Elif Şafak tüm makaleleri

  • Konuyu açan Konuyu açan dderya
  • Açılış tarihi Açılış tarihi
Bu dünyada eşcinsel olmak
18 Şubat 2010


AMERİKA'da yaşadığım senelerde en yakın dostlarımdan biri, mesleğinde hayli başarılı olan üniversite profesörü bir dilbilimciydi. Hem onu, hem on dört senelik hayat arkadaşı ve gene kendisi gibi profesör olan "Adam"ı bu dünyaya gelmiş en temiz kalpli, en merhametli insanlar olarak hatırlıyorum. Bu eşcinsel çifte, üniversite yönetimi, tıpkı evli olan diğer çiftlere verilen tüm hakları sunmuştu. Beraber hayat ve sağlık sigortasına sahiplerdi. Beraber ev kredisi çekip ev almışlardı ve taksit taksit borçlarını ödüyorlardı. Her ne kadar yasal olarak evlenemeseler de herkesin gözünde onlar saygın bir çiftti. Her ikisi de öğrencileri tarafından seviliyor, meslektaşları tarafından saygıyla dinleniyordu.
Bush rejiminin Irak'ı "totaliterlikten kurtarma" söyleminin en yoğun olduğu dönemde, her iki eşcinsel profesörün, Amerikalı neoconların söylemlerini eleştiren nice demokratik etkinlik düzenlediklerine tanık oldum. Her türlü hegemonyaya eleştirel bakan, istisnasız herkes için özgürlük ve eşitlik savunan; Müslüman olmadıkları halde Müslümanların, kadın olmadıkları halde kadınların, Filistinli olmadıkları halde Filistinlilerin hakları için uğraşan bu çifti görmek, gözlemlemek bende derin etki bıraktı.
Bir gün kendilerine, Amerika'da ufacık bir üniversite kampusunda yaşadıkları halde nasıl olup da dünyanın hemen her yerindeki insanların ve azınlıkların hakları için kampanyalar düzenlediklerini, canla başla uğraştıklarını sordum. Verdikleri cevabı unutmuyorum. "Hepimiz birbirimize görünmez iplerle bağlı değil miyiz" dedi Adam. "Kimse tamamen yalıtılmış ya da yalnız değil. Gözden ırak olan gönülden ırak değil. Bizi yaratan Tanrı, hepimizi aynı sınavdan geçirmekte. Birbirimize bir hayrımız, bir iyiliğimiz dokunsun istiyor. Ben Amerikalıyım ama aynı zamanda dünya vatandaşıyım. Hiç tanımadığım bir insanın acısını yüreğimde hissedebilirsem, ona deva olmak için elimden geleni yaparsam, ancak o zaman kendime layıkıyla 'insan' diyebilirim."
"Galiba hayatımız boyunca o kadar çok küçümsendik, dışlandık, alay edildik ki ötekileştirilmenin ne demek olduğunu biliyoruz" diye ekledi arkadaşım. "Aynı şeyi biz başkalarına yapmak istemiyoruz. Canı yanan insanın, başkasının canını yakması o kadar kolay ki. Biz bu zinciri kırmak istiyoruz. Sadece eşcinsel hakları için değil tüm insanlığın aynı haklara sahip olması için uğraşıyoruz."
Türkçe'de bilge bir söz vardır. "Mazlum, zalim olur" deriz. Çocukluğunda canı yananlardan taş kalpli yetişkinler çıkar. Ezilen insan anını kollar, fırsat bulunca da başkalarını ezmeye başlar. Dayak yiyen gün gelir dayak atar. Horlanan insanlardan korkulası diktatörler çıkar. Ama işte bu eşcinsel çift, bu mazlum-zalim-mazlum-zalim kısırdöngüsünü tam orta yerinden kırmayı başaranlardan. Ezildikleri halde değil bir başkasını ezmek ya da hor görmek, karıncayı bile incitmemeye özen gösterenlerden. Öteki oldukları halde ve öteki oldukları için, kimseyi ötekileştirmeyenlerden.....

*

Cemil İpekçi'nin büyük bir cesaret, özgüven ve açık yüreklilikle Türkiye'de eşcinsellerin haklarıyla ilgili açıklamalarını okurken bu Amerikalı çifti hatırladım. Bu tür konuları konuşmak dün olduğu gibi bugün de kolay değil. Eşcinsel olmak, farklı olmak, temelde "Öteki" olmak kolay değil. Ne Türkiye'de, ne dünyada. Bu konularda en demokrat olduğunu sananlarımız için bile temel bir soru var, kendimize ve yüreğimize sormamız gereken.
"Gün gelir, oğlum ya da kızım bana eşcinsel olduğunu söylerse ne yaparım?" Nice eğitimli, şehirli, Batılılaşmış, "modern" insanlar tanıyorum ki bu soruyu duymaya bile katlanamaz, öfke nöbetleri geçirir. Nice eğitimsiz, "geleneksel" insanlar var ki çocuğunun mutluluğu için onu olduğu gibi kabullenir, her türlü kem söze karşı yüreği kale duvarı gibi metin durur. Soru basit, soru temel. Ve buna verdiğimiz cevap, bizim aslında ne kadar demokrat olduğumuzun, ötekileştirme konusundaki hassasiyet ve samimiyetimizin barometresidir.
 
Uzaktan sevmek
21 Şubat 2010


Her şey olduğu gibi kalsın istiyorum. Ben hep bir sıfır mağlup olayım; sen hep uzak bir hayalden ibaret. Sen olduğun gibi kal. Ulaşılmaz. Dokunulmaz. Koklanılmaz. Ben olduğum gibi. Dünya olduğu gibi.

Ruhunun en çirkef, suretinin en çirkin, zihninin en çiğ hallerini biliyorum; hiçbirini gözlerimle görmemiş olsam da. Ne bir mükafat verdin bana ne bir ceza. Ama cennetini de biliyorum, cehennemini de.

"Seni uzaktan seviyorum...." diye düşündü erkek içinden. "Yaklaşmadan, anlatmadan, anlaşılmadan.... Ben seni beklentisiz seviyorum. Hiçbir şey ummadan, talepte bulunmadan, hayal bile kurmadan. Kendi içimde taşıdığım sessiz sedasız bir sır bu. Ben belki de senden çok bu sırrı seviyorum."
Sırrın senden bile güzel çünkü, senden bile özel. Sırrın bir billur kadeh, kırılmasın diye yüreğimde taşıyorum. Sırrın nazenin bir mum alevi, sırf yanmaya devam etsin diye karanlığı gündüze yeğliyorum. Kimse bilmiyor, bilmesi de gerekmiyor. Hem kim ne anlar? Ateş bu, hep düştüğü yeri yakar. Bense ne bir şeyleri değiştirmek peşindeyim, ne bir yere varmak. Ne sahip olmak derdindeyim, ne kendimi kanıtlamak. Her şey olduğu gibi kalsın istiyorum. Ben hep bir sıfır mağlup olayım; sen hep uzak bir hayalden ibaret. Sen olduğun gibi kal. Ulaşılmaz. Dokunulmaz. Koklanılmaz. Ben olduğum gibi. Dünya olduğu gibi. Merkez Efendi'nin dediği gibi, "her şey zaten dengede ve ahenkte, canım efendim. Her şey zaten merkezinde."
Ben senin ismini tarçın kokulu akide şekeri gibi tutuyorum ağzımda, damağımda, ruhumda. Kaygılarını biliyorum, yalnızlıklarını, kırgınlıklarını ve hırslarını da. Kalbinin ritmini duyuyorum; yanında olmasam, elini tutmasam da. Ruhunun en çirkef, suretinin en çirkin, zihninin en çiğ hallerini biliyorum; hiçbirini gözlerimle görmemiş olsam da. Ne bir mükafat verdin bana ne bir ceza. Ama cennetini de biliyorum, cehennemini de.
Seni olduğun gibi sevdim, tüm günahların ve arızalarınla. Uzaktan sevmenin en güzel yanı bu zaten. Kimseyi değiştirmeye kalkmıyorsun. Her şeyi olduğu gibi kabulleniyorsun. Aynı gökkubbenin altında yaşadığımızı bilmek yetiyor bana. Başımızı kaldırdığımızda gördüğümüz sema aynı, yıldızlar aynı, dolunay aynı. Bunu bilmek yetiyor bana. Umurumda değil ki nerede uyuyorsun, kimin yanında.
Bacağında şarapnel parçasıyla yaşayan bir asker gibiyim. Etimde yabancı bir madde, kemiğimde bir metal parçası gibi duruyor aşkın bende. Başkası duysa korkar, "aman" der. "Nasıl olur? Böyle de yaşanır mı?" Halbuki ben alıştım. Rahatsız etmiyor beni, onu anladım. Şarapnel ve ben, gül gibi geçiniyoruz, yanyana ama karışmadan birbirimize.

*

"Seni uzaktan seviyorum...." diye geçirdi kadın içinden ve başını çevirdi. Bakmadı bile ondan yana. Bakması gerekmedi.
Ne güzel uzaktan sevmenin rahatlığı, hafifliği, beklentisizliği. Herkesin habire birbirinin hayatı hakkında konuştuğu bu dünyada "biz" diye bir şey olmayınca, hakkımızda konuşacak bir şey de bulamıyorlar ya, ne güzel. Özgürlük işte!
Sen özgürsün. Dilediğin zaman gidersin aklının estiği yöne. Tutsaksın bir o kadar. Mecbursun kendi sorumluluklarına, alışkanlıklarına, hayatına. Yapışmışsın kabuğuna. Hayalimdeki sen gerçek senden daha özgür aslında. Görsen, hayalimdeki seni kıskanırsın.
Seni sevdiğimi söylememekteki ısrarım bu yüzden. Her şey böyle daha duru, daha güzel. Söylesem büyü bozulur. Zaman ağırlaşır, zaman hantallaşır. Doğallık kaybolur, konuşmalar yapaylaşır. Söylesem dünya durur, bir daha hiçbir şey aynı olmaz. Sen değişirsin. Bir başka hal gelir üzerine. Bir beklenti, bir istek, bir kıvanç, gizliden gizliye bir kibir siner bakışlarına. "Aşıklar kibirli olur" demiş şair. Sevdiklerini fethedilmiş bir kale gibi görmeye kalkarlar. Bense hayat boyu susmaya razıyım, o kibiri gözlerinde görmektense.
"Böyle adama
Yaklaşmaz hiçbir güzellik
Doğduğu günden beri kalbinde bir delik,
Almak için bütün sızıları içine."
Oğuz Atay tanısa, seni anlatmak için söylerdi bunları. Bütün sızıları içine çeken adamsın çünkü. Bir de beni almanı istemem o delik kalbine.

*

Uzaktan sevmek daha güzeldir bazen. Ne incitir, ne acıtır. Ne yaralar ne kanatır. Gözlerinle görmediğin ama sesini duyduğun, varlığıyla huzur bulduğun bir denizin yakınında yürümek gibidir böyle sevmek..... Uzaktan sevmek en güzelidir bazen.
 
Uzaktan sevmek
21 Şubat 2010 Pazar, 14:39:42Güncelleme: 14:39:42


Her şey olduğu gibi kalsın istiyorum. Ben hep bir sıfır mağlup olayım; sen hep uzak bir hayalden ibaret. Sen olduğun gibi kal. Ulaşılmaz. Dokunulmaz. Koklanılmaz. Ben olduğum gibi. Dünya olduğu gibi.

Ruhunun en çirkef, suretinin en çirkin, zihninin en çiğ hallerini biliyorum; hiçbirini gözlerimle görmemiş olsam da. Ne bir mükafat verdin bana ne bir ceza. Ama cennetini de biliyorum, cehennemini de.

"Seni uzaktan seviyorum...." diye düşündü erkek içinden. "Yaklaşmadan, anlatmadan, anlaşılmadan.... Ben seni beklentisiz seviyorum. Hiçbir şey ummadan, talepte bulunmadan, hayal bile kurmadan. Kendi içimde taşıdığım sessiz sedasız bir sır bu. Ben belki de senden çok bu sırrı seviyorum."
Sırrın senden bile güzel çünkü, senden bile özel. Sırrın bir billur kadeh, kırılmasın diye yüreğimde taşıyorum. Sırrın nazenin bir mum alevi, sırf yanmaya devam etsin diye karanlığı gündüze yeğliyorum. Kimse bilmiyor, bilmesi de gerekmiyor. Hem kim ne anlar? Ateş bu, hep düştüğü yeri yakar. Bense ne bir şeyleri değiştirmek peşindeyim, ne bir yere varmak. Ne sahip olmak derdindeyim, ne kendimi kanıtlamak. Her şey olduğu gibi kalsın istiyorum. Ben hep bir sıfır mağlup olayım; sen hep uzak bir hayalden ibaret. Sen olduğun gibi kal. Ulaşılmaz. Dokunulmaz. Koklanılmaz. Ben olduğum gibi. Dünya olduğu gibi. Merkez Efendi'nin dediği gibi, "her şey zaten dengede ve ahenkte, canım efendim. Her şey zaten merkezinde."
Ben senin ismini tarçın kokulu akide şekeri gibi tutuyorum ağzımda, damağımda, ruhumda. Kaygılarını biliyorum, yalnızlıklarını, kırgınlıklarını ve hırslarını da. Kalbinin ritmini duyuyorum; yanında olmasam, elini tutmasam da. Ruhunun en çirkef, suretinin en çirkin, zihninin en çiğ hallerini biliyorum; hiçbirini gözlerimle görmemiş olsam da. Ne bir mükafat verdin bana ne bir ceza. Ama cennetini de biliyorum, cehennemini de.
Seni olduğun gibi sevdim, tüm günahların ve arızalarınla. Uzaktan sevmenin en güzel yanı bu zaten. Kimseyi değiştirmeye kalkmıyorsun. Her şeyi olduğu gibi kabulleniyorsun. Aynı gökkubbenin altında yaşadığımızı bilmek yetiyor bana. Başımızı kaldırdığımızda gördüğümüz sema aynı, yıldızlar aynı, dolunay aynı. Bunu bilmek yetiyor bana. Umurumda değil ki nerede uyuyorsun, kimin yanında.
Bacağında şarapnel parçasıyla yaşayan bir asker gibiyim. Etimde yabancı bir madde, kemiğimde bir metal parçası gibi duruyor aşkın bende. Başkası duysa korkar, "aman" der. "Nasıl olur? Böyle de yaşanır mı?" Halbuki ben alıştım. Rahatsız etmiyor beni, onu anladım. Şarapnel ve ben, gül gibi geçiniyoruz, yanyana ama karışmadan birbirimize.

*

"Seni uzaktan seviyorum...." diye geçirdi kadın içinden ve başını çevirdi. Bakmadı bile ondan yana. Bakması gerekmedi.
Ne güzel uzaktan sevmenin rahatlığı, hafifliği, beklentisizliği. Herkesin habire birbirinin hayatı hakkında konuştuğu bu dünyada "biz" diye bir şey olmayınca, hakkımızda konuşacak bir şey de bulamıyorlar ya, ne güzel. Özgürlük işte!
Sen özgürsün. Dilediğin zaman gidersin aklının estiği yöne. Tutsaksın bir o kadar. Mecbursun kendi sorumluluklarına, alışkanlıklarına, hayatına. Yapışmışsın kabuğuna. Hayalimdeki sen gerçek senden daha özgür aslında. Görsen, hayalimdeki seni kıskanırsın.
Seni sevdiğimi söylememekteki ısrarım bu yüzden. Her şey böyle daha duru, daha güzel. Söylesem büyü bozulur. Zaman ağırlaşır, zaman hantallaşır. Doğallık kaybolur, konuşmalar yapaylaşır. Söylesem dünya durur, bir daha hiçbir şey aynı olmaz. Sen değişirsin. Bir başka hal gelir üzerine. Bir beklenti, bir istek, bir kıvanç, gizliden gizliye bir kibir siner bakışlarına. "Aşıklar kibirli olur" demiş şair. Sevdiklerini fethedilmiş bir kale gibi görmeye kalkarlar. Bense hayat boyu susmaya razıyım, o kibiri gözlerinde görmektense.
"Böyle adama
Yaklaşmaz hiçbir güzellik
Doğduğu günden beri kalbinde bir delik,
Almak için bütün sızıları içine."
Oğuz Atay tanısa, seni anlatmak için söylerdi bunları. Bütün sızıları içine çeken adamsın çünkü. Bir de beni almanı istemem o delik kalbine.

*

Uzaktan sevmek daha güzeldir bazen. Ne incitir, ne acıtır. Ne yaralar ne kanatır. Gözlerinle görmediğin ama sesini duyduğun, varlığıyla huzur bulduğun bir denizin yakınında yürümek gibidir böyle sevmek..... Uzaktan sevmek en güzelidir bazen.
 
Sanatçının sırça yüreği
25 Şubat 2010


SON günlerde "demokratik açılım ve sanat" çerçevesinde Ahmet Kaya'nın mezarının Türkiye'ye getirilmesi ihtimali konuşuluyor. Hükümetin yaklaşımı iyi niyetli, yapıcı. Öte yandan bu konuda en çok söz hakkına sahip olan kişi, sanatçının eşi ve ruhdaşı Gülten Kaya. O mezar yerinin değil, esas zihniyetlerin değişmesi gerektiğini söylüyor. Ve soruyor bizlere: "Ne kadar değiştik acaba? Sahi ne kadar demokratikleştik?"Eğer hâlâ en ufak bir farklı fikir duyduğumuzda parlayıp tepki veriyor, karşımızdakini dinlemeden bağırıyor, anlamadan yargılıyor, birbirimizi kolaylıkla ve hoyratlıkla "öteki"leştiriyorsak şayet, topu topu bir arpa boyu yol gitmişiz demektir. Bu ülkede pek çok sanatçı, şair, ressam, müzisyen, sinemacı, şu veya bu hükümet döneminde dışlanıp sürgünde, gurbette, hasrette, dinmeyen bir yürek sızısında ikamet etmek durumunda kalmadı mı?
En sevdikleri tatlara yabancı; bir simit kokusuna, bir yeşil erik tadına, bir İstanbul akşamına hasret. Neydi suçları? Şarkı söylemek, resim yapmak, hikâye yazmak, film çekmek... Aşkla bağlı oldukları şehirlerden, insanlardan ve memleketlerinden aniden ayrı düşmediler mi? Ömürlerinin en üretken dönemlerinde bir dal gibi kırılmadılar mı?
Sanatçının yüreği sırçadır, parmak uçları hep eldivensiz. Suya da öyle dokunur, ateşe de. Cama da öyle dokunur, dikene de. Dokunur toplumun hüznüne, sevinçlerine, hikâyelerine, melodilerine. Gülten Kaya, bir sanatçı eşi olarak söylüyor bunları. Ve ekliyor ardından: "Neden Nâzım Hikmet dersliği, Ahmet Kaya müzik dersliği olmasın?" Bu önemli bir soru. Halbuki henüz, hepimizi birleştiren Mevlânâ hakkında bile derslikler, merkezler yahut kürsüler açabilmiş değiliz.

*
Kültür kısa mesafe koşusu değil. Kültür bir uzun maraton. Osmanlı'dan Cumhuriyet'e devredile devredile gelen bir birikim. Kültür, yüklüce bir miras ama hiçbir "mirasyedi"ye ait değil. Ne efendisi var ne tapusu. Bir emanet ki bizler kendimizden önceki kuşaklardan aldık, elimizden geldiğince zenginleştirecek ve bizden sonrakilere devredeceğiz. Unutmak en kolayı. Unutmak en hoyratı. Halbuki eğer biz bugün Türkiye'de daha rahat koşullarda film çekebiliyor, kitap yazabiliyor, resim yapabiliyor, şarkı söyleyebiliyorsak bunu bizden önce yaşamış sanatçıların varlıklarına ve alın terlerine de borçluyuz. Hiçbir kuşak sıfırdan başlamıyor bu maratona.
Oysa Türkiye'de siyaset o kadar önemli ve çalkantılı ki, sanat ve edebiyat gölgede kalıyor nice zaman. Gündem gergin. Gündem karmaşık. Oturup hikâye kurgulamak, şiir yazmak, deneysel film yapmak, şarkılar söylemek zorlaşıyor toplumsal ve siyasi çalkantıların ivme kazandığı zamanlarda. Sanata vakti yahut mecali olmayan bir toplum mu oluyoruz yoksa?
Geçmişte incittiğimiz, sürgüne yolladığımız, kadrini bilmediğimiz yahut yeterince sahiplenmediğimiz nice sanatçı var. Onları sağ ve sol ayrımı yapmadan, ideolojik tartışmalarla yıpratmadan eserleri üzerinden hatırlamak ve hatırlatmak bir vefa borcu. En başta da biz yeni neslin sanatçı ve edebiyatçılarının.
Biz yazarların Şeyh Galip'e, Halide Edip Adıvar'a, Sabahattin Ali'ye, Necip Fazıl'a, Sevgi Soysal'a,Oğuz Atay'a, Nilgün Marmara'ya, Cemil Meriç'e kadar pek çok yazarın, şairin ve dahi kalem erbabının isimlerini ve eserlerini zikretmemiz, bilmemiz şart. Aynı şey bugünün müzisyenleri ve sinemacıları için de geçerli. Onlar da kendi kulvarlarının isimlerini hafızalarda canlı tutmakla yükümlüler. Önyargısızca. Geniş ve cömert bir gönülle. Bunu yapabildiğimiz ölçüde değişecek bir şeyler. Güzelleşecek.
 
Annesinin oğlu
01 Mart 2010


Yaşadığımız her duygusal arızanın ya da elimize yüzümüze bulaştırdığımız her aşk macerasının sebebini, dönüp çocukluğumuzun incinmişliklerine bağlamak zorunda değiliz. Ama öyle yapıyoruz çoğu zaman. Ve ne vakit çocukluğumuzu bir başkasına anlatmaya kalksak, temel bir figür öne çıkıyor hatıralarımızda: Annemiz. "Kadınlar ve anneleri" başlı başına bir yazı konusu, "erkekler ve anneleri" ise apayrı. Siyasette, sporda, medyada, akademide, sanatta ve iş dünyasında başarılı ve etkin olan erkeklerin çoğunun arkasında sanıldığı gibi azimli bir "eş" değil, iddialı bir "anne" var aslında.
Kimi erkekler "annesinin oğlu" ve hep öyle kalıyor. Kaç yaşına gelirlerse gelsinler onlar annelerine olan düşkünlüklerini ruhlarında kalıcı bir dövme gibi taşıyor. Büyüyüp üniversiteden mezun olduklarında, iş dünyasına atıldıklarında, hatta evlenip yuva kurduklarında bile durum değişmiyor. Hayatlarının rotasını belirleyen pusula anneleri olmaya devam ediyor. Kimi anneler de "oğlunun annesi" ve hep öyle kalıyor. Müthiş bir düşkünlük, titizlik, korumacılık.... Yaşlandıkça durum değişmiyor, tam tersine pekişiyor. Oğlunun mesleğindeki ilerlemelerini, kimlerle rekabet halinde olduğunu, sevenlerini ve sevmeyenlerini ayrıntılarıyla biliyor anne, gözü hep üzerinde. Oğlumuz doğduğunda "esas kişilik sınavın şimdi başladı" demişti bir psikolog arkadaşım bana. "Bakalım nasıl bir oğlan annesi olacaksın?" Bir şey demedim. Sadece dinledim. Bakıyorum etrafıma, seyrediyorum alemi. Genç kızlığında hayal ettiği dünyayı bulamayan veya yetenekleri doğrultusunda yaşayamadığını sanan; kendi evliliğinde içten içe mutsuz olan ya da senelerce çevresiyle sorunlar yaşayan; velhasıl bir türlü kendini tam olarak geliştiremeyen, potansiyelini açığa çıkaramayan nice anne varını yoğunu oğluna, oğullarına adıyor. Tutkuyla, sabırla, kararlılıkla.... Bunca duygusal enerji, bu kadar beklenti oğlan çocuklarının üzerine odaklanıyor. Sonra o çocuklar büyüyor ve kendi mutsuzluklarını yaşıyor, yaşatıyor....

***

Sene 1900. Paris'te salaş bir otel odasında, meteliksiz, kimsesiz, yaşamaktan yorgun düşmüş bir adam uzanmakta. Gözleri tavana odaklanmış, aklı geçmişte, yüreği sevdiklerinde takılı kalmış. Usulca veda ediyor dünyaya. Ölüm sebebi: menenjit... Bir de raporlara yazılmayan sebepler var: "Toplum tarafından yanlış anlaşılmak, dışlanmak, horlanmak, yıpratılmak ve yalnızlık." Oscar Wilde'ın 1854'de Dublin'de başlayan yaşam serüveni böyle son buluyor.
"Ağır yazar" yahut "saygın edebiyatçı" görüntüsü vermek gibi bir derdi hiç olmadı onun. Keza "erkek adam" tanımına uymak gibi bir gayesi de olmadı. Canının istediği gibi giyindi, dilediğince süslendi. En olmadık renkler (eflatun, bordo, turkuaz), en olmadık kumaşlar (şifon, saten, ipek) içindeydi. Kadifeye bayılır, parlak ve pahalı kıyafetlere bürünmeyi severdi. Kimselerin anlamadığı takıntıları vardı: porselen biriktirirdi mesela, mavi-beyaz çay fincanları, yemek takımları. Bir o kadar düşkündü tavuskuşu tüylerine. Gittiği her yere tavuskuşu tüyleri götürür, yeni tanıştığı insanlara bunlardan hediye ederdi.
Huylarını tuhaf bulanlara aldırmaz, güler geçerdi. Hiçbir zaman utanmadı renkli kişiliğinden. "Saplantılardan kurtulmanın tek yolu onları bastırmaya çalışmak yerine açığa çıkarmak"tır derdi. İnsanın arızalarından arınabilmesi için bunlarla yüzleşmesi gerekliydi. Hiç "-mış gibi" yapmadı.
Kimi edebiyat tarihçileri bugün Oscar Wilde'ın sıradışı hayatını incelerken, "annesi tarafından yanlış yetiştirildiği" sonucunu çıkarıyor. Son derece ilginç bir kişilikti Lady Wilde. Dönemin kadın hareketinde önemli rol oynayan, ateşli bir feminist olmasına rağmen kendi kocasının aldatmalarına ses çıkarmayan bu kadın aslında hep bir kız çocuğu olsun istedi. Olmayınca, oğlu Oscar'ı kız çocuğu gibi giydirdi, fırfırlı elbiseler, kurdelalar, şapkalar içinde. Kimilerine göre, annesi böyle bir yol seçmemiş olsaydı Oscar Wilde ne bu kadar rüküş olurdu, ne de gay. Ne böyle şatafatlı giyinirdi, ne de böyle sakıncalı temalar hakkında yazılar yazardı.
Dünya edebiyatının büyük ismi Proust, yetişkin bir erkekken bile annesinin oğluydu. Ömrü boyunca annesinin görüş alanından çıkmamaya, onun onayladığı biçimde hareket etmeye özen gösterdi. Annesinden ayrı kaldığı nadir zamanlarda ayrıntılı mektuplar yazdı, rapor sunar gibi. Öyle ki beslenme biçiminden tuvalete çıkma alışkanlıklarına kadar her şeyi yazdı. Mektuplarda verilen tüm bilgiler bir davetti aynı zamanda: Marcel Proust annesini hayatına daha fazla müdahale etmeye davet etti. Annesinin de sözkonusu davete icab etmediği olmadı hiç. Daha nice örnek var böyle. Thomas Hardy temel eğitimini ve edebiyat zevklerini annesinden aldı. Babasını erken yaşta kaybeden Herman Melville'in zevkleri ve kişiliği, tıpkı diğer sekiz kardeşininkiler gibi, büyük oranda annesi tarafından şekillendirildi.
Dedim ya, kimilerimiz "annelerinin oğlu" ve hep öyle kalıyor. Kaç yaşına varmış, mesleğinde ne kadar yükselmiş, neler başarmış hiçbir önemi yok. Koskoca şirketleri yönetip gene anneleri tarafından yöneltilen işadamları, edebiyatta şaheserler yaratıp sonra da annelerine çocuk gibi mektup yazan erkek romancılar, siyasette tozu dumana kattıkları halde annelerinin yanında kuzu kesilen erkek politikacılar var. Onların alınlarında, el yazısından şık ve görünmez harflerle yazıyor: Annesinin oğlu.
Ve işte en büyük zorlukları bu tür erkeklere âşık olan, onlarla bir hayat kurmaya çalışan kadınlar yaşıyor. Bir kadın için en zor şey "annesinin oğlu" olan bir erkeği sevmek....
 
Yollarda
04 Mart 2010


AŞK romanının İngilizce'sinin çıkması sebebiyle bir süredir Amerika'dayım. Farklı eyaletlerde okumalar, imza günleri ve konuşmalar düzenlendiği için sürekli yollardayım. Uçak, tren, araba... Bir şehirden bir şehire, sırtımda çanta, kucağımda kitaplar... Gittiğim her yerde Amerikalıların yanı sıra Türk kökenli Amerikalılar ve Türklerle de uzun uzun sohbet etme fırsatı buluyorum. Her yaştan, her görüşten...
Ve bir kez daha görüyorum ki ne kadar çok sayıda eğitimli, yaratıcı, kalifiye insanımız var yurtdışında yaşayan; ne çok "beyin" var elimizden kayan; ne kadar özel birey var yarı orada yarı burada ömür geçiren, "araf"ta kalan.
"Beyin göçü" her sene biraz daha derinleşen bir yara. Biz ülke gündeminin iniş çıkışlarıyla uğraşırken o sessiz sedasız kanamakta bir kenarda. Ne muhalefetin gündeminde, ne iktidarın. Ne istatistiksel bir bilgi var elimizde, ne çözüme yönelik analizler, girişimler. Biz bu meselenin önemini ekonomik, sosyolojik ve psikolojik boyutlarıyla inceleyebilmiş ya da anlayabilmiş değiliz henüz. Halbuki her sene çok sayıda insanımız yurtdışında kalma kararını veriyor.
Lisans ya da yüksek lisans yapmak amacıyla yurtdışına çıkanların önemli bir kısmı dönmekte tereddüt ediyor. Aralarında bursla gittikleri halde, belli bir zaman sonra burslarını yakmayı, ceza ödemeyi düşünenlerin sayısı az değil. Zaten en başarılılarını da bağlı bulundukları Batı üniversiteleri kapıyor, transfer ediyor. Türkiye'de yeterince kadri bilinmeyen yetenekli profesyonel insanlara Batı üniversiteleri kapılarını açıyor. Peki ya sonra?
Sonrası, değişen planlar, parçalanmış aileler, hasret, gurbet, göçmenlik, göçebelik... Sonrası, Amerika'da hızla yükselen ama yüreğinin bir parçasını Türkiye'de bırakan yaşlı bilgisayar mühendisi; başörtüsünden dolayı Michigan'a giden ve orada kalan tıp öğrencisi; California'da İtalyan-Amerikalı bir genç kızla evlenerek oraya yerleşen ve bebeğine İstanbul ismini koyan delikanlı; Türkiye'de yeterince iş imkânı bulamadığı için Boston'a dönen biyokimya uzmanı; Yahudi bir kıza âşık olup onunla evlenen muhafazakâr Müslüman delikanlı... Anlatılmayan nice hikâye... Ve onların çocukları, torunları, Türkçe bilen ama Türkçe kitap okuyamayan yeni kuşaklar.

*

Batı standartlarında yaşamaya/çalışmaya alışmış ve artık geri dönmeyen, dönemeyen bu kıymetli insanların Türkiye ile bağlarını tazelemek lazım. Böyle bir modeli kurmakta sonsuz fayda var. Onlardan memleketlerine dönmelerini beklemek nafile bir rüya. Artık bulundukları ülkenin parçası olmuşlar. Ama memleketlerini geride bıraktıklarını sanmak daha da büyük bir yanılgı olur. Onlar hep aradalar...
Çözüm, bu insanları "ya burada ya orada" olmaya, katı bir seçim yapmaya itmek yerine, tam tersine, olabildiğince esnek ve hareketli bir yaşam biçimine kavuşturmak. Öyle modeller olmalı ki gelip gidebilsinler, bir ayağı Türkiye'de bir ayağı Amerika'da projeler geliştirebilsinler. Mesela New York'ta, Los Angeles'ta ya da Chicago'da verdikleri bir dersi, bir yaz gelip İstanbul'da, Ankara'da, Van'da ya da Eskişehir'deki öğrencilere aktarabilsinler. Zaman zaman Türkiye'ye seyahat edip danışmanlık, hocalık, proje koordinatörlüğü yapabilsinler. Bilgi birikimlerini Türkiye'deki gençlerle paylaşabilsinler.
Beyin göçüyle bu ülkeden gidenlerin Türkiye'yle bağlarını tazelemek bize çok şey kazandırır.
 
Amerika notları
07 Mart 2010


İstanbul-New York arası on saatlik uçuş. Sağınızda solunuzda oturan yolcularla ahbap oluyorsunuz bir süre sonra. Etrafıma kulak kabartıyorum. Sıra sıra her koltukta yolcular birbirlerine kartvizitlerini veriyor, sakız ve şeker ikram ediyor, hayat hikâyelerini anlatıyor... Hoşuma gidiyor kendiliğinden gelişen bu sosyallik. Bizim kadar havada sohbet etmeyi seven bir başka millet var mı acaba?

Ön sırada oturan ve anlattıklarından uzun süredir Amerika'da yaşadığını öğrendiğimiz orta yaşlı bir adam içimizde en çok konuşan. Hostesin her ikramından sonra sevinçle etrafına dönüp açıklama yapıyor:

"Bizim bu Türk Hava Yolları şahane canım şahane!" Biz diğer yolcular adamın heyecanına bir anlam veremiyor, ayıp olmasın diye nezaketen tebessüm ediyoruz. Ama o bizim de kendisine katılmamızı istercesine tekrarlıyor habire. Her kek, sandviç ya da meyve suyu ikramından sonra takdirlerini dile getiriyor. "Bizim bu Türk Hava Yolları bir tane valla! Bir tane!" Hiçbirimiz anlamıyoruz yolcunun hislerini.

Sonra New York'a varılıyor; herkes kendi yoluna, kendi hayatına dönüyor. Benim de kitap turnem başlıyor böylece, her gün başka bir şehirde program var. Okumalar, imza günleri, söyleşiler arasında uçaktaki o mutlu Türk yolcuyu unutuyorum. Ta ki bir hafta sonra Amerikan Hava Yolları'yla Philadelphia'dan Los Angelas'a altı saatlik bir yolculuk yapana kadar.

***

Her şey havaalanında başlıyor. Uçağa binmeden önce check-in yapıp bavulunuzu verdiğiniz anda. Görevli bir fiş uzatıyor burnuma. "Borcunuz 25 dolar" diyor. Anlamadığımı görünce açıklama yapıyor. "Yeni uygulama. Artık her yolcudan bilet parasının yanısıra bavul parası alıyoruz. Bavul başına 25 dolar ödüyorsunuz." Şaşkın vaziyette biniyorum uçağa. Hostes su ve gazoz dağıtıyor sadece, başka bir şey içmeye kalkarsanız, bilin ki paralı. Eskiden çubuk kraker filan olurdu, artık onlar da kalkmış. Altı saatlik uçuşta ne bir kek, ne bir bisküvi ikram ediliyor. Bir ara sandviç tepsisi geçince umutlanıyorum. "Tanesi yedi dolar" diyor hostes. Onun için ayrıca ödüyorum. Önümdeki yolcu ekstra içecek istediği için

fazladan üç dolar ödüyor, yanımdaki yolcu da bir paket fındık için üç buçuk dolar. Her ayrı ürüne bir fiyat biçilmesi tuhafıma gidiyor. Ama beni daha da şaşırtan benden başka kimsenin durumu yadırgamaması.

Amerikalılar bu tarz yolculuklara alışmışlar artık. Beş saat sonra uyku bastırıyor. Hostesten bir yastık rica ediyorum. "Yastığımız yok ama dilerseniz içinde boyun yastığı, ıslak mendil ve kulak pamuğu olan bir kampanya paketimiz var, onu verebilirim," diyor. Şüpheleniyorum. "Paralı mı?" diye soruyorum. "Evet ama sadece sekiz dolar" diyor gülümseyerek. Basit bir yastık için de para isteyebilecekleri aklımdan geçmemişti. Uykusuz, aksi ve sessiz sedasız oturuyorum yerimde. İşte o zaman İstanbul-New York THY seferinde gördüğüm mutlu yolcuyu hatırlıyorum. Neden öyle hosteslere çocukça bir sevinçle teşekkür ettiğini anlıyorum şimdi. Ve bir şey daha fark ediyorum. Biz Türkler için "ikram" önemli şey. Buna dair hislerimiz biraz da kültürel. Biz milletçe ikramı önemsiyoruz, seviyoruz.

Anlıyorum ki biz bindiğimiz uçağı biraz da "ev" gibi görüyoruz. Uçağa binince kendimizi Kaptanbey'in ya da Hosteshanım'ın evine misafirliğe gitmiş gibi hissediyoruz. Misafirlikte ikram edilen yiyeceklerden ev sahibinin para almaya kalkması nasıl garibimize giderse, uçaktaki her minik ikrama ayrı bir fiyat biçilmesi de öyle tuhafımıza gidiyor.

***
Dönüşte Türk Hava Yollarıyla uçuyorum gene. Önce içecekler geliyor, ardından yemekler, sonra gene içecekler, derken kek ve sandviç dağıtılıyor. Yastıklar bedava. Hatta battaniyeler bile! Yanımdaki yolcunun kucağında üç yastık var. "Kıymetini bilin, çok zenginsiniz" diyorum. Tuhaf tuhaf bakıyor yüzüme. Her ikramdan sonra yanımda oturan yolculara dönüp heyecanla yorum yapıyorum. "Bizim bu Türk Hava Yolları şahane canım! Bir tane! Bir tane!" "Vah yazık, yaza yaza sonunda kafayı yemiş" dercesine yüzüme bakıyor etrafımdakiler. Gene de nezaketen başlarını sallayıp tebessüm ediyorlar her lafıma.

Anlaşılmadığımı görünce hafiften sinirleniyor, ısrarla tekrar ediyorum. "Yok yok, valla öyle. Bizim bu Türk Hava Yolları bir tane! Fındık bile parasız!" "Turnede yorulmuş Elif Hanım, belli" diye fısıldıyor arkamdaki kadın kocasına. Anlamıyorlar beni.
 
Amerika'da yazarlar nasıl yaşıyor?
11 Mart 2010


AŞK'ın İngilizcesi "The Forty Rules of Love" adıyla çıktı. Ben de bir süredir romanımın tanıtımı için Amerika'dayım. Burada kitap dünyası bizdekinden daha farklı dinamiklerle işliyor. Yayınevleri kataloglarını bir, bazen iki sene önceden kapatıyorlar. Böylece yayıncılar daha şimdiden iki sene sonra hangi kitapları hangi sırayla basacağını biliyor. Her romanın yayına hazırlığı (kapak tasarımı, editörlük çalışması, basın bülteni vs.) en az bir buçuk sene sürüyor. Muazzam bir uzmanlaşma var. Senede takriben 175 bin kitap basılıyor. Bu sayıya kendi imkânlarıyla kitap bastıranlar yahut yerel düzeyde dağıtılan yayınların dahil olmadığı düşünülürse, tablonun ne kadar büyük ve karmaşık olduğu daha iyi anlaşılır. Adeta her nefes alışverişimizde yeni bir kitap çıkıyor piyasaya. Bu hızlı çarkın içinde binlerce roman basılıyor. Her kırk dakikada bir yeni bir roman geliyor raflara. İnanılmaz bir rekabet var. İnanılmaz bir koşuşturma.
Burada bize oranla daha çok kitap basılıyor ama belki de bir o kadar hızla buharlaşıyor kitaplar. Her an yeni yazarlar ünleniyor ama yüzlerce, binlerce isim arasında yazarlar çabuk unutuluyor aslında. Yazı dünyasında herkes başkasının tavuğunu kaz görüyor (tıpkı bizde olduğu gibi). Şairler, kısa öykücülerin ne kadar şanslı olduğunu söylüyor (kısa öykü basan daha çok dergi var), kısa öykücüler esas romancıların şanslı olduğunu düşünüyor (piyasa romanla daha çok ilgileniyor), romancılar da herkesin romancı olmak istemesinden yakınıyor (o kadar çok isim var ki her şey toz bulutunda kayboluyor). Tıpkı bizde olduğu gibi burada da romancılar birbirlerini sevmiyor, birbirlerinin aleyhine konuşup yazabiliyor. Ama coğrafi genişlik, yani yazarların birbirinden başka başka şehirlerde yaşaması ve her birinin kendi okurlarının olması, kıskançlık ve rekabetin dozunu biraz olsun yumuşatıyor.
Marx'ın dediği gibi, bir dünya artık kitap dünyası. Burada "katı olan her şey buharlaşıyor". Modern toplumun şaşmaz ritmi böyle. Kadınlar bir araya gelip kitap kulüpleri kuruyor. On kadın, on beş kadın her seferinde başka bir kitap seçip onu okuyor, haftada bir buluşup tartışıyor. Kitap kulüpleri son derece popüler. Ve birçok kadın, kendi çevresinde böyle bir şey başlatmaktan gurur duyuyor. Yepyeni bir gelişme internet. Çok sayıda kitap blogu var. Artık herkes "kitap eleştirmeni" sayılıyor. Bir üniversite öğrencisi, büyük bir şirkette çalışan bir mühendis, bir bankacı ya da beş çocuk annesi bir ev hanımı, boş zamanlarında internet üzerinden "kitap blogu" kurup kendi gözünden kitapları tanıtıyor, beğenmediği romanları eleştiriyor. Her yerden insanlar bu blogları takip ediyor; onlar da kendi fikirlerini yazıyor, sevdikleri kitapları tavsiye ediyorlar. Ve ister inanın ister inanmayın, bu amatör ve yerel blogları koca koca yayınevleri son derece ciddiye alıyor.
Türkiye'de de benzer blog ve web sayfalarının çoğalmasına ihtiyacımız var. Edebiyatın ritmi toplumdan gelirse güzel. Yerelden. Sivil toplumdan. Yoksa edebiyat az sayıda elit insanın elinde kalmamalı, tekelleşmiş bir kültür olmamalı. Türkiye'de biraz yüreklendirmeyle kitap blogları kurabilecek yüzlerce, binlerce insan var aslında. Eskiden böyle değildi. Yakın zamana kadar edebiyat eleştirisi sayılı insanların elindeydi. Az sayıda dergide belli kişiler eleştirmen sıfatıyla yazabilirdi. Ama artık bu kırıldı. Şimdi, bu yeni yüzyılda öğrenci de, ev hanımı da, her yaştan ve meslekten kitapsever kendi mecrasını kurabilir, geliştirebilir.
New York, Philadelphia, Los Angeles, San Francisco, Santa Cruz, Seattle, Chicago.... Elde bavul, bir şehirden bir şehire dolaşıyorum. Gittiğim her yerde Türkler, Türk-Amerikalılar ve Amerikalılar ilgiyle karşılıyor beni. Amerika'da yazar olmak başlı başına bir yaşam tarzı. Amerika'da Türk bir yazar olmak ise kolay değil. O da bir başka yazının konusu....
 
Amerika'da yazarlar nasıl yaşıyor?
11 Mart 2010


AŞK'ın İngilizcesi "The Forty Rules of Love" adıyla çıktı. Ben de bir süredir romanımın tanıtımı için Amerika'dayım. Burada kitap dünyası bizdekinden daha farklı dinamiklerle işliyor. Yayınevleri kataloglarını bir, bazen iki sene önceden kapatıyorlar. Böylece yayıncılar daha şimdiden iki sene sonra hangi kitapları hangi sırayla basacağını biliyor. Her romanın yayına hazırlığı (kapak tasarımı, editörlük çalışması, basın bülteni vs.) en az bir buçuk sene sürüyor. Muazzam bir uzmanlaşma var. Senede takriben 175 bin kitap basılıyor. Bu sayıya kendi imkânlarıyla kitap bastıranlar yahut yerel düzeyde dağıtılan yayınların dahil olmadığı düşünülürse, tablonun ne kadar büyük ve karmaşık olduğu daha iyi anlaşılır. Adeta her nefes alışverişimizde yeni bir kitap çıkıyor piyasaya. Bu hızlı çarkın içinde binlerce roman basılıyor. Her kırk dakikada bir yeni bir roman geliyor raflara. İnanılmaz bir rekabet var. İnanılmaz bir koşuşturma.
Burada bize oranla daha çok kitap basılıyor ama belki de bir o kadar hızla buharlaşıyor kitaplar. Her an yeni yazarlar ünleniyor ama yüzlerce, binlerce isim arasında yazarlar çabuk unutuluyor aslında. Yazı dünyasında herkes başkasının tavuğunu kaz görüyor (tıpkı bizde olduğu gibi). Şairler, kısa öykücülerin ne kadar şanslı olduğunu söylüyor (kısa öykü basan daha çok dergi var), kısa öykücüler esas romancıların şanslı olduğunu düşünüyor (piyasa romanla daha çok ilgileniyor), romancılar da herkesin romancı olmak istemesinden yakınıyor (o kadar çok isim var ki her şey toz bulutunda kayboluyor). Tıpkı bizde olduğu gibi burada da romancılar birbirlerini sevmiyor, birbirlerinin aleyhine konuşup yazabiliyor. Ama coğrafi genişlik, yani yazarların birbirinden başka başka şehirlerde yaşaması ve her birinin kendi okurlarının olması, kıskançlık ve rekabetin dozunu biraz olsun yumuşatıyor.
Marx'ın dediği gibi, bir dünya artık kitap dünyası. Burada "katı olan her şey buharlaşıyor". Modern toplumun şaşmaz ritmi böyle. Kadınlar bir araya gelip kitap kulüpleri kuruyor. On kadın, on beş kadın her seferinde başka bir kitap seçip onu okuyor, haftada bir buluşup tartışıyor. Kitap kulüpleri son derece popüler. Ve birçok kadın, kendi çevresinde böyle bir şey başlatmaktan gurur duyuyor. Yepyeni bir gelişme internet. Çok sayıda kitap blogu var. Artık herkes "kitap eleştirmeni" sayılıyor. Bir üniversite öğrencisi, büyük bir şirkette çalışan bir mühendis, bir bankacı ya da beş çocuk annesi bir ev hanımı, boş zamanlarında internet üzerinden "kitap blogu" kurup kendi gözünden kitapları tanıtıyor, beğenmediği romanları eleştiriyor. Her yerden insanlar bu blogları takip ediyor; onlar da kendi fikirlerini yazıyor, sevdikleri kitapları tavsiye ediyorlar. Ve ister inanın ister inanmayın, bu amatör ve yerel blogları koca koca yayınevleri son derece ciddiye alıyor.
Türkiye'de de benzer blog ve web sayfalarının çoğalmasına ihtiyacımız var. Edebiyatın ritmi toplumdan gelirse güzel. Yerelden. Sivil toplumdan. Yoksa edebiyat az sayıda elit insanın elinde kalmamalı, tekelleşmiş bir kültür olmamalı. Türkiye'de biraz yüreklendirmeyle kitap blogları kurabilecek yüzlerce, binlerce insan var aslında. Eskiden böyle değildi. Yakın zamana kadar edebiyat eleştirisi sayılı insanların elindeydi. Az sayıda dergide belli kişiler eleştirmen sıfatıyla yazabilirdi. Ama artık bu kırıldı. Şimdi, bu yeni yüzyılda öğrenci de, ev hanımı da, her yaştan ve meslekten kitapsever kendi mecrasını kurabilir, geliştirebilir.
New York, Philadelphia, Los Angeles, San Francisco, Santa Cruz, Seattle, Chicago.... Elde bavul, bir şehirden bir şehire dolaşıyorum. Gittiğim her yerde Türkler, Türk-Amerikalılar ve Amerikalılar ilgiyle karşılıyor beni. Amerika'da yazar olmak başlı başına bir yaşam tarzı. Amerika'da Türk bir yazar olmak ise kolay değil. O da bir başka yazının konusu....
 
Bir hayaleti kıskanmak
15 Mart 2010


Benim de senelerdir uzaktan uzağa kıskandığım böyle bir sanatçı var. Eyup onu bu kadar sevmese, beğenmese, ben de kendisine karşı daha tarafsız ve sıcak duygular beslerdim herhalde. Ama elde değil. Durum böyle. Ne zaman aramızda tartışsak, evde limoni bir hava esse, gidip o sanatçının birCD'sini koyuyor CD çalara. Adeta "Sen beni anlamadın ama bak o anlıyor" dercesine.





Haber
Ara spot: Öyle bir kadın düşünün ki 1950lerde, 1960larda fırtına gibi esmiş müzik dünyasında. Irkçılığın ve ataerkilliğin en yoğun olduğu yerlerde başını dik tutmuş, yürüyüp gitmiş. Arkasına bakmamış, hakkında söylenenleri umursamamış. Öyle bir kadın düşünün ki safi yetenek, pür kabiliyet. Muazzam bir ses, yepyeni bir sentez, ayrıksı bir tarz ve derin bir hüzün. Öyle bir kadın düşünün ki sesiyle âşık ediyor sizi kendisine. Öyle bir kadın ki hayaleti bile etten ve kemikten...


Kimi sanatçılar kalabalık metropollere benzer. Uzaktan bakınca güzel ve heybetli, dinamik ve renkli, yakından görünce durum bambaşka. Aslında belki de sanatçıların pek çoğu böyledir ya. O yüzden bir sanatçıyı yakından görmek ekseriya "büyü bozumu" demektir. Sihir dağılır. Efsun kaybolur. Bir de bakarsınız fotoğraflarında alımlı ve akıllı görünen insan boş boş konuşan biridir gündelik hayatında. Sesi bile farklıdır. Bir de bakarsınız, "sıradışı" sandığınız o varlık "sıradan"dır fazlasıyla. En iyisi belli bir mesafeden bakmaktır sanatçılara, şairlere, yazarlara. Fazla yaklaşmamaktır. Sanatçıların en güzel halleri bin metre öteden görünen silüet halleridir. Yarı karanlıkta...
Öte yandan hemen her kadın kocasının hayran olduğu sanatçılarla gizliden gizliye anlamsız ve mantık dışı bir rekabet halindedir. Kadın şöyle bir bakar eşinin o pek beğendiği sanatçıya. Onun o boyalı, alımlı, süslü püslü ihtişamlı fotoğraf karelerine. Kendini beğenmiş hallerine. Resimlerini süzer, söyleşilerini okur. İlla ki bir yerini beğenmez. Bir kulp bulur. Bir falso. Bir cevabını cımbızlar, bir kelimesine takılır, veryansın eleştirir. Bir lafını yanlış anlar. Beğenmemeye koşullanmıştır ne de olsa. Sonra yapıverir yorumunu: "Beğenecek başkasını bulamadın mı Allah aşkına?"
Kadının kendisi de sanatçı olabilir bu arada; fark etmez, durum değişmez. O gene kocasının beğendiği sanatçıyı beğenmez. İlla ki burun kıvırır.
Benim de senelerdir uzaktan uzağa kıskandığım böyle bir sanatçı var. Eyup onu bu kadar sevmese, beğenmese, ben de kendisine karşı daha tarafsız ve sıcak duygular beslerdim herhalde. Ama elde değil. Durum böyle.
Ne zaman aramızda tartışsak, evde limoni bir hava esse, gidip o sanatçının bir CD'sini koyuyor CD çalara. Adeta "Sen beni anlamadın ama bak o anlıyor" dercesine. Keyfi iyi olduğunda da onu dinliyor keyifsiz olduğunda da. Kimi akşamlar bakıyorum hanfendi CD çalardan söylüyor, Eyup mırıldanıyor, mutlu mesut beraberler koskoca bir sanal alemde. İnsanın kocası bir şarkıcıyı bu kadar sevince siz de ister istemez o şarkıcıyla yakından ilgilenmeye başlıyorsunuz. İster hayatta olsun o kişi ister ölmüş olsun durum değişmiyor. Bir hayaleti kıskanmak mümkün. Hem de ne mümkün!
Nicedir bir hayaleti kıskanırım. Sesini, enerjisini, derinliğini... O aksi hallerini, o çatal çatal sesini, isyankârlığını... Şarkılarından taşan çoşkusunu, tutkusunu, ruhunu. Ama en çok da Eyup'ün üzerindeki tılsımını kıskanırım. O yüzden bu yakınlarda kendisi hakkında bir biyografi çıkınca piyasaya, ilk işim okumak oldu tabii ki. Görelim bakalım nasıl biriymiş bu hanımefendi....

Bahsettiğim şarkıcı Nina Simone. Nam-ı diğer Siyah Prenses.
Hayatını okudukça ona hem hayran hem gıcık oluyorsunuz, ikisi de aynı anda. Öyle bir kadın düşünün ki 1950lerde, 1960larda fırtına gibi esmiş müzik dünyasında. Irkçılığın ve ataerkilliğin en yoğun olduğu yerlerde başını dik tutmuş, yürüyüp gitmiş. Arkasına bakmamış, hakkında söylenenleri umursamamış. Öyle bir kadın düşünün ki safi yetenek, pür kabiliyet. Muazzam bir ses, yepyeni bir sentez, ayrıksı bir tarz ve derin bir hüzün. Öyle bir kadın düşünün ki sesiyle âşık ediyor sizi kendisine. Öyle bir kadın ki hayaleti bile etten ve kemikten...
Muhalif biri. 1967'de Detroit şehrinde siyahlar isyan ettiğinde, 43 kişinin ölümü ve ciddi maddi hasarla sonuçlanan bir ayaklanma yaşandığında bunu ilk destekleyen sanatçılardan biri oluyor Nina Simone. Bir sonraki konserinde aniden "Seni seviyorum Detroit" diye bağırıyor. "Başardın işte. Başardın. Baş kaldırdın."
Nina Simone'un hayatını okuyunca çelişkili hislere kapılıyorsunuz. Bir insanın sanatını bu kadar tutkuyla icra etmesi karşısında şapka çıkarıyorsunuz. Cesaretine, yüreğine, kabiliyetine saygı duyuyorsunuz. Ama aynı zamanda anlıyorsunuz ki kişiliği son derece sorunlu. Karşınızdaki narsist biri. Tek derdi sudaki yansımasını görmek. Nina Simone de uzaktan siluet halinde sevilecek sanatçılardan. O bir diva. Uzaktan dev yakından cüce. Uzaktan gökkuşağı yakından kül rengi.
2003 senesinde vefat etti Nina Simone. Ömrünün son demlerinde iyice huysuzlaştığı, kabalaştığı söyleniyor. Pek çok kalp kırdı. Sevmediklerine karşı hoyrat ve acımasızdı. Seneler boyu "şizofrenik", "manik depresif", "megaloman" gibi teşhisler kondu kendisine. Defalarca. Yeteneği parıltısını kaybetse de hiçbir zaman kaybolmadı.
"Ne okuyorsun öyle dalmış vaziyette?" diye soruyor Eyup akşam eve geldiğinde.
"Senin o Siyah Prensesin var ya, tanısan iki dakika yanında duramazdın belki de," demek istiyorum ama son anda bir şey tutuyor beni. "Nina Simone'nun hayatını okuyorum," diyorum sadece.
"Hadi ya," diyor gözleri parlayarak. "Nasıl peki?"
"Kıskanılacak biri," diyorum.
Başını sallıyor, cevabımdan memnun. Ve ben biliyorum ki öyledir kimi sanatçılar. Çoktan göçmüş olsalar da, geride hayaletlerini bırakmış olsalar da, kişilikleri gayet arızalı, hatta çekilmez olsa da onlar hep "kıskanılacak biri" olarak gezinirler aramızda....
 
Geri
Top