Elif Şafak tüm makaleleri

  • Konuyu açan Konuyu açan dderya
  • Açılış tarihi Açılış tarihi
Ağrı eşıgı yüksek kadınlar
28 Ağustos 2009

TÜRKİYE ramazan ayına yoğun ve hızlı bir gündemle girdi. Siyasetin meydanında bir sürü sivri söz, eleştiri ve karşılıklı itham uçuşuyor. Uzmanlar, gazeteciler, akademisyenler televizyon ekranlarından, gazete sayfalarından görüş üstüne görüş bildiriyor. Bütün bunlar tam gaz süregiderken bu toplumda birileri de kendi köşelerinde sakin ve emin bir şekilde ramazan yardımları dağıtmakta.
Devlet aygıtlarına ya da hükümet kurumlarına değil, topluma ve toplumsal yaşama odaklanmayı tercih eden insanlar bunlar. Gündeme ilgisiz değiller ama radarlarının kapsamı gündemden ibaret değil. Gönüllü hayır kuruluşlarından bahsediyorum. Kendi aralarında para toplayan, erzak ve yakıt alan, semt semt, kapı kapı dolaşıp yardıma muhtaç aileleri yerinde tespit eden onlarca irili ufaklı vakıf ve dernek var.
İşte bu yakınlarda bunlardan bazılarının çalışanlarıyla uzun uzun konuşma fırsatı buldum. Gözlemlerini sordum. Ve söz birliği etmişçesine hemen hepsinin dile getirdiği ortak bir tespit var ki, Türkiye'nin toplumsal dokusuna dair çok şey söylüyor.
*
Bu toplumun en yoksul, en yoksun aileleriyle çalışan gönüllüler diyorlar ki: "Bu ramazanda gittiğimiz birçok ailede hep aynı şeyi gördük: Aileleri aslında kadınlar ayakta tutuyor. Erkekler ya kaçmış, ya hasta, ya işsiz, ya alkolik, ya depresyonda. Ekonomik krizde erkekler giderek edilgenleşirken kadınlar ailenin temel direği haline geliyor. En umutsuz vakalarda dahi her şeyi kadın ya da kadınlar çekip çeviriyor."
İstanbul'da yerinde tespit edilen aile yapılarından bazı örnekler. Semt Fatih. İzbe bir ev. Kadının kocası kaçmış, evli barklı oğlu kaçmış. Geriye kadın ve gelini kalmış, bir de beş çocuk, biri engelli. Kaynana-gelin aynı çatı altında bir başlarına ev geçindiriyor. Kadın merdiven siliyor, gelin temizliğe gidiyor. Günün birinde yeterince paraları olursa engelli çocuğa ortopedik ayakkabı almak istiyorlar.
Gene Fatih'ten bir başka örnek. Baba hapiste, kanserli anne tek başına çocuklara bakıyor. Annenin hastalığı ilerleyince büyük abla çalışıp kız kardeşini okutuyor. Örnekleri yüzlerle, binlerle çarpın: Torunlarına tek başına bakan ve altmışından sonra iş arayan anneanneler, babaanneler; eşini kaybettikten sonra bir daha evlenmeyip kendini çocuklarını yetiştirmeye adayan anneler...
Bildiğimizi sandığımız ama üzerinde hiçbir zaman durmadığımız bir konu bu: Yoksul ailelerde kadınların dirayeti! Kriz zamanlarında erkekler çekip gidebilirken, geride kalan kadınlar her ne pahasına olursa olsun ayak duruyor.
*
Bu ramazan ayında içinde yaşadığımız topluma gelin farklı bir nazarla bakın. Maddi geliri ve eğitim seviyesi en düşük aileleri ziyaret edin. Parçalanmış, dağılmış yuvalara bilhassa dikkat edin. Göreceksiniz ki bu toplumun çatısını da, aile yapısını da kadınlar sırtlanıyor.
Düzenli ailelerde ataerkillik daha belirgin olabilir, kadınlar karar alma mekanizmalarında ekseriya daha geri planda. Ne zaman ki evliliğin arabası fena halde tökezliyor, uçuruma yuvarlanıyor ya da ailede bir dram yaşanıyor, işte o zaman ömrü hayatı boyunca pasif ve itaatkâr olması öğretilen kadınlar ön plana geçiyor.
En sessiz kadınlardan beklenmedik cengâverler çıkıyor. Düzensiz, dağılmış, muhtaç ailelerde anaerkillik belirgin. Her şeyi kadın taşıyor.
Ne hikmetse, toplumu tutan, aileyi tutan, gündelik hayatı tutan kadınlar siyasette yok. Siyasetin dili erkek. Kimyası erkek. Kodları erkek. Sataşmaları, yumruklaşmaları, ithamları erkek. Halbuki bizler bıktık artık. Sert ve hoyrat ve hırçın ve uzlaşmaz üsluplar duymak istemiyoruz. Bunlardan memlekete bir hayır geleceğine inanmıyoruz.
Eğer erkek siyasetçiler didişmeye devam edeceklerse, farklı ve yapıcı bir üslup geliştiremeyeceklerse, takılmış plak gibi aynı şeyleri tekrar edeceklerse, o zaman çekilsinler. Ekstra kotalar ve pozitif ayrımcılıkla kadınlara yol versinler.
Ve sanmasınlar ki kadın tecrübesiz. Sanmasınlar ki kadın zayıf veya nazenin ya da dirayetsiz. Onlar sıcak gündem tartışırken, bu ülkede on binlerce kadın akla hayale gelmedik zor koşullarda hayat mücadelesi veriyor, çocuk yetiştiriyor. Ağrı ve hüzün eşiği yüksek kadınlar bunlar, kolay kolay yıkılmıyorlar.
 
40 metrekare dünya
31 Ağustos 2009

Her yeni annenin yardıma ihtiyacı var. Kocadan, akrabalardan, dostlardan, komşulardan ve kimi zaman sosyal yardım kurumlarından yardım ve destek şart. Lohusa ne kadar çok yardım alabilirse etrafından, o kadar iyi. Türkiye'de geleneksel birçok ailede kadınlar bu boşluğu akrabalarının desteğiyle dolduruyor.

Gazetelerde iç burkan, yürek karartan bir haber: Almanya'da gencecik bir Türk anne dördüncü kattan ölüme atladı. Biri 3 aylık, diğeri 4 yaşında iki çocuğunu da yanma alarak. Bebek Esma Nur oracıkta vefat etti. Küçük oğlan ise hayatta kalma mücadelesi vermekte. Öyle bir yaşam hikâyesi ki onlarınki, yazmaya kıyamıyor insan. Olur da yanlış bir kelime yazarım, narin ruhlarını incitirim diye çekiniyor, ürküyor yazıya uzanan parmaklarım. Ama bir yandan da şefkatle düşünmek istiyorum Krşehirli Züleyha Hanım'm öyküsünü. Yazılması gerektiğine inanıyorum, bilinmesi gerektiğine. Çünkü nice kadın var benzer tecrübelerin eşiğinden dönen. Çünkü kadınların kapıldığı nice karanlık hâller var; bir türlü konuşamadığımız, anlamaya dahi çalışmadığımız hâller...
İnsanın göğüs kafesine gece çöker bazen. Gece öyle bir çöker ki ruhuna, olanca ağırlığı bütün katmanlarıyla, bir türlü gelmez sabah, gün ağarmaz. Kalbinin atışı değişir. Ritim bozuluverir tâ derinden bir yerden. Kalbin tekler. İncecik bir pamuk ipliğine tutunarak yaşarsın hayatla ölüm arasında. Kimse bilmez. Bilmek istemez. Gece bir yılan gibi kıvrılır çörekleniverir bazen kadınların üzerine. Ve buna en "eğitimli", en "Batılı", en "modern" gibi görünen kadınlar da dahil; en "geleneksel", en "kırsal", en "Doğulu" görünenler de. Post-natal depresyonun sınıfı yok. Milleti, dini, dili, bölgesi, eğitim seviyesi yok. Ne tuhaf ki depresyonun insanları eşitleyen bir özelliği var. Herkesin depresyona girme sebebi farklı olabilir ama her depresyonun özü bir ve aynı. Kabuğu kaldırdın mı ince ince kanar. İnsan hep aynı yerden kanar. Hep yüreğinden.
Merak ediyorum tıp ve eczacılık fakültelerinde, üniversitelerin psikoloji bölümlerinde "post-natal depresyonun boyutları" üzerinde yeterince duruluyor mu? Ya peki bürokrat ya da "aydın" erkeklerimiz bu meseleyi yeterince anlamaya çalışıyor mu? Annelik şüphesiz dünyanın en güzel hediyelerinden. Ama bu demek değil ki her yeni anne kolaylıkla yaşıyor geçiş dönemlerini. Hayatın kimi virajları öyle sert ve hızlı alınıyor ki, toparlanamıyor ruhumuzun direksiyonu. Bir de bakmışız ki çıkmışız yoldan, uçuruma doğru gidiyoruz tam gaz bodosloma. Züleyha Hanım'ın iç dünyasının derinliğini oturduğumuz yerden ahkâm keserek anlayamayız elbette. Ama hiç olmazsa şunları anlamaya gayret edebiliriz. Başka Züleyhalar olmasın diye.
1. Gurbette kadın olmak ne demek? Gurbette erkek olmak da çileli şüphesiz ama
gurbetteki kadınların yaşadıkları içsel yalnızlık bambaşka. İster doğma büyüme "oralı" olsun, ister sonradan göç etmiş. İster Almanya'da yetişmiş bir genç kız olsun, ister oraya gelin gitmiş... Camdan bir getto içinde; kapalı bir ev, kapalı bir mahalle, kapalı bir kültürde; kutular içinde kırk metrekare* bir kutucukta; iki arada sıkışmışlık duygusuyla yaşamak ve her daim üzerinde hissetmek abinin, babanın, konu komşunun gözlerini.... Türkiye'de köyünden ya da kasabasından kalkıp Fransa'ya, Almanya'ya, Avusturya'ya sıfırdan bir yaşam kurmak üzere giden gencecik kadınların gözünden bakınca ne görüyorsunuz? Hayatın tüm renklerini mi görüyorsunuz yoksa sadece griler, bejler, kahverengiler mi?
2. Gurbette yeni anne olmak ne demek?
Her yeni annenin yardıma ihtiyacı var. Kocadan, akrabalardan, dostlardan, komşulardan ve kimi zaman sosyal yardım kurumlarından yardım ve destek şart. Lohusa ne kadar çok yardım alabilirse etrafından, o kadar iyi. Türkiye'de geleneksel birçok ailede kadınlar bu boşluğu akrabalarının desteğiyle dolduruyor. Daha "modern" bir hayat tarzı sürenler ise dadılar, bakıcılarla idare ediyor. Ama gurbette kendi başına kalan genç Türk anneleri tüm bu mekanizmalardan yoksun. Bir başına.
3. Annelikle gelen bunalım ne demek?
"Hamilelik bir nehirdi" diye yazmışım Siyah Süt'te. "Lohusalık ise bir denizmiş. Lohusalık öyle engin bir denizmiş ki kıyının ne tarafta olduğunu anlayamıyorsun. Uyandığında okyanusun ortasında bir salda tek başına buluveriyorsun kendini. Suların mavisi öylesine ele geçirmiş ki ruhunu, bir daha karaya dönebileceğini, bundan böyle eskisi gibi olabileceğini sanmıyorsun."
Eskiler boş yere sıkı sıkı tembihlemiyor. "Lohusayı yalnız bırakmamak lâzım" diye. "Yoksa cinler dadanır. "Bilhassa bir cin var ki beter. Adı Alkarısı. Anadolu'da kuşaklardır gayet iyi bilinen bu cin yeni doğum yapan kadınların odasına gelemesin diye yatak örtülerine çengelli iğneler takılıyor, kırmızı kuşaklar sarkıtılıyor, çörekotları serpiliyor. Hurafe deyip geçmeyin. Her hurafenin altında yüzyılların bilgi ve sezgi birikimi var. Çünkü eskiler biliyor ki yeni anne olan kadınların derileri zar gibi inceliyor, zırhları kalmıyor. Neye dokunsalar, parmak uçları sızım sızım sızlıyor. Neye dokunsalar iki kat güçlü ve keskin hissediyorlar. Buz her zamankinden daha soğuk, ateş her zamankinden daha sıcak, hüzün her zamankinden daha ağır lohusalık boyunca.
İlk doğumdan sonra on ay boyunca post-natal depresyon yaşamış bir kadın olarak bunları biliyor ve unutmuyorum. Anneliğin güzellikleri kadar zorluklarını da konuşabilmemiz gerektiğine inanıyorum. Aksi takdirde bir şeyler hep yapay kalacak. Annelik parlatıla parlatıla doğallığını yitirmiş kıpkırmızı, ışıltılı, plastik bir elma gibi raflarda duracak. O kadar kutsal ki hakkında konuşamıyoruz bile tüm boyutlarıyla. Margarin ya da sosis reklamlarının çizdiği mutlu aile tablolarının, reklamlarda seyrettiğimiz mutfakta yemek pişirip habire tebessüm eden annelik hâllerinin dışında gerçeklikler var hayatlarımızda. Yeni anne olan her kadın sevinçten havaya uçmuyor hemen. Kimisi de bocalıyor, panikliyor, yardıma ihtiyaç duyuyor. Bu bir rüzgârlı, fırtınalı mevsim. Her mevsim gibi geçecektir elbet. Ama geçebilmesi için evvela varlığını tanımamız ve anlamamız şart.
* Tevfik Başer'in çarpıcı filmi Kırk Metrekare Almanya'ya dost bir selamdır.
 
Sessizlikte bir nota
03 Eylül 2009
YURTDIŞINDA doktorasını yapan genç, başarılı bir Türk kadını anlatıyor: "Amerika'dayken gazeteleri takip ediyorum. O kadar moralim bozuluyor ki. Hiç mi birbirini seven yok bu ülkede diye konuşuyoruz eşimle. Sonra geliyoruz memleketimize. Bir bakıyoruz hiç de zannettiğimiz gibi değilmiş. Ailelerimiz, komşularımız, arkadaşlarımız, toplum kavgasız yaşıyor. O zaman anlıyorum, gazetelerimizdeki gürültü patırtı gündelik hayatta yok. Seviniyorum doğrusu. İyi ama eli kalem tutanlarımız neden bu kadar hırçın?"

Başkaları hakkında yazarken son derece temel bir gerçeği unutuyoruz galiba: Hakkında yazı yazdığımız kişilerin de insan olduğunu. Onların da yürek kafeslerinde bir kalp taşıdıklarını. Kalp ki camdandır, billur bir dünyadır. Bakıyorum gazetelere. Edebiyat dünyasından kimin ne kadar para kazandığı hakkında boy boy haberler. "Aşk ve Para" bağlantıları kurulmuş. İnsanın emeğinden kazanması ayıp sanki ya da sırf para kazanmak için Mevlânâ hakkında yazmışım gibi. Kinayeli, dikenli ithamlar.
Şair ve yazarlara fikirlerini sormuşlar. Bir kısmı sağolsun bir araba dolusu taş atmış. Kimi demiş ki: "Elif Şafak iyi bir yazar değil. Reklam ve pazarlama sayesinde satıyor." Kimisi demiş ki: "Bu kadar reklam bana da yapsalar ben de satarım." Marketing, reklam şirketleri, popüler kültür, efsaneler... Sonra telefonlar çalıyor. Gazeteciler arayıp "Filancaya ne cevap vereceksiniz?" diye soruyorlar. Halbuki ne filancaya ne falancaya cevap vereceğim. Polemik sevmiyorum. Gazeteleri takip ederken morali bozulan o gencecik akademisyeni hatırlıyorum. Kalemimi daha hayırlı işler için kullanmak istiyorum. Ama bir sebebi daha var polemiklerden uzak durmamın, en haksız eleştirmenime dahi cevap vermememin: Çünkü canım yanıyor. Çünkü inciniyorum. Çünkü ağırıma gidiyor. Çünkü robot değil, insanım.

* * *

Tasavvufta yollar kat etmiş manevi büyükler diyor ki: "Evlat, öyle bir kıvama gelmelisin ki, taş da gül de bir olmalı gözünde. Ne iltifata sevinmeli, ne yergiye üzülmelisin." Bense hâlâ güzel sözle mutlu oluyor, kötü sözle inciniyorum. Demek ki pişmemişim, pişmemişim, pişmemişim.
Eleştiri iki şekilde olur. Eleştirdiğin insanı ya daha ileriye götürmek ya dibe çekmek için. Birincisi "yapıcı eleştiri", yaraya merhem sürer gibi. İkincisi "yıkıcı eleştiri", keskin ve sirkeli. Yapıcı eleştiri ne kadar ağır olursa olsun başımın üstünde yeri var. Öğrenirim ondan. Öğrenirim kusurlarımdan. Seve seve. Ama hani şu dibe çekmeler var ya. Enerjim azalıyor. Moralim bozuluyor. Bazen romanlarımı yayınlamaktan vazgeçmeyi düşünüyorum. Yazmayı bırakamam ama hiç olmazsa yazdıklarımı kendime saklayayım diyorum. Ne gerek var bunca kem söz işitmeye?

Ama sonra bir okur mektubu geliyor beklenmedik bir yerden. Bir e-mail, bir kart, dolmakalemle yazılmış bir mektup, kurutulmuş bir çiçek, bir hayır duası. Kız öğrencilerin yaptığı kolyeler; Adana'dan, Batman'dan, Elazığ'dan tebrikler; hapishanelerden dokunaklı teşekkürler... Amasya'dan, İzmir'den, Konya'dan, Rize'den, Amsterdam'dan, Berlin'den, Boston'dan.... Romanımın, gönüllerinin kapısını nasıl araladığını, AŞK'ın onlara ruhdaş olduğunu anlatıyorlar. Gözlerim doluyor. İncinen yüreğimde hummalı bir tadilat başlıyor. Dedim ya, hamım daha, güzel söze seviniyorum.

Ve okurlar... Edebiyat okurları... O kadar çoklar ve o kadar azlar. O kadar özeller ve o kadar güzeller. Öylesine som, pazarlıksız, hakiki, samimi ve baki... Sevgili okur, sen olmasan bu hengâmede kurur pilim. Okur bil ki sana müteşekkirim.
"Bilenlerden misin, öğrenenlerden mi?" diye soruyor bir gönül dostum. "Öğrenenlerdenim, şükür" diyorum. "O zaman sevin" diyor. "Teşekkür et en haşin eleştirmenlerine. Kırıyorlar ya kalbini, sevin çünkü nefsine ağır gelen şeyde senin için hayır vardır." Haklı. Ve ben o yüzden yazıyorum bu yazıyı. AŞK'ı bir çırpıda karalayanlara, nefsime ağır gelen sözlerindeki sonsuz hayır için teşekkür ediyorum...
 
Perili ormanların renkli ağaçları
07 Eylül 2009

AŞK'ta hayali Tebrizli Şems karakterinin dediği gibi: "Şükret! İstediğini elde edince şükretmek kolaydır. Hakiki Sufi istediği gerçekleşmediğinde de şükredebilendir."

Malcolm Gladwell edebiyat-dışı yaratıcı yazının en önemli, en ünlü ve en uçuk isimlerinden. Ne yazdıklarına kayıtsız kalmak mümkün, ne de yazısının ardındaki zekâya. Yaratıcı. Başarılı. Bazen yıkıcı ve alaycı; bazen buluşturucu ve onarıcı. Ve belki de en iyi yaptığı iş hayattaki "küçük şeyler"e daha yakından ve daha dikkatlice bakmamız gerektiğini göstermek. Gündelik hayatın görünmez büyüsünü gözler önüne seren bir yazar o. Az biraz büyücü sayılır. Kitapları bütün dünyada ilgiyle okunuyor, tartışılıyor, çok satanlar listesinin zirvesinden inmiyor. Sevmeyeni de çok ama ben sevenleri arasında addediyorum kendimi ve işte o cenahtan yazıyorum bu yazıyı.
Malcolm Gladwell'in son kitabı "Outliers", "kendi alanında farklı ve başarılı işler yapabilmiş insanlar ve şirketler" üzerine ilginç bir çalışma. Diyelim tekstil işine atılan iki büyük firma var. Bu ikisinden biri son derece başarılı, beriki başarısız oluyor. Nedir birini diğerinden ayıran? Ya da iki gazete düşünün. Biri yüksek bir satış grafiği yakalıyor, öteki düşüşe geçiyor. Neden? Ya da şahısları göz önüne alalım. Aynı işe soyunan bankacılardan, sanatçılardan ya da sporculardan bazıları diğerlerinden hemen ayrılıyor, kayda değer işler çıkarıyor. Tüm bu farklılıkları nasıl açıklayacağız? Gladwell'in bu sorulara cevap ararken bulduğu kavram: "Çizginin Dışındakiler."
Sahi nedir bazılarımızı çizginin dışında, bazılarımızı çizginin içinde, hatta merkezinde tutuveren şey? Gene Gladwell kendi kitabını tanıtırken şu basit metaforu kullanıyor. Diyelim Ağustos ayında Paris'te hava sıcaklıklarının ortalamasına bakıyorsunuz. Her sene bu ay hava belli bir yükseklikte kalıyor. Buna mevsim normalleri diyoruz. Ama bir gün birdenbire hava soğursa, kar yağarsa, işte o gün çizginin dışında bir gündür. Ve ben Ağustos ayında ayaz estirecek kadar sıradışı insanların ve kurumların hikayeleriyle ilgileniyorum.
Ağustos ayında kar soğuğu gibi esen insanlar....
Bill Gates nasıl bu kadar başarılı oldu? Akıllı, donanımlı ve hırslı olduğu için mi? Akıllı, donanımlı ve hırslı olan yüzlerce, binlerce insan var yeryüzünde. Bunların bir kısmı da benzer alanlarda debeleniyor. Peki niçin onlar aynı övgüleri yakalayamıyor?
Gladwell kitabının kişisel bir boyutu olduğunu da saklamıyor bu arada. Yazdığı her kitap adeta olay olmuş bir yazar o. Bir anlamda yeni kitabını da kendi başarısını anlamak ve anlatmak için kaleme alıyor. Bana çağrıştırdığı noktalardan biri şu: Bir insanın başarısını anlamak için sadece o insana odaklanmamak lâzım. Onu meydana getiren, ortaya çıkaran, yetiştiren şartları anlayamadan meseleyi kavrayamayız. Üstelik insanlar sadece hayat boyu kendilerine verilenlerden değil, hayatın kendilerinden esirgediklerinden de besleniyor, öğreniyor. AŞK'ta hayali Tebrizli Şems karakterinin dediği gibi: "Şükret! İstediğini elde edince şükretmek kolaydır. Hakiki Sufi istediği gerçekleşmediğinde de şükredebilendir." Çünkü bilmiyoruz ki bizden
esirgenenlerin bize neler neler kattığını.... Bir
alandaki yokluk ve yoksunluk kişiyi bambaşka bir yönde başarılı olmaya itiyor. Öyleyse sadece sahip olduğumuz nimetler değil, sahip olamadıklarımız da bize çok şey katıyor.
Ne zaman kolu kırılmış, bacağı çıkmış bir oyuncak bebek görsem tuhaf bir hüzün basıyor içimi. Bir çocuğun umutsuzluğunu hatırlıyorum. Ama sonra bir teselli buluyorum yüreğimin derinliğine. Kendi kendime bu altın kuralı hatırlatıyorum: Mutsuz ve kırık çocukluklardan ileride beklenmedik başarılı yetişkin öyküleri çıkıyor!
Gladwell'in kitabını okurken bir noktayı daha görüyorsunuz. Başarı kişilerle sınırlı bir şey değil. Doğru dönemde doğru yerde doğru işi yapıyor olmakla da ilgili. Buna isterseniz "hayatın esrarı" deyin. Eskiler bilirdi bu altın kuralı. O yüzden yıldız bilimcilere danışırlardı. Neccamlara, kâhinlere, falcılara sorarlardı. Semanın karmaşık ve karanlık dilinden anlayanları huzuruna çağırırdı padişah. Bir sefere çıkmadan yahut önemli bir karar vermeden evvel bakarlardı acaba yıldızlar onlardan yana mı diye? Bazı senelerde, hatta bazı aylarda doğan insanlar kimi meslekleri yapmak için daha avantajlı bir başlangıç yakalıyorlar. Bu durum kişinin kontrol edebileceği bir şey değil. İsterseniz buna "şans" deyin, ister "olasılık".
Öte yandan bireysel başarıyı kolektif mayaya bakmadan anlamak da mümkün değil. Neden Asyalı çocuklar matematikte daha başarılı? Neden bazı toplumların gençleri sporda daha iddialı? Aldığımız kültür ve etraftan gördüğümüz destek ve motivasyon ile ürettiğimiz işlerin niteliği arasında sıkı bağlar var. Öyleyse bir toplumdaki bireylerin başarısı biraz da o toplumun dokusuyla açıklanabilir. Birey genele çok şey borçludur. Halbuki insan egoist bir varlıktır. Kendini "biricik" zannetmeye meyyaldir. "Ben toplumdan farklıyım" diye düşünür başarılı insan içten içe. Bilmez ki her başarılı sanatçıyı, siyasetçiyi, yazarı, bankacıyı biraz da o toplum, o topraklar, o dönem çıkarır.
Ağaç ormana borçludur.
"Hep uzun ağaçlara dikkat ediyoruz" diyor Gladwell. "Halbuki ağaçlardan ziyade ormanı görmemiz lâzım." Orman, yani o ağaçların içinde büyüdüğü, yaşadığı, yeşerdiği ortam. Eğer o ortam verimli olursa, eğer orman elverişli olursa nice uzun ve gür ve gürbüz ağaçlar çıkar oradan, nice başarılı insanlar... Yok eğer orman karanlık ve kasvetli durursa, orman güneşin ışıklarını keserse ağaçlar da bodur kalır. Öyleyse bir toplumun içinden çıkan bireylerin ya da kurumların yaratıcılıkları o toplumun genel kimyasıyla bağlantılıdır. Eğer biz birbirimizin başarısını daha çok destekleyen bir kültür olabilirsek, bu topraklar daha nice nice değerleri daha kolay çıkarır.
 
Selle giden
10 Eylül 2009


MARMARA'yı vuran sel felaketinin haberleri ve görüntüleri geldikçe insan dehşete kapılmadan edemiyor. Otobanlarda mahsur kalan araç konvoyları... TIR'ların, çatıların, ağaçların üzerine çıkmış yardım bekleyen insanlar. Yardım gelmeyince kendi başlarının çaresine bakmaya çalışanlar... İstanbul burası. Altyapısı olmadan üstyapısı kurulan, taşıyamayacağı kadar yük sırtlanan, bize rağmen güzel ve baki kalan, yıpranan ve yıpratan koca şehir.

* * *

Amerika'da Katrina Kasırgası olduğu dönemde oradaydım. İlk bakışta o da aniden gelişen ve insana kendi aczini hatırlatan bir doğal felaketti. Meksika Körfezi'ni vuran olağanüstü şiddetli kasırga, fazla değil, sadece birkaç saat içinde New Orleans kentini bir büyük felaketin eşiğine sürükledi. Yüz binlerce insan konvoylar halinde şehri boşalttı. Kaçamayan yirmi altı bin kişi devasa stadyuma sığındı.
Evler, bahçeler, binalar, yollar talan oldu. Ama Katrina Kasırgası'nın bir başka özelliği daha vardı. Gelişmiş bir ülkede bile yetkililerin ne kadar aciz, uygulamaların nasıl da yanlış ya da yetersiz olabileceğini gözler önüne sermesi...
Bu yüzdendir ki kasırgadan hemen sonra Amerika'da büyük çapta bir soruşturma açıldı. Medya var gücüyle konunun üzerinde durdu. Yerel ve ulusal gazeteler bu konuyu irdelerken; televizyonlar ve radyolar yayın üstüne yayınlar yaptı. Böyle bir felaketin neden yaşandığı ve bir daha yaşanmaması için neler yapılabileceği üzerine kapsamlı analizler yapıldı.
Bu dönemde Amerika'da pek çok yetkili, televizyon ekranlarından özeleştiride bulundu. Uzmanlar uzun raporlar kaleme aldılar. Bunlar aynı zamanda halka açık tutuldu. Ve en önemlisi, Katrina'nın etkisi altına aldığı tüm yerlerde yeniden bir yapılanmaya gidildi. "Kasırga öncesi" uygulamalar ile "kasırga sonrası" arasında ciddi bir mesafe kaydedildi.
Bu kıyaslamayı yaparken Marmara'daki sel felaketinin Katrina Kasırgası ile aynı boyutta olduğunu iddia etmiyorum. Ama nasıl ki Katrina sonrası Amerikan halkı ve yönetimi kapsamlı bir analiz yaptıysa biz de şimdi benzer bir iç muhasebe yapmak zorundayız. Siyaset, akademi ve basın dünyasında enerjiyi ve vakti başka işlere değil, birbirimizi didiklemeye değil, bu tür ortak davalara ayırmak bir tercihtir. Bu tercihi yapmak durumundayız. Bunu kendimize ve çocuklarımıza borçluyuz.

* * *

Son sağanaklar beklenmedik boyuttaydı. Ama kabul edelim ki daha hafif yağmurlarda da perişanlığın eşiğine geliyoruz. Halbuki İstanbul yağmura yabancı bir şehir değil. Hani hiç yağmur çamur bilmeyen bir yere ilk defa sağanak yağıyor olsa bu şaşkınlığı anlamak mümkün. Ama zaten dört mevsimin dördünü de dolu dolu yaşayan bir şehir burası. Buna rağmen nedendir her yağmur yağışında altüst oluşumuz?
Türkiye'de yaşayan hemen her yetişkin insanın zaman zaman kapıldığı bir his vardır. Aniden bastırıveren bir kasvet, bir koyvermişlik hali. "Tesadüfen yaşıyoruz. Hayatımız sudan ucuz." Sohbet arası böyle deriz birbirimize, yarı kadercilik yarı sitemle. Gıpta ederiz daha gelişmiş Avrupa ülkelerinin standartlarına. Söylenir, şikâyet eder, sisteme olan güvensizliğimizi dile getirir, sonra aynen bildiğimiz gibi yaşamaya devam ederiz.
Bu bir bireysel gayret ve kolektif kültür meselesi. Bu bir idrak meselesi. Ve her idrak değişimi gibi ancak içten başlayabilir. Burada. Şimdi. Şu an. Bu ülkede, bu şehirde bir vatandaşın hayatının "sudan ucuz" olmadığını görmek istiyoruz.
 
Tesadüfler ki tesadüf değildir....
13 Eylül 2009


Yapılacak işleri, yetişilecek yerleri, verdiğiniz sözleri, vazifeleri, payeleri, kariyeri, aileyi, hırs, heves ve emelleri unutun. Sadece durun. Bir an, bir sonsuz an için durun. Ve sonra.... o beyazlıkta, o som mutlaklıkta sevdiğiniz birini düşünün. Yoğun bir şekilde. Çağırın onu dünyanıza. Belki beş, belki on dakika. Sonra bekleyin. Derken bir telefon, bir email, bir işaret, bir alamet, uzaktan bir selâm... Muhakkak ki bir şey gelecektir az evvel yoğun olarak düşündüğümüz insandan. Şaşıracağız o zaman. "Ne tesadüf!" diyeceğiz.
Haber
Günler birbirini tutmuyor. Değil günler, saatler birbirini tutmuyor. Her anın kimyası başka. Gün içinde dört mevsimden geçiyoruz aslında. Mutasavvıfların yüzyıllardır söylediği gibi "her an başka bir şan üstüne kurulu". İnsan olmanın kuralı bu. Kâh çıkıyoruz tepelere, devasa enerji dalgaları üstünde ustalıkla sörf yapıyoruz. Kıyıdan bizi izleyenler gıpta ediyor maharetimize. Öyle bir hâl geliyor ki üstümüze, değmeyin keyfimize. Etrafımıza ışık, inanç ve iyimserlik saçıyoruz. Böyle anlarda girişimcilik yapsak, en yenilikçi hamleleri gerçekleştiriyoruz. Böyle anlarda kararlar almaya kalksak, en cesur adımları atıyoruz. Dünya bir futbol topu oluyor dizimizin üstünde, saydırıyoruz. Bir deli enerjiyle büyüyoruz, dışımızdaki her şey minnacık kalıyor. Ehemmiyetsiz. Etkisiz. Engellerin üstünden atlıyor, basamakları üçer beşer çıkıyor, yorulmak nedir bilmiyoruz.
Kâh çukurlara yuvarlanıyor, en diplere iniyoruz. Gribe yakalanır gibi alınganlık hastalığına yakalanıyoruz. Derimiz inceliyor, direncimiz azalıyor. Başlıyoruz önümüze gelene çatmaya, kızmaya, içerlemeye. Boyutlar değişiyor aniden. Biz "küçük" kalıyoruz, küçük ve yetersiz, bizim dışımızdaki her şeyse fazla büyük, fazla ağır, fazla kallavi, fazla işte... Normalde canımızı sıkmayan ayrıntılar büyüteç altına alınmış gibi irileşiyor gözümüzde. Kıymık, odun oluyor nazarımızda. Tüy, kaya oluyor omuzlarımızda. Damlada boğuluyor, meltem esince üşütüyor, buluttan nem kapıyor, çakıl taşına takılıp tökezliyoruz. Hani az evvel dalgaların üstünde sörf yapan biz değiliz sanki. Ne oldu da pat diye yuvarlanıverdik karamsarlık çukuruna, bilmiyoruz.
Ve bir değil, iki değil, her gün geçiyoruz benzer aşamalardan. Hayatımız lunapark arabası. Üstelik emniyet kemerimiz de bağlı değil. İniş çıkış, iniş çıkış... Ummadığımız dönemeçlerde hızlanıyor, beklemediğimiz tepelerde yavaşlıyoruz. Saatin tik takları, takvim yaprakları, iniş çıkış iniş çıkış... Sabah güne başlarken taze bir enerji dolaşıyor damarlarımızda. Öğleden sonra iş ortamında toplantı tatsız geçiyor, raporlar kötü geliyor ya da ani bir gelişme oluyor; hafifçe kararıyor ufkumuz, bulanıyor ruh halimiz. Yağmur çiseliyor hafiften, ruhumuzda bir gök gürültüsü. Kimse duymuyor. Ha koptu ha kopacak fırtına. Patlayabiliriz, kimse bilmiyor. Derken güzel bir haber alıyor ya da bir dostumuza rastlıyor, anında değişiyoruz. Gene bir hoşluk geliyor üstümüze, bir zarafet, bir incelik. Gökkuşağı ışıldıyor yüzümüzde. Akşam eve yorgun dönüyoruz, biraz da bunalmış. Bir durgunluk, bir kasvet çöküyor hemen. Gece eşimizle beraber heyecanlı, vurdulu kırdılı bir Amerikan filmi izliyor, kendi hayatımızın dışına kaçıyoruz. Bir rehavet, bir koyvermişlik... Alışkanlıklara teslim oluyoruz. Böylesi daha kolay geliyor. Halbuki daha bu sabah dalgaların üstünde sörf yaparken her nevi monotonluğu aşmaya kararlıydık. Sabahki "Ben" el sallıyor uzaktan akşamki "Ben"e. Bizimkisi oralı bile olmuyor, başını çeviriyor.
Dışarıdan bakınca hep aynıyız ama içimiz renkten renge, halden hale giriyor. Bir anımız bir anımıza uymuyor ki. Şu anımıza şahitlik edenler ile bir sonraki anımıza şahitlik edenlerin gördükleri de farklı olabiliyor. En yumuşak ve uyumlu hâlimizle bizi görenler sanıyorlar ki hep öyleyiz. En hırçın ve huysuz hâlimize denk gelenler de zannediyorlar ki hep böyleyiz. Halbuki ne o ne bu. Her an her saniye değişmekteyiz.
Peki "her an başka bir şan üstüne kurulu" ise bu değişimin ne kadarı bizim elimizde, ne kadarı değil? Gelin bu yazıyı okuduktan sonra bir deneme yapalım. Kapatın gazeteyi, kapatın gözlerinizi, kapatın dış sesleri. Kapatın içinizde durmadan vıdı vıdı eden ve tüm dünyada mistik akımların "aç bir maymun"a benzettiği beyninizin düğmesini. Susturun zihninizi. İndirin şalterleri ve durun. Beyniniz muhtemelen hoşlanmayacaktır bu yeni halden, isyana kalkışacaktır hemen. Evhamlar, vesveseler, öneriler, fikirler üreterek dikkatinizi dağıtmaya çalışacaktır. Oralı olmayın. Yakalayın maymunu kuyruğundan, bağlayın en yakın ağaca. Dursun oracıkta. Yapılacak işleri, yetişilecek yerleri, verdiğiniz sözleri, vazifeleri, payeleri, kariyeri, aileyi, hırs, heves ve emelleri unutun. Sadece durun. Bir an, bir sonsuz an için durun. Ve sonra.... o beyazlıkta, o som mutlaklıkta sevdiğiniz birini düşünün. Yoğun bir şekilde. Çağırın onu dünyanıza. Belki beş, belki on dakika.
Sonra bekleyin. Maymunu ağacından çözmeyi ihmal etmeyin. Ne de olsa fazla kalamaz o vaziyette. Derken bir telefon, bir email, bir işaret, bir alamet, uzaktan bir selâm... Muhakkak ki bir şey gelecektir az evvel yoğun olarak düşündüğümüz insandan. Şaşıracağız o zaman. "Ne tesadüf!" diyeceğiz. "Ben de şimdi seni düşünüyordum."
Peki ya sahi tesadüf dediğin nedir? Bireysel hayatlarımızda tesadüflerin rolü nedir? Ya insanlık tarihinde? Beklenmedik rastlantılar "tesadüf" müdür yoksa "tevafuk" mu? Ayrıntılar bütünü ne kadar etkiler? Pascal'ın bu konuda meşhur bir hipotezi vardır: "Eğer Kleopatra'nın burnu biraz daha kısa olsaydı dünyada her şey farklı olurdu!". İddiaya göre Kleopatra'nın burnu çok alımlıymış, kendisi ise erkekleri çeken bir mıknatıs. O burun o kadar çekici olduğu için Sezar'dan Mark Anthony'ye nice kudretli erkeği kendine meftun etmeyi başarmış. Kleopatra'nın burnu biraz daha kısa ya da küt olsaydı o dönemde ne bunca savaş olurdu, ne böyle kanlı iktidar ve aşk mücadeleleri.
Tarihin kocaman çarkında bir bireyin burnunun rolü ne olabilir demeyin. Katrede, derya saklıdır. Bireyde, bütün saklıdır. Zerrede, kâinat saklıdır. Damlada, yağmur saklıdır. Enerjilerimizdeki iniş çıkış hem bizi hem etrafımızı yakından etkiler. Bu yüzdendir ki değişim ancak içeriden ve BEN'den başlayabilir. Bireyden. Kendisine toz kondurmayıp, hep başkalarını eleştirmeye, hep dışarıyı değiştirmeye kalkan her türlü ideoloji, kibir ideolojisidir. Tüm bunları okuduğunuzda hak veriyor ya da saçma buluyorsanız, unutmayın ki yarın aynı yazıyı okuduğunuzda farklı hissedebilirsiniz. Çünkü her an başka bir şan üstüne kuruludur.


Peki ya sahi tesadüf dediğin nedir? Bireysel hayatlarımızda tesadüflerin rolü nedir? Ya insanlık tarihinde? Beklenmedik rastlantılar "tesadüf" müdür yoksa "tevafuk" mu? Ayrıntılar bütünü ne kadar etkiler? Pascal'ın bu konuda meşhur bir hipotezi vardır: "Eğer Kleopatra'nın burnu biraz daha kısa olsaydı dünyada her şey farklı olurdu!".
 
Yalnızlık efendi
20 Eylül 2009
Bilmem Yalnızlık Efendi ile aranız nasıl? Benim oldum olası iyidir. Severim
kendisini, zannımca o da benden memnundur. Yalnızlık Efendi uzunca boylu, titiz, temiz ve bakımlıdır. Çok yakışıklı sayılmaz belki, fakat hayli alımlıdır. Kıyafetlerini
nerede diktirir bilmem ama giyimi kuşamı farklıdır. Hayatımda tanıdığım en donanımlı, en kültürlü, ayakları en çok yere basan varlıklardan biridir. Okumayı, düşünmeyi ve hayal etmeyi sever; haftada en az üç kitap bitirir. Tefekkürü de bilir, tevekkülü de. Özgüveni yüksektir, kendi kendine yeter. Kimseye yalakalık etmez, hesap kitap yahut pazarlık ve çıkar işlerinden hazzetmez. Elalemin nabzına göre şerbet vermez, kula kulluk etmez. Vefalıdır. Sadıktır. Kendisine yapılan iyilikleri asla unutmaz ama kötülüklere gelince hafızası balıkların hafızasına döner; kemlikleri ve kinleri çabuk unutur. Kimseyle düşmanlığı yoktur. Kancıklık sevmez. Dedikodu etmez. Başkasının gölgesine muhtaç olmadan tek başına yaşayan hür ve gür bir ağaç gibidir. Canı sıkılınca duvarında asılı eski bir yazıya bakar; kim bilir hangi mahir hattatın elinden çıkma yazıda şöyle yazar: “Bu da Geçer Ya Hu”. Yalnızlık Efendi yazıyı okurken gülümser, yarı mahcup, yarı mağrur. Ne zaman ona insanlardan ya da dış dünyanın çarkından şikâyet etmeye kalksam, eliyle savuşturur sözlerimi. “Boşversene ya hu,” der. “Yalnız geldik bu dünyaya. Sanki yalnız gitmeyecek miyiz?” Gerçi şahidim, zaman zaman onun da içinin daraldığı olur. Yalnızlık Efendi en çok başkalarıyla karıştırılmaktan rahatsızdır. Yalnızlık, “Issızlık” demek değildir. Issızlık Efendi başka mahallede yaşar. Biraz huysuz bir tiptir. Hani bahçesine kaçan topları kesmeye kalkan aksi ihtiyarlar var ya, onlardandır. Bizimkiyle ara sıra selâmlaşırlar o kadar. Keza yalnızlık, “Kimsesizlik” demek de değildir.

Kimsesiz Efendi şehrin dışında bir mağarada yaşar. Saçı sakalı birbirine karışmış. Bizimkiyle kırk yılda bir karşılaşırlar o kadar. Yalnızlık ne ıssızlıktır ne kimsesizlik. Yalnızlık insana en çok başkalarıyla çevriliyken gelen bir histir ki, kimileri buna “Etraf kalabalıkken kalbin yalnız olması hâli” derler.
Yalnızlık Efendi der ki, “Yalnızlık insanın kendi kendisiyle yaptığı bir sohbettir. Aracısız. Katkısız. Oyunsuz. Yalansız. Saf ve som bir sohbet...” Bazen olur bana, nedensiz, öylesine. Güçlü bir kaçma arzusu başlar içimi kemirmeye. Televizyon, radyo, gazeteler... Hepsinden koparım. Telefonları bir kenara kaldırırım. Email’lere bakmam, kimseye tek satır yazmaz olurum. Kepenkleri indirir, geçici bir süre tadilata girer, içime kapanırım. Yapılacak işler kule olur yükselir masamda. Okunacak mektuplar, kotarılacak sorumluluklar birikir bir kenarda. Sokağa çıkasım gelmez; çıksam kenarlardan yürürüm, saçak altlarından. Görünmez olmak isterim. Saydam bir cisim gibi ve yabani. Kazara bir tanıdığa ya da beni tanıyıp konuşmak isteyen okurlara rastlasam dilim dolanır, iki cümle kuramam. Çünkü o esnada içeride Yalnızlık Efendi ile konuşuyorumdur. Aynı anda iki
boyutta birden olamam.

Bazen olur herkese, nedensiz, öylesine. Yalnızlık Efendi dikilir balkonumuzun altında. Çakıl taşları atar penceremize. “Hadi çık dışarı” der. “Çık da oynayalım.” Bazen olur. Yalnızlık çağırır. Ve sen terliklerini giyer, her şeyi ve herkesi bir kenara bırakır, ruhunun mahzeninin merdivenlerinden inersin üçer beşer. Mahzende Yalnızlık Efendi seni bekler. Beraber oturur sohbet edersiniz sabahlara kadar. Hayattan, zamandan, insanlardan, oluştan bahsedersiniz. Yalnızlık Efendi felsefe sever. Gerçi hiçbir şeyi çözemezsiniz ama zaten sohbettir maksat, çözüm arayışı bahane. Bilmem Yalnızlık Efendi ile aranız nasıl? Benim oldum olası iyidir. Severim kendisini, zannımca o da dostluğumuzdan memnundur.
 
Balondan görünen dünya
24 Eylül 2009

KAPADOKYA’da bir bayram sabahı. Gün ağarmak üzere. Uzaklardan gelen yabani ot ve çiçek kokuları, rüzgârın serin nefesine karışıyor. Havada bir iyimserlik, bir beklenti, bir macera heyecanı. Vadide yüzlerce insan toplanmış. Her milletten, her yaştan, her dili konuşan... Yerde, göz alabildiğine sağlı sollu uzanacak şekilde balonlar yatıyor. Uzaktan bakıldığında rengârenk kumaş toplarını andırıyorlar. Sanki çılgın bir kumaşçı uğramış vadiye. Çılgın ve cömert. Dükkânındaki bütün kumaş toplarını taşımış buraya, saça saça açmış. Rüzgârda her şey renkli, her şey sürreal, her şey ve her yer yarı rüya yarı gerçek.
Bizler bir kenarda beklerken, devasa tüplerle balonların içlerine hava dolduruluyor. Aynı anda elliden fazla balonun şişmesine, şekillenmesine, büyümesine ve derken yükselişine tanık oluyoruz. Her şey tamam olduğunda yolcular onar yirmişer sepetlere doluşuyor. Az sonra gökyüzü benek benek balonlarla kaplandığında, o sepetlerden birinin içinde bizler de varız. Bakıyoruz aşağıya, oradan bakınca bambaşka görünen dünyaya.
Kapadokya’da bir bayram sabahı. Yerden metrelerce yükseklikte bir balonun içindeyiz yakın dostlarla beraber. Sadece daha yukarı çıkabiliyor ya da alçalabiliyoruz, hareket kabiliyetimiz bundan ibaret. Tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi. Direksiyon yok. Vites yok. Ne sağa dönebiliriz ne sola. Rotamız, bizden daha kudretli bir etmene, rüzgârın iradesine kalmış. Biz ne yaparsak yapalım gidişata yön veremiyoruz. Esen yelle beraber hareket etmek, diğer balonlar arasında kendimize barışçıl bir yer açarak, kimseye çarpmadan ve çatmadan özgün bir yol izlemek durumundayız. Tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi. Bundan ibaret balonun çabası... Mücadelesiz, rekabetsiz, gerilimsiz bir varoluş.
Aramızdaki arkadaşlardan en titiz, en mükemmeliyetçi ve her şeyi kontrol etmeye en meraklı olanlarımız bile bu durumdan rahatsız olmuyor. Balonun yönünü bizim değil, rüzgârın tayin ettiğini kabul etmekte, ne tuhaftır ki, kimse zorlanmıyor. Halbuki İstanbul’da halimiz ne kadar farklı. Şehir hayatında her şeyi planlamaya veya planladığımızı sanmaya, kendimizi “Düşünen ve Kotaran Özne” olarak algılamaya o kadar alışkınız ki. Halbuki balonun içindeyken, normal şartlar altında unuttuğumuz bir teslimiyet ve hafiflik hissi geliyor üstümüze. Biraz da çocuksu bir merakla dikiliyoruz sepette. O an herkes kendi kendisiyle baş başa kalıyor. Kendi içine bir göz atıyor. Bir an için de olsa herkes kendi bildiği dilde ve şekilde selam veriyor özüne, derununa.
¡¡¡
Şafak söküyor Kapadokya’da. Gökyüzü eflatun ve pembe tonlarda. Aşağıda dünya yepyeni bir güne hazırlanıyor. Olanca telaş, heves ve hayhuyuyla. Arabalar, telefonlar, randevular, konuşmalar, vaatler, kırgınlıklar, yanlış anlamalar... Balondaki bizler ise tüyden hafif, Sağır Sultan’dan sağır olmuşuz. Dünyanın ürettiği hiçbir gürültüyü işitmeden, hiçbir yükü sırtlanmadan öylesine duruyoruz semada. Seyrediyoruz âlemi. Seyrediyoruz âlemdeki kendimizi.
Elbette bu, yüzyıllardır mutasavvıfların, öyle balonlara veya tayyarelere binmeye gerek görmeden gayet yakından tecrübe ettikleri bir halin kıyısı. “Kâh çıkarım gökyüzüne seyrederim âlemi, kâh inerim yeryüzüne seyreyler âlem beni” dememişler boşuna. Balondan bakınca dünyanın orantıları değişiveriyor. Küçülüyor sıkıntılar. Aşağıdayken devasa görünen şeyler buradan bakınca karınca boyutunda kalıyor. Düz mantık, yerçekimine yenik düşüyor. Tasalar, hırslar, gayeler, didinmeler hepten önemini yitiriyor. Zaman uzun, ince, ilerlemeci bir çizgi olmaktan çıkıyor; ufacık ve rengârenk sarmallara dönüşüyor. Her şey geçici. Aslolan şu an ve şimdi.
Ara sıra yapmak lazım bunu. Balondan bakmak lazım dünyaya. Bilhassa şu anda depresyonda olanlara ya da monotonluktan sıkılanlara, Aşk’tan ve muhabbetten uzak kalanlara ufacık bir tavsiye bu. Gidin Kapadokya’ya. Gün ağarmadan çıkın bir balona. Açıları değiştirin. Bir de o yükseklikten ve dinginlikten bakın hem içinize hem cümle kâinata. Beklemediğiniz kadar iyi gelebilir.
 
Kadınları sevmeyen kadınlar
27 Eylül 2009
Öyle kadınlar var ki, “dünyaya bir daha gelseniz ne olarak gelmek isterdiniz?” sorusuna, “tabii ki kadın olmak isterdim” diye cevap verecek kadar cinsiyetleriyle
barışık görünürler ama gene de bir türlü hemcinslerini sevemezler. Kadınları sevmeyen kadınlardır bunlar. Tanırız onları. Ömrü hayatımız boyunca defalarca karşılaşırız. Okulda, sokakta, işte, evde, alışverişte, her yerde.... Kimi zaman latif bir dantelli tülle saklarlar bu eğilimlerini; kimi zamansa saklamaya gerek duymaz,
aşikâr ederler. Hatta zaman zaman bir salgın hastalık gibi yaygınlaşır kadınları-sevmeyen-kadınlık hâli; gribe yakalanır gibi bizler de yakalanırız. Bir bakmışız kadınları sevmeyen kallavi laflar ediyor, kendimizi hemcinslerimizden ayrı tutuyoruz. Farkına varmazsak alır başını ilerler bu eğilim, iyileşemeyiz. Hayatımız boyunca üzerimize yapışıp kalır bu sevgisizlik; hastalık kronikleşir. Durumun ayırdına varıp
ruhumuzu tedaviye alırsak geçer. Geçer ve geride kalır.

Kadınları sevmeyen kadınlık hâllerinin ilk ipuçları aslında çocuklukta yatar. Biyolojik sebeplerden ya da genlerden ötürü değil, yetiştirilme ve sosyalleşme
biçimlerimizden ötürü. Hani hep prenses olmak üzere yetiştiriliyoruz ya, her masalın da malûm on değil, yüz değil, bir tek prensesi vardır. Kız çocukları masallardan sadece “güzel” ve “prenses” olmaları gerektiğini değil, rekabeti de öğrenir. Külkedisi ve ablaları, Pamuk Prenses ve üvey annesi... Kadınlar masallarda hep hemcinsleriyle uğraşır.
Kendi aralarında oynayan çocuklara bakın. Aniden bir kız çocuk çıkar, bir başka kız çocuğuna durup dururken kötü davranmaya başlar. Onu “oyun dışı” ilan eder, cezalı gibi köşede beklemesini ister. Sırf o da kız olduğu için. Sırf varlığı sinirine dokunduğundan. Çocuklukta fazla göze batmayan bu hırçın eğilim ergenlikte tavana vurur. Genç kızların kendi aralarından birini ya da birkaçını düpedüz “Öteki” ilan edip, dışlama hevesleri gencecik yüreklerde sızım sızım hikâyeler bırakır.
Öteki genç kızın kıyafetleri, tavırları, konuşması, bizzat varlığı alay ve eleştiri konusu olur. Dünya edebiyatının ünlü kadın yazarlarından Margaret Atwood bir
romanını sırf bu tema üzerine kurmuştur. En yakın kız arkadaşları tarafından dışlanan, onlara yaranmak için çabalayan, çabalarken hırpalanan ve yaralanan
bir genç kızın ağzından yazmıştır.

Ama bazen kadın yazarlar da hemcinslerini sevmeme hallerine tutulurlar. Ve o zaman bu eğilim yazılarına sızar, kalemlerini şekillendirir. Halide Edip Adıvar
Türk edebiyatının divasıdır. Kalemiyle, yaşamıyla, zihni ve yüreğiyle nice güzellikler bırakmıştır geride. Ama bazen düşünmeden edemem. Bu büyük
kadın edebiyatçımız, acaba kadınları pek sevmeyen biri miydi?
Halide Edip Adıvar dönemin diğer kadın yazarlarından fazla hoşlanmıyordu sanki. Bırakın onlarla beraber üretmeyi, dayanışmayı, varlıklarını dahi görmezden geldi çoğu zaman. Mor Salkımlı Ev, Halide Edip’in dünyaya ve kendine nasıl baktığına dair önemli ipuçlarıyla dolu bir eser. İlginçtir, burada dönemin erkek entellektüellerini ve onlardan kimlerin kendisini nasıl etkilediğini anlattığı halde, kadın yazarları tamamen es geçer. Başta Fatma Aliye Hanım ve Emine Semiye
Hanım gibi kıymetli edebiyatçılar olmak üzere. Oysa bu kadın yazarlarla aynı gazetede yazdığı, aynı şehirde yaşadığı ve muhtemelen aynı sorunlarla
başettiği düşünülürse, o kadar çok ortak noktaları vardır ki....

Zihnimizin bir yerinde ne yazık ki hep “iyi kadın” ve “kötü kadın” ikilemi duruyor. Bir sarkaç gibi tepemizde. Böyle öğrendik annelerimizden, çevremizden, filmlerden ve kitaplardan. Daha entelektüel olanlarımız bunu biraz daha sofistike bir dille “ideal
kadın” ve “Öteki kadın” yapıveriyor ama ikilem değişmiyor. Halide Edip’in henüz otuz yaşında yazdığı Handan romanı tam da bu ikilemi açığa çıkarır. Orada yazar iki farklı kadın tipi çıkarır okurun karşısına. Bir yanda Neriman, bir yanda Handan.
Tatlı huylu, isyan nedir bilmeyen, evcimen, son derece sıradan ve sıradanlığıyla
yüceltilen kadın tiplemesidir Neriman. Alabildiğine edilgendir. Her türlü hırstan, arzudan, kavgadan arındırılmıştır. Kocası onu şöyle anlatır: “Hayatı bir işkence, bir
burgu, bir ateş yapan kadınlardan sonsuz olarak kendisini uzaklaştıran sade ve samimi bir kız...”
Romandaki zıt kadın karakter ise Handandır. İlk bakışta dişi canavar gibi gelir okura. Ne var ki Handan’ı çekici kılan bir özellik vardır: Beyni. Hatun akıllıdır, kültürlüdür. Bilim, felsefe, sanat, edebiyat gibi konularda, üstelik erkek meclislerinde rahatlıkla konuşabilecek kadar birikimlidir. Erkeklerin tekelinde olan bilgi ambarını delebilmiş nadir kadınlardandır. Halide Edip Adıvar’ın pekçok romanında olduğu gibi burada da bir “ideal kadın” tiplemesi öne çıkar, bir de “cariyelik geleneğini sürdüren kadın.” İdeal kadınlar ne kadar dirayetli, vatanperver, akıllı, azimli, cinsiyetsiz ve kadınlıktan-uzak ise, cariyeliği sürdüren kadınlar da o
kadar edilgen, kadınsı ve sınırlıdırlar. Mesele şu ki erkeğin hayatında her iki kadın tipine de yer vardır. Birine karısı, çocuklarının annesi, evinin hanımı olarak. Berikine arkadaş, fikirdaş, yoldaş olarak. Birinin Bedenine ihtiyacı vardır. Ötekinin Beynine.

Margaret Atwood’un, Halide Edip Adıvar’ın zihinlerini ve kalemlerini meşgul eden “Kadınları Sevmeyen Kadınlık Hikayeleri” bugün bizlerin karşılaştığı ikilemlerden o kadar farklı değil. Ama bir nokta açık. Biz kadınlar birbirimizi kategorilere böldüğümüz, hemcinslerimize hırçınca eleştirel bir nazarla baktığımız ve “kızkardeşlik” kavramı yerine suni bir Prenses Rekabeti’yle hareket ettiğimiz
müddetçe değişmeyecek bu köhne kalıplar, değişemeyecek....
 
Biri şatoda, biri tekkede iki kadın
01 Ekim 2009


DÖRT ayrı şehirde düzenlenen edebiyat etkinlikleri için Fransa'dayım bu hafta. Leylekler sürüyle havada, ben yollarda, bir etkinlikten diğerine habire yolculuk halindeyiz. Uçak, tren, araba... Böyle zamanlarda eski göçebe günlerim geliyor aklıma. Evlilik ve annelik öncesi hallerim... Yerleşik olmadan önceki günlerim... Evim bavulumdu bir zamanlar. Uzaktan mektup yazmak en iyi bildiğim iletişim yoluydu.
Aynı çatı altında iki kez uyumayan Kalenderi dervişlerine özenirdi bir yanım. Onlar gibi saçı sakalı, kaşı kirpiği kazıtamasam da dünya kazan olurdu, ben kepçe. Koskoca âlemde ufacık bir katre. Dolaşırdım kaçarcasına kendimden, çocukluğumun yalnızlığından. Kalmak zor gelirdi, gitmekse en kolayı. Ömrümün otuz altı yılını böyle yaşadım. İstesem de fazla değişemem. Bir yanım hep göçebe. Bir yanım hep firarda...
Fransa'da gündüzler yoğun ve telaşlı geçiyor. İmza günleri, konuşmalar, söyleşiler. Akşamları el ayak çekildiğinde bir başka görünüyor dünya gözüme. Paris'in güneyinde, Grignan denilen yemyeşil bir yerde, tarihi bir şatoya bağlı küçük ve mütevazı ama bana göre unutulmaz bir otelde kalıyorum. Penceremden şatonun ihtişamını seyrediyorum. Burası Fransız tarihinin ünlü kadın karakterlerinden biriyle özdeşleşmiş: Madame Sevigne.
1626 senesinde doğmuş. 17. yüzyıl Fransa'sının bilgili ve zeki gözlemcilerinden. Eğitimli, akıllı, kendine güvenen. Ömrü boyunca şehir ve kır arasında mekik dokumuş. Her sene zamanının birazını Paris'te geçirmiş, birazını güneyde. Özleyip şehre geldiğinde oradaki insanların dırdırlarından, kemliklerinden sıkılıp tekrar kaçmış kırsala.
Şatoya gittiğinde buradaki hayatın tekdüzeliğinden, renksizliğinden sıkılıp tekrar kaçmış şehre. Hayatı hep hareket halinde. Böyle bir kadın Madame Sevigne. Şatodaki çalışma odasından uzun uzun mektuplar yazmış sevdiklerine, bilhassa kızına. Tam otuz sene boyunca yazışmış uzaktaki dostlarıyla. Şimdi tarihçiler ve akademisyenler bu mektupları özenle okuyor ve bir dönemin tanıklıkları olarak görüyor.

* * *

Zihnimde Madame Sevigne için özel bir kutu açıyorum. Ve hemen yanına onun dönemdaşı, hemcinsi ve dengi olan Asiye Hatun'u yerleştiriyorum. 17. yüzyılda Üsküp'te yaşamış bir Osmanlı kadını Asiye Hatun. Ataerkil bir toplum, modernite öncesi dönem. Ama Asiye Hatun ne istediğini bilen bir kadın, samimi bir yürek ve eleştirel bir zihin taşıyor. O da tam otuz sene boyunca mektuplar yazıyor bağlı bulunduğu tarikatın şeyhine.
İşin ilginç yanı, bir müddet sonra şeyhini beğenmeyip değiştirmek istiyor. Rüya mektupları kaleme alıyor Asiye Hatun. Rüyalarını anlatıyor mektuplarında ve tabirlerini talep ediyor, soru soran ve cevapları sorgulayan bir yaklaşımla. Cemal Kafadar'ın usta kaleminden müthiş bir kitap olarak piyasaya çıktı bu mektuplar, okurunu bekliyor.
Fransız okurlar Madame Sevigne'yi iyi tanıyor. Gencinden yaşlısına herkes bana onun hakkında bir şeyler anlattı. Bu konuda pek çok kitap ve inceleme mevcut. Asiye Hatun ise ne yazık ki daha kenarda kalmış bir şahsiyet, keşfedilmeyi bekliyor. Hak ettiği ilgiyi görmeyi. Ve bizler... Türkiye'de yaşayan kitapseverler, romanseverler... Okuma listemizin Fransız kitapseverlerinkinden çok daha geniş ve kapsamlı olmaması için bir sebep yok. Mademki sentezler toplumuyuz, mademki bu muazzam bir kültürel ve toplumsal zenginliktir, hem Madame Sevigne'ye yer olabilir okumalarımızda, hem Asiye Hatun'a.
Her iki kadını da araştırdığımızda, Batı'nın ve Doğu'nun bu iki yetenekli kadınını yan yana koyup karşılaştırdığımızda ve aynı samimi merakla kucakladığımızda bakış açımız belki daha da zenginleşecek. Ne Batılı okurların bildiği, ne Doğulu okurların gördüğü yeni açılar yakalayacağız. Madame Sevigne ve Asiye Hatun birbirlerini bilmeden, tanımadan, dolayısıyla anlayamadan yaşadılar. Bizimse Türkiye'nin kültürel köprüsünden bakıp her iki kadını da buluşturmak gibi bir avantajımız var... Tabii eğer kıymetini bilirsek.
 
Geri
Top