı kaynakları, bu savaşın adını "Sıngın" olarak yazar.


O dönemde Kıbrıs, oldukça hareketli Mısır-İstanbul deniz ticaret yolu üzerinde önemli bir engeldi. Burası Venediklilerin elinde bulunuyor, adada yuvalanan, Venedik desteğindeki Hıristiyan korsanlar sık sık ticaret ve hac gemilerini vuruyorlardı. Kıbrıs'ın, vaktiyle bir Müslüman ülke olduğu gerekçesiyle fetva alınıp savaş açıldı. Kıbrıs'ın önemli merkezleri Lefkoşe ve Magosa, zorlu mücadelelerden sonra zaptedildi ve fethi tamamlandıktan sonra Kıbrıs, beylerbeylik haline getirildi (1570-1571).

Osmanlılar'ın Kıbrıs adasını almaları, Avrupa'da büyük tepkilere yol açtı. Bunun sonucu olarak Papa, İspanya kralı ve Venedik dukası, Osmanlılara karşı birleştiler. Bu birleşmeyi imza ile de onayladılar (15 Mayıs 1571). Kutsal ittifak adı verilen bu antlaşmayı, Osmanlılar, gizlice öğrendiler. Osmanlı Dîvanı'nda, bu tarihlerde, bazı görüş ayrılıkları yüzünden anlaşmazlık vardı. Bu durum, alınacak tedbirleri durduruyor, Donanmayı Hümayun amiralliğinin, Preveze'den yazdığı yardım isteklerini cevapsız bırakıyordu. Sonunda Dîvan, Avrupa karşısına güçlü bir donanma ile çıkma konusunda karara vardı. Ancak Dîvandaki anlaşmazlık yüzünden, Osmanlı donanmasının başına, bir kara ordusu kumandanı olan Müezzinzâde Ali Paşa getirildi. İstanbul'a gelen ikinci bir haber, Türk sularına gelmekte olan Haçlı donanması ile ilgiliydi. Sokullu, bu donanmayı durdurmak görevini de gene bir kara ordusu kumandanı olan Pertev Paşa'ya verdi.

Osmanlı donanmasında bir vezir, dört paşa, 15 beylerbeyi vardı. Ayrıca Uluç Ali Paşa, Cafer Paşa, Barbaroszâde Hasan Paşa, Barbaroszâde Mehmed Paşa ve Salihpaşazâde Mehmed Bey gibi ünlü Türk denizcileri de bulunuyordu.

Osmanlılara karşı meydana getirilen Haçlı donanmasının başına, Karl V'in evlilik dışı oğlu, Hollanda genel valisi Don Juan (Avusturyalı Johann) getirildi. Venedik donanmasının başında Vaniero, Cenevizlilerinkinde Giovanni - Andrea Doria, Papalık donanmasında da dük Marco Antonio Collonna vardı. Ayrıca Avrupa'nın en ünlü prens, asilzâde, amiral ve generalleri Haçlı donanmasında görev almıştı.

Müezzinzâde Ali Paşa ile Pertev Paşa'nın yanlış tutumları, ünlü Türk denizcilerinin karşı koymalarına sebep oldu, ancak, yapılan tartışmalar sonunda Kaptan-ı deryanın görüşü uygulandı.

İki donanma, dünya tarihinin en büyük savaşlarından birine başladı. Türk donanması bozuldu. 142 gemi yok oldu, 20 bin Türk askeri şehid oldu. Ölenler arasında, Müezzinzâde Ali Paşa başta olmak üzere birçok Osmanlı paşası ve beylerbeyi de vardı. Bu arada, yalnız Uluç Ali Paşa'nın kumandasındaki Türk sağ cenahı başarı gösterdi. 42 Türk gemisinden kurulu olan bu cenah, gemilerini kaybetmedi, Haçlı sağ cenahını bozarak, savaş alanından ayrıldı. Uluç Ali Paşa, bu başarısından sonra Kaptan-ı deryalığa getirildi ve "Kılıç Ali Paşa" diye anıldı.

Sokullu Mehmed Paşa yeni bir donanma hazırlamasını istedi. Bunun için çok sayıda malzemeye ihtiyaç olduğunu, kısa süre içinde böyle bir donanmanın hazırlanmasının zor olacağını söyleyen Uluç Ali Paşa'ya, Sokullu; "Bütün donanmanın demirlerini gümüşten, halatlarını ibrişimden, yelkenlerini atlastan yapabiliriz. Hangi geminin malzemesi yetişmezse gel benden al" demiştir ki, Osmanlı Devletinin o dönemdeki gücünü göstermesi açısından önemlidir. Sokullu Mehmed Paşa, gönderilen Venedik elçisine de, İnebahtı Deniz Savaşıyla ilgili olarak "Biz Kıbrıs'ı almakla sizin kolunuzu kestik, siz İnebahtı'da bizi yenmekle, sakalımızı tıraş ettiniz. Kesilen kolun yerine yenisi gelmez, fakat kesilen sakalın yerine daha gür çıkar" diye cevap vermiştir.

Bununla beraber, İnebahtı faciasından sonra, kaybedilen binlerce denizciyi yerine getirmek kolay olmamış ve tecrübesiz leventlerden teşkil edilen yeni donanma, devlete Akdeniz'deki eski kudretini kazandıramamıştır. Artık, Avrupa siyasetini yönlendirecek ve ticaret yollarını hakimiyet altına alacak Hint Seferleri gibi büyük projelere de tevessül edilememiştir.


Viyana Kuşatmaları

Birinci Viyana Kuşatması (1529)

Kanunî Sultan Süleyman kumandasındaki Osmanlı ordusunun, Viyana'yı kuşatması.

1526'da Macar kralı Lajos II'nin, Mohaç'ta ölmesinden sonra bazı Macar beyleri, Osmanlılar'ın da desteklediği Erdel voyvodası Janos Zapolya'yı kral seçtiler ve Osmanlı ordusu bu yeni kralın tahta geçmesinden sonra Macaristan'dan çekildi. Fakat, Janos'a rakip olan Macar beyleri, Alman imparatoru Karl V'in (Şarlken) kardeşi Ferdinand'ı kral seçtiler. Aynı zamanda Bohemya kralı ve Avusturya dükü bulunan Ferdinand, ölen kral Lajos ile akraba olduğundan, Macar krallık tacı üstünde miras yoluyla hak iddia ediyordu. Şarlken de, Ferdinand'ı gerçek Macar kralı olarak tanıdı ve Janos'u âsî ve din düşmanı ilan etti. Osmanlı ordusunun Macaristan'dan geri dönmesinden sonra Ferdinand, Budin üstüne yürüyerek kaleyi ele geçirdi, yenilgiye uğrayan Janos kaçarak, kayınbabası olan Leh kralına sığındı.

Ferdinand, Kanunî Sultan Süleyman'a başvurarak, Belgrad, Sirem (Srem) ve Bosna'nın bir kısmını içine almak üzere Macaristan'ın bazı bölgelerinin, vergi vermek şartıyla kendisine bırakılmasını teklif etti. Osmanlı hükümeti, bu teklifi kabul etmedi ve Budin'in, Janos'a geri verilmesini istedi. Kanunî Sultan Süleyman, Macaristan'ın korunması ve Almanya'nın baskı altında tutulabilmesi için Viyana'nın ele geçirilmesi gerektiğini anladı ve Viyana üstüne yürümeğe karar verdi. Osmanlı ordusu, 10 Mayıs 1529'da İstanbul'dan hareket etti. Edirne'de Anadolu beylerbeyi Behram Paşa, Anadolu eyaleti askerleriyle birlikte orduya katıldı. Sofya'daki Serasker İbrahim Paşa ve emrindeki Rumeli eyaleti askerleri, öncü tayin edildi. Ordu, Niş - Alacahisar - Belgrad - Sirem yoluyla, 5 Ağustos 1529'da Eszek'e vardı. Mohaç'a giren ordu, 5 Eylül'de, Budin kalesi önüne geldi. Kaledeki Avusturya kuvvetleri, 5 Eylül'de kaleyi teslim etiiler. Kanunî Sultan Süleyman, 12 Eylül'de, kral Janos'u tekrar tahta geçirdi. Osmanlı ordusu, ileri yürüyüşüne devam ederek, 26 Eylül'de Viyana'yı kuşatmağa başladı. Ferdinand, Osmanlı ordusuna karşı koyabilmek için, Viyana'yı tahkim etmiş ve komşu devletlerden yardım istemişti. Kanunî Sultan Süleyman, kale kumandanı Niklas Zalem'e haber göndererek, kalenin teslimini teklif etti. Kale kumandanı, bunu kabul etmeyerek, bütün kuvvetleriyle kale gerisinde savunma düzenine geçti. Bu arada Tuna yolundan gemilerle Viyana'ya gönderilen 12 bölük kadar bir Avusturya yardımcı kuvveti, 25 Eylül'de sisten yaralanarak kaleye girdi. Avusturyalılar, kuşatma süresince 30 000 kişilik kuvvetlerle kaleden yaptıkları karşı saldırılar ve baskınlarla, savunmayı aktif olarak yürütmek istedilerse de, büyük kayıplara uğradılar. Viyana kalesine karşı şiddetli savaşların verildiği sırada, Mehmed Bey kumandasındaki Osmanlı akıncıları, Bavyera'da Regensburg, Çekoslovakya'da Brün şehirlerine kadar akınlar yaptılar.

Yolların elverişsizliği ve mevsim şartlarının erken bozulması yüzünden, ağır kuşatma topları yollarda kalmış ve kale önüne getirilememişti. Bu yüzden Viyana kalesi yeteri kadar tahrip edilemedi. Bu elverişsiz şartlara rağmen, 11 Ekim'de Viyana kalesine büyük bir saldırı yapıldı; fakat kesin sonuç alınamadı. Daha sonra yapılan ikinci saldırı da sonuç vermedi. Kışın şiddetlenmesi ve yiyecek sıkıntısının başlaması, ordunun moralini bozdu. Askere büyük ödüller vaat edilerek, 13 ve 14 Ekim'de yapılan saldırılardan da sonuç alınamayınca, Kanunî Sultan Süleyman, 15 Ekim'de, kuşatmayı kaldırarak dönüşe karar verdi. Kuşatmanın kaldırılmasından sonra Sadrazam İbrahim Paşa, Viyana kalesinin güneyinde gereken güvenlik tedbirlerini aldı ve böylece kaleden yapılacak düşman çıkış harekâtını ve saldırılarını önledi. Ayrıca Kasım Bey kumandasında 12 000 kişilik akıncı kuvveti de, düşman baskısını önlemek amacıyla, Almanya'ya ve Steiermark'a akınlar yapmakla görevlendirildi. Osmanlı ordusu, Estergon üzerinden Tuna yoluyla 25 Ekim'de Budin'e geldi ve Kral Janos tarafından karşılandı. Buradan Tuna üzerine kurulan köprüyle Peşte'ye geçildi ve 29 Ekim'de Tuna'nın doğu kıyısı takip edilerek, İstanbul'a dönüş yürüyüşüne başlandı.



İkinci Viyana Kuşatması (14 Temmuz 1683)

Merzifonlu Kara Mustafa Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusunun Viyana'yı kuşatması.

XVII. yüzyıl ortalarında Avusturya imparatorunun, Protestan olan orta Macaristan halkına baskısı sonucu, orta Macar Beyi İmre Tököli (Thököly), Osmanlı himayesine girmişti. İmre Tököli, Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'yı, Avusturya'nın elinde bulunan orta Macar kalelerini geri almaya teşvik etti. Varad (Nagy-Varda, Alm. Gros-Wardein) beylerbeyi Hasan Paşa da, orta Macaristan'a ait kaleleri geri alarak, İmre Tököli'ye verdi. Bunun üzerine, Avusturya imparatoru Leopold, Türk kuvvetlerinden yararlanarak, bu kaleleri tekrar ele geçirdi. Bu yüzden, Osmanlı-Avusturya ilişkileri bozuldu.

Sadrazam Kara Mustafa Paşa'nın amacı, Avusturya'ya savaş açılmasıydı. Bu yolda, savaş taraftarı olmayan padişah IV. Mehmed Han'ı da kandırmak için, özellikle yeniçeri ağası Bekri Mustafa Paşa aracılığıyla yeniçerileri kışkırttı. Reisülküttabı ve çavuşbaşıyı Avusturya elçisiyle görüşmek üzere görevlendirdi. Osmanlı temsilcileri, barışın yenilenmesinin, ancak Yanık kalesinin Osmanlılara bırakılmasıyla sağlanabileceğini ileri sürdüler. Ayrıca, yapılan savaş hazırlıklarının tazmin edilmesi istendi. Avusturya elçisi, kendisinin yalnız barış antlaşmasını yenilemeye yetkili olduğunu bildirerek, ileri sürülen teklifleri kabul etmedi. Avusturya elçisi Kont Caprara göz hapsi altına alındı. 6 Ağustos 1682'de Topkapı Sarayı'nda toplanan bir mecliste savaşa karar verildi.

Avusturya, Osmanlı Devleti'yle savaşmak istemiyordu. Avusturya imparatoru Leopold, savaşın kesinleşmesi karşısında, başta Papalık olmak üzere İspanya, Venedik ve Lehistan'dan yardım istedi. Fransa, Avusturya'ya yardım etmemekle birlikte, düşmanca bir davranışta bulunmayacağını bildirdi. Papa Innocentius XI, Katolik devletlerin Avusturya'ya yardımını sağlamak için çalışıyordu. Papa'nın etkisiyle, 31 Mart 1683'te Avusturya ile Lehistan arasında ittifak yapıldı. Lehliler, savaşın sonuna kadar Avusturya'nın yanında olacaklardı. Türk ordusu yenilirse Lehistan, Bucaş Antlaşmasıyla Türklere bıraktığı yerleri geri alacaktı. Ayrıca Eflak ve Boğdan, Lehistan'a verilecekti.

Nisan 1683'te IV. Mehmed Han ve Sadrazam Kara Mustafa Paşa kuvvetli bir orduyla Edirne'den hareket etti. Ordu, 3 Mayıs 1683'te Belgrad'a geldi. 13 Mayıs 1683'te Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa serdar-ı ekrem tayin edildi ve Osmanlı ordusu, Viyana üstüne yürüyüşe geçti. Osmanlı ordusu, o zamana kadar sefere çıkmış olan orduların en kalabalığıydı. Timarlı sipahiler, kapıkulu askerleri, Mısır ve Şam askeri, Eflak, Boğdan voyvodalarının kuvvetleri, orta Macar kralı İmre Tököli'nin 20 000 kişilik ordusu ve Kırım Hanı'nın 50 000 kişilik süvarisiyle 350 000 kişiyi buluyordu. Ayrıca, 150 000 kişilik geri hizmet askeri ve ağırlıkları taşıyan 50 000 araba vardı. Belgrad yakınlarında Sava ırmağını geçen Osmanlı ordusuna, 10 Haziran 1683'te, Ösijek'te İmre Tököli kuvvetleri katıldı. Osijek'ten hareket ederek Drava ırmağını geçen Osmanlı ordusu, 26 Haziran'da, Erdel'de bulunan İstolni-Belgrad'a (Macarca Szekesfehervar, Alm. Stuh) geldi. Burada Kırım Hanı Murad Giray, Kırım kuvvetleriyle orduya katıldı. Osmanlı donanması da, Akdeniz'de güvenliği sağlamak amacıyla dolaşıyordu. Ayrıca, 150 gemiden meydana gelen ince donanma da Tuna'da güvenliği sağlıyor ve ordunun bazı malzemesini taşıyordu. Nehir donanması, 59 top ve çok sayıda mühimmatı, Tuna yoluyla Budin'e getirmişti.

Padişah, Kara Mustafa Paşa'yı, Yanık Kalesini ele geçirmekle görevlendirmişti; fakat sadrazam, bunu önemsiz bir iş olarak görüyordu. Amacı, Avusturya'nın başkenti olan Viyana'yı alarak büyük bir ün sağlamaktı. Özellikle, emrine verilen kuvvetli orduyla bunu başaracağından emindi. İstolni-Belgrad'da bir savaş meclisi toplandı. Kara Mustafa Paşa, bu mecliste asıl amacının Yanık veya Kommarom kalesini almak değil, Beç (Viyana) şehrini kuşatmak olduğunu açıkladı.Toplantıda bulunan defterdar, Anadolu, Rumeli, Şam ve Diyarbakır beylerbeyleri, reisülküttap, yeniçeri ağası, serdarın bu kararını uygun buldular. Yalnız Kırım Hanı, bu görüşe karşı çıktı. Tecrübeli bir asker olan Budin valisi Uzun İbrahim Paşa da Kırım Hanını destekledi. Öncelikle, Macaristan'da, Avusturya imparatoruna bağlı Macar beylerinin topraklarının, Yanık ve Kommarom kalelerinin alınmasını, sonra Viyana'nın kuşatılmasını teklif ettiler.

Osmanlı ordusunun Viyana üzerine yürüyüşü, Avrupa'da, özelikle Almanya'da büyük bir heyecana sebep oldu. İmparator Leopold, şehirde 20 - 25 000 kişilik bir savunma kuvveti bırakarak, Viyana'dan 60 saat uzaklıkta bulunan Lenz kasabasına çekildi. Osmanlı ordusu, 14 Temmuz 1683'te Viyana önüne geldi. Gelenek üzerine şehrin teslimi istendi. Teklifin reddedilmesi üzerine kuşatma başladı. Akıncı kuvvetleri, Avusturya'nın Burgenland, İstirya ve Doğu Avusturya eyaletlerini işgal ettiler. Abaza Hüseyin Paşa ve İmre Tököli, Kuzey Macaristan'da askerî faaliyette bulunmakla görevlendirildiler. Kara Mustafa Paşa, kuvvetlerinin bir kısmını, Moravya, Galiçya, Slovakya içlerine yolladığı için, şehri gerektiği gibi kuşatamadı. 1529 yılındaki Birinci Viyana Kuşatmasında olduğu gibi, bu seferde de orduda büyük toplar yoktu. Havan toplarıyla yapılan atışlarda şehir içinde yangın çıktı. Barut depoları ateş alacağı sırada yangın söndürüldü. Avusturya başkumandanı, Viyana'ya 15 km uzaklıkta Leopold şehrine çekilmişti. Adana beylerbeyi Mehmed Paşa, emrindeki kuvvetlerle buradaki Alman ordusunu yenilgiye uğrattı; fakat Viyana'ya Avrupa'nın bir çok yerinden yardım gelmeye başlamıştı. Osmanlı ordusunda, yiyecek sıkıntısı başladı. Yemsizlik yüzünden, ordudaki hayvanlar ölüyordu. Yakalanan esirlerden, Leh ve Alman kuvvetlerinin yardıma geldiği anlaşıldı. Durumun zorlaştığını gören Kara Mustafa Paşa, 26 Ağustos 1683'te yaptığı kuvvetli bir saldırıyla bazı tabyaları ele geçirdi. Şehirde dizanteri çıkmıştı. Kale kumandanı, acele yardım istiyordu. 7 Eylül 1683'te müttefik kuvvetleri, Jan Sobieski kumandasında Tuna'yı geçti ve Osmanlı ordusunun sol geri hatlarına yaklaştı. Viyana'ya gelecek yardımı önlemek için, büyük Tuna köprüsünün güvenliğiyle görevlendirilen Kırım Hanı Murad Giray, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'ya duyduğu kin yüzünden, düşmanın Tuna'yı geçmesine göz yumdu. Osmanlı ordusunun gerisine düşen düşman için gerekli hazırlıklar yapıldı; fakat Budin beylerbeyi İbrahim Paşa'nın Jan Sobieski'ye yenilmesi, vezir Sarı Hüseyin Paşa kuvvetlerinin dağılması ve Kırım kuvvetlerinin yardıma gelmemesi yüzünden, genel bir bozgun başladı. Serdar-ı ekrem, yerinden kımıldamadan 5 - 6 saat düşmanla çarpıştıysa da sağ ve sol kanatların çökmesi üzerine çekilmek zorunda kaldı. Yanık kalesine çekilen serdar, kuvvetlerini toplamağa çalıştı. Viyana bozgununu haber alan IV. Mehmed Han, Belgrad'dan Edirne'ye döndü. Budin'de kuvvetlerine çekidüzen veren Sadrazam Kara Mustafa Paşa, düşmanın saldırısına uğraması muhtemel kalelere asker yerleştirdi.

Viyana Bozgunu, Avrupa'nın ortasına kadar girmiş olan Türk ordusunun son seferi oldu. Sadrazam, 16 Ekim'de Belgrad'a döndü. 29 Ekim'de Estergon Kalesi düşmanın eline geçti. Durumdan son derece üzüntü duyan IV. Mehmed Han, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın idamını emretti. İkinci Viyana Kuşatmasıyla başlayan ve 1699 Karlofça Barış Antlaşmasına kadar süren savaşlar, Osmanlı Devletinin yenilgisiyle sona erdi. Kara Mustafa Paşa, Belgrad'da idam edildi.
 
Zenta Savaşı (Bozgunu)

Osmanlı ve Avusturya orduları arasında, 11 Eylül 1697’de, Tisa Irmağı kıyısındaki Zenta’da yapılan ve Osmanlıların yenilgisiyle sonuçlanan savaş.

Avusturya ile harpler, 1683 yılında başladı. Sultan Dördüncü Mehmed Han (1648-1687), Sultan İkinci Süleyman Han (1687-1691), Sultan İkinci Ahmed Han (1691-1695) zamanlarında devam eden Avusturya harplerine, İkinci Mustafa Han (1695-1703) son vermek istiyordu. Bu gayeyle 1695 ve 1696 yıllarında iki defa sefere çıkılıp, Lipve ve Lügoş geri alındı. 27 Ağustos 1696’da, Ulaş Zaferi kazanıldı. 1697 yılında üçüncü sefere çıkıldı.

Harp Meclisi, Belgrad’da 10 Ağustosta toplandı. Müzakereler sonunda Temeşvar’a gidilmeye karar verildi. Tuna, Temş ve bir nehir daha geçildikten sonra, Tisa Nehri kenarına gelindi. Avusturya ordusundan Mareşal Prens Öjen de Savua’nın kuvvetlerinin büyük kısmı da, Tisa Nehri yakınında bulunuyordu. Osmanlı ordusu, Tisa’yı geçip, Erdel’e taarruz etmek istiyordu. Osmanlı donanmasının Tisa Nehri ağzına gelmesi istendi. Prens Öjen, Osmanlı harekât planını, casuslar vasıtası ile öğrendi. Avusturyalılar, Osmanlı ordusunun Tisa’yı geçmesinden önce oraya yetişmek istedi. Avusturya öncüleri ve Prens Öjen kuvvetleri, Osmanlı ordusu, Zenta mevkiinde nehri geçerken yetişti. Osmanlı ordusu, sefer planı gereği, Tisa Nehri üzerinde köprü kurarken düşmanın gelmesi üzerine, âni tedbirlere başvuruldu. Boşnak Cafer Paşa, bir miktar kuvvetle düşmanın baskınına mâni olmak için karşıya geçirildi. Cafer Paşa, karakol vazifesi yapacaktı. Düşmanın fazlalığı karşısında karakol birliği geri çekildi. Boşnak Cafer Paşa dönerken, atı yuvarlanıp esir düştü. Prens Öjen, Osmanlıların daha bütünüyle karşıya geçmemesinden faydalanarak, 11 Eylül 1697’de taarruzu başlattı. Veziriâzam Elmas Mehmed Paşa, düşmanın taarruzu üzerine, Zenta’ya doğru çekildi. Zenta’dan Temeşvar’a, 7000 asker geçmişti. Veziriâzam, düşmanın taarruzuna mâni olmak için, karşıya geçişin tamamlanmasını istedi. Yeniçeri Ağası Mahmud Paşa, bu teklife karşı çıktı. Köprü başında metris alındı. Metris alınınca, müdafaa hattı daraldı. Askerlerin son değişiklikten haberi olmadığından, baskın zannıyla panik başladı. Elmas Mehmed Paşa, panik ve geri çekilmenin önüne geçmek için, yalın kılıç köprüyü tuttu. Veziriâzamı, kaçan askerler, şehit ettiler. Düşman köprüyü zapt edip, top atışlarıyla yıktı. Temeşvar muhafızı olup, Serhad kurtlarından Koca Cafer Paşa, Anadolu Beylerbeyi Mıcırlıoğlu İbrahim Paşa, Rumeli Beylerbeyi Küçük Cafer Paşa, Yeniçeri Ağası Mahmud Paşa, Diyarbekir Valisi Kavukçu İbrahim Paşa, Adana Valisi Fazlı Paşayla pek çok sancakbeyi, ocak ağaları, alaybeyleri ve ordunun sekizde biri faciada kayboldu. Harp malzemeleri, pek çok araba, silâh, mühimmat, ordu hazinesi, düşmanın eline geçti. Nehrin karşı tarafında bulunan Osmanlı ordusu, geçiş olmadığından yardımda bulunamadı. Sultan İkinci Mustafa Han ve ordunun geri kalanı, Temeşvar’a çekildi. Avusturyalılar da çok kayba uğradığından, Sultanın yanındaki Osmanlı kuvvetlerine taarruz edemedi.

Sultan Mustafa Han, Temeşvar’ı takviye edip, Belgrad’a gelerek, Edirne’ye döndü. Orduda, serhad boyları ve vefat edenlerin yerine tayinlerde bulunuldu. Zenta Savaşının, Osmanlılara çok tesiri oldu. Bu arada Rusya’nın da Azak’ı işgal etmesiyle, İkinci Mustafa Han, 1699’da, Karlofça Antlaşmasını imzalamak zorunda kaldı.


Kanije Zaferi (Kanije Savunması, Kanije Müdafaası)

Türklerin Avusturyalılara karşı Kanije'de yaptığı savunma (1601).

1600 yılında Kanije Kalesi fethedilerek, beylerbeylik hâline getirildi ve idâresi Tiryaki Hasan Paşa'ya verildi. Ertesi sene Avusturya Arşidükü Ferdinand 50.000 kişilik kuvvet, 42 büyük topla Kanije önüne gelerek kaleyi kuşattı. Orduda, başta Avusturya ve Almanlar olmak üzere İtalya, İspanya, Papalık ile gönüllü Fransız ve Macar birlikleri bulunmaktaydı. Kaledeyse, sadece 5000 civarında mücahid vardı.

9 Eylül günü kaleyi bombalamaya başlayan müttefikler, günde ortalama 1500 gülle atıyorlardı. Açılan gedikler, geceleri binbir müşkülatla, mümkün mertebe kapatılıyordu. Hasan Paşa, Vezir-i âzama haber göndererek yardım talep ettiyse de bir netice elde edemedi. Ancak, Paşa bu durumu askere sezdirmedi. Düşman kaleye girebilmek için varını yoğunu ortaya koyuyordu. Nehir üzerine köprü kurdularsa da, Hasan Paşa, geceleyin bu köprüyü yaktırdı. İkinci köprülerini de çengellerle içeri çektirdiğinden, üzerindekiler nehre atlayıp boğuldular. Hasan Paşa, kale sınırlarına yaklaşan düşmana yalnız tüfek atışı yaptırıyordu.

Müttefik kuvvetler, Türklerde top veya cephane olmadığı hissine kapılmıştı. Bu sebeple, kaleye toplu bir hücuma kalktıkları anda, yüz topa birden ateş emrini veren Hasan Paşa, düşmana büyük zayiat verdirdi. Aldığı esirlereyse içi kum dolu, fakat üstü un ve barutla örtülü çuvalları göstererek, düşmanın iaşe ve cephaneyi bitirmek ümidini kırmıştı. Ancak Belgrad’ın düşman eline geçmesinden sonra, Arşidük Matyas da kuvvetleriyle gelip Kanije’yi muhasara edenlere katıldı. Ertesi gün ise, taze kuvvetlerle yeniden hücuma geçildi. Hasan Paşanın başını getirene, kırk köy vaad ediliyordu. Şiddetli ve korkunç hücumlar, Hasan Paşanın tedbir ve direktifleri sayesinde bertaraf ediliyordu.

Müttefik kuvvetler, nihayet, 18 000 ölü vererek hücumdan vazgeçti. Papanın kardeşi yaralanıp, kahrından öldü. Bu kadar kuvvetli düşmanın, bir avuç mücahide bir şey yapamaması, askerin maneviyatını artırdı. Arşidük, ne pahasına olursa olsun kaleyi almak niyetindeydi. Bu sebeple, kış bastırdığı halde, askeri barındıracak siperler ve yeraltı mevzileri yaptı. Muhtelif hücumlarla kaleyi delik deşik etmesine rağmen burayı alamıyordu. Kalede 4000 kişi kalmıştı. Açıkta ve çadırda kalan düşman askerlerinin morallerinin bozulduğu bir sırada Hasan Paşa, 3000 kişilik kuvvetle kaleden dışarı çıkıp düşmana hücum etti. Aynı zamanda, kaledeki toplara da hep birden ateş ettirerek düşman ordugâhını alt-üst etti. Birbirine giren düşman kuvvetleri, her şeyi bırakıp kaçmaya başladılar. Düşmandan 45 top, 14 000 tüfek, 50 otağ ve 10 000 çadırın yanında Ferdinand’ın otağı, tahtı, altın ve gümüş eşyaları, arabaları Hasan Paşanın eline geçti. Bozgundan kaçanlar, Arşidük’ün etrafında yeniden toplandılarsa da, Hasan Paşa, düşmandan ele geçirdiği topları bunların üzerine çevirerek perişan etti.

Tiryaki Hasan Paşa, düşman karargâhının tamamının temizlendiğini haber alınca, Arşidük’ün otağına doğru gitti. Otağın içersinde etrafı altın ve gümüş parmaklıklı, başları mücevherli ve direklerinin başı elmaslı bir taht vardı.

Tahtın iki yanında sırma saçaklı on iki koltuk bulunuyordu. Tahtın önünde, dört metre uzunluğunda süslü yemek masası duruyordu. Bunları gören Hasan Paşa, "Cenâb-ı Hakk’a şükrâne olarak iki rekat namaz kıldı ve duâ edip ağladı. Bu zaferin Allahü teâlânın inâyeti ve Peygamber efendimizin mûcizâtı eseri" olduğunu söyleyerek tahta oturdu. Diğer beyler de koltuklara oturdular. Hasan Paşa, bu büyük muzafferiyeti dört temel esasla kazandıklarını söyledi. Bu esaslar sabır, sebat, birlikte hareket ve kumandana itaatti. Bu şekilde harekete devam ederlerse Allahü teâlânın kendilerine daha nice zaferler vereceğini söyleyerek emrindekilere nasihat etti.

Üç ay sürmüş olan Kanije Muhasarasından sonra Hasan Paşa, elde ettiği ganimeti, ancak iki ayda kaleye nakledebildi. Muhasara esnasında hizmeti görülen beylere ve kumandanlara hediyeler dağıtarak rütbelerini yükseltti.

Sultan Üçüncü Mehmed Han (1596-1603), Avusturya ve müttefiklerinin bozgunuyla neticelenen bu zafer haberine çok sevindi. İstanbul’da şenlikler yapılmasını emretti. Tiryâki Hasan Paşaya vezir rütbesi verilip, haslar, murassa kılıç, muhteşem şekilde donatılmış üç hilâlli sancak ve bir de hatt-ı hümâyun gönderdi.

Padişah, hatt-ı hümâyununda Hasan Paşayı; “Berhudar olasın, sana vezâret verdim ve seninle mahsur olan asker kullarım ki, mânen oğullarımdır, yüzleri ak ola. Makbûl-i hümâyunum olmuştur. Cümleyi Hak teâlâ hazretlerine ısmarladım” diyerek medhü senâ ediyordu.

Padişahın fermanını okuyan Hasan Paşa, ağladı. Sebebini soranlara: “Kanije Müdafaası gibi küçük hizmetlere de vezirlik verilmeye, pâdişâh mektubu yazılmaya başlandı. Bizim gençliğimizde, böyle küçük hizmetlere vezirlik verilmez, Pâdişâh mektubu yazılmazdı. Biz ne idik, neye kaldık diye ağlıyorum” cevabını verdi.


Prut Savaşı (Prut Seferi)

12-21 Temmuz 1711 Osmanlı-Rus Harbi.

Rus çarlarından Birinci (Deli) Petro (1682-1725), İsveç kralının Lehistan’da harp etmesinden faydalanarak, 1702 yılında ilk defa Fin Körfezine çıkarak bugün Petersburg (Leningrad) şehrinin bulunduğu kıyıyı zaptetti. 1703’te, bu kıyıda Deli Petro’nun adı ile Petersburg diye anılan şehir kurulmaya başlandı. Lehistan Seferini bitirdikten sonra, Rusya’ya harp ilan eden İsveç Kralı, Demirbaş lakaplı, XII. Şarl (1697-1718), 1709’da Poltava Muharebesinde yenilince, ricat (geri dönüş, geri çekilme) yolu kesilmiş olduğundan, maiyetiyle beraber, Osmanlı topraklarına en yakın olan Bender Kalesine sığındı. XII. Şarl’ı takip eden Çar Petro’nun ordusu da Osmanlı sınırını geçerek tahribatta bulundu.

Gerek bu tecavüze karşılık vermek, gerekse İsveç Kralının Bender Kalesinden İstanbul’a gönderdiği yardım dileyen mektupları ve Rusya’nın emellerine set çekmek için, Sultan Ahmed Han, Rusya’ya sefer açtırdı. Vezîriâzam Baltacı Mehmed Paşa, sefere Serdâr-ı ekrem (Başkumandan) tayin edildi. Yüz bin kişilik Osmanlı ordusu, 9 Nisan 1711’de sefere çıktı. Osmanlı donanması da üç yüz altmış gemiyle Karadeniz’e açılarak, Azak Denizindeki Rus donanmasını imha ve Azak Kalesini zaptetmek vazifesiyle denizden sefere katıldı. Osmanlı ordusu, Prut adındaki Kıpçak boyunun adını taşıyan Prut Nehri kıyısında Rus ordusuyla karşılaştı. Çar Deli Petro kumandasındaki Rus ordusunun mevcudu, altmış bin kadardı.

Osmanlı ordusunun öncüleriyle, Rus öncü kuvvetleri, Prut Nehri karşı kıyısında nehir geçiş hazırlıkları içinde karşılaştılar. Osmanlı öncü kuvvetleri, karşı kıyıda bir köprü başı ele geçirdi. Emniyetle nehrin karşı tarafına geçti. Bu sırada, düşman öncülerinin geri çekilme hareketini sezen Baltacı Mehmed Paşa, kuvvetli bir süvari kolunu ileri göndererek Ruslara ağır kayıplar verdirdi. Diğer taraftan Kırım Hanı Devlet Giray da, 20 Temmuz günü Rus nakliye kollarını basarak epeyce kayıp verdirdi. Ayrıca çeşitli eşyâ ile dolu 600 arabayı da ele geçirdi. Bu suretle, Rus ordusu ağırlıklarını tamamen kaybetti. Öğleden sonra Rus askerine verilen istirahatten faydalanan Devlet Giray, Tatar birlikleriyle Yaş yolunu kesince, Rus ordusu çok kötü duruma düşürüldü. Kuzey, yani ricat hattı, Kırım atlıları; sağ kanat da Çerkez Mehmed ve Salih paşaların emrindeki sipahiler tarafından tutulunca, Rus ordusu artık tamamen sıkıştırılmış bulunuyordu. Ruslar, ilk gün, topçu desteği olmadan açıktan yapılan yürüyüşü, yeniçerilerin gayretsizliği sebebiyle durdurmaya muvaffak oldular. Fakat bu çarpışmalar sonunda, çarın hareket imkânları da tamamen önlendi. Prut Irmağının karşı kıyısına da Cin Ali Paşa komutasındaki Bender askerleri yerleştirilince, çevirme işi tamamlanmış ve Osmanlı topçusunun mevzîlere girmesiyle de Ruslar, büyük zayiat vermeye başlamıştı.

Ordusunun gıdasızlık yüzünden fena bir durumda olduğunu, çemberden kurtulmanın imkânsızlığını ve zayiatının da git gide artmakta olduğunu gören Petro, bir meclis topladı ve bu mecliste Türklere sulh teklifinde bulunmayı kararlaştırdı. Çarın müsaadesiyle Mareşal Şeremitiyev bir mektup yazarak, resmen sulh teklif etti. Baltacı Mehmed Paşa, mektubu getiren Rus subaylarının karnını doyurup tevkif ettirdi ve Rus ordusunun bombardıman edilmesini, top ateşine ara verilmemesini emretti.

Bunun üzerine Şeremitiyev, ikinci bir mektup yazarak daha fazla kan dökülmeksizin sulh için bir karar vermesini Baltacı Mehmed Paşaya tekrar rica edip, aksi takdirde canla başla tekrar harp edeceklerini bildirdi. Serdâr-ı ekrem, 21 Temmuz’da, Şeremitiyev’den ikinci mektubu aldıktan sonra, bu hususu görüşmek için Kırım Hanı ve ordu erkânını toplayıp, sulh yapılıp yapılmaması hakkında görüştü. Topladığı heyete; “Rus çarı sulh istiyor ve her ne talep edilirse vermeyi kabul ediyor, ne dersiniz? Arzumuz gibi hareket ederse sulha mı müsaade edelim, yoksa emanına bakmayıp harbe mi devam edelim?” diye sordu. Kırım Hanı, sulha muhalif olmasına rağmen, ordu erkânının ekserisinin; “Eğer istediğimiz kaleleri bize teslim eder ve tekliflerimize razı olursa, sulh yapmak kazançtır. Ayrıca yeniçeriler arasında savaşa karşı bir isteksizlik sezilmesi ve maazallah fena bir durumda savaşın bozgunla neticelenme ihtimali vardır” diye mukabele ettiğinden sulha karar verildi. Ertesi gün ordugâha davet edilen Rus murahhası Pyotr Şafirov ile görüşmelere başlandı ve 22 Temmuz 1711’de antlaşma imzalandı. (Bkz. Prut Antlaşması)

Bu antlaşma sırasında, Rus Çariçesi Katherina ile Baltacı Mehmed Paşanın buluşmaları, tamamen hayal mahsulüdür. Devrin hiçbir Türk ve Avrupa kaynağında, böyle bir iddia yoktur. Prut Seferinden hemen sonra Baltacı’yı sadaretten (sadrazamlıktan) düşürmek için çalışan devlet adamları dahi böyle bir iddiada bulunmamışlardır. Bu tür iftiralar, edep, ahlâk ve vatanperverliğin numunesi olan bazı Osmanlı paşalarını gözden düşürmek isteyen veya onları da kendileri gibi zanneden romancıların kaleminden çıkmış, uydurma hikâyelerden öteye gidemez.


Çeşme Vakası

6 Temmuz 1770’te, Çeşme limanında Osmanlı donanmasıyla Rus donanması arasında yapılan deniz muharebesi.

1768’de Başlayan Osmanlı-Rus Savaşında, Rusların Baltık donanması, İngiltere’ye uğrayıp, İngiliz Amirali Elfinstan ile bir miktar kuvvet alarak Akdeniz’e gelmiş ve Ege Denizinde harekâta girişmişti. Kapdân-ı deryâ Hüsâmeddîn Paşa kumandasındaki Osmanlı donanması, Çeşme’den Çanakkale’ye dönmek için Koyun Adaları civarından geçerken kalyonlardan birinin direği kırıldı. Bunun üzerine bütün donanma, bu direğin tamiri için Toprak Adası önünde durdu (4 Temmuz 1770). Ertesi gün sabahın erken saatlerinde, 18 parçadan meydana gelen Rus Donanması, Koyun Adaları önünde görüldü. Otuz parçadan ibaret Osmanlı Donanması, Çeşme’nin kuzeyindeki Kayalık Burun ile Toprak Adası civarında demirlemişti. Üç fırka, Osmanlı Donanmasının sağ kanadına hücum etti. Amiral Spiridov ve Orlov’un bindikleri kalyon ile Cezayirli Hasan Bey'in kalyonu arasında şiddetli bir çarpışma oldu. Ağır yara alan Rus gemisi, kendini idare edemeyerek Osmanlı kalyonunun üzerine düştü. İki taraf askerleri arasında şiddetli bir vuruşma başladı. Ruslar, Osmanlı gemisini ateşe verdiler. Fakat kendi gemileri de ateş almıştı. Biraz sonra iki gemi birbirinden ayrılmış, Rus kalyonu havaya uçmuş ve Türk gemisi de alevler içinde Osmanlı gemilerine doğru, gitmeye başlamıştı. Bunun üzerine Osmanlı donanması, Çeşme limanı yönüne çekildiği gibi, Elfinstan’ın gemileri de açılmaya mecbur kaldı. Cafer Bey filosunun Çeşme limanına girdiğini gören bütün Osmanlı gemileri onu takip ederek, limana girip birbirlerine yakın demir attılar. Hüsameddin Paşa, bazı tedbirlerle emniyet altına aldığı donanmaya, düşmanın artık taarruz edemeyeceğini zannediyordu. Cezayirli Hasan Bey, donanmanın tehlikede olduğunu Kapdân-ı deryâya söylemiş, fakat onu ikna edememiştir.

Öte yandan Rus donanması komutanı Orlov, İngilizlerin derhal Osmanlı donanmasına hücum edilmesi teklifini kabul etti. 6 Temmuz 1770 gecesi Rus donanması, Çeşme limanı gönüne gelerek, Osmanlı gemilerini topa tuttular, İngiliz subaylarından Greig’in hazırladığı ateş gemileri limana girdi. Greig filosundan atılan bir humbaradan Osmanlı gemileri tutuştu. Bu suretle başlayan yangın, gemilerin birbirinin üstüne düşmesinden dolayı, süratle ilerlediğinden, birkaç saat içinde, hemen hemen bütün donanma mahv oldu. 7 Temmuz sabahı, ateşten kurtulan bir kalyon ile birkaç küçük gemi, limandan çıkarken, Rusların eline geçti. Kapdân-ı deryâ Hüsameddin Paşa, gemisiyle Sakız Adasına sığındı. Çok geçmeden de görevinden azledildi. Cezayirli Hasan Paşa, gemisinin havaya uçmasına rağmen kurtulmayı başardı. Çeşme Savaşının ardından Limni Adasını kuşatan Orlov, Cezayirli Hasan Paşaya yenilerek çekilmek zorunda kaldı
 
Navarin Savaşı (Fâciası)

20 Ekim 1827 tarihinde, Fransa, İngiltere ve Rusya müttefik filolarının, Navarin’deki Osmanlı-Mısır donanmasına baskını.

On dokuzuncu yüzyılda İslâm âleminin en büyük, dünyanın ise büyük güçlerinden olan Osmanlı Devleti'nin varlığı, Hıristiyan ve sömürgeci devletleri rahatsız ediyordu. Sömürgeci devletlerin dünya hakimiyetine; sultanları, aynı zamanda İslâm âleminin lideri demek olan halifelik sıfatına da sahip Osmanlı Devleti, engel oluyordu. Osmanlı Devletini bölüp, parçalayıp, yıkmak için, tebaadan olan Rumları; Türklere karşı kışkırtıyorlardı. Rumların yaptıkları vahşetleri, sanki Osmanlılar yapmış gibi propaganda yaparak lehlerinde kamuoyu meydana getirdiler. Bütün Hıristiyan ahaliye olduğu gibi, Yunanistan’daki Rumlara da, kavmiyetçilik ideolojisiyle isyan fikrini aşıladılar.

Masonik esaslara ve şifrelere göre teşkilâtlanan ve faaliyetlerini arttıran fesat cemiyetleri, Avrupa’da ve Rusya’da bulunan Rum sermâyedarlar tarafından destekleniyordu. Neticede, Osmanlı İmparatorluğu yerine Bizans'ı diriltmek hayaliyle, Yunan isyanları başladı. Osmanlı Devleti, içişlerindeki gelişmeleri kontrol etmek için, Yunanistan’daki tedbirlerini arttırdı. 1821 yılında Mora’da, Rum isyanı çıktı. Devrin Osmanlı Sultanı İkinci Mahmud Han, Mora İsyanını bastırmakla Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa'yı vazifelendirdi. Mehmed Ali Paşanın oğlu İbrahim Paşa; Mora’daki Rum âsileri, Rus subay ve askerleriyle, Avrupa devletlerinin gönüllü hümanistlerini mağlup edip, bölgeden attı. Bu durum Fransa, İngiltere ile Rusya’nın birlik olarak Osmanlı Devletine karşı cephe almalarına yol açtı. Mora’dan Osmanlı askerinin çekilmesini isteyen notayı, Sultan Mahmud Han, hükümranlık prensibiyle uyuşmadığı için reddetti. Zira bu durum, Osmanlıların bir iç meselesiydi.

Baltık Denizine açılan Rus donanmasından bir filo, İngilizlerle birleşip, Akdeniz’e girdi. Rus-İngiliz gemilerine Fransız filosu da katıldı. İngiliz amirali Cangrington kumandasındaki Fransa, İngiltere, Rusya müttefik donanması, Mısır’daki Kavalalı İbrahim Paşa kuvvetlerine karşı deniz harekâtı başlattı. Mora İsyanında, Osmanlı ve Mısır gemileri Navarin limanında bulunuyordu. Müttefik donanması, Navarin Limanını kuşattı. Osmanlılar ile deniz muharebesi yapmaya cesaret edemediler. Amiral Cangrington, müttefikler adına, Osmanlı ve Mısır askerlerinin Yunanistan’dan çekilmesini istedi. Kabul edilmedi. Navarin’in açıklarındaki müttefik donanması, gayelerinin savaş olmadığını ileri sürerek, limana girmek istediler. 20 Ekimde dostane bir havayla Navarin Limanına girdiler. Osmanlı ve Mısır gemileri hilâl şeklinde birbirine rampa etmiş, üç sıra hâlindeydiler. Limana giren müttefik gemileri, savaş için bahane aramaya başladılar. Ateş gemisinin başka yere alınmasını istediler. Kabul edilmeyince, Mısır gemilerinden kendilerine ateş açıldığını ileri sürerek, savaşı başlattılar. Müttefik gemilerinin âni ateşi üç saat devam etti. Elli yedi Osmanlı-Mısır gemisiyle altı bin asker kaybedildi. Müttefiklerin kaybı ise bin askerdi.

Navarin Fâciasını Osmanlı hükümeti protesto edip, Fransa, İngiltere ve Rusya’dan tazminat istedi. Avrupa basını, fâciayı örtmek için, Osmanlı Devleti aleyhine kampanya açtılar. Fransa, İngiltere, Rusya’nın elçileri, İstanbul’u terk ettiler. Faciaya Osmanlı Devletinin sebep olduğunu ileri sürüp, Rusya, Osmanlı Devletine harp ilan etti. İngiltere parlamentosundaki sert tenkitler üzerine, İngiliz Amirali Cangrington, görevinden alındı. Rusların, Balkanlardan ve Kafkaslardan saldırmaları üzerine iki cephe açıldı. Fransa, Mora’ya asker çıkardı. 1826 yılında, Yeniçeri Ocağı kaldırılıp, ordusu teşkilatlanıp kadrosunu bütünüyle tamamlayamayan Osmanlı Devleti, bütün imkânları seferber ederek, düşmanlarla mücadele etti. Fransa ve Rusya’nın Orta-Doğu ve Akdeniz’de güçlenmesini, menfaati icabı istemeyen İngiltere’nin araya girmesiyle anlaşma yapıldı.

Navarin Fâciası neticesinde; Avrupa devletleri Osmanlı Devletini rahat bırakmayarak, kısa zaman sonra Yunanistan'ın istiklâl kazanmasını sağladılar.


Kırım Savaşı (Kırım Harbi)

Osmanlı Devleti ve müttefikleri İngiltere, Fransa ve Piemento ile Rusya arasında, 1853-1856 yıllarında yapılan savaş.

1800’lü yıllarda dünyada iki büyük İslâm devleti vardı. Biri Osmanlı Devleti, diğeri ise, Hindistan’daki Gürgâniye (Babür) Hükümdarlığıydı. İslâmiyet'in büyük düşmanı olan İngilizler ise, devamlı bu iki devleti nasıl yok edebileceklerini planlamakla meşguldüler. Önce Gürgâniye Devletini parçalamaya karar verdiler. Böylece hem Asya’daki Müslümanları başsız bırakacaklar, hem de Hindistan’ın hazinelerine ve ticaretine hakim olacaklardı. Fakat Osmanlı Devletinin, buna mâni olmasından korkuyorlardı. Bunun için, Osmanlı Devletiyle Rusya arasında savaş çıkarmaya çalıştılar. Sıcak denizlere inme hayaliyle yanıp tutuşan Rusya’yı devamlı tahrik ettikleri gibi, sadrazam Mustafa Reşid Paşa'yı da kandırarak, Rusya’ya karşı düşmanca tavır takınmasını temin ettiler. İngilizlerin asıl maksadını anlayamayan Rus Çarı Birinci Nikola, İngilizlerle, Osmanlı toprakları hakkında görüşmeye karar verdi. 9 Ocak 1853’te Sen-Petersburg’un kışlık sarayında verilen bir baloda, İngiliz elçisine Osmanlı Devletinin topraklarını paylaşmayı teklif etti. Ancak, İngiltere bu teklifi reddettiği gibi, durumu Bâbıâli’ye de bildirdi. Bunun üzerine Rusya, Osmanlı Devleti hakkında, tek başına tedbirler almaya kalkıştı. İstanbul’a prens Mençikof’u elçi olarak gönderip, Fransa’nın Kudüs’te daha önceleri Katolikler adına sağladığı imtiyazların Ortodokslar için de tatbik edilmesini, Ortodoks tebaanın himayesinin Rusya’ya verilmesini istedi. Fakat Mustafa Reşid Paşa, bu teklifleri reddedip meselenin diplomatik yollardan çözümünü önledi. Bunun üzerine Avusturya İmparatorluğu ile Prusya Krallığı, İstanbul ve Petersburg’a kendi hakemliklerinde bir konferans toplanıp savaşın önlenmesini teklif ettiler. Rusya, bu teklifi kabul ettiği halde Mustafa Reşid Paşa, İngilizlerin tahriki ile reddetti. Böylece, iki devlet arasında münasebetler tamamen kesildi. Rusya, savaş ilan etmeden Eflak ve Boğdan’ı işgal etti. Bunun üzerine Osmanlı Devleti, 4 Ekim 1853’te Rusya’ya harp ilan etti.

Tuna cephesinde savaş, Türk topçu ateşiyle başladı (23.10.1853). İlk gün, Ruslar, 300 asker kayıp verdiler. Ömer Paşa, 27 Ekim’de Vidin’den doğuya doğru Tuna dirseğini geçerek Romanya’ya girdi. Kalafat’ı aldı. Tutrakan ve Yerköyü’nden de Romanya’ya asker sokan Ömer Paşa, Oltenisa meydan muharebesinde, Rus kuvvetlerini bozdu (5.11.1853). Binlerce ölü ve yaralı veren Ruslar, bozgun hâlinde Bükreş’e kaçtılar.

Anadolu cephesinde de Müşir Abdülkerim Nâdir Paşa, Kafkasya’da harekâtta bulunup, Şeyh Şâmil ile irtibat kurdu. Şeyh Şâmil vasıtasıyla, Kafkasya’daki yerli ahaliden Ruslara karşı destek sağlandı. Fakat, Tuna cephesindeki başarı, bu cephede sağlanamadı. Bunun üzerine Abdülkerim Nâdir Paşanın yerine erkân-ı harbiye reisi olan Ahmed Paşa, cephe kumandanı oldu.

Bu arada Rus Karadeniz Donanması, Sinop’ta yatan 12 parçalık Türk filosunu bastı (30 Kasım 1853). Filonun tamamı imha edilince, iki binden fazla Osmanlı bahriyelisi şehid oldu. Sinop’un Müslüman mahalleleri, bombardıman edilerek tahrip edildi. Birçok sivil de şehid oldu.

Bunun üzerine İngiltere, Rusya ile diplomatik münasebetlerini kesti. Rus çarının, Kudüs’te Katoliklere karşı Ortodoksları ayaklandırdığını ileri sürerek, Rusların Akdeniz’e inmesini istemeyen Fransa’yı da yanına alıp, 1854 Mart’ında, Rusya’ya resmen savaş ilan etti. İki devlet, Osmanlı Devletinin yanında yer aldı.

Müttefik kuvvetleri, 31 Mart’ta Gelibolu’da toplandı. İngiliz kuvvetlerine Lord Raglen, Fransız kuvvetlerine Mareşal Arnard, Tuna boyundaki Osmanlı Ordusuna ise Ömer Lütfi Paşa kumanda ediyordu. Ömer Paşa, 17 Nisan’da Küçük Eflak ve Sırbistan arasındaki Kalafat Muharebesinde Rus taarruzunu püskürtüp, düşmanı Karayova’ya kadar seksen kilometre kovaladı. Müttefik donanmasına Odesa’dan ateş edilmesi üzerine, şehir topa tutuldu. Sekiz gemilik müttefik filosu on beş Rus gemisini batırıp, istihkâm ve tahkimatlarını, mühimmat depolarını, tersane tesislerini tahrip ederek on üç gemiyi de ele geçirdi.

15 Mayıs’ta Ruslar, Güney Dobruca’da mühim bir Türk kalesi olan Silistre’yi muhasaraya başladılar. 80 000 kişilik Rus ordusu, kaleyi savunmakta olan Musa Paşanın emrindeki 10 000 kişilik kuvvet karşısında bozguna uğradı. 41 gün içinde yaralanma ve ölüm sebebiyle birkaç defa kumandan değiştirmek zorunda kalan Ruslar, 25 Haziranda 15 bin ölü, 25 000 yaralı vererek muhasarayı kaldırdılar. Ömer Paşanın kuvvetleri karşısında da duramayan Ruslar, 6000 kayıp verdikten sonra Romanya’yı boşaltıp Boğdan’a çekildiler. Rus kuvvetlerinin yerine, 6 Ağustos’ta Türk kuvvetleri girdi. Rus zulmünden bıkan Romanyalılar, Osmanlı kuvvetlerini sevinçle karşılayıp büyük merasimler tertip ettiler. Hıristiyan olmalarına rağmen, Büyük Bükreş kilisesinde dua edip, Osmanlı hakimiyetinde bulunmalarına sevinçle şükrettiler.

Osmanlı Devleti ve müttefikleri, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile antlaşma yapıp, Eflak, Boğdan ve Tuna’nın güvenliğini bunlara vererek Kırım’a saldırmaya karar verdiler. İngiliz ve Fransız donanması, Baltık’a açılıp Rusları taciz etti. Temmuz ayından beri Varna’da bulunan 55 000 kişilik müttefik kuvvetleri, Eylül ayında Kırım’a hareket etti. 14 Eylül 1854’de, Kırım’a çıkarma yapıldı.

Müttefik kuvvetlerin hedefi, Rusların Karadeniz’deki en kuvvetli ve müstahkem liman şehri Sivastopol’du. 19 Eylülde Eskihisar mevkiinden hareket eden müttefik kuvvetleri, Prens Mençikof idaresindeki 50 000 Rus askeri ile Alma’da muharebeye tutuştu. Rus kuvvetleri beş bin ölü, on iki bin yaralı verip, bozguna uğrayarak Sivastopol’a çekildi. Orada çok çetin bir savunmaya başladılar. Sivastopol’u kuşatan müttefik kuvvetler, şehir yakınındaki Balaklava limanını işgal ettiler. 25 Ekim’de Balaklava ve 5 Kasım’da İnkerman savaşlarında Ruslar, 90 000 askerle savaşmalarına rağmen, Osmanlı kuvvetlerinin kahramanca çarpışması sebebiyle yenildiler. Bu yenilgileri hazmedemeyen Prens Mençikof, kederinden ölünce, yerine general Gorçokof atandı.

Tuna cephesinde Rusları bozguna uğratıp, bu taraftan gelebilecek tehlikeleri bertaraf eden Ömer Paşa, Şubat başında Kırım’a gelip, 17 Şubat 1855’te Gözleve Meydan Muharebesinde, Rus ordusunu bozdu.

Bu arada Rus Çarı Birinci Nikola ölmüş, yerine oğlu İkinci Aleksandr geçmişti. Kırım’da bulunan toplam müttefik kuvveti 202 000 kişiye ulaşmış, Osmanlı Devletiyle yaptığı antlaşma ile, Sardunya Krallığı da müttefiklerin yanında savaşa girip, 16 000 askerini Kırım’a göndermişti.

24 Mayısta Kerç’i ve 28 Mayısta Anapa’yı alan müttefik kuvvetleri, 7 Haziran’da Sivastopol’a yaptıkları umumî taarruzla, Ruslara 20 000 asker zayiat verdirip, 73 top ele geçirdiler. Müttefik kuvvetlerin verdiği kayıp, 5000 idi.

Bu savaşın maddî kaynaklarını karşılamakta güçlük çeken Osmanlı Devleti, Mustafa Reşid Paşanın sadareti zamanında ilk defa dış borçlanmaya girdi. İngiltere ve Fransa’dan 5.000.000 altın borç alındı. Bundan sonra, dış borçlanmanın sonu gelmeyecek ve 20 yıl geçmeden, Türk maliyesi, iflasın eşiğine adım atacaktır.

Müttefikler 1855 baharında büyük hazırlık yaparak Kırım’ın asker, mühimmat ve erzak stokunu takviye ettiler. Komuta kademesinde de değişiklik oldu. Fransız kuvvetlerinin başına general Pelisier, Lord Raglan’ın hastalıktan ölmesiyle de yerine İngiliz generali Simson tayin edildi. 24 Mayısta Rusların Sivastopol’a asker sevkiyatı yaptığı stratejik önemi olan Kerç Boğazına müttefiklerin asker çıkartmasıyla harekât başladı. Buharlı savaş gemilerinden meydana gelen yirmi iki gemilik filo, Azak Denizine gönderildi. Rusların Karadeniz sahilleri işgal edilerek, pek çok kayıp verdirildi.

Yaz boyu bütün şiddetiyle devam eden çarpışmalardan sonra, Sivastopol’a karşı umumi hücuma geçildi. Ruslar, büyük yardım almalarına rağmen 8 Eylülde Malakit istihkâmlarının zapt edilmesi üzerine, dayanamayacaklarını anlayıp, şehri terk etmeye başladılar. Müttefik kuvvetleri, 9 Eylülde Sivastopol’a girdiler. 11 ay süren kuşatma çok kanlı olmuş, iki taraf da büyük kayıp vermiş ve Sivastopol harabeye dönmüştü.

Müttefikler, harekâta devamla Kılburnu Zaferini kazanıp, Özi Kalesini zaptettiler. Bu cephede de Rusların savaşacak gücü kalmadı.

Kafkas cephesinde ise, Ruslar, Doğubeyazıt'ı alarak Kars’ı kuşattılar (15 Temmuz 1855). Kars’ın tahkimatı pek iyi olmamasına rağmen, Müşir Mehmed Vâsıf Paşa, 15 000 askeriyle 40 000 kişilik Rus kuvvetlerine başarıyla karşı koydu. Devamlı takviye alan Ruslar, 29 Eylülde umumî taarruz yapıp, 7000 ölü 10 000 yaralı verdilerse de geri çekilmediler. Kırım’da savaşın bitmesinden yararlanan Ömer Paşa, Kafkas cephesine yardım için Sohumkale’ye çıktı. İngur Meydan Muharebesinde Rus ordusunu dağıttı (6 Kasım 1855) ve Kars üzerine yürüdü. Fakat uzun süredir ikmal alamayan Kars, açlıktan düştü (28 Kasım 1855).

Kars’ın düşmesiyle harp fiilen bitti ise de, Ruslar sulha yanaşmadı. Ancak Avusturya’nın ültimatomu üzerine sulhu kabul etti. 1856 Şubat ayında Viyana protokolü ile sulhun ana hatları kabul edildi ve savaş sona erdi. Savaşa askerî güçleriyle yardım eden İngiltere ve Fransa, bu yardımlarına karşılık Osmanlı Devletinden, Tanzimat fermanını teyid eden ve onu tamamlayan Islahat fermanının yayınlanmasını istediler. Devrin sadrazamı Âlî Paşa ile Fransız ve İngiliz elçilerinin ortaklaşa hazırladıkları yeni ferman, antlaşma imzalanmadan önce ilan edildi. Binlerce şehid, dayanılmaz malî külfet ve sıkıntılara mâl olan başarıların meyvesini Osmanlılar değil, göstermelik olarak savaşa giren Osmanlı müttefikleri topladı. Osmanlı Devletinin iç ve dış siyasetinde yabancı müdahalesine her zaman açık kapı bırakan bu ferman, Osmanlı toplumu ve ekonomisini Avrupa ekonomisinin nüfuz sahası içine sokarak bağımlı hâle getirdi. Bu ferman sayesinde çeşitli mezheplere bağlı Hıristiyan tebaaya, Rusların harp öncesi teklif ettiği haklardan daha fazlası verildi. Bu fermanın yayınlanmasından sonra görüşmelere Paris’te devam edildi. Osmanlı Devleti, Rusya, İngiltere, Fransa, İtalya, Avusturya-Macaristan ve Prusya’nın katıldığı Paris görüşmeleri 30 Mart 1856’da sonuçlandı. (Bkz. Paris Antlaşması)

Kırım Savaşı, Osmanlı Devletinin toprak kaybına sebep olmamasına rağmen, siyasî olarak aleyhine oldu. Devlet iktisaden çöktü. Müttefikler kârlı çıktı. Osmanlı Devletini Rusya ile meşgul eden İngiltere, az bir kuvvetle savaşa girip asıl maksadını gizledi ve büyük devletlerin dikkatini o yöne çekerek Hindistan’daki Gürgâniyye (Babürlüler) Devletini yıktı. Topraklarını işgal ederek, Hindistan hazinelerine sahip oldu ve ticaretini geliştirdi. Ayrıca, Ortadoğu ve Hindistan yolunda rakibi olan Rusya’yı, Osmanlı'yla çatıştırarak zayıflattı. Islahat fermanıyla gayrimüslimlere verilen haklar sonunda, birçok yerde bağımsızlık hareketlerinin çıkmasına sebep olundu. Fransa ise, Ortadoğu’yu karıştırarak günümüze kadar süren hadiselere sebebiyet verdi. İtalya, müttefiklerden siyasî yardım alarak birliğini kuvvetlendirip, tamamladı. Rusya, savaştan mağlup ayrılmasına rağmen, antlaşmaya aykırı hareket edip, büyük idealini önce siyasî olarak, sonra da her türlü hareketlere teşebbüs ederek devam ettirdi.
 
93 Harbi (1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı)

Son asır Türkiye tarihinin dönüm noktalarından birini teşkil eden ve Rumî 1293 tarihine rastladığından, tarihimize “Doksanüç Harbi" diye geçen 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı.

Çarlık Rusyası; asırlık emellerini gerçekleştirmek için, Osmanlıları Avrupa’dan atmak, İstanbul’u ele geçirerek sıcak denizlere inmek, Hıristiyanları ve özellikle Slavları korumak bahanesiyle Osmanlı Devleti'nin iç işlerine karışmaktaydı. Bu husus, harbin en önemli sebebini teşkil edecektir. Osmanlı ülkelerine saldırmayı millî bir hedef kabul eden Rusya, Kırım Hanlığını istilâ etmiş, Karadeniz’in kuzey ve doğu kıyılarını almış, Volga boylarındaki Türk ülkelerini istilâ ederek Türkistan’a ilerleyip kuzey kısımlarını elde etmişti. 1853 Kırım mağlûbiyeti, Rusların bu emellerini bir müddet için durdurmuştu. Ancak Rusya, büyük bir gayretle eski birliğini sağlamış ve Kırım mağlûbiyetinin acısını çıkarmak için fırsat gözetmeye başlamıştı. Osmanlı Devletinin toprak bütünlüğüne en çok taraftar olan Fransa’nın, 1870 yılında Prusya karşısında ağır bir mağlûbiyete uğraması, kuvvetler dengesinin Osmanlılar aleyhine bozulmasına yol açmış ve Rusya beklediği fırsatı elde etmişti. Bunu değerlendiren Rusya, Paris Antlaşması'nın, Karadeniz’de donanma ve tersane bulundurulmaması hakkındaki maddelerini tanımadığını resmen ilan edip, bu teşebbüsünü Londra Konferansı'nda tescil ettirdi. Böylece Rusya, Karadeniz’de kuvvetli bir donanma meydana getirme imkânına sahip oldu.

Bu gelişmeden sonra Rusya, Panislavizm fikirlerini Balkanlarda yaymak için Moskova’da bir kongre topladı. Rus Panislavistleri, Bosna-Hersek ve Bulgaristan Slavlarını ayaklandırmak için Balkanlarda yoğun propagandaya giriştiler. Ayrıca Romanya ve Karadağ’da birer teşkilat kurdular. Rusya bu tür faaliyetlerinden başka, Osmanlı Devletine de baskı yapmaktaydı. Sadrazam Mahmud Nedim Paşa, Bulgarların, Fener Rum Kilisesi'nden ayrılarak millî bir kilise kurmalarını kabul etti. Böylece, Bulgarların siyâsî bağımsızlıklarına yol açıldı.

Çok geçmeden, Panislavizm propagandası etkisini gösterdi. İlk olarak Bosna-Hersek eyaletindeki Hıristiyanlar ayaklandı. Daha bu isyan bastırılmadan yine Rus tahrikiyle Karadağlılar ve Sırplar da ayaklandılar. Osmanlı Devleti, bu iki isyanı bastırınca, bunlar, Avrupa devletlerinden yardım istediler. İşe karışan Rusya, Osmanlı Devletine Karadağ ve Sırbistan’la anlaşma yapması için ültimatom verdi. Bunun üzerine muhtemel bir savaştan çekinen Avrupa devletleri, Balkan meselesini görüşmek üzere İstanbul’da bir konferans tertip ettiler (23 Aralık 1876). Aynı gün Osmanlı Devleti, Konferansın çalışmalarına mâni olmak için Kânun-i Esâsî’yi ilan etti. Çalışmalarına devam eden Tersane Konferansına, Osmanlı Devletinden başka İngiltere, Fransa, Rusya, Avusturya, Almanya ve İtalya katıldı. Yabancı delegeler, önceden hazırladıkları metni Osmanlı delegelerine sundular. Buna göre, Osmanlı askeri, Karadağ ve Sırbistan’dan çekilecek, Bulgaristan’da doğu ve batı Bulgaristan adı ile iki ayrı eyalet kurulacak ve Bosna-Hersek’le birlikte bu iki eyalete muhtariyet verilecekti. Osmanlı Devletinin bu şartları kabul etmemesi üzerine konferans dağıldı. Konferansa katılan İngiltere Başmurahhası Hindistan Nazırı Lord Salisbury, savaşı önlemek hususunda çok gayret gösterdi. O, Midhat Paşa'nın aksine, bir savaş çıktığında İngiltere’nin, Osmanlı Devletine yardım etmeyeceği kanaatindeydi. Lord Salisbury, Sultan İkinci Abdülhamid’le de görüşerek durumun vahametini izah etti. Padişah, savaş istemiyordu, fakat, savaş isteyen devlet adamlarının baskısı altında idi. Bunların başında Sadrazam Midhat Paşa ve Harbiye Nazırı vekili Müşir Redif Paşa geliyordu. Midhat Paşanın teşvikiyle, yüksek medrese talebesi sokaklara dökülüp, Padişahın penceresi altına kadar giderek “Harb istiyoruz!” diye bağırdı.

Tersane Konferansında müspet bir netice alınamayınca, Londra’da bir konferans daha toplandı. Bu konferansta Bâbıâlî’ye, Tersane Konferansının kararlarından daha hafif ıslahat şartları teklif edildi, ancak Osmanlı devlet adamları, bu teklifi de reddettiler. Londra protokolünün Osmanlılar tarafından reddedilmesinden sonra Çar, Karadağ’a sadece Nikşik kazası bırakılırsa savaşı önleyebileceğini Bâbıâlî’ye bildirdi. Ancak, bu teklif de sadrazam İbrahim Edhem Paşa tarafından reddedildi.

Avrupa devletlerinin savaşa mâni olma teşebbüsleri başarısız kalınca, Rusya, 24 Nisan 1877’de Osmanlı Devletine savaş ilan eti. Sırbistan, Romanya ve Karadağ prenslikleri de Osmanlı Devletine isyan ederek Rusya’nın yanında yer aldılar. Yunanistan da düşmanca bir tavır takınınca, Osmanlı Devleti savaşta yalnız kaldı.

93 Harbi, Tuna ve Kafkasya cephelerinde cereyan etti. Tuna cephesi başkumandanı, Serdâr-ı ekrem Müşir Abdülkerim Nâdir (Abdi) Paşa idi. Emrindeki kuvvetler, üç orduya ayrılmıştı. Bunlardan Garp ordusunun başında Müşir Osman Paşa, Şark ordusunun başında Müşir Ahmed Eyüp Paşa, Cenup ordusunun başında ise Müşir Süleyman Paşa bulunuyordu. Bu cephedeki denge, Osmanlıların hayli aleyhineydi.

Abdülkerim Nâdir Paşanın, düşmanın Tuna’yı geçmesine seyirci kalmasıyla, harp yarı yarıya kaybedildi. Halbuki Osmanlılar için en büyük ümit, Rusları Tuna seddi üzerinde durdurabilmek ve bu seddi aşmalarına engel olabilmekti. Bu zafiyetinden dolayı Serdâr-ı ekrem, bir müddet sonra Dîvân-ı harbe verilip mahkum olacaktır.

7 Temmuz’da Tırnova, 16 Temmuz’da Niğbolu’yu alan Ruslar, Şıpka Geçidine hâkim olup, Balkan Dağlarını aşmaya başladılar. Abdülkerim Nâdir Paşanın azledilip yerine çok genç, müşir Mehmed Ali Paşanın başkumandan olması ve ordu içindeki diğer ayrılıklar, müşirler arasında rekabeti artırdı. Bu husus, savaşın kaybedilmesinde önemli sebep teşkil etti. Müşir Süleyman Paşa, Şıpka Geçidini ele geçirmek için, bir hafta gece-gündüz demeden taarruzda bulundu, ancak muvaffak olamadı. Bu defa Şıpka’yı geçmek için, Müşir Mehmed Ali Paşa taarruza geçti. Ayazlar, Karahasan, Ablova ve Kaçılova Meydan Muhârebelerini kazandı ise de, devamlı takviye alan Rus kuvvetlerini söküp atamadı. Müşir Osman Paşa ise savunma savaşına yeni prensipler getirerek, Plevne’de düşmanı üç defa mağlup etti. Üçüncü Plevne Zaferinden sonra, Sultan İkinci Abdülhamid Han tarafından “Gâzi” unvânı verildi. Yeni takviyelerle güçlenen düşman karşısında Osman Paşa, yardım alamadığından Plevne de düştü. Plevne’nin düşmesi ile, sayıca pek fazla olan Rus birlikleri serbest kaldılar. Bu sırada Sırplar Niş’e girmişler, Karadağlılar da İşkodra çevresine kadar ilerlemişlerdi. İleri harekâtlarına devam eden Ruslar, Sofya, Niş ve Vidin’i aldıktan sonra Edirne’ye ve burayı da alıp Yeşilköy’e ulaştılar. Grandük Nikola, sulh şartlarını dikte etmek üzere, umumî karargâhını burada kurdu. Böylece Tuna cephesindeki savaş, Osmanlıların aleyhine netîcelendi.

93 Harbi’nin ikinci cephesi Kafkasya idi. Kesin neticenin alınacağı ve alındığı Tuna cephesi kadar mühim olmamakla beraber, burada da pek büyük savaşlar oldu. Cephe kumandanı Ahmed Muhtar Paşa idi. 125.000 kişilik Rus ordusunun başında ise, Ermeni asıllı Melikof bulunuyordu.

Devamlı takviye alan Ruslar, 30 Nisan’da Doğu Bayezid’i ele geçirdiler. Muhtar Paşa, Ruslara karşı 21 Haziranda Halyaz, 25 Haziranda Zivin, 25 Ağustosta Gedikler Meydan Muhârebelerini kazandı. Ahmed Muhtar Paşaya bu zaferlerden sonra, “Gâzi” unvanı verildi. 4 Ekimde Yahniler Meydan Muharebesi de kazanıldı, ancak takviye alan Rusları durdurmak mümkün olmadı. 15 Ekim 1877 Alacadağ Meydan Muharebesi, Kafkas cephesinin dönüm noktası oldu. Ahmed Muhtar Paşa, fazla zayiat vermemek için Erzurum’a çekilmek zorunda kaldı. Kars açıkta kaldığından, 18 Kasım’da Rusların eline geçti. Fakat Ruslar, Erzurum halkının da katıldığı destanlaşan savunma karşısında, Erzurum’u alamadılar. Bu sırada Ahmed Muhtar Paşa, Padişah tarafından İstanbul’un muhafazası ile görevlendirilip İstanbul’a çağrılınca yerine Müşir Kurd İsmail Paşa getirildi.

93 Harbi, Osmanlı Devletinin ağır mağlûbiyetiyle neticelendi. Rumeli Türklüğü, Rus birlikleri ve Bulgarların büyük katliamı sebebiyle, büyük sarsıntıya uğradığından, Türk nüfusu azınlığa düştü. Son asır Türk tarihinin en büyük göç faciâsı vuku buldu. Balkanlardan Anadolu’ya uzanan yollar, göçmen kafileleriyle doldu. Bunların büyük bir kısmı, yine Ruslar ve Bulgarlar tarafından imha edildi.

Rusların Yeşilköy’de karargâh kurmalarından sonra, Babıâlî, 19 Ocak 1878’de Rusya’dan mütareke istedi. 9 ay 7 gün süren savaşa, 31 Ocak 1878’de imzalanan Edirne Mütarekesi son verdi. Sonradan, 3 Mart 1878’de, Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması imza edildi, ancak yürürlüğe girmedi. Abdülhamid Han, siyasî dehasıyla, bu antlaşmayı yürürlüğe koydurmadı. Ayrıca bu antlaşma, Rus nüfuzunu son derece arttırdığından, Avrupa devletlerini telaşa düşürmüştü. Avrupa devletlerinin iştirakleriyle tertiplenen Berlin Antlaşması'na göre (13 Temmuz 1878), önceki antlaşmanın bazı maddeleri hafifletildi. Ancak, Osmanlı Devleti bu antlaşmaya göre, bugünkü Türkiye’nin üçte birine yakın toprak ve büyük nüfus kaybına uğradı. Ayrıca, 800 milyon altın franklık savaş tazminatı ödeme mecburiyetinde bırakıldı. Balkanlarda ise Sırbistan, Karadağ ve Romanya bağımsız birer devlet oldular.


Dömeke Savaşı

Osmanlı-Yunan savaşı.

Berlin Antlaşması'na dayanarak, Türk yağmasından Teselya ile Arta kazasını ele geçiren Yunanistan, bu sefer de Yanya vilâyetiyle Girit’e göz dikmişti. Bu bölgede halkın üçte ikisini meydana getiren Rumlar, daimî olarak Yunanlılar tarafından Osmanlılar'a karşı kışkırtılmaktaydılar. Çıkan ayaklanmaların Türkler tarafından bastırılması, Yunanlıların daha çok hoşuna gidiyor ve bu kez de Avrupa devletlerini, Rumlar eziliyor bahanesiyle tahrik ediyorlardı.

Nitekim 3 Şubat 1897’de Girit’te Hıristiyanların soykırıma tâbi tutulduğu iddiasıyla, Avrupalı devletler, Girit sularına zırhlılar göndermişlerdi. Bu zırhlılar, aynı zamanda Türk-Yunan çatışmasına engel olacaklardı. Ne yazık ki Albay Vassos komutasındaki Yunan filosu, Girit’e çıkarma yaparken, bunlar sadece seyrettiler. Ancak, son derece tedbirli hareket ederek Avrupa devletlerini yanına çekmeyi başaran Sultan İkinci Abdülhamid Han, onlara ortak abluka teklifi yaptı ve kabul edildi.

Girit’in elden çıkmasına sinirlenen Yunanlılar, Teselya ve Makedonya’daki Osmanlılara saldırmaya başladılar. Nihayet Osmanlı hükümeti de 17 Nisan 1897’de Yunanistan’a harp ilan etti. İki taraf kuvvetleri arasında, esaslı bir fark yoktu. Ancak, Yunanlıların bilhassa arızalı bölgelerde Osmanlı ordusunu uğraştıracağına ve bilhassa Dömeke mevkiinde ağır kayıplar verdireceğine ihtimal verilmekteydi. Osmanlı kuvvetleri, Müşir Edhem Paşa komutasında 45.000 kişilik Osmanlı askerine karşılık, Kralın kardeşi Konstantin’in kumanda ettiği Yunan ordusu ise 40.000 kişilik bir kuvvetten meydana geliyordu.

18 Nisanda Milano mevkiindeki savaşı, Osmanlılar kazandılar. Ancak, savaşın ağır cereyan etmesi üzerine, büyük devletlerden her an gelebilecek bir müdahaleye fırsat vermemek için Sultan İkinci Abdülhamid Han, yıldırım harbi istediğini Edhem Paşaya bildirdi. Bu durum üzerine, 25 Nisan’da Yenişehir, 26 Nisan’da Tırhala zaptedildi. Asıl vuruşmanın Dömeke’de olacağı ve bu savaş sonunda, galip tarafın ortaya çıkacağı belli olmuştu. Çünkü Yunanlılar, bu müstahkem mevkie çok güvendikleri gibi, çok fazla yığınak da yapmışlardı. Savunma savaşı yapacak olan Yunanlılar, Türkleri püskürteceklerine kesin inanıyorlardı. 17 Mayıs günü, çok şiddetli geçen muharebe sonunda Osmanlılar, parlak bir zafer daha kazandı. Yunan ordusu tamamen dağıldı. Yunan başkomutanı, gece karanlığından yararlanarak, canını zor kurtarabildi.

Artık, Osmanlı ordusunun Yunan başkentine girmesine engel olacak, ciddî bir mukavemet beklenemezdi. Lâkin Yunanlıların imdadına, burada da, Avrupa’nın büyük devletleri yetişti ve 20 Mayıs 1897’de, Türk ordusunun fethettiği yerler, elinde kalmak şartıyla, mütareke imzalandı. Türk-Yunan Harbi, Sultan İkinci Abdülhamid Hanın, dünya politikasında ve iç politikada itibarını artırmış ve Osmanlı toplumunun maneviyatı yükselmiştir.


Aziziye Müdafaası (Savunması)

Doksanüç Harbi diye tarihe geçen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşında,
Erzurum’daki Aziziye Tabyasında, Ruslara karşı gerçekleştirilen müdafaa.


24 Nisan 1877’de Ruslar, Osmanlı Devleti'ne savaş ilan etmişler, batıda Tuna boyundan ve doğuda Kars cihetinden saldırıya geçmişlerdi. Doğu cephesinde ordumuzun başkumandanlığını Gazi Ahmed Muhtar Paşa yapıyordu. Kabiliyetli ve cesur bir asker olan Ahmed Muhtar Paşa, Kars’ı alan Rus ordusu karşısında askerini muhafaza ederek programlı bir şekilde Erzurum’a çekilmişti. Bu çekilme sırasında yaptığı Halyaz, Zivin, Gedikler ve Yahniler meydan savaşlarında zafer kazanmış, hatta Sultan İkinci Abdülhamid Han tarafından taltif görerek “Gazi” unvanını almıştı. Askerimiz, kuvvet ve teçhizat yönüyle üstün Rus ordusu karşısında, silah ve yiyecek bakımından iyi şartlarda olmaması sebebiyle, Erzurum’a kadar çekilmeye mecbur kalmıştı.

Erzurum’a yaklaşan Rus ordusu kumandanı, Ahmed Muhtar Paşaya elçi göndererek teslim olmasını istedi. Paşa, komutanları ile yaptığı istişareden sonra “kesinlikle hayır” cevabını verdi. Teslim teklifi şehirde duyulmuş, halk galeyana gelmişti. Çocuğundan ihtiyarına, kadınından hastasına kadar halkın, kanlarının son damlasına kadar Moskof kâfirlerine karşı savaşıp, vatan ve namuslarını, şehid oluncaya kadar müdafaa edeceklerine karar aldıklarını, Gazi Ahmed Muhtar Paşaya bildirmişlerdi. Göz yaşlarını tutamayan kumandan, heyet başkanının alnından öptükten sonra, Sultan İkinci Abdülhamid Hanın gönderdiği telgrafı gösterdi. Padişah, telgrafında; “Şu anda bulunduğunuz yer, Asya’nın en mühim noktası ve düşmanın göz diktiği yerdir. Bu sebeple Erzurum’u büyük bir tehlike beklemektedir. Allahü teala muhafaza eylesin, epeydir ordumuzda görülen dağılma ve çöküntüler bu sefer de meydana gelir, Erzurum’a bir zarar olur, istilaya duçar olursa, böyle elemli bir olayın devletimizin maddi ve manevi varlığında açacağı yarayı size anlatmaya lüzum yoktur. Şu halde, asıl iş görecek ve devletin üzerindeki nimet hakkını gözetip, milletimizin sizden beklediği şerefi ispat edecek gün bugündür. Namus ve şerefimizi muhafaza edemezsek, bu, kıyamete kadar tarihimizden silinmeyecek ve askerlik şerefimize sürülmüş acıklı bir leke olacaktır...” diyordu.

Bu telgraf, halka duyuruldu. Herkes balta, satır, kılıç, süngü, tüfek, tabanca ne bulduysa tedbirini alıp büyük bir heyecan içinde, Rusların Erzurum’a yaklaşmasını bekliyordu. Bu arada halkın içinde gizliden gizliye faaliyet gösteren Osmanlıyı içten vurmaya çalışan Ermeni ve Yahudiler, menfi propaganda yaparak halkın savaş azmini kırmaya çalıştılar. Teslim olunduğunda can ve mal emniyetinin olacağını, aksi halde herkesin kılıçtan geçirileceğini söyleyerek Rusların vaatlerini tekrar ediyorlardı. Fakat, buna aldıran olmadı. Ne pahasına olursa olsun savaşacaklardı!..

Gazi Ahmed Muhtar Paşa da, savunma tedbirlerini almış, tabyalara güvendiği komutanları vazifelendirmişti.

Anadolu içlerine doğru yürümelerine, Erzurum’u tek engel olarak gören Rusların başlıca gayesi, şehri ele geçirmekti. Ayrıca, yerli Ermeni ve Yahudilerden de faydalanıyorlardı. Hacibey adlı bir hainin kumandasında, 8 Kasımı 9 Kasıma bağlayan gece, saat ikide harekete geçen düşman, Aziziye Tabyasına baskın düzenledi.

Baskın için, Müdürge ve Tasmahur köylerinin Ermenilerini ve Vank kilisesi papazlarını kullandılar. Müslüman kılığına giren ve Osmanlıca'yı çok iyi bilen bu hainlerin yardımıyla Vank Deresindeki nöbetçileri şehid ettiler. Büyük bir sessizlik içinde, Aziziye Tabyasına girerek ikinci ve üçüncü kesimlerinde uyuyan yüzlerce askerimizi şehid ettiler. Tabyanın birinci kesimi, biraz kenarda kalıyordu ve komutanları kaymakam (Yarbay) Bahri Bey, uyanıktı. İkinci ve üçüncü kesimlerdeki gürültüyü işitmiş, baskına uğradıklarını anlamıştı. Derhal silah başı ederek, şiddetli bir müdafaaya başladı. Türk askerini toplu katliamdan kurtaran kaymakam Bahri Bey, yaralanmasına rağmen, bunu askerden gizleyerek müdafaaya devam etti.

Gece yarısı, top ve tüfek seslerini duyan Erzurumlular, müezzinin; “Ey Erzurumlular! Ey ahali!.. Moskof kâfirleri Aziziye’yi bastı. Allah’ını seven, eli silah tutan herkes, askerimizin yardımına koşsun!... Vatanını seven yetişsin!..” nidası üzerine, gece karanlığında sokaklara döküldüler. Bunlar arasında, Nene Hatun da vardı.

Askerini silah başı eden Gazi Ahmed Muhtar Paşa, Aziziye istihkâmından, telgrafla haber almaya çalışıyor, fakat; “Harb oluyor!..” cevabından başka bir şey öğrenemiyordu. Paşa, üç tabur alarak Topdağı’na çıktı. Oranın kumandanı Müşir Hasan Tahsin Paşa ile birleşti. Ortalık iyice aydınlandıktan sonra, Aziziye istihkâmlarından birinde şiddetli çarpışmaların olduğunu, diğer iki tabyada ses seda çıkmadığını gördü. Ahmed Muhtar Paşa, Kaptan Mehmed Paşa kumandasındaki iki tabur askeri, Aziziye’ye gönderdi. Kaptan Mehmed Paşa, askerleriyle Aziziye istihkâmının ortasındaki kışlaya doğru yaklaşınca, Ruslar tarafından ele geçirilmiş olan kışlanın mazgallarından şiddetli bir tüfek ateşine tutuldu. Bunun üzerine Kaptan Mehmed Paşa, kışlayı kuşattı. Üçüncü kısımda çarpışma hâlâ devam ediyordu. Artık, Erzurum halkı da yetişmişti. Hücum ederek istihkâmın içine girdiler. Düşmanla muharebe, göğüs göğüse cereyan ediyordu.

Bu arada, tabyanın birinci kısmından hâlâ çarpışmaya devam eden Bahri Beyden, Ahmed Muhtar Paşaya; “Gece, baskın anında yaralandığını, askere belli etmeden çarpışmaya devam ettiğini, acele yardıma gelinmesini” bildiren bir haber geldi. Yardıma gönderilen Kaptan Mehmed Paşa ve halk, Bahri Beyin bulunduğu kısma geçti. İki ateş arasında kaldığını gören düşman, bozguna uğrayarak kaçmaya başladı. Halk ve asker takibe başladılarsa da, Rusların ateşi karşısında durakladılar. Hadiseyi dikkatle takip eden Topdağı’ndaki istihkâmlarımız, Ruslara karşı ateşe başladılar. Bu durum karşısında, başarı elde edemeyeceklerini anlayan Ruslar, geri çekildiler.

O gün Aziziye kurtarılmış, asker ve halktan 1000 civarında şehid verilmiş, 2300 civarında Rus öldürülmüştü.
 
Trablusgarp Savaşı

Osmanlı-İtalyan Harbi.

İtalya, birliğini kurunca, diğer Avrupa devletleri gibi sömürge siyaseti takibine başladı. Kendi toprakları karşısına düşen Trablus ve Bingazi’yi, ülkesine katmak istiyordu. Bu topraklar, o devirde Osmanlı Devleti'nin hâkimiyetinde olduğundan, doğrudan saldırıya cesaret edemedi. Destekçi ve ittifak aradı. Bu gayeyle; 1902’de Avusturya ve Fransa, 1904’te İngiltere, 1909’da Rusya ile antlaşmalar imzaladı. Antlaşmalara göre; İtalya, Trablus ve Bingazi'de serbest hareket edecekti. İtalya’nın bu faaliyetlerine karşı, devrin Osmanlı Sultanı İkinci Abdülhamid Han (1876-1909), dahiyane siyasî tedbirler aldı. Ayrıca, muktedir ve seçme kumandanlar tayin ettiği Trablusgarp Tümenini, silah ve mühimmat bakımından takviye ettirdi. Sultan Abdülhamid Han, siyasî, askerî ve merkezî tedbirlerin yanında bölgenin kuvvetli, itibarlı sülalelerinden, Bingazi’deki, Senûsîleri de silahlandırdı. Osmanlı Sultanının merkezî ve mahallî tedbirleri sayesinde İtalya, denizaşırı sömürgeleri de olan İngiltere, Fransa, Avusturya ve Rusya’yla ittifak antlaşmaları imzalamasına rağmen, saldırmaya cesaret edemedi. Bu planın tatbikatına Sultan Abdülhamid Hanın tahttan indirilmesinden sonra başlanıldı.

12 Ocak 1910’da, Roma sefirliğinden sadrazamlığa getirilen Hakkı Paşa, İttihat ve Terakki Partisi programı istikametinde siyaset takip etti. Hakkı Paşa, İtalya’nın, topraklarına yakın Kuzey Afrika ülkelerine karşı emellerini bilmesine rağmen, Trablus’taki Osmanlı Tümenini kaldırıp, Yemen’e sevk etti. Tümenin mühimmatını da, birçok ihtarlara rağmen İstanbul’a getirtti. Bölge bütün müdafaa tedbirlerinden mahrum bırakılınca; İtalya’nın teşebbüsleriyle Trablusgarp vali ve kumandanı Müşir İbrahim Paşa, vazifesinden alındı. Bütün bunlar İttihat ve Terakki Partisinin akıl almaz bir dış siyaset takip etmesinin neticesiydi. İtalya ile mesele çıkarmamak düşüncesinden hareket ettiklerini iddia eden İttihatçılar, sonunda işi ihanete kadar götürdüler. İtalya, 14 Şubat 1910 tarihinde, Avrupa devletleriyle yaptığı antlaşmalara dayanıp, Akdeniz’deki kuvvet dengesi bakımından Kuzey Afrika’daki bu toprakların İtalya için son derece önemli olduğunu belirterek Trablusgarp’ta imtiyazlar istedi. Osmanlı Hariciye Nazırı (Dışişleri Bakanı) Rıfat Paşa, müstakil bir devletin hakimiyet telakkisine aykırı İtalyan teklifini reddetti. Yüzyıllardır Osmanlı hakimiyetinde yaşayan bölge halkı da, sadakatle, İtalyan teklifi aleyhine cephe aldılar. İtalya, sömürgeci teklifini dünyaya, kendi siyaseti istikametinde bildirdi. İtalya, 23 Eylül 1911 tarihli ilk notasında; İttihat ve Terakki Partisinin Trablusgarp ve Bingazi’de, halkı İtalyanlar aleyhine tahrik ettiğinden ve Osmanlı vapurlarıyla bölgeye asker ve mühimmat sevk olunduğundan şikâyet edip, İtalyan tebaasının, ertesi gün o havaliyi terk edeceklerini bildirdi. Bölgedeki durumun vahim bir hâl alacağı belli olunca da, İstanbul’a daha önce getirtilen mühimmat hatasını telafi edici mahiyette, bir vapurla bir miktar cephane gönderildi. Bundan sonra, İtalya’nın cüretkâr teklif ve icraatları, bitmez tükenmez bir şekilde devam etti.

İtalya, 28 Eylül 1911 tarihinde verdiği yirmi dört saatlik ültimatomda Trablus’la Bingazi’nin tahliye ve teslimini istedi. Hakkı Paşa, bu ültimatomu, gayrimüslim ve Türk jandarma müfettişliğiyle Osmanlı hizmetinde bulunan İtalyan generali Robilant Paşanın evinde, briç oynarken aldı. Sadrazam, brici bırakıp, ültimatomu okumak hareketinde dahi bulunmayınca, ev sahibesi bayan Robilant, meselenin vahâmetini bildiğinden, ısrarla okuttu. Ültimatoma 29 Eylül 1911 tarihinde verilen cevapta; Osmanlı Devleti, toprak bütünlüğünün tanınması şartıyla İtalya’ya bu bölgede iktisadî ve kısmen siyasî imtiyazlar verilmesini kabul ettiğini bildirdi. İtalya, ültimatomun cevap tarihi olan 29 Eylül 1911’de, Osmanlı Devletine harp ilan ettiğini notayla bildirdi.

Harp için önceden bütün hazırlıklarını tamamlamış olan İtalya, modern şekilde teçhiz edilen 36 000 kişilik bir orduyu, çıkarma yapmak için bölgeye gönderdi. İtalyan donanması, 1 Ekim 1911 tarihinde, Libya sahillerini abluka altına aldı. 4 Ekim’de karaya çıkarılan bir İtalyan müfrezesi, boş bulduğu Hamidiye Tabyasını işgal etti. Bu kolay işgalden cüretlenilip, 5 Ekim’de 1700 bahriye askeri daha karaya çıkarıldı. Kara askerlerinin de sahile çıkarılmasıyla başlayan harekât neticesinde, Trablusgarp vilayetinin sancak merkezlerinden Humus kasabası, 18 Ekimde işgal edildi. 19 Ekim 1911 tarihinde Bingazi sahiline çıkarma yapan, ilk işgalci kuvvetler, 20 Ekimde şehre girdi. Fakat bütün bunlara rağmen, İtalyanların hakimiyeti, daha çok donanmasının bulunduğu sahil boylarındaydı.

Vali vekili ve kumandanlığı üstüne alan Miralay Neşet Bey, şehirdeki çok az sayıdaki kuvvetler ve Sultan Abdülhamid Hanın silâhlandırdığı Senûsîlerle elbirliği ederek, her türlü mahrumiyetler içinde, müdafaa cephesi kurdu. Bölgeye, İstanbul’dan kara kuvveti göndermek mümkün değildi. Bunun için Tunus ve Mısır yoluyla gizli olarak ve ayrıca subay, para ve mühimmat gönderildi. Bunlarla Tobruk ve Derne ve diğer kuvvetli müdafaa hatları kuruldu.

İtalyan ordusu, bütün taarruzlarına rağmen sahilden içeri pek giremedi. Birçok taarruzunun püskürtülmesi, İtalyan kumandan ve askerlerini ümitsizliğe düşürdü. İtalyan ordusunun askerî itibarı, dünya kamuoyunda sarsıldı. İtalya bunu telâfi etmek için, donanmayla Rodos, Oniki Adalar ve Boğazları işgal etmek istedi. Bununla, Osmanlı Devletini tehdit ederek bölgeye yardım gönderilmesini engellemeyi düşünüyordu. İtalya, Osmanlı donanmasının bölgeye hareket etmemesinden faydalanarak, Rodos ve Oniki Adayı, 1912 baharında işgal edebildi. İtalyan donanması, 1912 yazında, Çanakkale Boğazını zorladıysa da, kuvvetli müdafaa karşısında geri çekilmek zorunda kaldı.

Trablusgarp Harbi devam ederken, 8 Ekim 1912’de Balkan Harbi çıktı. İtalya’nın bütün başarısızlıklarına rağmen, Balkan Harbi çıkınca, Osmanlı Devleti, cephe sayısını azaltmak ve Trablusgarp meselesini halletmek üzere, Londra’da İtalya ile görüşmeleri başlattı. Osmanlı-İtalyan görüşmeleri, antlaşmayla neticelendi. Osmanlı-İtalyan Antlaşması, 15 Ekim 1912 tarihinde, Lozan’ın iskelesi olan Ouchy’de (Uşi) imzalandı. Trablusgarp Harbine son veren Antlaşma, üç parçası gizli olmak üzere dört parça hâlindeydi. Açık parça on bir madde olup, şunları ihtiva ediyordu:

Türkiye, Trablusgarp ve Bingazi’yi, İtalya da işgal ettiği adaları derhal boşaltacaktır. İtalya, bölgede İslâm dininin serbestiyetini kabul edip, hutbelerde Halifenin isminin zikredilmesine, padişahın "Nâib-üs-Sultan" unvanıyla bir temsilci bulundurmasına, bu temsilcinin, tahsisatını mahallî gelirlerden almasına, Trablusgarp ve Bingazi kadısının Meşîhat (Şeyhülislamlık) makamı tarafından tayin edilmesine ve bu kadının seçeceği naiplere mahallî gelirlerden aylık verilmesine, evkafın (vakıflar) istiklâline, yerli eşrafın da iştirak edeceği bir meclis tarafından yeni idare esaslarının tanzimine izin verildi. Nâib-üs-Sultan ile kadı'nın tayininde, Osmanlı ve İtalyan hükümetlerinin izni alınacaktı. Trablus ve Bingazi’den Düyûn-u Umumiye'ye para verilmeye devam edilecek ve yıllık taksit miktarı iki milyon İtalyan liretinden, yani takriben 90 000 Osmanlı altınından aşağı olmayacaktı. Kapitülasyonların kaldırılmasında, İtalya hükümeti, Türkiye’ye yardım edecekti. (Bkz. Uşi Antlaşması)

Trablusgarp ve Bingazi, İttihat ve Terakki Partisinin, affedilmez gaflet ve hıyanetiyle kaybedilmesine rağmen, harbe katılan gönüllü subaylardan Binbaşı Enver Bey, parti yayın organlarınca “Bingazi kahramanı” unvanıyla tanıtıldı.


Balkan Savaşları

Osmanlı Devletinin Balkanlar’daki dört devlete karşı yaptığı savaşlar.

Birinci Balkan Savaşı

1789 Fransız İhtilâlinin dünyaya yaydığı milliyetçilik akımı neticesinde, imparatorluklar dahilinde bulunan milletler, bağımsızlık için harekete geçmişler ve bazı devletlerin destek ve yardımları ile ayaklanmışlardı. Osmanlı tarihinde 19. yüzyıl, bu tür ayaklanmalar dönemidir. Balkan Yarımadasında çok çeşitli milletler yaşadığı için, milliyetçi ayaklanmalar, en fazla burada görüldü.

Balkanlarda çıkan ayaklanmaları, daha çok 17. yüzyılda gelişmeye başlayan ve en büyük gayesi, Baltık Denizine ve özellikle Akdeniz’e çıkmak olan Rusya kışkırtıyordu. Akdeniz’e inmek için önce Karadeniz’i, sonra İstanbul ve Çanakkale boğazlarını ele geçirmesi gerekiyordu. İşte Rusya, bu gayeye ulaşmak için her yola başvurmaktan geri kalmamıştır. Bu yollardan biri de ırk ve din bakımından akraba olduğu Balkan prensliklerini alet olarak kullanıp, bu genç devletleri Osmanlı Devleti'nin varlığını sona erdirmeleri için kışkırtmaktı. Osmanlılar, Trablusgarp’ta savaşırlarken, Sırbistan’ın başkenti Belgrat’taki Rus elçisi harekete geçerek, Balkanlarda Osmanlı Devletinin elinde kalan son toprak parçalarının Sırbistan ile Bulgaristan arasında paylaşılması için teşebbüste bulundu. Buna karşılık Sırbistan, Bulgaristan’ı bir tarafa iterek kendi menfaatlerini temin için Babıali ile anlaşmaya uğraşıyordu. Balkan devletleri arasındaki menfaat çatışmalarından gafil olan zamanın İttihat ve Terakki hükümeti, Sırbistan’ın bu çok müsait teşebbüslerine aldırış bile etmedi. Üstelik, İkinci Abdülhamid Han'ın Balkan ülkelerinin birleşmesini önlemek için tahrik ettiği kilise ihtilafı, çıkarılan ittihad-ı anasır kanunuyla halledildi. Bu durum ise, Bulgaristan ve Yunanistan’ın arasındaki ihtilafı çözdüğü için, şimdi her ikisi için de ortak düşman, Osmanlı Devleti olmuştu. Neticede kısa bir müddet için önce Sırbistan ve Bulgaristan arasında kurulan ittifaka Karadağ ve Yunanistan da katıldı. Böylece Balkanlarda Osmanlı Devletine karşı harekete geçme hazırlıkları tamamlanmış oldu.

Bu sırada Türk ordusu subayları iki partiye ayrılmış durumdaydı. Hükümet ise, Rusların Balkanlarda savaşa müsaade etmeyeceği hususundaki yalan teminatına inanmıştı. Nitekim Sofya elçiliğinden hariciye nazırı olan Asım Bey, 15 Temmuz’da, Meclis-i Mebusan'da; “Balkanlardan imanım kadar eminim!” tarihi cümlesini ihtiva eden bir nutuk söyleyerek, harp ihtimalinin bulunmadığını iddia etmişti. Ayrıca Asım Beyin yerine gelen yeni Hariciye Nazırı Ermeni Gabriel Noradingiyan da Rusya’nın teminatının kesin olduğunu hükümete bildirmişti. Bu inandırıcı teminatlar neticesinde Rumeli’ndeki en iyi 120 tabur asker terhis edilmişti.

Balkan devletleri ittifaktan sonra Osmanlı Devletine isteklerini bildirdiler. Bu ittifaktan haberi olmayan İttihatçılar, savaş için yüksek öğrenim talebesini kışkırtarak, Babıali önünde “Harb” diye bağırtmış ve hükümet aleyhinde nümayiş yaptırmışlardı. Harbin kolay geçeceğini zannediyorlardı. Halbuki müttefikler, Türkiye’ye karşı uygulayacakları savaşı ve taksim projelerini en ince teferruatına kadar tespit etmişlerdi.

8 Ekim 1912’de Karadağ Prensliği, Osmanlı Devletine savaş açtı. Onu 18 Ekim’de Bulgaristan ve Sırbistan, birkaç gün sonra da Yunanistan takip etti.

İkmal ve Levazım Teşkilatının bozulduğu Osmanlı ordusu, seferberliğini çok geç yapabildi. Terhis edilip Anadolu’ya gönderilen 120 taburu, savaşın sonunda bile yeniden silah altına alamadı.

Bulgaristan’a karşı çıkacak kuvvetler 5 kolordu halinde, “Şark Ordusu” namıyla toplandı ve Birinci Ferik Abdullah Paşanın kumandasına verildi. Edirne mevkiindeki bağımsız kuvvetler Şükrü Paşa'nın emrindeydi. Yunanistan’a karşı, Selanik’te bir kolordu ve Yanya Kalesindeki kuvvetler bırakılmıştı. Karadağ’a karşı kuvvetler İşkodra Kalesinde toplanmıştı. Sırbistan’a karşı Makedonya’yı “Garb Ordusu” kumandanı müstakbel sadrazam Birinci Ferik Ali Rıza Paşa savunacaktı.

Savaşı idare kabiliyetinden mahrum Nazım Paşanın hiçbir hazırlığı olmayan orduyu, hemen Bulgarlara karşı taarruza geçirmesiyle hezimet başladı ve artık arkası alınamadı. Osmanlı orduları, Bulgarlara karşı bütün Trakya’yı bırakarak, Çatalca’ya kadar çekilmek zorunda kaldığı gibi, Sırbistan’a karşı Kumova'da yenilmişti. 6 Kasım’da Preveze’yi alan Yunanlılar, Veliahd Konstantin idaresindeki büyük kuvvetlerini Selanik üzerine gönderdiler. Selanik’i savunmakla görevli jandarma paşası Tahsin Paşa, tek silah atmadan, muazzam kolordusunu bütün silahları ile beraber Yunanlılara teslim etti. Sultan İkinci Abdülhamid Han devrinde ihtilas (devlet malını zimmetine geçirmesi) suçu tespit edilmiş olan Tahsin Paşa, o devirde menkub (rütbe ve haysiyetten düşmüş) olduğu gerekçesiyle, Selanik kolordusunun başına getirilmişti. Bütün Kuzey Arnavutluk da Sırp-Karadağlılar tarafından işgal edildi.

Selanik’in düşmesinden 8 gün önce, artık “Hakan-ı sabık” diye anılan Sultan İkinci Abdülhamid Han, İstanbul’a getirilmişti. Sultan Abdülhamid Hanı Selanik’ten almaya, nazırlarından Vezir Damat Germiyanoğlu, Arif Hikmet ve Damat Çavdaroğlu Mehmed Şerif paşalar gitmişlerdi. Sultan Abdülhamid Han'ın, muhafızlarının yanında, ikisi de bilgin ve değerli eserler sahibi damatlarıyla konuşması meşhurdur. Gazete okuması yasak olduğu için, kulaktan aldığı bilgi dışında, siyasi durumu etraflı bir şekilde bilmeyen “Sabık Hakan”, dört Balkan devletinin ittifakına ve bu ittifakın haber alınmamasına hayret etmiştir. Makedonya’da kiliseler meselesinin İttihatçılar aracılığıyla ortadan kaldırıldığını öğrenince, Balkanların ittifakını bununla izah etmiş, fakat ittifakın öğrenilmesi karşısında elçilerin, ataşelerin ne iş yaptıklarını sormuştur. “Allah, bu hallere sebep olanları, Kahhar ismiyle kahretsin; devleti batırdılar!” diyerek büyük bir teessürle gemiye binmiştir.

Selanik’i ele geçiren Yunanlılar, daha sonra Ege adalarından Bozcaada, Limni, Somatraki ve Taşoz adalarını işgal ettiler.

22 Ekim 1912 tarihinden beri Şükrü Paşa kumandasında Edirne’yi müdafaa eden Osmanlı birlikleri, İstanbul ile bağlantı kesik olduğu için silah, mühimmat noksanlığı ve açlık gibi sebeplerle teslim olmak zorunda kaldılar.

Üst üste gelen mağlubiyetler üzerine Osmanlı Devleti, Bulgaristan’a müracaat ederek ateşkes istedi. Böylece 3 Aralık 1912’de imza edilen ateşkes antlaşması (mütareke) ile silahlı çatışma durmuş oldu. Balkan devletleri ile Osmanlı Devleti arasında antlaşma, 30 Mayıs 1913’te Londra’da imzalanmıştır. Bu barış antlaşması ile Osmanlı Devleti, Ege adalarının durumunun tayinini ve Arnavutluk’un sınırlarının çizilmesi işini büyük devletlere bırakmakta, Girit’i hukuken Yunanistan’a terk etmekte ve Midye-Enez hattının batısında kalan toprakları da Balkan devletlerine vermekte idi. Bu antlaşma ile kendisini kahramanca savunmasına rağmen yiyecek sıkıntısından düşman eline geçen Edirne de Bulgaristan sınırları içerisinde kalıyordu. Böylece Bulgaristan, Kavala ve Dedeağaç arasındaki toprakları da alarak Ege Denizine ulaşıyordu.

2500 yıllık Türk tarihinin büyük felaketlerinden biri olan Balkan Savaşında Türkler, Anadolu’dan sonra ikinci anayurt haline gelmiş olan Rumeli’ni bıraktılar. Rumeli, 550 yıldır Türk yurduydu. Birçok bölgede Türkler, ezici ekseriyet halindeydiler.

93 Harbi'nde görülen göç ve göçmen felaketinin daha şiddetlisi, Balkan Harbinde cereyan etti. Yüz binlerce Türk, bütün varlıklarını bırakarak, eriye eriye, İstanbul’a eriştiler ve Anadolu’ya dağıldılar. Balkanların, bilhassa Bulgarların yaptıkları zulüm, tüyler ürpertici idi. Onbinlerce sivil Türk, kadın, ihtiyar, çocuk ve bebekler dahil olmak üzere, her türlü işkencelerle doğrandı.

İkinci Balkan Savaşı

Birinci Balkan Savaşında Osmanlı Devletinin ağır mağlubiyete uğrayıp Balkanlardan çekilmesi sonucunda, Balkanlarda siyasi bakımdan büyük bir boşluk ve dengesizlik meydana geldi. Ganimetin paylaşılmasında anlaşamayan Balkan devletleri, birbirine düştüler.

Sırbistan askeri, hareket dolayısıyla Sırp-Bulgar ittifakının çizdiği ve kendisine ayırdığı arazi parçasından daha büyük bir bölgeyi ele geçirmişti. Sırpların bu arazi bölgelerini geri vermemesi anlaşmazlığın düğüm noktasını teşkil ediyordu. Diğer taraftan Londra Konferansı'nda en büyük payı Bulgaristan’ın alması, diğer müttefiklerin hoşnutsuzluğuna sebebiyet vermişti. Bulgarların Ege kıyısına ulaşmış olmasını, Yunanlılar, sert tepki ile karşılamışlardı. Bu husus, Yunanistan ile Sırbistan’ı birbirine yaklaştırmış ve aralarında ittifak anlaşması akdine sebep olmuştu. Sırbistan ile Yunanistan’ın birbirlerine yaklaştıklarını gören Bulgaristan, bu iki devlete tam hazırlıklarını yapmadan önce 29-30 Haziran 1913’te saldırdı. Ancak Bulgar ordusu, Yunanlılar ve Sırplar tarafından Makedonya’dan çıkarıldı. Bu sırada Bulgaristan’dan pay almak isteyen Romenler de savaşa girdiler ve kısa zamanda Bulgar Dobruca’sını ele geçirdiler. Bulgar orduları, birkaç cephede savaşmak zorunda kaldığı için yenilmeye başladı.

Osmanlı Devleti de bu fırsatı kaçırmadı ve bütün özellikleri ile bir Türk şehri olan Edirne’yi geri aldı.

Bu yenilgiler üzerine Bulgarlar, bir yandan Romanya kralına başvurarak Balkan devletleriyle, bir yandan da Babıali’ye başvurarak Osmanlı Devletiyle barış yapmak istediler.

İkinci Balkan Savaşı sonunda, Bulgaristan’la diğer Balkan devletlerinin imzaladıkları 10 Ağustos 1913 tarihli Bükreş Antlaşması, Romanya ile Bulgaristan’ın yeni sınırını belirliyor, Tuna’nın güneyinde kalan önemli bir arazi parçasını, Güney-Dobruca dahil, Romanya’ya bırakıyordu.

Osmanlı Devleti ile Bulgaristan arasında 29 Eylül 1913 tarihinde, imzalanan İstanbul Antlaşması ile Bulgaristan; Kırklareli, Dimetoka ve Edirne’yi, Osmanlı Devletine geri verdi. Antlaşmada Bulgaristan’da kalan Türklerin de durumu ele alınmakta, Türklerin mülkiyet haklarına saygı gösterileceği de belirtilmekteydi.

Osmanlı Devleti ile Yunanistan arasında imzalanan 14 Kasım 1913 tarihli, Atina Antlaşması ile, Girit, kesin olarak Yunanistan’a bırakıldı. Ege adalarının ne olacağı da büyük devletlerce kararlaştırılacaktı. Büyük devletler ancak 1914 Şubatında Londra’da bu adalardan İmroz, Bozcaada ve Meis bir yana, diğerlerinin Yunanistan’a ve İtalya işgalinde olanları da İtalya’ya kalmasına karar verdiler. Ancak bu karar üzerinde henüz bir anlaşmaya varılamadan, Birinci Dünya Harbi çıktı. Sırbistan’la antlaşma ise 13 Mart 1914’te İstanbul’da imza edildi. Sırbistan’la Osmanlı Devletinin artık ortak sınırı olmadığından, sadece Sırbistan’da kalan Türklerin durumları düzenlenmiştir.

Böylece, Sultan İkinci Abdülhamid Hanın 1909’da tahttan indirilmesinin üzerinden henüz dört yıl geçmeden, Osmanlı İmparatorluğu, Afrika ile ilgisini kesmiş, Balkanlarda ağır toprak kaybına uğramış, Bulgaristan’dan geri aldığı Edirne ile Doğu Trakya’da kalabilmiştir.
 
Çanakkale Savaşı (Çanakkale Zaferi)

1. Dünya Savaşı'nda, Osmanlı Devleti'nin, Çanakkale Boğazı'nı geçmek isteyen İtilâf kuvvetleriyle yaptığı savaşlar (1915).

Bahriye Nazırı Churchill'in teklifleri ve İngiltere'nin ısrarıyla İtilâf devletlerince girişilen harekâtın amacı, Rusya ile doğrudan temasa geçmek, onlara silâh ve malzeme yardımı yapabilmekti. Bu yolla, Süveyş Kanalı ve Hint yolu üzerindeki Türk baskısı da kaldırılmış olacak; savaşa katılmak istemeyen Balkan devletleri, İtilâf devletleri yanında yer almağa zorlanacaktı.

Yapısı bakımından, savunmaya elverişli olan boğaz, Türkler tarafından mayınlanmıştı. Tabyalar, toprak ve taştandı. Zırhlı veya betondan tabya yoktu; ayrıca birçok sahte mevzi yapılmıştı. Savunma düzeni, dış, orta ve iç bölgeler olmak üzere üçe ayrılmıştı. Bunların kumandası Miralay Cevdet Bey'de idi. Savaş ilânından birkaç gün sonra, 3 Kasım 1914'te İngilizler, Seddülbahir ve Kumkale tabyalarını topa tuttular. 19 Şubat 1915'te boğazın dış tabyaları tahrip edildi. Ayrıca, karaya çıkarılan askerler, tahrip işini tamamladılar. Bu harekâtta Türkler, 19 top kaybetti. Dış savunmanın düşmesi, bazı ülkelerde büyük yankılara yol açtı. Bulgaristan, çekingen bir durum aldı. İtalya, İtilâf devletlerine meyletti. Yunanlıların İstanbul'a girmelerini istemeyen Ruslar, 40 bin kişilik yardımcı bir kuvvet göndermeyi teklif etiler. Bunun üzerine İngilizler ve Fransızlar, boğazları Ruslara vermeyi vaat ettiler. Bundan sonraki büyük taarruzun, Marmara Denizi'ne geçmek amacıyla, Fransız ve İngiliz savaş gemileri tarafından, 18 Mart 1915'te yapılması planlandı. Orta savunma tabyaları, sürekli olarak bombardıman edildi. Dış hatlara komandolar çıkarıldı. Boğazdaki mayın tarama ve temizleme işi başarıyla yürütüldü. Fakat 7-8 Mart gecesi, Yüzbaşı Hakkı Bey kumandasındaki Nusret mayın gemisi, karanlık limana, sezdirmeden tekrar mayın döşedi. İtilâf kuvvetlerinin 16 harp gemisi, 18 Mart 1915'te boğaza girerek, tabyaları ateşe tuttular. Gerek mayınlar ve gerekse bataryaların atışları ile İtilâf kuvvetleri birçok gemi kaybederek geri çekildi.

18 Mart hücumu, Çanakkale'nin, karadan yardım görmedikçe geçilemeyeceğini gösterdi. Bunun üzerine, İngiliz, Fransız ve Anzaklardan (Avustralya, Yeni Zelanda ordusu) kurulan 70 000 kişilik kuvvet, 25 Nisan 1915'te Seddülbahir ve Arıburnu bölgelerinde karaya çıkarıldı. Düşman kuvvetleri, 109 harp ve 308 nakliye gemisi ve özel çıkarma araçlarıyla denizden desteklenmekteydi. Bu çıkarmaya karşı savunma görevi, 5. Orduya verildi.

İlk çıkarmalar Seddülbahir, Arıburnu ve Kumkale'ye yapıldı. Bazı yerlerde başarı kazanan düşman, kesin sonuca gidemedi. Seddülbahir ve Arıburnu'nu almayı başaramadı. Binbaşı Mahmud Bey idaresindeki Türk kuvvetleri, düşmanın içi bölgelere sızmasını engelledi. İlk çıkarma günü, 19. Tümen kumandanı Mustafa Kemal Bey (Atatürk), 17. Piyade Alayını, Conkbayırı'na vaktinde yetiştirerek, Kocaçimen tepesinin düşman eline geçmesini önledi. Düşman, 25 Nisan 1915 harekâtında, büyük kayba karşılık küçük bir köprübaşı elde edebildi, orada tutundu. Türk kuvvetleri, gecenin karanlığından faydalanarak düşmanı denize dökmek istediyse de, bu harekâtta yer alan Arap askerlerinin başarısızlığı ve çıkarttıkları gürültü, buna imkân vermedi. Öte yandan, 15 000 kişilik Anzak kuvveti de karaya çıkarılmıştı. Aynı günlerde düşman Saros Körfezi'ne, Beşike Limanı'na gösteriş çıkarmaları yaptı. Sonraki günlerde de Alçıtepe ve Arıburnu'nda Kocaçimen tepesini elde etmek için harekete geçti. Fakat, 5. Ordu kuvvetleri, büyük kayıplara rağmen, düşmanı püskürttü. Bu arada yapılan Seddülbahir, Arıburnu ve deniz savaşları çok kanlı geçti. Düşman, Seddülbahir'e 26 Nisan günü, top ateşiyle hücuma başlamıştı. 1 Mayıs gecesi ve daha sonraki günlerde, 17 000 kişilik Türk kuvveti karşı saldırıya geçti. Fakat, bunda başarı kazanılamadı ve Türkler, 16 000 kayıp verdiler. İngilizlerin kaybı, 14 000 kişiydi.

Düşmanın ikinci hücumu, 6-8 Mayıs arasında, Alçıtepe'yi ele geçirmek oldu. Birkaç kere siperlere giren Fransızlar püskürtüldü. Sadece birinci hat siperleri, düşman elinde kaldı. 26 Nisan'da ve daha sonraki günlerde denizde savaşlar oldu. Türklerin Nurulbahir adlı gemisi battı. Gülcemal vapuru yara aldı. Buna karşılık, İtilâf kuvvetlerinin Goliath zırhlısı batırıldı.

14 Mayıs'ta İngiliz harp komitesi, savaşa devam kararı aldı ve İngiliz kabinesinde bazı vekiller değiştirildi. 18 Mayıs'a kadar nemli çarpışma olmadı. Haziran ayında, kanlı siper muharebeleri yapıldı. 4 Haziran'da 50 000 kişilik İngiliz ve Fransız ordusu, 25 000 kişilik Türk ordusu üzerine, top ateşi desteğinde taarruza geçti. Taarruzda zırhlı araçlar da kullanıldı. Bu hücum, Çanakkale'deki en kanlı muharebe oldu. Düşman, bazı Türk siperlerine girdi. 9 Temmuz'da Seddülbahir kumandanlığına Vehip Paşa getirildi. Biraz sonra Kerevizdere savaşları başladı. Çıkarmanın başlamasından 70. güne kadar Türk ordusu, 100 000 kayıp verdi. Her şeye rağmen düşman ilerlemeyi başaramadı, yeni bir çıkarma yapmaya karar verdi. Amaç, Anafartalar platosunu ve Kocaçimen'i ele geçirmekti. Taze kuvvetler, Ağustos başında Suvla kıyılarına, baskın halinde çıkarma yaptılar. Bunun üzerine Mustafa Kemal'in emriyle 28. ve 41. alaylar, 10 Ağustos'ta hücuma hazırlandı. Kumandanın kısa bir konuşmasından sonra, süngü hücumu başladı. Düşman, siperlerinde bastırıldı. Türkler, Şahinsırt'a kadar ilerledi. Savaş sırasında, Mustafa Kemal'in göğsüne bir şarapnel parçası çarptı. Düşman, Mustafa Kemal'in yönettiği bu harekâtla, ağır kayıplar vererek püskürtüldü.

1915 yılının sonbahar ayları, kanlı fakat sonuç alınamayan çarpışmalarla geçti. Türk başkumandanlığı, 1. Orduyu Gelibolu'ya yolladı. Böylece Türk ordusu, 21 tümene çıktı. Başlangıçta üç gün içinde Çanakkale Boğazını geçeceklerini sanarak giriştikleri savaşı bir an önce sonuçlandırmak isteyen İtilâf Devletleri, yeni kuvvetler sağlamağa çalıştılarsa da sonuç alamadılar. General Charles Monroe, Çanakkale'nin boşaltılması gereğini belirten bir rapor verdi. Bunun üzerine, 5 Aralık tarihinde iki İngiliz tümeni, Selânik'e gönderildi. Kasım ayında başlayan yağmur ve kar fırtınası, siperlerde birçok askerin boğulmasına sebep oldu. Bu felâkette düşmanın kaybı da çoktu.

Limanda birçok küçük gemi battı. Neticede çıkarma sahaları, düşman tarafından boşaltıldı. Gizlice yapılan boşaltma harekâtı sonucu, Ocak 1916'da Gelibolu yarımadası tamamen bırakılmış oldu. Bu arada bazı çarpışmalar da oldu. Anafartalar ve Arıburnu çekilmesi sırasında dikkati dağıtmak için, düşman, 19 Aralık günü Seddülbahir bölgesine saldırdı. Buraya döşenmiş olan mayınlar, Türklerin düşmanı takibine imkân vermedi.

Çanakkale, I. Dünya Savaşında Türkiye'nin çarpıştığı on cepheden biriydi. Türk kara ordusu, savaş araç ve gereçleri bakımından çok zayıftı. Burada görev alan Türk deniz kuvvetleri, 1911-1912 İtalyan ve 1912-1913 Balkan savaşlarında yıpranmış durumdaydı. Savaş sırasında Türkiye, müttefiklerinden beklediği yardımı göremedi. Sadece Alman subayları, Türk subayları yanında görev aldılar. Avusturya'nın yardımı, iki bataryadan ibaret kaldı. Beklenen silah ve malzeme yardımı sağlansaydı, sonuç çok daha farklı olabilirdi.

Çanakkale savaşları, 8,5 ay sürdü. Türk ordusunun karşı koymasıyla, Çanakkale, Irak, Filistin cephelerinde bir milyona yakın İngiliz ve Fransız askeri, batıdaki ana cephelerinden uzak tutulmuş oldu. Savaşlar, iki taraf için de büyük kayıplara sebep oldu. İtilâf devletleri, Çanakkale'ye önce 70 000 kişi göndermişlerdi. Sonradan bu kuvvet 500 bin kişiye çıkarıldı. Bunun 400 000'i İngiliz, 79 000'i Fransız ordusundandı. İngilizlerin kaybı, 115 000'i ölü, yaralı, esir ve memleketine gönderilen, 90 000'i hasta olmak üzere 205 000 idi. Fransızların kaybı 47 000'di. Türklerde ise şehid, yaralı ve hasta sayısı, 252 300'ü buldu.


Sarıkamış Harekâtı

Birinci Dünya Savaşında felâketle neticelenen askerî harekât.

Osmanlı Devleti harbe; 1878’den beri Rus işgalinde bulunan Kars, Sarıkamış, Ardahan gibi doğu illerimizi geri almak, Doğu Avrupa’da Ruslarla harp hâlinde olan Almanlara yardım etmek, kazanılacak bir zaferle Kafkaslar ve Orta-Asya’daki Türk illerinin kapısını açmak maksatlarıyla, başta Enver Paşa olmak üzere, iktidarda bulunan İttihatçılar tarafından sokuldu.

Türk bayrağı çekilip, Yavuz ve Midilli adı verilen iki Alman zırhlısı, Karadeniz’deki Rus limanlarını bombardıman etti. Rusya da buna karşılık olarak 30 Ekim 1914 tarihinde Türkiye’ye taarruz etti. Rus-Kafkas ordusu, Karadeniz’den Ağrı Dağındaki hudut üzerinden yedi kol hâlindeki saldırısıyla Pasinler’e kadar ilerledi. Rus ordusunun taarruzu, Köprüköy’de durduruldu. Üçüncü ordu, 3-9 Kasım 1914 günlerinde meydana gelen Köprüköy Meydan Muharebesinde Rus ordusunu yendi. Üçüncü Ordu Komutanı, mevsim şartlarını dikkate alıp, ayrıca askerin kaput başta olmak üzere, giyim ve iâşesinin yetersizliğini, top ve süvari atlarının azlığını hesaba katarak, sıcağı sıcağına düşmanı takip etmedi. Köprüköy Meydan Muharebesinin raporlarını alan, yarbaylıktan paşalığa terfi ettirilen Harbiye Nazırı (Millî Savunma Bakanı) Enver Paşa, Alman kurmay ve generalleriyle Erzurum’a geldi. Enver Paşa, Erzurum ve Köprüköy’de birer taburu teftiş etmişti; ancak ordu birliklerinin tamamı hakkında yeterli bilgiye sahip değildi. Üstelik, ordu kumandanı Hasan İzzet Paşanın, bu mevsimde harekât yapılamayacağı, taarruzun bahara bırakılması tavsiyesine karşılık, onu vazifesinden azletti ve taarruza karar verdi. Üçüncü Ordu Komutanlığı vazifesini de üzerine alan Enver Paşa, 18 Aralık 1914 tarihinde, kıtalara, taarruz emrini verdi.

Taarruza iştirak eden birliklerin büyük bir kısmı, özellikle Arabistan’dan geri çekilen ve Güneydoğu Anadolu’dan sevk edilenler, sıcak iklime alışık olup, teçhizatları yönünden kış şartlarına hazırlıksızdı. Üçüncü Ordunun üç kolordusu (9, 10, 11. Kolordular), 24 Aralık 1914 günü -39 derece soğukta Büyük Sarıkamış Çevirme ve Kuşatma (İhâta) Harekâtına başladı. Ayrıca, gerilla harbi yapan yarı resmi Türk çeteleri de, Ardahan’a hareket etti. Üçüncü Ordudan bazı kıtalar, 24-25 Aralık gecesi, Sarıkamış’a ulaşmayı başardı. Ancak, Allahü Ekber Dağlarını aşarken çetin zorluklar ve kış şartları sebebiyle gerek miktar, gerekse mevcut silahları yönünden çok zayiat ve kayıp verdiler. Allahü Ekber Dağlarını aşan Mehmetçiklerden bir kol da, Sarıkamış’ın doğusundaki Selim İstasyonuna vararak demiryolunu tahrip edince, Sarıkamış’taki Rus kolorduları paniğe uğradı. Gayriresmî Türk çeteleri de, 1915 yılı başında Ardahan’a girdi. Rus Kafkas Ordusu Başkumandanı, Üçüncü Ordunun ilerleyişi üzerine; 2-3 Ocak 1915 günlerinde telsiz-telgraf ile müttefikleri Fransa ve İngiltere’ye, günde birkaç defa yalvarırcasına başvurarak:

“Telefon konuşmalarını durduran soğuk ve kış, Türk ordusunu engelleyemiyor. İkinci bir cephe açarak, Türk ordularının ilerlemesi durdurulamaz ise, zengin Bakü petrolleri, Osmanlı-Alman ittifakının eline geçecek ve Hindistan yolu onlara açık bulunacaktır!” haberini gönderiyordu.

Kış, 3-4 Ocak 1915 gecesi daha da şiddetlendi. Fırtına ile yağan kar, yolları tıkayıp, çadırları yıktı. Arkasından da dondurucu soğuklar bastırınca, 150 000 kişilik ordunun 90 000’i (veya 60 000’i) donma, dizanteri ve tifo gibi hastalıklarla mahvoldu. Sarıkamış İstasyonuna giren Enver Paşa, bu felaket karşısında, Üçüncü Orduyu yüzüstü bırakıp, İstanbul’a döndü. Bu harekâtta Ruslar, 32 000 kayıp verdiler.

Sarıkamış Harekâtı; kuşatma harekâtıyla düşman kuvvetlerinin arkasına düşmeyi hedef alan, başarılı bir plândı. Ancak, stratejinin faktörlerinden zaman iyi değerlendirilmediği, kuvvetler de böyle bir harekâtı yapacak şekilde teçhizatlandırılmadığı için başarısızlıkla sonuçlandı.

Ordunun kış şartlarına hazır olmaması ve olumsuz iklim şartları sebebiyle ikmal ve iaşe hizmetlerinin yapılmayışı, kıtalarda açlığa, hayvanların telef olmasına, dolayısıyla birliklerin dağılmasına sebep oldu. Enver Paşanın şuursuzca verdiği gece taarruzu emirleri, kayıpları daha da arttırdı.

Sarıkamış Harekâtı sonunda, Doğu Anadolu kapıları, Ruslara açıldı. 13 Mayıs 1915’te Ermenilerin işbirliği yaptığı Rus kuvvetleri, önce Van’a, bilâhare Muş ve Bitlis’e girdi. Ermenilerin harp esnasında Ruslara yaptıkları büyük hizmetin karşılığı olarak, bu illerin valilikleri, Ermenilere verildi. Harpten sonra, Ermeni-Rus işbirliği sonunda, bölge halkına karşı müthiş bir soykırıma girişildi. Van Gölünün ortalarına kayıklarla taşınıp öldürülen, suya dökülen çocuk, kadın, genç ve ihtiyar Türklerin sayısı, kesin olarak tespit edilmemesine rağmen, çok fazladır. Esasen, bu harp sırasında Ermeni Komitacıları, hemen her tarafta isyana hazırlanarak, birçok yerde depolar dolusu silah ve cephane biriktirdiler. Bu silah, teçhizat ve destekle katliam yapıp, Doğu Anadolu’yu harabeye çevirdiler.
 
I. Dünya Savaşı

İtalyan ve özellikle Balkan savaşları, Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu siyasî ve askerî yöndeki çaresizliği, bütün dehşetiyle ortaya koydu. Siyasî yönden yalnızlığa itilmiş olmak, büyük bir tehlike olarak, hemen Balkan savaşları akabinde tekrar ortaya çıkartılan "Ermeni meselesi", dolayısıyla "reformu" ile belirdi. Bu, artık sıranın Anadolu'nun parçalanmasına gelmesi demekti. Rusya'nın tazyiki, İngiliz ve Fransızların da iştirakleriyle, Ayastefanos'un 16. maddesine tekrar işlerlik kazandırıldı. Ermenilerle meskûn olan altı vilâyetin (Vilâyât-ı sitte) iki gruba ayrılması (birinci grup: Erzurum, Trabzon, Sivas; ikinci grup: Van, Bitlis, Harput, Diyarbekir), başlarına iki yabancı umumî müfettiş tayini ve bunlara valiler dahil bütün memurların tayin ve azil haklarının tanınması; Kürt Hamidiye Alaylarının ilgası, Ermenice'nin, Kürtçe ve Türkçe ile yan yana kullanılması, dolayısıyla bu vilayetlerde Türk ve Kürtlerden oluşan Müslüman çoğunluğa kıyasla genelde, küçük bir nüfus oluşturan Ermenilere eşit oranda ve uluslararası garantide üstün haklar verilmesi, bölgenin denetiminin elden çıkması demekti. Bu durum, Rusya ile yapılan ikili antlaşma ("Muamele", 8 Şubat 1914) gereği devletlerarası hukukta geçerlilik kazanan bir devlet belgesi halinde tanzim edildi. Böylece "Ermeni reformu" nihayet başarıya ulaşmış, uzun zaman sürüncemede bırakılan Ayastefanos ve dolayısıyla Berlin antlaşmalarının konuyla ilgili hükümleri, hayata intikal ile tahakkuk etmiştir. Ermeni reformunun tatbik safhasında, Cihan Savaşı (Birinci Dünya Savaşı) patladı. 1914 senesi içinde Almanya'ya yanaşılması ve Almanya yanında savaşa gözü kapalı olarak girilmesinde, Ermeni meselesinin katettiği bu hayatî gelişmenin önemli bir âmil (etken) olduğu kesindir. İngiltere ve Fransa'ya yapılan yakınlaşma ve acil istikraz (borçlanma) teşebbüslerinden ümit kesilmesi ve devam eden siyasî yöndeki yalnızlık, "Şark'a doğru yayılma" politikasında menfaat istikameti bulunan Almanya'ya yaklaşılmasından başka bir tercihe yer bırakmamaktaydı. Mağlup ordu, Doksanüç Bozgunu sonrasında olduğu gibi, yine Alman askerî heyetleri ile düzenlenmek istendi. General Liman von Sanders başkanlığında gelen (14 Aralık 1913) ve sayıları kısa zamanda -Golç Paşa'nın da iştirakiyle- artacak olan Alman askerî heyeti, göreve başladı. Von Sanders'in İstanbul'da bulunan Birinci Ordu'nun kumandanlığına getirilmesine Rusya karşı çıktığı gibi, diğer iki büyük devlet de hoşnutsuzluklarını açıkça ifade ettiler. Bu baskılar sonucu Von Sanders görevinden alınarak, "genel müfettiş" sıfatıyla ordu tensikatına memur edildi ve donanmanın ıslahı için bir İngiliz, jandarma teşkilatının düzenlenmesi için de bir Fransız generalinin hizmete alınması, ortaya çıkan krizi yatıştırdıysa da, siyasî havayı yumuşatamadı. Bir müddetin sonra genel harbin çıkması (Almanya'nın Rusya'ya savaş ilanı, 1 Ağustos 1914), İttihat ve Terakkî diktasının Almanya saplantısını gözler önüne serdi. Devletin geleceğinin Almanya'nın zaferiyle sağlanabileceğini, İtilaf devletlerinin galibiyetinin ise, artık yalnızca, İmparatorluğun elinde kalan Arap topraklarının kaybıyla değil, Anadolu'nun da paylaşılmasıyla neticeleneceğini gören İttihat ve Terakkî liderleri, bir müddet tarafsız kalıp gelişmeleri izleyerek en uygun seçimi yapma yerine, Alman harp gücü ve propagandasının etkisiyle kısa zamanda gerçekleşeceğine inandıkları Alman zaferine geç kalmamak için, savaşa katılmakta acele ettiler. Bu anlamda, kendileriyle aynı fikri paylaşmayan veya biraz daha bekleme ve aklıselim tavsiye edenlere de söz hakkı tanımadılar.
Devleti savaşa götüren yolun ilk safhası, Almanya ile akdolunan bir ittifak antlaşması ile gerçekleşti. Almanya'nın Rusya'ya savaş ilanından bir gün sonra, 2 Ağustos 1914'te imzalanan antlaşmanın müzakerelerine 26 Temmuz'da başlanmış bulunuyordu. Antlaşma, sadrazam ve Hariciye Nazırı Said Halim Paşa, Harbiye Nazırı Enver Paşa, Dahiliye Nazırı Talat ve Meclis Reisi Halil beyler tarafından hazırlandı. Bu gelişme, o sıralarda böyle bir ittifaka taraftar görünmeyen Cemal Paşa'dan gizli tutulduğu gibi, diğer vekillerin ve bizzat padişahın da bundan haberi olmadı. Yapılan antlaşmanın 2. maddesi, Almanya ile Rusya arasında savaş çıkacak olursa bu savaşa Osmanlı Devleti'nin de katılmasını öngörmekteydi. Oysa bu iki devlet arasında öngörülmekte olan savaş hali, bir gün önce zaten tahakkuk etmiş bulunuyordu. 3. madde, böyle bir gelişme halinde, Osmanlı kuvvetlerini Alman askerî heyetinin emir ve komutası altına sokmaktaydı. Antlaşmada, savaşın zaferle sona erdirilmesi durumunda Osmanlı Devleti'nin elde edeceği müşahhas menfaatlerin neler olacağı hususu, sükût ile geçiştirilmekteydi. Akdeniz'de dolaşan Göben ve Breslau adlı iki Alman gemisinin, İngilizlerin takibinden kaçmak bahanesiyle, Çanakkale Boğazı'na yönelmeleri ve bunlara geçiş izni verilmesi (11 Ağustos 1914), devletin savaşa fiilen itilmesinde önemli bir gelişme oldu. Gemilerin kabulüyle oluşan kriz, bunların kâğıt üzerinde satın alınmaları ve isimlerinin değiştirilmesiyle geçiştirilmek istendiyse de, Alman subay kadroları ve mürettebatının aynen muhafaza edilmekte olması, müttefikleri teskin etmedi.

Bâbıâli'nin genel harp durumundan istifade ile attığı diğer önemli bir adım, kapitülasyonların kaldırılmasını ilan oldu (1 Ekim'den geçerli olmak kaydıyla, 9 Eylül 1914). İlgili devletler, şartlar gereği, durumu kabullenmek mecburiyetinde kaldılarsa da, en şiddetli tepkinin "müttefik" Almanya'dan gelmesi hayretle gözlendiği halde, bir uyarı olarak telakki edilmedi.

Genel savaşın Alman-Fransız cephesinde, Alman ileri harekâtının durdurulmasına karşılık, Rus cephesinde serî ve parlak zaferlerle devam etmekte olması, İttihatçılara büyük ümitler vermekte ve hayaller kurdurtmaktaydı. Yenilen ve ihtilal karışıklıkları içinde dağılma belirtileri gösteren Rusya'nın elindeki Türk illerini, panturanist bir siyaset takibiyle bir araya getirme, çökmekte olan imparatorluğun, yeni bir coğrafyada devam ve ihyası olarak görülmeye başlandı. "Yavuz" ve "Midilli"nin de dahil oldukları Osmanlı filosunun, Alman amirali kumandasında Karadeniz'e açılması ve Enver-Talat-Cemal üçlüsü ve Alman genelkurmayının düzenledikleri bir planla, Rus limanlarına ani bir saldırı tertipleyip topa tutmaları (29 Ekim 1914), Osmanlı Devleti'nin bir oldubittiyle savaşa sokulmasıyla sonuçlandı. Padişah ve sadrazam dahil olmak üzere hükümetin de bilgisi dışında cereyan eden bu olay, şaşkınlığa sebep oldu. Müttefiklerse, Osmanlı Devleti'ne savaş ilanıyla karşılık verdiler (Rusya 3 Kasım, İngiltere ve Fransa 5 Kasım). 11 Kasım'da mukabil savaş ilanında bulunan Osmanlı Devleti, 14 Kasım'da "cihâd-ı ekber" ilan ederek, bütün Müslümanları din savaşına davet etti. Ancak, müttefiklerin idaresi altındaki milyonlarca Müslüman'ın, direnişe geçip ayaklanacakları büyük olaylar tahakkuk etmediği gibi, imparatorluk dahilinde yaşayan Arap ahalinin bile dinî hissiyatı, İngilizler tarafından, önceden, daha kuvvetli bir şekilde siyasî ve maddî kutuplara celbedilmiş olduğundan, hiçbir etkisi görülmedi. Bilakis, bunlarla ve müstemleke Müslümanlarından derlenen askerlerle savaşılmak mecburiyeti hasıl oldu. İngiltere, Arapları isyana teşvik ve istiklal arzularını tahrik ederken, denetimi altında tuttuğu Mısır'ın da, Osmanlı Devleti ile mevcut hukukî bağlılığına bir son vererek, burasını İngiliz hakimiyetinde bir "krallık" haline getirdi (18 Aralık 1914).

Cihan Harbi'nde Osmanlı Orduları; Rus, Irak, Filistin-Suriye, Sînâ-Mısır, Arabistan, Çanakkale ve Galiçya gibi cephelerde savaşmak zorunda kaldı. Kuvvetlerini, genelde Almanların görüşleri, onların harp hedefleri ve cephe sıkışıklıklarını gidermek doğrultusunda kullandı. Sırf Alman cephesini rahatlatmak uğruna ve gerekli hazırlıklar yapılmaksızın Rus cephesi açıldı ve Enver Paşa kumandasında, teçhizatı noksan kuvvetlerin, Sarıkamış felâketinde 90 000 askerin feda edilmesiyle sona erdi (Kasım-Aralık 1914). İngiliz cephesini oluşturan Mısır üzerine, Cemal Paşa'nın kumandasında yapılan Süveyş Kanalı harekâtı (27 Temmuz 1916'da Albay von Kres komutasında yapılan ikinci Kanal harekâtı gibi), aynı anlamda, millî harp hedeflerine hizmet etmeyen bir macera, gereksiz can kayıpları ile dolu bir fiyasko olarak kaldı (Ocak-Şubat 1915). Aynı tarihte müttefikler, Çanakkale Boğazı'nı donanma harekâtıyla yarıp İstanbul'u ele geçirerek Osmanlı Devleti'ni saf dışı etmek ve acil yardım bekleyen Rusya'nın imdadına yetişmek üzere harekete geçtiler (Ocak 1915). Muazzam donanmanın, deniz yolunu açamaması ve hezimeti üzerine (18 Mart 1915), savaş, kara harplerine dönüştü ve yüzbinlerce askerin boğazlaşması biçiminde, çok kanlı bir şekilde cereyan etti. Müttefikler, büyük fedakârlıklar ve kahramanlıklar sayesinde burada da ağır mağlûbiyete uğratıldılar. (Bkz. Çanakkale Zaferi) Rus cephesinde Sarıkamış felâketiyle oluşan zâfiyetin daha büyük boyutlarda yol açtığı, bölgedeki Ermeni nüfusa karşı mevcut olmayan güven meselesi, müttefiklerin Çanakkale Boğazı'na yaptıkları büyük saldırı esnasında, bütün vehameti ile ortaya çıktı. Bölge Ermenilerinin daha 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı arefelerinde tesbit edilen, düşmanla işbirliğini önlemek ve düşmana karşı bölge güvenliği açısından zorunlu bir tedbir olarak, daha iç bölgelere nakledilmesi hususu tekrar gündeme geldi (27 Mayıs 1915). Rus işgaline uğramaya başlayan bölgelerde, Ermeni ahalinin, Rus-Ermeni karışımı kuvvetlerle sürdürdükleri katliâm, bölgede oturan Müslüman ahali ile bir "sivil savaş" haline dönüştü. Müslüman ve Ermeniler arasında cereyan eden bu mücadelenin, zayi olan ve günümüze kadar propaganda malzemesi olarak kullanılagelen mübalağalı Ermeni nüfusundan çok daha fazla oranda bir Müslüman nüfusun katline ve kaybına yol açtığı ise dikkatlerden özenle kaçırılır ve sözü edilmez.

Hicaz ve Necid emîrlerinin İngilizlerin yanında yer almaları ve isyan ederek silahlı eylemler girişmeleri, Hicaz ve Mekke'nin kaybına yol açtı (1916). Yalnız, Medine, Fahri Paşa tarafından, harp sonuna (Ocak 1919) kadar, İngiliz ve Araplara karşı savunuldu. Irak ve Suriye cephelerinde, Alman birliklerinin de gönderilmesiyle takviye edilmiş olarak Yıldırım Orduları Grubu teşkil edildi (Mayıs 1917). Ancak, Irak, Suriye ve Filistin bölgelerindeki kayıpların telâfi edilemeyeceği ve çöküntünün önlenemeyeceği anlaşıldığından, Sadrazam Said Halim Paşa'nın istifası kabul edilerek yerine Talat Paşa geçti (3 Şubat 1917). 1917 senesi, genel savaşın gidişatını etkileyen iki önemli gelişmeye sahne oldu: Rusya'da komünist ihtilali patladı ve Amerika Birleşik Devletleri, bilfiil müttefiklerin yanında savaşa iştirak etti (Almanya'ya savaş ilanı, 6 Nisan 1917). Rus ihtilali, bu ülkenin cephelerdeki perişanlığını daha da arttırdı ve Rusya'da Çarlık idaresine bir son verdi. Komünistlerin barışa hazır olmaları üzerine yapılan Brest-Litovsk Antlaşması'yla (3 Mart 1918) Rus Savaşı, resmen sona erdi. Ancak, Doğu Anadolu cephesinde, yapılan barış gereği iadesi gereken, "Doksanüç bozgunu" kaybı olan Batum-Ardahan-Kars (elviye-i selâse) gibi yerlerin ele geçirilmesi söz konusu olduğundan, Ermeni ağırlıklı saldırılarla mücadeleye devam edildi ve nihayet bu yerler ele geçirildi. Kafkaslar'da Ermenistan, Gürcistan ve Âzerbaycan adlı üç cumhuriyet oluştu. Ancak buralar, kısa bir müddet sonra, Komünist idarenin eline düştü ve Sovyet Çarlığı'na bağlandı.

Mütareke ve Barış: Batış Yılları

Sultan Reşad'ın ölümü üzerine (3 Temmuz 1918) son Osmanlı padişahı olacak VI. Mehmed Vahideddin (1918-1922), felâketli bir dönemde tahta çıktı. Artık İstanbul semalarında düşman uçakları uçabilmekte ve şehre bombalarını atabilmekteydi. Filistin-Suriye ve Irak cepheleri çökmüş, Bağdat (11 Mart 1917), Kudüs (18 Aralık 1917), Şam (1 Ekim 1918), Halep İngilizlerin; Beyrut (6 Ekim 1917), Trablusşam, İskenderun (14 Ekim 1917) Fransızların eline geçmişti. 1918 yılında devam eden askerî harekât, durumu daha da ümitsizleştirmiş, idarî ve ekonomik yapı ise artık tamamen yıkılmıştı. Nihayet Bulgarların harpten çekilmek zorunda kalmaları, genel çöküntüyü daha da hızlandırdı. Batı cephesindeki ağır yenilgiler ve içte beliren ihtilal karışıklıkları üzerine Almanya ve dağılan Avusturya-Macaristan da mütarekeye yanaştı (3-4 Kasım 1918). Sadrazam Talat Paşa, Osmanlı Devleti için de mütareke yollarını açabilmek amacıyla istifa etmiş (8 Ekim 1918) ve yerine Cihan Savaşı'na girilmesine taraftar olmayan Ahmed İzzet Paşa hükümeti kurulmuştu (19 Ekim 1918). Böylece İttihat ve Terakkî hakimiyeti sona ermekteydi. Kısa bir müzakereden sonra dikte ettirilen mütareke, Osmanlı Devleti'nin mutlak yenilgisini belgeledi. Osmanlı Devleti'nin müstakil bir devlet olarak, artık ayakta kalamayacağının ve yapılacak barışın da, harp içinde müttefikler arasında yapılan bütün bölüşme plan ve antlaşmalarına (Sykes-Picot Antlaşması, 1916) uygun olarak, ne kadar ağır şartlar ihtiva edeceğinin bir işareti oldu.

Mondros Mütarekesi hükümlerinin yerine getirilmesi, memleketin tüm mevcut ve muhtevasıyla, galiplere tesliminden başka bir anlam taşımaz. Alman subay ve askerleri, tahliye olunur. Bütün müstahkem mevkiler teslim edilir. Ordular dağıtılır. Liman von Sanders, kumandanı olduğu Yıldırım Orduları Grubunu, Çanakkale kara savaşlarında ismini duyuran, Doğu'da Ruslara karşı zafer kazanan, harbin gidişatını tenkitçi bir gözle yakından takip etmiş bulunan Mustafa Kemal Paşa'ya teslim ederek ayrılır. Mustafa Kemal Paşa, ağır mütareke hükümlerine karşı ilk açık tepkilerini dile getirir ve Sadrazam İzzet Paşa'yı bu yönde uyarır. Yıldırım Orduları Grubu'nun da ilgası üzerine, İzzet Paşa'nın isteğine uyarak İstanbul'a gelir. Aynı gün, büyük bir düşman donanması da, Dolmabahçe önlerinde demir atar ve şehri işgal eder (13 Kasım 1918). Bu arada, mütarekeden sonra İzzet Paşa da istifa etmiş (8 Kasım 1918) ve yerini Tevfik Paşa sadaretindeki hükümete bırakmıştır. Mütarekeden sonra yurt içinde başlayan siyasî kaynaşma, İttihatçılara karşı duyulan infialde odaklaşmış; harp suçluluğu ve sorumluları, hararetle tartışılan bir konu olmuş, çeşitli yolsuzluklar gündeme getirilmiş; "Ermeni tehciri" soruşturularak incelenmişse de, suçlayıcı müşahhas delillerle, bir neticeye varılamamıştır. Yeni siyasî kuvveti oluşturan Hürriyet ve İtilaf Partisi, nihayet Damad Ferid Paşa'nın sadarete tayini ile (4 Mart 1919) iktidara sahip oldu. Öte yandan düşman işgaline uğrayan veya böyle bir tehlike ile karşı karşıya kalan Anadolu ve Rumeli'deki çeşitli bölgelerde, mahallî "Müdafaa-i Hukuk" cemiyetleri kurulmasına girişildi. Ermenilerin, Kars'ı (19 Nisan 1919); İtalyanların, Antalya (29 Nisan 1919) ve Kuşadası'nı (13 Mayıs); Yunanlıların, Fethiye'yi (11 Nisan) işgallerini, Urfa, Antep ve Adana bölgesindeki Fransız ve İngiliz işgalleri izledi. 15 Mayıs 1919'da İzmir'in Yunan işgaline uğraması ve Batı Anadolu'ya yönelik Yunan tecavüzü, büyük bir millî infialin uyanmasına yol açtı. Tarih içinden gelen münâferet, bu işgali, Anadolu'da doğacak olan millî helecan ve ayaklanmanın tahrik noktası yaptı. Yunan saldırısına cevaz veren müttefikler, böylece yeni Türkiye'nin kurulmasına yol açmış oldular.
 
İstiklâl Savaşı

Anadolu'daki millî uyanış, Samsun, Sivas, Erzurum ve Trabzon bölgeleriyle, buralara komşu yerlerde mutlak bir otorite ile teçhiz edildi. Galip devletlerin bu bölgelerdeki şikâyetlerine yol açan asayişsizliklere bir son verilmesi, ordu teşkilatının dağıtılması ve silahların toplanması gibi hizmetlerin yerine getirilmesiyle görevlendirilerek "ordu müfettişliği"ne tayin edilen Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun'a çıkışıyla (19 Mayıs 1919), millî uyanış, düzenli bir direnişe dönüşme şansına kavuştu. Mustafa Kemal'in icraatı, bir müddet sonra, İtilaf devletlerinin tedirginliğine yol açarak, kendisinin geri çağırılması için, Bâbıâli'yi harekete geçirdi. İstanbul'dan yapılan baskılar neticesinde askerlikten istifa eden Mustafa Kemal Paşa, "sîne-i millete" döndüğünü bildirerek, Anadolu'daki millî direnişi düzenlemeye devam etti. Erzurum (23 Temmuz 1919) ve Sivas (4 Eylül 1919) kongreleri tertiplendi. Özellikle millî sınırlar içinde vatanın bütünlüğü ve bölünmezliği, yabancı işgal ve tecavüzlere karşı milletin direnme hakkı bulunduğu, merkezî hükümetin aczi halinde, Anadolu'da geçici bir hükümetin kurulması gibi önemli kararlar alınarak ilan edildi. Millî direniş cemiyetleri, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adı altında bir arada toplandı. Mustafa Kemal, bu kongre ve cemiyetlerin başkanlığına seçilerek, liderlik rolünü kabul ettirdi. Anadolu'da gelişen millî hareket, galip devletlerin kontrolündeki İstanbul hükümetinin sevkiyle sahneye çıkartılan Anzavur Paşa kumandasındaki Kuvâ-yi İnzbâtiyye adlı kuvvetlerle ezilmek istendi. Başarısızlık, Damad Ferid hükümetinin istifası ile sonuçlandı ve Ali Rıza Paşa hükümeti kuruldu (2 Ekim 1919). Millî direniş hareketiyle irtibat ve görüşmeyi gerekli gören yeni hükümet, Amasya'da Mustafa Kemal ile görüşmelere girişir. Bu görüşmede özellikle, yeni seçimlerle ilgili bazı kararlar alınır (Amasya Mülâkatı, 22 Ekim 1919). Ancak yeni meclisin İstanbul'da toplanmasının, güvenlik sebebiyle mahzurlu olduğunun tesbiti, ileri görüşlülük arz eden bir önem taşımaktadır. Bu arada Sivas'ta yapılan bir toplantıda, millî hareketin sevk ve idaresini yürüten Heyet-i Temsiliyye'nin, bundan böyle Ankara'da faaliyet göstermesine karar verildi (29 Kasım 1919). Millî gaye ve hedefleri ve millî sınırları belirleyen bir belge (Mîsak-ı Millî) hazırlanarak ilan edildi. Her şeye rağmen yine İstanbul'da toplanan meclis (12 Ocak 1920), bu millî yemini resmen kabul ve bütün dünyaya ilan ederek tarihî bir görevi yerine getirmiş oldu (17 Şubat 1920). Bunun üzerine, Batıda Yunan kuvvetleri taarruza geçerek işgal bölgelerini genişletmeye, Doğuda Ermeniler, kanlı tecavüzlerini arttırmaya başladılar. İstanbul'daki işgal kuvvetleriyse, resmî dairelere zorla girerek, şehre bir daha el koydular (16 Mart 1920). Meclis dağıldı, kaçan milletvekilleri Ankara'ya gittiler. Damad Ferid'in tekrar sadarete getirilmesiyle, bu tecavüzler tekemmül etti (5 Nisan 1920). Yeni hükümet, çaresizliğini, Mustafa Kemal Paşa'yı askerlikten tard ve idam cezasına mahkûm etmekle gösterdi (11 Mayıs 1920).

Barış antlaşması için yapılan görüşmeler ise, Paris'te devam etmekteydi. Müttefiklerin hazırladıkları barış, Osmanlı İmparatorluğu'nu tamamen parçalamakta, geriye kalan Türklere, küçük bir toprak parçasını bile çok görmekteydi. Batı Anadolu'da Yunan işgali, Bizans hayallerini gerçekleştirerek boyutlar alarak bir ilhaka dönüşürken, bütün Trakya, Yunanistan'a bırakılıyordu. Doğuda bir Ermenistan kurulması öngörülüyor, güney ve güneybatıda Fransız ve İtalyan nüfuz bölgeleri oluşturuluyordu. Boğazlar bölgesi, özel ve müstakil bir idareye bırakılmaktaydı. Doğudaki Kürtlerin, antlaşmanın imzalanmasından bir yıl sonra, ayrı bir devlet kurmak istemeleri halinde, buna, İngiliz mandaterliğinde olmak kaydıyla izin verilmesi karar altına alınıyordu. Bu gibi şartlarıyla gerçek bir ölüm fermanı olan bu barış antlaşması, 22 Temmuz 1922'de toplanan Saltanat Şûrâsı'nda görüşüldü. Müttefiklerin, İstanbul'u Yunan işgaline terk edecekleri tehditleri ve genel ümitsizlik hali içinde, barış antlaşmasının Osmanlı delegeleri tarafından imzalanmasına (10 Ağustos 1920, Paris/Sevr Antlaşması) razı olundu. Ancak padişah tarafından tasdik olunmadı. Antlaşmayı, sadece Yunanistan parlamentosu tasdik etti. Barış antlaşmasına rağmen Yunanlılar, Batı Anadolu'daki ileri harekât ve işgallerine kanlı bir şekilde devam ettiler. 23 Nisan 1920'de Ankara'da açılan Büyük Millet Meclisi, 19 Ağustos'taki tarihî toplantısında, Sevr Antlaşmasını kabul eden Saltanat Şûrâsı âzalarını ve antlaşmaya imza koyan delegeleri "vatan haini" olarak ilan etti ve antlaşmayı tanımadığını bütün dünyaya bildirdi. Doğuda Ermenilerin tecavüzleri, Kâzım Karabekir Paşa kumandasındaki kuvvetlerle önlenmeye; batıdaki Yunan ilerlemeleri, dağınık millî güçlerin birleştirilmesi ve nizamî bir ordu kurulması faaliyetleriyle kuvvet bulacak olan Batı Cephesi Kumandanlığı'nın teşkili ile (Ali Fuad Cebesoy, İsmet İnönü) durdurulmaya çalışıldı. Ermenilerle sürdürülen savaş, nihayet zaferle sonuçlandırıldı. Yapılan Gümrü Antlaşması'yla (2/3 Aralık 1920), "Doksanüç Harbi" kayıpları geri alınarak, Ermeni hayallerine bir son verildi. Sovyetlerle yapılan dostluk antlaşmasıyla (16 Mart 1921) Ankara hükümeti, durumunu kuvvetlendirdi. Müttefiklerin, barış şartlarını hafifletme teşebbüsleri belirmeye başladı. Bu doğrultuda toplanan Londra Konferansı (Şubat 1921), Anadolu için söz söyleme hakkının Ankara hükümetinde olduğunun kabullenilmesi yolunda önemli bir adım sayılır. O sırada Yunan kuvvetlerine karşı kazanılan II. İnönü zaferi, milletin "makûs talihi"nin de değişmekte olduğunun da işareti olarak kabul edilir (31 Mart 1921. Anadolu'nun kurtuluşuna gidecek olan yolun, Yunan kuvvetlerinin denize dökülmesiyle açılacağı, artık anlaşılmaktaydı. Mustafa Kemal Paşa idaresindeki Sakarya Meydan Savaşı (3 Eylül 1921), Ankara'ya kadar yaklaşan Yunan kuvvetlerine ağır bir darbe vurdu. Zafer, Fransa ile müstakil bir barış yapılmasını sağladı (20 Eylül 1921). Sevr, yırtılmaya başlamıştı. Mustafa Kemal Paşa'nın "başkumandanlık" yetkileriyle donatılmış olarak, son hesaplaşmaya hazırladığı millî kuvvetler, nihayet, "Büyük Taarruz"u başlattılar (27 Ağustos 1922). 30 Ağustos'ta Yunan kuvvetleri, ağır bir mağlûbiyete uğratılarak dağıtıldı ve Yunan başkumandanı esir alındı. Türk kuvvetleri, büyük bir zafer kazanarak, Batı Anadolu'yu, Yunan işgal kuvvetlerinden temizleyip, İzmir'e girdiler (9 Eylül 1922). Büyük zafer, İstanbul'da helecanla takip edildi ve pek çokları için beklenmedik bir gelişme olarak şaşkınlıkla karşılandı. Yunan kuvvetlerinin imhası, Yunanistan'ın arkasındaki esas güç olan İngiltere'yi harekete geçirmiş ve ateşkes için başvurular artmaya başlamıştı. Mudanya Mütarekesi, fazla bir zorlukla karşılaşılmadan, Anadolu ve Trakya'nın boşaltılması neticesini temin etti (11 Ekim 1922). Düşman askerleri, geldikleri gibi çekilip gitmeye başladılar.

Son Osmanlı sadrazamı Tevfik Paşa'nın, Ankara hükümetiyle barışma teşebbüsleri, kabul görmedi. Müttefiklerin, Lozan'da yapılacak barış görüşmelerine İstanbul hükümetini de davet etmiş olmaları ve bunu kabul eden Tevfik Paşa'nın bu istikametteki faaliyetleri, Ankara'da infialle karşılandı ve bazı acil ve tarihî kararların alınmasını kaçınılmaz kıldı. Bu konudaki tartışmalar, saltanat müessesesinin varlığı üzerinde yoğunluk kazanarak, nihayet 1 Kasım 1922'de saltanat ilga edildi. Tevfik Paşa, istifa etti (4 Kasım 1922). Sultan Vahideddin, yeni bir sadrazam tayin etmemekle, Ankara hükümetinin kararına boyun eğmiş oldu ve İstanbul'dan ayrılmak zorunda kaldı. Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi, kendisini derhal hal ve ıskat edip, Abdülmecid Efendi'yi halife seçti (16 Kasım 1922). Lozan Barış Antlaşması (25 Temmuz 1923) ile İstiklâl Savaşı başarı ve zaferle sona erdirilmiştir. Cumhuriyet'in ilanı (29 Ekim 1923) ve Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın reisicumhur seçilmesiyle yeni devlet, merkezi Ankara olan (13 Kasım 1923) bir Cumhuriyet haline geldiği gibi, girişilecek köklü reformlar cümlesinden olarak, hilâfet müessesesinin ilgası lüzumlu görüldüğünden, bu tarihî müesseseye son verilerek (3 Mayıs 1924), son halife Abdülmecid Efendi ve bütün Osmanlı hânedanı mensupları da yurdu terke mecbur edildiler.


Kaynak: Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi, Cilt 1, s. 124-135
Ekmeleddin İhsanoğlu (Ed.), IRCICA, İstanbul 1994
ALINTI:Türtarih.net
 
Geri
Top