Osmanlıcada ''H''ile başlayan kelimelerin anlamları

arz-ı hal

şşşşştttttttt
Özel üye
HA
Kelime-i tenbihtir. İşaret ismi olan Zâ ve Zi kelimeleri ile Hâzâ Hâzihi Hâzâke gibi. Bundan başka "hâ" tenbih edatı olarak kelimeye dâhil edilir. (Hâzâ ) da olduğu gibi yakını ifade eder. İşaret ismi veya nida olur. (Eyyühâ ) daki gibi.
HA
f. "İşte!" mânasınadır. * Cemi edatıdır. Kelimelerle birleşerek onları çoğul yapar. Meselâ: Ayine-hâ : Aynalar. Der-hâ : Kapılar. Esb-hâ : Atlar. Zülüf-hâ : Zülüfler.
HA
harfinin ismidir. Ebcede göre beş sayısına delâlet eden ( ) harfi, mehmusedendir. Bazan başka harfe yâni "yâ" veya "hemze" veya "elif"e kalbolur. Bir kelimenin evveline ve âhirine ilâve edilebilir. Arabçada beş vecih üzere müstameldir:1- Zamir olarak, nasb ve cerr yerlerinde kullanılır.2- Gaib harfi olur. Mücerret gaib mânasına gelir: ( Ebûhu: Onun babası) kelimesinde olduğu gibi.3- Sekte "Hâ"sıdır. Kelimenin sonunda olan harekeyi veya harfi beyan için diğerine eklenir. ( Mâ-hiye) ve ( Hâ-hünâ) da olduğu gibi.4- Soru hemzesinden değişmiş olan "hâ" dır.5- Müennes işareti olan "hâ" dır.
HA
Osmanlı alfabesinde sekizinci harftir ve ebced sayısı ile de sekizi ifade eder. şeklinde okunursa: Haram şey, haşarı yüzsüz kadın mânâlarına gelir.
HA(Y)
f. Çiğneyen mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Şeker-hâ : Şeker çiğneyen. * Mc: Tatlı sözlü, güzel ve dokunmaz sözler söyleyen.
HAB
f. Uyku. Rü'yâ.
HAB'
Gizli, saklı, hafi. * Gizlemek, örtmek, setretmek.
HAB (HÂBE)
Günah. Suç.
HABAB
(Habâbe) Son derece muhabbet. * Su üzerindeki hava kabarcığı.
HABAİB
(Habibe. C.) Habibeler, sevgili kadınlar.
HABAİK
(Habike. C.) Kehkeşanlar, samanyolları. * Çizgiler.
HABAİL
(Hibale. C.) Ağ, tuzak, bağ, kement.
HABAİL-İ MEVT
Ölümün sebepleri.
HABAİL-ÜŞ ŞEYTAN
Şeytanın tuzakları. * Kadınlar.
HABAİS
(Habise. C.) Kötülükler. Murdar ve pis şeyler.
HABAK
f. Mandıra, ağıl. * Dört yanı bir duvar veya set ile çevrilmiş yer, avlu.
HABAL
Bozulma, düzensizlik. Karma karışıklık. * Sıkıntı, hüzün, keder, üzüntü.
HABALA
(Hublâ. C.) Gebeler.
HABALEYAT
(Habâlâ. C.) Hâmileler, gebeler.
HAB-ALUD
Uykulu. Uyku karışık.
HABAR
(C.: Habârât) İmzâ. Mühür, damga.
HABARAT
(Habâr. C.) İmzâlar. * Damgalar.
HABARÎR
(Hıbrîr. C.) Dağçiçekleri. Dağda yetişen çiçekler.
HABASET
(Hubs) Murdarlık, pislik, kötülük.
HABAT
Vücuttaki bir yara iyileştikten veya vücuda bir sopa ile vurulduktan sonra bedende kalan iz. * Davarın çok yemekten dolayı karnının şişmesi.
HABAYA
Gizli işler, gizli şeyler. * Defineler.
HABAZ
Hareket. * Bâtıl olmak. * Eksilmek.
HABB
Aldatıcı, kurnaz, hileci, hilekâr. * Denizin kabarması, denizde dalga olması.
HABB
Tane, çekirdek. * Yuvarlak olarak hazırlanmış ilâç. * Buğday tanesi veya buna benzer tohum.
HABBAL
(Habl. dan) Urgan ve ip satan kimse.
HABBAR
Terzi. * Mürekkepçi.
HABBAS
Zindancı, gardiyan, hapseden.
HABBAT
(Habbe. C.) Habbeler, tohumlar, tâneler. * Haplar.
HABBAZ
(Hubz. dan) Ekmekçi. Ekmek yapan veya satan kimse.
HABBAZÎ
Ekmekçilikle ilgili.
HABBE
Tane. Tohum. * İhtiyaç. * Parça. * Dirhemin 1/48 kadarı.
HABBE
Gammazlık yapan kadın. (Müz: Habb)
HABBE (HUBBE)
Yol, tarik.
HABBET-ÜL KALB
(Bak: Süveydâ)
HABBET-ÜS SEVDA
Çörek otu.
HABBEYİ KUBBE YAPMAK
Değeri olmayan bir şeye çok fazla ehemmiyet vermek. Zihinde büyütmek.
HABBEZA
Ne güzel, ne sevimli, ne hoş mânâsında bir takdir edatıdır.
HABBÜL BÜLUĞ
(Habb-ül büluğ) Erginlik çağındaki erkek ve kız çocukların yüzlerinde ve alınlarında çıkan sivilceler.
HABC
Devenin ot yemekten dolayı karnının şişmesi. * Vurmak.
HABC
Vurmak, darbetmek.
HABCAME
f. Gecelik ve pijama gibi gece uyurken giyilen elbise.
HAB-DİDE
f. "Rüya görmüş." Büluğa ermiş genç.
HABE
Zarara ziyana uğradı (mânâsına fiil).
HABE
f. Sıkılma, bunalma, darlanma, boğulma.
HABEB
Aldatma, kandırma. Hile, kurnazlık.
HABEK
f. Üzülme, sıkıntı yapma. * Sıkılma, bunalma.
HABEL
Ana rahmindeki çocuk, cenin. * Gebelik, gebe olma zamanı. * Fls: Musallat fikir.
HABELE
Üzüm çubuğu.
HABELLAK
Küçük olup büyümeyen koyun.
HABEN
Kısaltma, azaltma, kasma. * Edb: Aruzda "fâilâtün" den "ât" hecesini atarak, nazmı "fâilün" veznine sokma.
HABEN
Siroz denilen ve karında su toplanmasından ileri gelen bir hastalık.
HABENDAT
Şişman kadın.
HABENNEKA
(Bak: Hebenneka)
HABENTA'
Kısa boylu, tıknaz kişi.
HABER
Hâriçten insanın fikrine intikal eden ilim. * Yeni havadis. Ağızdan ağıza nakledilen söz. * Peyam. Peygam. Nebe'. İlim ve malumat. Bilgi. * Hadis, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm'ın sözü. * Edb: Hâdiseyi bildiren fiil veya cümle. * Gr: Müsned. Mübtedanın mukabili. Bir isme yakıştırılan sıfat. Allah büyüktür cümlesinde: Allah, mübteda; büyüktür, onun haberidir. Bu, mübteda ise beraber tam bir cümle teşkil eden; merfu' bir isim, fiil veya cümle olabilir. (Bak: Müsned)
HABER
Berelenme, yaralanma. Çürüme.
HABERDAR
Haberli, vâkıf, bir mes'eleden haberi olan.
HABERÎ
(Haberiyye) Haberle ilgili. Haberden ibaret olan. * Gr: Yüklemle ilgili.
HABER-İ KÂZİB
Yalan haber.
HABER-İ MEŞHUR
Bidayette râvisi mahdut iken sonraki devirlerde, yalan üzere ittifakları muhal olan bir cemaat tarafından nakledilegelen makbul hadistir. (Ist. Fık.K.)
HABER-İ MÜTEVATİR
Birçok kimselerin çokları vasıtası ile rivâyet ettikleri hadis.
HABER-İ SÂDIK
Doğru haber. Hz. Peygamber'in (A.S.M.) sözü. Hadis.
HABER-İ VÂHİD
Bir sahabeden, bir kişiden veya bir koldan gelen sahih hadis. (Bak: Mütevatir)
HABERKAS
Küçük deve. * Küçük adam.
HABERPİJUH
f. Haber almaya çalışan. Haber araştıran, haber toplayan.
HABES(E)
(Habis. C.) Kötüler. Alçaklar. Pisler. * Necaset denilen ve maddeten pis şeyler (Necis veya necaset-i hakikiye de denir.)
HABEŞ
Afrika'nın Kızıldeniz sâhili güneyinde müstakil bir memleket. Bu memleket ahalisinden olan. * Beyaz ve siyah arasında koyu esmer adam.
HABEŞÎ
Habeş memleketi ahalisinden olan. Habeş'e mensub ve müteallik olan. * Koyu esmer renkli adam. * Hat, tezhib, minyatür gibi güzel san'atlarda kullanılan bir cins kâğıt.
HABETIKTIK
Atın tırnağı taşa dokunduğunda çıkan ses.
HABEVKERA
Belâ, mihnet.
HABGAH
f. Yatak odası. * Uyunacak yer.
HAB-GÜZAR
f. Uyuyan, uyuyucu.
HABHAB
Takunye. * Canbaz ayaklığı.
HABHAB
(C: Habâhıb) Kısa boylu adam.
HABHAB
Karpuz.
HABHABE
Yumuşaklık, rahavet. * Muzdarip olmak, acı çekmek.
HABHABÎ
İşsiz güçsüz boş olarak dolaşan adamlar.
HÂB-I ADEM
Ölüm uykusu.
HÂB-I CÂVİD
Ebedî uyku, ölüm.
HÂB-I GAFLET
Gaflet uykusu.
HÂB-I GİRAN
Ağır uyku.
HÂB-I HARGUŞ
Tavşan uykusu. Şüpheli ve hafif uyku. * Yalan, hile.
HÂB-I NUŞİN
Tatlı uyku.
HÂB-I RAHAT
İstirahat için uyku.
HABIT
(Hübut. dan) Yukarıdan aşağıya inen. İnici. Düşen. Hübut eden.
HABIT
Susturucu. * Batıl kılan. İptal ettiren. * Değersizleşen.
HABİ
Sürünüp emekleyen ufak çocuk.
HABİB
(Hubb. dan) Sevilen. Sevgili. Seven. Dost.
HABİB-ULLAH
(Habib-i Hudâ) Allah'ın sevgilisi. Hz. Muhammed (A.S.M.) (Eğer Allah'a muhabbetiniz varsa Habibullah'a ittiba edilecek. İttiba edilmezse netice veriyor ki; Allah'a muhabbetiniz yoktur. Muhabbetullah varsa netice verir ki; Habibullah'ın sünnet-i seniyesine ittibaı intac eder. L.)(Sâni-i Âlem'in; âsârın şehadetiyle nihayetsiz cemâl ve kemâli vardır. Cemâl, hem kemâl, ikisi de mahbub-u lizâtihidirler. Yâni bizzat sevilirler. Öyle ise, o cemâl ve kemâl sahibinin cemâl ve kemâline nihayetsiz bir muhabbeti vardır. O nihayetsiz muhabbeti, masnuatında çok tarzlarda tezahür ediyor. Masnuatını sever, çünki, masnuatının içinde cemâlini, kemâlini görür. Masnuat içinde en sevimli ve en âlî, zihayattır. Zihayatlar içinde en sevimli ve âli, zişuurdur. Ve zişuurun içinde câmiiyet itibariyle en sevimli, insanlar içinde bulunur. İnsanlar içinde istidadı tamamiyle inkişaf eden, bütün masnuatta münteşir ve mütecelli, kemâlâtın nümunelerini gösteren fert, en sevimlidir... İşte: Sâni-i Mevcudat, bütün mevcudatta intişar eden tecelli-i muhabbetin bütün envaını; bir noktada, bir âyinede görmek ve bütün enva-ı cemâlini, Ehadiyyet sırriyle göstermek için şecere-i hilkatten bir meyve-i münevver derecesinde ve kalbi, o şecerenin hakaik-ı esasiyyesini istiab edecek bir çekirdek hükmünde olan bir zâtı, o mebde'-i evvel olan çekirdekten tâ münteha olan meyveye kadar bir hayt-ı ittisal hükmünde olan bir Mi'rac ile, o ferdin, kâinat nâmına mahbubiyyetini göstermek ve huzuruna celbetmek ve rü'yet-i cemâline müşerref etmek ve ondaki hâlet-i kudsiyyeyi başkasına sirayet ettirmek için kelâmiyle taltif edip, fermaniyle tavzif etmektir... S.)
HABİB-ÜL BEKKÂÎN
Ağlayanların sevgilisi. Ağlayanların habibi.
HABÎDE
(C.: Hâbidegân) f. Uyuya kalmış, uykuya dalmış, uyumuş.
HABÎE
Görülmemiş, daha henüz keşfedilmemiş. * Göze görülmeyen şey. * Kesilmiş, parça parça olmuş.
HABİH
Ağaçla vurmak. * Bölmek.
HABÎKE
(C.: Habâik) Kehkeşan, samanyolu. * Çizgi. * (C.: Hubük) Dikkat ve itina ile, sağlam ve san'atlı dokunmuş, yol yol hâreli güzel kumaş.
HABİL
Sihirbaz, efsuncu, büyücü. * Kement ile yakalanan canavar.
HABİL
İlk insan Hz. Adem'in (A.S.) oğullarından birinin ismi.
HABÎL
Yiğit, bahadır, genç, delikanlı. * Tuzak, ağ.
HABİLE
Gebe, hâmile, yüklü.
HABÎN
Zakkum ağacı.
HABİR
Haberli. Haberdar. Agâh. Âlim. Arif-i billâh. * Herşeyi bilen Allah (C.C.)
HABİR
Taze ve yeni şey.
HABİRÂNE
f. Bilgili ve haberdar olana yakışır şekilde.
HABİS
Bağışlanan şey. Mukabilinde bir ücret istenmeyen şey. Parasız olarak verilen nesne.
HABİS
Hapseden. Tutan. Hapishâneye atan.
HABÎS
(Hubs. dan) Fesadcı. Hilekâr. Alçak tabiatlı. Kötü. Pis.
HABİS(A)
Un helvası.
HABİSTAN
f. Yatakhane, yatak odası.
HABÎT
Fâsid, yaramaz, bozuk.
HABİYE
(C: Havâbi) Küp. * Küçük havuz. * Kuyu.
HABK
Bükmek. * Sağlam yapmak. * İyi dokumak.
HABL
İp. Urgan. Halat. * Tıb: Vücudda ip gibi olan âzalar.
HABL
Bir şeyin bozulması. Noksan olmak. * Delirmek.
HABL-İ MEVHUM
Mc: Daima olacak gibi görünüp de gittikçe uzaklaşan istek, gaye. Mevhum ip.
HABLULLAH
Allah'ın ipi. Kur'an-ı Kerim. Allah'a kavuşma vasıtası. İhlâs. İtaat. Cemaat.
HABL-ÜL MESAKÎN
Sarmaşık bitkisi.
HABL-ÜL METİN
Sağlam ip. * Mc: İslamiyet. Kur'an-ı Kerim.
HABL-ÜL VERİD
Şah damarı. Atar damar.
HABN
Eteğini kaldırmak. * Bir şeyi kabzetmek, almak.
HABN
Karnın şişmesi.
HABNA'
Çıbanları olan kadın.
HABNADİDE
(Hâb-nâdide) f. Büluğa ermemiş çocuk. Erginlik çağına gelmemiş erkek veya kız.
HAB-NAK
f. Uykusu gelmiş kimse, uykulu kişi.
HABNAME
f. Rüya kitabı.
HABR
(C.: Ehbâr) Alim ve sâlih kimse. Bilgili. Ehl-i ilim. * Ferahlık. * Nimet, vüs'at. * Refah, sürur. (Bak: Hibr) * Tıb: Dişlerin beyazına ârız olan sarılık.
HABR
(C: Hubur) Büyük tuluk.
HABRA'
(C: Habâri-Haberât) Sedir ağacı biten düz yer. Yumuşak yer.
HABREKÎ
Kene böceği.
HABRENCE
Güzel yemek. * Yumuşak.
HABRÎR
Şey mânâsına gelir bir isim.
HABR-ÜL ÜMMET
Ümmetin âlimi, meşhur âlim.
HABS
Hapis, alıkoyma, bir yere kapatıp dışarı çıkarmama. Salıvermeme. * Zaptetme, tutma.
HABS
Murdar, pis. Çirkin. * Ayıp, günah.
HABS
Bir kaç şeyi birden karıştırmak.
HABS-İ BEVL
İdrarını tutma.
HABS-İ DÜMÛ'
Metanet gösterip gözyaşlarını zaptetme.
HABS-İ MÜNFERİD
Tek başına olan hapis. Hapishanede bir kişilik hücre. * Ehl-i dalâlet için olan ölüm ve kabir.
HABŞ
Cemetmek, toplamak.
HABT
Yanlış hareket. * Maktulün kanının heder olması. * Bozma, ibtâl etme, muteberliğini kaybettirme. * Bir bahis veya münazarada karşısındakinin hatasını isbat ile onu ilzam edip susturma.
HABT
(C.: Ahbât) Sükun. Huşu. * Sönmek. * Çukur yer. * Düz yer.
HABT
Şiddetli vurmak. Önünü görmeyerek körcesine basıp yürümek. * Yanılmak, unutmak, hatâ etmek. * Fesada vermek. * Hiç umulmayan birisinden yardım istemek. * Cin çarpmak.
HABT U HATA
Düzensizlik, yanlış, hata.
HABT-İ A'MÂL
İrtidad eden, yâni dinden çıkan bir kimsenin, dindar iken yapmış olduğu ibadetlerinin ibtâl olup sevapsız kalması.HABTER : Kısa boylu.
HABUL
Hurma ağacına çıkarken kullanılan urgan.
HABUS
Galip kimse.
HABY
(C.: Hıbâyâ) Örtmek. * Gizli olan.
HABZ
Ekmek pişirmek. * Ekmek vermek. * Sözü birbiri ardınca söyleyip yürümek. * Devenin ayağını yere vurması.
HAC
f. Put, haç.
HAC
(Hâcet. C.) İhtiyaçlar. * Devedikenleri.
HACA
Haris olmak. * Akıllı.
HACA'
(C.: Ahcâ) Akıl. * Nahiye.
HACAC (HİCÂC)
Kaş kemiği.
HACACE
(C.: Hıcc) Su üstünde olan yağmur kabarcığı.
HACALET
Utanma. Utanç.
HACALET-ÂVER
f. Utandırıcı. Utanç veren.
HACAMET
(Hacamat) Tıb: Vücudun bir tarafından kan aldırmak.
 
HACAT
(Hacet. C.) Hâcetler. İhtiyaçlar.
HACB
Men'etme. Mahrum etme.
HACB-İ HİRMÂN
Huk: Bir vârisi mirastan tamamen mahrum etme.
HACB-İ NOKSAN
Bir vârisi mirastan kısmen mahrum etme.
HACC
Kasdetmek. Muârazada delil ve bürhan ile galip olmak. * Bir yere çok tereddütle varıp gelme. * Şâyan-ı tâzim bir şeye teveccüh. * Bir şeyden feragat etmek. * Fık: İslâmın şartlarından ve hâli vakti müsait olan her müslümana farz olan, Mekke-i Mükerreme'deki Kâbe-i Şerif'i usulüne uygun olarak Arabi Zilhicce ayı, Kurban Bayramı günlerinde bir defa ziyaret etmek.Farz olan hacca, Hacc-ı Ekber denildiği gibi, umreye de Hacc-ı Asgar denilir. Maamafih arefe günü cumaya tesadüf eden bir hacca da Hacc-ı Ekber denilir.
HÂCC
(C.: Hüccac) Hacca gitmiş kimse. Hacı.
HACC SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 22. suresidir.
HACCAC
Çok eskiden Irakta vâlilik yapan fakat, Hz. Resul-ü Ekremin (A.S.M.) soyundan gelenlere ve onlara taraftar olanlara çok zulmeden, haddini aşmış bir zâlimin ünvânı. Asıl ismi Yusuf bin Sakafi'dir. Haccac-ı Zâlim diye de anılır.
HACCAL
Şatafatlı, debdebeli, gösterişli.
HACCAM
Hacamat eden, kan alan.
HACCAR
Taş işçisi, taş işinde çalışan, taşçı.
HACCE
Cadde.
HÂCCE
(C.: Havâcc) Hacca giden, usulüne uygun olarak Kâbe'yi ziyaret ederek hac vazifesini yerine getiren kadın veya kız. * (C.: Hâcc) Bir cins diken.
HACC-I İFRAD
Umreye niyet etmeksizin yalnız başına yapılan farz, vâcib veya nâfile hacdır ki, ihrama girerken yalnız hacca niyet edilmiş olur. Bunu yapana "müfrid" denir.
HACC-I KIRAN
Hac aylarından önce veya hac aylarında hac ile umrenin ikisi için birden ihrama girilip umre yapıldıktan sonra usulü dairesinde ifa edilen hacca denir. Bunu yapan kimseye "karin" denir.
HACC-I TEMETTU'
Hac mevsiminde evvelâ umre için ihrama girilip umre yapıldıktan sonra; aynı mevsimde daha yurda, aile ocağına dönülmeden tekrar ihrama girilerek usulü dairesinde yapılan hacdır. Bunu yapan kimseye "mütemetti" denir.
HÂCC-ÜL HAREMEYN
Usulüne uygun surette, Mekke-i Mükerreme'yi ve Medine-i Münevvere'yi ziyaret eden.
HÂCE
f. Hoca, efendi, sâhib, muallim, âile reisi.
HACEB
Gırtlak.
HACEBE
(Hâcib. C.) Perdeciler, kapıcılar. * İnsanın oturak yeri olan uzvu, kalça. (İkisine "hacebetan" derler)
HÂCEGÂN
(Hâce. C.) f. Hocalar. * Eskiden yüzbaşı rütbesi karşılığında sivil rütbe. * Bâb-ı Âli kalemleri efendilerinden hususi bir rütbe taşıyan adam.
HÂCEGÂN-I DİVAN-I HÜMAYUN
Eskiden devlet dairelerindeki yazı işlerinin başında ve bir takım mühim memuriyetlerde bulunanlar hakkında kullanılan bir tâbirdi. İkinci Mahmud zamanında yenilikler yapılıp memuriyete mahsus rütbeler ihdas olunurken hâcegânlık da rütbe sayılmış ve bunlara ait nişanla, resmi günlerde giyecekleri elbise de tâyin olunmuştu. Bu suretle hâcegân-ı divân-ı hümâyun tâbiri de tarihe karışmıştı. (O.T.D.S.)
HACEGÎ
f. Tüccar, ticaretle meşgul olan kimse. * Efendilik, hocalık.
HÂCE-İ ÂLEM
(Hâce-i Kâinat) Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir ünvanı.
HÂCE-İ EVVEL
Milletin ilmen ve fikren terakki etmesi için, çeşitli bilgileri, halkın rahatlıkla anlayabileceği bir lisan ile yayan kimse.
HACEL
Keklik kuşu.
HACEL
(Hacl) Utanma, sıkılma, hayâlılık.
HACELAN
Ayağında köstek olan kişinin yürümesi. * Bir ayak üstüne yürümek.
HACELE
(C.: Hacel-Hacelân-Haclâ) Dişi keklik. * Çeşitli elbiselerle süslü gelin evi.
HACEN
Eğrilik.
HACER
Taş, kaya. * İsmail Peygamber'in anasının ismi.
HACERAT
(Hacer. C.) Taşlar, kayalar.
HACEREYN
İki taş. * Mc: Altun ile gümüş.
HACER-İ SEMAVÎ
Gökten düşen taş. * Gök taşı.
HACER-ÜL ESVED
(El-Hacer-ül Esved) Kâbe'de bulunan meşhur siyah taş. Rengi siyah olduğundan "Esved" denmektedir. (İslâm Ansiklopedisi'ne göre: Kâbe'nin şark köşesinde olup, yerden bir buçuk metre yükseklikte kapıya yakın bir yerde yerleştirilmiş, üç büyük ve bir kaç tane de küçük parçadan müteşekkil ve gümüş bir halka ile çevrili ve bir adı da El-Ruh-ul Esved denilen taştır.)Rivayetlere göre; bu semavi bir taş olup Hz.İbrahim Aleyhisselâm'a Cebrail Aleyhisselâm tarafından getirildi. Daha evvel Ebu Kubeys Dağı'nda muhafaza ediliyordu.Hz. Ömer Radiyallahu anhu, Hacer-i Esved'e yaklaşıp öpmüş ve demiştir ki; "Çok iyi bilirim ki, sen zararı ve menfaatı olmayan bir taş parçasısın. Eğer Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm seni takbil ettiğini görmese idim, aslâ seni takbil etmezdim." (Sahih-i Buhari Tecrid-i Sarih Tercemesi) Kâbe'nin şark köşesinde ve yine yerden bir buçuk metre yüksekte diğer bir taş, El-Hacer-ül Es'ad (Mes'ud) da vardır ki; tavaf esnasında buna yalnız el ile temas edilir.
HÂCE-SERA
f. Haremağası, hadımağası.
HÂCET
(C.: Hâcât) İhtiyaç, lüzum, muhtaçlık.
HÂCETAŞ
f. Eskiden bir efendinin müteaddit kölelerinden her biri.
HÂCETMEND
f. İhtiyaç sahibi, muhtaç.
HÂCET-MENDÂNE
f. Muhtaçcasına, ihtiyaçlı olarak.
HÂCET-MENDÎ
f. Muhtaçlık, ihtiyaçlı olma.
HÂCETREVA
İhtiyacı gideren, ihtiyaç olan bir şeyi te'min eden.
HACEVCA'
Uzun ayaklı adam. * Uzun adam.
HACEZE
Zâlimler.
HACFE
(C.: Hucuf) Sade demirden olan kalkan.
HACHACE
Gizlenmek.
HACHACE
Korkudan melul olmak. * Sırrını demek isteyip yine dememek.
HACI
(C.: Hüccâc) Hacc farizasını yerine getirmiş olan müslüman.
HACIYATMAZ
Dibindeki ağırlıktan dolayı yere ne şekilde bırakılırsa bırakılsın, dik bir durum alan oyuncak. * Mc: Zor durumlarda kendisini çabucak toparlamayı beceren kişi.
HACÎ
(Hicv. den) Hiciv yazan, hicveden, yeren.
HÂCİB
Perde. * Perdeci. Kapıcı. * Eskiden Osmanlı İmparatorluğu zamanında Devlet Reisinin en yakın me'muru. Vezirler veya âmirler. * Kaş.
HÂCİBEYN
İki kaş.
HÂCİB-İ BÂRİ
Cebrail (A.S.)
HÂCİB-İ YEMİN
Sağ kaş.
HÂCİB-İ YESAR
Sol kaş.
HACÎC
(Hâcc. C.) Hacılar.
HACİD
Uyuyucu, uyuyan.
HACİF
Karın gurultusu.
HACİL
Otu çok olan yer.
HACİL
Ayaklarından üç tanesi beyaz olan at.
HACİL
Utanmış. Utanan. Utanmaktan yüzü kızaran.
HACİM
(Bak: Hacm)
HACİM
Saldıran. Hücum eden.
HACİN
Küçük hayvan. * Büluğdan önce evlenmiş olan kız.
HACİR
Hicret eden. Bir yerden bire yere göçen. * Sayıklıyan.
HACİRE
(C.: Hâcirât) Terbiye sınırlarına sığmayan kötü söz ve hezeyan. * (C.: Hevâcir) Günün en sıcak anları.
HACİRÎ
Yapıcı, kurucu.
HACİS
Tasa, keder, hüzün, gam. * Hâtıra. Kalb ve hissin en derin ve gizli sesleri.
HACİSE
(C.: Hevâcis) Merak, kalbe gelen endişe.
HACİYAN
(Hâcı. C.) Hacılar, hacc farizasını yerine getirmiş olan müslümanlar.
HACİZ
Ayıran. Bölen. * Vücudun içindeki bazı uzuvları ayıran karın zarı gibi zarların adı. * Haczeden. Borcunu ödeyemeyenin diğer mallarına el koyan. * Tıb: Bâdemin içindeki bazı oyukları ayıran bölme zarlarına denir. (Bak: Hicab)
HACL (HİCL)
(C.: Ahcâl-Hucul) Köstek. * Bukağı. * Küçük deve yavruları.
HACLA'
Ayakları beyaz olan koyun.
HACLE
(Haclegâh) f. Gelin odası. Gerdek odası.
HACLET
Şaşırma, acaibine gitme, taaccüb. * Utanma, arlanma.
HACLET-ÂVER
f. Utanç verici, utandırıcı.
HACLET-DİH
f. Utanç verici, utandırıcı.
HACLET-ENGİZ
f. Utandırıcı, sıkıltıcı.
HACM
(Hacim) Bir cismin kapladığı yer. Cirm. Cüsse. * Emmek. Massetmek.
HACMEN
Büyüklükçe. Hacim bakımından.
HACM-İ İSTİABÎ
Bir şeyin içine alabildiği miktar.
HACR
(Hicr) Men'etmek. Birisine bir şeyi yasak etmek. Malını kullanmaktan men'etmek. * Kucak. Ağuş.
HACRA'
Taş gibi katı ve sert olan şey.
 
HACREN
Malını kullanmaktan menetmek suretiyle.
HACUC
şiddetli esen rüzgâr.
HACUN
Eğrilik. * Uzak. * Mekke'de bir dağ.
HACUR
(C.: Hucerât) Dere kenarı.
HACZ
Men'etmek. Mâni olmak. * İki şeyin arasını ayırmak. * Alacaklı, borçludan alacağını alabilmesi için borçlunun malına el konulmak.
HAÇ
(Ermeniceden) Put. Haç. İstavroz.
HAD
f. Çaylak kuşu.HAD' (Hıd') : Aldatmak. * Dühul etmek, girmek. * Kurumak.
HAD'
Baş aşağı eğmek. * Tevâzu etmek.
HAD'A
Kamçıdan çıkan ses.
HADAA
(Hâdı'. C.) Hileciler, hilekârlar, aldatıcılar, dalavereciler.
HADACİR
Sırtlan.
HADAD
Küçük, beyaz boncuk.
HADAD
Mürekkep. * Nakış. * Akılsız, ahmak adam. * Kolay.
HADADE
Hamâkat, ahmaklık.
HADAE
İki yüzlü balta.
HADAFİL
Eski kaftanlar, eski elbiseler.
HADAİ'
(Hadîa. C.) Hileler, dalavereler, aldatmalar, yalanlar.
HADAİC
(Hidâce. C.) Deveye yüklenen yükler.
HADAİD
(Hadîd. C.) Demirden yapılmış şeyler. Sert şeyler.
HADAİK
(Hadîka. C.) Bahçeler.
HADAİK-I HÂSSA
Saray bahçeleri. Bunlar biri saray içinde, diğeri saray dışında olmak üzere iki kısımdı. Saray içindeki bahçe ve bostan işleriyle meşgul olanlara "Has Bahçe Bostancıları"; saray dışındakilere ise "Hassa Bostancıları" denilirdi. Saray dışı bahçe ve bostanların bazıları şunlardı: Kadıköy bağı, Davut Paşa bahçesi, Beşiktaş bahçesi, Dolmabahçe, Paşa bahçeşi, Florya, Fenerbahçe, Alibeyköyü, Hasköy bahçeleri ve daha birçok bahçe ve bostanlar. (O.T.D.S.)
HADAK
Patlıcan.
HADAKA
Elmas. * Her görüp beğendiğini aldırmak için kocasına teklif eden kadın.
HADALET
Baldırı ve kolu etli olma.
HADAN
Necid'de bir dağ.
HADANE
Çocuk beslemek.
HADAR
Çabuk yetişen ot.
HADAR
Mukim olmak, ikâmet etmek, oturmak.
HADAR
Suyu çok olan süt.
HADARET
Bir şeyin yanında bulunmak. * Huzur. Yakında olmak. * Hazır etmek. Hazır olmak. * Medeniyet.
HADASET
Gençlik. Yenilik. Tazelik. Yeniden oluş. Bir şeyin evveli, ibtidası.
HADB
Vurmak, darb etmek. * Deriyi etiyle ayırmak. * Isırmak. * Yalan söylemek. * Uzunluk.
HADB
şefaat etmek.
HADBA'
Uzun boylu akılsız kadın. * Yumuşak gönüllülük.
HADBA'
(C.: Hudeb) Kalçaları sıyrılıp çıkan zayıf dişi deve.
HADBE
Arka yumruluğu, kamburluk.
HADC
Deve palanı.
HADD
Hudut. Çizgi. Sınır. * Cürüm. * Salahiyyet. * Şeriatça verilen ceza. * Derece. Son derece. Münteha. * İnsana ârız olan şiddet ve titizlik. * Def etme. Men etmek. * Keskin. Sivri. * Sert. Gergin. * Man: Üç tasavvurdan ibaret olan kıyas. * Ekşi. * Tesirli, müessir.
HADD
Yol. * İnsan cemaatı. * Bir şeye tesir ederek iz bırakmak. * Yanak, yüz, vecih. * Yeri kazmak, yeri yarmak.
HADD
Gürültülü bir sesle çağıran. * Denizden gelen gürültülü dalga sesi. * Gürültü ile yıkılan.
HADDA
Deve çobanı.
HADDA'
(Hud'a. dan) Aldatıcı, hilekâr, dalavereci.
HADDAD
Demir işleri yapan usta, demirci, çilingir. * Muhâfız, bekçi, gardiyan. * Kapıcı.
HADDADÎ
Demircilik.
HADDAM
Muvaffakiyetli kişi. * İşlerinde başarılı ve becerikli kimse. * Çalışkan ve gayretli olan. * Hademe, hizmetçi.
HADDAN
İki yanak.
HADDAS
(Hads. den) Anlayışlı, zeki, çabuk kavrayan.
HADDE
Erimiş madeni döküp tel yapmağa mahsus delikli maden levha.
HADDE-İ TEDKİK
İnceden inceye araştırmak.
HADD-İ ASGAR
Man: Bir hükmün veya neticenin mevzuu. Küçük kaziye.
HADD-İ BÜLUĞ
Büluğa erme yaşı. Teklif-i İlâhînin başladığı, namaz ve oruç gibi dinî emirleri ifaya başlanılan yaş.
HADD-İ EKBER
Man: Bir hükmün veya neticenin mahmulü, yani sıfatı veya hali, oluşu. Büyük kaziye.
HADD-İ EVSAT
Man: Hadd-i asgar ile hadd-i ekberden çıkartılan diğer bir hüküm veya netice. Meselâ: Âlem hâdistir. Bunu, bu dâvayı isbat için: "Çünkü: Âlem mütegayyerdir ve her mütegayyer hâdistir" dediğimizde: Âlem, "hadd-i asgar"; hâdis, "hadd-i ekber", mütegayyer, "hadd-i evsat" olur.
HADD-İ İ'CAZ
Edb: Fasahatın mu'cize şeklinde olanı. (Bak: İ'caz)
HADD-İ İMKÂN
Mümkünün son haddi. Olabilirlilik. İmkân nisbetinde olan.
HADD-İ İTTİSAL
Bitişme noktası.
HADD-İ KAT'-İ TARÎK
Huk: Yolkesenlere verilecek ceza.
HADD-İ KAZİF
Nâmuslu bir kadına zina isnad edene karşı verilen şer'î ceza.
HADD-İ KEMAL
Olgunluk hâli. Kemalât haddi.
HADD-İ KİFAYE
Kifâyet derecesi, yeterlik derecesi.
HADD-İ KUSVA
Son derece. Son had.
HADD-İ MA'RUF
şeriatça bilinen, makbul olan had. Emredilen, müsaade edilen hudud.
HADD-İ MÜNTEHA
Son nokta.
HADD-İ MÜŞTEREK
Ortak derece.
HADD-İ SEKR
Fık: Şarap haricindeki diğer içkilerin bil'ihtiyar içilmesinden hâsıl olan sarhoşluğun icab ettirdiği ceza.
HADD-İ ŞER'Î
Şeriat kanunlarıyla verilen ceza.
HADD-İ ŞÜRB
Fık: Az veya çok miktarda şarap (alkollü içki) içilmesinden dolayı uygulanacak ceza.
HADD-İ TE'DİB
Bir suç işleyeni başkalarına örnek olacak şekilde cezalandırmak. Darp ve ta'zir gibi.
HADD-İ ZÂTINDA
Aslında. Yaradılışında.
HADD-İ ZİNA
Zinâ suçu işleyene verilen ceza.
HADD-NA-ŞİNAS
f. Haddini bilmez.
HADEB
Uzun boylu, akılsız kimse.
HADEB
Kambur olma, kamburluk.
HADEBE
Kambur, yumru. * Vücuttaki kamburluk.
HADEBİYYET
Yumruluk, kamburluk.
HADED
Engel, mâni, set.
HADEKA
Gözün siyahlığı, gözbebeği.
HADEKA-İ AYN
Göz güllesi, göz hadakası.
HADEMAT
Hademeler. Hizmetçiler.
HADEME
Hizmetçiler, hâdimler. * (C.: Hıdâm) Halhal. * Devenin ayağını bağladıkları kayış.
HADENG
(Hadenk) f. Kayın ağacı. * Kayın ağacından yapılmış ok.
HADER
Uyuşma.
HADER-İ UMUMÎ
Bütün vücudu kaplayan uyuşukluk.
HADERNAK
Örümcek.
HADES
Yeni olmak. Eskiden olmayıp sonradan görülmek. * Taze. Yiğit. Genç. * Fık: Abdest almayı icabettiren hal. Bazı ibadetlerin yapılmasına mâni olan ve necaset-i hükmiye sayılan hal. * Pislik.
HADES
(Hads) Sür'atle idrak etmek. Zan ve tahmin eylemek. Fikrini, re'yini bildirmek. Bir sözün mâna ve mefhumunda, bir hususun vaz' ve üslubunda başka tarz tasavvur eylemek. (Bak: Hads)
HADESAN
Şanssızlık, kısmetsizlik, talihsizlik. * Kaza.
HADESAT
(Hades. C.) Hadesler. Pislikler. (Bak: Hades)
HADES-İ ASGAR
Fık: Taharet-i suğra ile, yani yalnız abdest ile giden taharetsizlik hali. Bevletmek, kan gelmek sebebi ile hasıl olan hades gibi.
HADES-İ EKBER
Fık: Taharet-i kübra ile, yani gusül abdesti ile giderilen taharetsizlik halidir.
HADEYAN
Yelmek.
HADF
Yürüme hızı.
HADI'
Alçaltıcı. * Gönül alçaklığı ve huzu ile muttasıf.
HADIL
Yumuşak taze ot. * Islanmış, nemlenmiş.
HADIM AĞASI
(Bak: Hâdim ağası)
HADINE
Süt nine.
HADIR
Tembel, uyuşuk, uyumuş.
HADIYD
(Hazîz) Oturaklı, mütemekkin, yer. * Dağ eteği. Zir. Alçak yer. * Koz: Ayın veya başka bir seyyarenin mahreki üzerinde dünyaya en yakın bir mesafede bulunan nokta. Dünya ile diğer seyyarelerin güneşin merkezinden en uzak oldukları bir nokta.
HADİ'
Hileci, aldatıcı. * Bozuk, fena.
HADÎ
Birinci. * Mazluma yardım eden. * Deveyi şarkı söyleyerek süren.
HÂDÎ
Hidayete ermiş. Mürşid. Rehber, delil. Hidayet yolunu gösteren. Hidayete, doğruluğa eriştiren. Önde giden.
HADÎ AŞER
Onbirinci.
HADÎA
Davarın karnından gelen ses.
HADÎA
(C.: Hadâyi') Ustalıklı bir şekilde aldatma, oyun yapma.
HADİÂNE
f. Hile ile, hile yaparak.
HADÎB
Kınalı, kına yapılmış. * Boyalı, boyanmış.
HADİC(E)
Vaktinden evvel doğan erkek veya kız çocuğu.
HADİD
Demir, çelik. Sert, kavi olan. * Çabuk kavrayışlı, keskin, öfkeli, hiddetli, titiz. * Hudut ve sınır komşusu.
HADÎD
Dağ eteği. * İçinde yağmur suyu biriken alçak çukur. * Arz, yer, dünya.
HADİD SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 57. suresi.
HADİD-ÜL BASAR
Gözü keskin.
HADİD-ÜL MİZÂC
Öfkeli, çabuk kızan.
HADİD-ÜN NAZAR
Görüşü keskin olan.
HÂDİFE
Halktan bir kısım.
 
HADÎKA
Etrafı duvarla çevrilmiş bahçe. Sulu, ağaçlı bahçe.
HADÎKA-YI FERAHFEZA
İç açan bahçe. Gönüle ferahlık veren bahçe.
HÂDİL
(Hadl. den) Aşağıya sarkıtılmış. * Gözlerinde ve ağzında çıban olan deve yavrusu.
HADÎLE
Çayır, çimen.
HÂDİM
(Hidmet. den) (C.: Huddâm) Hademe, hizmetçi, hizmet eden, işe yarayan. * İmân ve İslâmiye'te ve millete faydalı olmağa çalışan. * Erkekliği yok edilmiş olanlar. Bunlardan saraylarla büyük kişilerin konaklarında çalışanlara Hadim ağası denilirdi. Osmanlı İmparatorluğunda bunlardan, büyük mevkilere yükselenler olmuştur. Hattâ sadrazam olanlar bile vardır.
HÂDİM
Yıkıcı olan, yıkan, tahrib eden.
HADİM AĞASI
Erkekliği yok edilmiş olan. Böyle kimselere "Tavaşi" de denilirdi. Bu gibiler, yabancı erkekler için mahrem sayılan harem dairesine girip çıktıkları ve muhafaza ile beraber harem hizmetini de gördükleri için kendilerine "Hâdim Ağası" adı verilirdi. (O.T.D.S.)
HADİME
(Hâdim. den) Kadın hizmetçi.
HADÎME
Su içinde eriyince pişmiş olan buğday.
HÂDİM-ÜL FUKARA
Fakirlere hizmet eden.
HÂDİM-ÜL HAREMEYN-İŞ ŞERİFEYN
Hilâfeti haiz olmaları hasebiyle Osmanlı Padişahlarına verilen ünvandır. Haremeyn; Mekke ile Medine'ye denilir. İslâm âleminin bu iki şehre hürmet-i mahsusaları sebebiyle ve daha fazla tâzim kasdiyle şerif sıfatını da ilâve ederek "Haremeyn-iş şerifeyn" denilmiştir. Haremeyn'in Hâdimi mânasına gelen bu tâbir ise ilk evvel Yavuz Sultan Selim hakkında kullanılmış, daha sonra bütün padişahlar hakkında istimal olunmuştur. Yavuz Sultan Selim Han Halep'i fethettiği haftanın ilk cum'a namazını Melik Zâhir camiinde eda ederken, hatib hutbede "Malik-ül Haremeyn-iş Şerifeyn" şeklinde adını anar anmaz, Yavuz Selim derhal yerinden kalkarak: "Haremeyn'in maliki olmak ne haddimdir. Ben Haremeyn'in hizmetkârı olmakla iftihar ederim." demek suretiyle tevazu göstermiş ve bu tabir ondan sonra, hutbelerde o suretle söylenmiştir.
HÂDİM-ÜL LEZZAT
Lezzetleri mahveden, yıkan. (Ölüm)
HADİN
Bir kuş cinsidir. (Hiç doymak bilmez, yediğini hemen hazmedip yine yemek ister, yüksek yerleri sever, değme yer üstüne konmaz, ağaç başlarına konup bütün yemişini yer, yemişleri kalmazsa başka yerlere gider.)
HADÎN
(C.: Hudenâ) Sâdık dost, vefadar arkadaş.
HADÎN-İ KADÎM
Eski dost.
HADİR
Gevşek, tembel, uyuşuk.
HADİR
(C.: Hadere) Şişen aza, yumrulanan organ.
HADİR
Öten güvercin. Kişneyen at. * Üstü koyu, altı sulu olan yoğurt.
HADÎRE
Hurması gök iken dökülen hurma ağacı.
HADÎRE
Kalabalık olmayan topluluk. * Yaranın içinde toplanan kan ve irin.
HADÎS
Her söylenişinde yeni haber gibi dinlenmeğe lâyık. Peygamberimizin (A.S.M.) sözü, emri ve hareketi. Sünnet-i Nebeviyye. Hadisten bahseden ilim. (Bak: Tevâtür)
HÂDİS
Yeni. Sonradan olan şey. Değişen. Hudus eden.
HÂDİSAT
(Hâdise. C.) Yeni olan şeyler. Hâdiseler.
HÂDİSE
(C.: Hâdisat, Havadis) Vâkıa, olay. Yeni bir şey, ilk defa olan. Haber.
HADÎS-İ Bİ-L MA'NA
Kelâm itibarı ile değil de mânaca doğru olan hadis.
HADÎS-İ KUDSÎ
Mânası Peygamberimiz'e (A.S.M.) vahy veya ilham edilen, kelimesi kendisinden sudur eden kudsî kelâm.
HADÎS-İ MEŞHUR
(Bak: Meşhur)
HADÎS-İ MEVZU'
Başkası tarafından söylendiği hâlde Peygamberimize (A.S.M.) isnad edilen hadis. Muan'an veya senedlerle tesbit edilmemiş hadistir. Manası yanlış demek değildir.
HADÎS-İ MUALLAK
Senedinin yalnız ibtidasından bir veya birkaç ravisi hazf edilmiş olan hadistir. Meselâ: Bir zat kendi şeyhini ve şeyhinin şeyhini zikr etmeksizin onların fevkindeki râvilerden itibaren senedi zikr etse ta'likte bulunmuş olur. (Ist. Fık.K.)
HADÎS-İ MÜRSEL
Peygamberimiz'den (A.S.M.) işitildiği bildirilen hadis-i şerif.
HADÎS-İ MÜTEVATİR
Kizb üzerine ittifakları aklen tecviz olunmayan cemaatlerin birbirinden ve ilk cemaatin de bizzat Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmdan rivâyet ettiği Hadis-i şeriftir. (İlm-i yakîni ifade eder. "Bu hadis-i şerif Peygamber'den (A.S.M.) sâdır olmuş mu?" demeğe imkân kalmaz).
HADÎS-İ SAHÎH
Hakkında şüphe edilemiyen ve doğru senetlere ve râvilere isnad edilerek müsbet olarak kat'i bilinen hadis-i nebevidir.
HADÎS-İ ŞEYHEYN
En muteber ve büyük hadis âlimlerinden İmam-ı Buharî ve İmam-ı Müslim'den rivayet edilen hadis-i şerif.
HÂDİS-ÜS SİNN
Yaşı taze. Genç delikanlı.
HÂDİŞE
Derisi parçalandığı halde kan çıkmayan yara.
HÂDİYE
Değnek, asâ, sopa. * Su içinden sivrilerek yükselen kaya.
HÂDİY-ÜT TARİK
Hidayet yoluna sevkeden, mürşid. Doğru yolda giden.
HADL
Meyletmek, yönelmek.
HADLEKA
şiddetle bakmak.
HADM
Birşeyi ağzına koyup, bir lokmada çiğneyip yemek.
HADMA'
Beyaz koyun.
HADME
Ateş gürültüsü.
HADR
Evmek, acele etmek. * Vücutta bir organın şişip yumrulaşması. * Men etmek, engel olmak. * Saçak bükmek.
HADRA
(Müennestir) Yeşillik. * Sebze. En yeşil. Pek yeşil.
HADRAVAT
(Hadrevât) (Hadrâ. C.) Yeşillikler, yeşillik.
HADRE
Yüz yüze olmak.
HADREBAN
Feryadı şiddetli olan, çok fazla bağıran.
HADRECE
Bükmek. * Sağlam yapmak, sağlamlaştırmak.
HADS
Uzun düşünce ve delile ihtiyaç kalmadan hâsıl olan ilim. Sür'at-i intikal. Ani ve doğru idrâk. Delilden neticeye çabuk varmak.(Akıl tâtil-i eşgal etse de, nazarını ihmal etse, vicdan Sânii unutamaz. Kendi nefsini inkâr etse de onu görür. Onu düşünür. Ona müteveccihtir. Hads ki, şimşek gibi sür'at-i intikaldir, dâima onu tahrik eder. Hadsin muzâafı olan ilham, onu dâima tenvir eder. Meyelânın muzâafı olan arzu ve onun muzâafı olan iştiyak ve onun muzâafı olan aşk-ı İlâhi, onu dâima mârifet-i Zülcelâle sevkeder. Şu fıtrattaki incizab ve cezbe, bir hakikat-ı câzibedarın cezbiyledir. M.N.)(.... Hem hiç mümkün müdür ki: O hads-i kat'î, o yakîn-i şuhudî hadsiz emarelerden ve o emareler, hadsiz müşahedat vak'ıalarından ve o müşahedat vakı'aları, şeksiz ve şüphesiz mebâdi-i zaruriyeye istinad etmesin. Öyle ise, şu ehl-i edyandaki bu itikadât-ı umumiyenin sebebi ve senedi, tevatür-ü mânevi kuvvetini ifade eden pek çok kerrat ile melâike müşahedelerinden ve ruhanilerin rü'yetlerinden hâsıl olan mebâdi-i zaruriyedir, esasat-ı kat'iyyedir. S.)
HADSEN
Sezmekle. Sür'atle intikal ve idrâk etmekle.
HADSÎ
Hadsle. Hadse dâir ve müteallik.
HADS-İ SÂDIK
Tam, doğru ve şüphesiz idrâk etme ve bilme.
HADSİYYAT
Mümkün olan şeyler. Olması ihtimali olan nesneler. Mümkinat.
HADSİZ
Hesapsız, sayısız. Belirli olmayan, çok.
HADŞ
Kaşımak. * Tırmalamak.
HADŞE
(C.: Hadeşât) Vesvese, kuruntu, merak, ye's, üzüntü, hüzün.
HADŞE-AVER
f. Rahatsızlık veren, insanı sıkıntıya koyan.
HADŞE-İ DERUN
İç sıkıntısı, gönül üzüntüsü.
HADŞE-NİSAR
f. Merak veren, vesvese.
HADUN
Memesinden biri diğerinden uzun olan koyun.
HADUR
İniş. * Alçak yer.
HADUR
Yemen diyarında bir şehrin adı.
HADUŞ
Pire. Sinek.
HADV
Sürmek.
HADY
Evmek, acele etmek. * Rüzgârın esmesi.
HAFA
Berdi denilen otun beyaz ve yaş olan kökü.
HAFA
Gizlilik. Gizli olmak. Saklılık.
HAFA'
Yalın ayak yürümek.
HAFA (HAFÂYE)
Çok yürümekten adamın ayağının ve davarın tırnağının aşınması.
HAFAFÎŞ
(Huffâş. C.) Yarasa kuşları.
HAFAGÂH
f. Gizlenilecek yer, gizlenme yeri, siper.
HAFAİR
(Hafîr. C.) Oyuklar, delikler, çukurlar.
HAFAK (HAFAKAN)
Muzdarib olmak, acı çekmek. * Deprenmek.
HAFAKAN
Sıkıntı. Kalb çarpıntısı. Iztırab.
HAFAT
(Hâfe. C.) Sahiller, deniz kenarları, kıyılar.
HAFAVE
Bir kimseyi mübâlâga ile sormak. * Şefaat etmek. * İkramda ve iltifatta mübâlağa etmek.
HAFAYA
(Hafi. C.) Gizli şeyler. Sırlar.
HAFAYA-YI UMÛR
İşlerin gizli tarafı.
HAFAZA
(Hâfız. C.) Muhafızlar. Muhafız melekler.
HAFC
Titremek. * Ayağını eğri basan.
HAFCAG
Tatar beyi. (Aslı: Kıpçak)
HAFD
Evmek, sür'at.
HAFE
İçine bal konulan sahtiyan tuluk.
HÂFE
(C.: Hâfât) Sâhil, kıyı, deniz kenarı. * İki veya daha fazla sathın, bir açı teşkil ederek birleşmesinden meydana gelen uzunlamasına keskinlik.
HAFEDE
(Hafid. C.) Yardımcılar, hâdimler.
HAFEF
Fakirlik. Darlık. * Şiddet.
HÂFE-İ NEHR
Nehir kenarı.
HÂFE-İ TARÎK
Yol kenarı.
HAFELLEH
Ayaklarının uç kısmı birbirine yakın olup, ökçeleri uzak olan.
HAFENDER
Malını güzel tedbirlerle çoğaltan mal sahibi.
HAFER
Çok fazla utanmak.
HAFER
Çukurdan çıkartılan toprak. * Dişin çürümüş kısmı veya kiri.
HAFEŞ
Gözün küçük olması ve görme kuvvetinin zayıf olması. (Öyle kişiye "ahfeş" derler.)
HAFEŞ
(C.: Ahfâş) İğne ve iplik koyacak kap. * Sel.
HAFET
Islıklı yılan.
HAFF
Alaca renkli at.
HAFF
Tavaf etmek. * Süslemek. * Hizmet etmek. * Kesmek.
HAFF
Bir şeyin etrâfını dolanan. Bir nesnenin çevresini dolanan.
HAFFAF
Ayakkabı, terlik vb. gibi şeyler yapan ve satan. Kavaf.
HAFFANE
(C.: Haffân) Deve kuşu yavrusu. * Hizmet. * Maiyyet.
HAFFAR
Çukur kazan, kuyu kazan.
HAFFE
(C.: Hıff) Çulhaların bez sardıkları ağaç.
HAFHAFA
(C.: Hafâhıf) Köpeğin, yemek yerken ses çıkarması. * Sırtlan sesi.
HAFIK
Ufkun nihayeti. Şark veya garb tarafı. * Vuran, çarpan, çırpınan.
 
HAFIKAN
(Hâfıkeyn) Mağrib ile maşrık. Şark ile garb. Doğu ile batı.
HÂFIZ
Kur'ân-ı Kerim'i tamamen ezbere okuyan. * Kur'an-ı Kerim'in mânası ile beraber her şeyini yaşamaya ve muhafazaya çalışan. * Muhafaza eden. Koruyan. Hıfzeden. (Hadis ilmi ile meşgul ve mütehassıs olup yüzbin hadis-i şerifi senetleri ile beraber ezberden okuyanlara da Hâfız-ül hadis denirdi.) (Ist. Fık. K.)
HÂFIZ
Alçaltıcı. * İnsana haddini bildiren. * Rahatta olan.
HÂFIZA
Muhafaza eden. Ezberleme kuvvesi. Kuvve-i hâfıza.
HÂFIZA-PİRÂ
f. Hafızayı süsleyen. * Uğur sayılarak ezberlenen şey.
HÂFIZ-I HAKİKÎ
Hakiki ve tam muhafaza eden. (Allah)
HÂFIZ-I KÜTÜB
Kitabları hıfzeden, saklayan. Kütüphane me'muru, kütüphaneci.
HÂFIZ-I ŞİRAZÎ
(Bak: Sa'd-ı Şirazî)
HAFİ
Yalın ayak yürüyen veya koşan. * Çok ikram eden insan. İnsanı güler yüzle karşılayan.
HAFÎ
Gizli. Açıkta olmayan. Saklı. * Fık: Sigasından dolayı değil, bir ârızadan dolayı mânası kapalı kalan lafız.
HAFÎD
Evlâd. Oğul. Torun.
HAFÎDE
Kız torun.
HAFİF
Ağır olmayan. Hafif. Yeğni.
HAFÎF
Kuş uçarken, at koşarken veya rüzgâr eserken meydana gelen hışırtı, hışlama.
HAFİF-İ KEBUTER
Güvercinin uçarken çıkardığı ses.
HAFİF-ÜL MİZAC
Kararsız, hoppa, temkinsiz.
HAFİF-ÜR RUH
Ruhu hafif olan, hoşsohbet.
HÂFİL
Dolu, mümteli.
HAFİR
(C.: Havâfir) Davar tırnağı.
HAFÎR
Kazılmış yer. Çukur. Mezar.
HÂFİR
Kazan, kazıcı, hafriyat yapan. Yerde çukur açan.(Esâsen kazıcı mânasına sıfat olmakla beraber, atın tırnağına isim olmuştur. Ve o münasebetle tırnağının kazdığı çukura, yani izine ve o suretle açılan çığıra dahi merdiyye mânasına râdiye ıtlak olunur. E.T.)
HAFİRE
Evvelki hâline ve evvelki yerine dönmek.
HÂFİR-İ Bİ'R
Kuyu kazan.
HÂFİR-İ KABR
Mezar kazan, mezarcı.
HAFİŞE
Sel yolu.
HAFİY
Her şeyi arayıp bilmiş olan âlim. * Bir şeyi mübâlağa ile arayıp bilen kimse.
HAFİYE
Saklı ve gizli şeyleri araştıran. * Casus. * Polis.
HAFİYE (HÂFİYYE)
(C.: Havâfi) İnsan bedeninde gizli olan can. * Kuş kanadında ebâhirden sonra olan dört kısacık yeleklerin her birisi. * Gizli, mestur.
HAFİYEN
İkram ederek. * Yalınayak olarak.
HAFİYY Ü CELÎ
Gizli ve âşikâr.
HAFİYYAT
Gizli şeyler. Gizlilikler.
HAFİYYAT-I UMÛR
İşlerin saklı tarafları, gizli kısımları.
HAFİYYEN
Gizlice, saklı olarak, gizliden. Aşikâr olmıyarak.
HAFİYYETEN
Gizlice, gizli ve saklı olarak.
HAFÎZ
Hodbinliği, kibri, serkeşliği kırılmış kimse. Aşağı basılmış.
HAFÎZ
Esirgeyen. Koruyan. Muhafaza eden. Muhafız.
HAFİZALLAH
Allah korusun. Allah muhafaza etsin, Allah saklasın (anlamındadır).
HAFÎZİYYET
Muhafaza edicilik, koruyup esirgeyicilik. * Cenâb-ı Hakk'ın, bütün tohum ve çekideklerde olduğu gibi, bir mahlûkun başına gelecek vaziyetleri ve başından geçenleri muhafaza edici sıfatı. Cenab-ı Hakk'ın muhafaza ediciliği.(İsm-i Hafız'in tecelli-i etemmine işaret eden: âyetidir. Kur'an-ı Hakîm'in bu hakikatına delil istersen: Kitab-ı Mübin'in mistarı üstünde yazılan şu kâinat kitabının sahifelerine baksan, ism-i Hafîz'in cilve-i azamını ve bu âyet-i kerimenin bir hakikat-ı kübrasının naziresini çok cihetlerle görebilirsin. Ezcümle: Ağaç, çiçek ve otların muhtelif tohumlarından bir kabza al. O muhtelif ve birbirine muhalif tohumların cinsleri birbirinden ayrı, nevileri birbirinden başka olan çiçek ve ağaç ve otların sandukçaları hükmünde olan o kabzayı karanlıkta ve karanlık ve basit ve câmid bir toprak içinde defnet, serp. Sonra mizansız ve eşyayı farketmeyen ve nereye yüzünü çevirsen oraya giden basit su ile sula. Sonra senevî haşrin meydanı olan bahar mevsiminde gel, bak! İsrâfil-vâri melek-i ra'd; baharda, nefh-i Sur nev'inden yağmura bağırması, yer altında defnedilen çekirdeklere nefh-i ruhla müjdelemesi zamanına dikkat et ki, o nihayet derece karışık ve karışmış ve birbirine benziyen o tohumcuklar, ism-i Hafîz'in tecellisi altında kemal-i imtisal ile hatasız olarak Fâtır-ı Hakîm'den gelen evamir-i tekviniyeyi imtisal ediyorlar. Ve öyle tevfik-i hareket ediyorlar ki: Onların o hareketlerinde bir şuur, bir basiret, bir kasd, bir irade, bir ilim, bir kemal, bir hikmet parladığı görünüyor. Çünki görüyorsun ki: O birbirine benzeyen tohumcuklar, birbirinden temayüz ediyor, ayrılıyor. Meselâ bu tohumcuk, bir incir ağacı oldu. Fâtır-ı Hakimin nimetlerini başlarımız üstünde neşre başladı. Serpiyor, dallarının elleri ile bizlere uzatıyor. İşte bu, ona sureten benziyen bu iki tohumcuk ise, gün âşıkı namındaki çiçek ile, hercâi menekşe gibi çiçekleri verdi. Bizler için süslendi. Yüzümüze gülüyorlar; kendilerini bizlere sevdiriyorlar. Daha buradaki bir kısım tohumcuklar, bu güzel meyveleri verdi. Ve sünbül ve ağaç oldular. Güzel tad ve koku ve şekilleri ile iştihamızı açıp, kendi nefislerine bizim nefislerimizi davet ediyorlar. Ve kendilerini müşterilerine feda ediyorlar. Tâ nebatî hayat mertebesinden, hayvanî hayat mertebesine terakki etsinler. Ve hâkeza... kıyas et. Öyle bir surette o tohumcuklar inkişaf ettiler ki, o tek kabza, muhtelif ağaçlarla ve mütenevvi çiçeklerle dolu bir bahçe hükmüne geçti. İçinde hiçbir galat, kusur yok. sırrını gösterir. Herbir tohum, ismi-i Hafîz'in cilvesiyle ve ihsaniyle ona pederinin ve aslının malından verdiği irsiyeti; iltibassız, noksansız muhafaza edip gösteriyor. İşte bu hadsiz harika muhafazayı yapan Zât-ı Hafîz, kıyamet ve haşirde, hafîziyyetin tecelli-i ekberini göstereceğine kat'i bir işarettir. Evet bu ehemmiyetsiz, zâil, fâni tavırlarda bu derece kusursuz, galatsız hafîziyyet cilvesi bir hüccet-i katıadır ki; ebedi te'siri ve azim ehemmiyeti bulunan emanet-i kübra hamelesi ve arzın halifesi olan insanların ef'al ve âsâr ve akvâlleri ve hasenat ve seyyiatları, kemal-i dikkatle muhafaza edilir ve muhasebesi görülecek. Âyâ bu insan zanneder mi ki, başıboş kalacak. Hâşâ!... Belki insan, ebede meb'ustur ve saadet-i ebediyeye ve şekavet-i daimeye namzeddir. Küçük-büyük, az-çok her amelinden muhasebe görecek. Ya taltif veya tokat yiyecek. İşte hafîziyyetin cilve-i kübrasına ve mezkûr âyetin hakikatına şâhidler had ve hesaba gelmez. Bu mes'eledeki gösterdiğimiz şahid; denizden bir katre, dağdan bir zerredir. L.)
HAFK
Naldan çıkan ses.
HAFL
Kederlenme, hüzünlenme, tasalanma. * Toplantı, toplanma.
HAFNE
(C.: Hafenât) İki avuç dolusu olan şey.
HAFR
Ahdinde durmamak. * Kiraya vermek.
HAFR
Kazmak ve çukur etmek.
HAFRİYAT
Yeri kazıp derinleştirmeler. Kazılar.
HAFS
Her nesnenin boşu.
HAFS
Hız. Sür'at.
HAFS
Toplama, cem'etme. Biriktirme.
HAFSA
Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) zevcelerinden biri ve Hz. Ömer'in (R.A.) kızı.
HAFŞ
Celbetmek, çekmek. * Yeri kazıp oymak. * Birbiri ardınca tez tez gelmek.
HAFŞ
Tıb: "Tavuk karası" adı verilen bir göz hastalığı.
HAFT
Sâkin olmak. * Sözü gizli söylemek.
HAFT
Dövmek.
HAFTA
f. Yedi günden ibaret müddet. Yedi günlük müddet.
HAFTAN
Eskiden savaşlarda zırh üzerine giyilen bir cins pamuklu elbise. * Kaftan.
HAFUD
Karnındaki yavrusunu âzası belirmeden düşüren deve.
HAFUR
Bir ot cinsi.
HAFV
Men etmek, mâni olmak, engel olmak.
HAFY
Gizlemek. * Setretmek, örtmek. * İzhar etmek, görünmek. * Parlamak, yıldıramak.
HAFZ
Taşımak için hazırlanmış ev eşyası. Ev eşyası taşıtılan deve. * Bir şeyi eğmek veya elden bırakmak.
HAFZ
Aşırı olmama hali. * Refah ve ferahlık. Huzur ve rahat. * Yavaş yavaş mülayim yürüyüş, itidal. Alçak. * Kelimenin son harfini esre, yâni "i" diye okumak. * Sözü boğaz içinden söylemek.
HAH
f. (Hasten : "İstemek" mastarından yapılmıştır.) Kelimenin sonuna getirilerek isteyen, ister mânasında terkib yapılır. Meselâ: Bed-hah : Kötülük isteyen.
HAH NA-HAH
f. İster istemez.
HAHAM
Mûsevilerin dinî reisi, râhibi, âlimi.
HAHAN
f. İstekli, arzulu, tâlib.
HAHEM
(Hâsten) mastarından, "İsterim" mânasına fiildir.
HAHER
f. Kızkardeş. Hemşire.
HAHERÎ
f. Hemşirelik, kızkardeşlik.
HAHER-ZADE
f. Hemşirezade, kızkardeş çocuğu. Yeğen.
HÂHİŞ
f. Fazla arzu, isteyiş.
HÂHİŞGER (HÂHİŞKER)
f. Arzulayan. İsteyen. İstekli.
HÂHİŞGERAN (HÂHİŞKERÂN)
f. Hâhişgerler, istekliler, tâlibler.
HÂHİŞ-İ VİCDANÎ
Vicdanî isteyiş ve arzu.
HAİB
Mahrum. Ümidsiz. Kederli. Me'yus. Bi-behre olan.
HAİB
(Heybet. den) Kokan, Utanan. Utangaç.
HAİBEN
Muvaffakiyetsiz olarak. Mahrum olarak.
HAİBÎN
(Hâib. C.) Zarar ve ziyâna uğrayanlar. * Mahrum olanlar. * Me'yus olanlar, üzülenler.
HAİC
(Hâyic) Coşkun, heyecanlı.
HAİD
Pişman, nedamet eden, tövbekâr, nâdim.
HAİF
Gadir eden, azarlayan. Zulmeden.
HAİF
(Havf. dan) Korkan. Korkmuş olan.
HAİFANE
Korkakcasına, ödlekçesine.
HAİFEN
Korkarak, korkakçasına.
HAİK
(C.: Hayyak) Çulha.
HAİL
Korku ve dehşet veren.
HAİL
Perde. Mânia. İki şey arasını ayıran.
HAİLE
Neticesi fâcialı tiyatro piyesi. Trajedi. (Bak: Dram)
HAİM
(Hâyim) Hayrette kalan. Mütehayyir. Sersem.
HAİN
Emanete hıyanet eden. İyiliğe karşı kötülük eden.
HAİNANE
Hâincesine, hâin bir kişiye yakışır şekil ve surette.
HAİR
Hayrette kalmış, mütehayyir. Şaşırmış, taaccüb etmiş.
HAİR-İ BAİR
Şaşkın, sapıtmış. * Aklını kaybederek ne yapacağını bilemiyen.
HAİT
Bir yeri çevreleyen duvar. Tahta perde. Çit.
HAİZ
Bir şeye sahip olma. Sahip. Mâlik. * Yer tutan. * Akranından mümtaz olan.
HAİZ
(Bak: Hayz)
HAİZ-İ EHEMMİYET
Ehemmiyetli, mühim, önemli.
HAK
(Bak: Hakk)
HÂK
f. Toprak. Turab.(Hâk ol ki, Hüdâ mertebeni eyleye âli.Tâc-ı ser-i âlemdir o kim hâkk-ı kademdir.)
HÂK
Vasat. Vasatî. Orta.
HÂK İLE YEKSAN
Yerle bir.
HAKAİD
(Hakd. C.) Kinler, garezler, hasedler.
HAKAİK
(Hakayık) (Hakikat. C.) Hakikatler.
HAKAİK-I NİSBİYE
Nisbete, ölçüye göre olan hakikatlar.(Hakaik-ı nisbiye denilen şeyler, kâinatın eczası arasında bulunan rabıtalardır. Ve kâinattaki nizam, ancak hakaik-ı nisbiyeden doğmuştur. Ve hakaik-ı nisbiyeden kâinatın envaına bir vücud-u vahid in'ikas etmiştir. Hakaik-ı nisbiye, büyük bir ölçüde hakaik-i hakikiyeden çoktur. Hattâ bir zatın hakaik-ı hakikiyesi yedi ise, hakaik-ı nisbiyesi yediyüzdür. Binaenaleyh kubuh ve şerde, şer varsa da, kalildir. İ.İ.)
HAKALLED
Dar gönüllü, bahil kimse.
HAKAN
Eski Türklerde hükümdar mânasınadır.
HAKAN-I MAĞFUR
Ölmüş hükümdar.
HAKANÎ
Hâkan ile ilgili, hâkana mensub.
HAKARET
Küçüklük. İtibarsızlık. Hor ve hakir görmek. Küçümseme. Küçük görme. Tâzimsizlik.
HAKARET-ÂMİZ
f. Hakaretle karışık. Hakaretle beraber.
HAKAYIK
(Bak: Hakaik)
HAKAYIK-I NİSBİYE
(Bak: Hakaik-ı nisbiye)
HAKAYIK-I SEB'A
Yedi hakikat. Fatiha suresinin yedi âyeti. İmanın altı şartı ve İslâmiyet ile yedi olan mühim hakikatlar. Kur'an-ı Kerim'in yedi vechile hârika olması gibi hakikatlar.
HAKAYIK-ÜL VEKAYİ'
Hâdiselerin hakikatları.
HAKB
Devenin semerini karnına bağlamakta kullanılan ip. * Tutulmak.
HAKBA'
Yaban eşeğinin dişisi.
HAK-BÎN
f. Hakkı gören. Hak veren. Hakka imân eden. Hakka inanan.
HAKBÎZ
f. Toprak kalburu.
HAKD
Kin tutmak. Adâvetini gizlemek. (Bak: İhnet)
HAKDAN
f. Dünya, arz, yer.
HAKEK
Yumuşak beyaz taş.
HAKEM
İki tarafın anlaşmak üzere hükmüne rıza göstermek için seçtikleri kimse. Haklı ve haksızın ayrılmasında aracılık eden.
HAKEME
(C.: Hakemât) Damak geminin halkası.
HAKEMEYN
İki hakem. * Tar: Sıffîn Vak'asında Hz. Ali (R.A.) ile Hz. Muaviye (R.A.) arasında hakem seçilen Amr İbn-ül As ile Ebu Muse-l Eş'arî.
HAK-ENDİŞ
f. Hakkı düşünen. Hakkı arayan, doğruluk için endişe eden.
HAKESARÎ
f. Perişanlık, düşkünlük.
HAKEZA
Öylece. Bunun gibi. Böyle.
HAK-GÛ
f. Doğru ve hak söyleyen.
HAKHAH
Gecenin ilk saatlerinde gitmek.
HAKHAKA
Zahmetli ve meşakkatli yolculuk yapmak.
HAKIB
Karnı guruldayan kişi. * Necaseti şedit kişi.
HAKIL
Erkek fâre.
HAKIN
Sidik zorluğu olan kimse.
HAKINE
Boğaz altındaki çukurcuk.
HAKÎ
f. Toprak rengi. Toprakla alâkalı.
HAKÎ
Anlatan. Hikâye eden.
HAKÎ'
Kırağı.
HÂK-İ MEZAR
Mezar toprağı.
HÂK-İ PÂK
Temiz toprak.
HÂK-İ VATAN
Vatan toprağı.
HAKÎBE
Heybe.
HAKÎK
Haklı, hak sahibi olan. * Müstehak, lâyık, münasib.
HAKİKAT
(C.: Hakaik) Bir şeyin aslı ve esâsı. Mahiyeti. Gerçek. Doğru. Sahih. Künh. Sâbit ve vâki. * Kadirbilirlik. Sadâkat, doğruluk. Kâinat ve tabiat ve uluhiyet hakkında bütün teşbih ve mecazlardan âri ve zâhir olan gerçek. * "Mecâz" karşılığı, esas olarak kullanılan kelime. * Edb: Bir kelime neyi anlatmak için konulmuş ise, bu kelimenin o mânada kullanılması; göz kelimesinin, aynı o bilinen uzuv mânasında kullanılması gibi. (Bak: Mahiyet, Mecaz)
HAKİKAT-BÎN
f. Hakikatı gören, hakikatı anlayan. Hakikatşinas. Hakikata inanan.
HAKİKATEN
Doğrusu, gerçekten, hakikat olarak.
HAKİKAT-GU
f. Doğru sözlü. Doğru konuşan.
 
HAKİKAT-I HÂRİCİYE
Hayat gibi âlem-i şehadete gelmiş varlık.
HAKİKAT-I SÂBİTE
f. Sâbit, değişmez hakikat.
HAKİKAT-PEREST
f. Hakkı ve hakikatı seven, hakikata inanan. Dürüst, hakikat âşığı.
HAKİKAT-ŞİNAS
f. Hakikatı doğru tanıyan, bilen. Hakikata imân eden.
HAKİKAT-ŞİNASÂNE
f. Gerçeği, hakikatı tanıyana yakışacak surette.
HAKİKÎ
Gerçek. Hakikate mensub. Sâhici, doğru.
HAKÎLE
Uzun buğday. * Bağırsak içinde olan su.
HAKÎM
Hikmetle muttasıf olan ve mevcudatın hakikatına vâkıf olan. Hikmet mütehasssı. İlm-i hikmette mütebahhir ve mütehassıs olan. İş ve emirleri hikmetli ve yanlışsız olan. * Tabib, doktor.
HÂKİM
Galib. Haklı ve haksızı ayırıp hak ve adalet üzere hükmeden. Başkasını müdahale ettirmeden idare eden, Allah (C.C.) * Memleketi idare eden. * Mahkeme reisi. (Hâkim-i Hakikî, Hâkim-i Ezelî, Hâkim-i Mutlak, Hâkim-i Zülcelâl, Hâkim-i Lemyezel... gibi isimlerle, Cenab-ı Hakk'a âit olan Hâkim sıfatı Kur'ân-ı Kerim'de 86 def'a zikredilir.)
HAKİM EBU ABDULLAH
Muhammed bin Abdullah ibn-i Beyyi' (Hi: 321-405) Sâmâniye Devleti Nişabur Kadılığında bulunmuş büyük muhaddislerden, Şafiî fakihlerinden, asrının en büyük din âlimi diye bilinen bir zattır. Bir çok eser te'lif etmiştir. Başlıcaları: El Müstedrek Ale-s Sahihayn, Kitab-ül İlel, El-İklil, El-Emali, Teracüm-üş Şüyuh, El Medhal ilâ İlm-is Sahih, Fazâil-ül İmam-üş Şafiî, Tarih-i Ulemâ-i Nişabur, Marifet-ül Hadis ünvanlarındadır.
HAKÎMANE
f. Hikmetli olarak. Hakîm olana yakışır surette.
HÂKİMANE
Hükmederek, hâkim olarak. Hâkime yakışır tarzda.
HÂKİME
Kadın hâkim.
HAKÎM-İ LOKMAN
(Bak: Lokman)
HAKÎM-İ MUTLAK
Tam hikmet sahibi olan. Cenab-ı Hak (C.C.)
HÂKİMİYYET
Hâkim oluş. Hükmediş. Âmirlik. Üstünlük. Müdahale ve rakibi kabul etmemek hali.(... Evet, bu kâinata geniş bir dikkat ile bakan; kâinatı gayet haşmetli ve gayet faaliyetli bir memleket, belki idâresi gayet hikmetli ve hâkimiyyeti gayet kuvvetli bir şehir hükmünde görür, her şeyi ve her nev'i birer vazife ile musahharâne meşgul bulur. âyetinin askerlik mânasını ihsas eden temsiline göre; zerrat ordusundan ve nebatat fırkalarından ve hayvanat taburlarından, ta yıldızlar ordusuna kadar olan cünud-u Rabbaniyeden, o küçük me'murlarda ve bu pek büyük askerlerde, hâkimâne tekvinî emirlerin, âmirâne hükümlerin, şâhâne kanunların cereyanları, bedahetle bir hâkimiyyet-i mutlakanın ve bir âmiriyyet-i külliyenin vücuduna delâlet ederler. Ş.)
HÂKİM-ÜŞ ŞER'
Kadılar (hâkimler) için kullanılan bir tâbirdir. Kadılar davaları şer'î hükümler dairesinde hall ü faslettikleri için bu tâbir meydana gelmiştir. Şeriat hâkimi demektir.
HAKÎ-NİHAD
f. Mütevazi, kibirsiz, alçak gönüllü.
HAKİR
Küçük. Ehemmiyetsiz. Kıymetsiz. İtibarsız. Kudretsiz.
HAKİRÂNE
f. Hakircesine. Hakir bir kimseye yakışacak tarz ve şekilde.
HAKİSTER
f. Kül, ateş külü.
HAKİYAN
(Hâki. C.) İnsanlar, nev'-i beşer, dünya halkı.
HAKK
(Bâtılın zıddı) Doğru. Gerçek. Vâcib ve lâzım olan. Her sâbit ve doğru olan şey. Adalet. Herkesin meşru olan salahiyeti, iktidarı, bir şey üzerindeki mâlikiyyeti. * Dâva ve iddia. * Hakikate uygunluk. * Geçmiş, harcanmış emek. Pay, hisse. * Münasib * Din. İslâmiyyet. * Kur'an. * Vukuu vâcib, geleceği şüphesiz olan. * Kıyamet. * Mahz-ı hakikat. * Yapacağını yalansız yapan kimse. * Musibet.
HAKK
Kazıma. Oyma. Maden üzerine yazı işlemek.
HAKKA
(Hakkan) Doğru olarak. Gerçek. Hakikat olarak. Lâzım ve sâbit kılmak.
HÂKKA
Kıyamet günü. * Âfet. Devamlı musibet. (Herkesin ve her kavmin amellerini isbat ve izhar eylediğinden kıyamet gününe bu isim verilmiştir) (L.R.)
HÂKKA SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 69. suresi olup Mekkîdir.
HAKKAK
Hokkacı, kutucu.
HAKKÂK
Hakkeden. Mühür vesair kazıyan.
HAKKÂKÎ
Mühür ve saire kazıma, hakkâklık.
HAKKAN
Hakikaten, doğrusu.
HAKKANÎ
Hak ve adalete uygun. Haklılığa uyar ve yakışır.
HAKKANİYET
Haktan ve doğruluktan ayrılmamak. Adalet üzere bulunmak. Adalet ve insaf ile lâzım olanı icra etmek.
HAKK-BÎNANE
f. Hakkı tanıyana göre.
HAKK-BÎNÎ
f. Hakkı görme, hakkı tanıma.
HAKK-CU
f. Hak arıyan.
HAKKE
Arka yükü. * Diş.
HAKKETMEK
Oyarak veya kazıyarak işlemek, yazmak.
HAKK-GÜZAR
f. Haktan ayrılmayan, hakkı tanıyan.
HAKK-I ÂMİRİYYET
Âmirlik hakkı.
HAKK-I İHTİTAB
Ormana yakın olan kimselerin ormandan odun kesmek hakkı.
HAKKIYET
Haklılık.
HAKK-İ MÜHÜR
Mühür kazıma.
HAKK-İ SEHV
Yanlışı kazıma.
HAKK-ŞİNAS
f. Hakka riayet eden. Hakkı tanıyan. Hak ile amel eden.
HAKK-UL YAKÎN
(Hakk-al yakîn) Mârifet mertebesinin en yükseği. En yakînî bir surette hakikatı müşahede edip yaşamak hali. Ateşin yakıcı olduğunu bütün hislerimizle yakından duyup yaşadığımız gibi. (Bak: Yakîn)
HAKL
Ziraate uygun yer.
HAKLE
(C.: Hıkâl) İçinde binâ ve ağacı olmayan mezrea.
HAKM
Bir nevi kuş.
HAKM
Atın ağzına gem vurmak.
HAKN
Sütü tuluma koyup toplamak ve sağıldıkça üzerine koymak. * Men etmek, engel olmak.
HÂK-NİŞİN
f. Dilenci, sâil, fakir.
HÂK-NİŞİNÎ
f. Dilencilik, yoksulluk, fakirlik, sefâlet.HÂK-PA(Y) f. Ayağın tozu, ayağın toprağı. Ayağın batığı toprak.
HAK-PEREST
f. Doğruluktan ayrılmayan, doğruluğu ciddi ve samimi seven. Hakka iman eden ve hak üzere âmil olan.(Fenn-i âdâb ve ilm-i münazaranın üleması mabeynindeki hakperestlik ve insaf düsturu olan şu: "Eğer bir mes'elenin münazarasında kendi sözünün haklı çıktığına taraftar olup ve kendi haklı çıktığına sevinse; ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna memnun olsa, insafsızdır." Hem zarar eder. Çünki: Haklı çıktığı vakit o münazarada bilmediği bir şeyi öğrenmiyor; belki gurur ihtimali ile zarar edebilir. Eğer hak hasmının elinde çıksa; zararsız, bilmediği bir mes'eleyi öğrenip, menfaattar olur; nefsin gururundan kurtulur. Demek insaflı hakperest, hakkın hatırı için nefsin hatırını kırıyor. Hasmının elinde hakkı görse, yine rıza ile kabul edip, taraftar çıkar; memnun olur. L.)
HAKR
Cem etmek, toplamak.
HAKR
Hor görmek.
HÂK-RAH
f. Yol toprağı.
HÂK-RUB
f. Süpürge.
HÂK-SAR
f. Toz toprak içinde kalmış. Perişan hâlli.
HÂKSARÎ
Perişanlık, düşkünlük, rezillik.
HAK-SEVER
Adaletle hareket eden, doğru bildiği şeyden ayrılmayan, dürüst.
HAKUD
Çok kin güden, hasetçi.
HAKV
(C.: Ahkâ-Hukka) Fota. Don. * Böğür.
HAKVE
Yürek ağrısı.
HAL
Küçük Hindistan cevizi.
HAL'
Kaldırma. Kal' etme. * Hükümdarı tahttan indirmek. Azletmek. * Mansıb ve mesnetten ihraç etmek. * Elbise gibi şeyleri soymak. * Bir şeyi izâle edip ayırmak ve terketmek. * Karısını boşamak. Evlâdını evlâdlıktan reddetmek.
HÂL
Dayı. * Vücudda hususan yüzde görünen siyah benek, ben.
HÂL
Durum, vaziyet. Görünüş. Tavır. Suret. Keyfiyet. * Cezbe. * Dert, keder, elem. * Mecâl. Kuvvet. * Gr: Fâili, mef'ulü veya her ikisinin durumunu bildiren sözdür. Halin sâhibine zi-l hâl denir.Meselâ : Reeytuhu mâşiyen: (Onu yürürken gördüm) cümlesinde Mâşiyen (yürürken) kelimesi, cümledeki mef'ulün hâlini bildirir. şimdiki zamanda olan fiilin durumuna da hâl denir.
HAL' (HULÂE)
Debbâğların dibâgat ettikleri derinin kazıntısı. * Vurmak. * Men etmek, engel olmak. * Hediye vermek, atâ etmek. * Cima etmek.
HAL' EDİLME
Hükümdarın tahttan indirilmesi. * Boşanmış olmak. * Kovulmuş olmak.
HALA
(C.: Hâlât) Babanın kız kardeşi, hala. Arapçada: Ananın kızkardeşi. Teyze.
HALA'
Koparmak. * Pişmiş et.
HALÂ
Yaş ot.
HALÂ
(Harf-i cerrdir) İstisnaya delâlet eder.
HALÂ'
Boş, hâli. * Ayak yolu, abdesthane. * Devenin çökmesi.
HÂLÂ
(Hâlen) şimdi. Henüz. şimdiye kadar. Elân.
HALÂA(T)
Yüzsüzlük, utanmazlık, hayâsızlık. * Kötülüğünden dolayı ailesi ve cemaatı kendisinden ayrılan kimse.
HALAB
f. Çamur, bataklık. Bataklık arâzi.
HALACA
f. Ayak yolu, abdesthane.
HALAFET
Ahmaklık, hamâkat, budalalık.
HALAHİL
(Halhal. C.) Arap kadınlarının süs olarak ayak bileklerine taktıkları halkalar. Bunlar altun veya gümüşten yapılır.
HALAİF
Halifeler.
HALAİK
(Halayık) (Halk. C.) Mahlukat. Yaratılmışlar. * Huylar. Tabiatlar.
HALAİL
(Halile. C.) Nikâhlı kadınlar, zevceler, karılar.
HALAK
(Halka. C.) Halkalar.
HALAK
Eskimiş ve yıpranmış bez. Paçavra.
HALAK
Nasib, hisse.
HALAKA
(Hâlik. C.) Berberler.
HALAKAT
Halukluk, güzel ahlâklılık, iyi huyluluk. * Düzlük, dümdüzlük.
HALAKAT
Halkalar.
HALAKÎ
Paçavracı.
HALAKİM
(Hulkum. C.) İnsan ve hayvanlarda boğazlar.
HALAL
Dostluk, ahbaplık. * İki şey arasında açıklık olma.
HALAL(ET)
İki şeyin arası açık olmak. * Dostluk. Samimi dostluk.
HALA'LA'
Erkek sırtlan.
HALALE
Kadın eş. Halile, zevce.
HALALUŞ
f. Kavga, döğüş, şamata, gürültü.
HALAS
Üzüm ağacına benzer bir ağaç (yanındaki ağaca sarılır gider; hoş kokusu vardır; akik gibi taneleri olur.)
HALAS
Kurtulma, kurtuluş. Selâmete ermek.
HALAŞE
f. Gemi dümeni. * Çörçöp.
HAL-AŞİNA
f. Hâl ve durumdan anlayan.
HALAT
(Hâle. C.) Halalar. Babanın kız kardeşleri. Arabçada: Ananın kız kardeşleri. Teyzeler.
HALAT
Kalın ip, gemi ipi.
HALAT
(Hâlet. C.) Haller. Suretler. Keyfiyetler.
HALAVET
Tatlılık. Şirin olmak.
HALAVETBAHŞ
f. Zevk veren, hâlâvet veren.
HALAVET-İ KELÂM
Sözün güzelliği ve akıcılığı.
HALAVETYAB
f. Zevk bulan, halâvet bulan.
HALAYIK
Cariye, hizmetçi.
HALB
Parçalama, pençeleme. * Birinin aklını başından alma.
HALB
Süt sağmak.
HALBA
Ahmak. Şaşkın. * Aldatıcı, hilekâr, sahtekâr.
HALBE
(C.: Halâbib) Bir yarış yapmak veya bir şeye yardım etmek için toplanan atlılar grubu.
HALBES
(C.: Halâbis) Bahadır, kahraman. Bir şeye sımsıkı bağlanıp ayrılmayan kişi.
HALBUKİ
(Hâl bu ki) Hakikat ve doğrusu şudur ki, öyle iken.
HALBUS
Serçeden küçük bir kuş.
HALC
Çekmek. * Hareket etmek.
HALC
Pamuğu temizlemek, havalandırmak ve kabartmak için yay ile atmak.
HALCE
Uzak, ırak yer, baid.
HALCEM
Uzun, tavil.
HALD
Devamlılık. Süreklilik. Dâimi. Bâki.
HAL-DAR
f. Benli, benekli.
HALE
Annenin kız kardeşi. Teyze. Türkçede babanın kız kardeşine hala denir. Arabçada dayıya "Hâl" denir.
HALE
Ay ve güneşin etrafında bazen görünen parlak dâire.
HALEB
Süt sağma. Sağılmış süt.
HALEBE
(Hâlib. C.) Süt sağanlar.
HALEBE
(Hâlib. C.) Kandıranlar, aldatanlar, hile yapanlar.
HALEBÎ
Halepli, Halep ahalisinden olan.
HALEC
Çalışmaktan, yürümekten veya ibadetten kemiklerin ağrıması.
HALECAN
Titreme. Kalb çarpıntısı. Heyecan.
HALECAN-I KALB
Kalb çarpıntısı.
HALED
Kalb.
HALEDAR
Haleli, halelenmiş. Parlak daireli.
HALEDE
Küpe.
HALEF
Birinin yerine sonradan geçen kimse. Babadan sonra kalan oğul.
 
HALEF AN-SELEF
Seleften halefe geçme. Geçen ve gidenden, gelene kalma. Babadan evlâda geçme.
HALEFEN
Arkadan gelerek.
HALEFİYYET
Haleflik, birinin yerine geçmiş olma.
HALEK
Kara, siyah.
HALEL
Bozukluk. Eksiklik. * Başkası tarafından verilen zarar. * İki şeyin aralığı. Boşluk. Açıklık.
HALELDÂR
f. Bozma. Bozulma. Bozulmuş.
HALELPEZÎR
f. Bozulan, Halel bulan. Eksik. Fesad kabul eden. Bozuk.
HALEM
Helâk olmak. * Dibâgat yaparken derinin kurtlanması.
HALEMAT
(Halme. C.) Meme uçları, meme başları.
HALEME
(C.: Halem-Halemât) Meme başı. * Büyük kene. * Bir ot cinsi.
HALEN
şu anda, henüz, şimdiki hâlde.
HALENBUS
Serçe renginde, ondan küçük bir kuş.
HALENC
(C.: Halânic) Ağaç, şecer.
HALESA
(Hâlis. C.) Hâlis, sâfi.
HÂLET
Suret. Hâl. Keyfiyet.
HÂLET-İ CEHENNEM-NÜMUN
Cehennem gibi çok azab verici hal.
HÂLET-İ GAŞY
Kendini bilmeyecek derecede baygınlık.
HÂLET-İ NEZ'
Ölüm hâleti. Can verme zamanı. Sekerat vakti.
HÂLET-İ RUHİYE
İnsanın ruh hâleti, manevi ve iç durumu.
HÂLET-İ ŞUHUD
şuhud hali, mânen veya misalen seyretme hâleti.(...Fakat ihatasız olan hâlet-i şuhudda ve rü'ya gibi rü'yetlerini tâbirde verdikleri hükümlerinde hakları olmadığı için kısmen yanlıştır. M.)
HALEVAR
f. Ay şeklinde olan, hilâl gibi olan.
HALEVAT
(Halâ. C.) Halvetler, boşluklar. * Yalnız bulunulacak yerler.
HALEZON
Sümüklü böcek kabuğu. Kabuklu sümüklü böcek.
HALF
Ardı. Arka. Kendinden sonra gelen. Arka taraf.
HALF(E)
Yemin etmek. Andiçmek. Kasem etmek.
HALFE
Andiçme, yemin etme.
HALFE
Yerine adam koymak. * Kılavuz.
HALF-I İMÂM
İmâmın ardı, arkası.
HALFÎ
Arka, ard ile alâkalı olan.
HALHAL
(C.: Halâhil) Ulu, şerif kişi.
HALHAL
Eskiden kadınların süs için ayaklarının topuklariyle baldırları arasına yani ayak bileklerine taktıkları altundan veya gümüşten yapılmış halka. Ayak bileziği.
HALHALE
Esneklik, elâstikiyet.
HALIK
(C.: Huluk-Havâlık) Büyük dağ. * Ağaca dolaşmış olan üzüm çubuğu. * Süt ile dolu olan koyun memesi. * Tıraş eden. Berber.
HALIK
Yoktan yaratan. Yaratıcı. Allah (C.C.)
HALIKIYYET
Yaratıcılık. Halk edicilik. İcad ve takdir.
HALİ
Tenhâ. Boş. Sahipsiz. Issız. İçinde bir şey olmama.
HALİ'
Boşanmış erkek, zevcesini şer'an terketmiş adam. (Müennesi: Hâlia'dır.) * İtaatsız, isyan eden, utanmaz, kayıtsız, hayasız. * Kovulmuş. * Soyulmuş.
HALÎ
Gamsız, kedersiz, gailesiz, dertsiz. * Evlenmemiş erkek, bekâr adam.
HALÎ
Hâl ile, vaziyet ile. Tavra âit. şimdiki. Hâle mensub.
HALÎ'
Ailesinden ayrılan kimse. * Kurt.
HÂL-İ HÂZIR
Şimdiki zaman, bu anki durum.
HÂL-İ İHTİZAR
Can çekişme, ölüm ânı.
HÂL-İ İNTİZAR
Bekleme hâli.
HÂL-İ SAHV
Arızi veya dâimi sebeplerle, şuurunu kaybetmiş bir kimsenin, muvakkaten şuurunun yerine gelmesi hâli.
HÂL-İ SİYAH
Siyah ben.
HALİB
(C.: Halebe) Aldatıcı, hilekâr, sahtekâr. (Müennesi: Hâlibe'dir.)
HALİB
Sütçü, süt satan kimse. * Sidik borusu.
HALÎB
Taze süt.
HALÎC
Liman. Boğaz. Kanal. Körfez. Koy. Denizin kara içine nehir gibi uzanmış kısmı. * Irmak. * Büyük çanak. * İp. * Deve ağzı.
HALİC(E)
Hareket ettirme. Sarsma, oynatma.
HALİCE
Pamuk eğiren.
HALÎCE
İçinde hurma ıslanmış süt. * Üzüm sıkıntısı.
HALÎC-İ FÂRİS
Basra körfezi.
HALİÇ
(Bak: Halîc)
HALİÇE
Küçük halı. Kilim. Seccâde. (Kaliçe de yazılır.)
HALİD
(Hulud. dan) Sonsuz, ebedi. Daimi.
HALİD BİN SİNAN
Benî Abes kabilesinin Bin-Bagis'ten ehl-i tevhid bir zat olup; Hz. Peygamber Efendimiz, bu zat hakkında: "O bir nebi idi, fakat onun kavmi onu zâyi etti" buyurmuşlardır. Kendisi Peygamberimizin zamanına yetişememiş ise de kızı Nezd, Hz. Peygamberimize geldiğinde, o sırada Peygamberimizin âyetini okuduğunu işitince: "Bunu, babam da okurdu" demiş olduğu rivâyet edilir.
HALİD BİN VELİD
Câhiliye devrinde Kureyş eşrafındandı. Hudeybiye muahedesinden sonra Müslüman oldu. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, kendisine Seyfullah namını vermiştir. Çok kahraman bir gazi idi. Suriye, Filistin, Şam gibi yerler onun himmeti ile feth olunmuştur. 18 Hadis-i şerif nakletmiştir.Hicri 21 senesinde Suriye'de dar-ı bekaya göçerken: "Bunca muharebelerde bulunup bu kadar yaralar almış olduğum halde, hiç birinde vefat etmeyip akıbet yatakta öldüğüme kederleniyorum." meâlinde konuşmuş, atını ve silâhlarını fisebilillah vakfetmiştir. (R.A.)
HALİDAT
(Hâlide. C.) Sürüp gidenler, devam edenler.
HALİDE
f. Saplanmış, dürterek bastırılmış.
HALİDE
Hâlid'in müennesidir. (Bak: Hâlid)
HALİF
İki dağ arasındaki yol. * Eski elbise. * Arkadan gelen. Sonradan gelen. Birinin yerine geçen.
HALİF
(Half. den) Yemin eden.
HALİF
Yemin ederek sözleşenlerden herbirisi.
HALİF
Yemin etmek.
HALİFE
Öncekinin yerine geçen. * Fık: İlâhî, yâni şer'î hükümlerin tatbik ve icrası için Peygamber'e (A.S.M.) vekil olan zât. İmam. İmamet-i kübra. (Namazda imama uyan cemaat gibi, halifeye de şer'î emirlerde öylece itaat edilir. Halifede aranan dört şart: İlim, adalet, kifayet, a'zâ ve havâsta selâmet.) (Bak: Hilafet)
HALİFE
(C.: Halefâ) Su içinde biten bir ot. (Türkçede "kandıra" derler.)
HALİFE
(C.: Havâlif) Türklerin kıldan veya keçeden yaptıkları çadırların direği, çadır direği.
HALİFE
(C.: Hülef-Hulefât) Gebe deve.
HALİFE-İ EVVEL
Devlet dairelerinde yazı işlerinde çalışanlar. Tanzimattan evvel kalem teşkilâtı; halife, halife-i sâni, halife-i evvel olmak üzere üç derece idi. Ondan sonra bir kısım dairelerde bunun yerine baş kâtib, bazılarında da mümeyyiz-i evvel denilmiştir.
HALİFE-İ MÜSLİMÎN
Yavuz Sultan Selim Han'dan sonraki Osmanlı Padişahları hakkında kullanılmış bir tabirdir. Müslümanların halifesi demektir.
HALİFE-İ RUY-İ ZEMİN
Yeryüzünün halifesi mânâsına gelen bu tabir, Yavuz Sultan Selim Han'dan sonra Osmanlı Padişahları hakkında kullanılmıştır.
HALİK
Tıraş edilmiş.
HALİK
Helâk olan. Mahv olan. Fenaya giden. Fâni. Zâil.
HALİKA
(C.: Halayık) Tabiat, mahlukât.
HALİKE
Çok hırslı, haris olan nefis.
HALİKÎ
Demirci.
HALİL
Samimi dost. Sâdık dost. * Nahif ve fakir kimse. (L.R.)
HALİL (HALİLE)
Zevc, koca. Nikâhlı karı. Zevce.
HALİLİYYE
Samimi dostluk ve kardeşlik.
HALİLULLAH
Allah'ın dostu, Hz. İbrahim (A.S.).
HALİL-ÜR RAHMAN
Allah'tan başkasından hiçbir zaman yardım dilemeyip, O'nun dostluğunu ihtiyar eden Hz. İbrahim'in (A.S.) lâkabıdır.
HALÎM
Yumuşak huylu. Hoş muamele yapan. (Bak: Elhalîm)
HALÎMÂNE
f. Yumuşak surette. Yumuşak huylulara yakışır bir tarzda.
HALÎME
Yumuşak huylu kadın. * Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın süt anasının ismi. Beni Sa'd bin Bekr kabilesindendir. Halime-i Sa'diye diye de anılır. (R.A.)
HALİN
Ahmak.
HALİS
Bahadır ve haris kimse.
HALÎS
Karışmış, muhtelif. * Siyah ile beyazı karışmış saç. * Tel.
HÂLİS
Hilesiz. Katıksız. Saf. Duru. Saffetli. * Pek beyaz. * Evvelce karışık iken kusuru zâil olan. * Her ameli, yalnız Allah rızası için işleyen. (Bak: İhlâs) (Müennesi: Hâlise'dir)
HÂLİSANE
f. Hâlise yakışır bir surette. Hâlis kimselere mahsus bir niyet ve fiil ile.
HÂLİSEN
Halis ve katıksız olduğu halde. Hilesizce, doğru olarak.
HÂLİSET
Edb: İbarenin düzgün ve akıcı olması.
HÂLİSİYYET
Doğruluk, hâlislik, hilesizlik.
HÂLİS-ÜD DEM
Arı kan, safkan.
HALÎT
Buz. Kırağı. Dolu.
HALÎT
Huk: Yol ve su gibi umumi olan araziler hukukunda ortak olan kimse. * Şerik, ortak. * Karışmış.
HALİTA
Karışık halde olan. Karma. İki veya muhtelif maddelerden yapılmış. * Madenlerin birbirleriyle birleşmelerinden hâsıl olan mürekkep madde.
HALİTA-İ DİMAĞÎ
f. Akıldaki muhtelif mes'ele ve fikirler. Dimağdaki karışık, muhtelif bilgiler.
HALÎ-ÜL-İZAR
Yüzü yırtık. * Mc: Edepsiz, ahlâksız, utanmaz.
HALİYE
(C.: Havâlî) Kendini süsleyen kadın.
HALİYEN
(Hâli. den) Boş olarak, boş olduğu hâlde.
HALİYEN
Şimdiki hâlde, şimdiki zamanda.
HALİYYAT
(Haliye C.) Bekâr kadınlar, evlenmemiş kızlar.
HALİYYE
Bağından boşanmış deve. * Yabancı bir yavru emziren deve. * Büyük gemi. * Arı kovanı. * Ahlâktan kinâyedir. * (C.: Haliyyât) Bekâr kadın, evlenmemiş kız.
HALK
İnsan topluluğu. İnsanlar. * Yaratmak. İcad. Örneği ve benzeri olmayan bir şeyi yaratmak, ibdâ' eylemek. * Bir şeyi yumuşatıp düzleştirmek. (Bak: İnşa, İbda')(Sivrisineğin gözünü halkeden, güneşi dahi O halketmiştir. M.)(Kâinatı elinde tutamayan, zerreyi halkedemez. M.)(Hem semâvat ve arzı halkeden, semâvat ve arzın meyvesi olan insanın hayat ve memâtından âciz kalır mı? S.)
HALK
Boğaz. * Tıraş etmek.
HALKA
Ortası boş yuvarlak şekil. * Dâire şeklinde olan şey.
HALKABEGUŞ
f. Kulağı küpeli, kulağı halkalı. * Mc: Köle, esir.
HALKABEND
f. Toplanıp yuvarlak meydana gelecek şekilde oturma.
 
HALKA-İ ÂB-GÛN
Gökyüzü, semâ.
HALKA-İ DÜRR
İnci dizisi.
HALKA-İ ZİKİR
Tasavvufta, zikir esnasında daire şeklinde oturmak.
HALKAN
Yaradılışça, hilkatça.
HALKAVÎ
Halka şeklinde.
HALKAZEN
f. Kapı çalan, kapı halkasını vuran.
HALK-I CEDİD
Ba'sü bade-l mevt, yeniden yaratılış. Yeniden yeniye tekrâren yaratılma. Ana karnındaki çocuğun, insan suretine inkılâb ettiği devre.
HALK-I DÜ CİHAN
İki cihanın halkı. * Ölülerle diriler.
HALK-I EF'ÂL
Mu'tezile fırkasının bir tabiridir. Hayvan ve insanların, kendi fiillerinin hakiki müessiri olduğunu iddia etmelerine verilen isimdir. (Bu iddiâlarını Ehl-i Sünnet ulemâsı müsbet delillerle reddetmiştir.)(Ehl-i dalâlet ve bid'at fırkalarından bir kısım zatlar, ümmet nazarında makbul oluyorlar. Aynen onlar gibi zatlar var; zâhiri hiçbir fark yokken, ümmet reddediyor. Bunda hayret ediyordum. Meselâ: Mu'tezile mezhebinde Zemahşerî gibi, İ'tizalde en müteassıb bir ferd olduğu halde, muhakkıkîn-i Ehl-i Sünnet, onun o şedit itirâzâtına karşı; onu tekfir ve tadlil etmiyorlar, belki bir rah-ı necat onun için arıyorlar. Zemahşerî'nin derece-i şiddetinden çok aşağı Ebu Ali Cübbaî gibi Mu'tezile imamlarını, merdut ve matrud sayıyorlar. Çok zaman bu sır benim merakıma dokunuyordu. Sonra lütf-u İlâhî ile anladım ki: Zemahşeri'nin Ehl-i Sünnet'e itirâzâtı, hak zannettiği mesleğindeki muhabbet-i haktan ileri geliyordu. Yâni, meselâ: Tenzih-i hakiki; onun nazarında, hayvanlar kendi ef'âline hâlik olmasiyle oluyor. Onun için, Cenab-ı Hakk'ı tenzih muhabbetinden, Ehl-i Sünnet'in halk-ı ef'âl mes'elesinde düsturunu kabul etmiyor. Merdut olan sâir Mu'tezile imamları muhabbet-i haktan ziyade, Ehl-i Sünnet'in yüksek düsturlarına kısa akılları yetişemediğinden ve geniş kavânin-i Ehl-i Sünnet, onların dar fikirlerine yerleşemediğinden, inkâr ettiklerinden merdutturlar. M.)
HALK-I EZDAD
Birbirine zıd halleri bir şeyde yaratmak. Meselâ: Bir zerrede hem def edici hem de cezb edici (çekici) kuvvetin bulunmasını yaratmak.
HALK-I ŞER
Şerrin yaradılışı.(İşte Mu'tezile bu sırrı anlamadıkları için "Halk-ı şer şerdir ve çirkinin icadı çirkindir." diye Cenab-ı Hakk'ı takdis için şerrin icadını ona vermemişler, dalâlete düşmüşler. M.)
HALL
Çözme. Çözülme. Karışık bir mes'elenin içinden çıkma. * Anlayıp karar vermek. Neticelendirmek. * Susam yağı. * Ezmek. * Açmak. * Dühul etmek, girmek.
HALL
Giren, dâhil olan. İnen.
HALL
Sağlamlaştırmak. * Dostluk, sadâkat. * Fakir, hastalıklı, nahif insan. * Sirke.
HALL Ü AKD
Çözme ve düğümleme. İdame etme. Müşkül mes'eleleri ve işleri halledip neticeye bağlama.
HALL Ü FASL
Çözme ve ayırma. Açıklayarak bitirme. Bir mes'eleyi müsbet bir neticeye bağlama.
HALLAC
Pamuk atan. Pamuğu didik didik eden.
HALLAC-I MANSUR
Asıl adı Hüseyin olan bu zat, tasavvuf mesleğinde meşhurdur. Manevi istiğrak hallerinde hissettiklerini, şeriata zâhiren zıd düşen ifadelerle söylediği için, Hicri 306 senesinde idam edilmiştir.
HALLAF
Çok fazla yemin eden kimse.
HALLAK
Yaratan, her şeyi halkeden, Kadir-i Zülcelal, Allah Teala Hazretleri (C.C.)
HALLAK
İyi traş eden. Berber. * Hamal.
HALLAL
Sirkeci, sirke yapan kimse.
HALLÂL
Halleden, çare bulan, çözen.
HALLÂL-I MÜŞKİLÂT
Zorlukları yenen, müşkülâtı halleden kimse.
HALLÂL-ÜL UKAD
Düğümleri çözen. * Mc: Zorlukları yenen.
HALLAS
Yakalıyan, tutan kimse.
HALLAT
Yersiz ve münâsebetsiz sözler konuşan. * Ortalığı karıştıran.
HALLE
Fakirlik. * Hâcet, ihtiyaç.* Kum içindeki yol ve gedik.
HALLEDALLAH
Allah dâim ve bâki eylesin (meâlinde duâ).
HALLER
Bakla.
HALLİ
(Halliye) Sirke ile ilgili.
HALLİ
Zengin, gani, malı mülkü çok olan. * Kuvvetli, kavi.
HALL-İ MES'ELE
Mes'elenin halledilmesi.
HALL-İ MÜŞKİLÂT
Müşkilâtın yenilmesi, zorlukların çözülmesi.
HALLİSNÂ
Bizi halâs eyle, bizi kurtar (meâlinde duâ.)
HALLÜSİNASYON
Lât. Tıb: Hakikatte olmayan bir şeyi varmış gibi görme ve işitme.
HALME
Meme başı, meme tepesi.
HALS
Bir şeyi soymak. Çalmak. Kapmak. * Dibinden taze yetişen çayırla karışık olan kuru çimen.
HALSAN
Kişinin dostu, sevgilisi ve yâri.
HALT
Karıştırmak. Münasebetsiz söz söylemek. Bir şeyi bir şeye karıştırmak. Hatâ etmek.
HALTA
Köpeklere takılan boyun halkası. Tasma.
HALTIYYAT
Yersiz ve münasebetsiz sözler.
HALUB(E)
Sağılan şey.
HALUF
Sütün veya yemeğin bozulması.
HALUK
İyi huylu. Güzel ahlâklı. İslâma yakışır ahlâkta olan. İnsâniyyetli.
HALUM
Yaş peynir gibi olan koyu yoğurt.
HALVET
Yalnızlık. Tek başına kalmak. Tenhaya çekilme. * Gizlilik.
HALVETGÂH
f. Tek başına oturup ibadetle vakit geçirilen yer. * Halvet yeri. Gizli olarak görüşülecek yer.
HALVETGÜZİDE
(Halvetgüzin) f. Halveti, tenha bir yeri seçmiş olan kimse.
HALVETHANE
f. Gizli ibadet yeri. * Gizli konuşup görüşmeye mahsus yer.
HALVETÎ
Halvete müteallik, halvetle alakalı. * İbadet ve zikirlerini tenhada yapan bir tarikat adı. * Halvetiye Tarikatından olan kimse.
HALVET-İ FÂSİDE
Karı-kocanın aralarında şer'î mâni olmasına rağmen birleşmeleri.
HALVET-İ SAHİHA
Karı-kocanın aralarında şer'î mâni bulunmaması halinde birleşmeleri.
HALVETNİŞİN
Yalnız başına bir yere çekilip ibadetle meşgul olanlar.
HALY
(C.: Huliy) Altından ve gümüşten olan süs eşyâları.
HALY
Ot biçmek.
HALZ
Kabuğunu çıkarmak, derisini soymak.
HAM
f. Bükülmüş, kıvrılmış, eğrilmiş.
HAM
f. Olmamış, pişmemiş, çiğ. * Nâfile, beyhude, boşuboşuna. * İşlenmemiş, üzerinde çalışılmamış. * Acemi kimse, tecrübesiz. Terbiye görmemiş kişi.
HAM' (HIM')
(C.: Ahmâ') : Kaynata. Zevc tarafından olan kimseler.
HAM' (HUMU')
Eğrilik, aksaklık.
HAM MADDE
Bir şeyin meydana getirilmesi için işlenilen ana maddelerden her biri.
HAMA
Hıfzetmek, korumak. * Kovmak, defetmek.
HAMA'
Kara balçık.
HAMAİD
(Hamîde. C.) Bir kimsenin medhedilmeğe lâyık olan işleri.
HAMAİL
(Himâle. C.) Tılsım, muska. * Kılıç kayışı, kılıcı bele bağlamaya yarayan kayış.
HAMAİM
(Hamâme. C.) Güvercinler.
HAMAK
İki ağaç veya direk arasına asılarak içine yatılan ağyatak.
HAMAKAT
Ahmaklık. Budalalık. Bönlük. Anlayışsızlık.
HAMALE
Bir mala kefil olma.
HAMAM(E)
(C.: Hamâim) Güvercin kuşu.
HAMAN
Peygamber Hz. Musa (A.S.) zamanındaki Mısır Fir'avununun vezirinin ismi.
HAMARAT
Becerikli, elinden iş gelir, cerbezeli.
HAMAS
Verem. * Yumuşaklıkla ve kolaylıkla bir şeyi çıkarmak.
HAMASET
Yaradılıştan olan cesâret. Bahadırlık. Cesurluk. Kahramanlık. Yiğitlik.
HAMASÎ
Hamâsetle alâkalı. Fıtrî cesarete âit ve müteallik.
HAMASİYYAT
Kahramanlık destanları.
HAMAT
Kaynana.
HAMATA
Katılık. * Yanmak. * Boğaz ağrısı. * Darı samanı. * Kalbin ortası.
HAM-BE-HAM
f. Kıvrım kıvrım. Büklüm büklüm.
HAMD
Medih, övmek.Cenab-ı Hakk'a karşı kulların memnuniyet ve sevinçlerini ve O'na hamd ve şükür ile medihlerini bildirmeleri, senâ etmeleri. (Bak: Elhamdülillah) (Hamd'in en meşhur mânası; sıfat-ı kemaliyeyi izhar etmektir. Şöyle ki: Cenab-ı Hak insanı, kâinata câmi' bir nüsha ve onsekizbin âlemi hâvi şu büyük alemin kitabına bir fihriste olarak yaratmıştır. Ve Esmâ-i Hüsnâ'dan her birisinin tecelligahı olan her bir âlemden bir örnek, bir nümune insanın cevherinde vedia bırakmıştır. Eğer insan, maddi ve manevi her bir uzvunu Allah'ın emrettiği yere sarfetmekle hamdin şubelerinden olan "şükr-ü örfi"yi ifâ ve şeriata imtisal ederse, insanın cevherinde vedi'a bırakılan o örneklerin her birisi kendi âlemine bir pencere olur. İnsan o pencereden o âleme bakar. Ve o âleme tecelli eden sıfatla, o âlemden tezahür eden isme bir mir'at ve bir âyine olur. O vakit insan; ruhu ile, cismi ile, âlem-i şehadet ve âlem-i gayba bir hülâsa olur. Ve her iki âleme tecelli eden, insana da tecelli eder. İşte bu cihetle insan, sıfat-ı kemaliye-i İlâhiyyeye hem mazhar olur, hem müzhir olur. İ.İ.)(Hamd ü senâ, medih ve minnet O'na mahsustur, O'na lâyıktır. Demek nimetler O'nundur ve O'nun hazinesinden çıkar. Hazine ise dâimîdir. M.)
HAMD Ü SENA
Cenab-ı Hakk'a hamd ve O'nu isimleriyle medhetmek.
HAMDE
Ateş gürültüsü.
HAMDELE
Elhamdülillah demenin kısaca ismi. Bu sözün masdar haline getirilip kısaltılması.
HAME
Kafatası, başın üst kısmı.
HAME
Yaş ot demeti, taze ekin destesi, bir sap üzere bitmiş taze ekin. * Havası bozuk hastalıklı yer.
HAME'
Uzun müddet su ile yumuşayıp değişmiş cıvık ve kokar çamur. Balçık.
HÂME
f. Yontulmuş kalem.
HÂME VÜ ŞEMŞİR
Kalem ve kılıç.
HAMEC
Zayıflık.
HÂMEGÜZAR
f. Kalemle yazılmış.
HÂME-İ EDEB
Edebiyat kalemi.
HÂME-İ ŞEKVÂ
şikâyet kalemi. şikâyet yazan kalem.
HÂME-İ ZERRİN
Altın kalem, altından yapılmış kalem.
HAMEK
Her şeyin küçükleri. * Siyah bulut.
HAMEL
Kuzu. * Ast: Burçlardan birinin adıdır. Bu burcu teşkil eden yıldızlar kuzuya benzediği için arapça kuzu demek olan hamel denilmiştir. Güneş bu burca 21 Mart'ta girer ve gece ile gündüz bir olur.
HAMELAT
(Hamle. C.) Saldırışlar, saldırmalar. * Atılmalar, atılışlar.
HAMELE
Taşıyanlar, yüklenenler, kaldıranlar.
HAMELE-İ ARŞ
İsrâfil, Cebrâil, Mikâil, Azrâil (A.S.)lar.
HAMELE-İ HÜCCET
Günah ve sevabları yazan melekler.
HAMELE-İ KUR'AN
Hâfızlar. Kur'anı ezbere okuyup ilmi ile amel eden mes'ud kimseler.
HAMELE-İ MÜMTESİL
Aldığı emri imtisal edip yüklenen, mes'uliyeti üzerine alan.
HAM-ENDER-HAM
f. Kıvrım kıvrım, büklüm büklüm.
HAMER
Davarın arpa yemekten dolayı içinin ve ağzının kokması.
HÂME-RÂN
f. Kalem yürüten, yazan.
HAME-ZEN
f. Üzerinde kalem kesilecek âlet.
HAMH
Fahirlenmek, büyüklenmek, kibirlenmek.
HAMHAMA
Atın yulaf ve su gördüğünde çıkardığı ses.
HAMHAMA
Hımhımlık, sözü genizden söyleyerek konuşma.
HAM-I ZÜLF
Saç lülesinin kıvrımı.
HÂMIZ
Sirke gibi ekşi olan. Ekşiliği fazla olan, asit.
HÂMIZAT
(Hâmız. C.) Asitler. Sirke gibi ekşi olan şeyler.
HÂMIZAT-I ŞAHMİYE
Yağ asitleri.
HÂMIZ-I FAHİM
Kim: Karbonik asit.
HÂMIZ-I HALL
Kim: Sirke asidi.
HÂMIZ-I KARBON
Kim: Karbonik asit.
HÂMIZİYYET
Ekşilik, kekrelik.
HAMÎ
Himaye edici, himaye eden. Koruyucu, koruyan. Kayıran.
HAMÎ
f. Gevşeklik, hamlık.
HAMİD
Alevi sönen ateş. * Ölü, ölmüş. Sönmüş. idrâksiz. Sâkit ve sessiz. Ölü gibi halsiz olan.
HAMÎD
Sena edilmeğe, medhedilmeğe elyak olan. Dünya ve âhirette hamd kendisine mahsus olan Allah (C.C.) * Isparta Vilâyetinin Osmanlılar devrindeki adı.
HÂMİD
Cenab-ı Hakk'a hamd ü sena eden. Allah'a şükreden. * Hz. Peygamber'in (A.S.M.) isimlerindendir.
HAMİDE
f. Kambur, eğrilmiş, kemerli.
HÂMİDE
Uzun müddet geçmesi sebebi ile rengine tegayyür ve siyahlık gelip eskimiş olan. * Nebatsız kuru yer. * Yanmış kül olmuş.
HAMİDEGÎ
f. Kamburluk, eğri büğrü olmaklık.
HÂMİDÎN
(Hâmid. C.) Hamdedenler, hâmidler.
HÂMİDÛN
(Hâmid. C.) Hamdedenler, hâmidler.
HAMİE
Hararetli, çamurlu, volkanlı, alevli, dumanlı.
HAMİL
Kötü tanınmış olan kimse.
HAMÎL
Kefil. * Başka yerden getirilen oğlan.
HÂMİL
(Hâmile) Yüklü yüklenmiş. * Gebe. * Taşıyan, götüren. * Hâiz. * Mâlik, sahib. * Uhdesinde bir poliçe bulunan.
HAMÎLE
Sıklığından dolayı birbirine girmiş olan ağaçlar. * Ağaç ve ot bitmiş kumlu yer. * Döşek çarşafı.
HAMİLEN
Hâmil olarak. Taşıyarak, götürerek. * Hâmil olduğu halde.
HÂMİL-İ VAHY
Vahyi Peygamberimize (A.S.M.) getiren Cebrail (A.S.)
HAMİM
Sıcak ve kızgın su. * Yakın hısım, soy sop. * Samimi arkadaş.
HAMÎME
(C.: Hamâyim) Her nesnenin iyisi.
HAMİNNE
Hanım nine sözünün bozulmuş şekli, büyük anne.
HAMÎR
(Hımâr. C.) Eşekler. Hımarlar.
HAMÎR
Hamur.
HAMÎR(E)
Eyer yapmada kullanılan tüysüz beyaz deri.
HAMÎRE
Hamur içine katılan maya.
HAMÎR-GÂR
f. Hamurcu, hamur yoğurucu.
HAMÎR-İ MÂYE
Mayanın hamuru.
HAMÎS
Beşinci. Hamis günü. Perşembe günü.
HÂMİSEN
Beşinci olarak, beşinci olmak üzere.
HAMİŞ
Mektubun altına sonradan yazılan sözler. Hâşiye.
HAMİT
Şiddetli, sağlam. * Üzerinde kıl olmıyan yağ tulumu.
HAMİT (HÂMİT)
Yanmış ve pörsümüş süt.
HAMİYE
Tırnak kenarı. * Kızmış, kızgın.
HAMİYET
Gayret. * Nâmustan gelen gayretle utanma veya kızma. * İstinkâf etmek. * Mukaddesatı ve milletin haklarını, mâmus ve haysiyeti korumak hususlarında gösterilen gayret ve ihtimam hasleti. İman ve İslâmiyeti ve Hz. Peygamber'in (A.S.M.) Sünnet-i Seniyyesini ve din ve mücahede kardeşlerini muhafaza ve müdafaa etmek gayreti.
HAMİYET-FÜRUŞ
f. Kendini beğenip hamiyetli olduğunu iddia eden. Hamiyetli olduğunu göstermeğe çalışan.
HAMİYET-İ CÂHİLİYE
f. Câhillikten gelen ırkçılık gibi bâtıl inanışları koruma gayreti. * Cenab-ı Hakk'ın ve Resul-ü Ekrem'in (A.S.M.) nehyettiği ve hak dine uymayan eski ve kötü inançları muhafaza gayreti.
HAMİYET-KÂR
f. Hamiyetli. Haysiyet ve şeref sahibi.
HAMİYET-MEND
(C.: Hamiyyet-mendân) f. Hamiyetli.
HAMİYET-MENDÂNE
f. Hamiyetlicesine. Hamiyetli olan bir kimseye yakışacak şekil ve surette.
HAMİYET-MENDÎ
f. Hamiyetlilik, hamiyetli oluş.
HAMKA
Ahmak ve budala kadın.
HAMKE
(C.: Humuk) Bit.
HAML
Saçak. * Büyük saçaklı halı.
HAML
Yük. * Sırtına yük alıp getirmek. * Kadının karnındaki çocuk. * İsnad. Yüklenme.
HAMLE
Hücum etme. Atılış, saldırış. Savlet.
HAMLEC
Bükmek.
HAMLETMEK
Yüklemek, zannetmek.
HAMM
Kuyuyu temizlemek. * Evi süpürmek. * Etin kokması.
HAMM
Çok sıcaklık, şiddetli hararet.
HAMMADUN
Çok hamdedenler. Çok çok şükür ve duâ edenler.
HAMMAL
(Haml. den) Bir ücret karşılığında eliyle veya sırtıyla yük taşıyan adam. * Mc: Kaba, görgüsüz, terbiyesiz.
HAMMALİYYE
Hamal ücreti.
HAMMAM
Banyo, hamam.
HAMMAMÎ
Hamam idare eden adam veya kadın. Hamamcı.
HAMMAMİYYE
Edb: Divan Edebiyatında giriş kısmı hamam eğlencesi tasvirine tahsis olunan kaside.
HAMMAR
Eşekçi.
HAMMAR
(Hamr. den) Şarap yapan veya satan kimse. Meyhaneci, şarapcı. * Tas: Mc: Mürşid, şeyh, kılavuz.
HAMME
(C.: Humm) Kaplıcanın sıcak suyu. * Kuyruk yağının kıkırdağı. * Kızdırmak mânasına mastar da olur.
HÂMME
Bir kişinin akrabası, yakınları. (Hâssa mânâsına da gelir, mukabili âmme'dir.)
HÂMME
(C.: Hevâmm) Haşerât-ı muzırra, zararlı böcekler. * Binek hayvanı.
HAMMURABİ
(Bak: Nemrud)
HAMNANE
Kene.
HAMR
Yüzmek.
HAMR
Ekşi. Şarap. İçki olup sarhoşluk veren şey. * Birine bâde içirmek. * Bir hususu söylemeyip setreylemek. Ketmeylemek. (L.R.)
HAMRA
(Müennes) Çok kırmızı, kızıl renk. * Şiddet ve meşakkatli geçen yıl. * Şiddetle olan ölüm. * Arap olmayan cinsten. * Yüzü kızarmış kadın.
 
HAMS(E)
Açlık. * Yaradaki şişin inmesi.
HAMSE
Beş (sayısı).
HAMSE
Mesnevi şekliyle yazılmış beş kitabdan ibaret bir takım demektir ki, böyle eser meydana getirmiş olanlara "Hamsenüvîs", yâhut "Hamseci" denilir. XII. yüzyıla kadar hamse-nüvîslik mutâd değildi. 1195'de vefat etmiş olan Genceli Şeyh Nizamî, manzum olarak beş kitab yazmış ve hepsine birden "penc genç", yâni "beş hazine" "ünvanını vermişti. Ondan sonra o yolda mesnevîler vücuda getirmek İran şâirlerince moda oldu. İran'ın Hüsrev-i Dehlevî, Mevlânâ Câmi gibi şâirleri hamse yazdılar. Çağatay şâiri Ali Şir Nevaî de Çağatay lehçesinde hamse tanzim etmiştir. Bizim lehçede ilk hamse yazan, daha doğrusu Şeyh Nizamî'nin hamsesini terceme eden Behiştî'dir. Bu Behiştî, İkinci Bayezid'in adamlarındandı. Yine bizim lehçemizle yazılmış birçok hamseler vardır. Ak Şemseddin'in oğlu Hamdullah Çelebi (Vefatı: M: 1508) Yusuf ve Züleyha, Leylâ ve Mecnun, Muhammediye, Mevlid-ün Nebi adlı hamseleri yazmıştır. (Edb. L.)
HAMSE-İ ÂL-İ ABÂ
(Bak: Âl-i Abâ)
HAMSENÜVIS
f. Hamseci, hamse yazan. Mesnevi tarzıyla beş kitabdan ibâret bir takım yazan kimse.
HAMSÎN
Elli. * Erbaîn denen kırk günlük kara kıştan sonra gelen elli günlük kış.
HAMSUN
Elli sayısı.
HAMŞ
Kaşımak. * Tırmalamak.
HAMŞ
Baldırı ince olan.
HAMŞEK
Mestin üstüne vurulan parça.
HAMŞÜDE
f. Bükülmüş, eğrilmiş.
HAMT
Şiddetli ve zahmetli olmak. * Çürümek. * Mütegayyer olmak, değişmek.
HAMT
Misvak ağacı. * Ekşimiş süt. * Koyunun derisini yüzüp kebap yapmak. * Gadap etmek, kızmak. * Kibirlenmek, tekebbürlenmek.
HAMTA
Üzüm çiçeğinin kokusu.
HAMTAR
Dolu kırba. * Yay kirişi.
HAMUL
(Haml. den) Sabırlı, metanetli, tahammüllü, dayanıklı kimse.
HAMULANE
f. Tahammüllü kimseye yakışır şekilde.
HAMULE
f. Yük. Yük taşıyan nakil vasıtalarının yükü.
HAMULÎ
Tahammüllülük, sabırlılık, dayanıklılık.
HAMUM
İç yağı.
HAMUN
f. Bozkır. Büyük sahra, düz ova.
HAMUS
Sâkin olmak, susmak.
HAMUŞ
Sivrisinek.
HAMUŞ
f. Susmuş. Sessiz. Sâkit.
HAMUŞAN
Mevlevi tâbirlerindendir. Konya'da Mevlâna'nın türbesi haricinde ve kıble cihetindeki büyük kabristana verilen isimdir. * Sessizler, susmuş olanlar, uykuda olanlar.
HAMUŞANE
f. Sessizce, ses çıkarmadan. Sessizliği andırır bir şekilde.
HAMUŞÎ
f. Susma, sükut etme. Sessizlik, sükunet.
HAMVÎ
Sıcaklık.
HAMYAZE
f. Esnek, elâstik, esneme. * Kötü hareket, fenâ iş.
HAMYE
İçine yağ ve zeytin konulan kap.
HAMZ
Ekşilik. Kekrelik.
HAMZ
Keskinlik, katılık, şiddet. Metinlik, sağlamlık.
HAMZA
İstemek. Arzu etmek. * Ekşi olan her ota derler.
HAMZA (R.A.)
Abdulmuttalib'in oğlu olup, Resulüllah'ın (A.S.M.) amcasıdır. Önceleri, İslâm dinine karşı olanlarla beraberdi. Ebucehil'in İslâm düşmanlığını çok ileri götürmesi karşısında, imana girip Ebucehil ve din düşmanlarına karşı çıktı ve İslâm'a büyük hizmetleri oldu. Uhud Gazası'nda 57 yaşında iken şehid edildi.
HAMZE
Baklaya benzer bir bitki.
HAN
f. Okuyan, okuyucu, çağıran manasına gelir. Meselâ: Duâ-hân : (Niyaz ve tazarrukârane bir tezellül ile) duâ okuyan.
HAN
f. Yemek sofrası. Üstüne yemek konan tepsi. * Yemek, taam. * Ahçı dükkânı, lokanta.
HAN
f. Yolcuların misafir olduğu bina. Kervansaray. Otel. * Ticaret ehlinin sakin olduğu yer.
HAN
f. Hükümdar. Eski Türklerde Hakan da denen devlet reisi.
HAN U MAN
(Hanmân) Ev. Bark. Ocak. Ehil ve iyal.
HANA
Yaramaz ve boş sözler konuşmak.
HANACIR
(Hancere. C.) Gırtlaklar, hançereler.
HANADIK
(Handek. C.) Hendekler. Bir mekânın etrafına kazılan geniş ve derin çukurlar.
HANADIR
Görme kabiliyeti kuvvetli olan.
HANADİS
(Hındıs. C.) Musibetler. * Karanlık geceler. * Şiddetli hâller.
HANAK
(C.: Hınâk) Hiddetlenme, kızma.
HANAN
(Hân. C.) f. Hânlar, hükümdarlar, pâdişahlar, kağanlar.
HANAN
Merhamet, şefkat, acıma.
HANASÎR
Helâk olmak.
HANASİRE
Hıyânet ehli, hâinler.
HANAT
(Hân. C.) Dükkânlar, meyhaneler.
HANAZÎR
(Hınzır. C.) Hınzırlar, domuzlar.
HANBELÎ
Dört hak mezhepten birisi. İmam-ı Ahmed bin Hanbel Hazretlerinin mezhebinden olan. (Bak: Mezheb, İmam-ı Hanbelî)
HANCER
Ucu sivri, iki tarafı keskin büyük bıçak. Halk dilinde hançer şeklinde kullanılır. Divan edebiyatında şâirler, güzellerin kaşlarını hancere benzetirlerdi.
HANCER-İ BÜRRAN
Keskin hançer.
HÂNÇE
f. Küçük tepsi, ufak sini.
HÂNÇE-İ ZER
Küçük altın tepsi. * Mc: Güneş.
HANÇERE
Gırtlak, boğaz.
HANÇER-İ HALİDE
Saplanmış hançer.
HANDA HAND
f. Devamlı gülme, sürekli olarak gülme. * Devamlı gülen, sürekli gülen.
HANDAN
f. Gülen, gülücü, mesrur.
HANDAN-RU(Y)
f. Güler yüzlü, güleç, mütebessim.
HANDE
f. Gülme, gülüş.
HANDEBAHŞA
f. Güldürücü, tebessüm ettirici.
HANDEBAR
f. Güldüren, güldürücü.
HANDEFERMA
f. Güldürücü, güldüren.
HANDEFEŞAN
f. Gülümsemeler dağıtan, gülmeler saçan.
HANDEHARİŞ
f. Bir kimseye alay tarzında gülme.
HANDE-İ ÂFTÂB
Güneşin gülmesi. Güneşin doğması.
HANDE-İ GÜL
Gülün açması.
HANDEK
Kale ve tarla gibi yerlerin etrafına kazılan geniş ve derin çukur. Hendek.
HANDEK GAZVESİ
Peygamberimizin (A.S.M.) büyük muharebelerinden birisi olup, hicretin beşinci senesinde Şevval ayında vuku bulmuştur. Asıl muharebeyi uyandıranlar Beni Nadir kabilesi olup bunlar Kureyş ve Gatfan kabilelerini de davet etmekle hepsi birden Medine-i Münevvere'ye hücuma geçtikleri vakit, Hz. Resullulah Efendimiz Selman-ı Fârisî'nin (R.A.) reyiyle Medine'nin etrafına hendek kazılmasını emretti. Bu münasebetle Gazve-i Handek denmekle meşhur oldu. Muharebe bir ay kadar devam edip, nihayet Yahudilerle Kureyş arasına nifak düşmüş ve kâfirler şiddetli bir fırtınaya tutulup perişan bir halde dönmüşlerdir.
HANDEKÂR
f. Gülen, tebessüm eden, gülücü.
HANDEKÜNAN
f. Gülerek, güle güle.
HANDEMEŞHUN
f. Devamlı gülen. Çok gülen.
HANDEMU'TAD
f. Devamlı gülmeye alışmış olan, her zaman gülme alışkanlığı olan.
HANDEN
f. Okumak.
HANDENÜMA
f. Gülen.
HANDERİS
Eski şarap.
HANDERİZ
f. Gülüp duran, devamlı gülen.
HANDERUY
f. Mütebessim, güler yüzlü.
HANDEZEN
f. Gülen.
HANDİSTAN
f. Şaka, lâtife.
HANE
f. Ev, mesken, beyt. * Mat: Basamak, bölüm, göz. * Bazı kelimelerle birleştirilip mürekkep isim yapılan bir "ek" tir. "Hasta-hane, ecza-hane, yazı-hane, kıraat-hane" gibi.
HANE
Meyhane.
HANE BER-DUŞ
Evi omuzunda. Avare. Serseri.
HANEBERENDAZ
(Hâne ber-endaz) f. Ev yıkıcı.
HANEDAN
f. Soyca dindar ve asil âile. * Peygamber (A.S.M.) sülâlesi.
HANEF
İstikamet, doğruluk. * Ayak eğriliği. * Eğrilik, udûl.
HANEFÎ
Dört hak mezhepten birisi. Veya bu mezhepten olan kimse. (Bak: İmam-ı A'zam)
HANE-FÜRUŞ
f. Ev komisyoncusu, ev tellâlı.
HANE-GÎ
f. Evcil, evde beslenen. Evde bulunanlardan, evdekilerden.
HANE-GİR
f. Bir yeri mekân sayan kimse.
HANE-HARAB
f. Câhil, bilgisiz. * Evi yıkılmış, evsiz barksız kalmış. * Hâli perişan olmuş kimse. * Mc: Müflis, züğürt, sefil.
HANE-HUDA
f. Ev sahibi, sahib-ül beyt.
HANE-İ AVARIZ
Avarız ve bedel-i nüzul ve buna benzer vergiler ve tekâlifin toplanmasında tutulan ölçü. Buradaki hanenin, lügat mânası olan evle münasebeti yoktur. Kasabalar, köyler nüfuslarına ve emlâk ve arazilerinin miktar ve hâsılatlarına göre hane itibar edilir ve mahallî masraflarla sair vergiler ona göre tanzim edilirdi. Bu usul Tanzimat-ı Hayriyeye kadar devam etmiştir. (O.T.D.S.)
HANE-İ ÂYİNE
Her yanı birbirinin aynı olan oda, salon veya köşk.
HANE-İ DEVVAR
Dâim dönen, devreden hane. * Mc: Yıldız.
HANE-İ FERDA
Ahiret.
HANE-İ HUDA
Beytullah, Kâbe.
HANEK
Ağzın tavanı, damak.
HANE-KÜŞ
f. Mirasyedi, sefih.
HANEN
şevk. * Nefsin cima arzusu.
HÂNENDE
f. Okuyan, şarkı söyleyen.
HÂNENDE-GÂN
f. (Hânende. C.) Hânendeler, şarkı söyleyenler, şarkıcılar.
HÂNENDE-GÎ
f. Şarkıcılık, hânendelik.
HANES
Burnun uç tarafının biraz yüksek olup geri kısmının basık olması. * Sığır burnu.
HANE-SUZ
f. Ev yakıcı. * Mc: Gözü dışarda olan, kendi âilesini düşünmeyen kimse.
HANEŞ
(C.: Ahnâş) Avlanan haşere veya kuş. * Yılan.
HANEV
Eğmek. * Davar kösnemesi.
HANEZ
Mütegayyer olmak, değişmek. * Kokmak.
HANE-ZAD
f. Efendisinin evinde dünyaya gelmiş olan köle veya cariye çocuğu.
HANFEC
şişman, etli kişi.
HANFES
(C.: Hanâfis) Yellengen böceği. * Pislik yuvarlayan böcek.
HANGAH
f. Allah rızası için ve misafirleri minnet altında bırakmamak ihlâsı ile fakir ve dervişlere ve talebe-i uluma yemek verilen ve misafir edilen yer.
HANGAR
Fr. Eşyayı muhafaza etmek için yapılan üstü örtülü, yanları açık yer. * Uçakları barındırmaya mahsus garaj.
HANHANA
Sözü burun içinden söylemek. Hımhımlık.
HANIK
Boğmak.
HANIK
(Hunk. dan) Boğucu, boğan. * Küçük dar yarık ve sokak.
HANIM SULTAN
Tar: Osmanlı hanedanında "sultan" nâmı verilen İmparatorluk prenseslerinin kızlarına verilen resmi ünvan.
HANİ'
Karısını boşamış koca veya kocasından boşanmış kadın.
HANİF
Gururlu, mağrur, kibirli. * Dargın, küskün.
HANİF
İslâmiyetten evvel Allah'ın birliğine inanan ve Hz. İbrahim'in (A.S.) dininden olanların vasfı. * İslâmiyete kuvvetle bağlı olan ve ilmiyle âmil olan kimse. * Eğri. * Eski kötü hallerinden vazgeçip hakka ve doğruluğa yönelen.
HANİFE
Bir kabile ismi.
HANİFEN MÜSLİMEN
Müslim ve hanif olarak.
HANİN
Fazla istekten dolayı inleyiş, şiddetli ağlayış. Sızlanmak. * Şevk ve arzu.
HANÎN
Burun içinden ağlamak. * Burun içinden gülmek.
HANİN-İ HAZİN
Acıklı sızlanma.
HANİN-ÜL CİZ'
Kuru direğin inleyip ağlayışı. Hurma kütüğünün inlemesi.(Mescid-i Şerifte hurma ağacından olan kuru direk (Resul-ü Ekrem (A.S.M.) hutbe okurken, ona dayanıyordu) sonra minber-i şerif yapıldığı vakit Resul-ü Ekrem (A.S.M.) minbere çıkıp hutbeye başladı. Okurken, direk deve gibi enin edip ağladı; bütün cemaat işitti. Tâ Resul-ü Ekrem (A.S.M.) yanına geldi, elini üstüne koydu, onunla konuştu, teselli verdi, sonra durdu. Şu mu'cize-i Ahmediye (A.S.M.) pek çok tariklerle tevatür derecesinde nakledilmiştir. M.)
HANÎRE
(C.: Hanâyir) Parmak başlarındaki boğum. * Kadınların yün ve pamuk attıkları yay. * Kirişi olmayan yay.
HANİS
İki kat olmuş kimse.HANÎS : Zayıflık, gevşeklik.
HANİS
Ettiği yemini yerine getirmeyen. Yeminini bozan.
HANİS
Sinen, dönen. (Bak: Hannas)
HANÎS
Yeminini bozan, ahdinde durmayan. Rücu' eden. Te'hir eyleyen.
HANÎS
Kebap olmuş nesne.
HANİYE
Şarap. * Erkeği öldükten sonra evlenmeyip, çocuğuna bakan kadın.
HANK
Muhkem etmek, sağlamlaştırmak. * Bir şeyi çiğneyip damağıyla ezmek. * Davarın ağzına gem vurmak veya urgan koymak.
HANK
(Hınk) Boğmak. Boğazını sıkıp öldürmek. Boğazı sıkılıp boğulmak.
HANKAH
(Bak: Hangâh)
HANKAN
Boğmak suretiyle, boğarak.
HÂNMÂN
f. Ev-bark, ocak.
HÂNMÂN-SÛZ
f. Ocak yakıcı, ev-bark yakan.
HANN
Yalvarmak. * İnlemek. * Esirgemek.
HANNAK
Boğan, boğucu.
HANNAN
Rahmetlerin en lâtif cilvesini gösteren, Rahman ve Rahîm olan ve çok merhametli olan Allah (C.C.)
HANNAS
(El-Hannâs) (Hunus. dan) Geri çekilerek veya büzülerek, sinerek fırsat bulunca vesvese vermek için dönüp gelen. Sinsi şeytan. Besmeleyi işitince kaçan, gaflete dalınca musallat olan şeytan. (Bak: Hunnes)
HANNASÎ
Şeytanla alâkalı.
HANSA
Sırtlan.
HAN-SALAR
f. Kilerci, sofracıbaşı.
HANSİR
(C.: Hanâsir) Yaramaz, boş, faydasız. * Bir yerden taşınan veya göçen kimseler, eşya ve elbiselerini yükletip gittiklerinde yerde kalan kıymetsiz şeyler.
HANŞEFİR
Bela, zahmet.
HANŞUŞ
Bakiyye, artan.
HANTAL
Kaba, büyük ve ağır.
HANTEM
(C.: Hanâtim) Kara bulut. * Desti. * İbrik. * Topraktan yapılan kap.
HANUN
Gümleyerek esen rüzgâr.
HANUT
(C.: Havânit) Meyhane, içki içilen yer. * Dükkân.
HANUT
Ölüyü, bozulup kokmaması için ilaçlama.
HANVE
Güzel kokulu bir ot.
HANYA'
Beli bükülmüş kadın.
HANZ
Kebap yapmak.
HANZAL(E)
Zakkum. Zakkum ağacı. Ebu Cehil karpuzu denilen portakal büyüklüğünde mevyesi çok acı bir nebat. Karga kabağı diye de adlandırılır.
HAPİS
(Bak: Habs)
HAR
f. Hor, hakir, âdi. Aşağı. (Dinsiz, imansız ve din düşmanı ahlaksızların ve sefihlerin vasıfları.)
HAR
Yıkılmış, hedmolmuş.
HAR
(Her) f. Merkep, himar, eşek. * Çay ve havuz diplerinde olan balçık. * Mc: İdraksiz kimse. * Kargaşa.
HAR'
Yarmak.
HÂR
f. Diken.
HARA
Deve kuşu yumurtasının yeri. * Ev ortası.
HARA'
Süstlük, zayıflık.
HARAB
Viran. Issız. Yıkık. Perişan.
HARAB-ABAD
f. Harabiyetle dolu olan yer. Tam harabe.
HARABAT
Harabeler. Viraneler. Meyhâneler.
HARABE
Harab yer. Şehir veya ev yıkıntısı. Perişan yerler.
HAR'ABE
İnce kemikli, genç ve güzel kadın. * Uzun. * Yeşil üzüm çubuğu.
HARABENİŞİN
f. Viranelerde, harabelerde oturan.
HARABEZAR
f. Viranelik. Yıkıntı yeri.
HARABİYET
(Harabî) Yıkılma. Yıkılış. Parçalanıp dağılış. Zillet ve sefalet içinde
HARAC
Vaktiyle müslüman olmayan vatandaşlardan alınan vergiye denirdi. Arazi hasılatından veya çalışanların emeğinden elde edilirdi. Reşit ve vücudu sağlam olan gayr-ı müslim erkek verirdi. Buna harac-ı rüus veya cizye denirdi. Topraktan alınan vergiye de harac-ı araziye denilirdi.
HARAC
Beyazdan ve siyahtan meydana gelen, iki renk olan.
HARAC
(Bak: Harec)
HARAC-GÜZAR
f. Haraç verici.
HARAC-I MUKASSEME
Arazinin hâsılatından yerin tahammülüne göre alınacak bir vergidir. bu harac, hâsılata taallûk eder. Bir sene içinde hâsılat tekerrür ederse bu harac da tekerrür der. Fakat mahsulât mevcud olmayınca bu vergi de alınmazdı.
HARAC-I MUVAZZAF
Tar: Arazi üzerine her dönüm başına senevi maktuan muayyen bir miktar meblağ olarak alınacak bir vergidir. Buna "harac-ı vazife" adı da verilir. Bu vergi, zimmete taalluk eder ve araziden yalnız bilfi'l intifa edilmekle değil, intifaa temekkün ile de tahakkuk eder. Binaenaleyh, böyle bir araziyi sahibi kasden muattal bırakacak olsa, vergisini yine vermek mecburiyetindedir. (O.T. D.S.)
 
HARAFE
Aklın bozulması. Delilik.
HARAFET
Hararetiyle dili yakan tad.
HARAHİR
(Harhara. C.) Tıb: Akciğerden gelen hırıltılar. * Uykuda iken horlamalar.
HARAİB
(Harîbe. C.) Bir kimsenin geçineceği şeyler.
HARAİD
(Harîde. C.) Kızlar, bâkireler. * Delinmemiş inciler.
HARAİF
(Harife. C.) Ev için yapılan güz hazırlıkları.
HARAİT
Haritalar.
HARAK
Korkudan veya utanmaktan dolayı dehşet içinde kalmak.
HARAK
Ateş, nâr.
HARAM
Helâl olmayan, İslâmiyetçe ve dince nehyedilen şeyler ve ameller. Allah'ın izin vermediği, men'ettiği şeyler. Helâlin zıddı olan şey.
HARAMİ
Katı-üt tarik, yol kesen. Haydut.
HARAMİLİK
Tar: Akıncı kumandanının iştirak etmediği ufak kuvvetler tarafından düşman memleketlerine yapılan akınlar. Bu akınlara yüz ve daha fazla akıncı iştirak ederdi. Akıncı kuvvetleri yüzden az olduğu takdirde "çete" ismini alırlardı. Büyük akınlarda olduğu gibi haramilik suretiyle yapılan akınlarda da alınan esirlerden "pencik" denilen beştebir vergi alındığı halde, çeteden bu vergi alınmazdı.
HARAM-ZADE
Gayr-ı meşru münasebetten doğmuş çocuk. Piç.
HARARET
Sıcaklık.
HARARET-BİN
f. Termometre. Sıcaklık derecesini gösteren âlet.
HARARET-İ GARÎZİYE
Vücudun normal harareti.
HARARET-İ GARİZİYYENİN İLTİHABI ZAMANI
İnsanda şehvanî ve nefsanî hislerin galeyanda olduğu devresi.
HARARET-İ HEVÂ
Havanın harareti. Havanın sıcaklığı.
HARAS
f. Dilsizlik, dilsiz olma.
HARÂS
f. Hayvanla döndürülen değirmen.
HARASET
Çift sürme. * Sürülen yer. Tarla. * Ekincilik, çiftçilik.
HARÂS-I HARÂB
Harap olmuş değirmen. * Mc: Dünya.
HARAŞ
f. Hayvan ile döndürülen değirmen.
HARAŞİF
(Harşef. C.) Balık pulları. Pul pul olan şeyler. * Yaprakları balık puluna benzeyen bitkiler.
HARAT
Davarın memesinde olan bir hastalık. (Sütün parça parça, ufanmış gibi çıkmasına sebep olur)
HARATÎN-İ HASSA
Osmanlılar zamanında Topkapı Sarayı'ndaki bir sınıf san'atkârın adı idi. Bunlar demir ve ağaç eşyayı tesviye ederlerdi. Bugünkü tâbirle tornacı demekti. Bileziklerden çarklara ve silâh yivlerine kadar her çeşit şey yaparlardı. (O.T.D.S.)
HARAZ
Tasadan veya aşktan dolayı zayıflayan.
HARAZET
Hastalığın uzaması, derdin müzminleşmesi.
HARB
İki veya daha çok devletin birbirleriyle siyasi alâkaları keserek silahlı kuvvetlerle çarpışmaları, vuruşmaları.
HARB
(C.: Hırbân) Toy kuşunun erkeği. * Yarmak. * "Delmek" mânasına mastar.
HARBA'
Kulağı delik koyun.
HARBAK
Yarmak. * Kat'etmek, kesmek. * İfsad etmek, bozmak. * Deva, ilâç.
HAR-BAN
f. Eşekçi.
HARBAT
f. Ahmak, bön, ebleh. * İri yapılı kaz. * Kalıp ve kıyafeti yerinde olduğu halde ahmak olan kimse.
HARBCU
Kavga çıkarmaya istekli olan, savaş arzu eden.
HARBE
Tar: Kısa mızrak tarzında bir nevi silâhın adıdır. Eskiden "Köylü" adı verilen yangın habercisinin taşıdığı ucu demirli değneğe de harbe denilirdi. Eski tüfekleri doldurmağa mahsus demirden yapılmış âlete de "tüfek harbisi" adı verilirdi. (O.T.D.S.)
HARBELE
f. Kuyulardan su çekmeğe mahsus dolap. Bostan dolabı.
HARBEN
Savaşarak, harbederek, döğüşerek. Muharebe etmek suretiyle.
HAR-BENDE
f. Seyis. Eşek ve katır gibi yük hayvanlarına bakan kimse. * Tar: Saray katırcıları.
HARBES
Bir ot cinsi.
HARBESİSA
Şey mânasına kullanılan bir isimdir.
HARBEŞ
Fesâd vermek, ifsad etmek, bozmak.
HARB-GÂH
f. Harp meydanı, savaş alanı, muharebe yeri.
HARB-GİR
f. Harp yapan. Harpçi.
HARBÎ
Dâr-ül harbde bulunan ve müslim olmayan kimse. Arada anlaşma yapılmamış düşman. * Harbe mensub ve müteallik. * Tüfek temizliği için kullanılan demir çubuk.
HARB-İ UMUMÎ
Genel harp, umumî savaş. 1914 senesinde başlayan Birinci Cihan Harbi.
HARBİYE
Harb işlerine ait. Harb okulunun adı. Harbiye mektebi.
HARBİYE NAZIRI
Askerlik işleriyle alâkalı dairenin başında bulunan memura verilen ünvandır. Kuva-yı Milliyenin Anadolu'da kurduğu hükümette "Milli Müdafaa Vekili" adını taşıyan bu ünvan, Osmanlı Hükümetine 1908 Temmuz inkılâbı arifesinde kurulan Said Paşa kabinesiyle girmiştir. Ondan evvel "Serasker" adını taşıyordu. Harbiye Nazırı'nın başında bulunduğu daireye "Harbiye Nezareti" denilirdi. (O.T.D.S.)
HARBÜŞ
Yırtıcı bir kuş. * Alaca yılan.
HARBÜZ(E)
f. Karpuz, kavun.
HARBÜZE-FÜRUŞ
f. Karpuz kavun satan adam.
HARBÜZE-İ RUBAH
Ebucehil karpuzu.
HARBÜZE-ZAR
Karpuz kavun bostanı.
HARC
Gider, sarfiyat, bir iş için kullanılan madde. * Vergi. * Çıkmak. * Yeni çıkan bulut. * Yemâme vilayetinde bir yer. * Ecir. * Buğday. (Dinimizde lüzumsuz harcamak, israf haramdır. Zillet ve fakirliğe sebeptir.)
HARCA'
Ayakları beline varana kadar beyaz olan koyun.
HARCE
(C.: Hurc-Haracât) Deve sürüsü. * Sık bitmiş ağaç.
HARCEF
Soğuk rüzgâr.
HARC-I ÂLEM
Herkese elverişli, her keseye münasib.
HARC-I RAH
Yol harcı, yol parası. Yol masrafı, yol için verilen para.
HARDAL
Çok küçük tohumları olan ve yaprakları yenen bir nebat ismi. Döğülerek macun haline getirilir ve sofrada iştah açmak için kullanılır.
HARDALE
Hardal tanesi. * Nesneyi ufak edip kesmek.
HARDAN
Kızgın, hiddetli, gadaplı. * Kast ve men'edici, engel olan.
HARE
f. Yiyecek.
HARE
f. Kaya, sert taş. * Bir cins dalgalı kumaş.
HAREC
Darlık, zorluk, sıkıntı. * Dar yer, sık ağaçlı yer. * Günâh.
HARED
Hışım etmek. * Menetmek, engel olmak.
HAREKÂT
(Hareket. C.) Hareketler.
HAREKÂT-I HARBİYE
Harp harekâtı.
HAREKÂT-I MÜŞTEREKE
Müşterek hareketler, beraber davranışlar.
HAREKE
Arapça harflerin u, e, i şeklinde okunacağını gösteren işaretler. (Zamme "ötre" fetha "üstün" kesre "esre" (gibi) * Hareket lafzının Arapça terkibde aldığı şekil.
HAREKET
Kımıldanma. Davranış. Yola çıkmak. Bir cismin sabit bir noktaya göre yerinin veya durumunun değişmesi. Sarsıntı.
HAREKET-İ ARZ
Zelzele, deprem, yer sarsıntısı.
HAREKET-İ DÂHİL
Tar: Kanuni Sultan Süleyman zamanında Süleymaniye medreselerinin binasından sonra onikiye çıkarılan tarik-i tedris (okutma yolu) silsilesinin dördüncü mertebesindeki müderrislerine verilen bir ünvandır.
HAREKET-İ MER'İYYE
Gerçekte olmadığı halde, var imiş gibi görünen hareket.
HAREKET-İ MİHVERİYE
Mihver, eksen etrafındaki muntazam hareket.(Şems, hareket-i mihveriyesi ile silkinse, meyveleri düşmez, silkinmezse yemişleri olan seyyarat düşüp dağılacaktır. M.)
HAREKET-İ MÜSTAKİME
Fiz: Doğru bir çizgi üzerinde olan hareket.
HAREM
Herkesin girmesine müsaade edilmeyen yer. Kadınlara mahsus oda. (Misafirlere ve erkeklerin girmesine müsaade edilen yere de"selâmlık" denir.)(Tesettür kadınlar için fıtrîdir ve fıtratları iktiza ediyor. Çünkü, kadınlar hilkaten zaife ve nâzik olduklarından kendilerini ve hayatından ziyade sevdiği yavrularını himaye edecek bir erkeğin himaye ve yardımına muhtaç bulunduğundan; kendini sevdirmek ve nefret ettirmemek ve istiskale mâruz kalmamak için fıtrî bir meyli var. L.)
HAREMEYN
İki mukaddes harem. Müşrik ve kâfirlere yasak olan mukaddes Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere.
HAREMEYN-İ ŞERİFEYN
Mekke'deki Kâbe ile Medine'deki Ravza-i Mutahhara.
HAREM-İ ŞERİF
Kâfir ve müşriklerin girmesi yasak olan ve canlı mahlukun öldürülmesi men'edilen Mukaddes Kâbe ve civârı.
HAREM-SERAY
Sarayların kadınlara mahsus olan kısımları. Buna "Harem-i Hümayun" da denilir. * Câmi içi.
HARES
Dilsizlik, ebkemiyyet.
HARES
(Haris. C.) Bekçiler, muhafızlar.
HAREŞE
Sinek.
HAR'ET
Terslemek.
HAREZ
(C.: Ehrâz) Çocukların oynadıkları ceviz.
HAREZE
(C.: Harez-Harezât) Boncuk.
HARF
Ağızdan çıkan her bir sese âit verilen işaret. Alfabeyi meydana getiren şekilli çizgilerden herbiri. * Müstakil bir mânâya değil de başka harflerle birleşerek, başka muayyen ve müstakil çok mânaların ifadesi için kullanılan şekil. Başkasının mânalarını gösteren işaret. * Vecih, üslub. * Her şeyin ucu, kenarı, sivri ve keskin kıyısı.
HARF
Yemiş toplama.
HARF BE HARF
Aynen, aslı gibi, olduğu gibi.
HARF-AŞİNA
Harfleri birbirinden ayırdedebilen. * Mc: Sözden anlayan.
HARFECE
Güzel gıda.
HARF-ENDAZ
Söz atan; dokunaklı, haysiyete ilişen söz söyleyen.
HARF-GİR
f. Her işte ayıp ve noksan arayan.
HARFÎ
Harfe âit. * Sahibi tanıtmak için olan. * Başkasının mânası için yazılan. (Bak: Mâna-yı harfî)
HARF-İ ÂB-DÂR
Güzel ve mânidar söz.
HARF-İ ASLÎ
Gr: Arabça bir kelimenin kökünü teşkil eden harften olan. (Ekserisi üç harften ibaret olur.)
HARF-İ ATIF
Gr: İki kelime veya cümleyi birbirine bağlayan harf. Vav ve fe gibi. Arabçada on şekilde harf-i atıf şunlardır: Bunlar bir kelimeyi veya cümleyi diğer bir kelime veya cümle üzerine atıf ve rabtederler. Bu harflerden evvelkine: ma'tufun aleyh, sonrakine ise, ma'tuf denir. (Bak: Atf)
HARF-İ CERR
Gr: Kelimenin sonunu esre ile (i diye) okutan harf. Bunlar arabçada şu şekil altında toplanmıştır. (Vav-ı kasem), (Ta-yı kasem)
HARF-İ İLLET
Gr: Elif, vav, ya harfleri.
HARF-İ MASDARÎ
Fiil mânasında olan bir kelimeyi, masdar mânâsına çeviren harf.
HARF-İ MEDD
Kendinden evvel gelen harflerin uzun sesli okunmasına vesile olan "elif, vav, yâ" harfleri.
HARF-İ MEZİD
Arabçada masdar olan kelimeye harf ilâvesi ile başka masdar yapılır. Bu ilâve edilen harflere "Harf-i mezid" denir. Meselâ: kelimesinde harf-i aslî üçtür. (mükâtebe) dendiği zaman, "Müfâale masdarı şekline göre, mim ve elif harfleri, harf-i meziddendir" denir.
HARF-İ NÂSIB
Muzari fiilinin sonunu üstün (e, a diye) okutan harf. (Bak: Huruf-i nâsibe)
HARF-İ NİDÂ'
Ya, ey, â gibi harflerle çağırılanın ismine eklenen harf. Ünlem.
HARF-İ TÂRİF
Arabçada, elif lâm harflerinin ismin başına gelmesi hali. (Bak: Lâm-ı ta'rif)
HARF-İ ZÂİD
Gr: Kelimenin bazı tasrifinde düşen harf. Fazla, zâid harf. Te'kid için yazılan harf. Sonradan ilâve olan harf.
HARFİYE
Kendi başına müstakilen bir mânası ve te'siri olmadığı halde, kendi cinsinden bir topluluğun içinde olduğu zaman ancak bir vazife gören şeylere denir.
HARFİYEN (HARFİYYEN)
Harfi harfine. Hiçbir değişiklik yapmadan.
HARGÂH
f. Otağ. Büyük çadır.
HARGAR(E)
f. Hakaret eden, hakaret edici.
HARGELE
f. Eşek sürüsü. * Terbiyesiz, görgüsüz ve azılı kimseler.
HARGUŞ
Tavşan.
HARHAR
f. Devamlı arzu, sürekli istek. * Gönül üzüntüsü, iç sıkıntısı. * Devamlı kaşıntı.
HARHARA
Uykuda horlamak. * Kedinin mırıldayışı. * İki dere arasındaki düzlük.
HARHİŞE
f. Kavga, gürültü, patırtı.
HÂR-I FİRKAT
Ayrılık acısı.
HARIK
Muhalefet eden, aykırı olan, karşı gelen. * Yırtıcı, yırtan.
HARIK
Yakan, yakıcı. Yanan, tutuşmuş. Ateş, od.
HÂRIK-I ÂDE
Âdeti yırtan, âdetin dışarısında, hârikulâde.
HARIS
Hırslı olan, haris.
HARISA
İnsanın başında veya yüzünde kan çıkmaksızın yalnız deri yırtılmış olarak peyda olan yara.
HARÎ
f. Hakirlik, horluk.
HARÎ
Müstehak, lâyık.
HARÎ'
Kimseden çekinmeyen, fâcire kadın. * Çok gülen, gülegen.
HAR-İ DEŞTÎ
Yaban eşeği.
HARİB
Kaçan, firar eden.
HARİB
Yıkan, harab eden. * Haydut.
HARÎB
Yağma olunmuş, soyulmuş, talan edilmiş.
HARÎBE
(C.: Harâib) Bir kimsenin geçineceği şey.
HARİC
Günahkâr, günah işlemiş. Allahın emrini dinlememiş olan.
HARÎC
Dar, ensiz. * Kuşatılmış.
HÂRİC
Bir şeyin veya mahallin veya memleketin dışında kalan. * Ecnebi.
HARİCE TEMESSÜL
Zihnî olan kelâmın hâricî âlemdeki kanunlara uygun şekilde tanzim edilişi.
HARİCEN
Dışardan, dıştan. Hariçten.
HARİCÎ
Dışarıya âit olan. İçeriye âit olmayan. Dış ile alâkalı. Ecnebiye âit. * Zorba ve âsi olan. * Seyyid olmadığı halde seyyidlik iddia eden. * Vaktiyle Hazret-i Ali Kerremallâhü veche'ye âsi olan fırka-i dâlle ashabından herbiri. (Bak: Havaric Vak'ası)
HÂRİC-İ VATAN
Vatanın harici.
HARİCİYYE
Hariçle alâkalı. Dış işleri. * Ameliyatla tedavi edilebilen hastalıklar. * Haricilik. (Bak: Havâric vak'ası)
HARİD
Öfkeli, hidetli, kızgın.
HARİD
Satın alma.
HARÎD
Tek, ayrı.
HARİD(E)
(C.: Harâid) Kız, evlenmemiş kız. * Delinmemiş inci.
HARİDAR
Satın alıcı, satın alan.
HARİDE
Satın alınmış.
HARİF
Yemiş toplayan.
HARİF
Güz mevsimi, sonbahar. * Meyve toplama zamanı.
HARİF
(Hırfet. den) Meslekdaş, san'at arkadaşı. Teklifsiz dost. * Herif, âdi insan.
HARİFANE
f. Esnafça. Herkes kendi masrafını, hissesine düşeni vermek suretiyle, ortaklıkla yapılan.
HARİFE
(C.: Harâif) Ev için sonbahar hazırlığı.
HARİFÎ
Sonbaharla alâkalı.
HARİK
Omuz küreklerinin arası.
HARİK
Zeyrek akıllı kimse.
HARÎK
Erkekliği olmayan adam.
HARÎK
Yangın, ateş.
HARÎKA
Acı, sızı. * Bulâmaç. Yulaf lâpası.
HÂRİKA
Ateş, nâr, od.
HÂRİKA
İmkânların üstünde olan şey, hayret uyandıran, hayranlık vren. Büyük ve görülmedik eser. Görülmedik derecede kıymetli.
HÂRİKA-İ SEVDÂ
Aşk ateşi.
HÂRİKA-PİŞE
f. Hârikalı. Hârika işler yapan.
HÂRİKAT
(Hârika. C.) Şaşılacak şeyler, hârikalar. İnsanda hayret uyandıran şeyler.
HÂRİKAVÎ
Harika cinsinden, harika gibi.
HARÎK-I KEBİR
Büyük yangın. * Büyük Cihan Harbi.
HÂRİKULÂDE
Fevkalâde, âdetin hâricinde bulunan şey, eser. Görülmedik derecede. Son derece kıymet ve ehemmiyeti hâiz olan şey.
HARÎK-ZEDE
(C.: Harikzedegân) f. Yangından zarar görmüş kişi. Evi ve eşyaları yanmış kimse.
HARÎM
Saygısız, çekinmez. Kayıtsız kimse.
HARÎM
Herkesin giremiyeceği, dokunmıyacağı şey. Haram dairesi. * Şerik. * Bir kişinin olup, başkasının duhul ve taarruzundan masun yer. * Hacıların Mekke-i Mükerreme'de giydikleri libas.
HÂRİM
Fakir.
HARÎME
Bir kimsenin, istediği gibi kulanabilecek hakka sahib olduğu malı.
HARÎM-İ HÂSS
Büyük bir kimsenin kendi dairesi.
HARÎM-İ İSMET
Namus ocağı, mukaddes ocak. Kudsi âile yuvası.
HARİR
İpek. İpekten yapılmış. * Harâretli. Sıcak.
HARÎR
Su akarken çağlamak. * Yel eserken fışıldamak. * Horuldamak.
HARİRÎ
(Kasım bin Ali) (Mi: 1054-1122) Irak'ta doğdu. İnhitat (çöküş) devrinin ediblerindendir. "Makamat" adlı eseriyle şöhret bulmuştur. Bediüzzaman-ı Hemedanî'nin Makamları misal alınarak yazılmış elli makameyi (nutukları) ihtiva eder.
HARİRÎ
İpek eşya. * İpek tüccarı. * Bir nevi kâğıt.
HARİRİYE
Un ve süt ile yapılan bulamaç.
HARİS
Süngü demiri. * Soğuk olan şey.
HARİS
Son derece hırslı olan.
HARÎS
Bir şeye fazlası ile düşkün. Hırslı.
HÂRİS
Muhafız. Bekçi. * Gözcü. Himaye eden. Bekleyen.
HÂRİS
Eken, ekici. Çiftçi.
HARÎSA (HÂRİSA)
Yağmuruyla yer yüzünü süpürüp gideren bulut. * Kan çıkmayan azıcık baş yarığı.
HARÎSANE
f. Hırslıcasına. Çok haris olarak. Hırslılara mahsus bir tavırla.
HARÎSET
(C.: Harâyis) Zayıf deve.
HARÎS-İ CÂH
Mevki, makam ve rütbe düşkünü.
HÂRİS-İ GAYUR
Çalışkan ve gayretli çiftçi.
HARÎS-İ ŞÖHRET
şöhret ve nam düşkünü.
HÂRİS-İ VATAN
Vatanın koruyucusu, vatanın bekçisi.
HARİSTAN
f. Çalılık, dikenlik.
HARÎSUN ALEYKÜM
Tevbe Suresi'nin bir âyetinde geçen bu ifade, birinci derecede Peygamberimiz (A.S.M.) hakkında olup ümmetini ve bütün insanları doğru yola irşadda yılmadan, büyük bir sebat ve azim ve gayretle devam etmesine işaret edilerek böylece tavsif edilmiştir.
HARİŞ
f. Kaşınma, kaşıma.
HARÎŞ
Bir cins yılan.
HARİTA
yun. Yeryüzünün veya bir parçasının belli bir ölçüye göre küçültülerek muvafık bir yere çizilen taslağı. * Dağarcık, kulplu kese.
HARİYE
Yavuz bir yılan.
HARÎZ
Mahfuz, hıfzolunmuş, saklanılmış.
HARÎZ
Tâkatsiz kimse, güçsüz ve kuvvetsiz insan.
HARİZME
Azgın hayvanların ağzına ve ayının dudağının üstüne geçirilen demir halka.
HARK
Yakmak. Yanmak. Yangın.
 
Geri
Top