Elif Şafak tüm makaleleri

  • Konuyu açan Konuyu açan dderya
  • Açılış tarihi Açılış tarihi
Yazarlığın iki altın formülü
23 Kasım 2009

Harf özgürlük sever. Harf sonsuzluk sever. Kapılar, pencereler açık olsun ister. Püfür püfür essin yel. Dört bucak yedi iklim sonsuzluk ister kelimeler. Ne kutu, ne çekmece, ne sandık yeter. İnan ki havasız kalır ilham perisi kapatıldığı yerde. Kanatları solar, benzi atar. Sen aç ruhunun kapılarını. Paylaş yazdıklarını cümle mahlukatla. Aç kendini kâinata.

Yaptığım her imza gününde, gittiğim her edebiyat etkinliğinde karşıma çıkan ilginç bir durum var: Saklı edebiyatçılar ülkesi Türkiye. Potansiyel yazarlar ve potansiyel şairler ülkesi burası. O kadar çok insandan benzer sözler duyuyorum ki: "Benim kızım da öykü yazıyor", "Eşim senelerdir şiir yazar, hiç bırakmadı" ya da "Ben de gençliğimden beri bir şeyler karalıyorum". Öğrenciler, ev hanımları, serbest meslek sahipleri, doktorlar, memurlar... İlk bakışta edebiyatla ilgisi yok zannettiğiniz bir insan pat diye aynı şeyleri söyleyiveriyor: "Ben de yazıyorum." Ne tür şeyler yazdıklarını sorduğumda yarı mahcup açıklıyorlar, bir sırrı paylaşırcasına. "Denemeler, öyküler, şiirler.... Defterler dolusu!"
"Ne güzel" diyorum. "Kaleminize kuvvet. Peki neden edebiyat dergilerinde yahut sitelerinde yayınlatmaya çalışmıyor, dosya yapıp yayınevlerine yollamıyorsunuz? Niçin yazılarınızı kendinize saklıyorsunuz?" Tuhaf bir sessizlik oluyor. Yazmak tamam da, yazdıklarını paylaşmak zor. Bir genç kız büyük bir açıklıkla itiraf ediyor: "Reddedilirim diye korkuyorum." "Reddedilebilirsiniz, doğru. Kimse bunun garantisini veremez. Ama reddedile reddedile başarılı olan o kadar çok yazar ve şair var ki dünyada." "Evet ama yayınlansa daha mı iyi olur yoksa daha mı kötü?" diyor kısık bir sesle. "Denemelerim yayınlansa beni tanıyan herkes okur, o zaman da herkes eleştirir."
Eleştirirler ama sen gene de kapatma kendini. Eğer hayallerini ve hikâyelerini hep kapalı bir kutuda tutarsan inan ki o kutunun havası yetmez kelimelerine. Harf özgürlük sever. Harf sonsuzluk sever. Kapılar, pencereler açık olsun ister. Püfür püfür essin yel. Dört bucak yedi iklim sonsuzluk ister kelimeler. Ne kutu, ne çekmece, ne sandık yeter. İnan ki havasız kalır ilham perisi kapatıldığı yerde. Kanatları solar, benzi atar. Sen aç ruhunun kapılarını. Paylaş yazdıklarını cümle mahlukatla. Aç kendini kâinata. "Eleştirilirim, yerilirim, aman yanlış anlaşılırım" diye korkma. Eleştirilirsin, yerilirsin ve dahi yanlış anlaşılırsın, doğru. Ama başka türlü nasıl büyür ki insan, nasıl eğitilir nefs dediğin, nasıl mürekkebine kavuşur kalem?
Gelebilecek eleştirilerden çekindiğimizden yazmaya dair en temel, en insani heves ve hayallerimizi bile bastırıyoruz. Ertelenen kitap projeleriyle dolu zihinlerimiz. Halbuki pek çoğumuzun gönlünde bir kitap yazmak var. Günün birinde, işler biraz daha rayına oturunca, bir kenara üç beş kuruş para koyup çalışmak zorunda kalınmadığında oturup yazılacak bir kitap... Kimisi hayat hikâyesini yazmak istiyor, kimi bir tanıdığının başından geçenleri. Kimi geçmişin intikamını kitapla almak istiyor, kimi kalıcı bir eser bırakmak. Kimi bir kurgu peşinde, öyle bir kurgu ki sürekli yeniden yazılıyor zihinde. Fikirler güzel ama erteleniyor nedense. Halbuki kitap yazmanın gelecekle ilgisi yok. Yazmanın tek bir zamanı var: "Şu anda, şimdi".
Yazarlığın kalıbı yok. Genelgeçer reçetesi yok. Her insanın hayatı, kişiliği, mayası ve kimyası nasıl farklıysa, yazı serüveni de farklı olmak durumunda. Kimi kırkından sonra yazmaya başlar, kimi en güzel eserlerini gençliğinde verir. Kimi bir kitabı beş senede tamamlar, kimi beş ayda. Hiçbir yol diğerine üstün değildir. Aslolan ortaya çıkan eserin derinliğidir. Başkalarına bakarak değil ancak kendi içimizi görerek yazabiliriz. Her işte olduğu gibi burada da temel itki içeriden gelir insana, dışarıdan değil. Ama gene de formül arayanlara söyleyebileceğim tek şey şu: İki temel kaynaktan beslenir yazı. Birbirine zıt ama ikisi de kudretli iki ana akıntı eşlik eder edebiyatçıya.
Formül Bir: (Hınç/Hırs çarpı Emek artı Disiplin) bölü (Yalnızlık). Yazmanın ilk formülü kişisel hınçlar ve hırslarla bağlantılıdır. Kimi yazarlar ve şairler kızgınlıktan, kırgınlıktan, hakkının yenildiği ya da kıymetinin yeterince bilinmediği saplantısından, bir konuda kimsenin kendileri kadar uzman olmadığı inancından yahut birilerine bir şeyler anlatma arzusundan, bazen de kavgadan, kavgacılıktan beslenir. Hınç, hırs ve öfke... Üçü de kudretli çarklardır. İnsanı üretken kılabilirler. Yanısıra muhakkak emek ve disiplin gereklidir, bir de tabii yalnız kalmak. Yalnızlık olmadan yazarlık olmaz. Bu formül kısa vadede başarılı gibi görünse de uzun vadede tavsar. Öfke keskin sirkedir, kabına zarar. Hınçtan beslenen insan sonunda kendi bindiği dalı kesmeye başlar.
Formül iki: (Aşk/Tutku çarpı Emek artı Delilik) bölü (Yalnızlık). Burada temel etmen aşktır. Yaptığın işi sevdiğin için ve severek yapmak. Akıl mantıkla açıklanamayan bir öte boyutta gezinmek. İnsan niye âşık olduğunu bilebilir mi? Tek bildiği âşık olduğudur. Niyesi değil. Yazıya da âşık olunur. Kişi severek ve tutkuyla yazar. Yaptığı işi o kadar benimser ki yazmadan yaşamayı düşünemez bile. Disiplinin yerini delilik almıştır. Yazmaya koyuldu mu durmadan, duramadan, gece gündüz yazar. İçinden cin çıkartırcasına. Saatler, günler, aylar ve senelerce gıdım gıdım biriken emek. Ve tabii bir de yazarlığın olmazsa olmazı: yalnızlık. Yazarlığın iki altın formülü var. Bu ikisinden hangisinin seçileceği tamamen kişiye kalmış, kişinin ruhunun rengine.
 
Kadınları dövmeyen toplum
26 Kasım 2009


KONUŞMAYI seven bir toplumuz. Dinlemeyi ise daha az. Tartışmayı seven bir toplumuz. Uzlaşmayı ise daha az. Özellikle mesele gündelik siyasetle bağlantılı olduğunda başlıyoruz hararetle atışmaya. Ortak noktalarımız yerine farklılıklarımız üzerinde durmayı daha çok seviyoruz. Televizyonlarda, radyolarda, yazılı basında olduğu kadar sokakta, meydanlarda, kahvehanelerde tartışıyor da tartışıyoruz. Ama ne kadar konuşkan olsak da bir türlü tam olarak açamadığımız, dolayısıyla aşamadığımız meseleler de var. Doğrudan siyasetle ilgisi olmayan, hayatın içinden süzülmüş meseleler. Aile yapılarımızı zedeleyen, geleceğimize gölge düşüren, fazlasıyla derin, içimize işlemiş, söküp atması zor meseleler... Kadına yönelik şiddet gibi.
Bu ülkede kaç kadın, kocasından dayak yiyor dersiniz? Kaç kadın, hayatının hakikatlerini makyaj üstüne makyaj yaparak kapatmaya çalışıyor? Nişanlıyken şiddete uğrayan kadın, "Evlenince geçer"zannediyor. Evliyken hırpalanan kadın, "Hamile kalınca geçer" zannediyor. Hamileyken şiddet gören kadın, "Çocuk doğunca düzelir" zannediyor. Birinci çocuğunu emzirirken hırpalanan kadın, "İkinci doğunca düzelir" zannediyor. Çocuklarının gözü önünde dayak yiyen kadın, "Bir gün elbet düzelir"zannediyor. O beklenen günün hiçbir zaman gelmediğini gören kadın, en nihayetinde acısını, kırgınlığını bastırarak yaşamaya alışıyor.
Erken yaşlanıyor kadınlarımız. Vaktinden evvel soluyorlar. Hayallerini erteleye erteleye bir gün artık hayal bile kuramaz oluyorlar. Ve o kırgın kadınların yetiştirdikleri erkek çocuklar, bilerek ya da bilmeyerek aynı modeli tekrarlayarak büyüyorlar ya, bu zincir bir türlü kırılmıyor. Kuşaktan kuşağa devrederek devam ediyor aile içi şiddet. Babasının annesini dövdüğüne senelerce tanık olan erkek çocuğu gün geliyor, kendini kız kardeşinin hamisi zannediyor. Mahallenin namusu ondan sorulur zannediyor. İleride kendi nişanlısına ya da karısına ona ait bir varlık muamelesi yapmaya başlıyor. Sorunlu babalar, sorunlu oğullar yetiştiriyor.

*
Biz her ne kadar kendimizi ve tüm enerjimizi "daha mühim" meseleleri tartışmaya versek de, bu arada içten içe, sözlü ve fiziksel şiddet, aile hayatlarımızı kemirmekte. Hem gözümüzün önünde oluyor her şey, hem habire görmezden geliyoruz. Komşudan dayak sesi geliyor, kapılarını bile çalmıyoruz; televizyonun sesini açıyor, duymazdan geliyoruz. Sülalelerimizde hangi amcanın, hangi dayının karısını, kızını dövdüğünü biliyor ama o insanı asla eleştirmiyoruz. Biz bu konuyla yüz-leş-mi-yo-ruz. Kadına yönelik şiddet, ne hükümetin gündeminde öncelikli bir madde, ne muhalefetin. Ne ordunun, ne parlamentonun, ne sivil toplum kuruluşlarının. Bir toplumun yapısını ve geleceğini bu kadar karartıp da böylesine ihmal edilen başka hiçbir konu yok.
Ve olur da hâlâ bu konuyu "tali bir mesele" addeden varsa, tek ricam bu hafta açıklanan "Kadına Yönelik Şiddet Araştırması"nın raporlarını okumasıdır. Bu tür araştırmaları yapmak son derece zordur. Zira pek çok kadın uğradığı şiddeti dile getiremez, anlatmaya cüret edemez. İstatistiklere yansıyan genellikle aysbergin ucudur. Buna rağmen raporun sonuçları dikkat çekecek kadar vahim. Anlaşılan o ki, eğitimsiz kadın da şiddete uğruyor, eğitimli kadın da. Köylü kadın da şiddete uğruyor, şehirli kadın da. Yani profesör de karısını dövüyor, işçi de. Ve raporun bence en acı, en çarpıcı bulgusu: Hamile kadınların uğradığı şiddet. Hamileyken kocalarından dayak yiyip çocuğunu düşürme noktasına gelen ne kadar çok kadın var bilmediğimiz.
Peki şimdi biz böyle temel bir konuda bile bir araya gelemeyecek miyiz? Sağ basından sol basına gazeteler ve televizyonlar, radyolar ve internet siteleri el birliğiyle bir çatı altında buluşup "kadına yönelik şiddet" konusunda duyarlı bir kampanya başlatmaktan aciz miyiz? Bir şeyler yapmalıyız. Ve değişmeye kendimizden, kendi ailelerimizden başlamalıyız. Kendi çevremizden başlayarak halka halka... Bir gün elbet kadınlarını dövmeyen bir toplum olacağız. Ama bunun için şimdiden bilinçlenmek ve artık uyanmak durumundayız.
 
Melankolik sabahlar
02 Aralık 2009
Bayram sabahı uyandım. Neşe içinde olmalıyım, cıvıl cıvıl, kıpır kıpır. Ama baktım, moralim limoni, nabzım tıp tıp melankolik atıyor. Sebepsiz, mantıksız, öylesine, birdenbire. Hava parçalı bulutlu. Ha yağdı ha yağacak. Battaniyeyi çekiverdim yüzüme. Kimseyi göresim yok, bir günlüğüne görünmez olsam keşke. Hiçbir yerde durasım yok; gün batana kadar göçebe olsam keşke. Hani kapıyı açıp yürümeye başlasam sanki hiç durmayacağım. Yürüye yürüye kendimi kutuplarda bulabilirim ben bu ruh haliyle. Oradan, üzerinde kutup ayıları resmi olan bir kartpostal satın alırım ve İstanbul'daki kendime postalarım. Derim ki:
"Sevgili Ben, Merak ediyorum nereden kaynaklanıyor şu melankolik hallerin? Nasıl oluyor da hem aileni, dostlarını, arkadaşlarını, okurlarını ve ekseriya insanlığı bu kadar seviyor, sevebiliyor hem de zaman zaman böylesine had safhada asosyal ve münzevi olabiliyorsun? Bir bulabilsem dengeni... Bir anlayabilsem seni...."
Bayram sabahı uyandım. Kutuplara gitmek yerine, evde kaldım. Kapı çaldı, açtım. Karşımda bir misafir. Tanıdık bir yüz, ta öteden.
Çocukluğumdan beri zaman zaman beni yoklayan o dipsiz ve sebepsiz durgunluk ve kasvet, nam-ı diğer Melankolianım (Melankoli Hanım'ın hızla söylenmiş biçimi) bayram ziyaretine gelmiş. Elinde bir kutu çikolata. Tabii ki bitter. Nasıl kışkışlarım? Nasıl "Git" derim. Mecburen buyur ediyorum.
"Hoşgeldin Melankolianım... "
Melankolianım siyah saçları sımsıkı topuz, ayağında ten rengi çorabı, üzerinde şık bir nefti döpiyes oturuyor salonda. İncecik, bir gıdım fazlası yok, her zamanki gibi. Yanına ilişiveriyorum. "Söylesene," diyorum. "Neden insanlar, bilhassa kadınlar kimi zaman ansızın melankoliye yakalanırlar? Biyolojik mi bunun sebebi? Kültürel mi? Mistik mi? Ekonomik mi? Hormonlarımız mı bunu yapan toplumsal koşullanmışlıklarımız mı? Nedir ansızın kadınlara gelen hüzün dalgalarının sebebi?"
Diyor ki bana: "Erkek genellikle güneş gibidir. Ya batar, ya çıkar. İktidar peşinde, ya kazanır ya tepetaklak yuvarlanır. Net, berrak, sade ve yalın. Kadın ise ayın halleri gibidir. Parlarken bile bir yanı karanlıkta kalır. En görünür olduğu zamanlarda bile bir parçası bulutların ardında... Kadın muammadır."
"E ne yapacağız peki?" diyorum sabırsızlıkla. "Nasıl çıkacağız bu hallerden?
"Çıkarız elbet, yeter ki kendimize ve etrafımıza dürüst olalım, rol yapmayalım. Melankoliyi de benimseyip, seveceğiz. Ve onu bastırarak yok etmek yerine, üretken enerjiye çevireceğiz" diyor. "Melankoliyi görmezden gelmek çözüm değil. Onun yerine alıp hamur gibi yoğurup şekiller inşa edeceğiz. Hüzün dediğin yakışır insana, yakışır kadınlara. Hüznü sanatın, edebiyatın ve yaratıcılığın emrine vereceğiz."
Hoşuma gidiyor söyledikleri. İlgiyle dinliyorum. "Sana tuhaf bir yöntem önerebilirim" diye devam ediyor Melankolianım. "Derhal bir kitabevine git, bir adet Cioran kitabı satın al. Hali hazırda bozuk akseden moralin öyle bir hızla dibe vuracaktır ki, oradan sekip de su yüzüne çıkman kaçınılmaz."
Cioran geçtiğimiz yüzyılın en bedbin, en karamsar, en ünlü filozoflarından. Romanyalı. Tesadüf değil Romanya'dan çıkmış olması. Onun gibi damardan kasvet bir ses Kanada'dan, Las Vegas'tan ya da Kanarya Adaları'ndan çıkacak değildi ya. Doğu Avrupa'dan çıkacak haliyle. Öyle bir adam düşünün ki daha üniversite yıllarında hayatı didik didik ederek sorgulamaya başlasın. Öyle bir genç adam düşünün ki, henüz 23 yaşında kaleme alıp yayınlattığı felsefe kitabının adı Ümitsizliğin Doruklarında olsun. Bu yapıtında Bergsonculuğu yaşadığımız hayatın kaçınılmaz bir biçimde trajik olan boyutunu anlayamamakla ve açıklayamamakla suçlar Cioran. Zor adamdır vesselam! Bir başka başyapıtı Çürümenin Kitabı'nda şöyle der: "Kökeninde yıkıma mahkûm olmayan hiçbir 'yeni hayat' görmedim şimdiye kadar. Her insanın zaman içinde ilerleyip bunalımlı bir geviş getirmeyle kendini tecrit ettiğini, yenilenme niyetine de ümitlerini soldurup kendi içine düştüğünü gördüm."
Sevgili kadınlar, bir sabah uyanır da Melankolianım'ı salonunuzda bulursanız, kovmayın onu. İlginç kadındır, tanımaya değer. Cioran okur, Leonard Cohen dinler, renklerden en çok griyi sever. Bir bardak çay için karşılıklı. Tanışın kendisiyle. Hoşsohbettir, şöhretinin aksine. Ve ne zaman ruh haliniz tökezlese, sizden daha bedbin birinin sesine kulak verin. Belli olmaz iyi gelebilir. Çivinin çiviyi söktüğü olmuştur.
 
İsviçre'de neler oluyor?
03 Aralık 2009


BU hafta tüm dünyanın gözleri İsviçre'ye çevrildi. Avrupa'nın en "demokratik", en "tarafsız" ülkesinden gelen haberler son derece şaşırtıcı, üzücü, düşündürücü. Yabancı basında sergilenen fotoğraflara bakıyorum. Özellikle bir tanesi hayli dikkat çekici. Fonda simsiyah minareler; ürkütücü ve soğuk görünüyorlar, adeta silaha benzeterek çizilmişler. Bu minarelerin ruhaniyetle, maneviyatla, huzurla ilgisi yok. Bu resimdeki minareler bilinçli olarak korkutucu çizilmiş. Gölgeleri bile yok, gölgeden ibaretler. Önde, kenarda, gene siyahlara bürünmüş, tepeden tırnağa kapanmış bir kadın duruyor. Ulaşılmaz, sabit, uzak ve tehditkâr bakıyor. Ve posterin üzerinde kocaman harflerle "STOP!" yazıyor. Verilen mesaj gayet net: "Bunlara hayır deyin!"
İsviçre'de haftalarca bu tür mesajlar, böylesine dışlayıcı bir propaganda yayıldı. Ve sonunda halk, posterlerde verilen öğüde uydu. Aynen öyle yaptı. Minarelere "hayır" dedi. İlginç bir şekilde en fazla hayır oyları, Müslümanların yaşamadığı kantonlardan çıktı. Yani zaten minare yapılma ihtimali son derece az olan yerlerden, yani zaten Hıristiyanlar ile Müslümanların çok daha az temas ettiği bölgelerden. Dünya tarihinin hepimize defalarca öğrettiği bir temel hakikat var. Ders çıkarmamız gereken bir hakikat. İnsanlar en çok bilmediklerinden, tanımadıklarından korkuyorlar. Kendilerine ÖCÜ gibi anlatılan bir ötekinden ürküyorlar. En fazla İslam fobisi olan insanlar, hayatlarında hiç Müslüman arkadaşı ya da komşusu olmamışlardan çıkıyor. (Benzer şekilde Hıristiyanlara ya da Yahudilere karşı en fazla önyargısı olanlar da gene hayatlarında hiç Hıristiyan ya da Yahudi arkadaşı veya komşusu olmamışlardan çıkıyor.) Ötekileştirme, bilgisizlik üzerine kurulu bir zan, ne yazık ki bu hep böyle.
Sözünü ettiğim posterler, İsviçre'nin metro ve otobüs duraklarında, alışveriş mağazalarında, meydanlarında haftalarca asılı kaldı. Öyle bir hava estirildi ki, sanki bir tarafta modern ve Batılı dünya var. Bir tarafta da modern hayatı tehdit eden bir düşman. Ve insanlar bu düşmana karşı uyanık olmaya davet edildi. Korkular, zanlar üretildi, komplo havası estirildi. Ve halk, tüm bunlardan etkilendi. Bu tür posterler, totaliter bir rejim tarafından yapılmış olsa, dünya kamuoyu bu kadar şaşırmazdı. Posterlerin estetiği, içeriği ve keskinliği, totaliter rejimlere uygun. Ama burası İsviçre, sene 2010, Batı demokrasisinin merkezi.

*

İsviçre'nin edebiyat geleneği son derece zengin ve derindir. Yüzde yetmişten fazlası Almanca, yüzde 21'i Fransızca, yüzde 5'i İtalyanca olan renkli, dinamik, saygın bir gelenek. Üstelik farklılıklara açık. Hoşgörülü... Ya da biz hep öyle zannederdik. Benim şahsen bu geleneğin içinde en sevdiğim yazarlardan biridir Max Frisch. İsviçre'nin dünyaya kazandırdığı en özgün ve en önemli yazarlardandır. 1911 senesinde doğdu, 1991'de öldü. Öyle kaotik bir dönemde yaşadı ki Birinci Dünya Savaşı'nı, İkinci Dünya Savaşı'nı, Soğuk Savaş'ı gördü. Ötekileştirmenin yanlışlarını ve insanlığa verdiği zararları yakından idrak etti.
Frisch'in yazarlığı kadar filozofluğu da ünlüydü. Hayatı, toplumu, insan olmanın çelişkilerini yakından sorguladı. Öyle ki görmezden gelinen meselelerin üstüne gitti. Ve Frisch, İsviçre'nin kendi kendine yarattığı "ideal demokrasi" imajını hep sorguladı, sarstı. Konsensüse dayalı ideal demokrasinin bir yüzeysel imaj olduğuna, bunun altında nice eşitsizlik ve adaletsizliklerin yattığına dikkat çekti. Kendi toplumunun vicdanı oldu. İsviçrelilerin kendi özgürlüklerinden ürktüklerini ve aslında gündelik hayatın her noktasını tahammülsüzce kontrol etmeye çalıştıklarını söyledi. Bu eleştiriyi bugün yeniden okumakta fayda var.
Zürih'te doğup gene Zürih'te ölen Max Frisch tüm hayatını seyahat ederek, sürekli hareket halinde geçirdi. New York, Berlin ve Roma'da kaldı. Her seferinde özleyerek Zürih'e döndü. Bu kadar sevmekle beraber ülkesini eleştirmekten geri durmadı. Hayatı boyunca kendini İsviçre'ye hem ait hissetti, hem hissedemedi. İsviçre toplumunu "inatçı "olarak nitelendirdi. Duymak istemediklerine kulaklarını kapatan bir inatçılık. Bu inatçılık kalkmazsa İsviçre'nin ne tam özgür, ne tam tarafsız, ne tam hoşgörülü, ne tam demokratik olabileceğini söylerdi. Max Frisch bugün yaşasaydı İsviçre'deki minare yasağına şaşırmazdı herhalde. Hiç şaşırmazdı. Şimdi ben İsviçreli yazar, şair ve filozoflara bakıyorum. Neler yazacaklar merak ediyorum. Frisch'in ülkesinde, derin bir felsefi ve edebi geleneği olan yerde birileri çıkıp da minare yasağının ve ötekileştirmenin ne büyük hata olduğunu yazacaktır herhalde. İsviçre'nin yazarları daha çok konuşsa keşke...
 
İnsanın işi öğrenmektir
07 Aralık 2009

Tasavvuf okumak, İdris Şah okumak ve daha nice nice kıymetli kalemleri okumak hayata bakışımızı değiştirecek. Okumak lazım. Çok. Daha çok. Ne de olsa insanın işi öğrenmektir. Öğrenmek ve bir de muhabbettir.

AŞK'ı okudum, tasavvuf ile yakından ilgileniyorum. Bana bunun ardından aynı alanlarda ne okumamı tavsiye edersiniz?" diyen okur mektupları ve e-mailler alıyorum. Tavsiye vermek benim haddim değil. Üstelik ne uzmanım bu alanda, ne yetkin. Benim işim hikâye anlatmak. Ben okurlarımı bir hayale, bir hikâyeye davet ediyorum romanlarımda. AŞK'ta da beraber bir hayal kurduk. Beraber bir hikâye anlattık. Ama rahmetli Cemil Meric'in dediği gibi, hikâyelerin ve kitaplarla gelen hayallerin şu "hakiki" dünyadan daha hakiki olduğunu unutmayarak....
Tasavvuf konusunda herkesin kendi mizacına ve ihtiyaçlarına göre okuma listesini elleriyle kurup adım adım oluşturacağına inanıyorum. Önemli olan iyi ve isabetli kitaplar okumak kadar, tasavvufu kitabi bir bilgi boyutunda bırakmamak. Yani yaşamak. Yaşatmak. Bugüne taşımak. Gündelik hayatın ufak tefek adımları içinde aramak ve bulmak bulabildiğince. Gayret etmek, kadrince. Yoksa teorik, uzak, "eski" ve temelde hissedilmez bir boyutta kalıyor bilgi. Halbuki bilgiyi de yaşamak lazım.
Öte yandan şunu da biliyorum ki gene kitaplar aracılığıyla gönüller arası köprüler kurabilir, birbirimize kapılar açabiliriz. Güzel kitaplardan, güzel filmlerden, güzelliklerden bahsedebiliriz. Birbirimize yollar açabiliriz. Bu niyetle, böyle zaman zaman, sevdiğim ve etkilendiğim kalemlerden bahsetmek istiyorum. Yerli ve uluslararası kalemlerden. Bu hafta bunlardan birine yer vereceğim. Batı'dan ve Doğu'dan çok sayıda insana ilham vermiş ve sufiliği tanıtmış bir isim: İdris Şah.
"İnsanın işi öğrenmektir. Deve insandan daha güçlüdür; fil daha iri, aslan daha yiğittir. Sığır insandan daha çok yiyecek yer, kuşların erkekliği daha fazladır. İnsanın işi ise öğrenmek, öğrenmek, öğrenmektir bu âlemde...." Böyle diyor İdris Şah, kadim tasavvuf metinlerinden aktarımlarda bulunduğu yapıtlarında. Böyle diyor Türkçe'ye kazandırılan "Sufinin Yolu" kitabında. Çarpıcı tasavvufi hikâyeler ve tekrar tekrar dönüp düşünerek okunması gereken mesellerle dolu bu kitap basında ne yazık ki yeterince ilgi görmedi, bir hay huy içinde kaynadı ama meraklısı gitti buldu, okudu.
Bizde ne yazık ki yeterince tanınmıyor İdris Şah. Oysa Batı âlemine, bilhassa Batılı entelektüellere tasavvufu tanıtan ve sevdiren bir avuç Doğulu yazardan biridir. "Her öğrencinin hak ettiği mürşidi bulduğunu" söyler ki üzerinde uzun uzun düşünmeye değer. İdris Şah'ı etkili kılan sadece eserleri değil, bir de insanların yüreklerinde bıraktığı merak ve muhabbet tohumları olsa gerek. Tabii bir de Avrupalı sanatçılar üzerindeki etkisi. Pek çok kişi tasavvuf hakkında yazmıştır Batı'da ama çok azı, bu konulara ilgi göstermemeleriyle ünlü olan yazar çizer takımı tarafından ilgiyle okunmuştur senebesene. Kimi Katolik kimi Protestan kimi Yahudi ailelerden gelen kültürel elite, tasavvufu sevdiren insandır İdris Şah. Onun sadık okurları ve sevenleri arasında İngiliz romancılığının divalarından, Nobel ödüllü Doris Lessing de vardır.
İdris Şah, 1924 senesinde zor bir coğrafyada, Afganistan'da dünyaya geldi. Seneler sonra yazdığı kitaplar dünyanın en çok konuşulan tüm dillerine çevrildi. İdris Şah, "arayan" her öğrencinin eninde sonunda kendi aynasını, kendi mürşidini bulacağına inanırdı. Ancak bir o kadar eleştirel yaklaşırdı mürid-mürşid ilişkisini hiyerarşik düzlemde kuranlara. Ona göre mürid ile mürşid aynı zeminde olmalıydı, aynı gönülden, aynı demden. Yani öyle biri ötekinin elini eteğini öpecek, biri aşağıda öteki yukarıda olacak... Bunlardan yana değildi. İdris Şah'a göre öğretmen ile öğrenci aynı seviyede olmalı, aynı pınardan su almalıydı. "Tasavvuf, insanın kendi kendinin farkına varacağı ve kendi kendine gerçekleştireceği bilgidir" demesi bu yüzden.
Soru: Tasavvuf ile diğer düşünce yöntemleri arasında çekişme var mı?
Cevap: Yok ve olamaz, çünkü tasavvuf tüm düşünce yöntemlerini bünyesinde toplar; hepsinin kendine göre bir kullanımı vardır.
Soru: Tasavvuf belli bir dille, belli bir toplulukla, belli bir tarihsel dönemle mi sınırlıdır?
Cevap: Tasavvufun herhangi bir zaman, yer veya topluluktaki görünen yüzü çeşitlilik gösterebilir çünkü tasavvuf kendisini her insan tarafından kavranabilir şekilde sunmalıdır.
Soru: Türkistanlı Ahmed Yesevi ve Endülüslü İbn El Arabi'nin okullarından çok az eser var, neden?
Cevap: Çünkü yüksek anlayış diyarında, iş bitince ocak kapanır.
Tasavvuf okumak, İdris Şah okumak ve daha nice nice kıymetli kalemleri okumak hayata bakışımızı değiştirecek. Okumak lazım. Çok. Daha çok. Ne de olsa insanın işi öğrenmektir. Öğrenmek ve bir de muhabbettir.
 
Bir şehre hayallerle gitmek
10 Aralık 2009


NİCEDİR ertelediğim bir vefa borcuydu Konya'yı ziyaret etmek ve Konyalı okurlarla bir araya gelmek. AŞK'ı yazarken zihnimde bu şehre defalarca gittim, bir hayal âleminden geçerek ulaştım kapılarına. 13. yüzyıl Konya'sını düşündüm, düşledim. 13. yüzyıl Konya'sının sokaklarında gezdim, meydanlarında soluklandım, insanlarını dinledim. Konya'ya bizzat gitmeyi ise bilerek erteledim. Etkilenmek istemedim. Bekledim. Belki diyeceksiniz ki "İnsan gitmediği bir yeri yazabilir mi?" Yazabilir. İnanıyorum ki edebiyat tam da böylesine bir zihinsel ve ruhsal özgürleşmedir. Bir şehre gitmeden de orayı yazabilir, bir yüzyılı yaşamadan onun ruhunu yaşatabilir, olmadığınız bir insan olabilir, yazarken kendiniz olmaktan çıkabilir, fiziksel sınırların ve fizik kanunlarının dışına taşabilirsiniz. Mümkündür hepsi; ne de olsa hayaller ve hikâyeler âleminde yerçekimi kuralları işlemez.
AŞK yazıldıktan sonra ise Konyalı okurlardan birbirinden güzel mektuplar, e-mail'ler, davetler aldım. Benimle sırlarını paylaştılar, inanca, hayata ve aşka dair sırlarını. Bir şükran duygusu birikti içimde bu koca, tarihi, manevi enerjisi yoğun şehre. Nihayet bu hafta Konya İş Kadınları Derneği'nin davetlisi olarak oradaydım. Sevgili Leyla Alaton ile beraber uzun ve keyifli bir yolculuk yaptık. Unutulmaz bir Konya gezisi yaşadık. Konyalı işkadınları son derece profesyonel ve canı gönülden bir organizasyona imza atarak Türkiye'nin her yerinden ve Kıbrıs'tan yüzlerce kadını Konya'da buluşturmakla kalmamış, buluşma temasını "hoşgörü" olarak belirlemişti. İş yaşamında hoşgörü. Evde, sokakta, okulda, yazıda hoşgörü... Bugünlerde bunca ihtiyacını duyduğumuz "hoşgörü"...
"Hoşgörü" sözünü sıkça tekrarlasak da uygulamaya gelince çoğumuz tökezliyoruz. Nice zaman anlamını yeterince düşünmeden kullanıyoruz kelimeyi. Bir başkasının varlığına ya da tarzına "tahammül etmek" demek değil ki hoşgörü. Ne tepeden bakmak kimseye, ne de "alttakine" lütufta bulunurcasına katlanmak, büyüklük edip ses çıkarmamak. "Hoş görmek" aslında "hor görmek" fiilinin zıddı. Baktığını hoş görmek, güzel görmek; baktığın insandaki ya da olaydaki güzellikleri fark edip çıkarmak ve en önemlisi, kendine benzemeyeni kendinden gayrı görmemek, ötelememek... Hoşgörü bir insanlık sınavı. Nice zaman geçemediğimiz...

*

Konya programında sabah ilk iş, Hazreti Mevlânâ ile Hazreti Şems'in türbelerini ziyaret ettik. Birinci mekâna sinen öyle bir atmosfer var ki içeri girer girmez yakalayıveriyor sizleri. Susmaya, düşünmeye, etrafa daha dikkatli bir nazarla bakmaya davet ediyor. Türbenin ilişiğindeki tarihi eşyaların ve el yazmalarının güzelliği görülmeyecek gibi değil. Burası Türkiye'nin en çok ziyaretçisi olan en önemli müzelerinden aynı zamanda. Son derece iyi muhafaza edilmiş. Layıkıyla korunması için muazzam çaba gösterilmiş. Tarihi pek çok kaynak, bilgisayar ortamına aktarılarak tüm dünyadan araştırmacılara açılmış. Ancak geçmiş yüzyıllardan kalma eşyaların daha iyi şartlarda sergilenebilmesi için mekânın genişletilmesine ihtiyaç var.
Hazreti Şems'in türbesi ise çok daha sakin, daha mütevazı. Bir şey daha dikkatimi çekti. Hazreti Mevlânâ'nın türbesinde çok sayıda kadın ziyaretçi gördüm. Her yerden gelen, her yaştan her kesimden kadınlar. Hazreti Şems'in türbesinde ise daha çok erkek gördüm. Belki de kişilikleri nasıl farklıysa, türbelerinin yaydığı enerji de öyle farklı bugün. Biri ateş idi zira, diğeri su.
Meram Bağları'ndan şehrin modern yüzüne, işkadınlarından lise ve üniversite öğrencilerine uzanan dolu dolu bir gün geçirdim Konya'da. Ve bir kez daha anladım ki tüm dünyayı etkisi altına alan manevi ve mistik bir çağrının bu şehirden çıkması tesadüf değil. Konya'ya gidin dostlar. "Gör beni" demişti ya Şems, Mevlânâ'ya; Konya'da "görülmeyi" bekleyen nice değerler, ne güzel insanlar var.
 
Roman karakteri olarak yaşamak
14 Aralık 2009


Oysa en büyük yazar Tanrı. En kadim ve kalıcı kitaplar O’nun eseri. O’nun yazdığı bir koca romanda hepimize irili ufaklı roller düşmüş gibi hissediyorum bazen. Herkes bir karakter bu metinde, herkes farklı bir renk. Ve tıpkı roman kahramanları gibi bizler de bilmiyoruz on sayfa sonra başımızdan neler geçeceğini. Koşturuyoruz gene de. Tek tek rollerimiz ya da repliklerimiz hem önemli, hem önemli değil. Tanrı’nın yazdığı bu hikâyede payımıza ne düştüğünü bilmediğimiz gibi merak bile etmiyoruz çoğu zaman.

Sabahın erken saati. Henüz gün ağarmamış. Arafta bir zaman. Gece ile gündüz arasında bir eşikte durmaktayız. Paris’te bir çöpçüler uyanık bu saatte, bir kaldığım otelin resepsiyonunda çalışan adamcağız, bir kahvaltı hazırlayan Lübnanlı aşçı kadın, bir de ben. Hep beraber geceyi bekliyoruz, nöbet tutar gibi. Onlar iş icabı uyanıklar, görev icabı ayaktalar. Benimse özrüm yok. Açıklayamıyorum kendi kendime neden bu uykusuzluk. Gene baykuş modundayım. Baykuşun gececiliği var bende ama bilgeliği ne gezer. Biri olmuşken, bari öteki de olsaydı.
Çöpçüler, aşçı kadın, resepsiyon görevlisi ve ben, arada birbirimize bakıyoruz göz ucuyla. Herkes bir an için kendini diğerinin yerine koyuyor belki de. Ben, “Paris’te çöpçü olsam hayatım nasıl olurdu acaba?” diye düşünüyorum. Bana bakan çöpçü ise muhtemelen şöyle geçiriyor zihninden: “Bu turistlerin hepsi kafadan çatlak! Delinin zoruna bak kalkmış bu saatte. Ben böyle otelde kalacağım, işim gücüm olmayacak, bu kadar erken kalkar mıyım hiç? Yatarım horul horul, sabah da kahva tıyı ayağıma getirtirim valla. Bunlarda akıl yok akıl.”
Çöpçü düşündüklerini arkadaşlarıyla paylaşıyor olmalı ki tüm çöpçüler bana bakıp gülüşüyorlar. Bu saatte bu neşe. Onların gözünden bakıyorum kendime. Garfield gibi burnunu cama yapıştırmış merakla dışarıyı seyreden bir kadın görüyorum. Yabancı, yabani. Sakin, dingin ve normal. Peki “normallik” kadar içinde, ta derininde “delilik” barındıran başka bir hâl var mı? Resepsiyondaki adam sabah gazetelerini yerleştiriyor uyuşuk bir edayla; aklı burada değil evinde, sıcak yatağında karısıyla uyumak istiyor. Aşçı kadın en hareketli olanımız. Durmadan çalışıyor. Arapça bir şarkı mırıldanıyor. Tek duyduğum kelime “habibi”. Kim acaba sevdiği? Yanında mı uzakta mı? Kırgın mı kalbi yoksa onanmış mı? Nasıl bir hayat onunki?
Dün akşam sokağın köşesinde duran dilenci kadın henüz işe çıkmamış. Ne yapıyor acaba? Hani herkes işe giderken “daha iyi” giyinir ya, elinde geldiğince. Onun mesleğinde işe giderken “daha kötü” giyinmek lâzım, acındırmak kendine, zavallılaşmak mümkü mertebe. Romanya doğumlu olduğunu söylemişti sorduğumda. Sen kalk, Romanya’dan yollara düş, Paris’e gel, daha iyi bir hayat uğruna bunca yol bunca göç. Sen kalk yollara düş, akrabalarınla kalabalık bir ev tut, çoluk çocuk kuzen amca. Sen kalk sabahları hazırlan, işe gider gibi dilenmeye git. Yanından şık hanımlar, acelesi olan beyler geçsin. Geride parfüm kokularını ve ayak seslerini bıraksınlar. Yanından hayat gürül gürül aksın ve sen oturduğun yerden seyret; kızmadan, öfkelenmeden, kendini dışlanmış hissetmeden. Nasıl bir hayat? Sorsam anlatır mı? Yoksa “Sana ne be kadın?” deyip kovalar mı beni? Neden bu kadar merak ediyorum başkalarının hayatlarını? Görünmez bir dürbünle etrafı dikizler gibiyim. Dürbünle dikizlerken yakalanmışçasına utanıyorum bazen. Belki de biz yazarlar, doğada gördüğü parlak nesnelere meyleden saksağanlar gibiyiz; başkalarının hayatlarından ilham, hüzünlerinden hikâyeler topluyoruz. Gagamızın ucunda kelimeler... Derken topladığımız hikâyelerdeki hüzünler o kadar ağır geliyor ki kanatlar mıza, bu sefer de mavi semada kaçacak yer arıyoruz.
Oysa en büyük yazar Tanrı. En kadim ve kalıcı kitaplar O’nun eseri. O’nun yazdığı bir koca romanda hepimize irili ufaklı roller düşmüş gibi hissediyorum bazen. Herkes bir karakter bu metinde, herkes farklı bir renk. Ve tıpkı roman kahramanları gibi bizler de bilmiyoruz on sayfa sonra başımızdan neler geçeceğini. Koşturuyoruz gene de. Tek tek rollerimiz ya da repliklerimiz hem önemli, hem önemli değil. Tanrı’nın yazdığı bu hikâyede payımıza ne düştüğünü bilmediğimiz gibi merak bile etmiyoruz çoğu zaman.
Henüz saat dört ama dayanamıyorum, Eyüp’e telefon ediyorum.
“Awghhh?” diyor uykulu bir ses. “Alo” demeye çalıştığını tahmin ediyorum.
“Eyüp günaydın, en büyük yazar Tanrı ve biz hepimiz O’nun yazdığı roman karakterleriyiz” diyorum.
Derin bir sessizlik oluyor karşı tarafta. “Ne düşünüyorsun?” diye soruyorum.
“Acaba seni niye böyle bir karakter yaptı diye düşünüyorum? Bana ceza olsun diye mi?” diyor.
Alınmıyorum. “Peki roman karakterleri romanın gidişatını etkil yebilir mi? Önceden yazılmış ve bitmiş, şimdi sadece canlandırması kalmış bir hikâyenin içinde miyiz? Yoksa her an yeniden yazılan, dolayısıyla başı sonu değişken bir hikâye mi?”
“Gene gittin yollarda varoluş krizine yakalandın değil mi?” diyor Eyüp. “Sen şimdi kapa telefonu, derin bir nefes al, git elini yüzünü yıka. Merak etme, İstanbul’da ayakların yere basar.”
Yolculuklar bizi hüzünlendirir. Evinden, ailenden, işyerinden, dostlarından, alışkanlıklarından kısa bir süre için de olsa kopmak insana aslında her şeyin ne kadar geçici olduğunu gösterir. Yolculuklar bizi neşelendirir. İnsanlığın evrensel ve sarsılmaz güzelliklerini gösterir; kardeşliği, ruhdaşlığı, dayanışmayı. Yolculuklar bizi değiştirir; başka bir insan hâline getirir. Her yolculuğa çıkışta “Eski Ben”i geride bırakırız. Tez gidip tez gelelim diye su döker peşimizden. Çocukluğumdan beri yolculuk etmeyi sevdim. Yolculuklarda yazmayı, okumayı, hayaller kurmayı. Ama bazen bir virüse yakalanır gibi tutuluruz YEBVAK’a. “Yolculuklar Esnasında Beliren Varoluş Analizi ve Krizi”ne. Yakalananlar bilir.
 
İncinin imtihanı
17 Aralık 2009



MEMLEKETİM... Memleketim inci parçası. Saklasa da kendini zaman zaman, kapansa da içine, güzel ki ne güzel, renkli ki ne renkli. Işıldar, parlar, istiridye içindeki inci misali, Doğu ile Batı arasında bir nadide cevher. Memleketim benzemez başka ülkelere, bir kendine benzer. Batı'nın en Doğulu ülkesi, Doğu'nun en Batılı ülkesidir ya, araftadır nice zaman. Zordur arafta olmak 21. yüzyılda, böyle hoyrat kutuplaşmaların olduğu bir ortamda. Zordur kalıplara uymamak, klişelerden ve kalıplardan geçilmeyen bir dünyada. Memleketim zoru başarır, sentezlerden yepyeni ve yaratıcı sentezler çıkarır. Renklerden bir demet. Çoksesli bir demokrasi. Katmanlı ve kadim bir kültür. Gelenek ile modernitenin dansı. Sanatçılar için sonsuz ilham kaynağıdır. Bereketlidir. Kolay anlaşılmaz, kategorilere sığmaz, karmaşıktır. Gizemlidir. Zengindir. Edepli insanların, gözlerinin içi gülen genç kızların, duygusal delikanlıların, çok şey bilen anneannelerin diyarıdır.
Gergin günler bunlar. Gazeteleri korka korka açtığımız, televizyon haberlerini tedirgin, keyifsiz dinlediğimiz günler. Kardeşin kardeşe şüpheyle baktığı, sokaklarda gerilimlerin yaşandığı bir hafta geçirdik. Bu günlerde memlekete en fazla zarar verecek olan şey, basit gibi görünen dört harfli bir kelime: ÖFKE.
Ta ezelden beri Ademoğulları'nın ve Havvakızları'nın en büyük iki düşmanından biri kibirdir, diğeri ise öfke. İkisine de kapılmak o kadar kolay ki. İkisi de zehirdir halbuki. Üstelik sinsi sinsi zehirlerler insanı, çaktırmadan, kendini ele vermeden. Öfke evvela onu içinde taşıyanı zehirler. Hızla yaşlandırır, yüzünün rengini soldurur, gözünün ferini. Bulaşıcıdır. Bir insandan bir insana, bir gruptan bir gruba hızla yayılır. İnsanlık öfkeye karşı aşı icat edemedi henüz.

*

Bugünkü ortamda en kolayı kızmak, köpürmek. Yangına körükle gitmek. "Öteki" hakkında suçlayıcı laflar etmek. Bugün en kolayı birilerine hakaret etmek, küfretmek, söylenmek. Bağırıp çağırmak, "onlar"ı suçlamak, dışlamak, itelemek, ötelemek, Ötekileştirmek... Kürt-Türk kutuplaşması yaşanmaması için şu öfkeli hallerimizi kontrol altına almak durumundayız. Kim her ne sebepten dolayı her kime kızgın ise, öfkeden kimseye hayır gelmediğini unutmamalı. Sakin olabilmek bir erdemdir. Kızmamak, heyheylenmemek, galeyana gelmemek, kişisel ve toplumsal olgunluk belirtisidir. Meclis'teki milletvekillerinden sokaktaki vatandaşa kadar bugün hepimiz sükûnet ve olgunlukla imtihan edilmekteyiz. Bu sınavı geçebilecek miyiz?
Önümüzdeki iki kazan var dostlar, kazan ki önemli metafordur Osmanlı'dan bu yana. Mutfağımızda iki kazan duruyor yan yana, ikisinde de bir aş pişmekte. Birincisi Çözümsüzlük Kazanı. Fokur fokur kaynıyor. Ağzımızdan çıkan her kem söz, her suçlama, her öfkeli ve kibirli laf ve şiddete dayalı her uygulama o kazana "malzeme" olarak giriyor. Öfke öyle bir aş ki ağulu. Kimse el süremez. Kimsenin karnını doyurmaz. Çözümsüzlük Kazanı'nın yemeğini ne biz yiyebiliriz, ne gelecek kuşaklar.
Beriki kazan ise Barış Kazanı. Onda da bir aş pişmekte. Kürtler ile Türklerin bu memlekette beraberce huzur içinde yaşamaları için atılan her adım, ağızdan çıkan her yumuşak söz, geliştirilen her açılım, şiddetten yana değil huzur ve ahenkten yana her girişim bu kazana "malzeme" olarak girmekte. Aş pişmekte.
Çözüm mü çıkacak kolektif mutfağımızdan yoksa çözümsüzlük mü? Bize bağlı. Beraber ve demokrat yaşamanın kıymetini bilecek ve koşullarını geliştirecek miyiz? Bize bağlı. Meclis'te, sokaklarda, meydanlarda, medyada, okullarda, üniversitelerde ve dahi evlerimizde tek tek her birimizin öfkemizin ayarını sonuna kadar kısmamız gerek. Yoksa öfkeli nefesimizin rüzgârı Barış Kazanı'nın altındaki ateşi söndürür, biz farkında olmadan.
Öfkesiz bir gün, öfkesiz bir hafta, öfkesiz yepyeni bir sene dileğiyle...
 
Mor harflerle yazılmış bir yazı
22 Aralık 2009

Genç kız usulca yazıya dokunuyor. Bir çiçeğe dokunur gibi. Portakal kokuyor yazı. Güzellik kokuyor. Sükûnete, sadeliğe, huzura ve uyuma davet ediyor. Kim yazmış acaba? Niye yazmış? Çantasından bir defter çıkarıyor, gördüğü yazıyı aynen defterine geçiriyor: EDEP YA HU EDEP BUGÜN BİR İYİLİK YAP

Şehrin kalabalık bir semtinde, trafiğin yoğun olduğu bir saatteyiz. Yağmur çiseliyor hafiften. Yağmur hem ince ince yağıyor hem her damlada bütün şehri altüst etmeyi başarıyor. Bir otobüs yanaşıyor durağa. Yolcularını alıyor, yolcularını bırakıyor. Otobüsün arka tarafında camdan dışarı bakan bir adam var. Orta yaşlı bir adam. Ne şişman ne zayıf. Ne esmer ne sarışın. Belki bir devlet kurumunda çalışıyor ya da özel bir şirkette. Dalgın, durgun bakıyor etrafa. Koşturan insanlara, renklere, desenlere, insanlığın hallerine... Derken aniden bir şey dikkatini çekiyor. İleride bir apartmanın yan cephesinde mor boyayla yazılmış bir yazı duruyor: EDEP YA HU EDEP, BUGÜN BİR İYİLİK YAP
Adam gözlerini kırpıştırarak bakıyor yazıya, tekrar bakıyor. Öylesine alışkın ki başka türlü duvar yazıları görmeye, bunu yadırgıyor. Halbuki çöp dökmemeyle ilgili bir yazı görse yadırgamazdı. Ya da siyasi içerikli bir yazı olsaydı. Filanca partiyi tutanların ya da falanca partiye kızanların yazdığı bir yazı. Veya bir aşk ilanı olsaydı... "Zeynep seni seviyorum..." gibi bir şey mesela. Ya da "kömür gözlüm... " Onları da yadırgamazdı. Her şehirli insan gibi adamın da gözleri alışkın orda burda bu tür yazılar görmeye. Ama bu seferki yazı farklı. Kim yazmış acaba? Niye yazmış? İnip bakmak istiyor bir an. Yakından görmek. Dokunmak harflere. Ama otobüs tam o an hareket ediyor. Adam hiç düşünmeden yerinden kalkıp otobüsün arka tarafına gidiyor ve yüzünü cama yapıştırıp, oradan bakıyor duvar yazısına. Bakabildiği kadar bakıyor. Ta ki harfler ufukta minnacık birer nokta oluncaya dek.
Genç kız üniversite öğrencisi. Henüz ikinci sınıfta. İdealist, girişken, azıcık romantik, deli dolu, okumayı seviyor, müziği ve sinemayı da. İsmi önemli değil. Yeliz ya da Ayşegül, fark etmez. Sosyal Bilimler okuyor ya da mühendislik. Sınavı var bugün, üstelik geç kalmak üzere, koşturuyor yollarda. Kampustan içeri girerken gözü bir an için yan tarafta duran satıcıya takılıyor. Satıcının tezgâhının üzerinde elmalar, armutlar, portakallar dizili. Her bir meyva öbeğinin üzerinde fiyatının yazılı olduğu bir karton var. Ve el arabasının kenarında bir kağıt, üzerinde mor harflerle yazılmış bir yazı duruyor. Genç kız hayretle bakıyor yazıya. İnanamıyor gözlerine. Sınavı filan unutuyor bir an. Yaklaşıyor.
"Sen mi yazdın bu yazıyı?" diye soruyor satıcıya.
Satıcı esmer zayıf bir adamcağız. Sigaradan sararmış dişlerini saklamaya çalışarak, yarı mahçup gülümsüyor. "Yok ben yazmadım. Az evvel yaşlı başlı bir adam geldi, bunu verdi. Ben de sevdim. Aldım koydum oraya." Genç kız usulca yazıya dokunuyor. Bir çiçeğe dokunur gibi. Portakal kokuyor yazı. Güzellik kokuyor. Sükûnete, sadeliğe, huzura ve uyuma davet ediyor. Kim yazmış acaba? Niye yazmış? Çantasından bir defter çıkarıyor, gördüğü yazıyı aynen defterine geçiriyor: EDEP YA HU EDEP, BUGÜN BİR İYİLİK YAP
Gecenin bir saati, şehrin bıçkın yüzü, kenar semti. Pavyonların önünde taksiler bekliyor, sokak aralarında alacaklılar kavga ediyor, sarhoş bir adam ağaç altına kusuyor, tam şu anda birileri birilerini dolandırıyor, yalanlar söyleniyor, sahte kahkahalar atılıyor, hüznün üstü örtülüyor, makyaj makyaj üstüne. Şehir bu saatte hiç olmadığı kadar hırçın ve kızgın. Ve tüm bu keşmekeşin ortasında bir hayat kadını yürüyor tek başına. Rimeli akmış ağlamaktan. Hırpalanmış. Yaşamak istemiyor. Bu gece intiharı düşünüyor.
Rastgele bir taksiye biniyor. "Anadolu yakasına geçeceğiz" diyor. Halbuki geçmeyecek. Boğaz Köprüsü'nde inecek. Oraya kadar taksimetre ne yazmışsa kuruşu kuruşuna ödeyecek ama. Herkes onu aldattı hayatta ama o kimseyi dolandırmadan gidecek ölüme. Planı böyle. Taksici güngörmüş adam, dikiz aynasından bakıyor, bir şey söylemiyor. Anladı mı acaba yolcusunun intihara gittiğini?
Köprünün ortasında yavaşlıyor taksi. "Abla," diyor taksici. "Bak bana bugün ne geldi?" Kadın evvela anlamıyor söyleneni. Taksici ısrarla ona bir yirmi lira uzatıyor. Minnacık bir yazı yazılı üzerinde, mor harflerle. "Sende kalsın" diyor taksici. "Çantanda taşı. Moral verir. Yüreğini ferah tutarsın."
Kadın başını eğiyor. Bütün gece bastırdığı hüzün balon gibi kaçıyor elinden. Tutamıyor. "Ağlama be abla," diyor taksici. "Ağlama bak beni de ağlatacaksın."
Sabaha karşı İstanbul. Taksici ve hayat kadını deniz kenarında köfte ekmek satan seyyar satıcının önünde duruyorlar. Sessizce denize bakıyorlar. Ödeme zamanı gelince kadın kendisine verilen yirmi lirayı uzatıyor. "Bana iyi geldi, belki başkasına da iyi gelir... "
Otobüsteki adam duvarda bir yazı gördü. Öyle bir yazı ki çıkmadı aklından. Aynı gün uğradığı bankada sıra numarası için makineden bir kağıt aldı. Duvarda gördüğü yazıyı oraya yazdı. Banka sırası kendisine gelince bu kağıt parçasını minik kutunun içine bıraktı. Bir sonraki banka müşterisi yaşlı bir adamdı, emekli öğretmen Muzaffer Bey. Tesadüfen aynı vezneye gelince yazıyı buldu, bir kağıda not etti. O gün bir üniversitenin yakınlarında işi vardı. Meyve satan satıcının yanından geçerken dayanamadı, yazıyı ona verdi. On dakika sonra oradan geçen üniversite öğrencisi genç kız yazıyı gördü, sevdi. Yirmi liranın üstüne yazdı. Aynı gün marketten alışveriş yapınca o yirmi lirayı kullandı. Para gün içinde elden ele dolaştı ve en nihayetinde bir taksi şoförüne ulaştı. Taksici baktı yazıya, sevdi. Gece arabasına binen hayat kadınına verdi.
Köfteci kendisine uzatılan parayı aldı. Üzerindeki yazıya bakakaldı. Yüreğinin bir yeri ışıldadı. Bir hayır yapmak istedi, tanımadığı bir cana yardım etmek, güzelliğe vesile olmak.... Yazıyı kağıda geçirip kamyonetinin duvarına astı. Orada köfte ekmek yiyen bütün müşteriler gördüler ve başka başka yerlere yazdılar. Bir fısıltı gibi yayıldı yazı. Rüzgâr gibi yayıldı. EDEP YA HU EDEP, BUGÜN BİR İYİLİK YAP
 
Akıllı kadın eşinden dayak yer mi?
24 Aralık 2009


SENE sonu geliyor ya, tüm dünyada kadının durumunu gösteren raporlar yayınlanıyor. Amerika'da dakikada kaç kadının dayak yediğini yahut tecavüze uğradığını okuyoruz bu raporlarda. Ve hemen ardından Pakistan'da, Brezilya'da ya da Fransa'da. Ve Rusya'da mesela. Böyle ülkeleri ve rakamları peş peşe dizince garip bir soğukluk uyanıyor okuyanda. Sanki kadına yönelik şiddet, son derece evrensel, değişmez, sabitkadem, hatta neredeyse "doğal" bir şey. Fizik kanunu gibi adeta. "Her yerde böyle. Bakın, gelişmiş ülkelerde de böyle, gelişmemişinde de. On sene evvel de böyleydi, elli sene evvel de. Her zaman ve her yerde böyle olmuş. Yapacak fazla bir şey yok ki."
Hiçbirimiz bunları yüksek sesle söylemesek de okuduğumuz raporların uyandırdığı his çoğu zaman böyle. Hani sanki, "Böyle gelmiş böyle gider" izlenimini veriyor kuru rakamlar ve basmakalıp laflar. O yüzden işte, o yüzden, bu meseleyi rakamların ve klişeleşmiş sözlerin ötesine taşımakta fayda var. Madem sene sonu geliyor ve madem her sene bireylerin olduğu gibi toplumların da karneleri var, iyi oldukları konular ve zayıf oldukları konular; öyleyse hep beraber bakmak durumundayız bizim karnemizde kadınlarımızın durumu nedir, nicedir acaba.

*

"Kadına yönelik şiddet" tıpkı bir aysberg gibi. Görünen ucu bile ürkütücü iken bir de görünmeyen koskoca bir tabaka var suyun altında. İstatistiklere kolay kolay yansımayan, kamuoyu araştırmalarıyla anlaşılmayan, konuşulmayan ve dolayısıyla aşılamayan bir karanlık kütle duruyor orada. Ucundan kenarından bu konuda yapılan tüm araştırmalar ise hep aynı şeye işaret ediyor: Kadınlar en yakınlarından dayak yiyorlar. En sevdiklerinden ve en çok güvendiklerinden. Kalplerinin kapısını kime sonuna kadar açıyorlarsa en çok ondan ve oradan yaralanıyorlar. Önce babalarından, derken abilerinden ya da erkek kardeşlerinden, nişanlılarından, evlendikten sonra da kocalarından. Kimi zaman da bile bile kapılıyor kadın bu kör akışa. Nişanlıyken şiddet gören kadın, evlenince düzelir zannediyor. Evlenince dayak yiyen kadın, ilk çocuk doğunca düzelir diye umuyor. İlk çocuktan sonra dayak yiyen kadın, umut etmekten vazgeçip zamana havale ediyor.
Halbuki zaman öyle durduk yerde iyileştirmiyor kimseyi. Gayretsiz şifa vermiyor. Aile içi şiddet görünmez bir gölge gibi takip ediyor senebesene. İşin tuhaf yanı, annesinin dayak yediğini görerek büyüyen erkek çocuklar, ileride kimseye el sürmez, karıncayı bile incitmez sanıyorsunuz ama anlaşılan öyle olmuyor. Şiddet şiddeti, gerginlik gerginliği doğuruyor.
Akıllı ve özgür bir kadın dayak yer mi peki? İlk bakışta görece eğitimsiz yahut maddi durumu yetersiz bir kadının imkânları daha sınırlı, çalacak kapısı daha az, dolayısıyla dayağa karşı çok daha savunmasız. Ama bu, ayın sadece bir yüzü. Ayın karanlıkta kalan yüzünde ise dayak yiyen "özgür" kadınlar yaşıyor. Akademisyenler, avukatlar, bankacılar, hemşireler, hatta doktorlar... Konuşamadıklarımız. Adını koyamadıklarımız. Görüp de görmezden geldiklerimiz. Halbuki apartmanlarda yaşıyoruz çoğumuz. Komşularımızın evlerinden gelen dayak ve tartışma seslerini duyuyoruz ama ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi davranıyoruz. Bir cila çekiyoruz kırıkların üstüne.
Yeni sene, tazelenmek demek. 2010'da kadınlarını incitmeyen bir toplum olabilmek için bugünden ve buradan başlamak gerek bilinçlenmeye, yardımlaşmaya ve yardım almaya. En yakınımızdan, kendimizden başlayarak ancak varabiliriz daha geniş halkalara.
 
Geri
Top