Osmanlıcada ''E''ile başlayan kelimelerin anlamları

ELUKE
Risalet.
ELULE
Semiz, besili koyun.
ELVAH
(Levha. C.) Levhalar. Tablolar.
ELVAH-I ÂLEM
Âlemin görünüşü, manzara ve levhaları.
ELVAH-I MAHFUZA
(Bak: Hafiziyyet, Levh-i Mahfuz)
EL-VALİ
Her şeye mâlik ve sâhib olan Allah (C.C.)
ELVAN
(Levn. C.) Renkler. Muhtelif görünüşler.
ELVAN-I İBADET
İbadet renkleri. * Mc: İbadet çeşitleri.(Nasılki insan, şu âlem-i kebirin bir misal-i musaggarıdır ve Fâtiha-i Şerife, şu Kur'an-ı Azîmüşşan'ın bir timsal-i münevveridir. Namaz dahi bütün ibadatın envâını şâmil bir fihriste-i nuraniyedir ve bütün esnaf-ı mahlukatın elvan-ı ibadetlerine işaret eden bir harita-i kudsiyedir. S.)
ELVAN-I SEB'A
Yedi renk.
ELVE
Yemin etmek, kasem.
ELVEDA
Allah'a emânet olun. Allah'a ısmarladık (yerine söylenen bir ta'birdir).
EL-VEHHAB
Allah (C.C.)
ELVES
Zayıf kimse. * Ahmak kimse.
ELVİYE
(Livâ. C.) Livâlar, sancaklar, bayraklar.
ELVİYE-İ MÜTEMEVVİCE
Dalgalanan bayraklar.
ELYAF
(Lif. C.) Lifler.
ELYAK
Daha münâsib. Daha lâyık.
ELYASA (A.S.)
Benî İsrail Peygamberlerindendir. Benî İsrail ise; günden güne Kitabullah'ı dinlemez olmuştu. Cenab-ı Hak Asuriye Devleti'ni onlara musallat eyledi. Sonra Yunus (A.S.) Asuriye içinde Ninova şehrinde Peygamber oldu.
ELYE
(C.: Eleyât) Koyun kuyruğu. * Başparmağın ve dizin aşağı yanlarında olan kabaca etler.
ELYEL
Çok karanlık gece.
ELYES
Bahadır, yiğit.
ELYEVM
Bugün. Hâlâ. (Bak: Yevm)
ELZEM
Daha lâzım. Çok lâzım. Ziyade mucib. * Küçük parmaklı.
ELZEMİYYET
Pek lüzumlu ve gerekli olan bir şeyin hâli. Son derecede lüzum, gereklilik.
EM
Soru sorma mânasında atıf edatıdır. İstifham elifi mânasına da gelir. "Yahut, belki, yoksa" kelimeleriyle tercüme edilebilir.
EM'Â
(Miâ. C.) Bağırsaklar.
EMACİD
(Emced. C.) Emcedler, en şanlılar, en şerefliler, eşrefler, en fazla haysiyet ve onur sahibi olan kimseler.
EM'Â-İ GALİZA
Kalın bağırsaklar.
EM'Â-İ RAKİKA
İnce bağırsaklar.
EMAK
Uzun, tavil.
EM'AK
(Meak. C.) Göz pınarları.
EMÂKİN
(Mekân. C.) Yerler. Mekânlar.
EMÂKİN-İ MUKADDESE
Mukaddes yerler, kutsal mekânlar.
EMALE
(Bak: İmâle)
EMALİC
(Ümluc. C.) Fidanlar, yapraklar, uzun yapraklı otlar.
EMALİS
(İmlis"e". C.) Otsuz ve susuz sahralar, çöller.
EMAM
Bir şeyin ön tarafı.
EMAN
Korkusuzluk. * Af ve yardım dileme. Eminlik. (Bak: Aman)
EMANAT
(Emanet. C.) Emanetler.
EMANET
Eminlik. İstikamet üzere bulunmak. * Birisine koruması için teslim edilen şey. Birisine bir şeyi koruması için teslim edilen şey. Birisine bir şeyi koruması için bırakma. Emniyet edilip inanılan şey. * Başkasının hukuku emniyet edilip, inanılabilen. * Osmanlılar Devrinde bazı devlet dairelerine verilen isim. Şehr emâneti, Rusumat emâneti gibi...(Dinimiz, emaneti ehline bırakmamızı emreder. İdare makamları da birer emanettir. Hz. Ömer (R.A.) halifelik makamına getirilince şöyle demiştir: "Ey insanlar! Ben Allah ve Peygamberimize itaat ettiğim sürece, siz de bana uyun ve itaat edin. Doğru yoldan saparsam, kılıçlarınızla beni doğrultun." Demek ki müslüman hata ve haksızlık karşısında pasif kalamaz.)
EMANETDAR
f. Kendisine birşey emanet edilen kimse, emanetçi.
EMANETDARÎ
f. Emanetçilik.
EMANETEN
Emanet yoluyla, emanet olarak. * Bir resmî daire tarafından bizzat, ihale şeklinde ve iltizam suretiyle olmayarak.
EMAN-HAH
f. Eman isteyen, eman diliyen, aman diyen.
EMANİ
Emniyetler. Niyetler, gayeler, istekler. Arzular, dilekler. * f. Eminlik, korkusuzluk.
EMANİ-İ MAHSUSA
Hususi arzular, özel maksatlar.
EMARAT
Emareler, nişanlar, işaretler, ip uçları.
EMARAT-I HASENE
İyi alâmetler.
EMARE
Alâmet, işaret, nişan, iz, ip ucu, belirti.(Gizli olan umura Şeriat emarelere göre hükmeder. İ.İ.)
EMARET
Emirlik. Bir emir veya bey veya prensin idaresinde olan memleket.
EMARİD
(Emred. C.) Bıyıkları terlememiş gençler.
EMASİL
(Emsel. C.) Benzerler, eşler, akranlar, müsaviler. * İtibarlı kimseler.
EM'AT
Gövdesinde kılı olmayan kimse. * Tüyü dökülen kurda "zi'b-i em'at" derler.
EM'AZ
(C.: Emâız) Sert, sağlam, taşlı yer.
EMAZİR
(Mezir. C.) Kuvvetli ve azamet sahibi olanlar.
EMBEL
Kılıcı ve silahı olmayan. * Eyer üstünde doğru oturamayan. * Boynu eğri olan.
EMBRİYOLOJİ
yun. Biy: Canlıların başlangıçtan itibaren gelişmesini inceliyen biyoloji ilminin bir bölümü. İkiye ayrılır: 1- Ontogonez: Yumurtadan yavruların meydana gelişini inceler. 2 - Flogenez: Canlıların ilk yaratılışı ile bugünkü şekli arasında meydana gelen değişmeleri inceler. Dünyada başlangıçtan bugüne kadar iklim, fizik ve kimyevi şartlar, beslenme şartlarında değişmeler olmuştur. Allah, yarattıklarına karşı çok merhametli ve lütufkâr olduğu için zor şartlarda canlıların yok olmaması için vücutlarında gerekli değişikliklerle donatmıştır. Meselâ: Kutup tilkisinin kışın karlı ortama uyması için tüyleri beyaz, baharda ve yazın ise boz olur. D.D.T. gibi kimyevi ilaçlarla böceklerin tamamen imhâ olmaması için bir müddet sonra böcekler bir muâfiyet "bağışıklık" kazanıyorlar. Bunun gibi, canlılar âleminde rahmet eseri sayısız hikmetli hâdiseler var. Bu, hâdiselere "İçgüdü" "Mütasyon", "evrim" gibi bir takım isimler takıp tesadüfle izah etmek imkânı yoktur.
EMCAD
(Mecid. C.) şeref, onur ve haysiyet sahibleri.
EMCED
(Mecid. den) Pek büyük, daha büyük, şerefi şânı çok olan.
EMCED-İ EMÂCİD
şereflilerin şereflisi, en şerefli.
EMCER
Karnı büyük kimse.
EMDEŞ
Elinin sinirlerinde rahâvet olup eti az olan kimse.
EME
Unutmak, nisyân. * İkrar etmek.
EME
(C.: İmâ-İmât) Câriye, kadın köle.
EMED
Son, nihayet. Gayet. Encam, intihâ.
EMEDD
(Medd. den) Daha uzun, pek uzun, daha tavil.
EMEDD-İ A'MÂR
Ömürlerin en uzun olanı.
EMEK-DAR
f. Emeği geçmiş, kıdem ve mükafâta hak kazanmış memur, hizmetçi. Eski ve sadık hizmetçi.
EMEL
Ricâ, ümid, şiddetli istek. Ummak. * Gaye. (İnsanları canlandıran emeldir, öldüren ye'istir. M.)
EMENE
Emn, emniyet, eminlik.
EMERE
(C.: İmer) Çöllerde taştan belirlemek için yapılan alâmetler.
EMERR
Pek acı.
EMESS
Çok fazla temâs eden, dokunan. En çok messeden.
EMEVİ DEVLETİ
Dört halife devrinden sonra devlet idaresi Beni Ümeyye hanedanına geçmiştir. Buna nisbetle bu devlete "Emevi Devleti" adı verilmiştir. (Mi: 661-750) seneleri arası Emevi Devletinin saltanat devresidir. Muâviye bin Ebi Süfyan'dan başlamak üzere 14 halife gelip geçmiştir. Son halife Muhammed bin Mervan (2. Mervan) dır. Bu devirde kavmiyetçilik İslâmiyete çok zararlar vermiştir. Yine bu devirde Din-i Mübinin aktar-ı İslâmda yayıldığını unutmamak icab eder. Doğuda Türkistan ve Endonezya, kuzeyde Kafkasya, batıda Anadolunun yarısı, İspanya ve Kuzey Afrika Emevi topraklarına katıldı. Emevi hükümdarlarının Ehl-i Beyt'e ettikleri zulüm ve akıttıkları kan sebebiyle çıkan isyanlar devleti zayıflattı. Abbâsi taraftarları ile kavi bir ekseriyet Abbasi tarafına geçti. Horasan'lı Ebu Müslim, Emevi Devletini bir muharebede Abbasilere devretti. Böylece Emeviler tarihe karışmış oldu. (Bak: Endülüs, Muaviye)
EMGAZ
Kırmızı, kızıl nesne, ahmer. * Aşkar at. * Koyunu sağdıklarında süt ile birlikte kan çıksa "emgazeti'ş şât" derler.
EMHAK
Donuk beyaz.
EMHAL
(Mehl. C.) Mehiller, mühletler, vâdeler, zamanlar, bir iş veya vazifenin yapılması için verilen fazla zamanlar.
EMHAR
(Mehr. C.) Mehrler, nikâh bedelleri. Zevceynin ayrılmaları halinde kadına verilecek olan ve nikâhta kararlaştırılan para ve sair eşyalar. * (Mühür. C.) Taylar, at yavruları.
EMİHE
Koyunlarda meydana gelen uyuzluk.
EMİME
Bir cins ot. * Demirci çekici.
EMİN
Kalbinde korku ve endişesi olmayıp rahatta olan. Korkusuz. * Kendisinden korkulmayan. * Kendine inanılan. İtimat edilen. * İnanan, güvenen. * Çok iyi bilen, şüphe etmeyen.
EMİR
Emredici olan. Seyyid. Şerif. Bir memleketin, bir aşiretin veya kabilenin reisi. * Büyük ve meşhur bir soydan gelen. * Hz.Peygamber'in (A.S.M.) soyundan gelen. * Zengin.
EMİR
(Bak: Emr)
EMİRANE
f. Emredene yakışır bir surette. Emir gibi.
EMİRBER
f. Subayların kıt'a ve daire dışında emirlerinde bulunan erler.
EMİRKULU
Aldığı emri yapmağa mecbur olan, verilen emri yerine getirmekle görevli kimse.
EMİRNAME
f. Âmirin emri yazılı olan kağıt. Üst makamdan verilen emir kağıdı.
EMİR-ÜL CEYŞ
Serasker, serdar, başkumandan.
EMİR-ÜL MA'
Amiral. Deniz kuvvetlerinde albaydan büyük rütbede bulunan subaylar.
EMİR-ÜL MÜ'MİNÎN
Müminlerin, İslâmların işlerinde emir ve tedbir eden reis. Halife. İslâm Devlet Reisi.
EMKİNE
(Mekân. C.) Mekânlar, hâneler, evler, mahaller, mevkiler, yerler.
EMKİNE-İ CEDİDE
Yeni evler.
EMLA'
(Mele'. C.) Topluluklar, mele'ler, cemaatler, cemiyetler, bölükler, kalabalıklar.
EMLAH
(Milh. C.) Tuzlar.
EMLAH
(Melih. den) Pek melih, en melâhatli, çok güzel.
EMLAK
(Mülk. C.) Mülkler. İnsanın tasarrufunda bulunan yerler. * Melekler.
EMLED
En genç, çok körpe ve nazik vücut veya dal (Müennesi: Meldâ)
EMLES
Avuç içi gibi düz ve yumuşak olan.
EMLET
Mülk etmek. Çiftlendirmek, tezvic.
EMM
Kasdetmek.
EMMÂ
(Şart edâtıdır) "Lâkin, ancak şu kadar var ki" meâlinde.
EMMÂ-BA'DÜ
Bundan sonra manasına olup bir başlangıç hitabından sonra söylenir. Buna fasl-ı hitab denir.
EMMARE
Emreden. Zorlayan. Cebreden.
EMN
Eminlik. Korkusuzluk. Emniyet. Bir şeye itimad etmek. İnsanda doğruluk ve imandan ileri gelen yüksek bir meleke ve kabiliyet. Rahatlık.
EMN Ü ÂSÂYİŞ
Eminlik ve rahatlık, korkusuzluk, tehlikesizlik, güvenlik.
EMN Ü EMÂN
Korkusuzluk ve emniyet hâli.
EMN Ü EMÂNET
Emniyet ve eminlik.
EMNİYET
(Emniyyet) : Eminlik, emin olma hâli, korkusuzluk, tehlikesizlik. * İtimad, güvenme, inanma. * Polis ve zabıta teşkilâtı.
EMNİYET-İ TÂMME
Tam bir emniyet ve korkusuzluk.
EMPERYALİZM
Fr. Bir devletin, sınırlarını genişletme politikası. Sınırları genişletmekteki gaye, başka memleketlerin zenginlik kaynaklarını ele geçirme ve insanlarını kendi hesaplarına çalıştırmaktır. Bu maksat için çok defa silâhlı harp, hem masraflı, hem de hürriyet fikriyle bağdaşmadığından zamanımızda daha sinsi ve maskeli bir emperyalizm şekline başvurulmaktadır. Modern emperyalizm denilen bu şekil iktisadi ve kültür hayatı bakımından bir ülkeyi kendine bağlamak suretiyle menfaat (yarar) sağlamaktadır. Gelişmiş ülkeler, az gelişmiş ülkeleri bu yolla kendilerine bağımlı hâle getirmektedir. İnsanlarını kendi kültür ve ideolojileriyle yetiştirdikleri için felsefe, siyasi görüş ve yaşayış bakımından kendilerinden ayrılamaz hâle getirmek isterler.
EMR
İş buyurma. * Buyurulan şey. * Madde, husus, hâdise.
EMRAN
(Mern. C.) Kürkler, mernler, hayvan derileri, postları.
EMRAZ
(Maraz. C.) Hastalıklar. Marazlar.
EMRAZ-I AKLİYE
Akıl hastalıkları.
EMRAZ-I ASABİYE
Sinir hastalıkları.
EMRAZ-I AYNİYYE
Göz hastalıkları.
EMRAZ-I DAHİLİYE
Dahilî hastalıklar, iç hastalıkları.
EMRAZ-I EFRENCİYE
Frengi hastalıkları, efrenci marazları.
EMRAZ-I İNTANİYYE
Mikroplu ve ateşli hastalıklar.
EMRAZ-I KALBİYE
Kalb hastalıkları.(Arkadaş! Kalb ile ruhun hastalığı nisbetinde felsefe ilimlerine meyil ve muhabbet ziyade olur. O hastalık marazı da ulum-u akliyeye tevaggul etmek nisbetindedir. Demek mânevi olan hastalıklar, insanları aklî ilimlere teşvik ve sevkeder. Ve akliyat ile iştigal eden, emraz-ı kalbiyeye mübtelâ olur!.. M.N.)
EMRAZ-I NİSAİYE
Kadın hastalıkları.
EMRAZ-I SÂRİYE
Geçici, bulaşıcı, sâri hastalıklar.
EMRE
Ak gözlü, beyaz gözlü.
EMRED
Henüz tüyü bitmemiş, sakalı gelmemiş olan genç.
EMREŞ
şerli, kötü kimse.
 
EMRET
Kaşının kılı dökülmüş kimse. * Yeleksiz ok.
EMRÎ
(Emriye) Emirle ilgili, emre ait.
EMR-İ ADEMÎ
Olması mümkün olan birşeyin sebeblerinden bir veya birkaçını yapmamakla o şeyin olmamasına sebep olmak.
EMR-İ Bİ-L-MARUF, NEHY-İ ANİL-MÜNKER
Dinin emirlerini, Kur'âni ve İslâmi hakikatleri neşretmek ve bildirmek, men'edilen şeyleri de yaptırmamak. İyiliği, İslâmi hususları emretmek ve teşvik etmek, kötülüğü men'edip yaptırmamağa sevketmek. (Fakat bu kudsi vazifeyi âdabına itaat ve riâyet ederek ifâ etmek lâzımdır, zirâ bu itaat da dinimizin emirlerindendir.)
EMR-İ HAK
Hakk'ın emri, Allah'ın emri. Ölüm.
EMR-İ HÂS
Hususi emir. Belli bir şahsa verilen emir. Özel ve belli bir iş.
EMR-İ İLAHÎ
Allah'ın emri. Mc: Ölüm.(Ubudiyet, emr-i İlahîye ve rıza-yı İlahîye bakar. Ubudiyetin dâisi, emr-i İlahî ve neticesi rıza-yı Hak'tır. Semeratı ve fevaidi, uhreviyedir. Fakat ille-i gaiyye olmamak, hem kasden istenilmemek şartıyla, dünyaya ait faideler ve kendi kendine terettüp eden ve istenilmiyerek verilen semereler, ubudiyete münafi olmaz. Belki zaifler için müşevvik ve müreccih hükmüne geçerler. Eğer o dünyaya âit fâideler ve menfaatlar, o ubudiyete, o virde veya o zikre illet veya illetin bir cüz'ü olsa, o ubudiyeti kısmen ibtal eder. Belki o hâsiyetli virdi akim bırakır, netice vermez. İşte bu sırrı anlamıyanlar, meselâ yüz hâsiyeti ve fâidesi bulunan Evrâd-ı Kudsiye-i Şâh-ı Nakşibendî'yi veya bin hâsiyeti bulunan Cevşen-ül Kebir'i, o fâidelerin bazılarını maksud-u bizzat niyet ederek okuyorlar. O fâideleri göremiyorlar ve göremiyecekler ve görmeye de hakları yoktur. Çünki, o fâideler o evrâdların illeti olamaz; ve ondan, onlar kasden ve bizzat istenilmeyecek. Çünki onlar fazlî bir surette o hâlis virde talebsiz terettüb eder. Onları niyet etse, ihlâsı bir derece bozulur. Belki ubudiyetten çıkar ve kıymetten düşer. Yalnız bu kadar var ki; böyle hâsiyetli evradı okumak için, zaif insanlar bir müşevvik ve müreccihe muhtaçtırlar. O fâideleri düşünüp, şevke gelip, evrâdı sırf rıza-yı İlahî için, âhiret için okusa zarar vermez. Hem de makbuldür. Bu hikmet anlaşılmadığından, çoklar, aktabdan ve selef-i salihînden mervî olan faideleri görmediklerinden şüpheye düşer, hatta inkâr da eder. M.N.)
EMR-İ İSTİHBABÎ
Müstehab veya sünnet olan vazife.* Sevdirmek için verilen emir. * Muhabbetin gereği olarak yapılması gereken iş.
EMR-İ İ'TÂ
Verme emri. Verilme emri.
EMR-İ İTİBÂRÎ
Hakikatta, hariçte vücudu olmayıp, var kabul edilen emir, iş. (İnsanın fiilleri, kesbi gibi.) (Bak: İtibâri)
EMR-İ KÜFRÎ
İmansızlığa ait bir iş ve bir husus.
EMR-İ KÜN
Kün emri. Cenâb-ı Hakk'ın verdiği Ol mânasına gelen Kün emri. Allah (C.C.) bir şeye Ol diye emretse, (Yani, Kün dese) o şey derhal olur. (Yâni, Fe Yekun)
EMR-İ MAAŞ
Geçinme işi ve hususu. Hayat ihtiyaçları.
EMR-İ MÜŞKİL
Zor iş, müşkil emir.
EMR-İ NİSBÎ
Kıyas ile olan emir. Öncekilerine veya diğerlerine göre olan iş veya emir veya hâdise. İllet-i tâmme istemiyen ve vücud-u haricisi bulunmayan emir.
EMR-İ TEKVİNÎ
Yaradılışa ait İlâhi kanun ve nizam. Tekvine dair işler, hâdiseler, maddeler. Fıtri kanunlar ve Âdetullahın tazammun ettiği emirler. (Meselâ ilmin i'tâsı, mânen ameli emrediyor. Zekânın i'tası ilmi emrediyor. İstidadın bulunması zekâyı, aklın verilmesi ma'rifetullahı, kudretin verilmesi çalışmayı, cesaretin verilmesi cihadı mânen ve tekvinen emrediyor. İ.İ.)
EMR-İ VÂKİ'
Beklenilmeyen iş, sürpriz. Zorlayıcı bir baskı ile bir işi yapmaya mecbur etmek.
EMS
Dünkü gün.
EMSAH
Yürürken uylukların birbirine sürtmesi.
EMSAL
(Misâl. C.) Denk. Benzer. Yaşları birbiriyle aynı olanlar. * Mat: Kat sayı. * (Mesel. C.) Kıssalar, hikâyeler, romanlar, masallar, destanlar.
EMSAR
(Mısr. C.) Büyük şehirler, beldeler, memleketler, kasabalar.
EMSEL
(Misil. C.) İmtisale şayan olan. Tam benzer. Efdal, ekrem ve eşref olan.
EMSEN
Bevlin akması.
EMSİLE
(Misâl. C.) Misaller. Örnekler. * Arapçada fiil tasrifini gösteren kitap.
EMSİYE
(Mesâ. C.) Akşamlar, akşam vakitleri. Günün son zamanları.
EMŞAC
(Meşc. C.) Nutfenin vasfı. Karışık. Dağınık.
EMŞAK
Yürürken uylukların birbirine sürtmesi
EMT
Yüksek yer. Küçücük tepecikler. * Doldurma.
EMTAR
(Matar. C.) Yağmurlar.
EMTEN
Pek metin, çok dayanıklı, en sağlam, fazlaca muhkem.
EMTİA
(Meta'. C.) Ticaret malları.
EMTİA-İ ECNEBİYE
Yabancı memleket malları.
EMTİA-İ TİCARİYYE
Tüccar malları.
EMUMİYYE
Analık.
EMUN
Kuvvetli, dayanıklı deve.
EMVÂC
(Mevc. C..) Dalgalar.
EMVÂC-ÜL BİHÂR
Denizlerin dalgaları.
EMVAH
(Ma'. C.) Sular.
EMVAL
(Mal. C.) Mallar.
EMVAL-İ BÂTINA
Nakit paralarla, evlerde, mağazalarda bulunan ticaret malları.
EMVAL-İ GAYR-İ MENKULE
Bir yerden başka yere taşınamıyan, sabit olan mallar. (Dükkan, ev, tarla...gibi.)
EMVAL-İ MENKULE
Bir yerden başka yere taşınabilir, götürülebilir eşya ve mallar. (Masa, karyola, perde, çakı... gibi.)
EMVAL-İ METRUKE
Sahipleri olmayan, sahipleri kaybolmuş, sahipsiz mallar. Terkedilmiş mallar.
EMVAL-İ ZÂHİRE
Sâime denilen hayvanlar ile bir kısım arazi mahsulâtı ve madenleri ile yer altındaki hazineler ve gümrüklere uğrayan ticaret mallarıyla, nakitler.
EMVAT
(Meyyit. C.) Meyyitler. Ölüler.
EMYA(N)
f. Para kesesi, içine para konulan torba, çanta.
EMYAL
(Mil. C.) Miller. (Bak: Mil)
EMYAL-İ BAHRİYYE
Deniz milleri. 6080 kadem, yani 1852 metreden ibaret olan deniz mesafesi.
EMYUS
Anason dedikleri ot. * Kendisinden tuz meydana getirilen taş ki, Türkçe ona "tuz taşı" derler.
EMZA
Çok te'sirli olan, çok müessir. * Hükmü çok geçen. * Kat'i, şüphesiz.
EMZAH
Yürürken uylukları birbirine sürüyüş.
EMZER
Karnı büyük olan, şişman.
EMZER
Katı gönüllü, katı kalbli kimse.
EMZİCE
(Mezc. den) Mizaclar, tabiatlar, huylar, meşrebler.
ENA
Ermek, idrak. * Saat.
ENA'
Eğlenmek.
ENABİB
(Ünbube. C.) Kamış gibi boğum, boğum olan şeyler. İçi boş olan fen âletleri, borular.
ENABİK
(İnbik. C.) İnbikler.
ENACİL
(İncil. C.) İnciller.
ENADİD
Perişan, saçılmış, dağılmış, pejmürde şeyler. Perakende.
ENAET
Acele etmeyip teenni üzere olmak. Yavaş hareket.
ENAFİS
(Enfes. C.) En nefis olan şeyler.
ENAHİD
f. Venüs gezegeni. Zühre seyyaresi.
ENAK
Ferahlı, sürurlu, neş'eli, sevinçli.
ENAM
Halk. Bütün mahlukat.
EN'AM
Deve, sığır, koyun gibi hayvanlar. * Kur'ân-ı Kerimin altıncı Suresinin adı ve bir kısım Kur'ân âyetlerinden ve Surelerinden müteşekkil dua kitabı.
ENAMİL
(Enmele. den) Parmak uçları.
EN'AMTE
Sen nimet verdin, in'âm ettin (meâlinde).
ENANİYET
(Enâniyyet) Benlik. Kendine güvenmek, gurur. Hodbinlik. Sadece kendine taraftarlık. Her yaptığı işi kendinden bilmek.(Gök, zemin, dağ, tahammülünden çekindiği ve korktuğu emanetin müteaddit vücuhundan bir ferdi, bir vechi, "Ene" dir. Evet "Ene" , zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nurani bir şecere-i tuba ile, müthiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir. Şu azîm hakikata girişmeden evvel, o hakikatın fehmini teshil edecek bir mukaddime beyan ederiz. Şöyle ki:Ene, künuz-u mahfiye olan esmâ-i İlâhiyyenin anahtarı olduğu gibi, kâinatın tılsım-ı muğlakının dahi anahtarı olarak bir muamma-yı müşkilküşadır, bir tılsım-ı hayretfezadır. O ene, mahiyetinin bilinmesiyle, o garib muamma, o acib tılsım olan ene açılır ve kâinat tılsımını ve âlem-i vücubun künuzunu dahi açar. Şu mes'eleye dair "Şemme" isminde bir risale-i Arabiyemde şöyle bahsetmişiz ki:Âlemin miftahı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kâinat kapıları zâhiren açık görünürken, hakikaten kapalıdır. Cenab-ı Hak, emanet cihetiyle, insana ene namında öyle bir miftah vermiş ki; âlemin bütün kapılarını açar ve öyle tılsımlı bir enaniyet vermiş ki; Hallâk-ı Kâinat'ın künuz-u mahfiyesini onun ile keşfeder. Fakat ene, kendisi de gayet muğlak bir muamma ve açılması müşkil bir tılsımdır. Eğer onun hakiki mahiyeti ve sırr-ı hilkati bilinse; kendisi açıldığı gibi kâinat dahi açılır. Şöyle ki:Sâni-i Hakîm, insanın eline emanet olarak Rububiyyetinin sıfât ve şuunatının hakikatlarını gösterecek işaret ve nümuneleri câmi' bir ene vermiştir. Tâ ki; o ene, bir vâhid-i kıyâsi olup, evsaf-ı rububiyyet ve şuunat-ı Uluhiyyet bilinsin. Fakat vâhid-i kıyâsi, bir mevcud-u hakiki olmak lâzım değil. Belki, hendesedeki farazi hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vâhid-i kıyasî teşkil edilebilir. İlim ve tahakkukla hakiki vücudu lâzım değildir.Sual : Niçin Cenab-ı Hakk'ın sıfât ve esmâsının mârifeti, enaniyete bağlıdır?Elcevab: Çünki mutlak ve muhit bir şey'in hududu ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez ve üstüne bir suret ve bir taayyün vermek için hükmedilmez, mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Meselâ: Zulmetsiz daimî bir ziya, bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakiki veya vehmî bir karanlık ile bir hat çekilse, o vakit bilinir. İşte Cenab-ı Hakk'ın, ilim ve kudret, Hakîm ve Rahim gibi sıfât ve esmâsı; muhit, hudutsuz, şeriksiz olduğu için onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise, hakiki nihayet ve hadleri olmadığından farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enaniyet yapar. Kendinde bir rububiyyet-i mevhume, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder; bir had çizer. Onun ile muhit sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz'eder. "Buraya kadar benim, ondan sonra O'nundur" diye bir taksimat yapar. Kendindeki ölçücükler ile, onların mahiyetini yavaş yavaş anlar. Meselâ: Daire-i mülkünde mevhum rububiyetiyle, daire-i mümkinatta Hâlikının rububiyyetini anlar ve zâhirî mâlikiyyetiyle, Hâlıkının hakiki mâlikiyyetini fehmeder ve "Bu haneye mâlik olduğum gibi, Hâlık da şu kâinatın malikidir." der ve cüz'i ilmiyle O'nun ilmini fehmeder ve kesbî san'atçığıyla O Sâni-i Zülcelâl'in ibdâ-i san'atını anlar. Meselâ: "Ben şu evi nasıl yaptım ve tanzim ettim. Öyle de şu dünya hanesini birisi yapmış ve tanzim etmiş" der. Ve hâkezâ... Bütün sıfât ve şuunat-ı İlâhiyyeyi bir derece bildirecek, gösterecek binler esrarlı ahval ve sıfât ve hissiyat, enede münderiçtir. Demek ene, âyine-misâl ve vâhid-i kıyasî ve alet-i inkişaf ve mâna-yı harfî gibi; mânası kendinde olmayan ve başkasının mânasını gösteren, vücud-u insâniyetin kalın ipinden şuurlu bir tel ve mâhiyet-i beşeriyenin hullesinden ince bir ip ve şahsiyet-i âdemiyyetin kitabından bir eliftir ki, o elifin "İki yüzü" var. Biri, hayra ve vücuda bakar. O yüz ile yalnız feyze kabildir. Vereni kabul eder: Kendi icad edemez. O yüzde fâil değil; İcattan eli kısadır. Bir yüzü de şerre bakar ve ademe gider. Şu yüzde o fâildir, fiil sahibidir. Hem, onun mahiyeti, harfiyedir; başkasının mânasını gösterir. Rububiyeti hayâliyedir. Vücudu o kadar zaif ve incedir ki; bizzat kendinde hiçbir şey'e tahammül edemez ve yüklenemez. Belki, eşyanın derecat ve miktarlarını bildiren mizân-ül-hararet ve mizân-ül-hava gibi mizanlar nev'inden bir mizandır ki, Vâcib-ül Vücud'un mutlak ve muhit ve hudutsuz sıfâtını bildiren bir mizandır.İşte, mahiyetini şu tarzda bilen ve iz'an eden ve ona göre hareket eden $ beşaretinde dâhil olur. Emaneti bihakkın edâ eder ve o ene'nin dürbüniyle, kâinat ne olduğunu ve ne vazife gördüğünü görür ve âfâki malûmat nefse geldiği vakit, ene'de bir musaddık görür. O ulum, nur ve hikmet olarak kalır. Zulmet ve abesiyete inkılâb etmez. Vaktâki ene, vazifesini şu suretle ifa etti; vâhid-i kıyâsi olan mevhum rububiyetini ve farazi mâlikiyetini terkeder. Hakiki ubudiyetini takınır. Makam-ı "ahsen-i takvim"e çıkar.Eğer o ene, hikmet-i hilkatini unutup, vazife-i fıtriyesini terkederek kendine mâna-yı ismiyle baksa kendini mâlik itikad etse; o vakit emanete hiyânet eder. $ altında dâhil olur. İşte bütün şirkleri ve şerleri ve dalâletleri tevlid eden enaniyetin şu cihetindendir ki, semâvat ve arz ve cibal, tedehhüş etmişler; farazi bir şirkten korkmuşlar. Evet ene ince bir elif, bir tel, farazî bir hat iken, mahiyeti bilinmezse, tesettür toprağı altında neşvünema bulur; gittikçe kalınlaşır. Vücud-u insanın her tarafına yayılır. Koca bir ejderha gibi, vücud-u insanı bel'eder. Bütün o insan, bütün letâifiyle âdeta ene olur. Sonra nev'in enaniyeti de bir asabiyet-i nev'iye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip, o ene, o enaniyet-i nev'iyeye istinad ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâl'in evamirine karşı mübareze eder. Sonra kıyas-ı binnefs suretiyle herkesi, hattâ herşeyi kendine kıyas edip, Cenab-ı Hakk'ın mülkünü onlara ve esbaba taksim eder. Gayet azîm bir şirke düşer...Evet, nasıl mirî malından kırk parayı çalan bir adam, bütün hâzır arkadaşlarına birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir. Öyle de: "Kendime mâlikim" diyen adam, "Herşey kendine mâliktir" demeye ve itikad etmiye mecburdur.İşte, ene, şu hâinâne vaziyetinde iken; cehl-i mutlaktadır. Binler fünunu bilse de, cehl-i mürekkeble bir echeldir. Çünki duyguları, efkârları; kâinatın envâr-ı mârifetini getirdiği vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak ve idame edecek bir madde bulmadığı için, sönerler. Gelen herşey, nefsindeki renkler ile boyalanır. Mahz-ı hikmet gelse; nefsinde, abesiyet-i mutlaka suretini alır. Çünki şu haldeki ene'nin rengi, şirk ve ta'tildir, Allah'ı inkârdır. Bütün kâinat parlak âyetlerle dolsa; o ene'deki karanlıklı bir nokta, onları nazarda söndürür; göstermez. S.)
ENAR
f. Nar meyvesi.
ENASE
Demirin yumuşak olması.
ENASİ
(Enâsiye) (İnsan. C.) İnsanlar. * Basar, göz.
ENASİYA
Bir mürekkeb ilâç.
ENB
Horlamak, tahkir etmek. Ayıplamak.
ENBAHUN
f. Sağlam, metin, muhkem, tahkim edilmiş yer. * Hisar, kale.
ENBAN(E)
f. Yiyecek çantası, heybe. Dağarcık adı verilen deri çanta.
ENBAR
(Nibr. C.) Anbarlar, nibrler. İçinde çeşitli mallar saklanan kapalı mahfaza, oda.
ENBAR
f. Yığın, dolu, küme. * Gübre. Ekinlere, kuvvet vermesi için dökülen eski fışkı, hayvan tersi.
ENBAŞTE
f. Yıkılmış, dağılmış. * Tıkanmış.
 
ENBAZ
f. Ortak, şerik, eş.
ENBAZ
(Nebez. C.) Namlar, lâkablar, takma adlar, soyadları.
ENBAZÎ
f. Şeriklik, ortaklık.
ENBEL
En şerefli.
ENBER
Kadın tuzluğu adı verilen ufacık kara yemiş.
ENBERUT
f. Armut.
ENBESTE
f. Koyulaşmış, katılaşmış, sıvılığını kaybetmiş. * Uyuşmuş, miskinleşmiş insan.
ENBESTE-DEM
f. Miskin, uyuşuk kişi. Tenbel, gayretsiz kimse.
ENBİR
f. Yaş ve kuru çamur.
ENBİRE
f. Üzeri toprakla sıvalı olan damlarda sıvanın altına konulan çalı, saz, talaş gibi şeyler.
ENBİYA
(Nebi. C.) Nebiler. Peygamberler (Aleyhimüsselâm.)(Eğer suâl etseniz ki: Bi'set-i enbiya ile beraber şeytanların vücudundan ekser insanlar kâfir oluyor, küfre gidiyor, zarar görüyor. "El hükmü lil-ekser" kaidesince, ekser ondan şer görse, o vakit halk-ı şer, şerdir; hattâ bi'set-i enbiya dahi rahmet değil denilebilir?Elcevab: Kemiyetin, keyfiyete nisbeten ehemmiyeti yok. Asıl ekseriyet, keyfiyete bakar. Meselâ: Yüz hurma çekirdeği bulunsa... toprak altına konup su verilmezse ve muamele-i kimyeviye görmezse ve bir mücahede-i hayatiyeye mazhar olmazsa, yüz para kıymetinde yüz çekirdek olur. Fakat su verildiği ve mücâhede-i hayatiyeye mâruz kaldığı vakit, su-i mizâcından sekseni bozulsa; yirmisi, meyvedar yirmi hurma ağacı olsa, diyebilir misin ki: "Suyu vermek şer oldu, ekserisini bozdu?" Elbette diyemezsin. Çünki o yirmi, yirmi bin hükmüne geçti. Sekseni kaybeden, yirmi bini kazanan, zarar etmez; şer olmaz. Hem meselâ : Tavus kuşunun yüz yumurtası bulunsa, yumurta itibariyle beşyüz kuruş eder. Fakat o yüz yumurta üstünde tavus oturtulsa, sekseni bozulsa; yirmisi, yirmi tavus kuşu olsa, denilebilir mi ki: "Çok zarar oldu, bu muamele şer oldu, bu kuluçkaya kapanmak çirkin oldu, şer oldu?" Hayır öyle değil, belki hayırdır. Çünkü o tavus milleti ve o yumurta taifesi, dörtyüz kuruş fiatında bulunan seksen yumurtayı kaybedip, seksen lira kıymetinde yirmi tavus kuşu kazandı.İşte nev'-i beşer bi'set-i enbiya ile, sırr-ı teklif ile, mücâhede ile, şeytanlarla muharebe ile kazandıkları yüzbinlerle enbiya... ve milyonlarla evliya... ve milyarlarla asfiyâ gibi âlem-i insaniyetin güneşleri, ayları ve yıldızları mukabilinde, kemiyetçe kesretli, keyfiyetçe ehemmiyetsiz hayvanat-ı muzırra nev'inden olan küffarı ve münafıkları kaybetti. M.)
ENBİYA SURESİ
Kur'ân-ı Kerim'in 21.suresi olup Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur.
ENBUB
f. Minder, döşek, yatak. Döşeme.
ENBUDE
f. İstif edilmiş, katlanmış, nizamlanmış, nizama konmuş, devşirilmiş.
ENBUH
f. Ziyade, çok, kalabalık. * Çokluk, ziyadelik, cemaat, izdiham. * Meclis, kurultay. * Kalın, yoğun. * Duvarın yıkılıp dökülmesi.
ENBUŞE
Patates gibi yerden çıkarılan şeyler. * Ağaç kökleri.
ENBÛY
f. Koklama, koku alma.
ENBUZEN
f. Asıl, esas, madde.
ENBÜR
f. Ateş veya ocağı karıştırmağa mahsus âlet.
ENBÜRE
f. Dere, çay. * Tüyü dökülmüş olan hayvan. * Dolap beygiri. * İşkembe.
ENCAD
(Necd. C.) Yüksek yerler, yüce mekânlar.
ENCÂM
Son, nihayet, netice.
ENCÂM-I KÂR
İşin neticesi, amelin sonu.
ENCAS
(Necis. C.) Pisler. Necis şeyler.
ENCERE
Gemi lengeri.
ENCİN
f. Tane tane, ufak ufak, parça parça. * Sıvacı.
ENCİR(E)
f. İncir meyvesi.
ENCUH
(Encug) f. Kıvrım. * Buruşmuş, solmuş meyve.
ENCÜM
(Necm. C.) Yıldızlar. Necmler.
ENCÜMEN
f. Cemiyet. şura. Meclis. Komisyon.
ENCÜMEN-GÂH
f. Cemiyet, meclis.
ENCÜMEN-İ DÂNİŞ
Akademi. İlim encümeni.
ENDA'
Yüksek, yüce, âlâ. * (Nedâ. C.) Nedâlar, çiğler, şebnemler.
ENDAD
(Nidd. C.) Benzerler. Emsâller. * Misiller. şerikler, eşler.(Vahdaniyet ve kudret-i İlâhiye bu kadar âyât-ı fiiliye ve kavliyesiyle zâhir ve bâhir iken, buna karşı insanlardan bazıları vardır ki, Allah'a karşı denkler, nazirler tutarlar ki onları Allah gibi severler. Emirlerine, yasaklarına, arzularına itaat ederler de Allah'a isyan ederler. Şübhe yok ki böyle yapmak gerek Allah'ı inkâr ederek olsun ve gerek olmasın, mâna-yı uluhiyette onları Allaha ortak yapmaktır. Bunların bir kısmı bu şirki açığa vururlar. Firavunlara, nemrutlara yapıldığı gibi onlara açıktan açığa ilâh, mâbud nâmını vermekten çekinmezler, Rabbimiz, tanrımız derler. Ve hatta İlâhlarının tevellüd ve tevâlüdüne kail olarak onlara aynı cinsten, mâbud payesinde oğullar, kızlar tasavvur ve isnad ederler. Diğer bir kısmı da tasrih etmeden aynı muameleyi yaparlar, onları Allah sever gibi severler, veliyy-i nimet tanırlar, onların muhabbetini mebde-i hareket ittihaz ederler. Allah'a yapılacak şeyleri onlara yaparlar. Allah rızasını düşünmeden onların rızalarını kazanmağa çalışırlar. Allah'a isyan olan şeylerde bile onlara itaat ederler.İnsanlar tarafından böyle muhabbet ile mâbud pâyesi verilen endâd o kadar çeşitlidir ki; bir taş, bir mâden parçasından, bir ot, bir ağaçtan tut, tâ, yıldızlara, ruhlara, meleklere kadar çıkar.Filvaki servet, haşmet, kuvvet, câh u ikbâl, güzellik, hüsün gibi herhangi bir ümide sebep sayılan dilberler, kahramanlar, hükümdarlar gibi insanları, Allah gibi seven ve onun uğrunda herşeyi göze alan nice kimseler vardır ki bu nokta-i şirkin putperestlik esasını, beşeriyetin en büyük yarasını teşkil eder.Hasılı, reislerini ve büyüklerini Allah sever gibi sevenler ve onları, Allahın emirlerine muhalif olan emirlerini dinliyerek Allah'a isyan edenler; bunları Allah'a nazir ve emsâl kabul etmiş olurlar ki, bütün putperestlik esası, bu muhabbet tarzındadır. E.T.) (Bak: Put, Sanemperest)
ENDAD Ü EZDAD
Benzerler ve zıtlar.
ENDAHT
(Endâhten. den) f. Atmak. İlka etmek. * Silâh boşaltmak.
ENDAHTE
f. Terkedilmiş, bir tarafa atılmış. Bırakılmış.
ENDAM
f. Beden. Vücud. * Vücudun tenasübü. Vücudun görünüşü. * Letafet. İntizam ve üslub.
ENDAM-I MEVZUN
Düzgün endam, düzgün beden.
ENDAMÎ
f. Vücuda uygun, bedene münasib, biçimli.
ENDAR
f. Baştan geçen bir olay, vakıa, sergüzeşt, hikâye, kıssa.
ENDAVE
f. Sıvacı malası. * Şikâyet.
ENDAYİŞ
f. Yaldızlama, sıvama.
ENDAYİŞGER
f. Yaldızcı, sıvacı.
ENDAZ
f. Atan, atmış, atıcı mânasında birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dehşet-endaz $ : Dehşet verici, korkutucu.
ENDAZE
f. Ölçü, mikyas. * Arşının bez, basma vesâire ölçmeğe mahsus küçük cinsi. (60 cm.dir) * Tahmin, takdir. * Derece, mertebe. * Mc: Hesap.
END-BEND
f. Utanmış, mahcub. * Boğum boğum, kısım kısım, parça parça.
ENDEK
f. Az, kalil. * Yaşı küçük, küçük yaşlı.
ENDEME
f. Mazideki sıkıntıları hatırlama, geçmişdeki ıztırabları tahattur etme.
ENDER
(Zarfiyet edatıdır) f. İçinde. Derununda. Dahilinde.
ENDER
(Nâdir. den) Çok az, pek az bulunan, daha nâdir. * (C.: Enâdir) Harman yeri.
ENDEREZ
f. Nasihat, öğüt, vasiyet. * Mektub.
ENDERÎ
Kalın ip, halat. * Şam yakınında bir köyün adı. * Bir dağ adı.
ENDERUN
İç, dâhil. * Kalb, içyüz, gönül. * Vaktiyle Osmanlı Sarayının iç teşkilâtı.
ENDİŞ
Düşünen, mülâhaza eden, ölçülü davranan mânasında sıfat terkiblerinde kullanılır. Meselâ: Akibet-endiş $ : Her işin sonunu düşünen.
ENDİŞE
f. Korku. Düşünce. Merak, keder, kuruntu.
ENDİŞE-İ İSTİKBAL
Gelecek zamanı düşünmekten gelen merak, üzüntü, keder. Geleceği düşünmek.
 
ENDİŞE-İ MEVT
Ölüm endişesi. Ölüm korkusu.
ENDİŞNAK
f. Endişeli, kederli, meyus, sıkıntılı, düşünceli.
ENDİYE
(Neda. C.) Çiyler, şebnemler.
ENDUH
(Endüh) : f. Keder, elem, gam, gussa, kaygı, sıkıntı, ıztırab, üzüntü.
ENDUH-GÜSAR
f. Kederi yok eden. Gamı, sıkıntıyı gideren.
ENDUH-NÂK
f. Kederli, sıkıntılı, gamlı, üzüntülü.
ENDUHTE
f. Biriktirmiş, biriktirilmiş. Kazanmış, kazanılmış, Hazırlanmış. * Ödenmiş.
ENDUZ
f. Kazanan, elde eden, biriktiren, toplıyan mânalarına gelir ve kelimeleri sıfat yapar.
ENDÜLÜS
(Mi: 756-1031) Dört halife devrinden sonra kurulan Emevi devleti yıkıldıktan sonra Emevilerin Afrikadan Avrupa'ya geçip şimdiki Portekiz ve İspanya'da kurdukları İslâmi devletin bir ismidir. Bunlara Endülüs Emevileri denir. Abbasilerin katliâmından kurtulan Abdurrahman ismindeki zât Afrika yoluyla İspanyaya geçerek Emevilerin orada devamı sayılabilecek Endülüs Emevi devletini kurdu. El-Dahil (muhacir) lakabiyle maruf Abdurrahmandan itibaren lll. Hişamla sona ermek üzere 16 halife gelip geçmiştir. lll. Abdurrahman'a kadar Kurtuba emirliği diye adlandırılan bu devlete bu hükümdar zamanında Emdülüs Emevi Hilâfeti nâmı verildi. Hükümdar, Emir-ül Mü'minîn ünvanını aldı. Bu devir; ilim ve irfanın zirveye ulaştığı, Avrupalıların ilim tahsili için Endülüs'e akın ettikleri devirdir. Bundan sonra Emevilerin inhitat ve sukut devri başlar. Ne kadar çalışırlarsa da kaderin fetvasıyla icraatı sona erer. (Bak: Emevi)
ENDÜSTRİ
Fr. Sanayi, imalât, sanatlar. Hammaddeyi mâmul eşya hâline getirme. Bu da ikiye ayrılır. 1- Küçük sanayi: Ev ve atölyelerde basit âlet ve makinelerle eşya imalâtıdır. 2- Büyük sanayi: Su buharı, akaryakıt, elektrik, atom enerjisi gibi büyük çapta enerji kaynaklarından faydalanılarak fabrikalarda seri hâlde ve çok miktarda yapılan imalâttır.
ENE
Ben. * Gr: Birinci şahıs zamiri. (Bak: Enaniyet)
ENERJİ
Fr. Kuvvet. Güç. Fiziki kuvvet. * Gücünü harcama isteği ve iktidarı.
ENES
Üns mânasına kullanılır ve vahşetin zıddıdır.
ENES İBN-İ MALİK
Ensardan ve Ashâb-ı Kiram'ın fakihlerindendir. Hicretin ibtidasından itibaren on sene Resul-i Ekrem Efendimizin (A.S.M.) hizmetinde bulunmakla şeref kazanmıştır.Resul-i Ekrem'den (A.S.M.) 2630 Hadis-i Şerif rivâyet etmiştir. 100 yaşına kadar yaşamış, hicri 92 veya 94 senelerinde Basra'da ebedî hayata kavuşmuştur. En son vefat eden sahabe, Hazret-i Enes'tir. (R.A.)
ENF
Burun. Koku ve teneffüse mahsus âzâ. * Bir şeyin ucu veya evveli veya en şiddetlisi. * Bir şeyin sivri yeri. * Bir şeyin en şerefli olan yeri.
ENFA'
Daha nâfi. Daha menfaatli. Pek faydalı.
ENFAL
Ganimetler. Düşmandan alınan mallar.
ENFAL SURESİ
Kur'ân-ı Kerim'in 8. suresidir.
ENFAR
(Nefir. C.) Cemaatler, topluluklar, cemiyetler. Halk, ahali, kalabalıklar, izdihamlar.
ENFAS
(Nefes. C.) Nefesler. Soluklar. * Ruhlar. Canlar. * Cevherler. * Duâlar.
ENFAS-I HAYRİYYE
Hayırlı nefesler.
ENFAS-I MA'DUDE
Sayılı nefesler. İnsan hayatı. Miktarı muayyen olan ömür dakikaları.
ENFES
Daha hoş. Çok hoş. Daha iyi. Pek nefis.
ENFES-İ ÂSÂR
Eserlerin en nefisi, eserler içinde en değerli olanı.
ENFEZ
En nüfuzlu, daha tesirli.
ENFÎ
Burunla ilgili.
ENFİYE
Buruna çekilen çürütülmüş tütün tozu.
ENFLASYON
Fr. Piyasaya gerektiğinden fazla kâğıt para çıkartmaktan dolayı paranın değeri düşüp fiyatların yükselmesi.
ENFÜS
(Nefs. C.) Nefsler, ruhlar, canlar. Yaşayanlar.
ENFÜSÎ
Bir kimseye mahsus görüş ve düşünüş. Nefse, kendi hayatına aid, dâhile aid. (Subjektif) (Objektifin zıddı)(İ'lem eyyüh-el-aziz! Afaki mâlumat, yâni; hâriçten, uzaklardan alınan mâlumat, evham ve vesveselerden hâli olamıyor. Amma bizzat vicdâni bir şuura mahal olan enfüsi ve dâhili mâlümat ise evham ve ihtimallerden temizdir. Binaenaleyh merkezden muhite, dâhilden hârice bakmak lâzımdır. M.N.)
ENGAM
f. Vakit, zaman, an. Mevsim. (Aslı: Encam'dır.)
ENGAME
f. Topluluk, cemaat, kalabalık, izdiham. Toplanma yeri, meclis. * Muharebe yeri, ceng meydanı. * Oyuncular derneği.
ENGAR
f. Sanma, zan, tasavvur. şüphelenme. * Tamamlanmayan, eksik kalan iş.
ENGARE
f. Tamamlanmayan, eksik kalan iş, nakış veya taslak. * Hikâye, efsâne, roman, kıssa. * Başdan geçen bir olayı tekrarlama. * Hesap defteri. * Utanarak geri geri çekilme.
ENGAZ
f. San'atkârların kullandıkları san'at âletleri.
ENGEL
t. (Bak: Mâni')
ENGEL
f. İlik, düğme. * Sözü sohbeti çekilmeyen kaba kimse.
ENGİHTE
f. Yükseltilmiş, karıştırılmış, oynatılmış, koparılmış.
ENGİŞT
f. Kömür.
ENGİŞTAL
f. Hasta ve zayıf kimse. Dermansız, bî-derman kişi.
ENGİZ
f. Koparan, karıştıran, tahrib eden.
ENGİZİSYON
Fr. XVI. ve XVII. asırlarda Hristiyan Katolik Mezhebine âit kiliselerden alâkayı kesen veya Papa'ya karşı gelenlere yapılan -insanları arslanlara parçalatmak, fırında yakmak gibi- dehşetli işkenceler veya onları bu azaba mahkûm eden mahkemelere verilen isim. * Çok ağır ve çok zâlimce cezâya hükmeden mahkeme. * Çok ağır işkence.
ENGÛR
f. Üzüm.
ENGÛREK
f. Gözbebeği.
ENGÜBİN
f. Bal.
ENGÜJ
f. Filcilerin fili idare etmekte kullandıkları ucu eğriltilmiş demir karga burnu.
ENGÜRUS
Macar. * Macaristan.
ENGÜŞT
f. Parmak.
ENGÜŞT HAİDEN
f. Yok farzetmek, bir an için olmadığını kabul etmek. * Mahvetmek. * Parmakla göstermek.
ENGÜŞTANE
f. Dikiş yüksüğü.
ENGÜŞTE
f. Ekincilerin harman savurdukları âlet, yaba.
ENGÜŞT-İ KİHİN
Serçe parmak.
ENGÜŞT-İ MUHANNÂ
Kınalı parmak.
ENGÜŞT-İ NİL
Fakirlik, fukaralık.
ENGÜŞT-İ SÜTÜRG
Baş parmak.
ENHA
(Nahv. C.) Nahvlar, taraflar, canibler, cihetler, yanlar. * Yollar, tarikler.
ENHAR
(Nehr. C.) Nehirler, çaylar, ırmaklar. (Bak: Enhür)
ENHAR-I AMÎKA
Derin olan nehirler.
ENHAS
En uğursuz, pek uğursuz. Eş'em.
ENHÜR
(Nehr. C.) Nehirler, ırmaklar, çaylar, akarsular. (Bak: Enhar)
ENİD
Ham. * Henüz olmamış çığ nesne. * Değişik olmak.
ENİK(A)
Güzel, ince. Latif şey. Ahsen.
ENİN
Acı ve sızıdan inleyiş.
ENİNDÂR
f. İnleyen, enin eden.
ENİR
Çirkin huy, fena tabiat, kötü mizac.
ENİS(E)
(Üns. den) Dost, arkadaş, ünsiyet edilmiş olan. Alışılmış, kendisi ile ülfet edilmiş olan. Sevgili. * Sulu ve ağaçlı yerlerde bulunan ve sesi gayet hoş bir kuş. Çeşitli nağmelerde öter, kâh deve gibi kükrer ve at gibi kişner; insana alışır. * Yaban horozu.
ENİSAN
f. Boş ve mânasız yalan söz.
ENİSE
f. Donmuş, pekişmiş şey.
ENİSE
Ateş, nar, od.
ENİS-İ DİL
Gönül dostu.
ENİSUN
Türkçede hafifleterek "anason" derler.
ENİŞE
f. Hafiye, gizli polis. * Casus. Gizli haberler öğrenerek veya sırları çözerek düşmanlara haber veren kimse. * Dalkavuk, yaltakçı.
ENİT
Hased etmek.
ENKA
Daha temiz, en pâk.
ENKAD
Bir alaca kuşun adı.
ENKAL
İşkence âletleri. Bukağılar, kayıt ve kelepçeler. * Nefsin cismani alâkalara ve bedeni lezzetlere bağlanıp kalması.
ENKAS
En noksan, çok noksan, pek eksik.
ENKAZ
Yıkıntı, yıkılmış şeyin artıkları. Harabenin parçaları.
ENKAZ-I REMİME
Kazaya uğramış ve esaslı tarafları tahrib olmuş gemi veya tekne enkazı.
ENKAZ-I ÜMMİD
Ümit yıkıntısı, ye'se düşme.
ENKEB
Omuzunda yük olduğu için eğilip yürüyen. * Yanında oku ve yayı olmayan kişi.
ENKER
(Neker. den) Çok kötü, çok nefret edilen. Menfur. Müstekreh.
ENLEM
(Arz dairesi) t. Yer yüzünde herhangi bir noktanın ekvatora olan uzaklığının açı cinsinden değeri. Dünyanın büyüklüğü X. yy. başlarında Sincar sahrasında ve Kûfe civarında bir meridyenin uzunluğunu ölçmek suretiyle bulan Musa Oğulları nâmıyla tanınan Muhammed, Ahmed ve Hasan isimlerindeki üç kardeş İslâm âlimidir. Avrupa'da bu ölçme, 800 yıl sonra 1736 yılında yapılmıştır.
ENMA
(Nümuv. den) En çok, en ziyade bereketli ve büyümüş olmak.
ENMAR
(Nimr. C.) Nimrler, kaplanlar.
ENMAS
Kaşının kılları az olan kişi.
ENMELE
(C.: Enâmil) Parmak ucu.
ENMUZEC
Nümune, misâl, örnek.
ENNANE
Çok inleyen ve çok şikâyetçi olan kadın.
ENNE
Gr: Kat'iyyet bildirir ve kelimenin başına getirilir. (Bak: İnne)
ENNE
Çok inleyen.
EN-NUR
Cenab-ı Hakk'ın her çeşit nurun Halik'ı olması ve onlara nur vermesi dolayısıyla bir ismi.
ENSA
(Nesy. C.) Unutmalar, nesyler.
ENSAB
Doğru boynuzlu.
ENSAB
(Nasb. C.) Dikili taşlar. Müşriklerin, yanında kurban kestikleri putlar.
ENSAB
(Neseb. C.) Soylar, nesebler. Baba tarafından hısımlar.
ENSAC
(Nesc. C.) Nesicler. (Bak: Nesc)
ENSAF
(Nısf. C.) Nısıflar, yarımlar.
ENSAF
(İnsaf. dan) Daha insaflı, çok acıyan, en merhametli.
ENSAL
(Nesl. C.) Nesiller. Soylar. Zürriyetler. Sülâleler.
ENSAR
(Nâsır. C.) Yardımcılar. Müdâfiler. * Peygamberimiz Resul-ü Ekrem (A.S.M.) Mekke'den Medine'ye hicretinde Onun mücadelesine iştirak edip ona yardımcı, müdâfi, muhafız vaziyetini alan ve Cenâb-ı Hak'tan ve Hz. Peygamber'den (A.S.M.) yardım ve nusret dileyen Sahabe-i Kiram hazeratı. Bu Zevat-ı Kirâm Medine'deki "Evs ve Hazreç" kabilesindendirler. (R.Anhüm) Ensârullah da denir. (Bak: Ashab)
ENSEB
En lâyık, çok münasib, tam yerinde.
ENŞAT
Kovası, bir defa çekmekte çıkan, dibi yakın kuyu.
ENTAK
(Nutk. dan) Çok güzel söz söyliyen, çok iyi nutuk veren.
ENTE
Sen. (Bak: Şahıs zamiri)
ENTELLEKTÜEL
Fr. (Bak: Münevver) Aydın. Akıl ve zihinle ilgili.
ENTERESAN
Fr. Alâka çekici, dikkate lâyık, nazarı celbedici. Câlib-i dikkat.
ENTERNE
Fr. Belirli bir yerde oturmağa mecbur edilen yahut gözaltına alınan kimse.
ENTİMEM
yun. Man: Mantıkta kısaltılmış kıyas şekli. Öncül veya had denilen ve bilinen kaziyelerden biri söylenmeden sonuca varmak. Örnek: (Orucu bozdu, o halde 61 gün keffareten oruç tutması gerekir.) Burada hadlerden biri (Orucu bozan, 61 gün keffareten oruç tutar), kaziyesi biliniyor kabul edilerek söylenmiştir ve yalnız (Orucu bozdu) kaziyesinden hareket edilerek sonuç çıkarılmıştır.
ENTRİKA
İtl. Hile, gizli tedbir ve dolap.
ENUK
Kartal kuşu.
ENUŞA
f. Mecusi mezhebi. * Sevinç, sürur, neş'e. * Adalet, âdillik, doğruluk, hakdan ayrılmamaklık.
ENUŞE
f. Hoş, mes'ut, saadetli. * Genç padişah. * şarab, içki.
ENÜK
Kurşun.
EN'ÜM
(Ni'met. C.) Nimetler, iyilikler, lütuflar, ihsanlar. * Medine-i Münevverede bir mevki ismi.
ENVA'
(Nev'. C.) Neviler, çeşitler, türler.
ENVAH
(Nevh. C.) Nevhler, ölmüş olan bir kişinin arkasından ağlayan kadınlar, matem tutan hanımlar, ağıt yakanlar.
ENVA'-I KESİRE
Çok çeşitler, çok neviler.
ENVAR
(Nur. C.) Nurlar, ışıklar, aydınlıklar. Maddi veya mânevi karanlıktan kurtarmaya vâsıta olanlar.
ENVEK
(C.: Nevkâ) Ahmak.
ENVER
En nurlu, daha nurlu, çok parlak.
ENYAB
Çenenin yan tarafındaki kesici veya azı dişleri.
ENZA'
Kılsız, tüysüz kimse.
ENZAD
(Nazad. C.) Şanlı, şerefli, namlı ve tertibli kimseler. * Toprak tabakaları.
ENZAL
(Nezl ve Nizil. C.) Soysuzlar, alçaklar, âdi ve aşağılık adamlar.
ENZAM
Balıkların karınlarında peydâ olan yumurta dizileri.
ENZAR
(Nazar. C.) Bakışlar, görüşler. Seyr.
ENZAR-I DİKKAT
Dikkatli bakışlar, dikkatli görüşler.
EPİK
Fr. Mevzuu kahramanca olan yazıların frenkçe ismi.
EPSAN
f. Bileği taşı.
EPÜRNAK
f. Delikanlı, genç yiğit, bahadır.
ER
Erken, geç değil.
ER
f. Eğer, şâyet, ise, olsa, olur ise... mânalarına gelir.
 
ERABET
Akıllı, zeyrek ve uslu olma.
E'RAC
Anadan doğma topal, aksak.
ERACİF
Uydurma, yalan sözler. (Bak: Recefe)
ERACİF VE EKÂZİB
Yalan ve uydurma sözler.
ERACİH
(Urcuha. C.) Salıncaklar.
ERACİZ
(Ürcuze. C.) Mısraları kafiyeli, kısa vezinli şiirler, kasideler.
ERADÎN
(Arz. C.) Yerler. Arzlar, dünyalar.
ERAHH
Tırnağı yassı ve geniş olan hayvan.
ERAİK
(Erike. C.) Tahtlar. Koltuklar.
ERAK
Uykusuzluk.
ERAKK
Çok ince, ziyade rakik, ince ve yumuşak.
ERAKK-I HİSSİYAT
Duyguların en inceleri. Gizli hisler, ince duygular.
ERAMİL(E)
(Ermele. C.) Bekârlar. Dul kadınlar. Kocaları ölmüş veya boşanmış kadınlar.
ER'AN
Ahmak, bön, salak, ebleh. * Deli, çılgın. * Şaşkın, şaşırmış, taaccüb etmiş. * Uzun boylu, akılsız kişi. * Leşker. * Dağ. (Müe: Ra'nâ)
ERANİB
(Ernebe. C.) Burun uçları.
ERANİB
(Erneb. C.) Tavşanlar.
ERAS
Başı büyük olan kimse.
ER'AS
Zayıflığından veya yorulduğundan dolayı yab yab yürüyen kişi.
ERASS
Sık dişli.
ERAVEND
f. şevk, arzu, istek, taleb. * şan, nam, şöhret, meşhur olma.
ERAYİS
(Eris. C.) Çiftçiler, ekinciler.
ERAZİL
(Erzel. C.) Reziller, namussuzlar, yüzsüzler.
ERBAA
Dört.
ERBAB
(Rab. C.) Sahipler. * Rabler, Terbiyeciler. * Bâtıl ilâhlar. * Türkçede diğer bir mânası: Maharet sahibi, elinden iyi iş çıkan kimse. Bir işin ehli.
ERBAB
f. Ulu, ulvi, âlâ. * Reis, başkan, şef.
ERBAB-I DENÂET
Alçak ve rezil kimseler.
ERBAB-I GARAZ
f. Garaz sahibleri, kötü niyetliler.
ERBAB-I SİYER
Tarihçiler. Peygamberimiz Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) hayatını bilenler.
ERBAH
(Ribh. C.) Ribhler, faydalar, kazançlar, kârlar, gelirler. * Faizler.
ERBAİN
Kırk. Kırk gün devam eden kara kış.
ERBAİYYET
Dört olmak.
ERBAŞ
Ask: Subay ve assubayların dışında kalan rütbeli asker.
ERBAUN
Kırk sayısı.
ERBED
Boz renkli.
ERC
Uzunluğuna yapılan ev.
ERC
f. Kıymet, kadr, değer. * Gergedan.
ERCA
Çok rica edilen, pek fazla taleb edilen, çok istenilen.
ERCA
(Recâ. C.) Taraflar, yönler, cihetler.
ERCAF
(C.: Eracif) Yalan haber.
ERCAH
Daha üstün, daha râcih.
ERCAL
(Ricl. C.) Ayaklar.
ERCAN
Fars diyarında bir yerin adı.
ERCEL
Büyük ayaklı kişi. * Ayakları siğilli olan at.
ERCEN
Dübüründe zahmeti olan deve.
ERCİL
bot.: Ceviz-i hindi. Hindistan cevizi.
ERCİYE
Arkaya, sonraya bırakılan şey.
ERCMENDÎ
f. Haysiyetli, şerefli, itibarlı, muhterem.
ERCUZE
(Bak: Kaside-i Ercuze)
ERCÜL
(Ricl. C.) Ricller, ayaklar.
ERCÜMEND
f. Muhterem, şerefli. Muazzez.
ERCÜVAN
Erguvan çiçeği. * Kırmızı kadife. * Kırmızı şey.
ERD
f. Öfke, kahır, kızgınlık, hiddet. * Un.
ERDA
Ağaç kurdu.
ERDE
Çürük nesne.
ERDEB
Bir ağırlık ölçüsüdür. Arab ülkelerinde kullanılır. Miktarı, İstanbul kilesiyle dokuz kileyi karşıladığı gibi, kullanıldığı mahalle göre de değişir.
ERDEB
f. Muharebe, ceng, cidâl, kavga.
ERDEM
Usta gemici.
ERDEN
Bir nevi kumaş.
ERDİYE
(Rıdâ. C.) Baş örtüleri.
ERD-ŞİR
f. Eski İran hükümdarlarından bazılarının adıdır.
EREB
Hâcet, ihtiyaç. San'at.
EREC
Güzel ve hoş koku. Misk ü anber ve ıtır gibi şeylerin güzel kokusu.
EREDA
(C.: Erad-Erâdât) Ağaç kurdu. Güve.
ER'EF
Daha rauf, çok şefkatli.
EREK
Misvak ağacını çok yediğinden dolayı devenin karnı incinmek.
EREN
Sevinmek, sürur.
EREN
t. Yetişen. Ermiş. Veli.
ERENDAN
f. "Hâşâ" mânasına inkâr ifade eden bir kelimedir.
ERENDİZ
Müşteri gezegeni. Jüpiter yıldızı.
ERES
Çiftçilik, çiftçi olma.
ER'ES
Başı büyük, kocakafa.
ERETT
Peltek adam, kekeme kimse.
ERFA'
Daha yüksek, çok ulvi, en yüce.
ERFA'-I DERECÂT
Derecelerin en yükseği.
ERFAK
En ziyade yumuşak. * Arkadaş, refik olmaya en çok lâyık, elyak.
ERFEŞ
Nefsî isteklerine düşkün olan. * Kulakları uzun ve kaba (adam).
ERGA(B)
(Ergav) : f. Irmak, dere, çay, nehir, akarsu. * Su akıtmak için açılan yol, ark.
ERGAD
Maişetçe daha ferahlık. Geniş maişet.
ERGAL
Sünnet olmamış kişi.
ERGAN
Söz dinlemek.
ERGANDE
f. Hırslı, öfkeli. * İçkiye düşkün olan sarhoş.
ERGAVAN
Bir kırmızı çiçek. Ercüvân denilen kırmızı çiçekli ağaç.
ERGEN
(Bâliğ) Çocukluk çağından gençlik çağına geçmiş olan, aklı ermeğe başlamış, bâliğ.Erginlik çağına gelen müslüman genç, namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek gibi Allah'ın farz kıldığı emirlerini yerine getirmeğe mükellef (yükümlü) olur. Küçük yaştan itibaren derece derece gerekli dini bilgiyi öğrenir. Ve iyi alışkanlıklar edinirse ergenlik çağında bunlara daha kolay uyar.
ERGİDE
f. Hiddetlenmiş, kızmış, öfkelenmiş, asabileşmiş.
ERGİDE-NİGÂH
f. Öfkeli, hiddetli bakış.
ERGİMEK
(Bak: Zeveban etmek)
ERGUN
f. Sert başlı at. Hızlı ve oynak olarak giden at.
ERGÜVAN
Güzel ve parlak kızıl renkli bir çiçek. (Garbda ercuvan denilir.)
ERHA
(Rehâ. C.) El değirmenleri.
ERHAB
Vâsi, geniş, açık.
ERHAM
En rahim, en merhametli, en çok şefkatli.
ERHAM
(Rahim. C.) Döl yatakları, rahimler. * Yakın hısımlar, akrabalar.
ERHAM
Başı beyaz olan at.
ERHAM-ÜR RÂHİMÎN
Merhametlilerin en merhametlisi. * Allah'ın (C.C.) sıfatlarındandır.
ERHAS
(Rahis. den) Pek ucuz.
ERİC
Güzel koku. Misk, anber ve ıtır gibi hoş ve lâtif olan şeylerin kokusu.
ERİD
Besili, semiz.
ERİH
Râyiha-i tayyibe. Temiz ve güzel koku.
ERİKE
Taht. Padişahın tahtı. * Oturulacak yer. Koltuk.
ERİKE-ÂRÂ
f. Tahtı güzelleştiren, süsleyen (Padişah.)
ERİKE-NİŞİN
f. Tahtta oturan.
ERİKE-PİRÂ
f. Tahtı süsleyen, pâdişah.
ERİS
f. Zeki, akıllı, uyanık, zeyrek, uslu.
ERİS(Î)
Çiftçi, çift süren, ekinci.
ERİŞ
Sakatlanan bir uzuv için yaralayandan alınan şer'i diyet. * Satıldıktan sonra kusuru ve noksanları belli olan malın, kıymetinden bunun için indirilen miktar.
ERİŞ
f. Bilek. * Arşın, endaze.
ERK
Kuvvet, kudret, güç, iktidar, nüfuz.
ERK
Tıb: Uykusuzluk hastalığı.
ERKA
Ziyade yükselen. Çok yükselen.
ERKAB
Boynu kalın olan adam veya arslan.
ERKABAN
Uzun boyunlu.
ERKAH
(Rükh. C.) Rükhler, sığınılacak yerler, sığınaklar, siperler.
ERKAM
Rakamlar. Sayı işaretleri. * Yazılar.
ERKAM
(C.: Erâkım) Alaca yılan.
ERKAM-I AŞERE
Sıfır da dahil olduğu birden dokuza kadar olan sayılar.
ERKAM-I CÜMEL
Ebced hesabı.
ERKAN
Sarılık denilen bir hastalık çeşidi. * Ekini ifsâd eden âfet.
ERKÂN
(Rükn. C.) Rükünler. Esaslar. Temeller. İleri gelen kimseler.
ERKÂN-I ASKERİYE
Yüksek rütbeli askerler. Zabitler, subaylar.
ERKÂN-I DEVLET
Devletin ileri gelenleri, dünyevi makamca ileri olanları.
ERKÂN-I HARB
Harb için yetişmiş zâbit. Kurmay subay. * Harb işlerini idare eden kumandanlar. Harb erkânı.
ERKÂN-I İSLÂMİYE
İslâmiyetin esasları, temelleri, rükünleri. (Şehâdet getirmek, Namaz kılmak, Oruç tutmak, Zekât vermek ve Hacca gitmek.)
ERKÂN-I SALÂT
Namazın rükünleri.
ERKÂN-I SEB'A
Yedi rükün.
ERKAŞ
(C.: Erakiş) Siyahlı-beyazlı alaca yılan.
ERKAT(A)
(C.: Erâkıt) Aklı karalı alaca yılan. * Yer yer beyazlığı olan her kara nesne.
ERKE
Misvak ağacı. Bu ağaç sıcak memleketlerde ve bilhassa Yemende yetişir.
ERKEB
Büyük dizli. Dizleri büyük olan kimse. * Bir dizi diğerinden büyük olan deve.
ERM
Bükmek.
ERMAGAN
f. Armağan, hediye. Bir kimseye bir işteki muvaffakiyetinden dolayı verilen hediye.
ERMAH
(Remh. C.) Remhler, darbeler, vuruşlar. * (Rumh. C.) Rumhlar, süngüler, mızraklar.
ERMAM
(Rimme. C.) Çürük kemikler.
ERMAN
f. Arzu, istek, taleb. * Pişmanlık, pişman olmak, nedamet.
ERMAN-HÂR
f. Pişman olan, nedamet eden.
ERMAS
Gözü çapaklı kişi.
ERMAS
Eski ve köhne nesne. * (Remes. C.) Sallar.
ERMED
Kül rengi, gri. Boz renkli nesne. * Gözü ağrıyan adam.
 
ERMEDA
Ateş külü.
ERMEL
(C.: Erâmil) Ayakları siyah olan koyun. * Kadını olmayan erkek.
ERMELE
(C.: Erâmil) Erkeği olmayan kadın.
ERMENİ
Eskiden batı Asya'nın kuzey kısmında ve Avrupa'nın Asya'ya komşu olan bazı yerlerinde dağınık şekilde yaşayan bir milletti ki, İranlılar ve Romalılar tarafından birçok defa mağlub edilmeleri üzerine çeşitli yerlere dağılmışlardır. Ve bu dağılma sonucunda büyük şehirlere de yerleşerek san'at, kuyumculuk ve ticaret gibi işleri elde etmişlerdir. Ermeniler nerede varsa, bugün kendi dillerini konuşmaktadırlar. Anadolu'da yaşayanların bir kısmı Türkçe ve Kürtçeyi de iyi bilirler.
ERMİDA'
Kül.
ERMİYE
(Remi. C.) Remiler, kasırga bulutları ki, bu bulutlardan dolu yağar.
ERMUN
f. Gündelikçiye verilen peşin ücret.
ERNEB
Tavşan. * Kadın ziynetlerinden biri. * İri fare.
ERNEBE
(C.: Eranib) Burun ucu.
ERRAC
Fesatçı, müzevir, yalancı adam, sahtekâr.
ERRAHİM
En merhametli, büyük nimetler veren, verdiği nimetleri iyi kullananları daha büyük ve ebedi nimetler vermek suretiyle mükâfatlandıran Allah (C.C.)
ERRE
f. Tahta kesecek dişli âlet, bıçkı. (Küçüğüne verilen testere ismi bundan gelir.)
ERRE-HÂNE
f. Bıçkı yeri, hızar.
ERRE-KEŞ
f. Bıçkıcı.
ERREZZAK
Bütün rızıkları ve faydalanacak şeyleri yaratan ve ihsan eden Allah (C.C.)
ERS
Ekmek.
ERS
f. Gözyaşı.
ERSAD
(Rasad. C.) Rasadlar, gözlemler, gözetlemeler, gözlemeler.
ERSAH
Uylukları etsiz, zayıf (adam). * Kurt.
ERSEM
Üst dudağı beyaz olan at.
ERSEN
f. Meclis, kongre, cemiyet.
ERSUSA
Şeair-i İslâmiyeden olan ve Osmanlı İmparatorluğu zamanında kullanılan kavuk, büyük sarık.
ERŞ
Fesat, niza, ihtilaf, rüşvet. * Fışkırmak. * Tırmalamak. * Fık: Yaralanan veya kesilen bir uzuvdan dolayı verilmesi lâzım gelen diyet.
ERŞAH
Cin fikirli adam.
ERŞED
Her hali daha iyi olan. * Doğru yola diğerlerinden daha yakın olan.
ERŞEM
Yemeğin kokusundan iştahı gelep karnı acıkan (adam). * Vücuduna iğne batırıp çivit ile şekil veya resim yapan adam.
ERTA
Bir ağaç cinsidir ve yaprağıyla debbağlar sahtiyan boyarlar.
ERTEL
Peltek adam.
ERUME
(C.: Erum) Kök, anakök. Asıl, menba. * Ağacın ve boynuzun kökleri.
ERVA'
Çok güzel olan genç. * Son derece yiğit, cesur ve bahadır adam. * Korkmak.
ERVAH
(Ruh. C.) Ruhlar. Canlar.
ERVAH
Halk içinde yürürken at üzerindeymiş gibi görünen uzun boylu kimse. * Adımları birbirine yakın olan.
ERVAH-I HABİSE
Habis, kötü ruhlar. Allah'a isyan eden, itaati sevmeyen anarşist ruhlar.
ERVAH-I TAYYİBE
İyi ruhlar, iyi kimselerin ruhları.
ERVAK
Sâfi nesne. * Uzun dişli adam.
ERVAK
(Revk. C.) Revkler, perdeler, örtüler. * Çadırlar, muvakkat olarak bezden yapılan odalar.
ERVAM
(Rumi. C.) Romalılar, Roma imparatorluğu halkından olanlar, rumlar. * Rumiler, Arap diyarının haricinde bulunanlar.
ERVEB
Yoğurt.
ERVEC
Halk içinde çok geçen şey.
ERVENAN
Dik ses, sadâ. * Iztırablı, sıkıntılı, üzüntülü gün.
ERVEND
f. Tecrübe, deneme, sınama. * şeref, şan, şöhret, nam ve itibar, haysiyet.
ERYAF
(Rif. C.) Verimli, mamur, düz ve ekini bol olan yerler.
ERZ
f. Kıymet, baha, değer. Kadir ve itibar.
ERZAK
(Rızık. C) Rızıklar. Azıklar. Yiyecek içecek maddeler. İhtiyaçlar. Maddi, mânevi muhtaç olduğumuz şeyler.
ERZAK-I ASKERİYYE
Askere verilen erzak.
ERZAL
(Rezil. C.) Reziller. Kepâzeler. Herkesten hakaret ve nefret görenler.
ERZAN
f. Ucuz, değeri düşük, pahalı olmayan. * Lâyık, münâsib, muvafık, elyâk, şâyân, müstehak, uygun, yerinde.
ERZANÎ
f. Ucuzluk. * Lâyıklık, liyakat, münasiblik, muvafakat, uygunluk.
ERZANİŞ
f. Hayır ve iyilikler.
ERZE
f. Samanlı sıva çamuru. * Çamdan çıkarılan zift.
ERZE
Çam ağacı.
ERZE-GER
f. Sıvacı.
ERZEL
Daha rezil. Çok fena. Pek kötü. En rezil.
ERZEL-İ NÂS
İnsanların en rezili, en fenası.
ERZEL-İ ÖMR
İhtiyarlığın sonları, bunaklık günleri.
ERZEN
Kendisinden sopa ve baston yapılan bir cins sağlam ağaç. * Şam darısı denen beyaz ve iri cins darı.
ERZENÎN
f. Darı ekmeği.
ERZİDE
f. Pahası kesilmiş, kıymeti kararlaştırılmış, değeri belli edilmiş olan şey.
ERZİZ
f. Kalay.
ES
Koyuna iys iys demek.
ESA
Merhem, tiryak, ilâç.
ESA'
Atmak.
ES'AB
(Sa'b. dan) Pek zor, çok zor.
ESABE
(C.: Esâib) Bir nevi ağaç.
ES'AB-I UMUR
İşlerin en zor olanı.
ESABİ'
(İsbi'. C.) Parmaklar.
ES'ABÎ
Gayet güzel ve beyaz göz.
ESABÎ'
(Üsbu'. C.) Haftalar, yedi günlük zamanlar.
ESABİ-ÜL KADEM
Ayak parmakları.
ES'AD
Daha mes'ud, en bahtiyar. Daha said olan. En mes'ud.
ESADD
Menedici.
ESAFİL
(Esfel. C.) Esfeller. Sefâlet çekenler. Pek adi ve bayağı kimseler. Çok alçak olanlar.
ESAHH
En sahih. Çok doğru. İllet ve kusurdan çok uzak ve beri olan $
ESAKIF
(Üskuf. C.) Piskoposlar, başpapazlar, metropolitler.
ESAKİF
(Eskef. C.) Eskiciler, kunduracılar.
ESAKK
Yürürken dizlerini birbirine vuran.
ESAL
Tâzim etmek, övüp medhetmek.
ES'AL
Dişinin yanında zâid bir diş daha biten kimse.
ESALE
Uzun yüzlü olmak. Sarkık olmak.
ESALİB
(Üslub. C.) Üslublar. Tarzlar. Cihetler.
ESAM
Günah. * Günah için olan cezâ.
ESAME
Askerlerin. ve bilhassa Yeniçerilerin kaydı, ulüfe defteri.
ESAMİ
İsimler, adlar.
ESAMM
(C.: Summun) Kulağı sağır olan. * Katı taş.
ESANİD
İsnadlar. Senedler.
ESANS
Çeşitli yollarla bitkilerden elde edilen veya suni olarak yapılan, kokulu ve uçucu sıvı.
ESAR
Esirlerin ellerini bağladıkları ince kayış.
ES'AR
(Su'r. C.) Yiyecek içecek artığı.
ES'AR
(Sı'r. C.) Narhlar. Satılan şeylerin bilinen ve değişmeyen fiatları.
ESARET
Esirlik. Kölelik. Kullara kendini teslim etmiş olmak. Başka milletten olanlara boyun eğmek.
ESARET-İ HAYVANÎ
Hayvanlara yakışır bir esirlik. Zulüm, işkence ve haksızlık içinde hayat geçirmek.
ESARİR
Gizli sırlar. * Yüz ve avuçtaki çizgiler.
ESAS
Ev eşyası. Eve âit lüzumlu şeyler. * Mal. Rızık.
ESAS
Temel. Kök. Rükün. şart. Hakikat ve mahiyetler.
ESASAT
(Esas. C.) Esaslar. Temeller, kökler.
ESASE
f. Gözucu ile bakma.
ESASEN
Kendiliğinden, aslından, temelinden.
ESASİYYE
Asılla temelle alâkalı. Esasa ait ve müteallik.
ESATÎN
Sütunlar. Üstüvaneler. Direkler. * Mc: İleri gelen kimseler.
ESATİR
İlk zamanlara ait uydurma hikâyeler. Masallar. Mitoloji. * Saflar. Sıralar.
ESATİR-ÜL EVVELÎN
İlk zamanlara ait efsâneler.
ESATÎZ
(Esâtîze) : (Üstaz. C.) Usta başıları. Bir işin tedbirinde, öğretilmesinde önderlik edenler.
ESATT
(C.: Sitât) Köse.
ESAVİD
(Sevâd. C.) Sevadlar, karanlıklar, siyahlıklar.
ESB
At, beygir, feres.
ESBAB
(Sebeb. C.) Sebebler. Bir şeye vâsıta olanlar. Sebeb olanlar. (Evet, izzet ve azamet ister ki; esbab, perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve Celâl ister ki; esbab, ellerini çeksinler te'sir-i hakikiden. M. N.)(Cenab-ı Hak, müsebbebatı esbaba bağlamakla, intizamı, temin eden bir nizamı kâinatta vaz'etmiş. Ve her şeyi, o nizama müraat etmeğe ve o nizamla kalmaya tevcih etmiştir. Ve bilhasa insanı da, o daire-i esbaba mürâat ve merbutiyet etmeğe mükellef kılmıştır. Her ne kadar dünyada, daire-i esbab, daire-i itikada galip ise de; Ahirette hakaik-i itikadiye tamamen tecelli etmekle, daire-i esbaba galebe edecektir. Buna binaen, bu dairelerin herbirisi için ayrı ayrı makamlar, ayrı ayrı hükümler vardır. Ve her makamın iktiza ettiği hükme göre hareket lâzımdır. Aksi takdirde daire-i esbabda iken; tabiatiyle, vehmiyle, hayaliyle daire-i itikada bakan; Mu'tezile olur ki, te'siri esbaba verir. Ve keza, daire-i itikadda iken, ruhuyle, imaniyle daire-i esbaba bakan da, esbaba kıymet vermeyerek Cebriye mezhebi gibi tenbelcesine bir tevekkül ile nizâm-ı âleme muhalefet eder. İ.İ.)
 
ESBAB-I FESHİYYE
Huk: Bir i'lâmın istinaf suretiyle bozulmasını icabettiren sebepler.
ESBAB-I HAKİKİYE
Gerçek sebepler, hakiki sebepler.
ESBAB-I MÛCİBE
Gerektiren sebebler. İcab eden sebepler.
ESBAB-I MUHAFFİFE
(Esbâb-ı mazeret) Yapılan bir cürmün ve kabahatın cezasını hafifletici sebebler.
ESBAB-I MÜCBİRE
İcbar eden, cebreden, zorlayan sebepler.
ESBAB-I MÜŞEDDİDE
Kuvvetlendiren, artıran sebepler. Cezâ hukukunda; cezâyı ağırlaştıran kanuni veya takdiri sebepler. (Esbâb-ı muhaffifenin zıddıdır.)
ESBAB-I NAKZİYYE
Bir hükmün daha yüksek bir merci tarafından bozulmasını icâb ettiren sebepler. Bozma sebepleri.
ESBAB-I NÜZUL
İnmesinin sebebleri. * Kur'an-ı Kerim âyetlerinin gelmesine (Cebrail Aleyhisselâm vasıtası ile indirilmesine) sebeb olan hâdiseler.
ESBAB-I SAHİHA
Doğru ve sahih sebepler.
ESBAB-I SÜBUTİYE
İsbata yarıyan sebepler. Sübut delilleri.
ESBAB-I TABÎİYE
Tabiattaki sebepler. (Bak: Delil-i İnâyet)
ESBABPEREST
Allah'ı unutarak sebeblere haddinden ziyade değer veren. Her şeyi bir sebebe bağlayıp, Allah'ın fâil ve her şeyin hâkimi olduğunu inkâr eden veya ona kıymet vermek istemeyen.(Arkadaş! Esbab ve vesaiti, insan, kucağına alıp yapışırsa, zillet ve hakarete sebep olur. Meselâ kelb, bütün hayvanlar içerisinde birkaç sıfat-ı hasene ile muttasıftır ve o sıfatlar ile iştihar etmiştir. Hatta sadâkat ve vefâdarlığı darb-ı mesel olmuştur. Bu güzel ahlâkına binâen, insanlar arasında kendisine, mübarek bir hayvan nazarıyla bakılmağa lâyık iken, maalesef insanlar arasında mübarekiyet değil necis-ül-ayn addedilmiştir.Tavuk, inek, kedi gibi sair hayvanlarda, insanların onlara yaptıkları ihsanlara karşı şükran hissi olmadığı halde, insanlarca aziz ve mübarek addedilmektedirler. Bunun esbabı ise, kelpte hırs marazı fazla olduğundan esbab-ı zâhiriyeye öyle bir derece ihtimam ile yapışır ki; Mün'im-i Hakiki'den bütün bütün gafletine sebep olur. Binaenaleyh, vasıtayı müessir bilerek Müessir-i Hakiki'den yaptığı gaflete ceza olarak necis hükmünü almıştır ki tâhir olsun. Çünki hükümler, hadler, günahları afveder; ve beyn-en-nas tahkir darbesini, gaflete keffâret olarak yemiştir.Öteki hayvanlar ise vesaiti bilmiyorlar ve esbaba o kadar kıymet vermiyorlar. Meselâ, kedi seni sever, tazarru' eder (senden ihsanı alıncaya kadar). İhsanı aldıktan sonra öyle bir tavır alır ki; sanki aranızda muârefe yokmuş ve kendilerinde, sana karşı şükran hissi de yoktur. Ancak Mün'im-i Hakiki'ye şükran hisleri vardır. Çünki, fıtratları Sânii bilir ve lisan-ı halleriyle ibadetini yaparlar. Şuur olsun olmasın...Evet kedinin "mır! mır! ları "Yâ Rahim! Yâ Rahim! Yâ Rahim!" dir. M.N.)
ESBAK
Geçenki, geçen, evvelki, önceki. Daha önce geçmiş olan. Evvel gelen.
ESBAN
Kadınların başlarını örttükleri güzel ve ince bir örtü. * Kadınların, yüzlerini örtükleri peçe, tül.
ESBAT
(Sıbt. C.) Torunlar. Çocuğunun çocukları. Oğlunun oğulları. * Beni İsrâil kabileleri.
ESBAT
Rahatlar, huzurlar. * Haftanın son günleri.
ESBEL
Bıyıkları uzun olan adam.
ESB-İ SABÂ-REFTER
f. Rüzgâr gibi giden at.
ESB-İ TÂZİ
Arap atı.
ESBİL
f. At hırsızı, at çalan.
ESBRAN
f. At süren, süvâri, at koşturan.
ESBRİZ
(Esb-riz) f. At koşusu. * Savaş meydanı.
ESBSÜVAR
(Esb-süvâr) f. Ata binmiş.
ESBTAZ
f. At koşturucu, at koşturan. * At koşturacak meydan, saha. * Her şemsî ayın onsekizinci günü.
ESCA'
(Sec'. C.) Edb: Nesirde fıkra sonlarının kafiye tarzında olan uygunlukları, vezinli nesirler.
ESCAL
(Secel. C.) İçi su dolu kovalar.
ESCER
Kırmızı gözlü kimse. * Su biriken yer.
ESDAF
Sadefler, inci kabukları. * Midye ve isridye gibi deniz mahluklarının şeffaf, parlak kabukları.
ESDAK
(Sıdk. dan) Çok sadık, doğru ve emniyetli kimse.
ESDİKA
Sâdıklar, sâdık olanlar.
ESED
Arslan, şir.
ESEDD
Sağlam, kavi, muhkem.
ESEDÎ
Arslana aid. * Üzerinde arslan resmi bulunan mâdeni para.
ESEDULLAH
Allah'ın arslanı. * Hz. Ali'nin (R.A.) bir nâmı, lâkabı.
ESEF
Hüzün, gam, nedamet, pişmanlık. Daralmak. Elden çıkan bir şey için hâsıl olan üzüntü.
ESEFA
Vâ esefâ! Eyvah, yazık!
ESEF-HAN
f. Acıyan, merhamet eden, şefkat eden, esef eden.
ESEF-NAK
f. Hüzünlü, acıklı, esefli.
ESEKK
Tavşan. * Kulağı kesik olan. * Küçük kulaklı. * Kulağı işitmeyen. Sağır.
ESELE
(C. Eselât) Dil ucu. * Urgan ucu. Uzun süngü.
ESELE
(C.: Eslâl-Üsül) Ilgın ağacı. * Asıl.
ES'ELÜKE
Senden isterim (meâlinde).
ESENN
Daha yaşlı, en yaşlı. İhtiyar.
ESER
Yapı, birinin meydana getirdiği şey. * Bir hususa dâir Peygamberimizden (A.S.M.) rivâyet bulunması. Sünen-i Resul. * Bir şeyin varlığına delâlet eden te'sir. * Meydana getirilen kitap. Kitap te'lifi.
ESER
Serçe kuşu. Usfur. * Göbeğinde illeti olan.
ESER-İ CEDİD
Eskiden imâl edilen kâğıt cinslerinden birinin adı idi.
ESER-İ DEST
El eseri, kendi kuvvet ve kudretinin eseri.
ESER-İ HAYAT
Hayat alâmeti, hayat eseri, hayat belirtisi.
ESER-İ SAN'AT
San'at eseri. San'at değeri olan eser.
ESFA
Alnı dar at. * Tez yürüyüşlü katır.
ESFA
En saf, pek safi, pek temiz.
ESFAD
(Safd. C.) Atiyye ve ihsanlar.
ESFAR
(Sefer. C.) Seferler, yolculuklar, yola gidişler. * Düşmana karşı gidişler, akınlar. * (Sifr. C.) Büyük kitaplar, ciltler.
ESFAR-I BAHRİYYE
Deniz yolculukları. Deniz seferleri.
ESFAR-I BAÎDE
Yolculuklar, uzak seferler.
ESFAT
(Sefet. C.) Sepetler.
ESFEL
En sefil, çok sefil, en alçak, en aşağı, çok fenâ.
ESFEL-İ SÂFİLÎN
Sefillerin en sefili. Cehennem'in en aşağı tabakasındakiler.
ESFEL-İ SÂFİLÎN-İ HISSET
Alçaklığın en aşağı derecesi.
ESFELİYYET
Aşağılık, âdilik, alçaklık.
ESHA
(Sahi. den) Çok cömert, fazla eli açık, pek sahi kimse.
ESHA'
Türlü türlü, günâ gûn, rengârenk.
ESHAB
Çekmek, cezb.
ESHAB
(Bak: Ashâb)
ESHAL
Misvak ağacı.
ESHAM
(Sehm. C.) Oklar. * Nasibler, hisseler.
ESHAM
Kara nesne.
ESHAM
Küçük katreli yağmur. * Kara nesne, esved.
ESHAM-I UMUMİYE
Tanzimat devrinde devletin, halka borç karşılığı olarak verdiği hisse bedelleri.
ESHAR
Seher vakitleri, seherler. Gece yarısından sonra ve tan yeri açılmazdan evvelki vakitler.
ESHAR-I BAHAR
Bahar sabahları.
ESHED
Becerikli, maharetli, mahir, açıkgöz, uyanık olan kişi.
ESHEL
Çok kolay, daha kolay, asan.
ESHEL-İ TARİK
En çıkar yol. En kolay ve kestirme olan yol.
ESHEL-İ UMUR
İşlerin en kolayı.
ESHER
Uyanık kimse.
ESHİYA
(Sahi. C.) Cömertler, sahiler.
ESİ
(C: Esât) İlaç yapmak.
ESİD
Ev önü. * Bağlanmış kapı.
ESİF
Kederli, esefli, tasalı, gamlı.
ESİHHA'
(Sahih. C.) Özürsüz olanlar, sıhhati yerinde ve vücudu sıhhatte olan kimseler.
ESİL
(C.: Asal-Esail-Usul) İkindi sonrasından akşama kadar olan vakit. * Kavi, muhkem, sağlam.
ESİL
Parlak, uzun ve dolgun yüz. * Doğru şey.
ESİL
Şerefli, şanlı, namlı, haysiyetli, itibarlı ve otoriter kişi.
ES'İLE
(Sual. C.) Sualler. Bir şey istemeler. Sorular.
ES'İLE-İ SİTTE
Altı suâl. * Risale-i Nur Külliyatından Mektubat Mecmuasında bir küçük risâlenin adı.
ESİM
(İsm. den) Günahkâr, günah işlemiş, kabahatlı, cürümlü, suçlu, yalancı kişi.
ESİNNE
(Sinân. C.) Kılıçlar, seyfler. * Süngüler. * Bileği taşları.
ESİR
Kul, köle. Harpte teslim alınan düşman. Teslim olan.
ESİR
Bütün kâinatta bulunan ve her tarafı kaplamış olan lâtif madde. Elektrik, ışık ve hararetin yayılmasına vasıtalık eden madde. Görülmeyen ve varlığı bütün ehl-i ilimce kabul edilen lâtif, rakik, elâstikiyeti hâiz seyyal madde.("İkisi de birbirine bitişikti, sonra ayrı ettik." mânasında olan $nın ifadesine nazaran, manzume-i şemsiye ile arz, dest-i kudretin madde-i esiriyeden yoğurmuş olduğu bir hamur şeklinde imiş. Madde-i esiriye, mevcudata nazaran akıcı bir su gibi mevcudatın aralarına nüfuz etmiş bir maddedir. $ âyeti, şu madde-i esiriyeye işarettir ki, Cenab-ı Hakk'ın arşı su hükmünde olan şu esir maddesi üzerinde imiş; esir maddesi yaratıldıktan sonra, Sâniin ilk icadlarının tecellisine merkez olmuştur. Yani esiri halkettikten sonra, cevahir-i ferd'e kalbetmiştir. İ.İ.)
 
ESİR
Birbirine yakın olmak, mütekarib.
ESİRÂNE
f. Esirce, kölece.
ESİRE
Seçkin, güzide. * İlim bakiyyesi.
ESİRÎ
Esir ile alâkalı. Uçacak gibi hafif.
ESİRÎ
Esirlik, kölelik, kulluk.
ESİR-İ HARB
Harp esiri, harpte esir edilmiş olan.
ESİRRE
Tahtlar, oturulacak yerler. * Milletin belli başlı ileri gelenleri.
ESİS
Çok olan şey, kesir.
ESİS
Titremek. * Küp veya desti saksısı ki, içinde reyhan ekerler.
ESİS
Asıl esas, hak, doğru. * Hediyeler. Armağan olarak verilen şeyler.
ESKAB
Delmek. * Ateş yakmak.
ESKAF
Uzun boylu, iri kimse.
ESKAL
(Sakil. den) Daha sakil, en ağır, en çirkin. * Kaba, can sıkıcı.
ESKAL
(Sekal. C.) Ağır yükler, ağır şeyler. Kalabalık, ağırlık.
ESKAM
(Sakam. C.) İlletler, hastalıklar, dertler.
ESKEF
(C: Esâkif) Kunduracı, eskici.
ESKEFE
Kapı basamağı, eşik.
ESKİMO
Grönland, Alaska ve Kuzey Kanada'da yaşayan bir kavmin adı.
ESL
Karaılgın ağacı.
ESL
Dikenli ağaç. * Süngü. * Hasır otu.
ESLÂF
(Selef. C.) Selefler, evvelkiler, geçmişler.
ESLÂF-I İZÂM
Evvelce gelmiş olan büyük zâtlar. (İmâm-ı A'zam, İmâm-ı Şâfii gibi)
ESLAH
En sâlih, en iyi. (Bak: Aslah)
ESLAHAKALLAH
Allah seni ıslâh etsin.
ESLAK
Ağaç, şecer.
ESLAS
(Sülüs. C.) Sülüsler, üçde birler, üçde bir parçalar.
ESLEB
İnsanın vücudunda veya yüzünde bulunan ben, nokta. * Süprüntü, moloz.
ESLEM
Daha sağlam, en selâmetli, en sâlim.
ESLEM-İ TARİK
Yolun en selâmetlisi. En selâmetli yol.
ESLİHA
(Silâh. C.) Silâhlar. Muharebe ve cenk âlet ve edevâtı.
ESLİHA-İ ATİKA
Eski silâhlar, eski tip silâhlar.
ESLİHA-İ CÂRİHA
Yaralayıcı, cerh edici silâhlar. (Kılıç, kama, hançer, bıçak... gibi silahlardır).
ESLİHA-İ CEDİDE
Yeni silâhlar.
ESLİHA-İ NÂRİYYE
Ateşli silâhlar.
ESLİHA-İ SAKİLE
Top gibi ağır silâhlar.
ESMA'
Adlar. Nâmlar. İsimler.
ESMA'
Kulaklar. İşitmeler.
ESMAH
Çok cömert, pek eli açık, en semahatli.
ESMA-İ İLÂHİYE
Allah'ın isimleri.(Herşeyden Cenab-ı Hakk'a karşı pencereler hükmünde çok vecihler var. Bütün mevcudatın hakaikı, bütün kâinatın hakikatı, esma-i İlâhiyeye istinad eder. Her bir şeyin hakikatı, bir isme veyahut çok esmâya istinad eder. Eşyadaki san'atlar dahi, herbiri birer isme dayanıyor. Hattâ hakiki fenn-i hikmet, "Hakîm" ismine ve hakikatlı fenn-i tıb "Şafi" ismine ve fenn-i hendese, "Mukaddir' ismine ve hâkezâ.. Herbir fen, bir isme dayandığı ve onda nihayet bulduğu gibi, bütün fünun ve kemalât-ı beşeriye ve tabakat-ı kümmelîn-i insaniyenin hakikatları, esma-i İlâhiyeye istinad der. Hattâ muhakkıkin-i evliyanın bir kısmı demişler: "Hakiki hakaik-i eşyâ, esma-i İlâhiyedir. Mâhiyet-i eşya ise, o hakaikın gölgeleridir. Hattâ birtek zihayat şeyde, yalnız zâhir olarak yirmi kadar esma-i İlâhiyenin cilve-i nakşı görünebilir. S.)
ESMA-İ MEVSULE
Vasleden isimler. (Bak: İsm-i mevsule)
ESMA-İ MÜBHEME
Tek başına bir mâna ifade etmeyen isimler. Arabcada: (Ellezine) gibi kelimeler esma-i mübhemeden olduğundan onu tayin ve temyiz eden yalnız sılasıdır. Demek bütün kıymet sılasına aittir.
ESMA-İ ZÂTİYE
Zâta ait isimler. * Allah'ın zâtına ait isimleri.(Zât-ı Vâcib-ül-Vücud'un bin bir esmasından bir kısmına "Esma-i Zâtiye" denilir ki, her cihetle Zât-ı Akdes'i gösterir. Onun adı ve onun ünvanıdır. "Allah, Ehad, Samed, Vâcib-ül-Vücud" gibi çok esmâ var. Bir kısmına da "Esmâ-i Fiiliye" tâbir edilir ki, çok nevileri var. Meselâ: "Gaffâr, Rezzak, Muhyi, Mümit, Mün'im, Muhsin" R.N.)
ESMA-İ ZÜRUF
Gr: Zarf olan isimler. Bir şeyin bir zamanda veya mekânda veya diğer bir şey ile beraber veya ondan evvel veya sonra vuku' bulduğunu ifade eden kelimelerdir. Bunlar Arapçada (maa, kabl, ba'd, ind) gibi kelimelerdir.
ESMAK
(Semek. C.) Semekler, balıklar.
ESMAN
(Sümn-Semen. C.) Her şeyin pahası, tutarları, semenleri. * Sekizde birler.
ESMAR
(Semer. C.) Masallar. Akşam sohbetleri.
ESMAR
(Semer. C.) Meyveler, Yemişler.
ESMAT
(C.: Sümut) Saçının ve sakalının karası beyazıyla karışıp ikisi beraber olmak.
ESMA-ÜL HÜSNA
Allah'ın isimleri. Cenab-ı Hakk'ın güzel isim ve sıfatları. Aşağıdaki fıkrada Esma-i Hüsna'dan bazıları zikrediliyor:(... Hem alâkadar olduğun ve perişaniyetlerinden müteessir olduğun; senin bir nevi hânen ve içindeki mevcudat, senin o hânenin ünsiyetli levazımatı ve sevimli müzeyyenatı hükmünde olan dünyayı ve içindeki mahlukatı kemâl-i hikmet ile tanzim ve tedbir ve terbiye eden Zâtın, Hakîm ismine ve Mürebbi ünvanına senin ruhun ne kadar muhtaç, ne kadar müştak olduğunu dikkat etsen anlarsın. Hem bütün alâkadar olduğun ve zevalleriyle müteellim olduğun insanları, mevtleri hengâmında adem zulümatından kurtarıp şu dünyadan daha güzel bir yerde yerleştiren bir Zâtın Vâris, Bâis isimlerine, "Bâki, Kerim, Muhyi ve Muhsin" ünvanlarına ne kadar ruhun muhtaç olduğunu dikkat etsen anlarsın.Cenab-ı Hakk'ın adl ve hikmet içindeki ism-i Hak ve Rahmânirrahim'in cilvesini görmek istersen, bahar mevsiminde zeminin yüzünde çadırları kurulmuş, muhteşem dört yüzbin milletten mürekkeb nebatat ve hayvanat ordusuna bak ki; bütün o milletler, o taifeler, birbiri içinde oldukları halde, herbirinin libâsı ayrı, erzakı ayrı, silâhı ayrı, tarz-ı hayatı ayrı, talimatı ayrı, terhisatı ayrı oldukları halde ve o hâcâtlarını tedarik edecek iktidarları ve o metâlibi isteyecek dilleri olmadığı halde, daire-i hikmet ve adl içinde, mizan ve intizam ile Hak ve Rahman, Rezzak ve Rahim, Kerim ünvanlarını seyret, gör. Nasıl hiçbirini şaşırmıyarak unutmıyarak, iltibas etmiyerek terbiye ve tedbir ve idare eder...İşte böyle hayret verici muhit bir intizam ve mizan ile yapılan bir işe, başkalarının parmakları karışabilir mi? Vâhid-i Ehad, Hâkim-i Mutlak, Kâdir-i Külli Şey'den başka bu san'ata, bu tedbire, bu rububiyete, bu tedvire hangi şey elini uzatabilir? Hangi sebeb müdahale edebilir? S.)
ESMER
Siyaha, karaya çalan kumral renk.
ESNA
Ara. Aralık. Sıra. Vakit. Zaman. Hengâm.
ESNA
Daha parlak. En parlak.
ESNA'
Bülent, yüksek, yüce, ulvi.
ESNAF
Sınıflar. Sıralar. Türlüler, menbalar, menşe'ler, asıllar, esaslar.
ESNAH
(Sinh. C.) Kökler, menbalar, menşe'ler, asıllar, esaslar.
ESNA-İ HARB
Ask: Savaş anı, harb sırası, ceng zamanı, muharebe esnâsı.
ESNA-İ TESADÜM
Ask: Çarpışma anı, müsademe zamanı, vuruşma esnası.
ESNAM
(Sanem. C.) Putlar. Tapılan heykeller. Suretler. Sanemler.
ESNAMPEREST
Puta tapan, putperest.
ESNAN
(Sinn. C.) Dişler. * Yaşlar. İnsanın doğduğu andan ölümüne kadar uzvî sîretinde birbirini takibeden muhtelif zamanlar. (Yâni: Tufuliyet, Sabavet, Şebabet, Kühûlet ve Şeyhuhet denilen zamanlar.)
ESNİYE
(Senâ. C.) Övmeler. Senâlar. Medhetmeler.
ESR
Esir etmek. * Muhkem bağlamak. * Takviye etmek. (Bak: Esir) * Göbeğinde illeti olan.
ESRA'
Daha çabuk. Pek çabuk. Çok sür'atli. Çok seri. * (C.: Esâri) Asma filizi. * Başı kırmızı, gövdesi beyaz olup, kum içinde bulunan bir böcek.
ESRAR
(Sır. C.) Sırlar. Gizli hikmetler ve mânalar. Bilinmeyen şeyler. * Keyif veren zehir. Uyuşturucu madde. * Elinde ve el ayasında olan hatlar.
ESRAR-ENGİZ
f. Esrarlı, gizli, ürperti verici.
ESRAR-I HAFİYYE
Gizli ve saklı sırlar.
ESRAR-I HÜSN Ü ÂN
Güzelliğin sırları.
ESRAR-KEŞ
f. Esrar denen zehiri kullanan kimse. Esrar içen.
ESREM
Kırık dişli, dişleri kırılmış veya dökülmüş olan kişi.
ESRİK
Sarhoş, mest. * Azgın, kızgın. * Zayıf, hasta, hâlsiz, dermansız, tâkatsiz.
ESRÜM
Dişi dökük olan kimse.
ESS
Otun vaya saçın çok ve sık olup birbirine dolaşması.
ESSALAVAT
Peygamberimiz Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimize veya Cenab-ı Hakk'a (C.C.) karşı hamd, şükür ve teşekkür ifade eden dua, selâm ve salâvâtlar. (Bak: Salâvat)
ESSEBEBÜ KELFAİL
(Essebebü ke-l fâil) Bir işe sebeb olan, o şeyi yapan fâil gibidir (mealinde). (Hizmet-i Kur'âniye ve imâniyenin yapılmasına sebeb olanlar, bu mukaddes hizmeti yapmış gibi mes'ud ve me'cur olurlar, hayırlara, ecir ve sevablara nâil olmak nimet-i uzmasına erişirler.)
EST
Ayakları uzun olan.
ESTA'
(Satı. dan) Uzun boyunlu. Boynu uzun olan insan veya hayvan.
ESTAĞFİRULLAH
Cenâb-ı Hak'tan kusurumun örtülmesini dilerim. Allah (C.C.) kusurumu efvetsin (mealinde, kusurunu anlayan bir müslümanın duâsı. Hürmet veya ikramlara karşı tevâzu maksadı ile de söylenmektedir.) (Bak: İstiğfar)
ESTAN(E)
f. İstirahat edilecek ve uyunacak rahat yer.
ESTAR
(Satr. C.) Yazı dizileri, satırlar.
ESTAR
Örtüler, perdeler.
ESTEH
f. Çekirdek. * Kemik. Vücud iskeletini meydana getiren nesne.
ESTEÎN
Yardım isterim, istiâne ederim (meâlinde fiil olup, müfred birinci şahıstır.)
ESTER
Katır.
ESTERVEN
f. Çocuk doğurmayan, kısır kadın.
ESTİNE
f. Yumurta.
ESÛF
Fazlaca eseflenen, pek üzülen, çok kederlenen, çok fazla acıyan, yufka yürekli.
ESUK
Deli koyun.
ESUM
Çok yalancı, iftiracı, kabahatli ve günahkâr olan adam.
ESUS
Katı, sağlam, muhkem nesne.
ESVA'
(Sâ'. C.) Kuyular, çukur yerler. * Ölçekler.
ESVAB
(Sevb. C.) Sevbler, giyecekler, giyimler.
ESVAF
(Suf. C.) Suflar, koyun yünleri.
ESVAK
Uzun incikli.
ESVAK
(Sûk. C.) Çarşılar. Pazarlar.
ESVAR
(Sur. C.) Surlar, hisarlar, kaleler, kal'alar. * Ziyafetler, şölenler.
ESVAT
(Savt. C.) Sesler. Savtlar.
ESVE'
Yaramaz nesne.
ESVED
Çok siyah. kara renkli olan.
ESVEDEYN
İki siyah mânâsına gelen bu kelime, yılanla akreb için kullanılır.
ESVED-ÜL-KALB
(Bak: Süveydâ)
ESVEL
Karnı sarkık olan erkek. (Müe: Sevlâ)
ESVİDE
(Sevâd. C.) Sevâdlar, karanlıklar, siyahlıklar. Karaltılar. * Çok mallar, fazla mülkler.
ESY
Tasa, keder, hüzün.
ESYAF
(Seyf. C.) Seyfler, kılıçlar.
ESYAH
(Seyh. C.) Nehirler, akarsular. * Çizgili elbiseler.
ESYAN
Kederli, gamlı, tasalı, kaygılı, hüzünlü, üzüntülü.
EŞA
(C.: Âşâ) Hurma ağacının küçüğü.
EŞAİM
(Eş'em. C.) En şomlar, en uğursuzlar.
EŞAİRE
(Eş'ari. C.) Dinde meşhur imam Eb-ul-Hasan-ül-Eş'arî'ye bağlı olan sünnet ehlinin bir kısmı.
EŞAKK
Meşakkatli, zahmetli.
EŞ'AL
Kuyruğu beyaz olan at.
EŞAM
f. Ölmiyecek kadar az olan yiyecek ve içecek şeyler, kut-i lâyemut.
EŞ'AR
(Şa'r. C.) Kıllar. Tüyler. Tüycükler. * (Şiir. C.) Şiirler, manzum ve güzel yazılar.
EŞ'AR
(C.: Eşâir) En iyi şâir. * Kılı çok olan kimse. * Davarın tırnağı çevresinde olan kıl.
EŞ'ARÎ
Eş'arî mezhebi veya o mezhepte olan. Asıl adı Eb-ul Hasan-ül-Eş'arî olan İmam-ı Eş'arî, Ehl-i Sünnet itikadını âyetlere, hadislere göre izah ve şerh ederek tesbit etmiştir. Ehl-i Sünnet Mezhebi itikadına tercümanlık ederek İslâmiyet'e büyük hizmet etmiştir. (Hi. 260-324) İtikada dâir meydana koyduğu hakikatları kabul edenlere Eş'arî ve Mezhebine de Eş'ariye denir.
 
EŞ'AS
Saçı dağınık olan. * Saçı dökülmüş kişi.
EŞAVİZ
Halk. Millet. Nâs.
EŞBAH
(şibh. C.) Benzeyenler. şibihler. Nazirler.
EŞBAH
(Şebâh. C.) Şahıslar, cisimler, vücudlar. * Büyük kapılar. * Uzaktan görünen karaltılar, hayâller. * Renk, levn.
EŞBAL
(Şibl. C.) Arslan yavruları.
EŞBEH
Mert, yiğit, kabadayı, cesur kimse. (Bu tâbir bilhassa yeniçeriler hakkında kullanılırdı.)
EŞBEH
Daha çok benzeyen. Pek benzeyen.
EŞBÛ
f. Odunluk, kömürlük. Kömür ve odun konulacak yer.
EŞCA'
Daha yiğit, pek kahraman. En şecaatli. * Parmak ardlarının sinirleri.
EŞCAN
(Şecen. C.) Şecenler, elemler, gamlar, kederler, tasalar, sıkıntılar, ıztırablar.
EŞCAR
(Şecer. C.) Ağaçlar.
EŞCAR-I BAĞ
Bahçenin, bağın ağaçları.
EŞCAR-I MÜSMİRE
Meyve ağaçları.
EŞDAK
Doğru konuşan. Yalan söylemeyen. Sâdık. * Büyük ağızlı.
EŞEBB
Arasından geçmek mümkün olmayan ağacın sıklığı.
EŞEDD
Daha şiddetli. Çok fazla şiddetli. Pek fazla şiddetli.
EŞEDD-İ İHTİYÂÇ
En şiddetli ihtiyaç.
EŞEDD-İ MÜCÂZÂT
En şiddetli ceza.
EŞEDD-İ ZULÜM
Zulmün en şiddetlisi.
EŞEFF
Çok parlak. Daha şeffaf. Işığı daha iyi geçiren. * Suyu kendine çok fazla çeken.
EŞEKK
Çok şek ve şüphe sahibi. Tereddütte ileri giden.
EŞELL
Çolak. Kolu sakat olan. * Eli dâima hareketli olan kimse.
EŞ'EM
(C: Eşâim) En uğursuz, pek şom.
EŞEMM
Burnu kuvvetli koku duyan.
EŞEN
f. Karpuz ve kavun hamı, kelek. * Ters giyilmiş elbise.
EŞERR
Çok fazla sevinmek. * Tekebbürlük etmek, gururlanmak. * Çok şerli. En kötü ve şerli.
EŞERR-İ NÂS
İnsanların en şerlisi, nasın en kötüsü.
EŞFA
Hastalığı def'e çok faydalı, şifa-bahş olan.
EŞFA'
En çok şefaat eden. En şafi.
EŞFAK
Daha fazla şefkatli. Çok şefkatli.
EŞFAR
(Şüfr. C.) Göz kapağının kenarları, kirpik yerleri.
EŞGAL
(Şugl. C.) İşler. Meşguliyetler.
EŞGAL-İ MÜHİMME
Ehemmiyetli ve mühim işler.
EŞHA
şefkat.
EŞHAD
Şevâhidler. Şâhitler. (Bak: Alâ-ruûs-il eşhâd)
EŞHAR
f. Kalye taşı denilen radyom hamızı. * Nişadır.
EŞHAS
(Şehs. C.) Şahıslar. Kişiler.
EŞHAS-I MA'RUFE
Tanınmış kişiler, bilinen şahıslar.
EŞHEB
Kır (at). Kır, çil renkte olan aslan. * Güç iş. * Soğuk gün. * Bir nesnenin kenarı.
EŞHEL
Kırmızı ile karışık koyu mavi, elâ. * Elâ gözlü adam.
EŞHER
(Şehir. den) Çok meşhur, pek fazla tanınmış, en şöhretli olan.
EŞHÜR
(şehr. C.) Aylar.
EŞHÜR-ÜL HURUM
İslâmiyetten evvel Arab kabileleri arasında vuruşmanın ve muharebenin haram kılındığı Zilka'de, Zilhicce, Muharrem ve Receb ayları.
EŞHÜR-ÜL-HACC
Hac ayları mânâsına gelen bu kelime; İslâmiyetten evvel Kâbenin tavaf edildiği; Şevval ve Zilka'de ile Zilhicce ayından da alınan 10 günle cem'an 70 günlük zamana verilen addır.
EŞİ'A
(Şuâ. C.) Şualar. Aydınlıklar.
EŞİDDA
Çok şiddetli sert olanlar. Pek şiddetli davrananlar.
EŞİHA
f. At kişnemesi.
EŞİR
Pek sevinçli, çok mesrur. * Kibirli, mütekebbir kimse.
EŞİRRA
Çok şerliler. Çok kötü insanlar. Çok şerli mahluklar.
EŞ'İYA
(A.S.) Beni-İsrail peygamberlerindendir. (M.Ö. 759-700) tarihlerine kadar Beni-İsrail arasında peygamberlik yapmış, birçok mucizeler göstermiştir. Zamanının padişahı tarafından takib ettirilerek bir ağaç oyuğunda gizli olduğu halde, ağaçla beraber biçki ile kesilerek şehid edilmiştir. 66 babdan ibaret kitabında İsa'nın (A.S.) geleceğini müjdelediğinden hıristiyanlar arasında Eş'iyanın İncili diye şöhret bulmuştur. (K. A'lâm)
EŞK
f. Gözyaşı. Dem.
EŞKA
En şaki, haydut, eşkiya, katı-üt tarik.
EŞKAH
Kırmızı yüzlü (adam). al renkli (at).
EŞKÂL
(Şekil. C.) Şekiller, kılık.
EŞKÂL-İ HAYAT
Hayatın şekilleri.
EŞKÂL-İ ZEMAN
Zamanın şekilleri. * Ahmet Rasim'in bir romanı.
EŞK-ALUD
f. Gözü yaşlı.
EŞKAR
Mavi gözlü ve sarı tenli kimse. * Yelesi ve kuyruğu kırmızı olan sarı at.
EŞK-BAR
f. Çok ağlayan. Çok gözyaşı döken.
EŞK-EFŞAN
f. Çok ağlayan, gözyaşı döken.
EŞKEL
Gözlerinin akı kırmızılı olan adam. * Beyaz koyun.
EŞKELE
Hâcet.
EŞK-İ ŞÂDİ
Sevinçle ağlayış. Sevinçten dökülen gözyaşı.
EŞK-İ TARAB
Sevinçten dolayı akan gözyaşı.
EŞK-İ TEESSÜR
Teessürden dolayı akan gözyaşı.
EŞKİL
Yaban soğanı.
EŞKİYA
Şakiler. Yol kesenler. Asiler. Allah'a veya kanunlara isyan edip kötülük yapanlar. Haydutlar, anarşistler, âsiler. Hak ve kanunlara baş kaldıranlar, Allahın emirlerine karşı gelenler.
EŞK-RÎZ
f. Gözyaşı döken, ağlayan.
EŞKU
(şekâ. dan) şikâyet ediyorum (mealindedir).
EŞKU(B)
f. Tavan. * Tabaka, kat, derece, mertebe.
EŞK-VER
f. Ağlayan, gözyaşı döken.
EŞMAT
Saç ve sakallarına kır düşmüş olan.
EŞME
Kumsal yerde kaynayan pınar.
EŞMEL
Daha şâmil. Çok şeyleri içine alan. Daha çok kaplamış.
EŞNA
f. Yüzücü, yüzgeç. * Kıymeti büyük olan mücevher.
EŞNA'
Daha şeni. Çok çirkin ve fena.
EŞNE
Ağaç yosunu.
EŞNEB
Dişleri inci gibi beyaz olan adam.
EŞRAF
(şerif. C.) Şerefliler. İleri gelen büyükler.
EŞRAF-I BELDE
Memleketin ileri gelenleri.
EŞRAK
Ortaklar. şerikler.
EŞRAR
Tahribçiler. Kötülük edenler. * Kötü şeyler. şerliler.
EŞRAT
Nişanlar. Alâmetler. şartlar.
EŞRAT-I SAAT
Kıyâmet alâmetleri. (Bak: Kıyâmet).
EŞREF
En şerefli. Daha şerefli. En iyi, en güzel.
EŞREF-İ MAHLUKAT
Mahlukatın en eşrefi, yaradılmışların en şereflisi. İnsan.
EŞREF-İ SAAT
Saatlerin şereflisi. Uğurlu ve işlerin rast gittiği, dua ve dileklerin kabul edildiği an.
EŞREM
Burnu yirik. * Üst dudağı yarık olan.
EŞREŞ
Muhalefet eden, karşı gelen.
EŞRİA
(Şirâ. C.) Yelkenler.
EŞRİBE
(Şerâb. dan) İçilecek şeyler, şerablar.
EŞTAT
(Şetit. C.) Takımlar, fırkalar, bölümler. Esnaf, sınıflar. Çeşitler, cinsler, neviler.
EŞTAT-I ULUM
İlimlerin nevi'leri, çeşitleri.
EŞTER
Yırtlak gözlü.
EŞÜDD
Büluğa gelmek mertebesi.
EŞVAK
(şevk. C.) şiddetli arzular, istekler, neşveler.
EŞVAK
Dikenler. (Nebat) * Tıb: Kemiklerin uzaması.
EŞVAT
(Şavt. C.) Sıçrayışlar, zıplamalar, koşmalar, koşuşmalar. * Kâbe-i Muazzama'yı yedi defa tavaf etme, etrafını dolaşma.
EŞVE
Gözü değen kişi.
EŞVEŞ
Göz ucuyla bakan kişi. * Yüksek bina.
EŞYA
(Şey. C.) (Bu kelime, Türkçede müfret gibi kullanılır.) Ev döşemeye mahsus halı, dolap v.s. * Elbise, yatak, çamaşır gibi malzemeler. * Yük, yük eşyası.
EŞYÂ'
(Şia. C.) Bölükler, bölümler, kısımlar, neviler, fırkalar, tabakalar, cinsler, çeşitler. Cemaatler, cemiyetler, topluluklar. * Yardımcılar.
 
EŞYAH
(Şeyh. C.) Şeyhler, ihtiyarlar, yaşlılar, pir-i fâniler.
EŞYEB
(Şeyb. den) Saçı sakalı ağarmış, yaşlanmış olan kişi. İhtiyar.
EŞYEM
Yüzünde ve vücudunda çok beni olan adam.
ETA
Kavak ağacı.
ETAJER
Fr. Kapaksız ve rafları olan taşınabilir dolap.
ETAN
f. Dişi eşek. * Bir kısmı havada, bir kısmı suyun içinde kalan kaya; yosunlu taş. * Kuyu kenarında üstüne oturup su içmeye mahsus taş.
ETAVE
Gelmiş, geçmiş, gelen, misafir, garib, gariban, kimsesiz, biçare.
ETBA'
Tâbi olanlar, bağlı olanlar, emri altında bulunanlar. (Cenâb-ı Hakka ve Resul-ü Ekreme (A.S.M.) tâbi ve muti olan veli bir üstâdın ve bir mürşid-i ekmelin gösterdiği Hak ve hakikat, iman ve Kur'ân yolunda gidenler, ona tâbi' olanlar.)
ETBAK
(Tabak ve Tabaka. C.) Yemek tepsileri, sofraları. Büyük sahanlar. * Tabakalar, dereceler, mertebeler, katlar. * Kabileler, kavimler, aşiretler.
ETELAN
Adım birbirine yakın olmak.
ETEMM
Tam, en mükemmel, hiç noksansız.
ETENAN
Adım birbirine yakın olmak.
ETENE
Hayvanlarda ana ile cenin arasındaki kan alış-verişini temin eden organ. * Bitkilerde yumurtacıkların yumurtalığa yapışık bulundukları doku.
ETEYEMMENÜ
(Teyemmün. den) Ben kendimi teyemmün ediyorum (meâlindedir). (Bak: Teyemmün)
ETFAL
(Tıfl. C.) Çocuklar, tıfıllar.
ETFAL-İ BAĞ
Yeni yetişen körpe hâlindeki fidanlar.
ETFAL-İ MEKÂTİB
Mekteb çocukları, okul talebeleri.
ETFALİYET
Çocukluklar. Çocukluk halleri.
ETHAL
Kâbe-i Şerif yakınında bir dağın adı. * Bulanık su veya şerbet.
ETİ
Bir kişinin bir yere su iletmek için yaptığı ark. * Sel.
ETİBBA
Tabibler, tıb ilmini bilenler, doktorlar.
ETİBBA-İ HASSA
Saray hekimleri, saray doktorları.
ETİKET
Fr. Bir şeyin cinsini, miktarını veya fiyatını belli etmek için üzerine konan küçük yafta. * Teşrifat, görgü.
ETİME
(C.: Etâyim) Ateş yakacak yer.
ET'İME
(Taam. dan) Yemekler, taamlar, yenecek şeyler.
ET'İME-İ LEZİZE
Lezzetli yemekler.
ETİR
Günah.
ETKA
(Taki. den) Allah korkusu ile günahtan çok fazla çekinen. Haram veya helâl olduğunu iyice bilmediği şüpheli şeyleri yapmayan. Günah işlemeyen. Her şeyde Cenab-ı Hakk'ın rızasını gaye ve maksad edinen.
ETKIYA
(Taki. C.) Çok takvâ sâhibi olanlar. Takiler. Takvâda çok ileri giden mes'ud kimseler.
ETLA'
Uzun boylu.
ETLAD
Evde doğan câriyeler. * Eski mal. * Damızlık denilen doğurucu hayvan.
ETMESEH
Karanlık, sessiz gece.
ETNAB
(Tınb. C.) Çadır ipleri. * Ağacın kök damarları. * Vücudun sinirleri.
ETNİK
yun. Bir kavim, bir ırkla ilgili olan. İslâmiyet, kavmiyeti ve ırkçılığı reddeder. Etnik bölücülüğe karşı en kuvvetli siper, İslâm şuuru ve kardeşliğidir.
ETNOGRAFYA
(Etnografi) yun. Kavmiyyat. Kavimlerin, milletlerin gelişmesini, terakkisini ve has vasıflarını inceleyen, onların kültürlerinden bahseden ilim kolu.
ETNOLOJİ
yun. Kavimleri, ayrı dil ve ırktan toplumların hayat ve özelliklerini inceleyen ilim. Önce hristiyan misyonerleri dinlerini yaymak için kavimlerin özelliklerini öğrenme ihtiyacını duymuşlar ve onların zayıf damarlarından faydalanmayı düşünmüşlerdir. 19.yy.dan itibaren ilmî gaye ile araştırmalar yapılmıştır. Bugün siyasî ideolojiler yayılmak amacı ile, etnik, kavmî hususiyetler ve zaaflardan istifade ederler.
ETRA
Dere gibi akan su.
ETRAB
(Tırb. C.) Hep bir yaşıt olanlar, akranlar.
ETRAD
Kaşları kılsız olan kimse.
ETRAF
(Türfe. C.) Nazik ve zarif şeyler. * Lezzetli taamlar, güzel yemekler.
ETRAF
(Taraf. C.) Taraflar, yanlar, canibler, yönler, uçlar, kıyılar.
ETRAF-I ERBAA
Dört taraf. (Sağ, sol, ön, arka.)
ETRAH
(Terah. C.) Tasalar, kederler, elemler, gamlar, üzüntüler, sıkıntılar, ıztırablar.
ETRAK
(Türk. C.) Türkler.
ETRAS
(Türs. C.) Türsler, harpde kullanılan kalkanlar.
ETRİBE
(Turab. C.) Topraklar.
ETRİKA
(Tarik. C.) Tarikler, yollar, caddeler. * Sebepler, vesileler, vasıtalar. * Maişeti te'min etmek için tutulan meslekler, geçinmek için yapılan işler.
ETT
Galip olmak.
ET-TAHİYYATÜ
Bütün mahlukatın hayatları, kal ve hâl dilleri ile Hâlıkları olan Allah'a (C.C.) karşı yaptıkları hamdler, şükürler, mânevi hayat hediyeleri. (Bak: Tahiyye)
ETTAR
Kasnakçı.
ET-TEVVAB
Tevbeleri kabul edici olan Allah. Kendine tevbe ve rücu' eden kulları çok. Tevbeyi kabulde çok beliğdir. Tevbe edeni hiç günah yapmamış gibi afv u rahmeti ile bahtiyar eder.
ETTUN
(C.: Etâtin) Hamam külhanı.
ETUM
Su kaplumbağası.
ETÜD
Fr. İnceleme, tetkik etmek. * Musikide didaktik maksatla bestelenmiş eser.
ETVAK
(Tavk. C.) Kadın gerdanlıkları. * Hindistan cevizinin sütü.
ETVAR
(Tavır. C.) Tavırlar, haller, davranışlar.
ETVAR-I NÂ-LÂYIKA
Uygunsuz ve münasebetsiz hareketler.
ETVAS
(Tâus. C.) Tavus kuşları.
ETYAB
(Bak: Atyeb)
EV
Şek, tahayyür, ibham, istisnâ, şart, teb'iz için kullanılan harf-i atıf. "yahut, veya, meğer ki, bel, belki ister" gibi kelimelerle türkçeye terceme edilebilir.
EVABİD
(Abide. C.) Abideler. (Bak: Abide)
EV'AC
Geniş, vâsi.
EVAGİ
(Agıye. C.) Bahçe, tarla ve bostanları sulamak için açılan arklar, su akıtılacak yerler.
EVAHİR
Ahirler, ayın son günleri, sonlar.
EVAHİR-İ RAMAZAN
Ramazan ayının sonları, son günleri.
EVAİL
Başlangıçlar, önler, evveller, eskiler.
EVALİ
Çok iyi ve münâsib olanlar. Evlâlar.
EVAM
f. Ödünç, borç. * Renk, levn.
E'VAM
(Bak: A'vam)
EVAMİR
Emirler, emredilenler, vazifeler. (Bak: Emr)
EVAMİR-İ TEKVİNİYE
Tekvine âit emirler.(Fıtrat yalan söylemez. Bir çekirdekteki meyelân-ı nümuv der: "Ben sünbülleneceğim, meyve vereceğim", doğru söyler. Yumurtada bir meyelân-ı hayat var. Der: "Piliç olacağım", Biiznillâh olur, doğru söyler. Bir avuç su, meyelân-ı incimad ile der: "Fazla yer tutacağım", metin demir onu yalan çıkaramaz, sözünün doğruluğu demiri parçalar. Şu meyelânlar iradeden gelen evâmir-i tekviniyenin tecellileridir, cilveleridir. M.) (Bak: Emr-i tekvinî)
EVAN
(Bak: Avân)
EVANİ
Kapkacaklar, kaplar.
EVAR(E)
f. Hükümet dairelerine ait defterler, resmî defterler. * İmaret.
EVARİN
f. Güzel olmayan, çirkin.
EVASIT
(Evsât. C.) Vasatlar, orta hal ve vaziyetler.
EVAVİN
(İyvan. C.) Büyük salonlar, sofalar, holler. Kasırlar, köşkler.
EVB
Dönülmesi lâzım gelen yere dönmek. * Kasd. İstikamet.
EVBAR
f. Yutma, yutuş.
EVBAŞ
Mahalle çapkını. Şahısların rezilleri. * Muhtelif yerlerden gelmiş, toplanmış bir cemaat, bir bölük.
EVBAŞAN
(Evbaş. C.) Aşağılık kimseler, âdi kişiler, alçak ve rezil insanlar. Ayak takımları.
EVBE
Rucu etmek. Geri çekilmek, dönmek.
EVC
Bir şeyin en yüksek derecesi, en yüksek noktası. Zirve. * Koz: Seyyare mahreklerinin merkezden en uzak noktaları.
EVCA'
(Veca. C.) Ağrılar. Acılar. Sızılar.
EVCA-İ BATN
Karın ağrıları.
EVCA-İ ŞEDİDE
Şiddetli ağrılar.
EVCAR
İçinde gizlenmek için avcılar tarafından yapılan siperler, çukurlar.
EVCEB
Çok vacib. Çok gerekli. Çok lüzumlu.
EVCEB-İ VECÂİB
Lüzumluların en lüzumlusu, en çok lüzumlu olan şey.
EVCEDETHU-L ESBAB
(İcad. dan) "Onu sebepler icadediyor. Sebepler bu şeyi icadediyor." mânasında dinsizliği ima eden bir söz.
EVCEH
En vecihli, çok uygun, en münâsebetli.
EVCEH-İ AKVÂL
Sözlerin en uygunu, kavillerin en münasebetlisi.
EVCEL
Çok korkak adam. Cesaretsiz kişi.
EVCER
Çok çekingen, utangaç kimse.
EVC-GİR
f. Yükselen, yükseğe çıkan.
EVC-İ BÂLÂ
En yüksek nokta.
EVC-İ RİF'AT
Yüksekliğin son noktası, zirvesi, tepesi.
EVC-PERVAZ
f. Yüksekte uçan.
EVCÜMEND
f. Top, küme, yığın, toplanma. * Toplu, idareli, evini muntazam tutan. Hanesini iyi ve tertipli bir hâlde bulunduran.
EVDA
Ednâ.
EVDA
Yaban faresi. * Kursağının tüyleri beyaz olan güvercin. (Bak: Kası'a)
EVDAD
(Vedid. C.) Sevgililer, sevilenler.
EVDİYE
(Vâdi. C.) Vâdiler. Dereler.
EVED
Kuvvet. Ağır yük götürmek. * Eğrilik.
EVEND
f. Kap. Kabkacak.
EVFA
Çok vefalı. Çok sadakatli. Ahdine vefası kuvvetli. * En çok. Pek tamam. * Tam yetişmek.
EVFAD
Çeşitli fırkalar.
EVFAK
Daha muvafık. En uygun. En muvafık.
EVFER
(Vâfir. den) Çok. Bol.
EVGAD
(Vagd. C.) Ahmaklar, eblehler, salaklar, bönler, akılsızlar.
 
Geri
Top