• Merhaba Ziyaretçi.
    "Hoşgeldin sonbahar "
    konulu resim yarışması başladı. İlgili konuya BURADAN ulaşabilirsiniz. Sizi de beğendiğiniz 2 resmi oylamanız için bekliyoruz...

TÜRKİYE VE OSMANLI DEVLETİNDE İKTİSAT TARİHİ

  • Konuyu açan Konuyu açan dderya
  • Açılış tarihi Açılış tarihi

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Osmanlı Ekonomisi Tarihi

Osmanlı İmparatorluğunun Son Yıllarında Ekonomik Durum

Osmanlı Toplumu 19. yüzyılın ikinci yarısına dek iktisat bilimine ve çağın gelişmelerine uzak kalmıştır Azınlıklardan Sehak Efendi devrin padişahına hediye olarak, Litografya ile basılmış kitabını (İlmi Tedbiri
Menzil), 1859 yılında vermiştir. Kitap Fransız iktisatçı J.B. Say (1767-1832)'ın görüşlerini içermekteydi.
Bilindiği gibi Avrupa'da matbaanın icadından tam 277 yıl sonra, Osmanlı Devleti müslümanların matbaa kurması ve kitap basmasına 1727 yılında izin verdi. Macar asıllı İbrahim Müteferrika 1729 yılında ilk kitabı bastı. Ancak dini kitap basmak yasaktı. Oysa ülkede yaşayan Museviler 1494'ten beri İbranice kitap basıyorlardı. Ardından Osmanlı vatandaşı Ermeni ve Rumlar da kendi matbaalarını kurup ana dillerinde kitap bastılar.
Türk ve Müslüman halk "Şeriata aykırı" diye benzer haklardan yararlandırılmıyorlardı. Bu yasak ancak
Cumhuriyet döneminde kaldırıldı.
Ahmet Mithat (Gazeteci, yazar) iktisadi konularda yazdığı yazılarını "Ekonomik Politik" başlığı altında (1879) toplamış ve kitap halinde yayınlanmıştır. Yazılarında azınlıkların denetiminde Osmanlı Ekonomisinin nasıl yağma edildiğini, müslümanların nasıl ekonomi yönetimi dışına itildiğini anlatmaya çalışmıştır.
İlk iktisat kitabının yazılması ve basılması 1881 'de Ohannes Efendi tarafından gerçekleştirildi. Yazar bu
kitabını hocalık yaptığı (1859'da İstanbul'da faaliyete geçen, 1935'te Siyasal Bilgiler O-kulu adını alan ve 1936'da Ankara'ya taşınan) Mekteb-i Mülki-ye'de okutmuştur. Kitap büyük ölçüde Adam Smith'in görüşlerini tekrarlayan ve savunan bir nitelik taşıyordu. Sakızlı Ohannes E-fendi ve Portakal Mikail Paşa, Mektebi Mülkiye'de verdikleri derslerde Osmanlı Devleti için sanayileşmeyi kaynak israfı sayıyorlardı.
Yüzyılın sonunda M. Cavit Bey "İktisat ilkelerine ters düşen bir sanayileşme ülkeyi yoksullaştıracaktır" diyordu.
Bu görüşlere ilk karşı çıkan ve F. List'in "himayecilik" ve "bebek endüstriler" gibi ilkelerini savunan Musa
Akyiğitzade ol-muştu.Kazanlı bir göçmen olan Akyiğitzade Harbiye'de "İlm-i Servet" okutuyordu.
V.Eldem'in değerlendirmelerine göre 20. yüzyılın başlarında, Batı Avrupa'da kişi başına ortalama gelir 170
dolar iken, Osmanlı İmparatorluğu'nda yaklaşık 44 dolar idi. Ancak bu miktar İstanbul'da 66 dolara yükselirken, Irak'ta 35 dolara düşüyordu. (İktisat Tarihi) Cumhuriyet öncesi Osmanlı İmparatorluğunun sosyoekonomik yapısı hakkında elimizde tutarlı ve yeterli bilgiler yoktur. Bunun başlıca nedeni bu döneme ait devlet arşivlerinin tasnif edilmemiş ve araştırmacılara yeterince açılmamış olmasıdır. Eldeki bilgiler dağınık ve eksiktir. Örneğin Osmanlı İmparatorluğunun son yıllarında toplam nüfus ve nüfusun diğer özellikleri hakkında elimizde güvenilir veriler yoktur. Kullanacağımız veriler genellikle bazı araştırıcıların yaptığı kestirmelerdir. 1919 yılında Millî Misak'ın çizdiği sınırlar içinde kalan Osmanlı Devleti'nin nüfusunu kestirmek için elimizde güvenilir bir kaynak
vardır. Bu kaynak 14 Nisan 1919 tarihinde yayınlanmış bir belgedir Bu kaynaktan elde edilen bilgilerle çeşitli düzeltmeler yapıldıktan sonra İmparatorluğun büyük kentlerinin nüfuslarını hesaplamak mümkün olmuştur.
Vedat Eldem'in tespitlerine göre 1914 yılı başında Osmanlı İmparatorluğu'nun yüzölçümü 1.937 bin km" ve
nüfusu da 26,3 milyon civarındadır. Toplam nüfusun %80'ini Türkler ve Araplar oluşturmaktaydı. Balkanlar'daki Osmanlı Devleti Avrupa'daki topraklarını kaybettikçe yüzölçümü ve nüfusu azalmıştı.
Ayrıca ardarda gelen yenilgiler sonrasında Müslüman nüfusun önemli kısmı Ortodoks Kilisesi'nin ve yerel
milliyetçi güçlerin baskısından kaçıp Anadolu'ya gelip yerleşmişlerdi. 1914 yılı sonuna göre başlıca büyük kentlerin nüfusları şöyledir: İstanbul 1.122.000, İzmir 198.000, Bursa 76.000, Adana 64.000, Konya 49.000 ve Ankara 27.000... Görülüyor ki İmparatorluğun bugünkü anlamda tek büyük kendi vardı o da İstanbul idi. Bu kentin özelliği devletin başkenti olması yanında dış ticaretin de merkezi olması idi. İkinci sırada yer alan İzmir ise daha küçük çapta olmak üzere ithalat ve ihracatın yapıldığı ikinci büyük liman kent özelliğini taşımaktaydı. Diğer bir deyişle ülkenin Avrupa'ya açılan kıyıları kentleşmiş ve gelişmiş iken, İç Anadolu ve Doğu Anadolu bu sürecin dışında kalmıştı. Batı Avrupa'da kentleşmeyi belirleyen olgu sanayi yatırımlarının başlaması ile ortaya çıkan işgücü talebidir. Oysa Osmanlı Devleti çağdaş sanayileşme süreci dışında kaldığından İstanbul ve İzmir'de görülen kentleşme iç ve dış ticaret yanında kamu hizmetlerinin yoğunlaşması ile oluşmuştur. Birinci Dünya Savaşı sonrasında bu kentlerin nüfusları tahmin edebileceğimiz nedenlerle çok azalmıştı.
 
Dış Kaynaklar

Halkın yoksulluğu yanında, Anadolu'da silah üreten tek fabrika yoktu. O günkü koşullar içinde S.Rusya ve ABD'den başka başvurulacak ülke de yoktu.' Kurtuluş Savaşı yıllarında Ankara Hükümeti'ne dışarıdan gelen yardımların en anlamlısı Hint kökenli Müslümanların aralarında toplayıp Atatürk adına Osmanlı Banka-sı'na yatırdıkları 125 bin İngiliz lirasıdır. Bu paranın çok az bir miktarını kullanan Atatürk, geri kalanı Cumhuriyetin ilanından sonra kurulan ve ilk millî banka olan T.İş Bankası'na sermaye olarak tahsis etmiştir. A.J. Toynbee Hint Müslümanlarının bu yardımının "Hilafef'in kurtarılmasına yönelik bir yardım olduğu şeklinde değerlendirmektedir.
İkinci anlamlı dış kaynak Çarlık Rusyası'nı Ekim 1917 Devrimi ile yıkan Lenin'in Sovyet Rusyasından gelmiştir. Sivas Kong-resi'nden sonra M.Kemal Paşa yakın çevresinden, S.Rusya'da kurulmakta olan ve anti-emperyalist bir anlayış ve uygulama içine giren rejimle iyi ilişkiler kurulmasını istemiştir. Bu çerçevede Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey, Lenin Yönetimiyle görüşmeler yapmak üzere Moskova'ya gitti. Kurulan ve hızla gelişen bu ilişkiler sonucu, Temmuz 1920'den itibaren Kurtuluş Savaşı boyunca, S.Rusya'dan ayni ve nakdi çok önemli yardımlar alındı. 16 Mart 1921 tarihli Moskova Anlaşması uyarınca ve zaman zaman resmi taahhütlerin dışına çıkarak, deniz yoluyla Trabzon, Samsun ve İnebolu'ya Sovyetler başlıca şu yardımları göndermişlerdi:
— Çeşitli tarihlerde sağlanan toplam 10 milyon Ruble para,
— 39275 adet tüfek, 327 adet makinalı tüfek, 62986000 tüfek mermisi,
— 54 top, 1000 atımlık top barutu,
— 4000 adet el bombası, 4000 şarapnel mermisi,
— 1500 kılıç ve 20000 gaz maskesi...gibi.
Sovyet kaynaklarına göre bu malzemelerden sonra iki deniz avcı uçağı da Türkiye'ye gönderilmişti. A. Şemsutdinov'un tespitlerine göre Moskova Antlaşması'nın hemen ardından 23 Mart 1921'de Sovyet Azerbaycan Hükümeti 30 tank petrol, 2 tank benzin ve 3 tank gazyağını bağış olarak Kars'a ulaştırmıştı. Ancak Moskova Anlaşmasından önce "Bolşevik İhtilâli"nden kaçan yaklaşık 40 bin Rus İstanbul'a sığınmıştı. Bunların büyük çoğunluğu zengin ve kültürlü ailelerdi. Kaçırabildikleri kıymetli eşyalarını İstanbul'da piyasaya sürdüler. Sosyo-kültürel ortama uyum sağlayamadıkları için bu ailelerin büyük kısmı Batı Avrupa ülkelerine gittiler.
Üçüncü önemli dış yardım aynı zamanda Ankara Hükümetini ilk tanıyan galip devlet olan Fransa'dan
gelmiştir. Fransızlar gelişmeleri ve geleceği çok iyi değerlendirerek , işgal etmiş oldukları Antep, Urfa,
Maraş, Adana ve Mersin'de savaşı durdurup Hatay'a kadar çekilerek barış görüşmelerinin başlatılmasını istediler. Sakarya Zaferi'nden sonra, Fransızlar Anadolu'da bağımsız bir Türk Devleti kurulmasının kendileri için daha yararlı olacağını düşünmüş olacaklar ki, görüşmeler kısa zamanda olumlu sonuç verdi ve 20 Ekim 1921'de Ankara Anlaşması imzalandı. Fransızlar Anadolu'dan çekilirken önemli miktarlarda silah ve cephaneyi Ankara Hükümeti'ne teslim etti. Bunlar arasında 10089 tüfek, 1505 sandık tüfek mermisi ve 10 adet uçak vardı. Daha sonra Fransa, Ankara'nın piyasa koşullan içinde her türlü silah ve malzemeyi satın almasına kolaylık gösterdi. Anlaşmaya ek olarak düzenlenen mektuplarla Fransa,
Jandarma- Okuluna uzman öğretmen göndermeyi taahhüt ederken Türkiye sınırları içindeki Fransız okullarının varlığının korunmasını istemişti.
Böylece Moskova ve Ankara Anlaşmaları sonrasında Doğu ve Güney Cephelerinde barış sağlanmış ve askeri gücün Yunan cephesine kaydırılması mümkün olmuştur.
Sonuç olarak 50-60 bin civarında insan kaybına yol açan Kurtuluş Savaşı'nın finansmanı vergileme, el koyma, borçlanma ve dış kredi gibi başlıca kaynaklarla gerçekleştirilmiştir. Fakat Prof. B. Gürsoy'un ifade
ettiği gibi en büyük destek, "istiklal için her şeyi feda etmeyi bir vatan görevi sayan" Anadolu insanının
gönüllü katkılarından ve yardımlarından sağlanmıştır. Vedat Eldem'in hesaplarına göre, Osmanlı Devleti'nin I, Dünya Savaşı'nın finansmanında kullandığı kaynakların %26'sı Alman ve Avusturya avanslarından oluşan dış kaynak iken, Kurtuluş Savaşı'nın finansmanında dış kaynağın payı %10 düzeyinde kalmıştır.
Kurtuluş Savaşı'nın nasıl finanse edildiğini Atatürk'ün NUTUK'ta ifade ettiği şekliyle şöyle özetleyebiliriz:
"Ben ilk kez bu işe başladığım zaman, en akıllı ve düşünür geçinen birtakım kişiler bana sordular:
Paramız var mıdır? Silahımız var mıdır? "Yoktu" dedim. O zaman: "Öyleyse ne yapacaksın?" dediler. "Para olacak, ordu olacak ve bu ulus bağımsızlığını kurtaracaktır!" dedim. "Görüyorsunuz ki, hepsi oldu ve olacaktır". (Ekonomik ve Sosyal Tarih)
Atatürk şöyle devam ediyor: "Güçsüz ve korkak insanlar, herhangi bir yıkım karşısında ulusun da duraksamasına ve çekingen bir duruma gelmesine yol açarlar. Güçsüzlük ve duraksamada öylesine ileri giderler ki, sanki kendi kendilerini alçaltırlar."
Görünürde Ankara Hükümeti Kurtuluş Savaşı'hı Yunanistan'a karşı kazanmıştı. Oysa 3 Ekim 1922'de
Mudanya'da başlayan Ateşkes Anlaşması görüşmelerinde İsmet Paşa'nın karşısında I. Dünya Savaşı'nın galip devletlerinin üç büyük temsilcisi vardı: İngiltere, Fransa ve İtalya... Yani Yunanistan yoktu.
 
Atatürk Dönemi İktisat Tarihi
Ulusal Ekonomiye Geçiş Dönemi (1923-1930) Gazi Mustafa Kemal Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunu dünyaya ilan ettiği zaman ülkenin ne derecede yoksul olduğunu bütün dünya biliyordu. Gerçekten Balkan Savaşı, Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı'nı yaşayan Anadolu halkı varını yoğunu, eşini-evladını, herşeyini kaybetmiş durumdaydı. Bu yoksul Anadolu insanı ile Kurtuluş Savaşı'nı kazanan Büyük Kurtarıcı, Lozan Antlaşması ile elde edilen siyasal bağımsızlığın kaybedilmemesi için ekonomik bağımsızlığın da sağlanmasını kaçınılmaz sayıyordu.
Bu amaçla daha Cumhuriyet ilan edilmeden, 17 Şubat 1923'te bağımsız ekonomiye geçiş için alınacak iktisadi tedbirleri görüşmek ve tartışmak üzere, İktisat Vekili Mahmut Esat (Bozkurt)'un girişimi ve Mustafa Kemal'in desteğiyle, "Türkiye İktisat Kongresi" toplandı.' Mustafa Kemal'in yakın çalışma arkadaşlarından General Kazım Karabekir'in başkanlığında İzmir'de toplanan Kongre'ye bütün illerden tüccar, sanayici, esnaf, çiftçi ve işçi temsilcilerinden oluşan 1135 temsilci katıldı. 4 Mart'ta tamamlanan Kongre'yi 40 milletvekili izledi. Kongre'de sadece Sovyet Rusya ve Azerbaycan'ın Ankara'da görev yapan büyükelçileri de hazır bulundular.
 
Kongre'nin temel amaçlarını aşağıdaki biçimde sıralamak mümkündür:
1) Yeni kurulacak Türk Devleti'nin izleyeceği iktisat politikalarına ve oluşturacağı iktisadi sisteme ışık tutmak,
2) Millî Mücadele yıllarında Ankara ile sağlıklı ve yararlı ilişkiler kuramayan İstanbul ve İzmir'deki sermaye çevrelerinin Ankara Hükümeti temsilcileriyle yakınlaşmasını sağlamak,
3) Millî Mücadele'yi yöneten askerî ve siyasal kadroıarın, toplumdaki bütün kesimlerin sadece askerî- siyasî alanda değil, ekonomik alanda da tam desteğine sahip olduklarını, Lozan'daki taraflara göstermek ve kapitülasyonların devamını isteyenlere millet olarak "hayır" diyebilmek,
4) Batı Avrupa Ülkelerine, liberal düzenden komünist düzene geçilmeyeceği konusunda güvence vermek...
Mustafa Kemal'in bu kongreyi açarken yaptığı konuşma, O'nun çağını aşan görüşlerin sahibi bir devlet adamı olduğunu ortaya koymaktadır. Gazi bu konuşmasında devralınan yarı-sömürge durumunda olan ülkeyi şöyle tanımlamaktadır:
"Bir devlet ki kendi uyruğundaki halka koyduğu vergiyi yabancılara uygulayamaz; bir devlet ki kendi gümrük resimleri ve her türlü vergi işlemlerim düzenleme hakkından alıkonulur; bir devlet ki kendi kanunlarına göre yargı hakkını yabancılara uygulayabilmekten yoksundur; o devlete bağımsız denilemez."
Mustafa Kemal kazanılan askerî ve siyasî zaferlerin Anadolu'da bağımsız bir Türk devletinin yaşaması için
yeterli olmayacağını görerek, tam bir bağımsızlık için, tüm bağımsızlık savaşı veren uluslara rehber olacak ve halen geçerliliğini koruyan şu temel ilkeyi ortaya koymuştur:
"Ulusal egemenlik, ekonomik egemenlikle pekiştirilmelidir. Bu kadar büyük amaçlar, bu kadar kutsal ve ulu hedeflere, kağıtlar üzerinde yazılı genel kurallarla, istek ve hırslara dayanan buyruklarla varılmaz. Bunların bütün olarak gerçekleşmesini sağlamak için, tek kuvvet, en kuvvetli temel: Ekonomik güçtür."
 
Görülüyor ki, Gazi yarı-sömürge bir ekonomiden ulusal ekonomiye geçişin sağlanmasını, Kurtuluş Savaşı'nın ikinci büyük hedefi olarak görmektedir. Atatürk'ün bu görüş ve tutumunda ne kadar haklı olduğunu Lozan görüşmelerinde İngiliz heyeti başkanı olan Lord Curzon'un sözünden anlamak mümkündür: "Birkaç yıl sonra kapımızı çalacaksınız, bu gün reddettiklerinizi kabul edeceksiniz". İsmet İnönü'nün deyişiyle, o zamanki Avrupa devletleri "Türkiye 'nin mali tarihini daima bir bataktan diğerine düşmeye mahkum, içinden çıkılmaz bir durumda tasavvur etmekte haksız değildi".
Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın ve Hükümetin yakın ilgi ve desteğini gören Türkiye İktisat Kongresi'nde ülkenin içinde bulunduğu ekonomik koşullar çerçevesinde alınan kararları aşağıdaki biçimde özetlemek mümkündür:
— Çalışma özgürlüğü esas kabul edilecek,
— Tekelleşmeye izin verilmeyecek,
— Reji (Tütün Tekeli) kaldırılacak, tütün ekim ve ticareti serbest bırakılacak,
— Aşar vergisi kaldırılacak,
— Ekonomik gelişmeye katkısı olmak koşuluyla yabancı sermayeye karşı çıkılmayacak,
— İhracat, hayvancılık, ormancılık, madencilik ve genellikle yerli üretim teşvik edilecektir.
Ayrıca Kongre kararlarının "İktisadi Misak" olarak adlandırılan kısmında, ülkede egemen olması istenen
bazı iş ahlakı kuralları yer almıştır. Örneğin, 6. maddede "hırsızlık, yalancılık, riya ve tembellik en büyük düşmammızdır" denilmekteydi.
Kongre'de çok genel düzeyde düşünülen ve oluşturulan bu kararlarla, çıkar grupları arasında yakınlaşma sağlanması ve hükümete tavsiyelerde bulunma hedef alınmıştı. Hükümet ortaya çıkan bu tavsiye kararlarının bazılarını aynen, bazılarını da kısmen uygulamaya koymuştur. Örneğin "tütün rejisini" devlet satın almış, fakat faaliyetine devam etmesinde bir sakınca görmemiştir. Özellikle çiftçi kesimini rahatlatmak için, "aşar vergisi" 1925 yılında yürürlükten kaldırılmıştır.
Bu vergi tarla ürünlerinden aynen, bostan ürünlerinden ise nakdiye adıyla para olarak aracılar (mültezim ve müteahhit) tarafından zulme varan acımasız yöntemlerle toplanırdı.
Köylüye yönelik önemli ikinci destek, 1926 yılında yürürlüğe giren Medeni Kanun'la sağlandı. Bu kanunla
köylülere, işledikleri toprakları kendi adına tapuya kaydettirme olanağı getirildi. Böylece Osmanlı İmparatorluğunda geçerli olan toprak mülkiyetinin devlete ait olma ilkesi sona ermiş oldu. Diğer bir deyişle, köylü artık kiracılıktan çıkıyor, işlediği toprağın sahibi olma hakkına kavuşuyordu.
Ağustos 1923'te yürürlüğe giren Lozan Antlaşması ile dünyaya bağımsız bir Türk devletinin varlığını kabul ettiren Atatürk ve arkadaşlarını, içerde büyük ve çözümü pahalı ekonomik sorunlar beklemekteydi. 30 Ekim 1923'te kurulan ilk Cumhuriyet Hükümeti'nde görev yapan Mustafa Necati, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik koşulları şöyle anlatmaktadır:
"Her yer haraptı. Barınacak sığınak bile yoktu. Evler yıkılmış, yollar geçilmez hale gelmişti. Halk en basit vasıtalardan da mahrumdu. El sanatlarını genellikle temsil eden Gayr-i Türk nüfus ortada yoktu. Halk herşeyi devletten beklemek mecburiyetindeydi. Vergiler çok ağırdı ve mükellefin bu vergileri ödemesi çok zordu. Devletin başka geliri de yoktu. Bir fasit daire içinde olduğumuzu görmemek mümkün d(ğildi..."
Savaş içinde Yunanlılar İzmir, Aydın ve Manisa'da 65 bin evi yıkmış, 219 bin büyükbaş ve 534 bin küçükbaş hayvanı öldürmüştü. Lozan Konferansı'na sunulan raporda Bölgeye verilen zarar 568 milyon lira civarındaydı.
 
Lozan Anlaşması'na göre Anadolu'dan 1 milyon, Doğu Trakya'dan 190 bin, İstanbul'dan 70 bin Rum asıllı Osmanlı vatandaşı Yunanistan'a gönderilirken; bu ülkeden Müslüman 400 bin Yunan vatandaşı Türkiye'ye göç etmek zorunda bırakıldılar. Gidenlerin büyük çoğunluğunu tüccar, sanayici, sanatkar, serbest meslek sahibi olan nitelikli kişiler ve aileler oluştururken, gelenlerin hemen hemen tamamına yakını tarımsal kökenli kişi ve ailelerdi. 1923-1925 arasında büyük oranda tamamlanan bu önemli nüfus mübadelesinin genç Türkiye Cumhuriyeti ekonomisini büyüme ve sanayileşme yönünde olumsuz biçimde etkilediği şüphesizdir.
Vedat Eldem' in tespitlerine göre "mübadeleden evvel Makedonya, Tesalya ve Yanya eyaletlerinde mukim
Türkler bu mahallerde en münbit topraklara ve arazinin %80'ine sahip Bulunuyorlardı".
Bu durumla ilgili Şevket S. Aydemir'in gözlem ve değerlendirmeleri çok daha çarpıcı bir nitelik taşımaktadır:
Lövantenler, yani doğululaşmış Avrupalılarla (Tatiısu Frenkleri), azınlıklar, hemen bütün iç ve dış ticareti ellerinde bulunduruyorlardı. Türk kasaba ve köyleri, ya azınlık ya yerli halktan, insafsız bir faizci ve murabahacı zümre elinde esirdi".
Yeni Türkiye Cumhuriyeti halkının %90'ı okuma yazma bilmiyor ve %80'den fazlası geçimini tarıma dayalı faaliyetlerle sürdürmekteydi. Türk köylüsü çağının gerisinde ilkel bir tarım teknolojisi kullanmakta ve ekilebilir toprakların çok küçük bir kısmını işlemekteydi. Sermaye birikimi, altyapı, yetişmiş işgücü ve iş deneyimi olan girişimci bulunmadığı gibi yol ve yön gösterecek düzenli çalışan bir bürokrasi de yoktu.
Kamu yönetimine ve özel kesime eleştirilerde ve önerilerde bulunacak bir kamuoyundan veya aydınlardan
da söz etmek mümkün değildi. Zira Cumhuriyet ilan edildiğinde ülkede sadece bir üniversite (İstanbul'da
Darülfünun) vardı ve sekiz ayrı dalda eğitim veriyordu. Ayrıca birde Yüksek Öğretmen Okulu faaliyetteydi.
İkisinin öğrenci sayısının toplamı 1200 idi. Ankara Başkent olduktan sonra Ankara'da 1925'te Hukuk Mektebi ve 1930'da Ziraat Enstitüsü açılmıştı.
Bu durumu Falih R.Atay "Çankaya" adlı kitabında şöyle açıklamaktadır:
"Bilmiyorduk. Bir bı'en öğreten de yoktu. Herkes şaşırtıcı ve ümit kırıcıydı. Mekteplerde okudukları ya da okuttukları XIX. yüzyıl iktisat teorisiyle yeni devlete nasihat verenleri dinlesek, kollarımızı kavuşturup bir yüzyıl beklemeliydik. Başbakan demiryollarını kendimizin yapacağımızdan söz ettiğinde her yönden:
- Devlet demiryolu yapamaz, kitapta yeri yok... sesi geliyordu."
Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Başbakanı İsmet İnönü (ölümünden sonra yayınlanan hatıralarında), demiryolu
yaptırmak için yabancı şirketlerle yaptıkları görüşmelerde şirketlerin kabul edilemez koşullar ileri sürdüklerini anlattıktan sonra şöyle devam etmektedir:
"Bu müzakereler esnasında, o halde biz kendi kaynaklarımız ve kendi vasıtalarımızla yapmaya çalışacağız,
dediğimiz zaman hayretle gözlerini açıp bize bakıyorlardı. Ve içimizdeki tecrübeli siyaset adamları, aklımızın muvazenesi yerinde olup olmadığını ara sıra yoklamaya çalışıyorlardı ".
"...Harpten çok kararlı çıkmış olduğumuz ve memleketin bütünlüğünü buna bağlı gördüğümüz için işin peşini bırakmadık. Ve hakikaten demiryollarımızı kendi mühendislerimizle, dışarıya borçlanmadan yaptık".
 
Gerek Türkiye İktisat Kongresi'nin tavsiye kararlarında ve gerekse 1924 Anayasası'nda devletin ekonomiye müdahalesinin kurumlaşmasına yer verilmemiştir. Atatürk dünyaya baktığında "Liberal Kapitalizm"'m gelişmiş ileri örneklerini temsil eden Batı Avrupa ülkeleri karşısında, henüz iç sorunlarını çözememiş ve oluşum içinde olan "Kollektivizm"'m ilk örneği Sovyet modelini görmekteydi. O dönemde "İktisat Bilimi" henüz "makro iktisat" ve "kalkınma iktisadı"ndan haberdar değildir. Özellikle geri kalmış ülkelerin kalkınma veya sanayileşme sorunları gündemde yoktu. Çünkü sömürgecilik veya emperyalizm Dünya ekonomisine yön vermeye devam ediyordu, "planlı kalkınma" veya "devlet öncülüğünde sanayileşme " konuları henüz teoriye ve uygulamaya açık biçimde girmiş değildi.
Cumhuriyetin ilk yıllarında, yani geçiş döneminde Devlet, demiryolu yapımını ele almıştı. Kaybedilen topraklar ve ekonomik kaynaklar nedeniyle kamu gelirleri büyük oranda azalmıştı. Kaynakların sınırlı olmasına rağmen kamu gelirlerinin 1/4'ünü veren Aşar Vergisi, 17 Şubat 1925'te yürürlükten kaldırılırken; Reji İdaresi (tütün tekeli olan yabancı şirket)nin imtiyaz sözleşmesi de feshedilmişti. Ayrıca Lozan Anlaşması'na bağlı "Ticaret Sözleşmesine göre 1929 yılına dek Türkiye, gümrük tarifelerini değişti
remeyecekti. Yine bu çerçevede Osmanlı İmparatorluğu'nun dışi borçlarından payına düşen kısmı ödemeyi kabul etmişti. Ulusal ekonomiye geçiş döneminin bir diğer olumsuz koşulu, yabancıların elinde bulunan
şirketlerin millileştirilmesi için yapılması gereken ödemelerdi. Devlet, özellikle dış ekonomik ilişkileri veya
kambiyo işlemlerini denetim altına almaktan uzaktı. Zira ülkenin bir Merkez Bankası yoktu, bu görevi Osmanlı Bankası, yani yabancı bir banka yürütüyordu.
Bütün bu olumsuz koşullara rağmen bir yandan demiryolu yapımı hızla devam ederken; 1927 yılında özel
sanayi ve madencilik yatırımlarını teşvik eden yeni önlemler getirildi. Yine aynı yıl i-çinde "Ali İktisat Meclisi" kurularak ülkenin içinde bulunduğu sorunlara yönelik çözümlerin araştırılması ve Hükümete raporlar verilmesi sağlandı. Ulusal kaynakların sınırlı, ihtiyaçların sınırsız olduğu bu dönemde, kamu ve özel kesimin öncelikleri belirlemede makro ve mikro açıdan, doğru karar vermeleri gerekiyordu.
1930 yılında "Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti''nin girişimiyle Ankara'da toplanan "Milli Sanayi Kongresi
"ne sunulan raporda ekonomide kaynak israfına yol açan, verimi düşüren nedenler şöyle sıralanıyordu:
— Kuruluş yeri seçiminde yanlışlık,
— İşletme sermayesi yetersizliği,
— Makine ve teçhizat noksanlığı,
— Kârlılık hesaplarının tutarsızlığı,
— Yönetim ve örgütlenmede başarısızlık,
— Yetişmiş eleman kıtlığı...
Kongre'de ülke sanayinin temel ve güncel sorunları tartışıldıktan sonra; Prof. Nizamettin Ali Sav'ın "Sanayi
Siyaseti" ile Prof. Muhlis Ete'nin "Sanayide Rasyonalizasyon Siyaseti" başlıklı tebliğleri görüşüldü. Cemiyet, anılan Kongre çalışmalarını kapsayan ve bin sayfa tutan kitabı "Birinci Sanayi Kongresi" adı altında
yayınladı.
Ana hatlarıyla belirlemeye çalıştığımız bu olumsuz koşullar "geçiş dönemi" (1923-1930) nde atılım yapmayı
engellemekteydi. Hükümet bu yapısal sorunları aşmaya çalışırken, 1928 yılında çok kısa süren bir iyimserliğe kapıldı. Anılan yıl hava koşulları uygun düştüğünden iyi bir hasat mevsimi yaşanacağı ve tarımsal ürün ihracatının artacağı hesabı, birinci iyimserlik nedeniydi. İkincisi çok daha önemliydi. Lozan Anlaşmasının öngördüğü yasak bitiyor ve Türkiye Cumhuriyeti 1929 yılının başından itibaren gümrük tarifelerini yeniden düzenleme hakkına kavuşuyordu. Ancak biri içerden, diğer dışardan doğan iki
beklenmedik ve yıkıcı gelişme Hükümeti ve deneyimsiz kamu yöneticilerini zor durumda bıraktı.
İçerdeki beklenmedik gelişme şöyle oldu: Hükümet'in gümrük tarifelerini yükselteceğini anlayan ithalatçılar her türlü imkanı kullanarak ithalatı artırdılar. Genel olarak her türlü kambiyo, özel olarak ithalat ve ihracat, büyük çapta azınlıkların elindeydi. Bu azınlıklar, Merkez Bankası yelerlerini kullanan Osmanlı Bankası ile karşılıklı çıkar ilişkileri içine girince, 1929 yılında ithalat hızla arttı ve dış ticaret beklenmedik biçimde açık verdi. Devletin içerde karşılaştığı bu tuzağı bozması ihracatı artırmasıyla
mümkün olabilecekti. Böyle bir beklenti de vardı. Bu kez bütün dünyayı sarsan "1929 Büyük Buhranı"
patlak verdi. Bu kriz büyük çapta tarım ürünleri piyasalarında fiyatların hızla düşmesine neden oldu.
Geleneksel tarım ürünleri ihracatçısı olan Türkiye'nin ihraç ürünlerinin fiyatları, yoksulluğa yol açar biçimde düştü. Böylece ulusal ekonomisini oluşturmaya ve geliştirmeye çalışan genç Türkiye Cumhuriyeti Devleti bir çeşit "ekonomik seferberlik" ilan etmek ve ülke ekonomisinin işleyişini denetim altına almak zorunda kalmıştır. Atatürk ve arkadaşları, başarıyla tamamlayıp yürürlüğe koydukları siyasal ve kültürel reformlar yanında, bu kez iktisadi alanda yapısal reformlara giriştiler.
 
Atatürk, çizdiği "Modern Türk Devleti Projesi"ne uygun olarak önce Laik Cumhuriyet'in inşaasına girişti.
Prof. Dr. Yüksel Ülken'in ifadeleriyle büyük bir "zamanlama ustası" olan Atatürk, ilkel bir toplumdan
modern topluma geçiş için gerekli devrimleri uygun zaman ve koşullarda gerçekleştirmişti. 1 Kasım 1922'de Saltanatın kaldırılmasından sonra, 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet'in ilanı kolaylaşmıştı. Artık temel atıldığına göre sıra katların yükseltilmesine gelmişti. Ardarda gelen diğer siyasal, sosyal ve kültürel reformlar şunlardır: Halifeliğin kaldırılması (3.3.1924), Birinci maddesinde, "Türkiye Devleti bir cumhuriyettir." diyen yeni Ana-yasa'nın kabulü (20.4.1924), Medeni Kanun'un yürürlüğe girmesiyle (17 Şubat 1926) laik hukuk düzenine geçiş (1926), Tevhid-i Tedrisat (Öğretimin Birleştirilmesi) Kanunu'nun kabulü (3 Mart 1924), Yeni Türk Harfleri Kanunu'nun yürürlüğe girmesi (1 Kasım 1928), Tekke, Zaviye ve Türbelerin kapatılması (30 Kasım 1925), Şapka Kanunu (25 Kasım 1925), Miladi Takvim Kanunu (26 Aralık
1925), 3 Nisan 1930 tarihli Belediye Kanunu ile kadınlara belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkının verilmesi. Ağırlık ve Uzunluk ölçülerinin değişmesi (1931), 31 Mayıs 1933'te İstanbul Üniversitesi'nin kurulması, 21 Haziran 1934 "Soyadı Kanunu"nun, 3 Aralık 1934'te "Kıyafet Kanunu"nun çıkarılması, kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi (5 Aralık 1934), Tapu Kanunu (22.12.1934) yürürlüğe konması gibi. Çok daha önemlisi 1932 yılında Milletler Cemiyeti'ne Türkiye'nin üye olması olayıdır. Sayılan bu reformlar geleneksel doğulu bir toplumun simgelerini ve kurumlarını yasal sonuçlarıyla birlikte bırakıp; laik, çağdaş, bilimi rehber alan ve halk egemenliğine dayalı yeni bir toplum düzenine geçişi hedef
almıştı.
Unutmamalıyız ki, Gazi Mustafa Kemal'in ardarda gerçekleştirdiği devrimlerine yani çağdaşlaşmaya karşı
çıkanlar; O'nu öldürmeyi bile planladılar (15 Haziran 1926). Fakat başarılı olamadılar.
 
1929 Dünya Ekonomik Buhranının Etkileri


Büyük bunalım Ekim 1929'da ABD'de başlamış ve 1930 yılı başından itibaren Sovyet Rusya dışındaki tüm ülkeleri içine almıştı. Bu büyük ekonomik kriz toplam arz fazlalığı karşısında toplam talebin azalması ve fiyatlar genel düzeyinin hızla düşmesi şeklinde ortaya çıkmıştı.
Birinci Dünya Savaşı yıllarında dünya üretim kapasitesi hızla genişlemişti. Savaş bittikten sonra harcamalarda ve tüketimde büyük azalmalar olduğu halde üretim aynı hızla artmaya devam etti. Arz artmaya devam ederken talep azalınca, özellikle gelişmiş ülkelerde, büyük stoklar meydana geldi. Sanayi malları üretiminde kısa sürede üretim miktarını ayarlamak mümkün olduğu halde, tarımda doğa koşulları nedeniyle bu mümkün değildi. Bu yüzden tarım ürünleri piyasalarında arz fazlalığı fiyatların hızla düşmesine neden oldu. Özellikle gıda malları piyasalarında stoklar büyürken, fiyatlar üreticileri iflasa
götürecek düzeye indi. Dünya tarım ürünleri piyasasında en büyük satıcı olan ABD'de tam bir yıkıma neden oldu.
Tarım ürünleri piyasalarında yaşanan bu yıkım sanayi malları piyasalarına hızla yansıdı. Özellikle tarım sektöründen sanayi mallarına yönelik talep durunca sanayi malları stokları arttı, fiyatlar düştü. Birinci Dünya Savayı yıllarında savaşan Avrupa'nın kaybettiği mal piyasalarını ele geçiren ABD, hızla artan ihracatına bağlı olark; üretim teknolojisini ve kapasitesini yenileme olanağı bulmuştu. Örneğin 1929 yılında otomotiv sanayii, ABD'nin iki büyük firması General Motors ve Ford'un egemenliği altındaydı.
Almanya ve Japonya ancak 1950'li yıllarda söz sahibi oldular. Savaş sonrası Dünya'nın en güçlü ekonomisine sahip olan ABD aynı zamanda tek alacaklı ülke durumuna gelmişti. Döviz bütçesi her yıl artan oranda fazlalık verirken, ithalatta korumacı olmaya devam eden bu ülkeye, borçlu olan ülkeler ihracatlarını artıramıyorlardı. Borçlu ülkeler daha fazla üretmek ve ihracatlarını arttırmak istiyorlardı.
Fakat ABD'nin korumacı mevzuatını aşamıyorlardı. Böylece Dünya üretimi artıyor, fakat Dünya ticareti
azalıyor biçiminde bir çelişki ortaya çıktı. Dünya ticareti hemen hemen yarıya kadar daraldı. İlk bunalıma düşen, 1928 yılında Almanya oldu.
1929 yılında Büyük Bunalım'la, başta ABD olmak üzere bir anda bütün kapitalist ülkeler çökerken, dış dünyaya büyük çapta kapalı S.Rusya ekonomisi bu yangının dışında kaldı. Komünist düşünürler büyük sevinçle "işte kapitalizmin sonu geldi" diye yazıp çizmeye başladılar. O tarihte Stalin ne pahasına olursa olsun sanayileşmeyi hedef alan ve 1928-32 yıllarını kapsayan Birinci Beş Yıllık Plan'ı yürütmeye çalışıyordu.
1937 yılına gelindiğinde ABD'den sonra Dünya'nın ikinci büyük sanayi mal üreticisi oldu. Bu hızlı büyüme tarım sektörünün dolayısıyla köylülerin önce yoksullaştırılmasıyla sonra feda edilmesiyle sağlanmıştı.
İspanya'da 1936'dan itibaren Franco diktatörlüğü vardı. 1926 Polonya'da Mareşal Pilsudski diktatörlüğünü ilan etti. Komşumuz Yunanistan'da bir darbe ile iktidarı ele geçiren General Metaksas güdümlü bir rejim kurdu. Şimdi ana hatlarıyla İtalya, ABD ve Almanya'da krizin tahribatını gidermek ve krizden çıkmak için hangi çarelere başvurulduğunu açıklayalım. Böylece 1930'dan itibaren yoksul bir ülkede Atatürk'ün "Devletçilik" modelini yürürlüğe koymakta ne büyük ileri görüşlülük gösterdiğini anlamak ve anlatmak kolaylaşacaktır. (Ekonomik Kriz Tarihi)
 
1. İtalya Modeli: Faşizm

Birinci Dünya Savaşı sonrasında İtalya siyasal sosyal ve ekonomik açıdan tam bir kargaşa içine girmişti. 1919-1922 yılları arasında iki kez genel seçim yapılmış ve dört hükümet değişmişti. Tarım ağırlıklı yarı gelişmiş bir ülke olan İtalya'da, faşistler sağıcı milliyetçi cephe ile işbirliği yaparak Mayıs 1921'de parlamentoya girmeyi başardılar. Benito Mussolini'nin başında bulunduğu Faşist Parti liberal kapitalizme ve komünizme karşı yeni bir modelle halka ümit verdi.
1922 yılında Faşist Parti'nin "Kara Gömleklileri"nin Napoli'den Roma'ya yürüyüşü karşısında Kral, Hükümeti kurma görevini B.Mussolini'ye verdi. Mussolini katı milliyetçi ve otoriter bir siyasal rejimi "korporatif temsil" esası üzerine yerleştirdi. Antidemokratik ve antikomünist ilkelere dayanan bu uygulama 1943 yılına dek İtalya'da egemen oldu.
1929 Dünya Ekonomik Bunalımı, İtalya'da Mussolini'nin ekonomik düzenin işleyişini ve yönlendirilmesini daha geniş çapta denetim altına almasına olanak verdi. Bir yandan sanayi ve hizmetler sektörlerinde işsizlik oranı hızla yükselirken, diğer yandan büyüme oranı küçüldü. Sınai kuruluşlarının ortakları olan bankalar iflasın eşiğine gelince, paylarını devlete sattılar. Böylece devlet sınai işletmeleri aracılığıyla piyasayı düzenlemede etkin duruma geldi. Mussolini bu kamu sınai kuruluşlarını 1937'de "Super-Holding" örgütü içine aldı (IRI). Kısa adı "IRI" olan Kamu Sınai Örgütü bazı büyük bankaların da yönetimini ele geçirince bankacılık, sanayi ve hizmetler kesimi böylece Faşist Parti'nin denetimine geçmiş oldu. Ayrıca enerji sektörünü düzenleyen kamu örgütü "ENİ" ile entegrasyon tamamlanmış oldu.
Mussolini 1930'lu yıllarda askerî harcamaları hızla artırıp ulusal gelirin %10'u düzeyine çıkardı. İç ve dış borçlanmaya gitmekten çekinmedi. İkinci Roma İmparatorluğu hayallerine kapılan diktatör, İtalya'ya
sömürgeler kazandırmak için saldırgan-emperyalist bir politika izlemeye başladı. Tıpkı dostu Hitler gibi... Genel anlamda "İtalyan Faşizmi" büyük sermaye sahiplerinin desteğini alan emperyalist, şovenist, tutucu ve terörist bir diktatörlüktü. Diğer bir deyişle, özgürlükçü demokrasinin temel kurum ve kurallarını çiğneyen, kendi kurallarını zorla terörist örgütleri aracılığıyla uygulayan bir siyasal ve iktisadi düzen idi.
İtalya 1946'da Cumhuriyet'e geçti.
 
2. Büyük Bunalım Karşısında ABD

Büyük Dünya Bunalımı adı verilen ve 1929 yılından itibaren bütün Dünya'yı etkisi altına alan ekonomik krizin sürdüğü 1933 yılında, ABD'de yapılan başkanlık seçimini F.D.Roosevelt (1882-1945) kazandı. Cumhuriyetçi Parti'nin başkanı Hoover'den görevi devralan yeni başkan Roosevelt'in, ABD Ekonomisini bunalımdan çıkarmak için uygulamaya koyduğu ekonomik, sosyal ve siyasal nitelikli önlemlerin tümüne "New Deal" adı verilmektedir.
Başkan Roosevelt ülkesini içinde bulunduğu ekonomik krizden çıkarmak için liberal kapitalizm yerine, müdahaleci, düzenleyici ve yol gösterici bir ulusal iktisat politikası oluşturmaya çalışmıştır. Tarımsal ürünlerin fiyatlarının hızla düşmesi, çiftçilerin banka borçlarını ödeyemez hale gelmesi, küçük bankaların büyük çoğunluğunu iflasa sürüklemişti. Sanayi kesiminde piyasadaki durgunluk nedeniyle stoklar artmış ve üretim hızla azalmıştı. 1929 yılında ülkede işsizlerin sayısı 4,6 milyon iken, 1933'te 13 milyona ulaşmıştır. 1929 yılında 659, 1930 yılında 1352 ve 1931'de de 2294 banka iflas etmiştir. Çoğunluğu yerel düzeyde çalışıyordu.
Bu ekonomik ve sosyal bunalımı kontrol altına almak için Başkan Roosevelt Amerikan İktisat tarihinde önemli yeri olan devlet-özel sektör ilişkilerinde yeni bir dönemin başlamasına yol açan, 13 önemli yasa yürürlüğe koydu. 1933 yılı ortalarında birbiri ardından çıkarılan düzenleme yasalarıyla ekonomiye yeniden işlerlik kazandırma dönemi başladı. Bu yasalar içinde ABD'nin planlama deneyiminde önemli yeri olan TVA (Tennessee Valley Authority)'nin kuruluş kanunu da vardır.
Bankacılık sistemini düzenleyen yeni yasa, bankaların borsalardaki spekülasyonları besleyecek krediler vermelerini engelleyecek ve tasarruf sahiplerinin haklarını koruyacak yönde önlemler getirmişti. Devlet "Yeniden İnşa Finansman Kurumu" aracılığıyla bankalara ve sanayi kesimine aktardığı fonlarla, eşi görülmemiş düzeyde kredi sağlama yoluna gitmiştir.
New Deal sanayi kesiminde üretim, piyasa ve işçi-işveren konularında yenilikler içeren önlemler getirmişti. Sanayide durgunluğu gidermek için aşırı üretimin engellenmesi, ücretlerin artırılması, iş saatlerinin kısılması ve fiyatların yükselmesi öngörülmüştü. Özellikle yükselen ücretlerin toplam talebi canlandıracağı, dolayısıyla satışları artıracağı ve birikmiş stokların erimesine yol açacağı hesaplanmıştı.
Özel kesime yönelik destekleyici ve özendirici önlemler yanında, kamu yatırımları ve hizmetleri için önemli fonlar ayrılmıştı. Bu alandaki çalışmaları düzenlemekle görevlendirilen PWA (Public Works Administration) 1933-1942 yılları arasında toplam 13,2 milyar dolarlık kaynak kullanarak yeni iş alanlarının açılmasına katkıda bulunmuştu. PWA aracılığıyla, anılan dönem içinde, 122 bin konut, 664 bin mil yol, 77 bin köprü ve 285 hava alanı yapımı tamamlanmıştı.
Çıkarılan "Tarımsal Uyum Kanunu" ile tarım kesiminde üretimin ve fiyatın belirlenmesinde devlete geniş yetkiler verilirken, üreticilerin satın alma gücünün bunalım öncesindeki düzeye yükseltilmesi öngörülmüştü. Başkan Roosevelt ormanlaştırma, su baskınlarının önlenmesi ve toprağın korunması gibi projeleri yürürlüğü koyarak, ilk yıl içinde 300 bin kişinin işe alınmasını sağlamıştı. 1933-1942 arasında Kuzey Dakota'dan Teksas'a uzanan 200 milyonluk bir ağaç kuşağı meydana getirilmişti.
Başkan F.D.Roosevelt'in uyguladığı "New Deal" politikası ABD'nde olduğu kadar Batı Avrupa Ülkelerinde de yeni düşünce ve politikaların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Roosevelt yönetimi toplumdaki çeşitli çıkar gruplarının varlığını kabul eden ve bu grupların isteklerini uzlaştıran bir çözüm getirmiştir. Büyük iş çevrelerine karşı çeşitli Devlet kontrolleri uygulanırken, karşı bir güç olarak işçi kuruluşlarının örgütlenmesi ve güçlendirilmesi sağlanmıştır. Ayrıca sanayi kesimiyle çıkarları çelişen tarım kesiminin yeni bir güç olarak ortaya çıkmasına destek olunmuştur. Fakat yönetimin tüketicileri karşı bir güç olarak örgütleme çalışmaları yeterince başarılı olamamıştır.
F.D.Roosevelt yönetimindeki ABD ekonomisi güven veren göstergeleriyle, istikrarsızlık ve savaş içindeki Avrupa ülkelerinden fonların ve altının ABD'ye akmasına ortam hazırlamıştır.
Kısaca denebilir ki; Başkan Roosevelt'in "New Deal" dönemi, ekonomik ve sosyal yönden çöken liberal kapitalizmi yeniden işler hale getirmek için, ekonominin işleyişine devletin en geniş ve sistematik şekilde müdahale ettiği dönemdir.
 
Geri
Top