• Merhaba Ziyaretçi.
    "Hoşgeldin sonbahar "
    konulu resim yarışması başladı. İlgili konuya BURADAN ulaşabilirsiniz. Sizi de beğendiğiniz 2 resmi oylamanız için bekliyoruz...

Divan Edebiyatı

Mevlâna Celaleddin-i Rumî

13.yy

30 Eylül 1207 tarihinde Belh'te dünyâya gelen Mevlânâ'nın asıl adı Mevlânâ Muhammed'dir. Babası "Sultanü'l-Ulema" Bahae'd-dîn Veled, bir ulema ailesine mensuptur. Mevlâna, beş yaşında iken Belh'ten ayrılmış, babasıyla Bağdat üzerinden hacca gitmiştir. Hicaz ve Şam yoluyla Anadolu'ya gelmiş ve ailece 1218'de Konya'ya yerleşmişlerdir. Çok iyi bir eğitim ve öğretim almış; Farsça, Arapça ve Rumca öğrenmiştir. Babası Bahaeddin Veled iki yıl sonra Konya'da ölmüştür. 18 yaşında Gevher Hatun'la evlenmiş, bu evlilikten oğlu Sultan Veled dünyâya gelmiştir.

1244'te Konya'ya gelen gezgin derviş "Sultanü'l-Ma'şukîn” Şemseddin Muhammed-i Tebrizî ile tanışmış, tasavvufi anlamda ona âşık olmuş, bu tasavvufî aşk, Mevlâna'yı şâir yapmış ve böylece, İslâm dünyasının en büyük şairlerinden biri olmuştur. Mevlâna, Şems ile tanıştıktan sonra müritlerini ihmal etmiş, Şems'ten başka hiç kimse ile meşgul olmamıştır. Bu durumdan müritleri rahatsız olunca, Şems de Şam'a kaçmıştır. Ancak, Mevlâna daha da perişan hâli gelmiş, eskisi kadar bile müritleriyle ilgilenememiştir. Bunun üzerine müritleri, af dilemişler ve Sultan Veled, Şems'i Şam'dan alıp gelmesi için görevlendirilmiş, Şems Mevlâna'nın yazılı ricasına dayanamayarak Konya'ya dönmüştür. Kısa bir müddet sonra müritlerin, Şems'i Mevlâna'dan uzak tutmağa çalışmaları üzerine Şems bir gün ortadan kaybolmuş (1247), Mevlâna bunun üzerine iki kere Şam'a gitmesine rağmen Şems'i bulamamıştır.

Mevlâna kendisini şiire ve semâya verir. Kaybolan Şems'i kendinde bulur. Nitekim bazı gazellerinde mahlas olarak Şems'in adını zikreder. 1254'te müritlerinden Selâhaddin-i Zerkûb'u halife tayin eder, on yıl naiplikten sonra Zerkûb hastalanarak ölür. Yerine Çelebi Hüsameddin halife olur ve Mevlâna'nın ölümüne kadar yanında kalır. Mevlâna 17 Aralık 1273 tarihinde Konya'da ölür. Cenazesi büyük bir törenle kaldırılır. Törene bütün Konya halkı, devlet büyükleri, Hıristiyanlar ve Museviler katılır. Çelebi Hüsameddin'in ölümünden sonra Mevlâna'nın oğlu Sultan Veled şeyhliği kabul eder ve ölümüne kadar (1313) bu görevde kalır. Sultan Veled, Mevlevîlik'i sistemleştirir, semânın kurallarını belirler ve bir âyin düzeni hâline getirir.

Edebî Kişiliği

«Hamûş» mahlasını kullanan Mevlâna, şiirlerinde sec'lere bolca yer vermiştir. Çoklukla şiirlerini içine doğduğu gibi söylemiştir. Mesnevî'sinde bir konudan diğerine geçer, başladığı bir hikâyenin arasına uzun tasavvufî öğütler sokar, konular arasında sık sık çağrışımlar yapar.

Mevlâna, eserlerinin büyük çoğunluğunu Farsça ile yazmış olmakla birlikte, Dîvân'ında Türkçe-Farsça mülemma' şiirlere rastlanır. Diğer eserlerinde de Türkçe kelimelere rastlanır.

Şair, Senâî ve Feridüddin Attâr'dan etkilenmiştir.

Zaman zaman şiirlerinde rind bir şâir olarak görünse de şeriat kurallarını saygıyla uygulamıştır. Ana kaynağı Kur'ân ve Hz. Muhammed sevgisi olmuştur. Matematik, tıp ve astronomi ilimlerini de öğrenmiş ve eserlerinde bu bilimlerin terimlerini kullanmıştır.

Bildiklerini halka öğretmek için basit ifadeler kullanmıştır.

Tasavvuf anlayışını bir yaşam biçimi hâline sokmuştur. Bütün varlıklara sevgi, saygı ve vefa ile yaklaşmıştır. Bu noktada yönetenle yönetilenleri birbirinden ayırmamıştır.

İslâm ahlâkını Kur'ân ve hadislerin ışığında mükemmel bir biçimde yorumlayarak sentezini yapmış ve uygulamıştır. Asıl konunun "insan" olduğunu çok iyi bilen Mevlâna, dinlerin, felsefelerin ve ahlâk sistemlerinin insan için ve insanın mutluluğu için vasıta olduğunu her fırsatta vurgulamıştır. İşte bu gerçeğe giden yolun vefalı sevgiden geçtiğini, bunun da yaşanarak öğrenileceğini özellikle belirtmiştir. Allah'ı yarattıklarında ve insanda görerek sevmek, varlıkları değişik nitelikleriyle birbirinden ayırmamak temel anlayışı olmuştur. Bu anlayışını şiir, musikî ve semâ ile de pekiştirmiştir.

Eserleri: Dîvân-ı Kebîr, Mesnevî-yi Ma’nevî, Fî-hi mâ Fîh, Mecâlis-i Seb’a, Mektûbât.


Kaynak: SOYSAL, M. Orhan, Eski Türk Edebiyatı Metinleri, Millî Eğitim Basımevi, Ankara, 2002.


Şair: Mevlâna Celaleddin-i Rumî
Türü: Rubai
Başlık: Key based u key based u key based u key
Şiir: Farsçası:

Key bâsed u key bâsed u key bâsed u key
Mey bâsed u mey bâsed u mey bâsed u mey
Men bâsem u men bâsem u men bâsem u men
V'ey bâsed u v'ey bâsed u v'ey bâsed u v'ey




Açıklama: Türkçesi:

Ne zaman olur, ne zaman olur, ne zaman olur, ne zaman?
Mey olur, mey olur, mey olur, mey..
Ben olurum, ben olurum, ben olurum, ben;
Sen olursun, sen olursun, sen olursun, sen...
 
Şeyyâd Hamza

13.yy



Hayatı: Doğum ve ölüm tarihleri bilinmeyen, Anadolu’da halka sûfîce şiirler söylereyerek tasavvuf yollarını tanıtan bir gezici derviş olan Şeyyad Hamza’nın hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. XIII. Yüzyılda Akşehir-Sivrihisar yöresinde yaşadığı tahmin edilmektedir.

Kişiliği

Kur’an, Arapça ve Farsça kültürü olan, hece ve aruzla şiirler söyleyen bir kişiliğe sahiptir. Hece vezniyle söylediği şiirleri, ilahileri söyleyiş itibarıyla düzgündür aruazla yazılmış şiirleri sanat iddiasından dinî-ahlâkî ve sûfîce şiirlerdir.

Şiirlerinde şekil ve söyleyiş bakımından düşündürücü bir çeşitlilik görülür. Dokuz beyitli bir gazelini klasik gazel tarzının türlü incelikleriyle örülü olduğu, Doğu Türkçesi ile yazıldığı görülür.

“Yûsuf u Zelihâ” adlı mesnevisi XIII. Yüzyılın dinî ve fikrî hayatına uygundur. Sade bir Oğuz Türkçesi ile yazılmıştır. Eserin en önemli yönü dilidir ki, bu yönü sanat yönünden üstündür. Eski Anadolu Türkçesinin ses ve şekil özelliklerini geniş ölçüde aksettirir. Türkçeyi aruza uygulamada birçok imale ve zihaf yapmıştır. Eserin konusu Kur’an’dan alınmıştır. Eserde tasavvuf anlayışı doğrultusunda nefsini yenmeyi başaran kişinin sultanlardan da üstün olacağı teması işlenmiştir.

Eğitici nitelikteki 41 beyitten oluşan üç şiirinde Şeyyad Hamza ecelin hükümdar, zengin-fakir, güzel-çirkin demeden mukadder olduğunu, devlet, varlık ve güzellik gibi geçici değerlerle gururlanmamak gerektiğini anlatarak gaflet uykusundan uyanıp Kur’an’a sarılmayı ve Allah’a sığınmayı tavsiye eder. Başka beş na’tinde peygambere ve dört halifeye bağlılığı onun aynı zamanda inanç bakımından halis bir Sünnî olduğunu da ortaya koyar.

Şair kendinden yaklaşık yüz yıl önce yaşamış olan Ahmed-i Yesevî’nin şekil ve üslûp bakımından etkisinde kalarak onun bir şiirine nazire de söylemiştir.

Eseri: Dâstân-ı Yûsuf Aleyhisselâm ve Hâzâ Ahseni’l-kasâsi’l mübârek


Kaynak: SOYSAL, M. Orhan, Eski Türk Edebiyatı Metinleri, Millî Eğitim Basımevi, Ankara, 2002.

Şair: Şeyyâd Hamza
Türü: gazel
Başlık: E lem talem eyâ hânum ne sarnar men ne bulargu
Şiir:

E lem talem eyâ hânum ne sarnar men ne bulargu
Köcenlep özüme sâkî ne munça yutdurur ağu

Yigin kelgey ayahçılar mana sağraknı tîz birgey
Hanum ‘ışkında çırgar men zehir pür bolsa yan dagu

Ne yavlak toyladı hicrün meni ‘ışkun şöleninde
İçürdi kahr ile kanlar yedürdi gussa vü kaygu

Bi-goftem ‘ışkuna munça çü zulm ü zûr-ı pür-gûndur
Merâ gûyed ki bargıl her çi kemet sahça bâ-red gû

Seher-geh bir Mugal oğlan çapardı ol mana karşu
Mu’attar atı tozından tüterdi müşg ile gül-bû

Keyürdi dürlü atlasnı minürdi bir eyü tâzî
Samurlu börki başında dutardı bir güzel kırgu

Şu denlü yığlagay men kim yaşumdan saz bola kırlar
Ben ögicek boyun vasfın digey ol sazdağı kargu

Şeyâd Hamza’nun könli senün zülfün semâ’ında
Saçun ucında raks urur ne hâcetdür ana çalgu

Duram yevmü’l-‘arâsatda yemûtûnlar hayâtında
Yaratganum huzûrında kılam sinün bile yargu



Açıklama: vezni: mefâ’îlün mefâ’îlün mefâ’îlün mefâ’îlün
 
Nesimî

14.yy


Sufî bir Türk şairi olan Nesimî’nin hayatı hakkında çok az bir bilgi vardır. Doğum tarihi kesin olarak bilinmeyen şair, 1408’den önce Halep’te derisi yüzülerek öldürülmüştür.

XIV. yüzyılın son yıllarında Irak, Azerbaycan, Kuzey İran ve Anadolu sahalarında sür’atle yayılan Hurûfîlik’in kurucusu Esterâbâdlı Fazlullah Hurûfî (1339-1393)’ye intisâbetmiştir. Hurûfî tarîkatine mensub ve huruf bilgisine vâkıftır. Hurûfîliğin İran ve Anadolu Türkleri arasında yayılışında, büyük bir rol oynamış gezgin bir şairdir. Nesimî, özellikle Bektaşîler ile vahdet-i vücûd kurallarını benimseyen sufîler tarafından büyük bir sofu olarak kabul edilmiş, hakkında bir çok menkıbe meydana getirilmiştir. Bunlar arasında onun, yüzen derisini sırtlayıp Halep’in on iki kapısından çıkarak sır olduğu menkıbesi de vardır. Menkıbeleri, Horasan ve Maveraünnehir’e kadar yayılmıştır.

Edebî kişiliği

Azerî edebiyatının XIV. Yüzyıldaki en büyük şahsiyet, tesirinin genişliği ve devamlılığı bakımından Türk edebiyatının en büyük temsilcilerindendir.

Şiirde büyük bir güç gösteren Nesimî, Farsça ve özellikle Türkçe şiirler yazmıştır. Şiirlerinde çoğu kez kendi inancını dile getirmiştir. Buna rağmen, din dışı ve âşıkâne gazelleri de vardır.

İran şairlerini iyi tanıyan iyi tanıyan şair, özellikle tasavvuf edebiyatında sürekli etkiler yapmıştır. Anadolu Türkçesine yabancı olmayan Nesimî, Osmanlı şiiri üzerinde derin izler bırakmıştır. Habibî, Hataî ve Fuzulî de dahil olmak üzere, bütün Azerî şairleri iki asra yakın bir zaman onun etkisi altında kalmıştır. XV.-XVI. Yüzyıllarda bir çok Azerî ve Osmanlı şairinin Hurûfîliği kabul etmelerinde Nesimî’nin büyük etkisi olduğu gibi, Fuzûlî’de bile duygu ve anlatım bakımından onun etkisi gözden kaçmaz.


Kaynak: SOYSAL, M. Orhan, Eski Türk Edebiyatı Metinleri, Millî Eğitim Basımevi, Ankara, 2002.

Şair: Nesimî
Türü: gazel
Başlık: Yüzün cennetdir ey rûh-ı musavver
Şiir:
Yüzün cennetdir ey rûh-ı musavver
Te’âlâ şânuhu Allâhu ekber

Sekiz kapusıdur cennât-ı ‘adnün
Kaşunla kirpügün zülfün mu’anber

E lem neşrah saçun ve’ş-şems alnun
Boyun tûbî lebündür âb-ı Kevser

‘Ayân oldı lebün ‘aynında şol su
Ki gark oldı cihân bahrında yek-ser

Tenün tîninden oldı halka ervâh
Ta’âlâ’llâh zihî pâkîze cevher

Sücûd eyler ruh u zülfün katında
Ayıla encüm ü hurşîd-i hâver

Rümûzın bilmeyen beytü’l-harâmun
Ne bilsün kim nedür mihrâb u minber

Felek hüsnünde hayrândur melek mât
Ne deryâson me ma’densin ne gevher

Ser-â-ser nûr-ı mutlakdur vücûdun
Ne mâhiyetsin ey zât-ı mutahhar

Meger şem’-i tecellîdir cemâlün
Ki nûrından cihân oldı münevver

Nesîmî’nün sözi hakdur Hak’ı bil
Ki Hak’dur kim anun dilinde söyler
 
Ahmedî

14.yy


1334 yılında doğan Ahmedî, XIV. Yüzyılda yetişen Osmanlı şairlerinin en büyüğü ve en ünlüsüdür. Ünü XV. ve XVI. Yüzyıllarda da devam etmiştir.

Ahmedî’nin asıl adı “Tâcüddin İbrahim bin Hızır”dır. İlk öğrenimini Anadolu’da görmüş, sonra büyük âlimlerden ders görmek üzere zamanın geleneğine uyarak Mısır’a gitmiş, kuvvetli bir öğrenim görerek İslâm ilimlerini tamamen öğrenmiştir. Yaradılışından gelen kabiliyetine uyarak edebiyatla uğraşmaya başlamıştır.

Anadolu’ya döndükten sonra Germiyan beylerinin hizmetine girerek Kütahya’ya yerleşmiştir. Önce Süleyman Şah’a sonra Bursa’ya giderek Osmanlı sultanlarından Emir Süleyman’a intisabetmiştir.

Zarif, hoşsohbet bir şairdir. Ömrünü Bursa’da geçirmiştir. Divan kâtipliği görevini yaparken 1413’te Amasya’da ölmüştür.

Edebî Kişiliği

Ahmedî, çok yazmış bir şairdir. İran şairlerinden özellikle Nizamî, Kemal Hocendî, Selman-ı Savecî’nin etkileri altında kalmıştır. “Başka şairleri taklit etmediğini, yazdıklarının kendine ait olduğunu, Gülşehrî gibi kendini beğenmiş bir adam olmadığını” söyler. Elvan Çelebi ve Şeyhoğlu Mustafa’ya karşı şiddetli eleştirilerde bulunup, kendini Enverî, Nizamî, Selman-ı Savecî gibi İran şairleri ile kıyaslamaya kalkışır.

Edebî zevki yüksektir. Edebî kişiliğinin oluşmasında Gülşehrî’nin, Hoca Mesud’un ve Şeyhoğlu’nun etkileri açıkça görülür. Bazı sofiyâne şiirlerinde Yunus Emre ve Âşık Paşa’nın etkileri vardır.

İran ve Türk edebiyatını çok iyi bilen ve bunlardan yararlanan Ahmedî, XIV. Yüzyılın en büyük şairidir. Devrine göre çeşitli türlerinde ve nazım şekillerinde en büyük başarıyı göstermiştir. Dili ve anlatımı düzgün, tasvirleri canlı ve renklidir; şiirlerinde sık sık nazım kusurlarına rastlanır.

XIV. yüzyıl şairleri Türkçenin nazım dili olarak kabalığından yakındıkları hâlde, Ahmedî’de böyle bir düşüncenin görülmemesi dikkate değerdir.

Şiirlerinde ölçülü bir sanatçı titizliği vardır. Ünü gayet yaygındır. XV. yüzyıldan sonra Şeyhî’den itibaren Ahmedî gittikçe unutulmuştur. XV. yüzyıldan İskender-nâme’sinden başka eseri hatırlanmaz olmuştur.

Eserleri: Dîvan, İskender-nâme, Esrâr-nâme, Cemşîd ü Hurşîd, Tervîhü’l-Ervâh.


Kaynak: SOYSAL, M. Orhan, Eski Türk Edebiyatı Metinleri, Millî Eğitim Basımevi, Ankara, 2002.

Şair: Ahmedî
Türü: gazel
Başlık: Salalı ‘anberîn zülfün gül üzre tâze reyhânı
Şiir:
Salalı ‘anberîn zülfün gül üzre tâze reyhânı
Perîşân gönlüm ol dâmun olubdur zâr u hayrânı

Seher yüzün safâsından dem urdı ol safâdandur
Cihân u cân kamu Rûşen zihî envâr-ı Rahmânî

Gözün kanumı içdükçe sana efzûn olur mihrüm
Ne efsûnlar kılur görgil sen ol câdû-yı fettânı

Senün zülfün kemendinde gönül cân kurtaram sanur
Ne olmaz fikre düşmişdür gör âhir bu perîşânı

Saçun sevdâsıla binüm karanu gicemün hâli
Mutavveldür ü bes müşkil nice şerh ideyim anı

Nitekim şem’-i hicründe od ile su içindeyim
‘Aceb subha nite iltem bu gice ben bu buhrânı

görenler Ahmedî yaşın idicek nevha hicründe
Ne Nûh’ı zikr eylerler dahı ne mevc-i tûfânı
 
Âşık Paşa

14.yy


XIV. yüzyılın ilk yarısında Anadolu’da yetişen Türk şair ve mutasavvıflarının en büyüklerindendir. Asıl adı Ali olan ve 1272’de Anadolu’da dünyaya gelen Âşık Paşa’nın hayatı hakkında pek az şey bilinmektedir

Rivayete göre XIII. Yüzyılda Anadolu’ya Horasan’dan gelen bir derviş ailesine mensuptur. Ailesi XIII. Yüzyılda Anadolu’nun Moğol istilâsından önceki siyasî ve sosyal buhranlarına karışmış Babaîler isyanı ve Karaman Beyliği’nin kuruluşu ve ilk gelişimde rol almış şeyh ailesidir babasının Muhlis Paşa olduğu rivayet edilir.

Âşık Paşa, Orta Anadolu’nun nüfuzlu ve zengin bir sûfî ailesine mensuptur. Kırşehir’e yerleşmiştir. Kırşehir, devrinin en önemli iktisadî ve medenî merkezlerinden biridir.

Ehl-i sünnet kurallarına uygun bir tasavvuf mesleğine mensup olan Âşık Paşa, gayretleriyle etrafına birçok mürid toplamıştır. Devlet işlerinde de bulunmuştur.

Edebî kişiliği


Gençliğinde mükemmel bir öğrenim görmüş, Şeyh Süleyman-ı Kırşehrî’den zâhirî ve bâtınî ilimleri öğrenmiştir. Yalnız Arap ve Fars dillerinde değil, genellikle İslâmî ilimlerde ve özellikle tasavvufta büyük bir kudret kazanmıştır. Hacı Bektaş, Ahi Evran, Şeyh Süleyman, Mevlâna, Sultan Veled gibi büyük mutasavvıfların mürid ve eserleriyle yakından ilgilenmiştir.

İran tasavvuf edebiyatını ve özellikle Senâî, Attar, Mevlâna ve Sultan Veled’i çok iyi bilir.

Şiirlerinde Mevlâna ve Sultan Veled gibi tam bir “vahdet-i vücûd”cu olmakla beraber ehl-i sünnet kurallarına uygun bir tasavvuf anlayışını yaymıştır. Bu işi Türkçe yazdığı Garib-nâme adlı eseriyle yapmıştır.

Kadı Burhaneddin zamanında devlet dili Farsça idi. Aydın sınıf Türkçeyi hor görüyordu. Bu nedenle Âşık Paşa, o sırada Türk halk kitlesine ve Türk diline karşı gösterilen ilgisizlikten şikâyet ederek, Türkçe yazıldığından kitabının değersiz sayılmamasını önermiştir.

Türkçeyi Arapça ve Farsça gibi bir ilim ve edebiyat dili değil, sadece basit bir konuşma dili saymak hususunda daha sonraki devirlerde de rastladığımız bu anlayışa karşı millî bir dil ve edebiyat yaratmak isteyen Anadolu şairleri arasında Âşık Paşa’ya önemli bir yer vermek gerekir. Fakat bu konuda onun üzerinde etkili olan en büyük etken halka hitâbetmek ve dervişliğin yolunu onlara göstermek yolundaki çalışma ve dinî düşünceleridir.

Âşık Paşa’nın Yunus Emre etkisi altında yazdığı gazel ve ilahileri şiirlikten lirizmden, sanattan yoksun kuru öğütlerdir. Yunus’un, Kaygusuz Abdal’ın şiirleri yanında çabuk unutulmuştur.

Kazanmış olduğu büyük manevî etkiden dolayı Garib-nâme’si çok geniş bir sahaya yayılmış ve okunmuş, etki yapmıştır.

Türk dili ve edebiyatının genel gelişiminde Âşık Paşa’nın unutulmaz bir yeri olduğu da gerçektir.

Eserleri: Garib-nâme, Risâle fî Beyânü’l-esmâ, Manzum Tasavvuf Risâlesi, Şiirleri.

Kaynak: SOYSAL, M. Orhan, Eski Türk Edebiyatı Metinleri, Millî Eğitim Basımevi, Ankara, 2002.

Şiirleri:

Kudret nefesi yiryüzüne urdı yine sûr (gazel)


Kudret nefesi yiryüzüne urdı yine sûr
Hükmoldı şol olmüş hacîle kim dirilidür

Yarıldı çiçek yardı yiri durdı sakından
Yüz dutdı Hak’a cümle ‘aceb maksûdı nedür

Maksûdları şol göreler Tanrı nûrını
Ölüb yine dirilmeyene doğmadı bu nûr

Değme birinün hâlini aydam sana bir bir
Kimi sevinür vuslat ile kimisi mehcûr

Gül buldı anun vuslatını güldigi andan
Bin bülbüli bir gülmegile eyledi mestûr

Çegdüm çiçeği kamudan ön geldiği niyçün
Benzi sarusı andan sayruluğı hâlini aydur

Nergis dahı içmişdi anun ‘aşk şarâbın
Ayılmadı andan berüdür gör nice mahmûr

Ağyâr bize ansuzda elin suna diyüben
Sûsen eline hançer alub oldı bahâdır

Bû cümle çiçek kim bezenüb geldi cihâna
Bu mülke bular gelmedi tâ gelmedi mestûr

İbretle nazar eyleyü bak tâ ki göresin
Elinde dutar her biri bir nâme vü menşûr

Bu ibreti kim ‘Âşık’a rûzi’yledi Allâh
Beklim bakuban şöyle zîbâ görmedi Mansûr
 
Şeyhoğlu Mustafa

14.yy


14. yüzyılda, Germiyan Beyliği sahasında yetişmiştir. 1340-1410 tarihleri arasında Germiyan beyi Süleyman Şah'ın hizmetinde nişancılık ve deftardarlık hizmetlerinde bulunmuştur. Daha sonra Yıldırım Bayezid'e intisabetmiş ve Hurşîd-name’yi ona sunmuştur.

Eserleri: Hurşîd-nâme Marzuban-nâme, Kabus-nâme, Kenzü'l-Küberâ, Mehekkü'l-Ulemâ.


Kaynak: SOYSAL, M. Orhan, Eski Türk Edebiyatı Metinleri, Millî Eğitim Basımevi, Ankara, 2002.

Şiir:

Senün ‘aşkun benüm gönlümde muhkem
Bana sensüz içersem su olur sem

Benüm ne’mdür temâmet milk-i ‘âlem
Firâkundan k’olupdur gözlerüm nem

Özünden hüsn ile artuk cihânda
Benem ‘aşkun yolında cân-ı men kem

Müdâmî şâd otur bahça içinde
Kayurmaz bini ger öldürse bu gam

İçelüm bu gece câm-ı müdâmı
Sevinsün kara yirde Hüsrev ü Cem

Bu demde fursatı elden geçürme
Ne bilürsin dahı nice olur dem

Söz üzre dür döker çün Şeyhoğlı
Olalı dilber ile şimdi hem-dem
 
Gülşehrî

14.yy


Doğum ve ölüm tarihi bilinmiyor. Türk diline bilinçli olarak önem vermiş bir şairdir. Türkçeyi Farsçadan üstün, Arapçaya eşit tutmuştur. En önemli eseri “Mantıku’t-tayr”dır. Sanat amacı güdülerek, tasavvufî yolsa kaleme alınmış olan bu eser, İran şairi şeyh Feridüddin-i Attar’ın aynı adlı eserinden tercümedir. Yalnız, tercüme sırasında çeşitli kaynaklara başvurulmuş, Mevlâna’nın “Mesnevî”sinden hikâyeler alınmış, ayrıca çağıyla ilgili bir çok ahlâkî sohbet ve şikâyetle genişletilmiş ve adeta yepyeni bir eser oluşturulmuştur.

Gülşehrî’nin dili temiz, nazmı kusursuz üslûbu çekici ve akıcıdır.


Kaynak: SOYSAL, M. Orhan, Eski Türk Edebiyatı Metinleri, Millî Eğitim Basımevi, Ankara, 2002.


Şiir:

Bahâr oldı vü bûstânlarda bülbül
Kılur gül ‘aşkına feryâd u gulgul

Bu ‘ömr ile çemende hîç inanma
Ki bir haftadan artuk dirile gül

Gülün ‘ömri azına gözüm ağla
Yazun tîz geçdigine ağız aç gül

Kime bir ‘afiyet geldi cihânda
Kim ana irmedi yüz bin tezelzül

Bu dünye ‘izzetine garre olan
Delim tarta temennâ vü tezelzül

Cihânun ârzûsı cânun almak
Senün fikründe esbâb-ı tecemmül

Çegâne ölüm anup eyde ten ten
Karâbe ‘ömre gülüb kıla kâl kul

Ola Gülşehrî gâfil kendüden kim
Anun zikrinde kılmagıl tegâfül

Bize kim gerekise cevr kılsın
Bizüm teslîm geldi vü tecemmül
 
Adlî (II. Bayezid)

15.yy


Dünyaya 1447 yılında Dimetoka’da gelen II. Bayezid, 1481'de Fatih'in ölümü üzerine Osmanlı tahtına XIII. padişah olarak geçmiştir. Rakibi olan şehzade Cem'in saltanat arzusuna, yeniçerilerin kendisine taraftar olmaları ve vali bulunduğu Amasya'dan merkeze Cem'den önce varışı ile set çekti. Bu rekabet bilinen gelişmelerle 1495'e kadar devam etti. 10 Haziran 1512 tarihinde Çorlu’da vefat etmiştir.

Kendisi de âlim ve şair olan II. Bayezid kendi devrini âlimler, şairler devri haline getirmiş, bir kısım isim ve işleri ile Künhü'l-Ahbar'da kaydedilmiş olan yüzlerce kabiliyeti şöhret haline getirmiştir, birçok yönden babası Fatih'i aratmamıştır.

II. Bayezid, şiirlerinde mütevekkil ve şükredicidir, bazen de bir hak ve adalet arayıcısıdır.

Adlî, Ahmed Paşa’yı üstad tanıxxxxx gazel söylemiş, Necatî'den aldığı ilham ve feyzi de ilk tesirle birleştirerek devrinde vasat kudret ve kabiliyette bir şair olmuştur.

Şiirleri: Ey kemân-ebrû n'ola kurbân idersen cân sana (gazel)


Ey kemân-ebrû n'ola kurbân idersen cân sana
Şiir: Ey kemân-ebrû n'ola kurbân idersen cân sana
Bin benüm gibi ider her lahza cân kurban sana

Mihrüni canda ezelden saklar idüm sanma kim
Dâr-ı dünyâda görüp hayran olupdur cân sana

Dilde gamzen zahmına merhem didüm dilber didi
Tîr-i müjgânum yeter her lahzada derman sana

Pertev-i hüsnün meğer eflâka düşmiş ay u gün
Gice gündüz rezm urup olmuş durur hayran sana

Hûbluk sende tamâm oldugına hacet budur
Kâtib-i kudret ki yazmış ol hat-ı reyhan sana

Hûn-ı dil yaşunla 'Adlî gerçi seyl oldı dirîg
Kanlu yaşun göricek rahm eylemez cânân sana



Açıklama: Vezni: fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilün
 
Adnî

15.yy


Mahmud Paşa'nın ailesi ile doğum yeri ve yılı hakkında çağdaşı Türk tarihçilerinin eserlerinde bilgi yoktur. Sonraki yüzyıllara ait tezkirelerden Künhü'l-Ahbâr ile Hadîkatü'l-Mülûk ve'l-Vüzerâ adlı eserlerde Hırvat asıllı olduğu belirtilmektedir. Beyânî Tezkiresi, Künhü'l-Ahbâr, Meşâirü'ş-Şuarâ ile Tezkiretü'ş-Şuarâ da Alacahisarlı olduğu kanısındaysa da Mahmud Paşa'nın biyografisini yazan Ş. Tekindağ, bu kayıtların doğruluğunu şüpheyle karşılamakta ve Babinger'in verdiği bilgilere dayanarak babasının Sırp despotu Angelos ailesinin Teselya kolundan gelmiş olması ihtimalini kuvvetli görmektedir.

Yerli kaynaklardan yalnızca Heşt Bihişt adlı eserde babasının adının Abdullah olduğu yazılan şâirimizin soyuyla ve sonraki hayatıyla ilgili bir başka husus, bazı tezkirelerde ve menakıpnâmelerde Mahmud Paşa ile Kassabzâde Mahmud Bey'in karıştırılmasıdır. Bu konuda Halil İnalcık, Sadrazam Mahmud Paşa ile Bursa subaşısı Kassabzâde Cübbe Ali Bey'in oğlu Mahmud Bey'in farklı şahıslar olduğunu belirtmektedir. Âmil Çelebioğlu ise, Yazıcıoğlu Mehmed'in dostlarından bahsederken müellif hattı Muhammediye'deki
Veziri var idi bir nür-ı Vehhâb
Adı Mahmud Paşa 'di İbn-i kassâb (8864)
beytinden hareketle "Fatih Sultan Mehmed'in vezîr-i azamı Mahmud Paşa Kasaboğlu Mahmud'dan başkası değildir" demektedir.

Tezkirelere göre savaş esiri olarak veya intisap yoluyla Mehmed Ağa'nın himayesine giren Mahmud Paşa'nın bundan sonraki hayatına ait bilgiler daha nettir.

Mehmed Ağa'nın himayesiyle Edirne sarayında öğrenim gördükten sonra II. Mehmed'in tahta çıkışıyla birlikte ocak ağalığı rütbesi verilir (1451) ve İstanbul kuşatmasında görev alır. Fatih'le birlikte birçok savaşa katılan Mahmud Paşa, Belgrad seferindeki başarıları üzerine 1454'te vezir ve Rumeli beylerbeyi olur. 1458'de Sırbistan işini halletmesi için görevlendirilir ve bazı kaleleri alarak bölgedeki Osmanlı hakimiyetini güçlendirir. 1460'ta Fatih'le birlikte gittiği ikinci Mora seferinde Mistra (İsparta) kalesini, ikna yoluyla ele geçirir.

1461 yılında yine Fatih'le birlikte Amasra, Sinop ve Trabzon seferine çıkar. Bu seferde Mahmud Paşa Amasra'yı 150 gemilik bir filoyla kuşatırken Fatih de karadan gelir ve şehir alınır. Sinop'un alınması harekâtını sevk ve idare edip Rumeli ordusu kumandanı sıfatıyla Trabzon'a gelir ve hem halkı hem de imparatoru ikna ederek şehri kan dökmeden alır. 1462'de katıldığı Eflak savaşında üstün basanlar gösterir. Aynı yıl Midilli adasını almakla görevlendirilir ve bunu da başarır.

1463 yılında Fatih'in Sırbistan seferine katılır ve isyan eden Venediklileri hezimete uğratır. 1464 kışında Fatih'in Jajcza'yı kuşattığı sırada hücuma geçen Macarlara karşı görevlendirilir ve onları geri dönmeye mecbur bırakır. Ertesi yıl Fatih'le birlikte Arnavutluk harekâtına katılır.

1468 yılında Fatih'le birlikte çıktığı Karaman seferinde Pir Ahmed'i yakalayamayışı ve görevlendirildiği tehcir işinde yanlı davranıp rüşvet aldığı iddiaları üzerine vezirlikten ve beylerbeyilikten azledilir.

Bir süre sonra donanma komutanı olur (1469/70) ve kendisine Gelibolu sancağı verilip donanmanın ıslahıyla görevlendirilir. 1470'teki Eğriboz'un fethinde yine Fatih'le birliktedir. Bu zaferden sonra yeniden sadrazamlığa yükseltilen Mahmud Paşa ile Fatih'in arası, Uzun Hasan'a karşı hazırlanan ordunun komutanlığını kabul etmeyişi üzerine biraz açılır.

11 Nisan 1473'te Fatih'le birlikte Sivas'a gelen Mahmud Paşa Şebinkarahisar'ın alınmasını önermiş; bu önerisi kabul görmediği gibi, Otlukbeli Savaşı'nda ikinci derecede bir göreve getirilmiştir. Bu arada bir dizi savaşta gösterdiği başarıya rağmen gözden düşürülen Paşa, ikinci kez azledilmiştir.

Bir süre Hasköy'deki "hâs"ında inzivaya çekilen Mahmud Paşa, daha sonra Fatih'in huzuruna çıkarsa da yüz bulamaz. Şehzade Mustafa'yı ölümüne sevindiği, bir rivayette ise bu işte parmağının olduğu bahanesiyle Yedikule'ye hapsedilir ve türbesindeki kitabeye göre 1473'te, kaynaklara göre ise 3 Temmuz (~3 Ağustos) 1474'te -Fatih'in itiraf ettiği hatasıyla- orada öldürülür. Türbesi, kendi yaptırdığı camiin haziresindedir.


Kişiliği

Çocukluğundan itibaren Enderun'da saray terbiyesi ve eğitimiyle yetişmiştir. Bütün tezkireler ile diğer kaynaklar, "tertîb üzere" öğrenim gördüğünden bahsetmekte, feraset ve akıllılıkta Osmanlı Devletinin yetiştirdiği ender vezirlerden saymaktadır. İlmî yeteneği ve zekâsının kıvraklığı, Meşâirü'ş-Şuarâ’da "problemler diğer insanların zihnine gelmeden onun kalbine doğarmış" sözleriyle ifade edilmektedir.

Fatih'in Hurufîliğe duyduğu ilgiyi kesmek için Mahmud Paşa'nın Edirne müftüsü ve müderrisi Fahreddin Acemî'nin de yardımıyla Hurufîleri ortadan kaldırması, onun zekâ ve ferasetinin örneklerinden yalnızca bir tanesidir. Devlet yetkilileri, âlimler ve halk tarafından sevinç ve takdirle karşılanan bu hadise, onun "devlet-i ebed-müddet" ülküsüne ne denli bağlı olduğunu ve bu uğurda nelerin yapılması gerektiğini göstermesi bakımından kayda değer.

Mahmud Paşa'nın kişiliği, adıyla özdeşleşen şu dört niteliğiyle öne çıkmaktadır: Fatih Sultan Mehmed'le beraberliği, yaptırdığı eğitim ve sosyal hizmet tesisleri, hayırseverliği, ilmî ve edebî yönü.

Mahmud Paşa, 1451'de ocak ağalığı görevine getirilişinden -Âlî'ye göre daha da öncesinden- ölümüne kadar Fatih Sultan Mehmed'in güvendiği, sevdiği ve saygı duyduğu bir şahıs olarak tarihteki yerini almıştır. Eğitim işlerinden sosyal hizmet çalışmalarına, ülkenin güvenlik işlerinden yapılan savaşlara ve "divan" kararlarından edebî toplantılara kadar, Fatih'le birlikte Mahmud Paşa'nın mührü de görülmektedir. Bu yakınlığı Gelibolulu M. Âlî, "Horasan padişahı (Hüseyn-i Baykara) ile Mîr Ali Şîr Nevâyî ve Fatih ile Mahmud Paşa arasındaki şanlı ve benzersiz beraberlik, devlet işlerinden öte, zamanına göre, yıldızların sürekli ve mutlu beraberliğine denktir" şeklinde ifade etmektedir.

Bu şanlı beraberliğin, ara sıra, entrikalar yüzünden gölgelendiği de olmuştur. Saraydaki iktidar çekişmelerinden hemen herkesin payını aldığı, yerini sağlamlaştırmak veya rakip gördüğü kimseyi uzaklaştırmak isteyenlerin hileye ve asılsız suçlamaya başvurduğu sıkça görülmektedir. Şâirimizin de bir kez böylesi bir davranışı, hileye başvurduğu, kayıtlarda bulunmaktadır.

Kaynaklara göre, Mahmud Paşa'nın öldürülmesine, kimi yazarlara göre ise şehit edilmesine, belgelendirilememiş bir suçlamayla karar verilmiştir. Mahmud Paşa Menâkıbnâmesi ndeki Fatih'in kararından vazgeçtiği, emrin zindana ulaşmasından biraz önce infazın gerçekleştiği, cenazeyi ziyarete gelen Fatih'in çok ağlayıp: "Mahmud, sana ki bu işi etdüm, âhiret pâdişâhı eyledüm, tâ ki senün mertebelerine biz de varayıduk", dediler kaydı, efsaneleşmiş beraberliğin, tarihî kaynaklar yanı sıra halk nazarındaki tezahürünün belgesidir.

İstanbul'un Fethinden hemen sonra başlatılan eğitim çalışmalarında görev alan Mahmud Paşa, Ali Kuşçu ile birlikte Tetimme ve Sahn-ı Seman medreseleri teşkilâtının kurucusudur. Kendi adına da İstanbul, Hasköy ve Sofya'da medrese yaptırmıştır. Âşık Çelebi, Harameyn-i Şerîfeyn (Mekke ve Medine)'de dört mezhep üzere eğitim veren medreseler yaptırdığını kaydetmektedir. Süheyl Ünver, Mahmud Paşa'nın 1464 yılında yaptırdığı cami, aş evi, sığınma evi, medrese ve hamam külliyesi içinde kurduğu kütüphaneye vakfettiği eseflerden iki yüz kadarını bulduğunu belirtmekte ve özel kütüphanesinin temellük kitabesi ile kitaplarındaki vakıf mührünün resimlerini vermektedir.

Mahmud Paşa'nın şöhretini ebedîleştiren hizmetlerinden biri, günümüzde adını yaşatmakta olan vakıflarıdır. Yaptırdığı sosyal hizmet ve hayır tesislerinin masraflarını karşılamak üzere çarşılar ve köyler vakfeden Mahmud Paşa'nın hayratından bazıları şunlardır: İstanbul'da okul, cami, hamam, mahkeme, çeşme, han ve 265 dükkândan oluşan iki çarşı; Ankara'da bedesten (kapalı çarşı) mescit ve han; Bursa'da kervansaray ve mescit; Edirne'de cami ve hamam; Hasköy'de medrese ve hamam; Sofya'da medrese, mescit, sebil ve han.

Tezkireler, Mahmud Paşa'nın yoksullara yardım ettiğinden ve cömertliğinin son derece fazla olduğundan uzun uzun bahseder. Bunların arasında, Mahmud Paşa'nın taşradan gelen medrese öğrencilerine aynî yardımdan başka beş yüzer akçe bağışladığı ve cuma akşamları verdiği yemeğin içine nohut büyüklüğünde altın ve gümüş daneleri koydurduğu rivayeti dikkat çekmektedir. Latifî Tezkiresi'nde, "hayr-endîş" (iyilik düşünen) olması sebebiyle Fatih'in, halka ait işleri ona teslim ettiği belirtilmektedir.

Mahmud Paşa'nın iyiliksever yönü, tarih kaynaklarında belgeleriyle sabittir. O, yalnızca kendi halkına değil, Müslüman olsun olmasın, savaştığı düşmanlarına bile insanî duygularla yaklaşma erdemini gösterebilen ender şahsiyetlerdendir. Onun, yukarıda değinildiği üzere, bazı kaleleri ve şehirleri ikna yoluyla, kan dökmeden teslim aldığı ve Karaman'dan İstanbul'a tehcir sırasında zor durumda olanlara dokunmadığı için iftiraya uğrayıp vezirlikten azledildiği bilinmektedir.

Mahmud Paşa'nın belirgin vasıflarından olan engin insan sevgisini, biraz da, devlet adamlığı görevinin önüne geçen şâir gönlünde aramak gerekir.

Bütün bunlar, halkın onu "velî" olarak görmesine, onun hayat hikâyesinin efsaneleşip dilden dile ve kuşaktan kuşağa anlatılmasına, sonuçta, onun adına "menâkıb-nâme" yazılmasına yol açmıştır.

Fatih Sultan Mehmed'in çevresinde toplanan âlimler ve edipler arasında yer alan Mahmud Paşa, ilmî ve edebî şahsiyetleri himaye ve teşvik edip onlarla bir araya gelerek kendisi de ayrıca bir mahfil kurmuştur. Alâeddin Ali, Enverî, Halimî, Hayatî, Karamanlı Mehmed Paşa, Safi mahlâslı Kasım Paşa, Sarıca Kemâl, Şükrullah ve Tursun Bey gibi şahsiyetlerle bir mahfil oluşturan Mahmud Paşa; "Adnî" mahlâsıyla Türkçe ve Farsça şiirlerle Farsça inşâlar yazarken, çevresindekileri de eser ortaya koymaları için teşvik etmektedir. Bu ilmî ve edebî çevre tarafından Bahru'l-Garâyib, Behcetü't-Tevârih, Düstur-nâme-yi Enverî, Tarih-iEbü'l-Feth, Tuhfetü'l-Mahmûdiyye fî-Nasîbati'l-Vüzerâ... gibi pek çok eser ortaya konmuştur.

Adnî'nin edebî yönü hakkında tezkirelerde bilinen ve kalıplaşmış övücü sözler bulunmakta, düz yazılarının şiirlerinden daha olgun ve ustaca olduğu ifade edilmektedir.

Yaşadığı dönemin şiir diline göre oldukça sade yazan Adnî'nin başka şâirleri etkilediğinden söz etmek henüz erken. Ancak, onun şiirlerine nazire yazan şâirlerin çıkabileceğini de düşünmek gerekir. İşte bunlardan biri, çağının ve Türk edebiyatının güçlü şâiri Bakî'dir.

Konuyla ilgili olarak ilginç tespitlerde bulunan Gibb'in görüşlerini dikkatlere sunuyoruz. Gibb, Necatî'ye gelinceye kadarki Osmanlı şiirinin belirgin özelliklerini basitlik derecesinde garip terkipler ile fîkirlerdeki sıradanlık ve örtülü bir yapmacıklığa rağmen saf ve dokunaklı bir tarz olarak değerlendirdikten sonra Adnî'nin şiirleri için şöyle demektedir: "Fakat Adnî'nin şiirleri daha orijinaldir ve en azından Adlî'ninkinden daha çok bir şahsîliği vardır. Yer yer bir vukufun eseri olan parıltılar yanıp sönmekte, şahsîliğin, şâirin sanatkârlık endişesiyle bütün bütün kaybolmadığı görülebilmektedir."



Yücel, Bilal, “Mahmud Paşa Adnî Divanı”, Akçağ Basımaevi, Ankara.

Şiirleri: Cân cemâlün şem’inün pervânesidür dostum (gazel)

Cân cemâlün şem’inün pervânesidür dostum
Dil müselsel zülfünün dîvânesidür dostum

Al emânet gönlümi cevrünle vîrân eyleme
Kim senün hayl-i hayâlün hânesidür dostum

Cân u dil derd ü gamunla âşinâ olalıdan
İki ‘âlem anlarun bîgânesidür dostum

Yoluna cân u cihân virdüğüme budur sebeb
Bana cevr itdügünün şükrânesidür dostum

Kasr-ı cennet bigi ma’mûr olısardur dâyimâ
Ol gönül kim ‘aşkunun vîrânesidür dostum

Kanuma gamzen susamışdı lebünden soraram
Kim kaçan ol teşne kana kanasıdur dostum

Ger terahhum eylemezsen ‘Adnî yüzün şem’ine
‘Âkıbet pervâne bigi yanasıdur dostum
 
Geri
Top