Bir süredir konakladığı buluttan kopan yağmur damlaları asli vatanına dönüyor usulca. Serbest düşüş değil onlarınki. Hatta düşüş bile sayılmaz; Adem (insan) misali pişmanlığının gözyaşlarıyla yeryüzüne iniş demek daha doğru olur buna. Ayaz yok. Rüzgar var ile yok arası. Âlâ, zaten rüzgar bende oldum olası baş ağrısı yapar.
Şehrin ışıkları, güneşin yokluğundan istifade etmek isteyen karanlığın hevesini kursağında bırakıyor. Caddeler, boylu boyunca karanlığın mezarı mesabesinde, lamba direkleri ise mezar taşı… O da teselliyi gecenin üstünü örttüğü arka sokaklarda arıyor.
Kaldırımlar gündüzün ağır mesaisinin ardından dinleniyor. Aşırı kalabalığın ardından gelen sükûnet, zıt renklerin ahengiyle oluşan renk armonisini andırıyor. Bu yönüyle gündüzün kavurucu sıcağının ardından gecenin dondurucu soğuğuna geçiş yapan çölü bir tek o anlayabilir.
İşte geceye böyle bir havanın hakim olduğu bir zamanda yalnızlığımla baş başa yürüyorum. Düşüncelerimiz evde kaldı. Duygusal bir bağ var aramızda. Konuşmadan anlaşıyoruz onunla. Hiç kimseyi istemiyorum yanımda. O benim kimsem olsun, yeter.
Yürüyorum. Gözlerim tek noktaya sabitlenmiş. Bakıyorum ama flu bir görüntü oluşuyor beynimde. Bir şeye çarpmamak için yetecek bir algı bu. Sadece ışıklar göz alıcı parlaklığını kaybetmiyor; kulağım yağmurun yere vuruşuyla çıkardığı melodiden başka tüm seslere kapatmış kendini. Koku reseptörlerim toprak kokusu arıyor ama nafile. Yağmurun her katresi tenimi okşuyor.
Yürüyorum. Olmayacak hayallerimin ardına takılmışım. Aklım biliyor gerçekleşmeyeceğini ama kalbimi inandırmakta yetersiz kalıyor. Kendi kurduğu hayal dünyasında çok mutlu o. Dünyanın gerçekliğinden kaçıp ara sıra buraya sığınmazsa infilak edeceğinden korkuyor. Aklım için hava hoş, hissetmiyor ki ta yüreğinden. Erkeklere verilen yapay doğum sancısı gibi kalbimin yükünün bir kısmını hissedebilseydi eğer aklım, bir saniye durmaz mecnunlar memleketine hicret ederdi.
Yürüyorum, geçmişimin pişmanlığında. Hatalarımın nedeni konaklıyor zihnimde. Nasılı gözlerimin önünde akıyor kare kare. “Asla yapmaman gerekirdi.” dediklerim kadar “Ben, bu hatalarımla benim.” türü kabullenişlerim de var. Ama işin en güzel yanı – eğri ya da doğru- yaptıklarımın bilincinde olmam.
Henüz gelmemiş, geleceği bile kesin olmayan istikbalime yürüyorum. Henüz ulaşamadığım halde geleceğe dair taşıdığım endişeye anlam verememenin sıkıntısı basıyor beni. Sonra “Güzel günler bizi bekler…” diyen şarkı sözleri yankılanıyor kafamın içinde. Yaşadığım güzel anıların önüme koyduğu dürbünle ufka umutla bakıyorum. Geçmişteki kötü anların kara bulutlarıyla görüş mesafem azalınca zaman ötesini görebilen gönlümü sürüyorum gözetleme kulesine. Allah Kerim’dir deyip “Hasbünallah” limanına sığınıyorum.
Yürüyorum. Bir sonbahar mevsiminin ekim ayında doğuşumdan kaynaklanan ezeli bir hüzün eşlik ediyor bana. Hüzün nedir deseniz yoğrulduğum hamur derim size. Şikayetçi miyim bundan, kat’iyyen! Çünkü hüzün duyguların en gerçekçisi, en üretkenidir. Hüzünlenince “efkar”lanır insan. (bknz.efkar) Hüzün şiirin anası, türkülerin evlad u ıyalidir. Mutluluğun sahteliği ve geçiciliğini, acıdaki tutsaklığı, öfkenin körlüğünü, heyecandaki aşırılığı yaşamazsınız hüzünde. Hüzne düşünce gönlünüz, elinizdeki nimetin değil o nimetin farkına varmanın şükrünü eda edersiniz. Hüzün ruhunuzu sarınca yerinizde duramazsınız. Doğru ve faydalı işler yapmaya sevk eder sizi.
Durmaksızın yürüyorum. İçimi aydınlatan göğün mavisi yerini koyu sarısından açık kahverengisine muhtelif yapraklara devretmiş. Kurumuş öbek öbek yaprakların hışırtısının aslında ayrılığın acı sesi olduğunu fark ediyorum.
dizelerini dinliyorum onlardan. Hüznüm bir kat daha artıyor. Şükrediyorum, dua ediyorum, daha fazlası için yalvarıyorum.
Saatime bakıyorum. Günün en hüzünlü zamanını işaret ediyor bana: Teheccüd vaktini. Ama ben eve dönmek zorundayım. Zamanın akışına, dünya ve içindekilere, rutine, prangaya… Acıyı hissetmemle yeryüzüne düşüşüm bir oluyor. Sırılsıklam olduğumu fark ediyorum. Başımdan ayağıma iğne ucu kadar kuru yer kalmayacak şekilde yağmurda yıkanmışım. Kavlen niyet etmedim ancak kalben niyetin esas oluşu beni hüzünsüzlükten kurtarıyor.
Soma, Manisa, Türkiye
Şehrin ışıkları, güneşin yokluğundan istifade etmek isteyen karanlığın hevesini kursağında bırakıyor. Caddeler, boylu boyunca karanlığın mezarı mesabesinde, lamba direkleri ise mezar taşı… O da teselliyi gecenin üstünü örttüğü arka sokaklarda arıyor.
Kaldırımlar gündüzün ağır mesaisinin ardından dinleniyor. Aşırı kalabalığın ardından gelen sükûnet, zıt renklerin ahengiyle oluşan renk armonisini andırıyor. Bu yönüyle gündüzün kavurucu sıcağının ardından gecenin dondurucu soğuğuna geçiş yapan çölü bir tek o anlayabilir.
İşte geceye böyle bir havanın hakim olduğu bir zamanda yalnızlığımla baş başa yürüyorum. Düşüncelerimiz evde kaldı. Duygusal bir bağ var aramızda. Konuşmadan anlaşıyoruz onunla. Hiç kimseyi istemiyorum yanımda. O benim kimsem olsun, yeter.
Yürüyorum. Gözlerim tek noktaya sabitlenmiş. Bakıyorum ama flu bir görüntü oluşuyor beynimde. Bir şeye çarpmamak için yetecek bir algı bu. Sadece ışıklar göz alıcı parlaklığını kaybetmiyor; kulağım yağmurun yere vuruşuyla çıkardığı melodiden başka tüm seslere kapatmış kendini. Koku reseptörlerim toprak kokusu arıyor ama nafile. Yağmurun her katresi tenimi okşuyor.
Yürüyorum. Olmayacak hayallerimin ardına takılmışım. Aklım biliyor gerçekleşmeyeceğini ama kalbimi inandırmakta yetersiz kalıyor. Kendi kurduğu hayal dünyasında çok mutlu o. Dünyanın gerçekliğinden kaçıp ara sıra buraya sığınmazsa infilak edeceğinden korkuyor. Aklım için hava hoş, hissetmiyor ki ta yüreğinden. Erkeklere verilen yapay doğum sancısı gibi kalbimin yükünün bir kısmını hissedebilseydi eğer aklım, bir saniye durmaz mecnunlar memleketine hicret ederdi.
Yürüyorum, geçmişimin pişmanlığında. Hatalarımın nedeni konaklıyor zihnimde. Nasılı gözlerimin önünde akıyor kare kare. “Asla yapmaman gerekirdi.” dediklerim kadar “Ben, bu hatalarımla benim.” türü kabullenişlerim de var. Ama işin en güzel yanı – eğri ya da doğru- yaptıklarımın bilincinde olmam.
Henüz gelmemiş, geleceği bile kesin olmayan istikbalime yürüyorum. Henüz ulaşamadığım halde geleceğe dair taşıdığım endişeye anlam verememenin sıkıntısı basıyor beni. Sonra “Güzel günler bizi bekler…” diyen şarkı sözleri yankılanıyor kafamın içinde. Yaşadığım güzel anıların önüme koyduğu dürbünle ufka umutla bakıyorum. Geçmişteki kötü anların kara bulutlarıyla görüş mesafem azalınca zaman ötesini görebilen gönlümü sürüyorum gözetleme kulesine. Allah Kerim’dir deyip “Hasbünallah” limanına sığınıyorum.
Yürüyorum. Bir sonbahar mevsiminin ekim ayında doğuşumdan kaynaklanan ezeli bir hüzün eşlik ediyor bana. Hüzün nedir deseniz yoğrulduğum hamur derim size. Şikayetçi miyim bundan, kat’iyyen! Çünkü hüzün duyguların en gerçekçisi, en üretkenidir. Hüzünlenince “efkar”lanır insan. (bknz.efkar) Hüzün şiirin anası, türkülerin evlad u ıyalidir. Mutluluğun sahteliği ve geçiciliğini, acıdaki tutsaklığı, öfkenin körlüğünü, heyecandaki aşırılığı yaşamazsınız hüzünde. Hüzne düşünce gönlünüz, elinizdeki nimetin değil o nimetin farkına varmanın şükrünü eda edersiniz. Hüzün ruhunuzu sarınca yerinizde duramazsınız. Doğru ve faydalı işler yapmaya sevk eder sizi.
Durmaksızın yürüyorum. İçimi aydınlatan göğün mavisi yerini koyu sarısından açık kahverengisine muhtelif yapraklara devretmiş. Kurumuş öbek öbek yaprakların hışırtısının aslında ayrılığın acı sesi olduğunu fark ediyorum.
“Ölüm ile ayrılığı tartmışlar
Elli dirhem fazla gelmiş ayrılık.”
dizelerini dinliyorum onlardan. Hüznüm bir kat daha artıyor. Şükrediyorum, dua ediyorum, daha fazlası için yalvarıyorum.
Saatime bakıyorum. Günün en hüzünlü zamanını işaret ediyor bana: Teheccüd vaktini. Ama ben eve dönmek zorundayım. Zamanın akışına, dünya ve içindekilere, rutine, prangaya… Acıyı hissetmemle yeryüzüne düşüşüm bir oluyor. Sırılsıklam olduğumu fark ediyorum. Başımdan ayağıma iğne ucu kadar kuru yer kalmayacak şekilde yağmurda yıkanmışım. Kavlen niyet etmedim ancak kalben niyetin esas oluşu beni hüzünsüzlükten kurtarıyor.
Soma, Manisa, Türkiye