• Merhaba Ziyaretçi.
    "Hoşgeldin sonbahar "
    konulu resim yarışması başladı. İlgili konuya BURADAN ulaşabilirsiniz. Sizi de beğendiğiniz 2 resmi oylamanız için bekliyoruz...

Türkçeye Emeği Geçenler

ÖMER SEYFETTİN
11 Mart 1884 tarihinde Balıkesir’in Gönen ilçesinde doğar. Dört yaşındayken kağıt ve kalemle oynamaya başlayınca annesi onu Mahalle Mektebi’nin hanım hocasına okutmak üzere verir. Ayancık’taki Reşit Efendi’nin Mahalle Mektebi’ni 7 yaşına kadar okuyan Ömer’in eğitimini yetersiz bulan ailesi, onu İstanbul’a getirtir ve Aksaray Yusufpaşa Yokuşu’ndaki “Mekteb-i Osmaniye”ye kaydettirir. Yaramazlıklarından dolayı babası onu Eyüp Sultan’daki “Askeri Baytar Rüştiyesi”ne verir. Burayı 1896 yılında bitirdikten sonra Edirne Askeri Lisesi’ne girer. 1900 yılında buradan mezun olur. İstanbul’a dönen hikayecimiz hayatının şekillenmeye başlayacağı “Mekteb-i Harbiye-i Şahane”ye kaydolur. Okulunu piyade ast teğmeni ünvanıyla bitirir. Selanik’te bulunan 3.Ordu’nun İzmir Redif Fırkası’na tayin edilir. Yazarın Kuşadası’ndaki bu görevi beş yıl sürer. Daha sonra İzmir’deki “Jandarma Zabitan Etrak Mektebi”ne tayini çıkar. Burada ki görevi iki yıl sürer. İzmir’de Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Baha Tevfik, Şehabettin Süleyman, Türkçü Necip gibi yazarlarla tanışır. “Serbest İzmir”, “Sedat” ve “Muktebes” gibi gazete ve dergilerde yazar. Jandarma okulunda teğmenliğe yükseldikten sonra 23 Temmuz 1908 tarihinde 3.Ordu’nun Selanik’teki nizamiye taburlarına nakledilir. 1909’da Köprülü’deki Askeri Rüştiye’de üst teğmen rütbesiyle beden eğitimi öğretmenliği yapar. “Genç Kalemler” de birlikte çalışacağı arkadaşı Mustafa Nermi Bey’le burada tanışır. Sınır boylarında yaşadığı yıllarda milli görüşü filizlenir. Milliyetçilik ideali, istiklal düşüncesi ve vatan sevgisi gönlünde ve kafasında yer eder.

28 Ocak 1910 tarihinde Ali Canib’le meşhur mektubu yazar. Bu mektubunda “edebiyat ve lisana bir ihtilal” yapmaktan söz eder. Bu sırada kendini büsbütün edebiyata vermek için askerlik görevinden ayrılır. Tamamen kalemiyle geçinmeyi düşünür. Genç Kalemler dergisinin ilk sayısına ünlü “Yeni Lisan” adlı makaleyi yollar. Yazı, derginin 11 Nisan 1911 tarihli ilk sayısında yayımlanır. Ziya Gökalp’le bu sırada tanışır. Ömer, Gökalp’ten etkilenir. ”Genç Kalemler”, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yayın organıdır. Trablusgarb ve ardından gelen Balkan Savaşları, Ömer Seyfettin’in orduya dönmesine yol açar. Sırplara karşı savaşır. Daha sonra kendisine Yanya Kalesi’nin savunması görevi verilir. Kale, Yunanlıların eline geçince Ömer esir düşer (18 Ocak 1913). 17 Aralık 1915’de esirlikten kurtularak İstanbul’a döner.

İstanbul’da bulunduğu sırada Ziya Gökalp ve Ali Canib ile buluşur. Bu sırada annesi ölür, babası da bir kadınla evlenerek İstanbul’dan ayrılır.Daha sonra Ömer, “Türk Yurdu”nun çevresinde çıkarılan “Türk Sözü” dergisinin başyazarlığına getirilir.

Hayatını bir süre kalemiyle kazanan Ömer Seyfettin, 1914 yılında Kabataş Sultanisi edebiyat öğretmenliği teklifini kabul eder ve hayatının sonuna kadar bu görevde kalır.

1915’te daha iyi çalışmak ve düzenli bir hayat için evlenmek ister. İttihat ve Terakki Fırkası’nın ileri gelenlerinden Doktor Besim Ethem Bey’in kızı Calibe Hanım’la evlenir. Çiftin bu evlilikten Fahire Güner adlı bir kızları olur. Ancak evlilikleri yürümez ve ayrılırlar.

Eşinden ayrıldıktan sonra yalnız kalan Ömer Seyfettin, Kalamış Koyu’nda “Münferit Yalı” adını verdiği küçük bir köşke kapanır.Daha sonra zatürreye yakalanır. Arkadaşları, başta Ali Canib olmak üzere, onu yalnız bırakmazlar. Hastalığının başladığı 1917 ile 1920 yılları arası onun düzenli olarak yazdığı ve en verimli olduğu yıllardır. Yazdığı hikayeler, “Yeni Mecmua” ile “Vakit” gazetelerinde yayımlanır. 6 Mart 1920 günü saat 13.30’da hastanede hayatını kaybeder.

Ömer Seyfettin’in sanatkar oluşunu ve iyi bir hikayeci olarak edebiyatımızda sağlam bir yer edinmesini, yaradılışındaki kabiliyete vermek mümkündür. Onun hassas kişiliği ve zekası muhakkak ki yazar olmasında önemli bir etkendir.

Edebiyata ilk ilgisi çocuk yaşta evde okuduğu şiir kitapları ile başlar. Bunlar Osmanlı şairlerinin büyük divanlarıdır. Gençliğinde Tanzimat’tan sonraki Türk edebiyatına daha yakınlık duymuştur. Namık Kemal’den etkilenmiştir. Recaizade Ekrem’in duygulu şiirlerine hayrandır.

Ömer Seyfettin yine de Servet-i Fünun döneminden daha fazla etkilendiğini saklayamaz. Tevfik Fikret’i kendisine “mükemmel şevk ve isteğini” verdiği için takdir eder. Bu yüzden lise yıllarında hep Fikret’in şiir kitabı Rübab-ı Şikeste’yi okuduğunu ifade eder.

Ömer Seyfettin sadece bir hikayeci değildir. Edebiyatımızın şiir, roman, makale gibi diğer türlerinde de eserler vermiş bir edebiyatçıdır. Çok yazan biri olarak, Ömer Seyfettin’in dilimiz ve edebiyatımız hakkındaki görüşleri oldukça önemlidir. Çünkü batılılaşma akımının yoğunlaştığı bir dönemde arkadaşlarıyla yerli ve milli kalmaya özen göstermiş, bunun için büyük çaba harcamışlardır.

Ömer Seyfettin’in 1911 yılında arkadaşlarıyla birlikte Selanik’te çıkardıkları Genç Kalemler dergisinin ilk sayısında yazarımızın imzasız olarak yayımladığı “Yeni Lisan” adlı baş makale “Milli Edebiyat”ın meydana gelmesinde ilk basamağı teşkil eder. Bu dergi ve bu makale, bu bakımdan edebiyatımızın dönüm noktalarından biridir. Makalede, Türklerde edebiyat alanında yeni bir uyanışın gerçekleştiğine dikkat çekilir. “Milli Bir Edebiyat”ın meydana gelebilmesi için öncelikle “Milli Bir Dil”in var olması gerektiği ifade edilir.

Ömer Seyfettin, “Yeni Lisan” makalesinde “Milli bir edebiyat vücuda getirmek için evvela milli bir lisan ister.” der. Türkçede Arapça ve Farsça tamlamaların kullanılmaması gerektiğine inanan yazar, dilimize yerleşmiş ve artık Türkçeleşmiş yabancı kelimelerin dışlanmaması gerektiğini düşünür. Milli bir dilin olmaması halinde edebiyatın bilmeceye dönüşeceği düşüncesini savunur.

O, edebi eserlerin geniş halk kesimlerine ulaşması, yayılması ve bu insanlarca okunması gerektiğine inanır ve halk için sanat anlayışını savunur. “Edebi eserler okunmak için yazılır ve halka ulaşmayan edebiyat milli olamaz.” inancında olan yazar, hikayelerini açık, sade, yalın, ve süssüz bir şekilde kaleme alır.
 
YUNUS EMRE
Anadolu'da Türkçe şiirin öncüsü olan şair mutasavvıf. Yaşamına ilişkin bilgiler sınırlıdır. Doğum yeri belirlenebilmiş değildir. 13. yüzyıl ortalarından sonra Moğol baskınının da etkisiyle Anadolu Selçuklu Devleti'nin dağılıp parçalandığı bir kargaşa döneminde yaşamış, bu dönemin sarsıntı ve acıları yapıtlarında önemli izler bırakmıştır.

Medrese eğitimi görerek geleneksel İslam bilimlerinin yanı sıra Arapça ve Farsça öğrendiği, ayrıca İran ve Yunan mitolojisi ile tasavvuf tarihini incelediği sanılır.Hiç eğitim görmediği de söylenenler arasındadır. Ahmed Yesevi'nin müritlerinden Hacı Bektaş ya da Sinan Ata'nın halifesi Taptuk Emre'nin tekkesinde hizmet etmiş, onun düşüncelerini yaymak için Anadolu'yu dolaşmış, sonra kendisi de şeyh olmuştur.Anadolu'nun birçok yerinde ( Eskişehir, Manisa, Erzurum …) adına mezarlar yapıldığından kesin olarak nerede öldüğü ve gömüldüğü bilinmemektedir.

Vahdet-i Vücut ( Varlık Birliği) öğretisine ulaşan bir tasavvuf yorumunu benimseyen Yunus Emre'nin olağanüstü gözlem gücü ve hoşgörü anlayışı, bazı düşünürlerin onu başka felsefi akımlarla da ilişkilendirmelerine yol açmıştır. Yunus Emre, " şeriat, tarikat, marifet,hakikat" olmak üzere dört bilgi düzeyini ayırt eder. Bunlardan birincisi İslam dininin kuralları, ikincisi tarikat kuralları, üçüncüsü sezgi (keşif ve ilham) yoluyla ulaşılan bilgi, dördüncüsü de en yüksek bilgi olan gerçeğin, Tanrının sırrıdır.Ona göre biri dış (zahiri) biri de iç (batini) olmak üzere iki tane dünya vardır.Yalnızca iç dünyayla ilgili bilgiler (batini bilimler) en yüksek bilgi derecesine, Tanrı'nın sırrına yönelir.Tanrıya ulaşmak için bütün din dışı bilimlerden vazgeçmek gerekir.

Yunus Emre'nin Risaletü'n-Nushiye şiirinin başındaki metinde aklın ve imanın çeşitleri anlatılır.Buradaki yaklaşıma göre insanda toprak, su, ateş, yel can ile birleşmiştir; toprak ve su Cennetin, ateş ve yel ise Cehennemin öğeleridir. Yunus Emre sürekli yinelediği gönül kırmama ilkesini şeriat kurallarının üstünde tutar. Şeriatı vurgulayan din adamları ile tarikatlar arasında sürüp giden çekişmelerde Yunus'un yapıtlarında etkisini göstermiştir.

Yunus'un Türkçesi
Yunus Oğuz lehçesiyle ve çağının konuşma diliyle yazmış olmakla birlikte kullandığı bütün sözcükler Türkçe değildir. Ayrıca Farsça dil kurallarına uyduğu, bu kurallarla ad ve sıfat tamlamaları kurduğu ve Türkçe sözcükleri yabancı bağlaçlarla bağladığı da görülür. Bazı sözcüklerin hem Türkçesini hem de Arapça veya Farsçasını birlikte kullandığı olmuştur. Ama Yunus'un şiirlerinde Oğuz lehçesi olağanüstü bir anlatım gücüne, benzeri az görülen bir uyum güzelliğine ulaşmıştır.

Şiirlerinde kullandığı Türkçeden dolayı bugün Yunus'u kabullenebiliyoruz. Saf Anadolu Türkçesinin ana kaynağı olan Yunus'un şiirlerinde, çok sade Türkçe sözcükleri bulmak mümkündür. Ancak devrinin, İslam inanç ve düşüncesi sonucu bazı Arapça ve Farsça sözcükler şiirlerinde görülür.Yunus Emre şiirlerini halkın anlayacağı şekilde yazmıştır ki bu şiirlerin yedi yüzyıldır tazeliğini ve sadeliğini korumasının sebebi budur.Yunus'un büyüklüğü asıl buradan, yani öz Türkçe ile şiirler söylemesinden gelmektedir. O devrinin ilim dili olan Arapçaya veya edebiyat dili olan Farsçaya özenmemiştir.Halkın dili olan Anadolu Türkçesini kullanmıştır.

Yunus'un şiirleri Türkçe değer açısından incelendiğinde onun bir "Türkçe mimarı", "Türkçenin koruyucusu" olduğu görülür. Yunus Emre'nin hayatını ve eserlerini edebi yönden değerlendiren, Türk Yazarları Dizisinden yayımlanan, "Yunus Emre: Hayatı, Eserleri ve Sanatı" adlı kitapta Yunus'un şiirleri ve Türkçe kullanma sanatı şöyle değerlendirilir:
"Yunus Emre'nin Türkçesi hem katıksız aydın hem de yavan olmayan bir halk lisanıdır. Bu lisan eski Oğuzcanın olgunlaşmış şeklidir. O güne kadar kimsenin başaramadığı Türk aydın halk dilinin yaygınlaşmasını gerçekleştirerek Türk dili ve edebiyatında bir çığır açmıştır. Yunus'un açtığı çığır tasavvuf felsefesinin Türkçeyle güzel ve anlaşılır söylenmesinin sırlarını ortaya çıkarmıştır.

İslami şeriat ve tarikatın Türklerden önce Araplar ve İranlılar tarafından geliştirilmiş Arapça ve Farsça deyimleri, kelimeleri, terimleri Yunus'un dilinde Türkçeleşmiştir."
 
Geri
Top