• Merhaba Ziyaretçi.
    "Hoşgeldin sonbahar "
    konulu resim yarışması başladı. İlgili konuya BURADAN ulaşabilirsiniz. Sizi de beğendiğiniz 2 resmi oylamanız için bekliyoruz...

34 - İstanbul

KASIRLARI

-Aynalıkavak Kasrı
Haliç'in Camialtı ve Taşkızak tersanelerini izleyen tarafında bulunan kasır, 17inci yy başında yapılmıştır. Hasbahçe adlı bir korunun kenarında bulunan saray bugünkü şeklini19. yy başında III. Selim döneminde alır. Aynalıkavak, Haliç'teki sarayların en büyüğüdür ve günümüze kalan tek saraydır. Kapalıdır Beylerbeyi Sarayı Sultan Abdülmecid, 1847'de Beylerbeyi'nde bulunan ve babası Sultan II. Mahmud tarafından yaptırılan tahta sarayda, Samuel Morse'un yeni icadı telgrafı bizzat dener. Morse'a bu buluşundan dolayı bir berat verir. Bu dünyada telgrafın ilk kabul edilişidir. Daha sonra yanan bu sarayın yerine Sultan Abdülaziz tarafından mimar Sarkis Balyan'a 1865'de yeni bir saray yaptırılır. Bu sarayda Fransız İmparatoriçesi Eugénie, Avusturya İmparatoru Franz Joseph, İran şahı Nasireddin gibi pek çok ünlü konuk edilir. Tahttan indirilerek Selanik'e sürgüne gönderilen Sultan II. Abdülhamid, 1912 yılında geri getirilir ve ömrünün son yıllarını bu sarayda tamamlayarak 1918'de burada ölür Zengin tarihi kimliğine, İstanbul yaşamındaki özel yerine rağmen,ilk defa 4 Temmuz 1985 ‘de ziyarete açılmış olan "Aynalıkavak Kasrı" birçok açıdan önem taşımaktadır.Ünlü gezgin Evliya Çelebi, Kasr'ın bulunduğu alanın Bizans döneminde imparatorlara ait bir bağ olduğunu söyler. Haliç kıyılarından Okmeydanı ve Kasımpaşa sırtlarına doğru gelişen bu büyük bağ ve koru İstanbul'un fethinden sonra, "Fatih Sultan Mehmet'ten başlayarak sultanların beğenisini kazanmış, Osmanlı İmparatorluk Tersanesi'nin Kasımpaşa'da kurulup gelişmeye başlamasıyla birlikte "Tersane Hasbahçesi" adını almıştır.Üçyüz yıl boyunca Haliç kıyılarını süsleyen ve Aynalıkavak Kasrı olarak bilinen bu yapı, Osmanlı İmparatorluğu döneminde "Aynalıkavak Kasrı" ya da "Tersane Sarayı" adıyla anılan yapılar grubundan günümüze ulaşabilen tek örnektir.D eniz cephesinde iki, kara cephesinde tek katlı kütlesiyle geleneksel Osmanlı mimarlığının son ve en güzel örneklerinden biri olan Aynalıkavak Kasrı bezeme açısından da çağının zevkini en iyi biçimde yansıtır. Tersane Hasbahçesi, çeşitli dönemlerin yapılaşmaları sonucunda köşklerle, kasırlarla ve bu yapıların eklentileriyle bezenmiş, Haliç kıyısında oluşan bu yapılar grubu giderek "Tersane Sarayı" adıyla anılır olmuştur.Saray bütünü içinde yer alan ve Sultan III. Ahmet döneminde (1703-1730) yaptırıldığı sanılan Aynalıkavak Kasrı, Sultan III. Selim döneminde (1789-1807) yeniden düzenlenmiş, Sultan II. Mahmut döneminde de (1808-1839) değişikliklere uğrayarak bugünkü görünümünü almıştır. Yapı Arz Odası'yla, Divanhane'siyle, bu mekânların duvarlarını dolaşan yazıtlarıyla, alçı şebekeli pencereleriyle, III. Selim tuğralı ve Batı yaklaşımlı iç bezemeleriyle 18'nci yüzyıl mimarlık örnekleri içinde özel bir yer tutarken, Osmanlı geleneğine uygun, sedir, mangal, kandil gibi öğeleriyle, bugün yokolmuş bir yaşama biçiminin ilginç görünümlerini sergiler. Aynalıkavak Kasrı bugün bir müze-saray olarak ziyarete açık tutulmakta ve bu yapıda beste yaptığı, müzikle uğraştığı bilinen büyük Türk bestecisi Sultan III. Selim'in anısı ışığında düzenlenen "Aynalıkavak Konserleri" ve araştırmaya yönelik konserler dizisi sürdürülmektedir. Bu konserlerin sonuncusu ise, "14. Uluslararası İstanbul Festivali" kapsamında yer almış, büyük ilgi görmüştü. Böylece, bugün ayakta kalmış bir bölümünün yapımında katkısı olan III. Selim ile de olay özdeşleştirilmiş olmakta, yaşatılması için çok özel bir müze-saray kimliği verilmektedir.

-Hidiv Kasrı
Çubuklu sırtlarında, geniş bir koruluk içerisinde yer almaktadır. Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa tarafından 1907 yılında İtalyan Mimar Delto Seminati`ye yaptırılmıştır.Türk mimarisinin dışında tam bir batılı tarza sahip olan yapı, yaklaşık 1000 m2 lik bir alan üzerinde inşa edilmiştir. Ana girişin ortasında mermerden anıtsal bir çeşme vardır. Bunun tavanı çatıya varıncaya kadar yükselir ve tavanı vitrayla kaplıdır. Ayrıca binanın çeşitli yerlerinde de son derece zarif çeşme ve havuzlar vardır. Binanın planı, salonlar arasındaki bağlantılar aracılığıyla havuzun etrafında bir daire çizmektedir. Bu daire sadece giriş holü tarafından kesilmektedir. Binanın üst katında ise odalar bulunmaktadır. Özellikle giriş katındaki şömineli salonun üstündeki daire biçimindeki parçada yer alan iki büyük yatak odası eşsiz güzellikteki lambrileri, kendi iç tuvalet ve banyoları ile dikkat çekmektedir. Binanın bir diğer özelliği ise Boğaziçi`nin yarısının seyredilebildiği kulesidir. Hem asansör, hem de merdivenle çıkılabilen bu kulenin balkonlu bir orta katı ve üstü açık bir terası mevcuttur. Kule, yapıya ayrı bir özellik ve güzellik katmaktadır. Kasır, Hidiv`in 1930`lu yıllarda İstanbul`u terk etmesinden sonra İstanbul Belediyesi`nce satın alınmış, fakat 1937-1982 yıllan arasında pek kullanılmamıştır. 1982 yılında Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu tarafından restorasyon başlatılmış; İki yıl süren çalışmalardan sonra 1984 yılında otel, restoran ve cafe olarak hizmete girmiştir.

-Küçüksu Kasrı
Osmanlılar döneminde de ilgi çeken ve "Kandil Bahçesi" adıyla padişahın has bahçelerinden biri olarak kullanılan Küçüksu ve çevresini IV. Murad`ın (1623-1640) çok sevdiği ve buraya "Gümüş Selvi" adını verdiği bilinmektedir. 17. yüzyıldan başlayarak çeşitli kaynaklarda "Bağçe-i Göksu" adıyla geçen yörede, özellikle 18. yüzyıldan başlayarak yoğun bir yapılaşma izlenmektedir. Sultan I. Mahmud Döneminde (1730-1754) Divittar Mehmed Paşa, padişah için bu Hasbahçe`nin deniz kıyısına iki katlı ahşap bir saray yaptırmış, bu yapı III. Selim (1789-1807) ve II. Mahmud (1808-1839) dönemlerinde de onarılarak kullanılmıştır.1857 yılında hizmete giren yeni Küçüksu Kasrı`nın mimarı Nikogos Balyan`dır. Bodrumuyla birlikte üç katlı olan kasır, yığma tekniğiyle ve kargir olarak yapılmıştır. Bodrum katı kiler, mutfak ve hizmetçilere ayrılmış, diğer katlarsa bir orta mekâna açılan dört oda biçiminde düzenlenmiştir. Bu özelliğiyle geleneksel Türk evi plan tipini yansıtan yapı, genellikle dinlenme ve av amaçlı olarak kullanılan bir "biniş kasrı" niteliğindedir. Devlete ait diğer saray yapılarının tersine yüksek duvarlarla değil, dört yönde kapısı olan ve döküm tekniğiyle yapılmış zarif demir parmaklıklarla çevrilidir. Abdülaziz Döneminde (1861-1876) cephe süslemeleri elden geçirilen yapı, zaman zaman çeşitli onarımlar görerek günümüze ulaşmış, ancak bu arada eski saraydan kalan ve çeşitli işlevlerdeki ek yapılarını yitirmiştir. Kabartmalarla süslü ve hareketli deniz cephesinde, bu cepheye yaslanmış şadırvanlı küçük havuzunda, merdivenlerinde çeşitli batılı süsleme motifleri kullanılmıştır. Oda ve salonlar değerli sanat eserleriyle döşenmiş, bu iş için Viyana Operası dekoratörü Sechan görevlendirilmiştir. Alçı kabartma ve kalem işi süslemeli tavanları, bir şömine müzesini andıran birbirinden farklı renk ve biçimde, değerli İtalyan mermerleriyle yapılmış şömineleri, her bir odada ayrı süslemeli ve ince işçilikli parkeleri, çeşitli Avrupa üsluplarındaki mobilyaları, halı ve tablolarıyla eşsiz bir sanat müzesi niteliğindeki Küçüksu Kasrı, Cumhuriyet Döneminde de bir süre devlet konukevi olarak kullanılmış ve günümüzde bir müze-saray işlevi kazanmıştır. 1994 yılında başlayan restorasyonu halen devam etmektedir. Yenilenen bölümler ziyarete açıktır.

-Maslak Kasrı
Levent ve Ayazağa semtlerini birbirine bağlayan ana yolun sağında bulunan Maslak Kasırları`nın yer aldığı çevrede ilk yapılaşmaların, Sultan II. Mahmud Dönemi`nde (1808-1839) başladığı ve bu bölgenin Sultan II. Abdülhamid`in veliahdlığı sırasında sultanlara ait bir av ve dinlenme yeri olarak kullanıldığı bilinmektedir. Bu yıllarda tarih sahnesine çıkan ve bölgeye özel bir konum kazandıran Maslak Kasırları`nın ne zaman ve kim tarafından yaptırıldıkları tam olarak saptanamamakla birlikte, büyük bir bölümü Sultan Abdülaziz Dönemi`ne (1861-1876) tarihlenmektedir.Maslak Kasırları`ndan günümüze; Kasr-ı Hümâyûn, Mabeyn-i Humâyûn ve Limonluğu, Çadır ve Köşk Paşalar Dairesi gelebilmiştir. Boğaziçi`nin Karadeniz`e açıldığı noktayı çok iyi görebilen bir konumda, çevrelerindeki yeşil örtüyle bütünleşen bu yapılar, 19. Yüzyıl sonları Osmanlı mimarlığı ve süslemeciliğinin seçkin örneklerini oluşturmaktadır. Sultan II. Abdülhamid`in çalışma ve yatak odalarının bulunduğu Kasr-ı Humâyûn bu sultanın Osmanlı tahtına çağrılmasına tanık olmuştur ve bu yönüyle Osmanlı tarihi açısından özel bir önem taşımaktadır.Günümüzde Kasr-ı Humâyûn, eldeki belge, anı ve eski fotoğrafların ışığında onarılarak bir müze-saray olarak geziye açılmış durumdadır. Mabeyn-i Humâyûn ve ona bağlantılı Limonluk ile Çadır Köşk ve bahçesi de onarılarak kafeterya haline getirilmişlerdir.

-Ihlamur Kasrı
Beşiktaş, Yıldız ve Nişantaşı arasında kalan Ihlamur Vadisi’nin 18. yüzyılda Hacı Hüseyin Bağları adıyla tanınan bir mesire yeri olduğu bilinmektedir. Sultan III. Ahmed Dönemi’nde Padişah’a ait bir “Has Bahçe”ye dönüştürülmesine karşılık 19.yüzyılın ikinci yarısına kadar "Hacı Hüseyin Bağları" olarak bilinen bu alan, I. Abdülhamid (1774-1789) ve III. Selim (1789-1807) dönemlerinde de ilgi çekmiştir.Sultan Abdülmecid’in (1839-1861) Osmanlı tahtına geçmesiyle birlikte yeni yapılaşmalara gidilmiş,Beşiktaş’ta Dolmabahçe Sarayı, Küçüksu Kasrı ve Ihlamur Mesiresi’nin bulunduğu bu alanda da Ihlamur Kasırları’nın yapımına başlanmıştır.Sultan Abdülmecid Ihlamur Mesiresi’ne bugünkü kasırları yaptırmadan önce de sık sık gelir ve buradaki yalın ve küçük bağ evinde dinlenir; kimi konukları bu arada ünlü Fransız ozanı Lamartine’i burada kabul ederek görüşürdü.Yüksek çevre duvarlarının sınırlandırıldığı 24.724 m2 lik ağaçlı bir alan içindeki Nikogos Balyan’ın yaptığı bu iki yapı; yapıldıkları 1849-1855 yıllarından bu yana kimi zaman "Nüzhetiye" kimi zaman da "Ihlamur Kasırları" adıyla anılagelmiştir.Törenler için düşünülen ve kullanılan Merasim Köşkü: Ön cephesindeki dönemin beğenisini yansıtan Barok çizgiler taşıyan merdiveni, ilginç ve hareketli kabartmalarıyla çarpıcı bir mimarlığa sahiptir. İç süslemelerinde; Osmanlı sanatında 19. yüzyılda tercih edilen motifler ve kalem işleri kullanılmış, Avrupa’nın çeşitli üsluplarındaki mobilyalar ve döşeme öğeleriyle belirli bir bütünlük sağlanmıştır. Padişahın maiyeti, kimi zaman da haremi tarafından kullanılan Maiyet Köşkü ise; diğerine oranla daha küçük ve daha yalındır. Sultan Abdülmecid’in genç yaşta ölümünden sonra, Abdülaziz de (1861-1876) ağabeyinin sevdiği bu yapılara ve çevreye fazla önem vermemekle birlikte ilgi göstermiş, meraklı olduğu horoz ve koç döğüşüyle güreşlerin bazılarını bu bahçede yaptırmıştır. Sultan Mehmed Reşad’ın da (1909-1918) zaman zaman kullandığı yapıda, İstanbul’u ziyaret eden Bulgar ve Sırp kralları ağırlanmıştır. Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra 1966 yılında TBMM Milli Saraylar bünyesinde katılan Ihlamur Kasırları’nın Merasim Köşkü bir müze-saray olarak ziyarete açık tutulmakta, Maiyet Köşkü ve bahçenin bir bölümünde kafeterya hizmetleri yapılmakta ve bu bahçede, diğer saray ve kasırlarımızda olduğu gibi, ulusal ya da uluslararası resepsiyonlar verilebilmektedir. Öte yandan yine bahçede, yakın bir geçmişe dek lojman olarak kullanılan Cumhuriyet Dönemi yapısı da, müze-sanat ilişkisini kuran yeni işleviyle özellikle çocukların, güzel sanatlardaki becerilerini geliştirene resim, heykel ve tiyatro çalışmalarını sürdürdükleri mekânlar olarak değerlendirilmiştir.

-Tophane Kasrı
Tophane`de, Necatibey Caddesi üzerinde ve Nusretiye Camii`nin yanındadır. Eski Tophane Meydanı`nın en önemli öğelerinden biridir.Sultan Abdülmecid tarafından İngiliz mimar William James Smith`e inşa ettirilen binanın yapımı 1852 yılında tamamlanmıştır. Kasır, padişahların Tophane`deki askeri tesisleri ziyaretleri veya şehri deniz yoluyla ziyarete gelen yabancı devlet adamlarının karşılanması esnasında kullanılan bir mekan durumundaydı. Rus Çarı`nın kardeşi Grandük Konstantin, Sultan Abdülmecid tarafından burada kabul edilmiş, Osmanlı-Yunan savaşına son veren 1897 uluslararası konferansı ve Lozan Antlaşması sonrası Uluslararası Boğazlar Komisyonu, Tophane Kasrı`nda toplanmıştır.Kasır denize paralel, dikdörtgen planlı ve iki katlı bir yapıdır. Dış yüzeyindeki süslemeler, ikinci katındaki konsollara oturtulan barok üsluptaki çıkma, kalem işi tavan süslemeleri ve mermer şömineleri kasrın en dikkat çekici özellikleri arasındadır.

-Sepetçiler Kasrı
Eminönü`nde, Sarayburnu`nda yer alır. Yapıldığı dönemde Topkapı Sarayı sınırları içinde kalan yapı, 1643`de Sultan İbrahim tarafından inşa ettirilmiş, Sultan I. Mahmud döneminde de (1739) yenilenmiştir. Bu kasrın aynı zamanda padişahlara ait kayıkların bağlandığı bir yer olduğu ve padişahların donanmanın sefere çıkışını ve dönüşünü buradan izledikleri kaynaklarda geçmektedir Cumhuriyet döneminde askeri ecza deposu olarak kullanılan kasır, restorasyondan önce tümüyle kendi haline terk edilmişti. Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından 1980 yılında yapılan restorasyonlardan sonra Basın Yayın Genel Müdürlüğü`nün Uluslararası Basın Merkezi olarak kullanılmıştır.Günümüzde, denizin üzerine kurulu mekânda restoran, bar gibi farklı alanlarda hizmet veriliyor. Sepetçiler Kasrı, yazın boğaz manzaralı terasları, kışın şömineli iç mekânlarıyla güzel vakit geçirmek isteyenlere iyi bir alternatif sunuyor.
 
KÖŞKLERi

-Şale Köşkü
Yıldız Sarayı’nın bir parçası olan ve adını Fransızca “dağ evi” anlamına gelen “chalet” sözcüğünden alan Şale Köşkü, 19. yüzyıl Osmanlı mimarlığının en ilgi çekici yapılarından biridir. Yüksek duvarlarla çevrili bir bahçe içinde ve farklı tarihlerde yapılan birbirine bitişik üç ana yapıdan oluşan köşkün birinci bölümünün 1880’de, Sarkis Balyan’ın yaptığı ikinci bölümünün 1889’da Merasim Köşkü adıyla tanınan ve D’Aranco’nun yaptığı üçüncü bölümünse 1898 yıllarında tamamlandığı bilinmektedir. Son iki bölüm, Alman İmparatoru II. Wilhelm’in İstanbul’a gelişlerinde konaklaması için yapılmıştır ve bu özelliğiyle Şale, Yıldız Sarayı yapılar grubu içinde bir “devlet konukevi” niteliği taşımak-tadır.Köşk, bodrumuyla birlikte üç katlı, ahşap ve kâgir olarak yapılmıştır. Osmanlı konut geleneğine uygun olarak Harem ve Selamlık gibi de kullanılabilecek bölümlerden oluşan, dış dünyaya yedi kapıyla ve ahşap pancurlu pencerelerle açılan Şale’nin katları arasındaki bağlantıyı biri mermer, ikisi ahşap zarif merdivenler sağlamaktadır.Koridorlar üzerinde düzenlenmiş, altmış oda ve dört salonuyla bir köşk boyutlarını aşan yapının görkemli mekânlarını Barok, Rokoko ve İslâm etkilerini yansıtan kalem işleri,geometrik bezemeler ve manzaralı panolar süslemektedir.Zemini duvardan duvara yaklaşık 406 m2’lik tek parça Hereke halısıyla kaplı, tavanı altın yaldız panolarla süslenmiş, duvarlarında büyük boy aynalar bulunan görkemli Tören Salonu, sedef kakma kapılı süslemelerinde belirgin biçimde doğu etkileri görülen Sedefli Salon, tavanlarındaki manzara resimleriyle ünlü Sarı Salon, çeşitli Avrupa ülkelerinden gelen değerli döşeme eşyası, birbirinden zarif çini sobaları, vazoları, görkemli ve oymalı yatak takımlarıyla çok sayıda salon ve oda, imparatorluğun son yıllarının ince beğenisine tanıklık etmektedir.Şale Köşkü, Cumhuriyet döneminde, kısa bir süre için lüks bir kumarhane olarak işletilmiş, daha sonraysa eski işlevini sürdürerek aralarında İran Şahı Rıza Pehlevi, Suudi Arabistan Kralı Faysal, Ürdün Kralı Hüseyin, Endonezya Cumhurbaşkanı Sukarno, Etopya Kralı Haile Selasiye, Fransa Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle gibi adların da bulunduğu konuklara kapılırını açmıştır.Günümüzde Yıldız Şale Köşkü, TBMM’ne bağlı Milli Saraylar bünyesinde bir müze-saray olarak ziyaretçilere açık tutulmakta, bahçesindeyse ulusal ya da uluslararası boyutta resepsiyonlar düzenlenmektedir.

-Çadır Köşk
Yıldız Parkı içindeki iki tarihi köşkten biridir. O tarihlerde Çırağan Sarayı`na ait olan koruda,1871 yılında "Sedir Köşkü" olarak inşa edilmiştir.Beşiktaş - Ortaköy Caddesi üzerinde Yıldız Parkı`na girildiğinde solda yer alan bu köşk. Sultan Abdülaziz tarafından saray bahçesi dekoru olarak Sarkiş Balvan ve kardeşlerine vaptırılmıştır. Köşkün önünde Yıldız Parkı`nın iki büvük havuzundan biri bulunmaktadır. Koyu kırmızı renkte boyalı olan bu köşk, zemin üzerine tek kat olarak inşa edilmiştir. Köşkün Boğaz`a bakan cephesi üç bölümdür. Cephenin ortasında, önünde dört desteğe oturan bir balkon yer almaktadır. Süslemeli ve yuvarlak kemerli olan balkon kapısının iki yanırıda iki çift pencere bulunmaktadır. Köşkün havuza bakan cephesi iki kollu merdivenli bir girişe sahiptir. Merdivenin iki kolu arasındaki bölümde zemin kata, girişi sağlayan bir kapı açılmıştır. Abdülmecit döneminde Neo-Klasik, Neo-İslam, Neo-Osmanlı olarak Yıldız saraylarında yabancı sanatçıların saray çevrelerinde çalışmaları ve Avrupa mimarisinde meydana gelen gelişmeler duvar resmini etkilemiş ve yağlı boya tekniğinde doğa görünümleri,çiçek,meyve ve av hayvanlarının resimleri yaygınlaşmıştır. Çadır köşkü, Malta köşkü ve Yıldız parkındaki tüm köşklerde bu üslubu görebilirsiniz. Köşklere güzellik kazandırması ve bu mekanların dinlenme, seyir ve av köşkü olduğunu belirlemek amacıyla, tavanlar av hayvanları, sebze meyve ve çiçek figürleriyle süslenmiştir.Çadır köşkünün üst katında, üç oda, büyük bir salon, tuvalet ve küçük hol vardır. Holden merdivenle bodruma inilir. Bodrumda büyük iki oda, salon, hol, tuvalet mevcuttur. Bodrum katı mutfak olarak kullanılmak amacıyla yapılmıştır. Büyük salonun tavanı salkım çiçeklerle donatılmıştır, köşe ve aralara çiçekten çerçeveler içine ördek, zürafa, gevik, at ve çiçek sepetleri yağlı boya ile resmedilmiştir. Salonun yanındaki iki büyük odanın tavanları da yine salkım çiçeklerle donatılmış olup çiçekler arasına, yani köşe ve kenarlara ördek, deve, inek, koyun, yaban ördeği, keklik ve çiçek sepetleri serpiştirilip dal ve çiçek figürleriyle yağlı boya tavana güzellik kazandırılmıştır. Köşk, süsleme sanatının en ince özelliklerini taşıyan motiflerle süslüdür. İki adet şöminesi, uzun, yüksek, büyük pencere ve kapıları zamanırı mimari özelliklerindendir. Bu mekanlar, Sarav mensuplarının günübirlik gezileri için seyir ve dinlenme yeri olarak kullanılmıştır.Abdülhamit, Yıldız Sarayı`nı kullanmaya başlayınca, Çadır Köşkü`nün yanından geçen çevre duvarı yükseltilmiştir, daha evvel kapalı tutulan kapılarla geçiş sağlanmıştır. Abdülaziz Suikasti sanıkları, Çadır Köşkü`nün bodrum katında tutulmuştur. Köşk Abdülhamit`in hallinden sonra uzun yıllar kapalı kalmış, 1940 yılında Maliye Bakanlığı`nca İstanbul Büyükşehir Belediyesi`ne devredilmesi ve korunun "Yıldız Parkı" olarak adlandırılmasından sonra Çadır Köşkü onarılmış, 1949 -1960 yıllarında Avedis Çakır isimli pastane sahibi tarafından işletilmiştir.1960 yılında Askeri Darbe yönetiminde. Çadır köşkünde Tanzimat :Vlüzesi" kuruldu.1982 yılında. diğer köşklerle beraber kullanırrı ve işletim hakkı. Turing`e verildi. Kültür ve Tabiat Varlıklarırıı Koruma Yüksek Kurulu` nun. 28 Şubat 1995 Tarih ve 378 sayılı ilke kararının "Bakım Maddesine" göre elden geçirildi. 1995 Haziran avında İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından devralınmasıyla restorasyon çalışmalarına hemen başlanmış ve köşk bütünüyle restorasvondan geçirilmiştir. Şu anda restoran ve cafeterya hizmeti vermektedir.

-Sarı Köşk
Emirgân Parkı`nda işletmeye açılan bir diğer köşk de Sarı Köşk`tür. Hidiv İsmail Paşa tarafından yaptırılan parkın içindeki Sarı Köşk, Şale üslûbunda olup bir kuş evi görünümündedir. Türk insanının geleneksel yaşama düzeninin gereği olarak bir sofa etrafinda toplanan plan şeması uzun yıllar değişmeden sürdürülmüştür. Ünlü Osmanlı mimarı Serkiş Balyan tarafından tasarlanan yapıda, tavan ve duvar süslemeleri, büyük yüksek, kapı ve pencereler, iç mekanlarda parlak renkle zenginleştirilmiş işlemeler önem taşımaktadır. San Köşk, üst katında üç oda bir salon, alt katta dört oda, hol ve mutfak ve bir bodrum katından oluşur. Süsleme sanatının en ince özelliklerini taşır. İç tavanda çiçek motifleri yağlı boya figürler, dış cephe süslemeleri oyma el sanatının tipik örneğidir. San rengi beyazla birlikte motife edilmiş bir kuş evini andıracak şekilde dekore edilmiştir. İstanbul Büyükşehir Belediyesi`ne geçmesiyle baştan başa büyük bir titizlikle restore edilen köşk, diğer bütün Beltur tesisleri gibi harika bahçesi ve çok büyük havuzuyla, kartpostallarda görülebilecek bir yer.İşletme hafta içi a`la carte, hafta sonu ise sabahları kahvaltı ve öğleden itibaren ellibeş çeşitten oluşan açık büfesiyle hizmet veriyor.

-Malta Köşkü
Malta köşkü, Yıldız Parkı içinde, Yıldız Sarayı`ın ayıran duvarın doğu yönünde yer almaktadır. Çırağan Sarayı`nın arka bahçesini oluşturan koruluğun içinde iki tane de seyir ve istiharat köşkü yapılmıştır (Abdülaziz Devri). Kuzey yönünde geniş manzarah bir terasa oturan iki katlı binaya Malta Köşkü adı verilmiştir. Malta isminin nereden geldiği tam bilinmemekle beraber, fethedilen veya fethe teşebbüs edilen yerlerin isimlerinin saray içinde mekanlara isim olarak verme geleneğinden geldiği tahmin edilmektedir. Malta köşkü sivil mimarisinin 19. yy.daki en ilgi çekici örneğidir. Sarı ve yeşili renkte boyalı dış cephesiyle Yıldız Parkı içinde dikkati çeken bu yapı. İki katlı olup mimar Sarkis Balyan ve kardeşlerince yapılmıştır. Abdülmecit döneminden Yıldız Saraylarından yabancı sanatçıların, Saray çevrelerinde çalışmaları ve Avrupa mimarisinde gelişmeler duvar resmini etkilemiş ve yağlıboya tekniğinde doğa görünümleri çiçek, meyve ve av hayvanlarının resimleri yaygınlaşmıştır. Neo-Klasic, Neo-İslam Neo-Osmanlı olarak değerlendirilebilecek öğelerle bezenmiştir. Napolyon yönetimini simgeleyen Barok, Rokoko üsluplarını oval pencereleri dalgalı saçak kornişini. Gömme süzunların uçlarında küçük kulecikleri, kolon başlıkları üzerinde, akant yaprağı öğesi iIe "S" ve "C" kıvrınlı kemerler en çok kullanılan kemer biçimleridir. Kemorlerin kilit taşlarına palmet ya da deniz kabuğu yerleştirildiği görülür. Yalın kemer biçimlerinde kullanılan kemer türü yuvarlak kemerdir. Mısır ve Roma mimarisi etkisi altında gelişen. Ampir üslupta düşey ve yatay öğeler dengelenmiştir. Roma sütun başlıklı duvara gömülü bu kolonlar, yuvarlak kemer, üçgen alınlık yalın silmeli kornişler cephe düzenlemesini geliştiren öğelerdir. En belirgin özelliği, her cephesinin üç bölümlü olarak yapılmış olmasıdır. Orta bölümler her cephede büyûk, yan bölümler ise daha küçüktür. İnce, uzun, yuvarlak kemerli ûçüz pencereler, cephe süslemesinin ana elemanlandır. Yapının deniz tarafina bakan cephesinde ikinci katta balkonlar yer almaktadır. Dört kapısı olan Malta Köşkü` ne deniz tarafından girildiğinde büyük salona geçilmekte burada yer alan kuğu motifleriyle süslü çeşme ve salonun ortasında etrafı mermer oymalı büyükçe bir havuz dikkati çekmektedir. Havuzun içine mermer kaidelere oturtuImuş, mermerden yapılmış büyük bir kapaklı vazo yerleştirilmiştir. Vazonun etrafına dört adet kuğu başını aşağıya eğmiş su içercesine, çiçek ve yapraklarla oyularak yapılmış ve yine, vazonun kapalı kısmının etrafına Altı adet büyük şişman balıklar birbirine sarılmışcasına, ağızları aşağı gelecek şekilde, mermere oyularak özenle işlenmiştir. Balıkların kuyruk kısımlarının ortasına bir fiskiye yerleştirilmiş olup balıkların ve kuğuların ağızlarından sular akarken, havuz dekoru bu haliyle en büyük özelliği taşımaktadır.
Yukarıya çıkılan mermer merdivenin her iki yanına, tavandan yere kadar uzanan mermer yuvarlak sütunlar yerleştirilmiştir. Sütunların hemen yanında yine mermerden Beş katlı fıskiye büyük birer adet; başını suya eğmiş kuğu oturtulrmuş duvar çeşmesinin alt, üst ve yan kenarlarına yaprak ve çiçek desenleri mermer oyularak resmedilmiştir. Üst katta büyük bir salon etrafında iki büyük bir küçük oda ve tuvalet vardır. Büyük salonlara tamamen mermer oymalı renkli çiçek işlemeli büyük şömineler yerleştirilmiş, salon ve odaların önlerine büyük balkonlar yapılmış olup yerden tavana kadar yükselen yuvarlak büyük pencereler denizi en iyi şekilde seyretmek için yapılmıştır. Büyük kapılar yüksek tavanlar özelliklidir. Binanın av köşkü piknik ve dinlenıne yeri olduğunu; Tüm salon ve odaların tavanlarına: hayvan, meyve, sebze ve çiçek figürleri süslemeleri yaparak izah etmeye çalışmışlardır. Barak ve Ampir usluptaki bezemeler bu yapıların içini zenginleştiren önemli unsurlardır.Tüm tavanlar salkım çiçeklerle bezenmiş, yüksek tavan zengin kalem işleriyle süslenmiştir. Tavanın köşe ve aralarına, çerçeve şeklinde daireler içine ayrı ayrı istiridye, koşan beyaz at, üç adet istirahat eden inekler, sepetlerde meyveler, köşkün ve pembe seranırı dış görüntüsü yağlı boya figürlerle tavana resmedilmiştir.Alt kata inerken en büyük özellik salkım çiçekler, kıvrık dallar, nar çiçeği gül yasemen, karanfil ve lalelerle bezenmiş, yuvarlak kubbe şeklindeki giriş katın tavanıdır. Yukardan aşağıya iki taraflı geniş merdivenlerle yuvarlak hole inilir: Binanın Tabanı tamamen parke olup en iyi ağaçtan yapılmıştır. Netice itibariyle Malta köşkünün en büyük özelliği, yüksek tavan ve zengin süslemeleri terasları havuzları, yuvarlak büyük kapı ve pencereleri, her taraftan denizi görme şansı ve bahçesinden deniz ve boğazı manzarası seyredilebilir.Üst kattaki iki oda çiçek motifleriyle süslüdür. Binanın merdiveni çift taraflı ve işlemelidir. Sultan Abdülhamid bu köşkü sonradan Yıldız Sarayı` na bağlatmış, saray halkı tarafindan koru geçişlerinde dinlenme ve ziyaret yeri olarak kullanılmıştır. Yıldız Sarayı`nın diğer köşkleri gibi Malta Köşkü de önemli tarihi olaylara sahne olmuştur. Malta Köşkü, çok sayıda tarihi olaya tanıklık etmiştir: Ali Suavi`nin. 1878` de V. Murat`ı tahta çıkarmak üzere tertiplediği Çırağan Baskını amacına ulaşamayınca, Abdülhamit, Sultan Murat`ı güvenlik gerekçesiyle Malta Köşkü`nde gözetim altına almıştır. Malta Köşkü`nün adı, Mithat Paşa`nın muhakeme edilrrıesi sırasında tekrar duyulmuştur. Mithat Paşa`nın yargılanması Malta Köşkü`nün arkasındaki düzlükte kurulan çadırda yapılmıştır.Malta Köşkü, Abdülhamit`in hal ve sürgün edilmesini takiben 40 yılı aşkın süre boş kalmıştır. 1941 yılında Yıldız Sarayı`nı ayıran büyük ara duvarın deniz tarafına düşen kısmırıda kalan geniş koruluğa, Yıldız Parkı adı verilmiştir. Aynı sene içinde Park. Maliye Bakanlığınca İstanbul Belediyesi`ne devredilmiştir. Devir işlemiyle Yıldız Parkı halkın kullanı- mına açılmıştır. Malta Köşkü`nün mimari projesinin Beylerbeyi Sarayı için getirtilen İtalyan Mimar Stampa Possati`ye ait olduğu zannedilmektedir. Malta Köşkü, her zaman yaygın bir uluslararası ilgi ve beğeniye mazhar olmuştur. Şu anda cafeterya ve restoran olarak hizmet vermektedir.

-Pembe Köşk
Emirgan Parkı, Boğaz`ın antikiteden gelen büyük ağaç varlığının günümüze kalmış zengin parçalarından biridir.17.yy, da IV. Murat`ın Roma seferinde beraberinde getirdiği işret arkadaşı İranlı Prens Emir Güne Han`a hediye etmesiyle tarih sahnesine çıkan bu yeşillik Feridun Bey Bahçeleri adıyla, yüzyıllar boyu birkaç kez el değiştirdikten sonra 1860`lar sonunda Mısır Valisi iken payitahttan "Hıdivlik" ünvanını koparan İsmail Paşa nın eline geçmiş ve onun kıvıya yaptırdığı büyük ahşap sarayının arka bahçesi olarak kullanılmıştır.Hıdiv`in İngiltere, Fransa tarafından indirilmesinden sonra, daha bir süre aile elinde kalan park, 1930`larda Satvet Lütfi TOZAN tarafından satın alınmış, Tozan,ın bir davetine icabet eden Vali ve Belediye Başkanı Dr. Lütfi Kırdar`ın ilk kez gördüğü çevresine bakınıp "bir kişiye bu kadar yer çok" demesi ile, 1940`lar başında kamulaştırılıp şehrin mülkiyetine geçirilmiştir. Korulukta İsmail Paşa tarafından yaptırılan üç köşkten biri olan Pembe Köşk İki katlı tam bir Osmanlı evi üslubunda. ahşap kaplamalı, ismine uygun olarak sardunya pembesine boyatılmış, pembe renkli bir köşktür. Köşke giriş üç kapıdan yapılır. Protokol kapısı, önkapı ve personel kapısıdır. Ön girişte, büyük geniş bir salon ve salona açılan iki oda, protokol kapısı girişinden ise gizli bir oda daha mevcuttur. Ayrıca birinci katta Tuvalet, banyo ve mutfak vardır. Salondan ikinci kata geniş bir merdivenle çıkılır. İkinci katta. Merdivenden çıkınca, geniş büyük bir salon ve salona açılan iki büyük odası haricinde. salondan ara koridora geçince koridora açılan beş büyük odası ve iki küçük sandık odası daha vardır.1982 yılında Turing tarafindan onarımı yapıldı. Ocak 1995 yılında Büyükşehir Belediyesi`ne devredildi. Köşkün içindeki çeşme ve bahçesindeki çeşme mermerlerindeki ince el işi sanatı raspalanarak temizlenip eski yerlerine yerleştirildi.1995 Şubat ayında belediye tarafından başlatılan bu tadilatla Pembe Köşk, A` dan Z` ye baştan başa büyük bir bakımdan geçirildi. Büyük bir ihtimam ve dikkatle ince el işi sanatınızı tüm örneklerine, paha biçilmez tarihi değerine,saygı gösterilerek eski orjinal haline uygun renkte ve özellikte, çatısı dahil tamamen onarıldı. Dış ve iç cephe boyaları raspa edilerek yenilendi. Alaturka döşemeleri yenilenip cilalandı. Kapı ve pencere doğramalarının bakım onarımları yapılıp boyandı. Elektrik, kalorifer ve mutfak tesisatları yenilendi, bahçe düzenlemeleri yapıldı. İçerisi sedirleri ve önlerinde gümüşletilen sinileri ile batılaşma dönemi öncesi TÜRK EVİ üslubunda döşenmiş ve dış mimari sinirı gereğine uyulmuştur. Köşk 1878 Mısır Hıdivi Abbas Hilzni Paşa döneminde zamanın paşalarına seyir mekanı olarak hizmet vermiştir. Bugün ise restoran ve kafeterya olarak hizmet vermektedir.

-Filizi Köşk
II. Abdülhamid’in (1876-1909) Başkâtib’i olarak Yıldız Sarayı’nda görev yapan Tahsin Paşa’ya ait olan yapı, 19. yüzyılda saray ileri gelenlerinin yazlık olarak kullandıkları bir yöre olan Göztepe’dedir.19. yüzyılın son çeyreğine ait olan Filizi Köşk, genel olarak dönemin beğenisi olan Art-Nouveau özellikler taşımasına karşılık, birkaç kez el değiştirdiğinden dolayı kimi yerlerde bu özelliğini yitirmiştir.Üç katlı ve orta sofaya açılan yan odalardan oluşan planıyla geleneksel Türk Evi Planı’na sahip olan yapı, restore edilmiş ve Türk Parlementerler Birliği sosyal tesisi olarak hizmete girmiştir.

-Cemil Molla Köşkü
Üryanizade Cemil Molla efendi çok eski ve köklü bir Osmanlı ailesinden gelir.Çağdaşlığı seven bunu hayatına yansıtmaktan zevk alan,tam anlamıyla batılı,devrin en gözde aydınlarındandır. Abdulhamit’in gözdesi,yakın dostu,satranç arkadaşı,Vahdettin’inse değişmez danışmanıdır.Yaşamayı seven ve eğenmeyi ciddiye alan bir insan olan Cemil Molla,dedesi Şeyhülislam Ahmet Esat Efendi’ye padişahın küçük bir nişanesi olarak hediye ettiği Kuzguncuk sırtlarındaki geniş araziye dillere destan bir köşk yaptırmaya karar verir.Klasik boğaz yalılarından ve alaturka köşklerden farklı bir şeyler yapmaya niyetlenen Cemil Molla,İtalyan-Ermeni asıllı Mimar Sinyör Alberti ile anlaşılır.Alberti’nin Batı tekniği ve alafranga bilimi ile Osmanlı’nın köklü görgüsü ve ruhu birleşecek ve Boğaziçinin en farklı yapısı inşa edilecektir.Ve nihayet 16 odalı ,iki salonlu,her odası boğaz manzaralı köşk ortaya çıkar.İlginç bir cihannüması olan köşkün tavan işlemeleri altınla yaldızlanır,yatak odaları vitraylarla bezenir.İçerisinde İstanbulluların dünyanın sekizinci harikası olarak adlandırdıkları mermer hamam bulunur.Hamamdaki beyaz mermerlerin her zaman ılık kalmasını sağlamak için altlarına ince kalorifer dilimleri döşenir.Sabahlara kadar süren felsefe ve şiir geceleri düzenlenir ve bu geceler birer şölen havasında geçer.Cemil Molla Köşkü zaman içinde Abdülhamit döneminin gayri resmi kültür ve sanat merkezi haline gelmiştir.Köşkte Piyano,ud,tambur,kemençe, klarnet ve tefle müzik yapılmayan gece yok denecek kadar azdır.Cemil mollanın küçük kızının düğünü Salah Birsel’in “Sergüzeşti Nono bey ve Elmas Boğaziçi “ adlı şiir kitabında dillere destan anlatılır.Cemil molla çocuklarının eğitimine çok büyük önem verir ve ilginç bir yaklaşımla özel hocalardan çok çeşitli konularda dersler alarak yetiştirilen çocuklar hayatlarının hiçbir döneminde sınava sokulmaz. Cemil Molla köşkün sahil tarafında bir de mescit inşaa ettirir ve uzun yıllar namazları bizzat Molla kendisi ya da yakınları kıldırır.Cemil Molla köşkü hala ayakları üstünde sapasağlam duruyor Kuzguncuk sırtlarında.Ama boş .Doğayla barışık bir geleneği temsil ediyor.19.yüzyılın en üst düzeydeki yaşama kültürünü ve sanatını simgeliyor.

-Çinili Köşk
Arkeoloji Müzesi karşısındaki iki katlı enteresan binadır. Fatih Sultan Mehmet' in Topkapı Sarayında yaptırttığı ilk binadır. 1472 Tarihli yazlık köşk, sütunlarla hareketlendirilmiş cephesi, eyvanlı terası ve kesme çini dekoru ile Selçuklu tesirinde bir erken Osmanlı örneğidir. Giriş duvarında uzun kitabe yer almıştır. Giriş bölümü, üzeri kubbeli bir mekan olup, yanlarda tonozlu odalar yer vardır. 13-19 yy. Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait seramik ve çiniler kronolojik sıralı sergilenmiştir 16 yy. İznik yapımı çiniler müzenin önemli eserleridir.
 
MÜZELERİ

-Atatürk Müzes (Inkılap Müzesi)
Atatürk Suriye Cephesi`nden ayrılarak 13 Kasım 1918`de İstanbul`a gelmiş ve Perapalas Oteli`nde bir daireye yerleşmişti. Daha sonra bu otelden ayrılan Atatürk, Madam Kasabyan`ın Şişli`deki üç katlı evini kiralamıştı. Beşiktaş`ta Akaretler mahallesinde oturan annesi Zübeyde Hanım`la kız kardeşi Makbule`yi de yanına almış, evin üçüncü katını onlara ayırmıştı. Kendisi orta katta oturuyor, bu katın arka bahçeye bakan odasını da yatak odası olarak kullanıyordu. Büyük salonu, toplantı odası olarak ayırmıştı. Alt katta ise yaveri bulunuyordu. Atatürk, İstanbul`un düşman işgali altında bulunduğu bu karanlık günlerde, evinde arkadaşlarıyla birlikte sık sık gizli toplantılar yapmış, 16 Mayıs 1919 tarihine yani Samsun`a hareketine kadar bu evde oturmuştur.
Atatürk, Anadolu`ya geçip Ankara`ya yerleştikten sonra annesi ve kardeşiyle Çankaya`da oturmuşlardı. Şişli`deki ev, Erzurum eski Milletvekili Tahsin Uzel`e geçmiş; daha sonra, 1942`de İstanbul Belediyesi, İnkılap Müzesi kurmak üzere evi Tahsin Uzel`den satın almıştı. 1908`de yaptırılan ve Atatürk Evi olarak tanınan evi, İstanbul Belediyesi onarmış, 1943 yılında da (İnkılap Müzesi) olarak ziyarete açmıştır.Atatürk`ün doğumunun 100. yılı olan 1981`de müze yeniden düzenlenip ziyarete açılmıştır.Binanın girişinde, Atatürk`ün Gençliğe Hitabesi ile Atatürk`ün bir yazısı, yemek odasında Milli Mücadele ile ilgili tablolar, oturma odası duvarlarında Atatürk`ün doğumundan 1. Dünya Savaşı`na kadar hayatına ait fotoğraflar vardır.Birinci kattaki yatak odası, çalışma odası ve diğer odalar, Atatürk`ün kullandığı eşyalar ve elbiseleri, Milli Mücadele yıllarına ait fotoğrafları, inkılaplarıyla ilgili belgeler sergilenerek donatılmıştır. İkinci kattaki odalarda Atatürk`ün ölümü ile ilgili fotoğraflar, tablolar, Atatürk`le ilgili belge ve bilgiler sergilenmektedir. Üçüncü katta devrimlerle ilgili fotoğraflar, Atatürk hakkında yazılmış çeşitli kitaplar, ölümüne ait fotoğraflar, gazeteler, bir kavanoz içerisinde Anıtkabir`den getirilmiş toprak bulunmaktadır.

-Arkeoloji Müzesi
Ressam,arkeolog Osman Hamdi beyin kurucusu olduğu müze 13 Haziran 1891 de Müze-i Hümayun ismi ile açılmıştı. 1902 ve 1908 tarihlerinde yan kanatları, yüzüncü kuruluş yılında 1991 de de modern büyük bir bölüm eklenmiş ve yeni düzenlemeler yapılmıştı. Abidevi binanın mimarı Vallaury idi. Giriş karşısında iri ve ürkütücü Tanrı Bes heykeli yerleşmiştir. Sağ tarafta Antik çağ heykelleri salonları uzanır. Konforlu, güzel bir teşhirde tamamı bakımdan geçip, temizlenmiş, Arkaik Çağdan, Roma devrine devam eden eşsiz heykeller sıralıdır. Salonların ilkinde Antik mezar taş ve rölyefleri sonra, Anadolu Pers egemenliği, Afrodisias buluntularının yer aldığı Kenan Erim salonu, Efes, Milet ve Afrodisias'tan eserler sergilenen Anadolu'nun üç Mermer Şehri salonu, Hellenistik devir Heykelleri, Menderes Manisa'sı ve nihayet Hellenistik tesirli Roma ve Roma devri heykelleri salonları bulunur.Giriş sol tarafında hediyelik, hatıra eşyaları ve kitapçı reyonundan sonra Osman Hamdi Bey hatıra salonu sonrada Sayda Krallar Nekrapolü'nden bizzat kendisinin kazıp, çıkarttığı eserlerin salonları uzanır. İlk üç lahit Sayda kralı Tabnit ailesine aittir. Benzersiz bir Likya lahdi ile Satrap lahdi de buradadır. Sonraki bölümde M.Ö.4 yy.a tarihlendirilen, dünya ünlüsü İskender lahdi ile Ağlayan kadınlar lahdi vardır. Büyük İskender'e ait olduğu zannedilmiş olan lahitin 4 tarafı Makedonyalılar ile Persler arasında savaş ve av sahnelerini gösteren yüksek kabartmalar ile süslenmiştir. Yeni ek bina girişi yan duvarında Assos Athena mabedinin ön yüzü bire, bir ölçülerde canlandırılmıştır. "İstanbul Çevre Kültürleri" bölümü, değişik çağlara ait civar buluntu ve tümülüs kazılarında ortaya çıkarılmış şahane eserlerin modern ve güzel biçimde sergilendiği ilk salondur. Bizans devri eserleri salonu da buradadır. "Çağlar boyu Istanbul" bölümü ve üst katlarda, karşılıklı vitrinlerde çağdaş eserlerin yer aldığı, "Çağlar boyu Anadolu ve Truva" , "Anadolu ve Komşu Ülkeler Medeniyetleri": Filistin, Suriye ve Kıbrıs eserleri kronolojik sıralama ile teşhir edilmektedir.

-Askeri Müze
Müzenin çekirdeğini Aya İrini’den getirilen silah ve eşyalar oluşturmuştur. İstanbul’un fethinden Sultan III. Ahmed dönemine kadar her türlü silah Ayasofya Camii’nin arkasındaki Aya İrini Kilisesi’nde korunmuştu. Bu depo 1726’da Sultan III. Ahmed’in emriyle gezilebilecek bir biçimde düzenlendi. Daha sonra burası 1826 yılında gerçek anlamda bir müze haline getirildi. II. Dünya Savaşı`nın başlamasıyla güvenliğini sağlamak için 1940 yılında Niğde’ye taşındı. Savaştan sonra bu silahlar tekrar İstanbul’a Maçka Silahhanesi`ne getirildi.1955 yılında müze bugünkü yeri olan Harbiye Kışlası`nın jimnastikhanesine nakledildi. Bu binanın restorasyonu 1959 yılında tamamlanarak, müze haline getirildi. Fakat yetersiz kalan bina yeniden restore edildi ve bir bölümü 1986’da tamamı ise 1993 yılında hizmete açıldı.Müzenin zengin koleksiyonunda; Osmanlı ordusunun her dönemine ait kıyafetler, ok ve yaydan çakmaklı tüfeklere kadar çeşitli silahlar, mühürler, zırhlar, padişah çadırı (otağ-ı hümayun), padişah kılıçları, sancaklar, Harbiye Nazırlarına ait fotoğraflar, Bizans Süvari Sancağı, Selçuklular’dan Cumhuriyet’e kadar kullanılmış çeşitli savaş eşyaları, Bizanslılar’ın Haliç’i kapattıkları zincir gibi çok sayıda ilginç eşya bulunmaktadır.

-Deniz Müzesi
1897`de Bahriye Nazırı Bozcaadalı Hüseyin Hüsnü Paşa`nın emri ile Amiral Arif Hikmet Paşa ve Yüzbaşı Süleyman Nutkî Bey tarafından Taşkızak Tersanesi`nde (eski mayın deposunun üst katı) Deniz Müzesi ve Kütüphanesi adıyla kuruldu. İlk objeler denizcilikle ilgili kişi ve kurumlardan hibe yahut satın alma yoluyla elde edildi. 1914`te Bahriye Nazırı Cemal Paşa zamanında ressam Ali Sami Boyar`ın gayretleriyle genişletilip modernleştirildi. I. Dünya Savaşı sırasında (1914-1918) ve sonrasında Bahriye Müzesi Müdürlüğü adıyla Tersane içinde iki kez yeri değiştirildi. 1939`da II. Dünya Savaşı`nın başlamasıyla müzedeki eserler Konya`ya taşındı ve ziyarete kapalı tutuldu. Savaş sonrasında eserler İstanbul Kasımpaşa`daki Divanhane (bugünkü Kuzey Deniz Saha Komutanlığı) binasının bir bölümüne taşınarak depolandı.
27 Eylül 1948`de Dolmabahçe Camii, sarayın garaj ve kayıkhanesi ile havuzunda Deniz Müzesi adıyla teşhire açıldı. 1956`da Dolmabahçe Caddesi`nin genişletilmesi sırasında kayıkhane ve garaj yıkılınca buradaki eserler eski Dolmabahçe Sahil Sarayı`nın Arabacılar Dairesi`ne taşındı. Bu taşınma sırasında Deniz Kuvvetleri`ne ait arşiv belgeleri Ağalar Dairesi`nde, kayıklar ve kadırga da Devlet Malzeme Ofisi`nin Beşiktaş`taki binasında depolandı. Dört yıl boyunca bir kısım malzemeleri Dolmabahçe Camii`nde halkın ziyaretine açık bulundurulan müze, 1960`ta halen bulunduğu Beşiktaş Vergi Dairesi`ne (eski Maliye binası) taşındı ve kütüphane ile birlikte hizmete sunuldu. 1970`te Deniz Kuvvetleri Komutanı Celal Eyiceoğlu`nun gayretleriyle müze binalarına ilaveten bir Kayıklar Galerisi yaptırılarak tarihi kayıklar ve kadırga da sergi kapsamına alındı. Aynı yıl müzenin arşiv kısmı Lalahan`a (Ankara) taşınmışsa da çok geçmeden İstanbul`a getirildi ve halen bulunduğu binada (Dolmabahçe Sarayı Arabacılar Dairesi) faaliyete geçti.
Müze bünyesinde halen bir kütüphane ile Tarihi Deniz Arşivi bulunmaktadır. Tarihi kayıklar galerisi, denizcilikle ilgili çeşitli objeleri içermesi bakımından müzenin en ilginç bölümünü oluşturur. Dünyada bir benzeri olmayan Osmanlı saltanat kayıkları, bu galeride tamamen orijinal şekilleriyle korunup sergilenmektedir. Buradaki en değerli eser ise 1648-1687 yılları arasında padişah olan IV. Mehmed`e ait tenezzüh kadırgasıdır. 40 m. boyunda, 5,90 m. eninde, 140 ton ağırlığında ve her küreği üç kişi tarafından çekilen (toplam 144 kürekçi) 24 çifte ve oturakla donatılmış bu orijinal kadırganın köşk kısmı da Türk el sanatlarının zarif bir örneğidir. Müzenin bahçesi de açık teşhir alanı olarak düzenlenmiştir. Burada Piri Reis haritasının mozayik röprodüksiyonu ile Osmanlı egemenlik sınırlarını gösteren üç duvar haritası, ayrıca ünlü Türk denizcilerinin büstleri, hava şartlarından etkilenmeyen diğer objeler ve orijinal mayınlar, torpidolar, deniz topları, denizcilikle ilgili kurumlara ait eski kitabeler vb. sergilenir. Deniz Müzesi`nde halen 3.742 eser bulunmaktadır. Kütüphanede bazıları yazma olmak üzere 20.000`i aşkın kitap mevcuttur. Tarihi Deniz Arşivi`nde Bahriye Nezareti dönemine ait 25.000.000 civarında tarihi eski yazılı belge yer alır.

-Mozaik Müzesi
Sultan Ahmet Camii Çarşısı M.S. 4 ile 6 yy. arasına tarihlenen eski “Büyük Saray” kalıntılarının üzerine inşa edilmiştir. Buraya ait yer mozaikleri çarşının alt tarafında, orijinal yerlerinde bulunmuştur. 1930’larda ortaya çıkarılan mozaikler büyük bir salonun tabanını süslemekteydi. Av, günlük yaşamdan sahneler ve dekoratif desenler yüksek kalitede işçilik eserleridir. Meduza Kafası, bir aslan avından sahneler, akantus yaprakları ile sarılmış büstler en göz alıcı sahnelerdir. Çok realist işlenen bu sahneler Roma Devri Antakya Ekolu üslubunda yapılmışlardır. Şehrin diğer semtlerinde bulunan mozaiklerde kalıplarla korunarak buraya getirilmişlerdir.

-Cumhuriyet Eğitim Müzesi
Cumhuriyet Eğitim Müzesi, Sultanahmet Endüstri Meslek Lisesi bahçesinde bulunan Tarihi Kılıçhane binasında, 1998 yılında hizmete açılmıştır. Müzenin bulunduğu Tarihi Kılıçhane binasının asıl adı dımışkıhane olup, Osmanlı İmparatorluğu`nun kılıç imalatının yapıldığı ve kılıç yapımının öğretildiği okuldur.İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet’in vezirlerinden Gedik Ahmet Paşa`nın girişimi ile 1454’te bir kılıç imalathanesi kurulmuştur. I. Mahmut döneminde (1730-1754) Sadrazam Yeğen Mehmet Paşa buradaki kılıç imalatını durdurarak binayı Yeniçeri askerlerinin elbiselerinin dikiminin yapıldığı (dikimhane) haline getirmiştir. Kılıçhane III. Selim döneminde (1789-1807) yeniden canlandırılarak 1868 yılına kadar varlığını sürdürmüştür. Mithat Paşa`nın girişimiyle 1868 yılında Kılıçhane binası ve çevresinde bulunan ek binalarda Sanayi Mektebi açılmasıyla Kılıçhane kapanmıştır.
Müzede Atatürk`ün Türk harflerini ilk kez yazdığı karatahta, Cumhuriyet öncesiyle ilgili resimler, okul künye defterleri, çeşitli dönemlere ait diplomalar, karne ve sicil defterleri, öğretmen okulu diplomaları, okullarla ilgili belgeler, gazete kupürleri, madalyalar ve eğitim araçları sergilenmektedir.

-Divan Edebiyatı Müzesi
1975 yılında müze olarak hizmete açılmış olan Galata Mevlevihanesi diğer adıyla Kulekapı Mevlevihanesi devrinin kültürünü ve sanatını yansıtan kurumlardan biridir. Yüzyıllar boyunca musiki ile bilimi bir arada kaynaştıran mevlevihanelerin Türk kültürüne etkileri büyük olmuştur. Mevlevihanelerin çevresinde toplanan pek çok kişi güzel sanatların pek çok dalında öğrenim görmüş ve bilimsel alanda kendilerinden uzun uzun söz ettirmişlerdir. Beyoğlu semtinde Yüksekkaldırım`a inen yokuşun başında yer alan mevlevihane, İstanbul`un en eski mevlevihanesidir. II. Sultan Beyazıd`ın beylerbeyi olan İskender Paşa`nın av çiftliği üzerine 1491 yılında inşa edilmiştir. İlk şeyhi de Mehmed Semâ-i Çelebi`dir. Mevlevihane Sultan III. Mustafa zamanında (1766) yangın geçirmiş, aynı sultan zamanında bugün ayakta olan mevlevihane yaptırılmıştır. Bina daha sonraki yıllarda Sultan III.Selim, II. Mahmud ve Abdülmecid zamanlarında onarım görmüştür. Faaliyetini 1925 yılına kadar sürdüren mevlevihane 1967-1972 yılları arasında tekrar onarılmıştır. Külliye halinde inşa edilmiş olan mevlevihane; semahane, derviş hücreleri, şeyh dairesi ve hünkar mahfeli, bacılar kısmı, kütüphane, sebil, muvakkithane, mutfak, türbeler ve hazineden oluşmaktadır.
Semahane : Müze olarak kullanılmakta olan bu ahşap kısmın giriş kapısı üzerinde Sultan Abdülmecid`in tamir kitabesi yer almaktadır ve 1853 tarihini taşımaktadır. Bina sekizgen planlıdır ve 18. yüzyıl Barok üslubunun güzel örneklerinden biridir. Bu bölümde Türk musiki aletleri ile, Mevlevi kültürüne ait eserler sergilenmektedir. Ahşap kafeslerle ayrılmış olan üst kısmında ise kronolojik sıra ile divan şairlerinin divanları ile mevlevihanede yetişmiş olan Şeyh Galib, İsmail Ankaravî, Esrar ve Fasih Dedeler ile Şair Leylâ Hanım`a ait el yazması eserler yer almaktadır. Şeyh dairesi ve Hünkar mahfeli üst kattadır.
Derviş Hücreleri : Kâgirdir ve yan yana dizilmiş odalardan meydana gelmiştir.
Türbeler : Şeyh Galib Türbesi; 19.yüzyıl başlarında Halet Said Efendi tarafından yaptırılmıştır. Kare planlıdır. İçinde mevlevihanede şeyhlik yapmış olan Mehmed Ruhi, Hüseyin, İsa Selim Efendiler ile Mesneviyi ilk şerh eden Şarih-i İsmail Ankaravî ve Şeyh Galib Efendi gömülüdür.Halet Said Efendi Türbesi; diğer türbe ile aynı tarihte yapılmıştır. Kare planlıdır. İçinde Şeyh Kudretullah, Ataullah efendiler ile Halet Said Efendi ve Ubeydullah Efendi`nin eşi Emine Esma Hanım gömülüdür.
Sebil ve Muvakkithane : Girişin sağında yer almaktadır. Kâgir olan yapı 19.yüzyıl başlarında inşa edilmiştir.
Kütüphane : Halet Said Efendi tarafından yaptırılmıştır. Muvakkithane`nin üst katında yer alır. İçinde 3455 cilt kitap bulunmaktadır.
Hâzire (Mezarlık) : Mevlevihanede şeyhlik yapmış olanlarla, eşleri, kudumzenler, neyzenler, divan sahibi şairler gömülüdür. Ayrıca Humbaracı Ahmed Paşa`nın, Türkiye`de ilk matbaayı kuran İbrahim Müteferrika`nın, ünlü bestekâr Vardakosta Seyyid Ahmed Ağa`nın, Nayi Osman Dede`nin ve Tepedelenli Ali Paşa`nın aile efradının mezarları bulunmaktadır. Mezar taşları yazı ve süslemeler açısından da çok değerlidir.

-Havacılık Müzesi
İlk havacılık müzesi, 1971 yılında İzmir Cumaovası sivil hava alanında ziyarete açılmış ve 1978 yılına kadar burada kalmıştır. 1974`te müzenin İstanbul`a taşınması gündeme gelmiş ve gerekli girişimler başlatılmıştır. Müze, 1985 yılında Yeşilköy`de ziyarete açılmıştır. O günden başlayarak yapılan çalışmalarla bugünkü modern tesisler kazanılmıştır.12.000 metrekare açık ve 3000 metrekare kapalı alan üzerinde sergilenen uçaklar arasında uçabilenler olduğu gibi, dünyada eşi kalmadığı için antika değerine sahip 1930`lu yıllara ait uçaklar da bulunmaktadır. Ayrıca Türk havacılık tarihi ile ilgili değerli eşya, maket, fotoğraf ve tarihi belgelerin de bulunduğu kapalı mekanların dışında açık mekanda da jet savaş uçakları, kargo ve savaş uçakları, helikopterler, uçaksavar, füze ve radar sergilenmektedir. Müzede ayrıca 50 kişilik modern sinema ve konferans salonu, uçak maketleri ve hatıra eşya satışının yapıldığı hatıra eşya satış reyonu, yazlık ve kışlık kafeterya bulunmaktadır.
Müze tarafından her yıl, açılış tarihi olan 16 Ekim`i kapsayan haftada, "Türkiye Plastik Model Uçak Yarışması" düzenlenmektedir. Müzeyi gezenler, çağdaş müzecilik anlayışıyla yaratılan ortamda dünya ve Türk havacılığının geçirdiği aşamaları izleyebilirler.

-İstanbul Modern Sanat Müzesi
İstanbul Modern ile, ülkemiz yıllardır özlemi çekilen uluslararası alanda bir müzeye kavuşurken, İstanbul yeni bir simge kazanıyor, ulusal kültür yaşamında bir dönüm noktası oluşuyor. İstanbul Modern, ülkemizin modern ve çağdaş sanat alanındaki birikimini ortaya koymayı, korumayı ve değerlendirmeyi amaçlıyor. Sanat gündemini belirleyen, eğiten, sevdiren, dinamik ve çok sesli ortamıyla toplumun geniş bir kesimine ulaşmayı hedefliyor. Sanatsal üretimi, yaratıcılığı, sanat ve toplum eğitimini geliştirerek, uluslararası kültürler arasında köprü işlevi üstlenmeyi ve bir “eğitim ve kültür merkezi” olarak müze yönetimine yeni bir anlayış getirmeyi planlıyor.Boğaziçi`nin güneyinde, tarihi yarımadanın ve Topkapı Sarayı`nın karşısında yer alıyor İstanbul Modern. Boğaziçi`nin en eski yerleşimlerinden Sycae`nin, bugünkü Galata`nın rıhtımındaki TC Denizcilik İşletmeleri`nin 4 No`lu antreposu yenilenerek tüm işlevleriyle gerçek bir modern müzeye dönüştürüldü. Çağdaş müzecilik anlayışıyla hizmet verecek olan İstanbul Modern`de kalıcı koleksiyon sergi galerisi, süreli sergi galerisi, fotoğraf galerisi, heykel bahçesi, yeni medya alanı, eğitim salonu, kütüphane, yeni medya alanı, sinema salonu, cafe ve müze mağazaları yer alıyor.
Sürekli Koleksiyon Sergisi: Sürekli Koleksiyon Sergisi Müzenin birinci katında kalıcı koleksiyon sergileri yer alıyor. Ülkemizdeki kurumsal koleksiyonlardan da katkılar sağlanarak, 20.yüzyılın başından günümüze Türk modern ve çağdaş sanatının ana eğilimleri ve önemli yapıtları tematik bir düzenle ve belirli aralıklarla yenilenerek izleyiciye sunuluyor.Sanatçıların farklı görsel dil ve tema uçlarında yoğunlaşmaları ve çeşitli yorumları, yalın ve paralel bir sergileme anlayışıyla sunuluyor. Bu karşılaştırmalı sergi düzeni ve geliştirilen sergi kavramları, sunulan yapıtlar üzerine yapılandırılacak eğitim programlarına da bir temel oluşturuyor.
Fotoğraf Galerisi: Fotoğraf Bölümü Ocak, Mayıs ve Eylül aylarında açılmak üzere, yılda üç sergi hazırlamayı ve Türk fotoğrafını temsil eden sergileri yurt dışına taşımayı da planlıyor. Tümü bağışlarla oluşturulan ilk koleksiyonun yanı sıra, arşiv çalışmalarına da bugünden başlanmıştır. Osmanlı dönemi fotoğrafçıları da gerek satın almalar gerekse bağışlarla bu büyük çalışmada yerini alacaktır. Geliştirilen koleksiyon çağdaş şartlarda korunacak ve İstanbul Modern Türk fotoğrafının bir aynası olacak. Müzenin fotoğraf bölümünde ayrıca, seminerler ve açık oturumlar düzenlenecek.
İstanbul Modern Sanat Kütüphanesi, adına uygun bir başvuru merkezi olarak tasarlandı. Öncelikli hedefi, araştırma ve eğitim amacıyla yaralanacak olanları tatmin edecek bir birikim yaratmak.Kütüphanenin çekirdeğini, Modern Türk Sanatı`nı konu edinen kaynaklar oluşturacak. Paralel olarak, Modern Dünya Sanatı`nın ana sorunlarını, akım ve eğilimlerini, belli başlı figürlerini kuşatan yapıtlara da yer verilecek. Üçüncü alan olarak ise, Sanat Eğitimi ve Müzecilik ile ilgili yayınlara ağırlık tanınması öngörüldü.İstanbul Modern Sanat Kütüphanesi için belirlenen kategoriler birkaç temel başlık altında toplanabilir: Sanat Ansiklopedileri, Sözlük ve Başvuru Kitapları; Sanatçı ve Sanat Akımı Monografileri; Müze ve Sergi Katalogları; Sanat Tarihi, Kuramları, Felsefesi, Eğitimi ve Estetik kitapları; Sanat Dergileri ve Koleksiyonları; Görsel ve İşitsel Arşiv. Enis Batur`un yönetimindeki kütüphanenin, orta vâde hedeflerinden biri de, özellikle Modern Türk Sanatı bağlamında, hem klasik ortamda hem de sanal ortamda hizmet verecek “Sanatçı Dosyaları” yaratmak. Osman Hamdi Bey`den başlayarak, bir klasörde, sanatçıyla ilgili görsel-işitsel ve yazılı malzemenin toplanacağı bu kaynakların, İstanbul Modern Yayınları için birer çıkış noktasına dönüşmesi amaçlanıyor. Kütüphane`nin, İstanbul Modern`in Arşiv bölümüyle eşgüdümlü biçimde, Modern Sanat`a ilişkin her türlü belgeyi toplamak, tasniflemek ve sınırlı hizmete açmak bir başka önemli hedefi olacak.

- Resim ve Heykel Müzesi
Dolmabahçe Sarayı’nın Veliaht Dairesi’nde 10 Eylül 1937‘de İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’ne (bugün Mimar Sinan Üniversitesi) bağlı olarak açılan müze, Atatürk’ün emriyle.Başlangıçta kurulmuştur.Dolmabahçe Sarayı’ndan, bakanlıklardan, çeşitli resim kuruluşlarından alınan resimlerle, Halil Edhem Eldem’in Elvah-ı Naşiye Kolleksiyonu adlı yapıtında ve 1936’da akademide düzenlenen 50 yıllık Türk Resim ve Heykel Sergisi’nde yer alan yapıtlarla oluşturulan müze, bugün Türk Resim Sanatı’yla ilgili en kapsamlı koleksiyonu barındırır. Müzede heykel, seramik ve özgün baskılar da yer almasına karşılık, ağırlık resimlerdir. Yapıtlardan bir bölümü Ankara ve İzmir Devlet Resim ve Heykel Müzeleri`yle Anadolu’nun çeşitli kentlerinde açılan devlet galerilerinde de sergilenmiştir. Süreli sergilerin açıldığı müzede ayrıca; bir resim onarım atölyesi vardır. Müzede yıl boyunca kısa süreli resim kursları da açılmaktadır.Dönemlere göre sınıflan-dırılarak 20 ayrı salonda sergilenmekte olan müzede ayrıca Bonnard, Pablo Picasso, Albert, Marquet, Andre Derain, Raoul Dufy, Maurice Utrillo, Henri Matisse ve A. Dunoyer de Sagonsac gibi bazı yabancı sanatçıların resim ve özgün baskıları da bulunmaktadır.

-Şehir Müzesi
Osmanlı İmparatorluğunun dördüncü büyük sarayı olan Yıldız Sarayı`nın Güzel Sanatlar binasında 1988 yılından beri hizmet vermektedir.Müzenin kuruluş tarihi 1939 yılına kadar inmektedir. Beyazıt’taki Belediye Kütüphanesi’nde açılan müze, 1945 yılından sonra Saraçhane`de bulunan Gazanfer ağa medresesinde Belediye Müzesi adı ile hizmet vermeyi sürdürmüştür.1988’de Yıldız Sarayı’na taşınan ve Şehir Müzesi adıyla yeniden hizmete açılan müze, sergileme alanı olarak düzenlenen, iki katlı uzun salondan oluşmaktadır. İstanbul kenti için önemli bir müze niteliğini taşıyan Şehir müzesinin koleksiyonunda genellikle 18 ve 19 ncu yüzyıla tarihlendirilen etnografik ve tarihsel nitelikteki eserler bulunmaktadır.Osmanlı dönemi İstanbul’unun sosyal hayatını yansıtan bu eserler, tablolar, yazı-resimler ve hat levhaları, kumaşlar, Yıldız ve eser-i İstanbul damgalı porselenler, çeşitli cam eserler, yazı (hat) malzemeleri, tarikat eşya ve alemleri, mutfak eşyaları, kahve takımları, buhurdanlar, sahanlar, takılar, mahfazalar, ölçek, terazi ve ağırlıklar, mühürler, cilt kalıpları, keramik ve çiniler, Tophane lüleciliği ürünleri vb. objelerden oluşmaktadır. Müzede tabloları sergilenen ressamlar Civanyan, Şevket Dağ, Henri Malla, Prieur Bardin, Mesrur İzzet, şerif Ferid, Halil Paşa, Sami Boyar, Ziya Keseroğlu, H.Vecih Bereketoğlu, İbrahim Çallı, Hikmet Onat, Feyhaman Duran, Kemal Zeren, Zeki Kocamemi, Ferruh Başağa, Elif Naci, Hamit Görele, Hakkı Anlı, Şefik Bursalı, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Mustafa Nuri ve Haşmet Akal’dır.Eserleri sergilenmekte olan hattatlar ise şunlardır : Mustafa İzzet, Sultan Abdülmecid, Mehmed Raşid, Sami Efendi, Mehmed İzzet, Hamit Aytaç, İsmail Hakkı Altunbezer, Şefik, Mahmud Celaleddin. Sergilenen diğer önemli eserler arasında II.Mehmed, II.Osman, 1.Mahmud tuğralı fermanlar, Tophane lüleleri, tarikat eşyaları, İstanbul’un değişik esnaf gruplarına aşt aletler, alemler,şerbet tasları ve güğümleri, 18-19. yüzyıl porselenleri ve üzerlerindeki resimler ile dikkati çeken eser-i İstanbul damgalı porselenler de bulunmaktadır.
 
-Türk ve İslam Eserleri Müzesi
Türk ve İslâm Eserleri Müzesi, Türk ve İslâm sanatı eserlerini topluca kapsayan ilk Türk müzesidir. 19. yüzyılın sonunda başlayan kuruluş çalışmaları, 1913 yılında tamamlanmış ve müze, Mimar Sinan`ın en önemli yapılarından biri olan Süleymaniye Camii külliyesi içinde yer alan imaret binasında 1914`de "Evkaf-ı İslâmiye Müzesi" (İslâm Vakıfları Müzesi) adı ile ziyarete açılmıştır. Cumhuriyet`in ilanından sonra ise "Türk ve İslâm Eserleri Müzesi" adını almıştır. Müze, Süleymaniye imaret binasından 1983 yılında, bugün içinde bulunduğu İbrahim Paşa Sarayı`na taşınmıştır. 16. yüzyıl Osmanlı sivil mimarî örneklerinin en önemlilerinden olan İbrahim Paşa Sarayı, Roma Dönemine uzanan tarihî hipodromun kademeleri üzerinde yükselir. Kesin yapılış tarihi ve nedeni bilinmeyen bu bina, 1520`de Kanuni Sultan Süleyman tarafından kendisine 13 yıl sadrazamlık yapacak olan İbrahim Paşa`ya hediye edilmiştir. Tarihlerin Topkapı Sarayı`ndan daha büyük ve görkemli olduğunu yazdığı İbrahim Paşa Sarayı, pek çok düğün, şenlik ve kutlamanın yanı sıra, karışık dönemler ve isyanlara da sahne olmuş, İbrahim Paşa`nın 1536`da öldürülmesinden sonra da aynı adla anılmış, başka sadrazamlarca da kullanılmış, kışla, elçilik sarayı, defterhane, mehterhane, dikimevi ve cezaevi gibi işlevler yüklenmiştir. Dört büyük iç avlu çevresinde yer alan saray, çoğu ahşap olan Osmanlı sivil yapılarının aksine, taştan yapılmış olması nedeniyle, yüzyılımıza tümüyle ulaşabilmiştir ve 1966-1983 yılları arasında onarılarak, Türk ve İslâm Eserleri Müzesi`nin yeni binası olarak bir anlamda yeniden doğmuştur. Bugün müze olarak kullanılan bölüm, sarayın tüm Osmanlı minyatürlerinde ve Batılı sanatçıların gravür ve tablolarında karşımıza çıkan büyük merasim salonu ve onu çevreleyen bölüm ile 2. avlusudur. Türk ve İslâm Eserleri Müzesi, 1984 yılında Avrupa Konseyi Yılın Müzesi Yarışması Jüri Özel Ödülü`nü, 1985 yılında da Avrupa Konseyi-Unesco tarafından çocuklara kültür mirasını sevdirme konusundaki çalışmalarından ötürü verilen ödülü almıştır.Konusunda dünyanın sayılı müzeleri arasında yer alan Türk ve İslâm Eserleri Müzesi, kırk bin eseri aşan koleksiyonu ile, İslâm sanatının hemen her döneminden ve her türünden seçkin eserlere sahiptir.
Halı Bölümü : Halı sanatının dünyadaki en zengin koleksiyonunu oluşturan halı bölümü ayrı bir önem taşımış ve müzenin uzun yıllar bir "Halı Müzesi" olarak ünlenmesine neden olmuştur. Müze, yalnızca Türkiye`nin değil, dünyanın en zengin halı koleksiyonuna sahiptir. Ender Selçuklu halılarının yanı sıra, 15. yüzyıla ait seccade ve hayvan figürlü halılar, 15.-17. yüzyıllar arasında Anadolu`da üretilen ve Batı`da "Holbein Halısı" olarak anılan geometrik desenli ya da kûfî yazıdan esinlenen halılar bu bölümün en değerli parçalarını oluşturur.İran ve Kafkas halıları, ünlü Uşak ve saray halı örnekleriyle zenginleşen Türk ve İslâm Eserleri Müzesi halı koleksiyonu bugün dünyada halı sanatı üzerine ciddi bir inceleme yapmak isteyenlerin başvurmaları gereken bir kaynaktır.
El Yazmaları ve Hat Sanatı Bölümü : 7. yüzyıldan 20. yüzyıla uzanan Türk ve İslâm Eserleri Müzesi yazma koleksiyonunun büyük bir bölümünü oluşturan Kur`an-ı Kerim`ler Müslümanlık`ın yayıldığı geniş coğrafi bölgelerden gelmektedir.Emevî, Abbasî, Mısır ve Suriye Tulunoğulları, Fatımî, Eyyubî, Memlûk, Moğol, Türkmen, Selçuk, Timurî, Safavî, Kaçar ve Anadolu Beylikleri ile Osmanlı hat sanatının yaratılarının bir arada izlenebildiği ender koleksiyonlardandır.Elyazmaları arasında, Kur`an`ların dışında, çeşitli konularda yazılmış (bazıları resimli) kitaplar, gerek konuları, gerek yazı stilleri, gerek ciltleri bakımından ilgi çekicidir.Osmanlı sultanlarının tuğralarını taşıyan fermanlar, beratlar, herbiri bir sanat eseri niteliğindeki tuğralar, Türk ve İran minyatürlü yazmaları, divanlar Türk ve İslâm Eserleri Müzesi`ni, bu alanda da, dünyanın önemli müzelerinden biri durumuna getirmektedir.
Ahşap Eserler Bölümü : Bu koleksiyonun en önemli parçalarını 9.-10. yüzyıl Anadolu ahşap sanatının örnekleri oluşturmaktadır.Anadolu Selçukluları ve Beylikler Döneminden kalan ender parçaların yanı sıra, Osmanlı Döneminin sedef, fildişi, bağa işlemeli ahşap eserleri, kakma sanatının eşsiz örnekleri, Kur`an cüzü muhafazaları, rahleler, çekmeceler bu zengin koleksiyonun ilgi çekici parçalarıdır.
Taş Sanatı Bölümü : Emevî, Abbasî, Memlûk, Selçuklu, Osmanlı dönemlerine ait, kimi motifli kimi figürlü, ama hemen hepsi yazılı taş eserler Türk ve İslâm Eserleri Müzesi`nde bir araya getirilmiştir. Selçuklu Dönemi taş sanatının ender ve seçkin örnekleri, av sahneleriyle, sphenks, griphon, ejder gibi masal yaratıklarının yer aldığı figürlü mezar taşları, kûfî yazılı erken dönem taş eserler, Osmanlı hat sanatının bir uzantısı olan değişik üsluplarda yazılmış kitabeler gerek nitelik, gerek nicelik açısından önemlidir.
Keramik ve Cam Bölümü : 1908-14 yılları arasında yapılan kazılarda bulunmuş keramik eserlerin ağır bastığı bu koleksiyonda Samarra, Rakka, Tel Halep, Keşan kaynaklı olanlar başta gelmektedir. Böylece Erken-İslâm Dönemi keramik sanatının aşamalarını Türk ve İslâm Eserleri Müzesi koleksiyonunda izlemek mümkündür. Anadolu Selçuklu ve Beylikler Dönemine ait, mozaik, mihrap ve duvar çinisi örnekleri ile Konya Kılıçaslan Sarayı alçı süslemeleri koleksiyonun bir başka önemli bölümünü oluşturmaktadır. Osmanlı çini ve keramik sanatı örnekleri, yakın dönem Kütahya ve Çanakkale seramikleri ile noktalanmaktadır.Cam koleksiyonu ise, 9. yüzyıl İslâm cam sanatı örnekleriyle başlayıp, 15. yüzyıl Memlûk kandillerini, Osmanlı Dönemi cam sanatı örneklerini kapsar.
Maden Sanatı Bölümü : Büyük Selçuklu İmparatorluğu dönemine ait, tarihli ender örnekler Anadolu Selçuklu döneminden havan, buhurdan, ibrik, ayna, dirhemlerle başlayan Türk ve İslâm Eserleri Müzesi Maden Sanatı Koleksiyonu, Cizre Ulu Camii kapı tokmakları ve İslâm maden sanatı alanında önemli bir yeri olan burç ve gezegen sembolleriyle bezeli figürlü 14. yüzyıl şamdanlarıyla önemli bir koleksiyon oluşturmaktadır.16. yüzyıldan başlayıp, 19. yüzyıla ulaşan Osmanlı maden sanatı örnekleri arasında ise gümüş, pirinç, tombak, murassa (değerli taşlarla süslü) sorguç, kandil, gülabdan, buhurdan, leğen ve ibrikler yer almaktadır.
Etnografya Bölümü : Uzun yıllar boyunca toplanan etnografik parçalar, Türk ve İslâm Eserleri Müzesi`nin İbrahim Paşa Sarayı`na nakliyle sergilenme olanağını bulmuştur.Müzenin en genç bölümü olan bu koleksiyonda, Anadolu`nun çeşitli bölgelerinden toplanmış halı-kilim tezgâhları, dokumalar, yün boyama teknikleri, halk dokuma ve işleme sanatı örnekleri, yöresel zenginlikleri içinde kostümler, ev eşyaları, el sanatları, el sanatı aygıtları, göçer çadırları kendilerine özgü mekânlar içinde sergilenmektedir.

-Galatasaray Müzesi
1868`de Galatasaray Lisesi Tanzimat hareketi yönunde tekrar kurulduğunda, 3. Napolyon`un hediyesi olan Tarih-i Tabiiye Müzesi`nin mektepte tesisiyle Galatasaray müze mevhumuyla tanıştı. 1909`da konferans salonunda Fransızca konuşularak yapılan Klüp Genel Kurulu, "Mektebimizin bir köşesinde hatıralarımızı saklayacağımız bir müze" tesisini amaç olarak belirtti ve 1913`te Kalamış`ta Galatasaray Klübü`ne tahsis edilmiş merkez binasında müzeyi tesis etti. 1918`de Birinci Dünya Harbi`nden sonra İstanbul`un işgalinde bina Galatasaray¹dan alınınca müze eşyaları Ali Sami (Yen) Bey tarafından bir zabıtla, korunmak üzere, mektep müdüriyetine teslim edilerek işgal ve Milli Mücadele sırasında burada muhafaza edildi.Cumhuriyet`ten sonra mektebin konferans salonu yanındaki fuaye, sonra resimhanede muhafaza ve teşhir edilirken Atatürk`ün ziyareti gerçekleşti ve resmini imzaladı.1942`de Recep Peker başbakanlığındaki hükumet mektepte ayrı bir müze binası yaptırılmasına izin verdi. O zamanki Istanbul Valisi Lütfi Kırdar, bahçe önündeki binaları istimlak etti ve gerekli tahsisatın oluşturulmasına başlandı. 1970 yılında bugünkü mektep girişine eklemlenmiş bina tamamlandı ve Galatasaray Müzesi buraya taşındı. Mekanın temininden sonra müze faaliyeti ve teşkilatı 3 esasa dayandı: 1- Müze eşyasının korunması 2- Müzeye devamlı yeni eşya temini. (Her yıl Ekim ayındaki kuruluş yıldönümünde klüp, o yıl kazanılan kupa ve ödülleri müzeye teslim eder. Ayrıca Galatasaraylılar ellerindeki belge ve eşyaları da müzeye teslim etmektedirler.) 3- Kültür değeri olarak müze konu ve kapsamını kamunun bilincine aktaracak teşhiri yapacaktir.Klüp başkanının atadığı bir heyet tarafından yönetilen müze, Galatasaray Lisesi ve Spor Klübü`nün ortak müzesi kimliğindedir.

-Kariye Müzesi
İstanbul`da Edirnekapı semtindedir. Kariye (Khora) sözcüğü eski Yunanca`da kent dışı, kırsal anlamına gelirdi. Kaynaklarda çok eski bir tarihe ait sur dışında bir şapelden söz edilmektedir. Bu şapelin yerine ilk Khora Kilisesi Iustinianos`ça yeniden yaptırılmıştır. Çeşitli ek ve onarımlarla Kommenoslar Dönemi`ne kadar ulaşan yapı, surlara yakın Blakhernai imparatorluk sarayının genişlemesiyle önem kazanmıştır. 11. yüzyılın sonlarında İmparator I. Aleksios`un kayınvalidesi Maria Doukaina kiliseyi yeni baştan inşa ettirmiştir. Kilise kubbesi dört kemerle taşınan kiborion şeklinde bir mekâna sahiptir. 1204-1261 yılları arasındaki Latin işgali sırasında manastır ve kilise çok harap duruma gelmiştir. II. Andronikos (1282-1328) döneminde devrin ileri gelenlerinden, edebiyatçı, şair, ve hazine nazırı Theodoros Metokhites 1313`e doğru bu manastır ve kiliseyi onartmış, binanın kuzeyine bir ek, batısına bir exonarteks ve güneyine bir şapel (parekklesion) ekletmiştir. Ayrıca bu ekler mozaik ve freskolarla süslenmiştir. Güney cephede uzanan dar uzun tek nefli bir şapel olan parekklesion bir bodrum üzerine yapılmıştır. Üstü kısmen kubbe, diğer kısımları tonozla örtülüdür. Tek apsisi vardır. Bütün batı cephesi boyunca uzanan exonarteks bugünkü cepheyi oluşturur. Kuzey kanadı ise önemsiz bir dehlizden ibarettir. Yapının orta mekânını örten kubbe yüksek kasnaklıdır. Türk döneminde onarım görmüştür ve ahşaptır. Dış cephelerde yuvarlak kemerler, yarım payeler, nişler ve taş tuğla örgü sıraları ile plastik ve hareketli bir görünüm sağlanmıştır. Doğu cephesi dışa taşkın apsislerle bitmektedir. Orta apsis dıştan yarım kemerli bir payanda ile desteklenmiştir. İstanbul`un fethinden sonra bir süre daha kilise olarak kullanılan binayı 1511`de Vezir Hadım Ali Paşa camiye dönüştürmüştür. Daha sonra da yanına bir okul ve aşevi eklenmiştir. Mozaik ve freskolar cami olduktan sonra bazen tahta kepenklerle, bazen de badana ile örtülmüştür. 1948`den 1958`e kadar Amerikan Bizans Enstitüsü`nün yaptığı çalışmalar sonunda tüm mozaik ve freskolar ortaya çıkarılmıştır.
Kariye mozaik ve freskoları Bizans resim sanatının son dönemine ait (14. yy.) en güzel örnekleridir. Bu mozaik ve freskolar şaşırtıcı bir benzerlik gösterir. Önceki dönemin yeknesak fonu burada görülmez. Derinlik fikri, figürlerin hareket ve plastik değerlerinin verilişi, figürlerdeki uzama bu üslubun özellikleridir. Dış nartekste İsa`nın hayatı, iç nartekste ise Meryem`in hayatı ile ilgili sahneler yer alır. Dış narteksten iç nartekse geçilen kapının üzerinde bir Pantokrator İsa vardır. Sol tarafta İsa`nın doğumu, Vali Quirinus`un önünde nüfus sayımı, meleğin Yusuf`a görünüp Meryem`i alıp gitmesini öğütlemesi, ekmeğin çoğaltılması, suyun şaraba dönüştürülmesi; sağ tarafta ise haberci kralların İsa`nın doğumunu haber vermesi, felçlilerin iyileştirilmesi ve çocukların katli gibi sahneler vardır.
İç nartekse geçildiğinde en güzel mozaik Deisis`tir. Ortada İsa, solunda Meryem, Meryem`in altında İsaakios, Kommenos ve İsa`nın sağında bir rahibe görülür. Bu kadın VIII. Mikhael Palaiologos`un kızıdır. Moğol Prensi Abaka Han ile evlendirilmiş ve kocasının ölümünün ardından İstanbul`a dönerek rahibe olmuştur. Bu bölümde kubbede İsa ve dilimler içinde İsa`nın ecdadı gösterilmiştir. Ana kiliseye giriş kapısı üzerinde ortada İsa, sol tarafta kiliseyi onaran ve mozaiklerle süsleyen Theodoros Metokhites kilisenin maketini sunar şekilde gösterilmiştir. Meryem`in İncil`de yer almayan hayat hikayesi ise apokriflere dayalı konulardan alınmıştır. İç nartekste Meryem`in doğumu, ilk adımları, Cebrail`in Meryem`e bir çocuğu olacağını haber vermesi, tapınağa örtülecek örtü için yün alınması gibi sahneler yer almaktadır. Esas kilisenin iç kısmında Meryem`in ölümü, çocuk İsa`yı taşıyan Meryem ve bir aziz mozaiği yer alır. Parekklesion`un tümü freskolarla süslüdür. Apsiste görülen Diriliş (Anastasis) sahnesi bir şaheserdir. Onun üst kısmında yer alan Son Duruşma sahnesi burada tüm olarak gösterilmiştir. Parekklesion`un sağ ve solunda görülen nişlerin mezar olduğu bilinir. Parekklesion kubbesinin ortasında Meryem ve Çocuk İsa, dilimlerinde ise 12 melek tasviri görünmektedir.

-Karikatür ve Mizah Müzesi
Türkiye`de karikatür müzesi fikri ilk olarak 1975 yılında ortaya çıkmış ve mekan olarak da Gülhane Parkı`ndaki Tanzimat Müzesi düşünülmüştü. Ancak daha sonra bazı sebeplerden dolayı bu mekandan vazgeçildi ve müze aynı yıl Karikatürcüler Derneği`nin girişimi ile İstanbul Belediyesi tarafından Tepebaşı`nda hizmete açıldı. Karikatürcüler Derneği`nin de desteği ile bir süre burada faaliyet gösteren müze, 12 Eylül 1980 tarihinde kapatıldı ve daha sonra yıkılarak yerine TÜYAP binası yapıldı. Müzedeki eserler bir süre çeşitli mekanlarda saklandı.İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından 27 Şubat 1989`da Karikatür ve Mizah Müzesi adıyla tekrar açılan müzenin yeni mekânı Saraçhanebaşı`ndaki Bozdoğan Kemeri`nin bitişiğinde Atatürk Bulvarı üzerinde yer alan Gazanferağa Külliyesi`dir. Darüssade ağalarından Gazanfer Ağa tarafından 16. yüzyıl sonlarında, mimar Davut Ağa`ya yaptırıldığı bilinen külliye bir medrese ve sebilden oluşmaktadır. Külliye 1945-1988 yılları arasında İstanbul Belediye Müzesi olarak kullanılmıştır. Belediye Müzesi`nin Yıldız`a taşınmasıyla da tarihi dokusuna uygun olarak onarılıp Karikatür ve Mizah Müzesi olarak düzenlenmiştir. Bugün Karikatürcüler Derneği ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi`nin ortak uyumu ile etkinliklerini sürdürmektedir.Çok zengin bir arşive sahip olan Karikatür ve Mizah Müzesi`nde 20.000`den fazla yerli ve yabancı orjinal karikatür bulunuyor. Her karikatüristin özel dosyalarının bulunduğu arşivde bütün çalışmalar kişilere, ülkelere ve konularına göre sınıflandırılmış durumda.
Bir müze olmanın dışında çeşitli etkinliklerin de yapıldığı bu mekanda, sergi salonlarında iki tür sergi yapılıyor. Birincisi Türk karikatürünün başlangıcından 1960`lara kadar olan dönemini kapsayan sürekli sergi, ikincisi yerli ve yabancı karikatüristlerin eserlerinin tanıtıldığı kişisel ya da karma sergilerdir. Ulusal ve uluslararası bazı karikatür yarışmalarının elemelerinin, jüri toplantılarının da yapıldığı müzede her ay en az bir sergi etkinliği yapılıyor. Ayrıca karikatür sanatı ile ilgili çeşitli paneller, söyleşiler, anma toplantıları, video gösterileri gibi etkinlikler de düzenleniyor.Müze`nin en önemli bölümlerinden biri olan zengin mizah kitaplığında, hiçbir yerde kolay kolay bulunamayacak Türkiye`de ve dünyada yayınlanmış ya da yayınlanmakta olan kültürel yayınlar, mizah dergileri yer alıyor ve herkese açık.Müze`deki özgün baskı atölyesinde dileyen herkese bir uzman tarafından özgün baskı teknikleri öğretiliyor. Ayrıca müzede karakalem teknikleri ile ilgili resim dersleri de veriliyor. Müzeye giriş ve etkinliklerden yararlanmak ücretsizdir.
 
ANITLARI, KULELERİ VE MEYDANLARI

-Taksim Cumhuriyet Anıtı
Zaferle sonuçlanan İstiklal savaşı ve kurulan genç Cumhuriyet`in, Osmanlı`nın eski “payitaht”ı olan İstanbul`a da benimsetilip özdeşleştirilmesi amacıyla yaptırılmıştır.Cumhuriyet`in ilk yıllarında caddenin adı “cadde-i Kebir”ken “İstiklal caddesi” olarak değiştirilmiştir ama, kentsel gerçeklik boyutlarında bu yeterli görülmemiş, Cumhuriyet`in coşkusunu, Kurtuluş Savaşı`nın öyküsünü yeni kuşaklara daha çağdaş bir dille, bir anıtla anlatmanın, daha da anlamlı olabileceği düşünülmüştür. Bu görüşle de halkın bir yandan parasal katkısını sağlamak için girişimlerde bulunulurken, öte yandan ünlü İtalyan yontucu Pietro Canonica yapım için çağrılmıştır. İki genç Türk; Hadi (Bara) Bey ve Sabiha (Bengütaş) Hanım`ın yardımlarıyla, anıt 1928`de tamamlanmıştır.Açılışta, çevre düzenlenmemiştir; bomboş bir alanın ortasında yer almıştır. Dönemin ünlü mimarı Mongeri, dairesel bir düzen kurar ve Taksim`de anıtıyla, yoluyla bir meydan haline dönüşür. Anıt, 11 m yükseklikte pembe ve yeşil renkli mermerle kaplı, dört yüzünde sivri kemerlerle belirlenen, küçüklü büyüklü, açılı kapalı nişlerden oluşturulan dikdörtgen bir kitledir. Yarım daire ve yay parçalarından oluşan genişçe bir taban üzerinde yükseltilmiştir.Kapalı nişlerin içleri bir hayli kalabalıktır: Bir yüzde Kurtuluş Savaşı`nı gerçekleştiren halk, askerler, kumandanlar, Mustafa kemal, İsmet ve Fevzi Paşalar; öteki yüzde de Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal, Büyük Millet Meclisi üyeleri, öğrenciler ve halk bulunur. Diğer iki yüzde de, sancak tutan kahramanlar, madalyon içinde, savaşta erkekleşen Türk kadınları yer alır. Bu başarılı kompozisyonlar, savaştan barışa, yokluktan Cumhuriyet`in parlak geleceğine geçişi inançlı bir coşkuyla vurgulamıştır.

-Barbaros Hayrettin Paşa Anıtı
1534 yılında Kanuni Sultan Süleyman tarafından Kaptan-ı Deryalığa yükseltilen Barbaros Hızır Hayrettin Paşa (Doğ.1466), 1546 yılında vefat etmiştir. 21 Eylül 1534 yılında bizzat kendisi tarafından yazdırılmış Barbaros Vakfiyesi’nde Beşiktaş’taki medrese yanına yaptırdığı türbeye defnedilmesini ve kabrinin üzerinde kandil yakılmasını vasiyet etmiştir. Mimar Sinan tarafından 16. yüzyıl Osmanlı klasik mimarisine uygun bir türbe inşa edilmiştir. Kesme taştan, sekizgen planlı olarak yapılmış ve kubbesi sekizgen kasnak üzerindedir. Kapı önündeki revak, mermer iki sütunla taşınan sivri kemer üzerine çapraz tonozun oturtulmasıyla oluşturulmuştur. Türbenin yedi cephesinde iki sıra halinde toplam 14 pencere bulunur. Pencere üstü ve kubbesi kalem işleriyle bezelidir. Türbenin içinde Kaptan-ı Derya Cafer Paşa, Barbaros'un oğlu ve eşinin mezarları da yer alır.Türbe sürekli açık olmayıp, sadece 1 Temmuz Kabotaj Bayramı, 4 Nisan Deniz Şehitlerini Anma Günü gibi özel günlerde resmi ziyarete açılmaktadır.Barbaros Hayrettin Paşa Anıtı, heykeltraş Zühtü MÜRİDOĞLU ve Ali Hadi BARA tarafından 1942 yılında, bronz dökümden yapılmıştır.

-Ulus Atatürk Anıtı
O günkü adıyla Hakimiyet-i Milliye olan Ulus Meydanı’nda bulunan Zafer Abidesi, Yeni Gün Gazetesi sahibi Yunus Nadi Bey’in önderliğinde Türk ulusunun maddi katkılarıyla yaptırılmıştır. Anıtın yaptırılması için tüm yurt çapında bir kampanya başlatılmış ve kampanya dahilinde açılan yarışmayı yürütmek üzere, bir yurttaş komitesi kurulmuştur. Komite tarafından Fransızca ve Osmanlıca bir şartname hazırlanmış ve hazırlanan şartnamede, Kurtuluş Savaşı’nın kime karşı, nasıl ve hangi amaçlarla yapıldığı geniş şekilde açıklandıktan sonra, zaferin önderi olan Mustafa Kemal’in kişiliği ve özellikleri ayrıntılı olarak tanımlanmıştır. Bu iş için kurulan özel komite, dikilecek olan anıtın formuna ilişkin seçenekler üzerinde görüş alışverişinde bulunduktan sonra; Gazi Mustafa Kemal Paşanın bir kaide üzerinde ayakta, sivil giyimli bir cumhurbaşkanı olarak tasvir edilmiş, doğal büyüklükte bir bronz heykelinin dikilmesine karar vermiştir. Burada, anıtın konulacağı Hakimiyet-i Milliye Meydanı’nın planı, çevresindeki yapılarla birlikte verilmiştir.Yarışmaya gönderilen projeler içinde, Avusturyalı heykeltraş Heinrich Krippel’in projesi beğenilerek yapımına başlanmış ve heykel 24 Kasım 1927 Perşembe günü yapılan bir törenle açılmıştır.
Anıtın Sanatsal Özellikleri
Anıt bir heykel grubu olarak tasarlanmış ve tamamlanmıştır. Burada esas vurgulayıcı olan, Türk milletinin Kurtuluş Savaşı’nda gösterdiği birlik beraberlik sonucu ortaya çıkan başarıdır. Üçgen bir kaide üzerinde duran heykel grubu, Cumhuriyetin kurulduğu Büyük Millet Meclisi ve İstasyon yönüne bakmaktadır. Kaide üzerinde bütünlük gösteren heykellerden önde iki Mehmetçik bulunmaktadır. Bunlardan sağdaki, arkadaşlarını savaşa çağıran, soldaki düşmanı gözetleyen Mehmetçik heykelleridir. Arkada ise mermi taşıyan Türk kadını heykeli bulunmaktadır.
Heykel grubunun tam ortasında, çokgen bir kaide üzerinde yine çokgen plana sahip ve daralarak yükselen anıtın asıl kaidesine ulaşılır. Mermerden olan bu kaidenin güney cephesinde üstte, Sakarya’da düşmanı yenen Türk askeri; altta savaş sırasında Mustafa Kemal, komutanlar ve Türk askerinin tasvir edildiği kabartmaların yer aldığı iki pano bulunmaktadır. Anıt kaidesinin kuzey cephesinde mermere kazılmış kabartma iki panodan üsttekinde zaferden sonra resmi geçit yapan Türk askeri, alttakinde ise kağnılarla cepheye silah ve cephane taşıyan Türk köylüsü tasvir edilmiştir.
Mermer kaidenin ön yüzünde, içeri girinti yapan üç yüzlü bölümün üst kısmında, üç adet doğan güneş motifi ve bunları çerçeveleyen çelenk motifi bulunmaktadır. Anıtın çokgen kaidesinin daralarak yükselen en üst kısmında anıtı çevreleyen, bir sıra halinde Mustafa Kemal’in altın varakla yazılmış özlü sözleri bulunmaktadır. Anıtın mermer kaidesinin arka yüzünde, ortada kabartma olarak topraktan çıkan ancak bir dalı kırılmış ve kırık yerin üzerinden daha gür bir şekilde yükselen hayat ağacı motifi bulunmaktadır.Üzerindeki özlü sözlerle, sanat ve tarihi değeri büyük olan kabartmaların bulunduğu oldukça yüksek mermer kaide üzerinde, şartnamede sivil giyimli bir cumhurbaşkanı olarak tasvir edilmiş, doğal büyüklükte bir bronz heykelin dikilmesine karar verilmiş iken, o günün şartları içinde mareşal üniformalı Gazi Mustafa Kemal, dört ayağı üzerine sağlamca basan Sakarya isimli atı üzerinde bronzdan tasvir edilmiştir.Maarif Vekaleti’nin 1947 yılında yanmasından sonra açılan proje yarışması sonunda, binanın yerine bugünkü Emek Çarşısı ve İşhanı yapılırken; Zafer Abidesi de bu proje kapsamında ele alınarak, eski yerinden güneye doğru kaydırılarak bugünkü yerine taşınmıştır.Ulus Atatürk Anıtı, Ankara Valiliğinin katkılarıyla Kültür Bakanlığı tarafından 2002 yılı Ağustos ayı içerisinde gerçekleştirilen restorasyonla, onarımı ve temizliği yapılarak bugünkü görünümüne kavuşturulmuştur.
Heykeltraş Heinrich Krippel
27 Eylül 1883 yılında Viyana’da doğdu. Heykel öğrenimini Viyana Güzel Sanatlar Akademisinde yapmış, önceleri mezar ve portreler üzerinde çalışmıştır. 1925-1938 yılları arasında Türk Hükümeti’nin davetlisi olarak geldiği Türkiye’de, Sarayburnu Atatürk Heykeli (1925), Konya Atatürk Heykeli (1926), Ankara Atatürk Heykeli (1927), Samsun Atatürk Anıtı (1931), Afyon Karahisar Zafer Anıtı (1935), Ankara Sümerbank içindeki Oturan Atatürk Anıtı (1938) gibi eserler bırakmıştır.Atatürk, bu eserler için sanatçıyı köşkte misafir etmiş ve ona anıt için poz vermiştir. Anıt grubunun heykelleri sanatçının Viyana’daki atölyesinde tasarlanmış, Viyana Birleşik Maden İşletmeleri’nde bronza dökülmüş, parçalar halinde Türkiye’ye getirilerek yerlerinde monte edilmiştir. Sanatçı 5 Nisan 1945 tarihinde Viyana’da bir mide ameliyatı sonrasında ölmüştür.
Anıttaki Yazılar
Kaidenin en üst kenarını çevreleyen kuşakta ;“Türk milleti, muzaffer istihlas ve istiklal cidalini ve muazzam asri inkılaplarını, en manidar bir remz ile, en iyi ifade edebilecek şekli, yukarki hakiki timsalde bulur.”
Kaidenin ön cephesinde ; “Artık badema, sine-i millete bir ferdi mücahit olarak çalışacağım. 8 Temmuz 1919, Erzurum.” “Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini.”
Kaidenin sağ tarafında ;“Düşman ordusunu vatanın harimi ismetinde boğarak, behemahal naili halas ve istiklal olacağız. 6 Ağustos 1919”
Kaidenin sol tarafında ise ; “Düşmanın anasıra asliyesi imha edilmiştir. Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri. 1 Eylül 1922” yazmaktadır.

-Çemberlitaş( Konstantin Sütunu )
Çemberlitaş, Divanyolu üzerinde yer alır. Roma Apollon Tapınağı`ndaki sütun I. Konstantin (M.S. 324 -337) tarafından İstanbul`a getirilmiştir. Başlangıçta tepesinde, pagan geleneğin uzantısı olarak bir elinde haç, diğer elinde mızrak taşıyan bir Apollon heykeli vardı. Yıldırım düşmesiyle parçalanan heykelin yerine daha sonra mermer bir haç koyulmuştur. Osmanlılar döneminde haç indirilmiş fakat sütuna dokunulmamıştır. 1700`de Sultan II. Mustafa sütunu çemberlerle sağlamlaştırmış, günümüzdeki kaideyi inşa ettirmiştir. Kulenin yüksekliği 35 metredir. .S. 330’da Başkentin Roma’dan İstanbul’a nakli sebebi ile şehrin ikinci tepesindeki büyük oval bir meydanın ortasına, Konstantin in şerefine dikilmişti. Form Konstantin diye bilinen meydanın etrafı sütunlu galeriler ile çevriliydi. Çemberli taş, yanık sütun olarak ta bilinir. Orijinalinden daha kısa hali ile günümüze gelebilmiştir. Eskiden üstünde Büyük Konstantin’in güneş tanrısı pozundaki heykeli bulunurdu. Sütunun porfir blokları zamanla ve yangınlardan çatladığı için demir çemberlerle çevrilmiştir. Mermer başlık 12 yy., alttaki örme takviye kısmı 18 yy. aittir. Sütunun dibindeki küçük bir odada erken Hıristiyanlığa ait kutsal emanetler odası olduğuna inanılırdı. Buradan geçen ana yol Büyük Konstantin devrinden beri aynı güzergâhtadır.

-Dikilitaş
Sultanahmet Meydanı’nda, ‘Hipodrom’da bulunan Obelisk (dikilitaş) Mısır’ın 18. Sülâle hükümdar-ların dan III. Thutmosis’in (M.Ö. 1502-1448) Asya’da kazandığı zaferlerin anısına 1450’de diktirdiği taştır.Yıllarca Mısır’da kalan taş Firavunların tarihten silinmesinden sonra, burada kurulan yarı Hellen yarı Mısır bir devlete, sonra da Romalıların eline gemiştir. Bu dönemde, Romalılar, şehirlerini süslemek için Mısır’da bulunan anıtları kullanıyorlardı. I. Constantius da, yeniden kurduğu Constantinopolis’de Hipodromu süslemek için çeşitli anıtları buraya taşıttırıyordu. Oğlu II. Constantinus (337-361), taşı İstanbul’a götürülmek üzere İskenderiye’ye taşıtmak istemiş, ancak bunu başaramamıştır ve taş kıyıda bırakılmıştır. Daha sonra, İmparator Julianus’un (361-363) emriyle İskenderiyeliler taş için özel bir gemi yapmışlar. Taşın İskenderiye’den ne zaman ve kim tarafından İstanbul’a getirildiği ve nasıl taşındığı bilinmiyor. Hipodrom’u süslemek üzere getirilen taş, kaidesinde bulunan yazıtlara göre bir süre yerde yatmış ve I. Theodossius zamanında 390 yılında, Hipodrom ortasındaki "Spina" denen duvarın üzerine, bugünkü bulunduğu yere yerleştirilmiştir. 19,59 m yüksekliğindeki taşın, bugün bulunduğu Sultanahmet Meydanı’na getirilmesi için Marmara Sahilinden meydana kadar demir bir yol yapılmıştır.Bugün tam olmayan taşın 6 metrelik parçası eksiktir. Eksik parçanın nedeni bilinmiyor. Başlangıçta şehrin başka bir yerine dikildiği ve bir depremde düşüp kırıldıktan sonra üst parçanın da şimdiki yerine dikildiği düşünülüyor. Ya da, taşınırken kırılmış olabilir. İstanbul’daki dikilitaşın ve eşinin Karnak’da Amun-Ra mabedinin sütunları üzerinde resimleri işlenmiş. Bu resimlerden de taşın eksik olduğu anlaşılıyor. Dikilitaş dört yüzünde kabartmalar bulunan 6 m yüksekliğinde mermer bir kaidenin üstünde yer alan dört tane tunç takoza oturmaktadır.Kaidenin üzerindeki kabartmalarda imparator. I. Theodos- sius’un savaşları ve Hipodrum’daki yaşantısı işlenmiştir. Dikilitaş’ın tepesinde bulunan ve Dünya’yı simgeleyen tunç küre 865 yılındaki bir depremde düşmüş ve bir daha da yerine konulmamıştır. Dört yüzde de devamlı olarak Mısır Tanrılarından Amun-Ra ve Horus anılmakta ve Thutmosis’in yüceliğinden söz edilmektedir. Dikilitaş, Bizans dönemi boyunca uzun yıllar Hipodrom’da meydana gelen çeşitli politik olaylara, araba yarışlarına, ayaklanma ve cinayetlere seyirci olmuştur. 17. yüzyılda Evliya Çelebi Seyahatnamesinde taştan, İstanbul’u afetlerden koruyan bir tılsım olarak sözetmiştir. Türklerin dönemi boyunca, taş yabancıların ilgisini çekmiş, resimler ve gravürlere konu olmuştur.Osmanlı döneminde de Hipodrom’da taş çevresinde birçok olay olmuş ve toprak yükselerek kaidenin alt kısmı gömülmüştür. 1857’de, C.T. Newton kaidenin etrafında kazı yaparak yeniden açmıştır. O tarihten beri Dikilitaş yuvarlak ve demir parmaklıklarla çevrili bir çukurda durmaktadır. 20. yüzyılın ilk yarısında taşın yosunlanmış cephesi temizlenmiş ve yenilenmiştir.

-Burmalı Sütun( Yılanlı Sütun )
Kökeni araştırıldığında birbirine sarılmış üç tunç yılanın başları üzerinde taşıdığı antik devre ait üç ayaklı bir tütsü kazanı olduğu anlaşılan bu anıt da Yunanistan’ın Delfi şehrinden Constantinus I tarafından İstanbul’a getirilmiştir.Yılanlı sütun, M.S. 5. yüzyıl sonlarında Yunanlıların memleketleri istila eden Perslere karşı kazandıkları Platea (479) ve Salamis (480) zaferlerinin bir hatırası olarak ele geçen silahların eritilmesiyle yapılmış ve bir şükran ifadesi olarak da Delfi Apollon mabedine hediye edilmiştir.Perslere karşı müttefik olarak savaşan 31 Yunan kolonisinin baş şehirlerinin isimleri sütunun üzerine kazılmış olup bugün de bunlar okunabilmektedir. İstanbul’daki anıtların en eskilerinden biri olan yılanlı sütun aslında 8 m. boyunda ve 29 burmadan ibaret olmasına rağmen halen sadece 5 m. lik bir kısmı ayakta durmaktadır. Yılanların başları üzerinde taşıdığı mitolojik üç ayaklı kazan ise daha sütun İstanbul’a getirilmeden önce Delfi’de kaybolmuştu.Günümüze ulaşamayan yılanların başlarının XVII. yüzyıl sonlarına kadar bulunduğu Hünernamedeki minyatürler ile Alman ressamlarından Bretchenda ve Davis’in resimlerinden öğreniyoruz.Bu başların ne zaman ve nasıl koptuğu kesin olarak bilinmemekle beraber içlerinden bir tanesinin yalnızca üst kısmı İstanbul Arkeoleji Müzesi’nde bulunmaktadır.

-Gotlar Sütunu
Topkapı Sarayı dış bahçesinde,Gülhane Parkı Sarayburnu girişinde bulunan Ve Roma Devri'nden günümüze hiç değişikliğe uğramadan gelen en eski abidedir.3.veya 4.yy'da dikilmiş olan sütun yüksek kaide üzerinde 15m.boyunda monalit mermerdir.Sütun başı korint uslubunda kartal arması ile süslüdür.Got'lara karşı kazanılan zaferden bahseden kitabe satırlarından dolayı Gotlar Sütunu adıyla anılır.Etrafını saran Yüksek ağaçlar arasına saklanmış gibi durmaktadır.

-Alman Çeşmesi
Sultanahmet Meydanı`nda, Sultan I. Ahmed Türbesi`nin karşısındadır. Alman İmparatoru II. Wilhelm`in 1898 yılında İstanbul`a gelişinin ikinci yıldönümü hatırasına ithaf edilen bu çeşme Almanya`da inşa edilmiş ve 1900 yılında parçalar halinde İstanbul`a getirilerek bugünkü yerine kurulmuştur. Sultanahmet’in ilginç yapılarının başında, mimari yönden çevresiyle uyum sağlayamamakla beraber meydan ile bütünleşen Alman Çeşmesi gelir.Alman İmparatoru ve Prusya Kralı II. Wilhelm (1888-1918) uzun hükümdarlık yıllarında İsveç, Danimarka, İtalya, İngiltere, Yunanistan gibi bir çok Avrupa ülkesini dolaşmış ve Türkiye’ye de üç kez gelmiştir. Sultan II. Abdülhamid zamanında 1889 ve 1898 yıllarında yaptığı bu dostluk ziyaretlerinin amacı Almanya’nın doğuya uzanma arzusundan kaynaklanıyordu. II. Wilhelm ilk ziyaretinde Almanların yaptıkları tüfeklerin Osmanlı ordusuna satışını sağlamış, ikincisinde ise İstanbul-Bağdat demiryolunun Alman firmalarına verilme vaadini almıştır. Sultan Reşat (1914-1918) zamanında I. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru (1917) üçüncü kez İstanbul’a gelmiştir.II. Wilhelm’in 1898 yılındaki İstanbul’a ziyaretinin anısına Alman hükümeti Alman Çeşmesi’ni yaptırmıştır. Çeşmenin tasarımı imparatorun bir deseninden yola çıkılarak düzenlenmiştir. Planlarını Kaiser’in özel danışmanı Mimar Spitta çizmiş, yapımını Mimar Schoele üstlenmiştir. Ayrıca Alman mimarı Carlitzik’le İtalyan Mimar Joseph Antony’de bu projede çalışmışlardır.
Alman hükümeti önce hipodrom alanını düzenlemiş, meydanın ağaçlandırılması yapıldıktan sonra Almanya’da hazırlanan çeşme buradaki temeller üzerine oturtulmuştur. Mermerleri ile değerli taşları Almanya’da işlenmiş ve parçalar halinde gemi ile İstanbul’a getirilmiştir. Yapımına 1899 başlanan çeşmenin açılışı Sultan II. Abdülhamid’in 25.cülus yıldönümü olan 1 Eylül 1900’de düşünülmüşse de yapımı bu tarihe yetiştirilememiştir. Bunun üzerine II. Wilhelm’in doğum günü olan 27 Ocak 1901 de çeşme görkemli bir törenle açılmıştır. Osmanlı ve Alman İmparatorluklarını simgesi olan, politik amaçlı bu çeşmeyi Evkaf Nezareti’nce teslim alınmıştır.Alman Çeşmesi, üstü açık, heykellerle bezeli Avrupa meydan çeşmelerinden farklı bir görünümdedir. Ayrıca Osmanlı meydan çeşmelerinden de farklı bir tasarımdır. Daha çok Alman Neorönesansını anımsattığı gibi Osmanlı şadırvanlarına da benzediği ileri sürülmüştür
 
-Beyazıt Meydanı
Bouvard`ın avan projesi İstanbul için tamamıyle yeni bir imaj öneriyordu. Fransız mimar İstanbul`un bazı muteber mekanlarında beaux-arts ilkelerini kent dokusuna uygulayarak, düzenlilik, simetri, anıtların meydana çıkarılması ve temaşa alanlarının açılması gibi uygulamalara gitti. Boubard`ın İstanbul`da yeniden planlama alanı olarak seçtiği dört bölgenin (At Meydanı, Beyazıt Meydanı, Galata Köprüsü ve Yeni Cami Meydanı) çizimleri halen mevcuttur.İstanbul`un modernizasyonu projesi esnasında Bouvard, kent tasarımının bazı temel ilkelerini göz ardı etti: Birincisi, belli başlı bir nazım plan olmadığı için, çizimleri izlenimci eskizlerden öteye geçememiş ve yeniden düzenlenecek mekanlar arasında bağlantılar belirlenmemişti. İkinci olarak, kentin karmaşık topoğrafyası tamamen göz ardı edilmişti ki bu olağanüstü ihmaldir. Zira Bizans ve Osmanlı plancılarının on beş asır boyunca anıtların konumlandırılmasında topoğrafyayı hep gözetmişlerdi. Üçüncüsü, kentin kendine özgü yaşam dokusu hiçbir şekilde dikkate alınmamıştı. Bu konuda Bouvard`ın bakış açısı onu istihdam edenlerinki ile benzerdir: İstanbul`un yerli insanlarının sosyal ve kültürel değerleri önemli değildir. Önemli olan, modern, temiz ve süslü bir kentin yaratılmasıdır.Hipodrom (At Meydanı) Osmanlı dönemi boyunca Bizans`ın Hippodrom`u (At Meydanı), törensel bir mekan olarak kullanılmadıysa da hep açık bir alan olarak kalmıştı. İstanbul`da 19. yüzyıl ikinci yarısında yaygınlaşan eski çağ merakı sırasında At Meydanı çok ilgi çekmişti. 1856`da Yılanlı Sütun ve Dikilitaş`ın temellerinde kazılar yapan İngiliz arkeologları, At Meydanı`nın orijinal seviyesini tespit ettiler. Bundan sonra At Meydanı`ndaki büyük alanı düzenleme yönünde birkaç çaba görüldü, ancak pek başarılı olunamadı. 28 Ekim 1890`da La Turquie gazetesi, At Meydanı`nda bir umumi park tesis etmek ve parkın iki ucunda görkemli birer köşk yapmak projesinden bahsetti, ancak proje hiçbir zaman gerçekleşmedi. 1899`da Alman İmparatoru II. Kaiser Wilhelm kente bir çeşme (Alman Çeşmesi) bağışladı, bu çeşme meydanın kuzey ucuna yerleştirildi ve çevresi döşendi. Bouvard`ın projesine göre At Meydanı orijinal seviyesine indirilecekti. Tabanından, simetrik inşa edilecek birkaç merdivenle cadde seviyesine ulaşılacaktı. Meydanın Divayolu`na kavuşan kuzey ucunda, bir merdivenin iki tarafında yer alacak iki sütun arasından, meydana anıtsal bir giriş düşünülmüştü. Bu arada Kaiser Eilhelm`in çeşmesi göz ardı ediliyordu.At Meydanı`ndaki bir park yapılması konusundaki 1890 tarihli teklif, Bouvard`ın tasarımında tekrar gündeme geliyordu. Dikilitaş, Yılanlı Sütun ve Örme Sütun`un sıralandığı spina simetriyi sağlıyor ve meydana hafifçe Paris, hatta Concorde Meydanı havası veriyordu. Meydanın iki tarafında yükseltişmiş bir kaldırım boyunca ekilecek ağaçlar meydana zarif bir sınır çiziyordu.
At Meydanı çevresindeki imar edilmiş alanın düzenlenmesi çok daha karmaşık bir meseleydi, zira burada 1616 tarihinde inşa edilmiş Sultanahmet Külliyesi yer alıyordu ve hiçbir şekilde değiştirilemezdi. Gene de Bouvard büyük bir vurdumduymazlıkla Sultanahmet Külliyesi`nin medresesinin yıkılmasına, kuzeyde kalan bahçesinin ve bahçe duvarının yok edilmesini, böylelikle At Meydanı`nın uzun cephesini dik açıyla kesen hattın vurgulanmasını sağlamayı önerdi. Caminin avlusunda tipik bir küçük Fransız bahçesi yaratılacak, avlunun ortasındaki kubbeli çeşme, üstü açık heykelvari bir yapı ile değiştirilecekti.At Meydanı`nın batısındaki 16. yüzyıl yapısı İbrahim Paşa Sarayı da yıkılacak ve yerine bir "préfecture de la Police" (Polis Müdürlüğü) yapılacaktı. Bu dev bina At Meydanı`nı boydan boya kaplayacak , E harfi biçiminde, yaklaşık 480 metre uzunluğunda olacak, ölçek ve plan itibariyle Bouvard`ın Paris`teki şaheseri Sanayi Sarayı`na benzeyecekti. Binanın batıya bakan, At Meydanı`na paralel, kuzey-güney ekseninde yeni açılacak bir caddeye nazır avlularında da bahçeler planlanmıştı.Çiziminin sol alt köşesine, Osmanlı Adliye Nezareti olması gereken binanın çatısında bu muhteşem görüntüyü seyreden bir adam resmedilmişti. Aslında Adliye binalarıyla Sultanahmet Cami arasındaki mesafe bu çizimde gösterilen mesafeden çok daha uzaktır; bu da bize mekanı yerinde görmeden fotoğraftan tasarımın yanlışlığı konusunda iyi fikir vermektedir. Aslına bakılırsa, 1868`de açılan Ayasofya Meydanı`nın güneyinde, caminin bahçe duvarlarına kadar uzanan bir mahalle mevcuttu. Bouvard bu mahallenin de yıkılmasını, bu mekanın Ayasofya Meydanı`na katılmasını ve burada bir Fransız bahçesi oluşturulmasını önerdi. Bu bahçe At Meydanı`nın batı tarafında, polis müdürlüğü binalarının kuzeyinde yer alacak bir başka bahçeyle simetrik olacaktı.Bütün bu tasarımlarda topoğrafya tümüyle göz ardı edilmişti. At Meydanı`nın güneyindeki geniş cadde aslında gerçekleşemezdi, zira Sultanahmet Cami ve At Meydanı yapay bir platform üzerine inşa edilmişlerdi ve bu anıtların güney sınırından itibaren arazi meyilli idi. Bir diğer soru ise bu caddenin nereye çıkacağıydı. Ölçeğine bakılırsa bir ana arter olması gerekiyordu. Caddenin batı kısmı, yani Çemberlitaş`tan At Meydanı`na kadar uzanan bölümü için belli bir anıtsal boyut düşülmesi anlaşılabilirse de, kent dokusunda sahile doğru uzanmasını gerekli kılacak hiçbir çekici unsur yoktu.
Beaux-Arts Plancılığı: Bouvard`ın Bulvarları: Her ne kadar Bouvard At meydanı projesinde, kentin 20 yüzyıl başlarındaki dokusunun ana hatlarına biraz uymuş ise de, Beyazıt Meydanı`na gelince farklı bir yaklaşım benimsemişti. Meydanın tarihsel olarak belirlenmiş şahsiyetini bir yana bırakıp sıfırdan başlamayı amaçlayan Bouvard, kente yüzyıllarca sahip olmadığı bir unsur kazandırmayı amaçlıyordu: Gerçek bir şehir merkezi.Beyazıt Meydanı`nın girişinde, Bizans`ın Tauri Forumu`nun bulunduğu alan 1867`de kısmen düzenlenerek, Harbiye Nezareti`nin önünde anıtsal bir açık alan yaratmak istenmişti. Meydanın kuzey sınırını 19. yüzyılın başlarında yapılmış olan Harbiye Nezareti`nin yeni İslamcı üslupta kapısı ve yan taraflarındaki iki köşk oluşturuyordu. Meydanın doğu ve batı sınırları ise 15. yüzyıl yapısı olan Sultan Bayezid Cami ve Medresesi tarafından yaklaşık olarak tayin ediliyordu. . Bouvard var olan meydanın boyutlarını şişirerek büyük bir dikdörtgen yaratmayı ve Harbiye Nezareti`nin bulunduğu eksen üzerine bir belediye sarayı binası (Hotel de Ville) oturtmayı tasarladı. Yeni meydan, kuzey-güney ve doğu-batı eksenleriyle merkez noktalarında bir örnek fıskiyeleri bulunan, dört karaye bölünecekti. Bu projenin ana unsuru olan Belediye Sarayı, devasa, kare merkez kulesiyle Bayezid Cami`nin narin minarelerini gölgede bırakacaktı. Meydanın batısındaki Sultan Bayezid Medresesi yıkılacak, yerine avlulu ve kubbeli ikiz binalar inşa edilecekti. Bu iki bina, Sanayi ve Ziraat Müzesi (Musée Industriel et Agricole) ve Devlet Kütüphanesi (Bibliothéque Impériale), sırasıyla modernleşme ve terakkinin, eğitim ve kültürün simgeleri olacaktı. Bunlar Paris`te Jacques Gabriel`in Concorde Meydanı`ndaki ikiz binaları (Garde-meubles) çağrıştırıyordu. Dahası, sokak seviyesindeki revaklı galerileriyle Rue de Rivoli etkisi yaratılmak istenmişti.Meydanın doğu kısmı bir sorun oluşturuyordu. Bayezid Cami Bouvard`ın projesinin eksenine oturmuyor, bütünselliğini bozuyordu. Bouvard caminin güney batıya bakan kapısını diagonal bir caddenin yönlendirici odak noktası olarak kullanmış, caminin gövdesini bol yeşillikle olabildiğince gizlemişti. Meydanın güneydoğu ve güneybatı köşelerinde adı olmayan iki benzer bina vardı. Bunlar civardaki Bouvard binalarının üslubunun ana unsurlarını paylaşıyorlardı: Sokak seviyesinde revaklı mekanlar, ana cepheleri betimleyen iki katlı sütunlar, Mansard çatılar ve köşeleri vurgulayan kubbeler. Bouvard`ın topoğrafyaya ve mevcut kent dokusuna karşı keyfi tutumu, iddialı projesini hayal olarak kalmaya mahkum etti. Beyazıt bölgesi, çizimlerde gösterildiği gibi düz değildir. En yüksek noktası Harbiye Nezareti olan arazi, doğal bir eğimle, güneyde Marmara Denizi, kuzeyde ise Haliç`e doğru inmektedir. Aslında çok daha küçük olan Beyazıt Meydanı dahi, güney ve kuzey noktaları arasında hatırı sayılır bir eğime sahiptir. Arazinin eğimi hesaba katıldığı takdirde Boubard`ın projesinin tutarlılığı bozulurdu.Kentin mevcut dokusuna oturtulmadığında Bouvard`ın projesinin uygulanmasının imkansızlığı daha da açıklıkla ortaya çıkmaktadır. Projenin boyutlarının ve eksenlerinin dayattığı şekliyle ceminin batı kanadı ve avlusu kısmen yok edilecek, Sultan Bayezid`in türbesi ise tümüyle yıkılacaktı. Ayrıca, Kapalıçarşı`nın kuzeydoğu ve güneydoğu köşeleri, yerlerini iki büyük yapıya ter edeceklerdi. Kapalıçarşı`nın geri kalanının düzenlenmesi Bouvard için bile iddialı bir iş olurdu.Bouvard`ın caddeleri ve bulvarları ölçeklerindeki hatalarından daha da öte sorunlar yaratıyordu. Bayezid Cami`nin önünden verevlemesine geçen caddenin nereye uzandığı bilinmemektedir, zira çizimler yeniden tasarımlanan bölgenin ötesine geçmemektedir. Tasarımlanan meydanın güney ucundan geçen ana bulvarın konumu yanlıştı, çünkü At Meydanı ile Ayasofya`ya çıkan Divanyolu`nu kesiyordu. Aslında,burada Bouvard kendi projelerine ters düşerek, At Meydanı`nı Beyazıt`a bağlamamıştı. Öyle görünüyor ki güneye, Marmara`ya doğru uzanan sokak dokusu söz konusu olduğunda Bouvard gözlerini tümüyle kapamıştı. Önerdiği arterlerin yönelişleri 1867`de yeniden düzenlenen sokak dokusunun ekseninden tam tamına otuz derece farklıydıNasıl ki, Napoléon Bonaparte`ın anıt mezarı olan Hotel des Invalides, III. Alexandre Köprüsü`nün odak noktası ise, Bouvard müstakbel köprünün güney ucundaki Yeni Cami`yi (1603) aynı amaçla kullanmayı tasarlıyordu. Köprünün güney ucu Bizans zamanından beri canlı bir rıhtım olmuştu ve yoğun bir deniz trafiğine sahipti. Bouvard sahilleri açmayı ve Yeni Cami`nin önünde geniş bir meydan yaratmayı önerdi. Bu meydanın sınırları, camiyi çerçeveleyen iki çeyrek daireden oluşacaktı. Proje bu iki yapısıyla Mimar Davioud`nun 1878 Paris Dünya Fuarı için yaptığı Trocadéro Srayı`nı andırmaktaydı. İki binanın Haliç`e bakan üç bölümlü ve kubbeli uç cepheleri, revaklı kavisleri olacaktı. Ancak, İstanbul`daki ölçek daha küçüktüi ikiz binalar Paris`teki uygulamanın aksine bağımsız binalardı ve kubbeleri İstanbul`un camilerinden esinlenmişti. Bu projede Yeni Cami`nin kubbesi yeni Galata Köprüsü`yle kavramsal uyum içindeydi ve III. Alexandre Köprüsü`nün görünüm hattının ucundaki Invalides ile aynı işlevi görmekteydi. caminin kubbesi de Trocadéro Sarayı`nın kubbesini hatırlatıyordu. Ancak cami Bouvard`ın projesindeki simetri anlayışının hakkını veremiyordu. Minareler her ne kadar Trocadéro`nun kulelerine benzese de simetrik olarak köprüye bakmıyorlardı. Batıda kalan cami avlusu da simetriyi bozuyordu. Bouvard, köprünün iki taşıyıcı ayağını köprünün uçlarına koyarak bu kusuru gidermeye çalıştı. Haliç`in iki yakasını bağlayan köprü kentin en işlek noktalarından biriydi. Bouvard`ın önerdiği projeden birkaç yıl önce De Amicis, köprünün üzerindeki manzarayı şöyle tasvir ediyordu:Burada durarak bir çeyrek saat zarfında bütün İstanbul`un önünüzden geçtiğini görebilirsiniz... Ahali büyük bir renk dalgası halinde geçip gider ve her grup değişik milliyetleri yansıtır. Kılıklarda en abartılı tezatları hayal ediniz, her tip ve sosyal sınıfı, ama gene de en müthiş rüyalarınız bile gerçeğin yanında silik kalacaktır; on dakika zarfında, birkaç adım içinde, şimdiye değin thayyül dahi edemeyeceğiniz bir ırk ve kıyafet çeşnisi ile karşılaşırsınız. Burada De Amicis gelip gidenlerin bir listesini vermektedir: Türk hamallar, tahterevana binmiş bir Ermeni hanımı, Bedeviler, Rumlar, külahı ve deve kılı harmanisiyle bir derviş, maiyetiyle bir Avrupalı sefir, siyah astragan kalpaklarıyla İranlı askerler, yanları açık uzun sarı elbisesiyle bir Yahudi, sırtında çocuğuyla bir çingene, bir Katolik papazı, çiçeklerle süslenmiş bir arabada morlara ve yeşillere bürünmüş hanımlar, bir Pera hastahanesiden bir rahibe, maymun taşıyan Afrikalı bir köle ve son olarak falcı kılığında bir meddah. Konuyu özetlerken De Amicis şu ifadeye yer verir: "Her an değişen ve gözün izlemekte güçlük çektiği biz mozaikle karşı karşıyasınız, sihirli bir dürbünün içinde bir görülüp bir kaybolan bir ırk, kıyafet ve din bileşimi". Bouvard`ın köprüsünün bu eski çevrede rahat eden bu renkli güruha yeterli olabileceği şüpheliydi. Yukarıda tasvir edilen keşmekeş herhalde Bouvard`ın çizimlerinde düzenli, şık Paris atmosferiyle müthiş bir tezat oluştururdu. Bouvard`ın avan projesi aslında bir biçim egzersiziydi. Herhangi bir ön çalışmanın ürünü değildi, hatta bazı binaların tam olarak ne işlev göreceği dahi çizimlerde belirsiz bırakılmıştı. Mahalli kültür ve yerleşik hayat biçimleri tamamiyle göz ardı edilmişti. Devasa, boş ve çıplak açık alanların ortaya çıkması ihtimali, görünüşe göre beaux-arts meydanlarının kentin labirentvari dokusuna oturtan Bouvard`ı hiç rahatsız etmemişti. Kentin mimari mirası "soyutla ve koru" mantığına göre ele alınmış, anıtları birbirine bağlayan kent dokusuna hiç önem verilmemişti. Oysa, anıtların kent dokusuyla irtibatlandırılması, Camillo Sitte`nin ilk baskısı 1889`da yapılan The Art of Buildins (Yapı Sanatı) ve Charles Bulls`un 1893`te yayımlanan Kent Estetiği adlı eserlerinden sonra Avrupa`da belli ölçülerde kabul görmüştü. Bouvard`ın projesinde topoğrafya ve mevcut arterler hesaba katılmadığından proje bir ütopyadan öteye gidemezdi. Son olarak, kendi başlarına yeniden tasarımlanan bölgelerin de birbiriyle irtibatı sağlanmamıştı. Çizimlerde göz kamaştıran Parisvari bulvarlar hiçbir yere ulaşmıyordu.Bu denli soyut kalmasına karşın, Bouvard`ın avan projesi Osmanlı yüksek bürokrasisi tarafından alkışlandı ve gerçekleşmesi için ödenek ayrılmasına dair irade-i seniyye çıktı. Ancak, bu dönemdeki bir çok büyük proje gibi bu proje de terk edilmek zorundaydı. İmparatorluğun kıt kaynakları Bouvard`ın cömertçe çıkardığı masrafları karşılayamazdı. Padişah ve maiyetinin Bouvard`ın projelerideki İstanbul`u beğenmelerinde şaşılacak bir yön yoktu. Zira Bouvard`ın çizimlerinde, harap ve düzensiz Şarklı İstanbul gitmiş, yerine Paris`in sükunet içinde, kendine güvenli havasına sahip bir İstanbul gelmişti. Bu imajın Batılılaşmış Osmanlı elitine ve kentte yaşayan ya da kenti ziyaret eden Avrupalılara hitap etmesi çok doğaldı. Ancak yukarıdan dayatılan ve değişik kültürel değerlere dayanan bu projenin, yüzyıllardır kendi ihtiyaçları doğrultusunda belirlenmiş doğal çevrelerinden yaşayan yerli halk tarafından kabul görmesi pek mümkün değildi.Von Moltke, Arnodin ve Bouvard`ın projeleri, 1838 ile 1908 arasında Osmanlı başkentindeki başlıca kent planlaması temalarını özetlemektedir. Ancak, üçüncü ve dördüncü bölümlerde de ele aldığımız küçük ölçekli uygulamaların tersine daha radikal ve cüratkardırlar. 19. ve erken 20. yüzyılın plancılarının başlıca amacı, başkenti fiziksel olarak birbirinden kopuk bölümlerini, ulaşım ve köprü projeleriyle birbirine bağlayarak, bir büyük İstanbul gerçekleştirmekti. İstanbul metropol alanının sınırlarını belirleyen Arnodin projesi son tahlilde bu hedefi gözetiyordu.İyi işlyeen bir ulaşım ağı, düzenli sokak örüntüsü, iyi iletişim sistemi gibi kent planlamasının teknik yönleri ise diğer hayati konulardı. Gerek Von Moltke`nin, gerek Arnodin`in projeleri, kent tasarımının boyutlarına eğilmişlerdi. Ancak Boubard, tasarımlarını yaptığı bölgelerin bağlantılarını kurmak konusunda teknik ayrıntılara önem vermemişti. Gene de Bouvard`ın projelerinde görülen elektrikli tramvayların gidip geldiği geniş caddeler özenli bir kent işleyişine duyulan tartışılmaz ihtiyacın göstergesidirler.Son olarak, yukarıdaki bölümlerde gördüğünüz gibi, düzenli ve yeni bir kent imajına kavuşmak, 1838 ile 1908 arasında İstanbul`da gerçekleşen bayındırlık faaliyetlerinin başlıca konulardır. Burada tartıştığımız üç proje kent tasarımında bu eğilime ışık tutmaktadır. Von Moltke`nin ve Bouvard`ın projelerinde önerilen imaj, anıtlara çıkan üç şeritli, geniş, düz, ağaçlandırılmış caddeleri, büyük meydanları ve düzenlenmiş rıhtımlarıyla bir Avrupa kentiydi. Öte yandan elbette Von Moltke ve Bouvard kadar imaj bilinci olan Arnodin, belki biraz daha romantik bir Oryantalist olduğu için, kentin zengin tarihi mirasına katkıda bulunmak amacıyla yeni İslamcı Hamidiye Köprüsü projesi önermişti. Eğer yapılmış olsaydı bu köprü İstanbul , Galata ve Üsküdar`dan Boğaz köylerine dek kentin imajına egemen olacaktı.

-Kız Kulesi
Kızkulesi`nin mimari yapılanma süreci M.Ö. 341 yılına kadar uzanır. O dönemlerde boğazın çıkıntısı olan bu burun, (daha önce yarımada oldugu ile ilgili söylenceler vardır) "vus" adı ile anılır. Bu tarihte Komutan Chares`in eşi için, mermer sütunlar üzerine yapılan bir anıt mezar kimliğinden sonra, M.Ö. 410`da Sarayburnu`nun bulunduğu yerden, kulenin bulunduğu adaya zincir gerilerek, boğazın giriş ve çıkışlarını kontrol eden bir gümrük istasyonu haline getirilir. M.S. 1110`lere geldiğimizde ise ilk belirgin yapı (kule), İmparator Manuel Comnenos tarafından inşa ettirilir. Savunma kulesi olarak inşa ettirilen bu yapı "Küçük Kale" anlamına gelen Arcla adını alır. Bu yapı ile ilgili net bilgiler olmamakla birlikte bugünkü boyutlarına yakın olduğu düşünülmektedir. İstanbul`un fethi sırasında savunma amaçlı olarak kullanılan kule, 1453 yılından sonra çok farklı amaçlarla kullanılmıştır. Osmanlı döneminde savunma kalesi olmaktan çok bir gösteri platformu olarak kullanılmış ve Mehterler burada adaya yerleştirilen topların atışları ile birlikte nevbet (bir çesit Istiklal Marşı) okumuşlardır. 1509 depreminde zarar gören yapı, daha sonraki yıllarda tekrar inşa ettirilir. Bunun dışında ilave edilen fenerle de gemilere yol gösterme işlevi yüklenir. O dönemde inşa edilen yapı, kule ve kale olarak iki ayrı bölümden oluşmuş ve içine sarnıç yapılmıştır. 1719 yılında fenerden çıkan alevle yanan kizkulesi, 1725 yılında şehrin Başmimarı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından tekrar onarılır. Kule kısmı biraz değiştirilerek üst tarafa camlı bir köşk ve onun üzerine de kurşunla kaplı bir kubbe oturtturulur ve bina kagir olarak tekrar yapılır. 1830 senesinde kolera salgınının şehre yayılmaması için karantina hastanesine dönüşür.Osmanlı İmparatorluğu`nun çöküş devrine girmesi ile tekrar savunma kalesi olarak kullanılmaya başlanır ve toplarla donatılır. Ünlü hattat Rakim`in yazısı ile kapısının üzerindeki mermere Sultan II. Mahmut`un tuğrasını taşıyan kitabe yerleştirilir. 1857`de tekrar fener ilave edilir ve 1920 yılında fenerin lambası otomatik ışık yapma sistemine kavuşur. 1944 senesinde restorasyon yapılır. 1959 senesinde Askeriye`ye devredilir ve radar istasyonu olarak kullanılır. 1982 senesinde Türkiye Denizcilik İşletmeleri`ne devredilir, bu dönemde bir ara geçici olarak siyanür deposu olarak kullanılır.
Geçmisi 2500 yıl öncesine dayanan bu küçük kule, İstanbul`un tarihine eş bir tarih yaşamış ve bu kentin yaşadıklarına görgü şahitliği yapmıştır. Antik çağda başlayan geçmisi ile Yunan`dan Bizans İmparatorluğu`na Bizans`dan Osmanlı İmparatorluğu`na, tüm tarihi dönemlerde var olarak günümüze kadar gelmiştir. İlk olarak Yunan döneminde bir mezara ev sahipliği yapan bu ada Bizans Dönemi`nde inşa edilen ek bina ile gümrük istasyonu olarak kullanılmıştır.Osmanlı Dönemi`nde ise gösteri platformundan savunma kalesine, sürgün istasyonundan karantina adasına kadar bir çok işlev yüklenmiştir. Asli görevi olan ve yüzyıllardan beri varlığı ile insanlara, geceleri ise geçen gemilere göz kırpan feneri ile yol gösterme işlevini hiç kaybetmemiştir. Geçmişten geleceğe en çok da düşlere yol göstermektedir Yüzyıllar boyu hep hikayeleri ile anılan bu kule 2500 yıl sonra Hamoğlu Holding`in yaptığı restorasyondan sonra ilk kez kapılarını insanlara açmıştır. Günümüzde Restoran, bar, cafe ve hediyelik eşya satan bir kompleks olarak varlığını sürdürmektedir.
Kız Kulesi Efsaneleri:
Kızkulesi ile ilgili anlatılan ilk hikaye; Ovidius`un kaydettiği bir aşk hikayesidir. Hero ile Leandros adlı iki gencin hüzünlü aşkını anlatan bu hikaye, Hero`nun kuleden ayrılmasıyla başlar. Hero Afrodit`in rahibelerindendir ve aşka yasaklıdır.
Yıllar sonra Afrodit`in tapınağında yapılan bir törene katılmak için kuleden ayrılır ve orada Leandros ile karşılaşır. Birbirine aşık olan iki genç, Leandros`un gece kuleye gelmesi ile aşklarını kutsarlar. Kızkulesi her gece iki gencin gizli aşkına ve yasak sevişmelerine tanıklık eder. Leandros`un yüzerek kuleye geldigi fırtınalı bir günde Hero`nun yaktığı sevda ateşinin feneri söner. Karanlıkta yolunu kaybeden Leandros boğazın sularına gömülür. Sevgilisinin öldüğünü gören Hero da kendini Kızkulesi`nden boğazın sularına bırakır. Kavuşamayan aşıklara atfen anlatılan bu hikayeden başka bir de; Kleopatra`nın sonuna benzer bir sonun anlatıldığı yılan hikayesi vardır. Kehanete göre kralın birine, çok sevdiği kızı onsekiz yaşına geldiğinde bir yılan tarafından sokularak ölecegi söylenir. Bunun üzerine kral denizin ortasındaki bu kuleyi onararak kızını buraya yerleştirir. Kaderin kaçınılmazlığını kanıtlarcasına, kuleye gönderilen üzüm sepetinden çıkan bir yılan, prensesin tenine süzülerek zehrini boşaltır. Kral, kızına demirden bir tabut yaptırarak Ayasofya`nın giriş kapısının üstüne yerleştirir. Bugün bu tabutun üstünde iki delik vardır. Yılanın, ölümünden sonra da onu rahat bırakmadığına dair hikayeler anlatılır. En son anlatılan hikaye ise Osmanlı Dönemi ile ilgilidir. Battal Gazi`nin askerleri ile Kızkulesi`ne baskın yaparak kuleye saklanan hazinelerin ve Üsküdar Tekfuru`nun kızını kaçırdığı ile ilgili hikayedir. Battal Gazi tekfurun kızı ve hazinelerini aldıktan sonra Üsküdar`dan atına atlayıp oradan uzaklaşmıştır. Çokça bilinen "Atı alan Üsküdar`ı geçti" lafı bu hikayeden gelir. Bu hikayeden günümüze gelen bir diğer şey de küçük kulemizin ismi ile ilgilidir. Diğer efsanelerdeki prenseslere de atfen Türkler buraya Kız-Kulesi ismini vermişlerdir. Antikçağ`da Arkla (küçük kale) ve Damialis (dana yavrusu) adları ile anılan kule, bir ara da Tour Leandros ismi ile ün yapmıştır.Şimdi ise "Kızkulesi" ismi ile bütünleşmiş ve bu ismi ile anılmaktadır.

-Beyazıt Kulesi
Beyazıt Yangın Kulesi adı ile anılan Beyazıt Kulesi 1749 yılında o dönemde ahşap evlerin çokluğundan dolayı çıkan yangınları haber vermek amacıyla yaptırılmıştır. 85 metre yüksekliğindeki kule ahşap olarak inşa edilmiş ve birkaç kez yangın geçirdikten sonra II. Mahmut döneminde kagir olarak inşa edilmiştir. Kule, günümüzde de eskiden olduğu gibi yangın bildirmek ve meteoroloji tahmini amacıyla kullanılmaktadır. Beyazıt kulesi Cumhuriyet döneminde de kullanılmıştır. Yangın gözetleme amacının yanında hava durumu Beyazıt Kulesindeki ışıklarla belirtilmiştir. 1995 senesine kadar, Beyazıt kulesinin ışıkları mavi yandığı zaman açık, yeşil yandığı zaman yağmurlu ve sari yandığı zaman sis ve kırmızı yandığı zaman kar yağacağını ifade etmiştir. Havanın açık olduğu zamanlarda, Aksaray ve Beyazıt civarındaki yangınları Kule görevlileri tarafından ilk haber verilmesi zaman zaman olmuştur. Hatta 1962 yılında Büyükada’da meydana gelen bir yangının gözetleme yapan itfaiyeci tarafından sokağına kadar belirlemiştir. Fakat havanın sisli ve yağışlı olduğu zamanlarda görünürlük fazla olmamaktadır.
 
RUMELİ, ANADOLU HİSARI VE SURLAR

-Rumeli Hisarı
Rumeli Hisarı, İstanbul Boğaz`ının en dar yerinde ve Anadolu Hisarı`nın tam karşısında 1452 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılmıştır.İstanbul 1453’te Fatih Sultan Mehmet’in şehri kuşatmasından önce de birçok kuşatmaya uğramıştı. Şehri çevreleyen Roma devri surları bütün önceki kuşatmaları durdurabilmişti. Çok uzun süren kuşatmalarda şehrin ihtiyaçları deniz yolu ile takviye edilirdi. Rumelihisarı, karşı kıyıdaki daha erken tarihli bir Türk kalesinin karşısında, İstanbul’u kuşatma sırasında Karadeniz’den gelebilecek yardım ve takviyeleri önlemek amacı ile, şehir kuşatmasından önce inşa edilmişti. Bu askeri yapı 1452’de 4 ay gibi inanılmaz kısa bir sürede tamamlanmıştı. Bütün Orta Çağın bu en büyük ve kuvvetli hisarı 1453’te İstanbul’un Türkler tarafından fethini takiben stratejik önemini yitirmiştir. Klasik Türk kale mimarisinin bu güzel örneği bütün heybeti ile Boğaziçi`ni süsler. 1950’li yıllarda yapılan onarımları takiben müzeye çevrilmiştir. Her yıl yapılan İstanbul festivallerinde Hisar içi bir açık hava tiyatrosu olarak kullanılmaktadır. Hisar bütünü ile, en güzel şekilde Boğazın karşı Asya sahillerinden veya Boğazda sefer yapan vapurlardan seyredilebilir.

-Anadolu Hisarı
Karadeniz'in tek çıkışı Boğaziçi'nin Asya kıyılarında, 1390-91 yıllarında Sultan Beyazıt tarafından yaptırılmış- tır.Yanında denize ulaşan bir dere vardır. Karşı kıyıdaki Rumelihisarı ile birlikte Boğaziçi transit geçişinin tam kontrol altında tutulması sağlanmıştı.Bu küçük kale, burçlarına yaslanan eski ahşap evler ve civarı ile pitoresk bir manzara oluşturur.Hisardan sonra, Fatih Köprüsünün Asya kulesinin bulunduğu Kanlıca semti sahil kahveleri ve yoğurdu ile meşhurdur.Boğaz’ın Anadolu yakasında, Göksu Deresi’nin denize döküldüğü yerde, adını hisardan alan semtte bulunmaktadır. Bu hisar, Osmanlılar’ca Boğaz’da yapılan ve geçişleri kontrol altına almayı hedefleyen ilk hisardır. İstanbul’u fethetmek isteyen ve kuşatan Sultan Yıldırım Beyazıt tarafından, Karadeniz’den Bizans’a gelecek yardımlara engel olmak için 1394’te yaptırılmıştır. Bu yapıya II. Mehmed (Fatih) Devrinde "Hisarpeçe", depo ve bazı ikametgah amaçlı yapılar eklenmiştir. 1928 yılında Kandilli Belediyesi tarafından bazı küçük onarımlar yapılmıştır. 1991-1993 yılları arasında Kültür Bakanlığı tarafından bazı onarımlar yapılmıştır. Bugün Anadoluhisarı, Beykoz Belediyesi sınırları içinde yer almaktadır. Hisarda taşınır kültür varlığı bulunmamaktadır.

-Surlar
Günümüzde Suriçi olarak isimlendirilen ve tarihi İstanbul yarımadasını teşkil eden kısmın etrafı önceden tamamen surlarla çevrelenmekteydi. Ama tarih boyunca İstanbul`un etrafına yapılan çeşitli surların büyük kısmı günümüze ulaşamamıştır. Bugün mevcut olan surlar, Bizans İmparatoru II. Teodosios tarafından yaptırılan ve ilk kısmı 413 yılında tamamlanan surlardır. Bunlar, Kara Surları, Haliç Surları ve Marmara Surları şeklinde üç ayrı bölümden oluşmaktadır.
Kara Surlan Ayvansaray`da Haliç kıyısında başlayıp, Yedikule`de Marmara Denizi`ne kadar uzamaktadır. Yaklaşık 6.5 km. uzunluğundadır. İstanbul`un fethi sırasında çok tahrip olan bu surlar, fetihten hemen sonra onarılmıştır. Günümüze en sağlam ulaşanlar da bu surlardır. Bu surlar, diğerlerinden farklı olarak üç engelli biçimde inşa edilmiştir. Ön kısmında bir sur, arkasında hendek ve onun arkasında ise asıl ve daha yüksek surlar vardır. Kara Surlarının bazı kapıları, 1956`dan sonra farklı zamanlarda restore edilmiştir (Edirnekapı, Topkapı, Belgrad Kapısı, Silivri Kapısı ve Mevlevihane Kapısı).Haliç Surları, Ayvansaray`dan başlayıp bütün Haliç boyunca, Sarayburnu`na kadar uzamaktaydı. Yaklaşık uzunluğu 5.5 kilometreydi. Tek bir duvardan oluşan bu surlar, günümüze kadar pek ulaşamamış, geriye çok az iz kalmıştır.Marmara Surları ise Sarayburnu ile Yedikule arasındaki sahil şeridi boyunca uzanmaktaydı. Kenti denizden gelecek saldırılara karşı korumak için yapılmıştı. Uzunluğu 8.5 km olan bu surlar, demiryolu ve karayolu yapımları esnasında büyük ölçüde zarar görmüştür. Ama her şeye rağmen günümüze ulaşabilen kısımları vardır.

-Yeditepe
İstanbul`un, surları içinde kalan bölümünün, yedi tepe üzerinde kurulduğu söylenir. Bu tepelerin yerleri:
1- Topkapı Sarayı, Ayasofya ve Sultanahmet Camiinin bulunduğu tepe.
2- Çemberlitaş ve Nuriosmaniye Camiinin bulunduğu tepe.
3- Beyazıt Camii, Üniversite ve Süleymaniye`nin bulunduğu tepe.
4- Fatih Camiinin bulunduğu tepe.
5- Yavuz Selim Camiinin bulunduğu tepe.
6- Edirnekapı semtinde, Mihrimah Sultan Caminin bulunduğu tepe.
7- Kocamustafapaşa semtinin bulunduğu tepe.
Bunlardan başka, İstanbul`da surların dışında kalan ünlü tepeler şunlardır : Beykoz`da Yuşa Tepesi, Rumelihisarı`ndaki Şehitlik Tepesi, Sarıyer`de Maden Tepesi, Paşabahçe`de Karlıtepe, Beyoğlu`nda Tepebaşı ve Fetihtepe; Şişli`de Hürriyet Tepesi, Gayrettepe, Esentepe, Kuştepe, Köğıthane`de Nurtepe, Şirintepe Seyrantepe, Gültepe, Çeliktepe; Kadıköy`de Fikirtepe, Göztepe; Usküdar`da lcadiye Tepesi, Sultantepe, Nakkaştepe, Büyük Çamlıca ve Küçük Çamlıca tepeleri.
 
Kadıköy Şifa Ataşehir Hastanesi Nerede
ÖZEL KADIKÖYŞİFA HASTANESİ
Adres: Caferağa 34710
Kadıköy - İstanbul
 
Anadolu Sağlık Ataşehir Tıp Merkezi haritası

Adres: Halk Cad. Ortabahar Sok. No. 1 Ataşehir 34746 İstanbul

Telefon: 0 (212) 444 4276
 
Bağcılar Eğitim Ve Araştırma Hastanesi adresi
İstanbul Bağcılar Eğitim ve Araştırma Hastanesi Haritası

Bağcılar Eğitim Ve Araştırma Hastanesi Nerede

Adres:
Merkez Mahallesi 6. Sokak Bağcılar/İstanbul
34200 Türkiye
 
Geri
Top