Osmanlıcada ''H''ile başlayan kelimelerin anlamları

HARK
Yarma. Yırtma. * Su akacak yarık yer.
HARK VE İLTİYAM
Yarmak ve yapıştırmak. Yırtılmak ve iyileşmek.
HARKA'
Kulağı delik koyun. * Çeşitli yönlerden esen rüzgâr.
HARKAFA
(C.: Harâkıf) Kalça kemiği. Uyluk kemiğinin baş tarafı.
HARKAHE
Koyuncuların kara evi.
HARKEKET
(C.: Harâkîk) Uyluk başı.
HARK-I KEBİR
Büyük yangın. * Cihan Harbi. (daha ziyade ihrak olarak kullanılır)
HARKÜRRE
f. Eşek yavrusu, sıpa.
HARM
Muhkem etmek, sağlamlaştırmak. * Davara yük vurmak. * İşinde çabuk çabuk olmak. * Udul etmek. * Kat'etmek.
HARMED
Kokusu ve rengi değişen. * Kara balçık.
HARMEL
Üzerlik otu.
HAR-MENİŞ
f. Eşek huylu, eşek tabiatlı.
HARMEŞ
İfsad etmek, bozmak.
HARNUB
Keçiboynuzu adı verilen bir cins yemiş.
HARP
(Bak: Harb)
HAR-PÜŞT
f. Diken sırtlı. * Mc: Kirpi.
HARPÜŞTE
f. Balıksırtı şeklinde olan, harpuşta.
HARR
Hararet, sıcaklık. Sıcak.
HARR
Yarmak.
HARR(E)
Hararetli. Kızgın. Çok sıcak. Yakıcı.
HARRA
(Hurur) Yüksekten aşağı düşmek.
HARRAKA
Eskiden düşman gemilerini veya düşman şehirlerini ateşlemek için, yakıcı âletlerle donatılmış olan harp gemisi.
HARRAN
Susuz.
HARRARE
Gürleyerek, çağlayarak akan su.
HARRAS
Küp yapan.
HARRAS
Yalancı.
HARRAS
(Harâset. den) Çiftçi, ekinci. Toprağı işleyip ekin eken.
HARRAT
Doğramacı, çıkrıkçı. Tornacı.
HARRAZ
Terzi.
HARRE
(C.: Hırâr-Hırârât-Harrun) Kara taşlı yer.
HARRE
(C.: Hurer) Değirmenin buğday konulan deliği.
HARR-I ŞEDİD
Şiddetli hararet, fazla sıcaklık.
HARRUB
Keçiboynuzu adı verilen bir yemiş cinsi.
HARS
Tarla sürmek. * Maarif. * Mal toplamak, kazanmak. * Teftiş ve tedbir eylemek.
HARS
Tahmin etmek. * Yalan söylemek. * Acıkmak.
HARS
(C.: Hırâs) Küp.
HARS
Koruma. Muhafaza etmek. Hırz mânasınadır.
HARS
Yarmak, yırtmak.
HARSA'
Dilsiz kadın. * Gürlemeyen bulut. * Belâ. (Müz: Ahrâs)
HARSEK
Küçük cisim.
HARS-I IRKÎ
Milli maarif, ırkî hars.
HARSİNÎ
Tunç.
HARŞ
Kesbetmek, almak. * Tırmalamak.
HARŞ
Avlamak. * Kaşımak.
HARŞA
Bir cins ot.
HARŞEF
(C.: Harâşif) Kalkan balığı. * Balık pulu. * Enginar bitkisi.
HARŞUF
Enginar bitkisi.
HART
Katı katı ovmak. * Davarın yulaf yerken çıkardığı ses.
HART
El ile ağacın yaprağını sağmak. * Ağaç kabuğu soymak, yaprak toplamak. * Nikâh.
HARTAVÎ
Tar: Sipahilerin yeniçeri keçesine mümasil olarak giydikleri toparlak keçe külâh.
HARTUC
f. Topa merminin ardından sürülen barut kesesi.
HARUF
Küçük kuzu, hamel. * Tâze et.
HARUN
İlerleyeceği yerde duran veya geri giden hayvan.
HARUN
Musa Peygamber'in (A.S.) yardımcısı ve büyük kardeşi. * Bağdad Abbasî Halifelerinden Harun-ür Reşid.
HARUNÎ
Hayvanın ilerlemeyip durması veya gerilemesi. Hayvanın huysuzluğu.
HARUR
Yüksekten düşmek. * Akla gelmedik cihetten hücum etmek.
HARUR
Sıcaklık. Güneşin kızgınlığı. * Gece esen sıcak rüzgâr.
HARUS
Sütü az olan kadın. * Evlenip hâmile olan kız.
HARUT
Mukaddes kimse. * İpini sahibi elinden çekip kaçan davar.
HARUT VE MARUT
Kur'an-ı Kerim'de ismi geçen iki meleğin ismidir.
HARVA
Büyük kumlu tepe. * Yüce, yüksek. * Bir dağın adı.
HAR-VAR
f. Eşek yükü.
HARY
Noksan etmek, noksanlaştırmak, eksiltmek.
HARZ
Dikmek.
HAR-ZAR
f. Çalılık, dikenlik.
HARZE
Yaban şalgamı.
HARZEM (HAREZM)
Türkistan'da Aral gölünün güneyindeki delta ve çevresindeki ülke.
HAS'
Reddetme. * Uzak olmak. Uzaklaştırmak.
HAS AHUR
Tar: Hükümdarın hayvanlarına mahsus ahır.
HAS LAFIZLAR
Bir mânaya mahsus olan lafızdır. Hasan, Mehmed, insan, erkek lafızları gibi.
HASA
Sığır terslemek.
HASA
Toprak saçmak.
HASA
Saymak. * Taş atıp vurmak.
HASA'
Bulamaç aşı. * Kavun.
HASA'
Suya kanmak ve kandırmak. * Dolmak. * Doymak. * Ufak taş.
HASA'
Saman parçası. * Hurma kabı.
HASAB
Odun.
HASAD
Ekin biçmek. Ekin biçme mevsimi.
HASADET
Hasedcilik, kıskançlık. Çekememezlik.
HASAFE
(C.: Hasif) Hurma yaprağından örülen kap. * Hurma yaprağı.
HASAFET
Rey sağlamlığı. Hükümde kuvvet ve olgunluk.
HASAİL
(Haslet. C.) Hasletler. (Bak: Haslet)
HASAİS
(Hasîse. C.) Kötü huylar, fena tabiatlar.
HASÂİS
Bir şeye, birine has olan keyfiyetler.
HASÂİS-İ İNSÂNİYYE
İnsanlık hassaları.
HASAK
Büyük bir kuşun adı. (Çin'de, Babil'de ve Türk vilâyetlerinde olur.)
HASAL
Ağacın, zeminde yanlara sarkmış uçları. * Bir işte ortaya konulan ödül.
HASAL
Yüreğin ağrıması.
HAS'AM
Yemen diyarında bir kabilenin adı.
HASAN
Güzel. (Bak: Hasen)
HASAN
Nâmahremden korunur üzere olmak, korunmak.
HASAN
İyilik. Güzel muamelede bulunmak.
HASANET
Bir yerin çok sağlam ve korunulacak tarzda olması. * Kadının kendisini haramdan koruması.
HASAN-I BASRİ
(Hi: 21-110) En ileri Tâbiînden olup hadis ve fıkıhta büyük âlimlerdendir. Basra'da medfundur. Mezheb sahibi bir müçtehiddir. Sahabe-i Kiram'dan 130 zat ile görüşmüş, Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Neseî, İbn-i Mace kendisinden hadis nakletmişlerdir.
HASAR
Soğuk, berd.
HASAR
(C.: Hasâret) Ziyan, zarar.
HASARAT
(Hasâret. C.) Ziyan ve zararlar. Hasaretler.
HASAR-DİDE
f. Zarara uğramış, hasar görmüş.
HASARET
Cıvık ve sulu şeyin koyulaşıp katılaşması. * Dahâmet peyda etme, irileşme.
HASARET
Hasar. Alış-verişte zarar, ziyan. Yoldan sapmak. Sapıtmak. Dalâlete düşmek.
HASAS
Başta saçın az olması.
HASASA
(C.: Hasâs) Fakirlik. * Hali yaramaz olmak. * Küçük delik. * İki kişinin arasındaki açıklık.
HASASE(T)
Tamahkârlık. Cimrilik. Alçaklık. Hasislik.
HASASET
İhtiyaç. Yoksulluk. Züğürtlük. * Rahne. * Kalbur ve elek gibi şeylerdeki küçük delik, gedik.
HASÂT
Küçük taş parçası. Çakıl. * Tıb: Sidik yolunda taş peyda olmak.
HASÂT-I BEVLİYYE
Tıb: Sidik yollarında ve böbreklerde meydana gelen taş.
HASÂT-I MESANE
Tıb: Sidik kesesinde meydana gelen taş.
HASB
(Haseb) Birisinin sülâlesi cihetinden iftihar yolu ile saydığı iyilik. Mal, din, millet. Kerem, fiil ve amelde yüksek şeref, iyi iş, sâlih amel. Şeref, asalet, şan, kadr ve haysiyet. * Dolayı, cihetiyle, gereğince.
HASB
(C.: Havâsıb) Taş atmak. * Ufak taşları savuran rüzgâr.
HASBA
Hafif tahkir yerinde kullanılan bir tabirdir. Halk dilinde "haspa" şeklinde kullanılır.
HASBA'
(C.: Hasubâ) Ufak taş.
HASBE
Re'y. Tedbir. (Aslı: Ecir ve sevab mânasına gelen "hisbe" dir)
HASBE
Kızamık hastalığı. Tane tane gövdede çıkan bir hastalıktır. (Hasta kişiye "mahsub" derler.)
HASB-EL BEŞERİYYE
İnsanlık hali olarak, insanlık dolayısıyla.
HASBEL HAMİYYE
(Hasb-el hamiyye) Hamiyet icabı, hamiyet için.
HASBEL İCAB
(Hasb-el icâb) Durum icabı olarak, hâl ve durum iktiza ettiği için, durum dolayısıyla.
HASBEL İKTİZA
(Hasb-el iktizâ) İktiza ettiği için, gerektiğinden dolayı.
HASBEL KADER
(Hasb-el kader) Kader cihetiyle.
HASB-EL KADER
(Bak: HASBEL KADER)
HASB-EL LÜZUM
İcabettiği için.
HASBEL MEVSİM
(Hasb-el mevsim) Mevsime göre.
HASBETEN LİLLAH
Allah rızası için. Allah yoluna. Karşılık istemeksizin.
HASBÎ
Karşılıksız. Allah rızası için. (Hakiki mürşid âlim, koyun olur; kuş olmaz. Hasbî verir ilmini. Koyun verir kuzusuna hazmolmuş musaffâ sütünü. Kuş veriyor ferhine lüâb-âlud kayyını. S.)
HASB-İ HAL
Halleşme. Görüşüp konuşma.
HASBİYE
âyetinin kısaca ismidir.
HASBÜNA
Bize yeter. Bize kâfidir (meâlinde).
HASDA'
Yaprağı çok olan ağaç.
HASEB
(Bak: Hasb)
HASEBE
Hurması çok olan hurma ağacı.
HASED
Başkasının iyi hallerini veya zenginliğini istemeyip, kendisinin o hallere veya zenginliğe kavuşmasını istemek. Çekememezlik. Kıskançlık. Kıskanmak.(Hasedin çaresi: Hâsid adam, hased ettiği şeylerin âkıbetini düşünsün. Tâ anlasın ki, rakibinde olan dünyevi hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet; fânidir, muvakkattır. Faidesi az; zahmeti çoktur. Eğer, uhrevi meziyetler ise; zâten onlarda hased olamaz. Eğer onlarda dahi hased yapsa, ya kendisi riyakârdır; âhiret malını dünyada mahvetmek ister. Veyahut mahsudu riyakâr zanneder, haksızlık eder zulmeder.Hem ona gelen musibetlerden memnun ve ni'metlerden mahzun olup kader ve rahmet-i İlâhiyeye onun hakkında ettiği iyiliklerden küsüyor. Adeta kaderi tenkid ve rahmete itiraz ediyor. Kaderi tenkid eden başını örse vurur kırar. Rahmete itiraz eden rahmetten mahrum kalır. M.)
HASEDE
(Hâsid. C.) Kıskananlar, hased edenler, çekememezlik edenler.
HASEK
Kin, adavet, hased. * Savaş âletlerinden, üç köşeli diken şeklinde bir silâh.
HASEKE
(C.: Husek) Kin tutmak, adavet etmek. * Demir dikeni denilen üç köşeli diken. * Demirden yapılan üç köşeli "bıtırak" denilen harp âletleri.
HASEKİ
Tar: Vaktiyle sarayda görevli bazı subaylara verilen isim.
HASELE
Tıb: Karnın göbek ile kasık arasındaki kısmı.
HASEM
Burnun yassı ve geniş olması.
HASEN
Güzel. Hüsünlü. Güzellik. * Güzel olmak.
HASENAT
Güzellikler. İyi ameller. İyilikler. (Hasenât da ya kalb ile olur veya kalb ve beden ile olur; veyahut mal ile olur. A'mâl-i kalbinin şemsi imândır. A'mal-i bedeniyenin fihristesi namazdır. A'mâl-i mâliyenin kutbu zekâttır. İ.İ.)
HASENE
İyilik. Güzellik. Hayırlı amel. Allah rızasına çok uygun iş. * Eski altun paralardan biri.
HASEN-ÜL HULK
Huyu ve tabiatı güzel.
HASEN-ÜS SAVT
Güzel sesli.
HASER
Gözün tam görmemesi, göz nurunun zayıf olması.
HASF
Ay tutulması. * Işığı sönmek.
HASF
Ayakkabı dikmek. * Birbirine yapıştırmak. * Tasmalı nâlin. * Ağacın yaprağının dökülmesi.
HASFOLMAK
Parlaklığı gitmek.
HASHAS
Seri, çabuk, hızlı.
HASHAS
Toprak. * Ufak taş.
HASHAS
Cömert kimse.
HASHAS
Koparılmış olmak.
HASHAS
Zâhir olma, açık ve âşikâr olma, görünme.
HASHASA
Açık ve âşikâr olma. * Bir şeyi diğer bir şey içinde "iyice birleşmesi için" karıştırıp sallama.
HASHASE
Kandırmak. * Koparmak. * Çok fazla deprenmek.
HASHASE
Ateş üzerinde eti pişirip kebap yapmak. * Bir şeyi döndürmek.
HASHASE
Anlaşılmayan ses. * Hınzır avazı.
HASIB
Tipi. Ortalığı toza toprağa boğan şiddetli rüzgâr.
HASID
Ekin biçen.
HASIF
Zayıf.
HASIK
Süngü demiri.
HÂSIL
Peyda olan. Husule gelen. Çıkan, meydana gelen.
HÂSILAT
Gelirler. Kazançlar. Elde edilenler. Kâr. Mahsul. Îrad.
HÂSILAT-I SÂFİYE
Sâfi kazanç. Net kâr. Bütün masraflar çıktıktan sonra kazanç olarak geri kalan hâsılat.
HÂSILAT-I SENEVİYYE
Senelik kazançlar, yıllık gelirler.
HÂSIL-I BİLMASDAR
Hakiki müessirden hâsıl olan fiildir. Kendi sebeb ve şartlarından meydana gelen şey. Meselâ: Bir şeye vurmak, masdardır; o vurmaktan hâsıl olan ses çıkmak, hâsıl-ı bilmasdır'dır. Tüfek atarak bir adamı öldürmekte tüfek atmak fiili, masdar: adamın ölmesi ve tüfeğin sesi çıkması da hâsıl-ı bilmasdar'dır.
HÂSIL-I CEM'
Mat: Toplam. Bir kaç sayının birlikte toplanmasından meydana gelen yekûn.
HÂSIL-I DARB
Mat: Çarpım. Çarpmak işinin neticesi. 5 sayısı 2 sayısıyla çarpılırsa, çıkan 10 sayısı, hâsıl-ı darbdır.
HÂSILI KELÂM
(Hâsıl-ı kelâm) Sözün kısacası, sözün kısası.
HASIM
(Bak: Hasm)
HASIN(E)
(C.: Hâsınât) İffetli, namuslu ve şerefli kadın.
HASIR
(Hasr. dan) Muhâsara eden, etrafını çeviren, hasreden.
HASIRALTI ETMEK
Ist: Unutmak, saklamak, gizlemek, terviç etmemek manasında kulanılan bir tâbirdir. Hasır, eskiden halı ve kilim yerinde kullanıldığı ve onun altında kalan şeyler unutulup gittiği için bu tâbir meydana gelmiştir.
 
HASÎ
Kuru.
HASÎ
(Has'. den) Herkes tarafından kovulan. Sürülüp tardedilen.
HASİB
Hesab eden, hesab edici.
HASÎB
Muhterem, itibarlı, değerli ve soyu temiz kimse. şahsi meziyet sâhibi insan. * Muhâsebeci.
HASÎB
Cömert kimse. Hayır sahibi ve eli açık adam. * Bolluk yer, ucuzluk.
HASÎD
(C.: Hasâyıd) Tarlada kalan ekin.
HÂSİD
Hased eden, kıskanan.
HÂSİDANE
f. Kıskanarak, kıskançlıkla. Hased edercesine.
HASÎF
Aklı başında, kâmil ve olgun adam.
HASÎF
Ak ile kara, alaca renkli urgan. * İki çeşit renkten meydana gelen.
HASÎF
(C.: Husef) Suyu hiç kesilmeyen su kuyusu. * Yağmuru çok olan bulut.
HÂSİF
(Husuf. dan) Sararmış. Rengi, parlaklığı kalmamış. Husufa uğramış.
HASÎFANE
Aklı başında ve olgun olan bir adama yakışacak suretde.
HASÎFE
Gizlenen kin, hased ve düşmanlık.
HASÎL
Ot.
HASÎL(E)
Sığır buzağısı.
HASÎLE
(C.: Hasâyil) Bakiyye, artan, geri kalan.
HASÎLE
İyeği arasında olan et.
HASÎM
Hasım olan, husumet eden, düşmanlık eden.
HÂSİM
Kat'eden, hasmeden, kesip atan.
HASÎN
Küçük balta.
HASÎN
Sağlam. Metin. Mustahkem. * Sağlam muhafaza eden.
HASÎR
Bir şey söyler veya okurken dili tutulan kimse. Kekeme insan. * Hasır.
HASÎR
Hüsranda olan. Sapıtan, dalâlete giden. Azgın. * Eli boş. Müdafaasız. Çaresiz.
HASÎR
Feri gitmiş, donuklaşmış göz. * Hasret çeken. Meramına nail olamayan. * Yorulmuş. * Açılmış. * Zayıf.
HÂSİR
Hasarete uğrayan. Zarara, ziyana uğrayan.
HÂSİREN
Ziyana uğrayarak, zarar gördüğü halde.
HÂSİRÎN
(Hâsir. C.) Zarar görmüş olanlar, ziyana uğramış kimseler.
HÂSİRUN
Zarar ve ziyana uğrayanlar. Eli boş kalanlar.
HASİS
Gizli ses. Ateş gürültüsü. * Fitil.
HASİS
Çabuk. Çok aceleci. * Ayartılan, tergib ve teşvik edilen.
HASİS(E)
(Hisset. den) Kötü huy, fena tabiat. * Ufak, değersiz. * Tamahkâr, cimri.
HASİSA
Bir şeye mahsus hal. Kendine mahsus olup başkasında bulunmayan keyfiyet, karakter.
HASİYY
Hayası çıkarılmış, hadım edilmiş, burulmuş (insan veya hayvan).
HASİYYET
(Hassiyet) Hususi fayda, kuvvet ve menfaat, tesir, keyfiyet.
HASL
Zayıflık.
HASL
Fena huylu olma. Kötü haslet sahibi olma.
HASLE
(C.: Husul) Hurma koruğu.
HASLE
Göbekle kasık arası.
HASLET
Huy. Ahlâk. Yaradılıştan olan tabiat.
HASLET-İ CEMİLE
Güzel ve iyi huy.
HASLET-İ HAMİDE
Medih ve senâ edilmeğe, övülmeğe lâyık olan güzel ahlâk ve haslet.
HASLET-İ HAMRÂ
Hamiyet, gayret veya mahcubiyetten gelen ve yüz kızarması suretinde görünen güzel haslet.
HASM
Kesip atma, kesme, kat'etme. * Kat'i olarak bir mes'eleyi hâlledip neticeye varma.
HASM
(Hasım) Muhâlif. Karşı taraf. Düşman.(Eğer hasmını mağlub etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et. Çünkü, eğer fenalıkla mukabele edersen, husumet tezayüd eder, zâhiren mağlub bile olsa, kalben kin bağlar, adaveti idame eder. Eğer iyilikle mukabele etsen nedâmet eder, sana dost olur. M.)
HASM
Atâ etmek, hediye vermek. * Ovmak.
HASMANE
f. Düşmancasına. Düşman gibi. Hasma mahsus halde.
HASME
Kırmızı meşe.
HASMEN
Bir mes'eleyi kesin bir karar ile halledip bitirmek suretiyle.
HASM-I BÎAMAN
Amansız düşman. Merhamet bilmeyen düşman.
HASM-I CA'LÎ
Huk: Hakikatta hasım olmadığı halde, hasım imiş gibi hâkim önünde husumeti kabul eden kimse.
HASM-I DA'VÂ
Dâvânın halledilmesi.
HASM-I EKBER
En büyük düşman olan şeytan.
HASM-I ELEDD
İnatçı düşman, muannid hasım.
HASM-I MÜTEVARÎ
Huk: Mahkemeye gelmekten ve vekil göndermekten çekinen kimse.
HASMÎ
Düşmanlık, husumet, adavet.
HASNA
Güzel kadın. Hüsün ve cemal sâhibesi.
HASNÂ
Çok fazlasıyla kendini haramdan saklayan kadın. Çok iffetli, çok nâmuslu kadın.
HASNÂ-YI HÜSNÂ
Hem güzel ve hem de namuslu olan kadın.
HASPUŞ
f. Hilekâr, hileci, iki yüzlü, mürai.
HASPUŞÎ
Hile, riyâ.
HASR
Bir şeyin içine alma. Yalnız bir şeye mahsus kılma. * Bir çember içine almak. Askerle etrafını kuşatmak. * Sıkıştırma. Kısaltma. * Okurken tutulup kalmak. * Vakfetmek. * Zaman ayırmak.
HASR
Böğür. * Bel.
HASR
Keşfetmek. * Yorulmak.
HASR
Göz kapağında sivilce çıkmak.
HASR
Noksan olmak. * Sermayesini zayi edip ziyân etmek.
HASREME
Üst dudağın alt dudak üzerine taşması.
HASRET
Özleyiş. İç çekme. Bir şeyi çok isteyip, arzulayıp ona kavuşamamaktan gelen üzüntü. (Bak: Husr)
HASRET-FİKEN
f. Hasret düşüren, hasret döken.
HASRET-KEŞ
f. Özlemiş, özleyen, hasret çeken.
HASRET-KEŞANE
f. Hasret çekene yakışır surette. Özleyenler gibi.
HASRETMEK
Kısaltmak. Sadece bir şeye mahsus kılmak. Bir şey için vakfetmek.
HASRET-NAME
Edb: Ayrılık münasebetiyle yazılan mektub. Hasreti belirten yazı, hasret mektubu.
HASRET-ZEDE
(C.: Hasret-zedegân) f. Hasrete düşmüş, hasrete uğramış.
HASR-I FİKİR
Bir şeye bütün fikrini vermek ve başka şeyle meşgul olmamak tarzı ve düsturu ile o şeyde veya meslekte mütehassıs ve muvaffak olmaya çalışmak. Bütün fikri çalışmayı bir şey üzerinde toplamak.
HASR-I İŞTİGAL
Bütün çalışmaları bir şeye hasretme.
HASR-I NAZAR
Sadece bir şeye bakıp dikkat etmek. * Yalnız bir mevzu veya meslek üzerinde çalışıp onda mütehassıs ve muvaffak olmaya çalışmak.
HASR-I ÖRFÎ
Herkesçe bilinen belli bir şey. Böyle meşhur bir şeye mahsus olmak.
HASS
Alçak, bayağı, âdi. * Marul.
HASS
Duyan. Hisseden. Duyucu. * Duygu.
HASS
Tergib. Teşvik. Bir kimseyi bir şey için iknâ etmek.
HASS
Zannetmek. * Silkmek. * Davarı kaşağılamak. * Közün üstünde birşey pişirmek. * Katletmek, öldürmek.
HASS
Azlık, kıllet.
HÂSS
(C.: Havass) Hususi. Hâlis. Kıymetli ve ileri gelen mühim yakınların topluluğu. * Bir şeyde bulunup başkasında bulunmayan. Umumi olmayıp mahsus olan. * Tam ayar olan, yabancı maddelerle karışık olmayan ve içinde bozuk bulunmayan. Tek, münferid. * Saf. * Tar: Osmanlı İmparatorluğunun ilk zamanlarında, devletin büyüklerine ayrılan yıllık geliri yüzbin akçadan fazla olan arazi.
HÂSS Ü ÂMM
Herkes, bütün herkes.
HASSA
Saç ve sakalı döken bir hastalık.
HASSA
(C.: Havass) İnsanın kendisine tahsis ettiği şey. Bir şeyde bulunup başkasında bulunmayan şey. Bir şeye mahsus kuvvet. Te'sir. Menfaat. * Adet ve alâmet. Ekâbir, kavmin ileri geleni.
HASSA
Fil gözü.
HASSA'
Hayırsız kadın.
HASSAD
Orakçı, ekin biçen.
HASSA-İ FARİKA
Ayırıcı özellik. Vasf-ı fârık. Bir şeyi diğerinden ayıran hususiyet.
HASSAS
Duygulu, içli. * Alıngan. Çok ve çabuk hisseden. Hissi galib olan kimse.
HASSAS BÖLGELER
t. Sivil savunmada düşmanın hedef tutacağı bölgeler. Her hassas bölgenin ehemmiyeti aynı değildir. Hava savunması bakımından eldeki imkanlar ve hassas bölgeler arasında öncelik tesbitine ihtiyaç vardır. Hassas bölgeler, sırasıyla:1) Atomik vurucu üslerin bulunduğu bölgeler.2) Yüzeyden yüzeye füze üsleri.3) Darbe karargahları.4) Özel cephane depoları.5) Uçaksavar birlikleri.6) Radar mevzileri'dir.
HASSASANE
f. Hassas ve duygulu olana yakışacak şekil ve surette.
HASSASE
Hissedici kuvve. Hisseden, duyan.
HASSASİYET
Hassaslık. Duygulu olmak. İhtimamlılık. Dikkatlilik.
HÂSSE
Duygu uzvu. Bir şeye mahsus kuvvet. Hâl. (Bak: Kuvve)
HÂSSE-İ LEMS
Elle dokunma kuvveti. Dokunma duyusu.
HÂSSE-İ RÜ'YET
Görme kuvveti.
HÂSSE-İ SEM'
İşitme kuvveti, duyma duygusu.
HÂSSE-İ ŞEMM
Koklama duygusu.
HASSETEN
Hususi olarak, özellikle. Yalnız, ayrıca.
HASSİYET
(Bak: Hâsiyyet)
HÂSS-ÜL HÂSS
En güzel, en has.
HASTE
(C.: Hastegân) f. Rahatsız, hasta.
HASTE
f. İstenilen, matlub, taleb edilmiş, istenilmiş.
HASTE
f. Uzanmış. * Ayağa kalkmış.
HASTE-GÂN
(Haste. C.) f. Hastalar, rahatsızlar, marizlar.
HASTE-GÎ
f. Rahatsızlık, hastalık, maraz, illet.
HÂST-GÂR
f. İsteyen, talep eden, isteyici.
HÂST-GÂRÎ
f. Tâliplik, isteyicilik.
HASUB
Kirişini atan yay.
HASUD
Çok hased eden.
HASUDANE
f. Kıskançlıkla, hasetçilikle, hasud olan kimseye benzer surette.
HASUDÎ
Kıskançlık, çekememezlik, hasetçilik.
HASUN
Serçe gibi küçük ve alaca renkli bir kuş.
HASUR
Mânevi mücahededen dolayı kadınlara yaklaşmaya rağbet etmeyen. * Sır saklayan. Keder ve üzüntüden gönlü daralan, tasadan içi sıkılan. * Çok bahil kimse. (Halkla yer ve içer, birşey vermez) * Oğlu ve kızı olmayan. * Avrete cimâ edemeyen. * İhlili dar olan deve.
HASUS
Katı, şedid, şiddetli.
HASV
Toprak saçmak. * Az birşey vermek.
HASV
Men etmek, engel olmak.
HASVA'
Toprak parçası.
HASVE
(C.: Husvât) Yudum yudum, azar azar içme.
HAŞ
Kalb.
HAŞ
f. Süprüntü, kırıntı, döküntü. * Kızgınlık, hiddet.
HAŞÂ'
(C.: Ehşâ) Nefes tutukluğu. * Nefesin tutulması. * Nâhiye. * Kalb.
HÂŞÂ
Aslâ. Kat'iyyen. Öyle değil. Allah korusun...(mânasına söylenir.)
HAŞAFET
Kin ve düşmanlık, haset ve adavet.
HAŞAHİŞ
(Haşhâş. C.) Haşhaşlar.
HAŞÂ-İ BATIN
Bağırsaklar.
HAŞAİŞ
(Haşiş. C.) Kuru otlar.
HAŞAK
f. Süprüntü, çöp. Yonga.
HAŞAN
Kokmuş tuluk.
HAŞARI
Yaramaz, rahat durmaz, hırçın.
HAŞAS
Arz haşereleri.
HAŞB
Hayırsızlık. * Haşinlik.
HAŞBA'
Kuru, yâbis.
HAŞEB
Kereste imâlinde kullanılan kalın ve kuru ağaç.
HAŞEBE
(C.: Haşebât) Odun, ağaç. Yonga.
HAŞEBİYET
Odunluk, odun niteliği.
HAŞEB-PARE
f. Tahta parçası. Yonga.
HAŞED
İnsan topluluğu, cemaat.
HAŞEF
Hurmanın yaramazı. * Eski elbise diken. * Devenin sütünün çok olması.
HAŞEFE
Hiss. * Harekete ve yürüyüş sesine derler.
HAŞEFE
(C.: Haşef-Haşefât) Sünnet mevziine varana kadar olan zeker başı. * Yaşlanmış kuru kadın. * Kuru hamur. * Yumuşak taş.
HAŞEL
Bayağılaşma, rezil olma. Bayağılık, rezillik, âdilik. * Her nesnenin kötüsü.
HAŞEM
Burun içinde olan bir illettir ve kokuyu değiştirir. * Genzin tıkanıp burnun koku almaması.* Etin kokması.
HAŞEM
Taraftarlar ve hizmetçiler. Düşmanlarına karşı koruyanlar. Aile.
HAŞEME
(C.: Haşem) Kol. Kollukçu. Hizmetkâr.
HAŞEM-NİŞİN
f. Göçebe.
HAŞENE
(Haşin. C.) Sert, katı ve kalb kırıcı olanlar.
HAŞERAT
(Haşere. C.) Küçük zararlı böcek, akrep ve yılan gibi hayvanlar. * Mc: Zararlı ve kıymetsiz kimseler.
HAŞERE
Yabani arı, böcek, akrep ve yılan gibi zararlı mahluk.
HAŞHAŞ
Kapsüllerinden uyuşturucu bir madde olan afyon; tohumlarından da yağı çıkarılan bir bitki. * Hazırlıklı. * Silâhlı ve zırhlı topluluk.
HAŞHAŞA
Silah sesi, yüksek ses. * Silâh. * Kuru ot. * Yeni kaftan.
HAŞIR
Toplayan, cem'eden, haşreden.
HAŞİ
Kuru, yâbis.
HAŞİ'
Huşu içinde olan, alçak gönüllülük eden. * Kusurlarını düşünerek, ürpererek Cenâb-ı Hakka niyâz edip yalvaran.
HÂŞİAN
Tevazu ve mahviyetle. Alçakgönüllülük göstererek.
HÂŞİANE
f. Hâşi' olarak.
HAŞİB
Yoğun, kalın. * Tam düzelmemiş olan kılıç. * Süslü, zinetli.
HAŞİBE
Tabiat, mizaç, huy.
HAŞİF
Keskin kılıç. * Damdan aşağı asılmış olan karpuz.
HAŞİF
Eskimiş ve yıpranmış elbise.
HAŞİFE
Adâvet, düşmanlık, kin.
HAŞİÎN
Huşu' içinde olanlar.
HAŞİM
Kuru ekmek kırıntısı doğruyan. Ezen, yaran, kıran, parçalayan.
 
HAŞİM
Haşmetli, gösterişli, muhteşem.
HAŞİME
Kemiği kırılmış olan baş yarığı.
HAŞİMÎ
Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) kabilesinden, O'nun sülâlesinden gelen. * Bir tarikat şubesinde olan.
HAŞİN
Kokmuş tuluk.
HAŞİN
Korkak, korkan.
HAŞİN
Kırıcı, kalb kırıcı. Sert, katı.
HÂŞİR
Haşreden, toplayan. Cem'eden. * Hz. Peygamber'in (A.S.M.) bir ismi. Haşir meydanında bütün insanlar mübarek izlerinde haşr olup toplanacaklarından Delâil-i Hayrat'ta bu isimle mezkurdur. (Bak: Haşr)
HAŞİŞ
Esrar adı verilen "Hint keneviri"nin yaprağı. * Kuru ot.
HAŞİŞE
Ot.
HAŞİV
(Bak: Haşv)
HAŞİYE
Sahife kenarına veya altına yazılan izah. Bir kitabın izah ve şerhini yapan yazı. Kenar, pervaz.
HAŞİYY
Kuru, yâbis.
HAŞİYYE
(C.: Haşâyâ) İçi dolmuş döşek. * Nihalî adı verilen sofra altı.
HAŞL
Herşeyin âdisi, bayağısı.
HAŞM
İncitmek. * Gadaplandırmak, hiddetlendirmek.
HAŞMET
(Hışmet) Kendisine tabi olanlardan dolayı, "haşem" den olan, büyüklük ve heybet. Tantana-i azamet. Hürmetten gelen çekinme. * Hiddet, kızgınlık. * Alçak gönüllülük.
HAŞMETLİ
(Haşmetlü) Tar: Haşmet sâhibi mânâsına gelir ve ecnebi hükümdarlarına verilen bir ünvandır.
HAŞMETMEAB
Haşmetli, haşmet sahibi mânâlarına gelir ve eskiden padişahlara karşı hürmet bildirmek için kullanılırdı.
HAŞNA'
Saliha kadın.
HAŞR
(Haşir) Toplanmak, bir yere birikmek. * Toplama, cem'etmek. * Kıyametten sonra bütün insanların bir yere toplanmaları. Allahın, ölüleri diriltip mahşere çıkarması. Kıyamet. * Bir tohumun içinden büyük ağaçlar çıktığı gibi, her bir insanın acb-üz zeneb denilen bir nevi çekirdeğinden diriltilerek bütün insanların Haşir Meydanında toplanmaları. (Bak: Acb-üz Zeneb)(Surenin başında, küffar, Haşri inkâr ettiklerinden Kur'ân onları Haşrin kabulüne mecbur etmek için şöylece bast-ı mukaddemât eder; der: "Ayâ, üstünüzdeki semâya bakmıyor musunuz ki: Biz ne keyfiyyette, ne kadar muntazam, muhteşem bir surette bina etmişiz. Hem görmüyor musunuz ki; nasıl yıldızlarla, Ay ve Güneş ile tezyin etmişiz, hiç bir kusur ve noksaniyet bırakmamışız. Hem görmüyor musunuz ki; zemini size ne keyfiyyette sermişiz, ne kadar hikmetle tefriş etmişiz. O yerde dağları tesbit etmişiz, denizin istilâsından muhafaza etmişiz. Hem görmüyor musunuz o yerde ne kadar güzel, rengâ-renk her bir cinsten çift hadrevâtı, nebâtâtı halkettik. Yerin her tarafını o güzellerle güzelleştirdik. Hem görmüyor musunuz, ne keyfiyyette sema cânibinden bereketli bir suyu gönderiyoruz. O su ile bağ ve bostanları, hububatı, yüksek leziz meyveli hurma gibi ağaçları halkedip ibâdıma rızkı onunla gönderiyorum, yetiştiriyorum. Hem görmüyor musunuz, o su ile, ölmüş memleketi ihya ediyorum. Binler dünyevî haşirleri icad ediyorum. Nasıl bu nebâtatı, kudretimle bu ölmüş memleketten çıkarıyorum; sizin haşirdeki hurucunuz da böyledir. Kıyamette arz ölüp, siz sağ olarak çıkacaksınız." İşte şu âyetin isbat-ı haşirde gösterdiği cezalet-i beyaniye-ki, binden birisine ancak işaret edebildik - nerede, insanların bir dâva için serdettikleri kelimat nerede? S.) (Bak: Hudus)
HAŞR SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 59. suresi olup Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur.
HAŞR U NEŞR
Toplanıp dağılmak, yayılmak.
HAŞRECE
Ölüm anında can çekişmekte olan bir kimsenin çıkardığı hırıltı.
HAŞREM
Kireç taşı. * Alçak dağ. * Arı.
HAŞRÎ
Haşre âit. Öldükten sonraki dirilişe ve toplanmaya dair.
HAŞR-İ A'ZAM
Kıyamet koptuktan sonraki en büyük haşir, içtimâ.
HAŞR-İ CİSMANÎ
Cisimle, cesedle dirilme. Bedenlerin ve vücudların haşri. (Sual: Kusurlu, noksaniyetli, mütegayyir, kararsız, elemli cismaniyetin ebediyetle ve cennetle ne alâkası var? Madem, ruhun âli lezaizi vardır; ona kâfidir. Lezaiz-i cismaniyye için bir haşr-ı cismanî neden icabediyor?Elcevab: Çünki: Nasıl, toprak; suya, havaya, ziyaya nisbeten kesafetli, karanlıklıdır... fakat, masnuat-ı İlâhiyyenin bütün envaına menşe' ve medar olduğundan bütün anâsır-ı sairenin mânen fevkine çıktığı gibi.. hem kesafetli olan nefs-i insaniyye: sırr-ı câmiiyyet itibariyle, tezekki etmek şartiyle bütün letâif-i insaniyyenin fevkine çıktığı gibi.. öyle de, cismaniyyet en câmi', en muhit, en zengin bir âyine-i tecelliyat-ı Esmâ-i İlâhiyyedir. Bütün hazâin-i rahmetin müddeharatını tartacak ve mizana çekecek âletler, cismaniyettedir. Meselâ: Dildeki kuvve-i zâika, rızk zevkinde envâ-i mat'umat adedince mizanlara menşe' olmasaydı; herbirini ayrı ayrı hissedip tanımazdı, tadıp tartamazdı. Hem, ekser Esmâ-i İlâhiyyenin tecelliyatını hissedip bilmek, zevkedip tanımak cihazatı, yine cismaniyettedir. Hem, gayet mütenevvi ve nihayet derecede ayrı ayrı lezzetleri hissedecek istidatlar, yine cismaniyettedir. Madem şu kainatın Sânii, şu kâinatta bütün hazâin-i rahmetini tanıttırmak ve bütün tecelliyat-ı esmâsını bildirmek ve bütün enva-ı ihsânatını tattırmak istediğini; kâinatın gidişatından ve insanın câmiiyyetinden, Onbirinci Söz'de isbat edildiği gibi kat'i anlaşılıyor. Elbette şu seyl-i kâinatın bir havz-ı ekberi ve bu kâinat tezgâhının işlediği mahsulâtın bir meşher-ı a'zamı ve şu mezraa-i dünyanın bir mahzen-i ebedisi olan dar-ı saadet, şu kâinata bir derece benziyecektir. Hem cismanî, hem ruhanî bütün esasatını muhafaza edecektir. Ve O Sâni-i Hakîm ve o Âdil-i Rahim; elbette cismanî âletlerin vezaifine ücret olarak ve hidematına mükâfat olarak ve ibadat-ı mahsusalarına sevab olarak, onlara lâyık lezaizi verecektir. Yoksa hikmet ve adalet ve rahmetine zıt bir hâlet olur ki, hiç bir cihetle Onun cemal-i rahmetine ve kemal-i adaletine uygun değildir; kabil-i tevfik olamaz. S.)
HAŞR-İ EMVÂT
Ölenlerin dirilerek bir araya toplanmaları.
HAŞŞ
Girmek, dühul etmek.
HAŞŞ
Kat'etmek, kesmek. * Toplamak, cem'etmek. * Davara ot vermek. * Ateş yakmak.
HAŞŞAB
Ağaçtan anlayan. * Ağaç satan.
HAŞŞAK
Bir nehir ismi.
HAŞŞAŞ
Esrar, eroin gibi uyuşturucu maddeler kullanan. Esrarcı, esrar içen.
HAŞUR
Her malın değerini bilip aldanmayan tâcir.
HAŞUŞ
Abdesthane, helâ, tuvalet.
HAŞV
(Haşiv) (C.: Ahşâ) Tıb: Vücudun içindeki uzuvlardan her birisi. * Minder, yastık gibi şeylerin içini dolduran pamuk, kuru ot. * Kırılması ihtimali olan eşyanın arasına konan yumuşak, ot gibi şey. * Edb: İbarede lüzumsuz söz bulunması, aynı mânada iki kelimeyi yanyana söylemek: Ahd ü peymân, vakt ü zaman, ferid ü yektâ... gibi.
HAŞV
Hurmanın kötüsü.
HAŞVÎ
Mânâsız sözler söyleyen, saçma sapan konuşan. * Haşve benziyen.
HAŞV-İ KABİH
Edb: Söze çirkinlik veren kelime fazlalığı.
HAŞV-İ MELİH
Söz arasında ikinci bir kelime veya cümle ile ikinci derecede bir mâna ifade etmek.
HAŞV-İ MÜFSİD
Edb: İbarede yalnız kalabalık etmekle kalmayıp mânâyı da anlaşılmaz hale getiren söz.
HAŞVİYYAT
Söz arasında, lüzumsuz, fazladan olan sözler.
HAŞYET
Korku ve dehşet.
HAŞYETEN
Ürkerek, korku ile.
HAŞYETEN LİLLAH
Allah için korku.
HAŞYETULLAH
Allah korkusu.
HAT
f. Çaylak kuşu.
HATA
Yanlışlık. Yanılma. * Suç. Günah.
HATA
Yarış atlarının sekizincisi.
HATA
Kuzey Çin.
HATA'
Saçak bükmek.
HATA ENDER HATA
Kusur içinde kusur. Hatâ içinde hata.
HATA SAVAB CETVELİ
Basılmış bir kitabın mürettib yanlışlarını göstermek için sonuna ilâve edilen cetvel. (Hatâ: Yanlış; savab: Doğru demektir.)
HATAB
(Hatb) Odun. * Kinaye olarak "Dedikodu, nemime" ye de odun denilir.
HATABAHŞ
f. Kabahatleri affeden, kusurları bağışlayan.
HATAEN
Hatâ olarak, yanlışlıkla.
HATAİ
Tezhib ıstılahlarındandır. Resim gibi tabiatı taklid ederek yapılmayıp, san'atkârlar arasında kabul edilen çeşitli gül şekli gibi irili ufaklı yapılan şekiller. * Türkistan'da Hatay şehrinde imal edilen bir cins dayanıklı kâğıt.
HATAİR
(Hatire. C.) Mühim işler, ehemmiyetli ve önemli ameller.
HATAİYYAT
Yanlışlıklar, yanlışlar.
HATAKÂR
f. Yanlışlık yapan, hatâ eden, yanılan.
HATAL
Boş ve yaramaz söz.
HATA-PUŞ
f. Kabahatleri örtbas eden, suçları örten, hataları göstermeyen.
HATAR
Bir şeyin etrafını çevreleyen çember nev'inden şeyler. * Çadırın eteklerine bağlanan parça.
HATAR
Tehlike. Uçurum, Emniyetsizlik. Korku.
HATARAT
Tehlikeler. Akla gelen fikirler.
HATARE
Hürmetli ve izzetli olmak.
HAT'ARE
Bir hâl üzerine karar etmeyip devamlı değişmek.
HATARGÂH
f. Tehlikeli yer, tehlikeli saha, tehlike yeri.
HATARİŞ
Deprenmek.
HATARKÂR
f. Hatarlı, korkulu.
HATARNÂK
f. Korkunç, korkulu, tehlikeli.
HATAT
Bağırma, çağırma, feryâd etme.
HATAT
Sütün kaymağı. * Tıb: Cilt iltihabından meydana gelen kabukların soyularak iyi olanları.
HATATİF
(Huttâf. C.) Kırlangıçlar.
HATAVAT
(Hatvât - Hatuvât - Hutuvât olarak da yazılır) (Hatve. C.) Adımlar, hatveler. (Bak: Hutuvât)
HATAYA
(Hatâ. C.) Hatâlar. Yanılmalar.
HATA-YI ADLÎ
f. Adalet dairesine âit hata, yanlışlık.
HATAYİ
(Bak: Hatâi)
HATB
Odun toplamak.
HATB
(C.: Hatub) Mühim iş. * İstemek. * Konuşmak. * Nidâ.
HATBA'
Arkasında siyah çizgiler olan dişi eşek. (Müz: Ahtab)
HATD
Durdurmak. İkâmet.
HATEB
(C.: Ahtâb) Odun. * Koğuculuk.
HATEL
Kahretmek. * Ahdini bozmak. * Aldatmak.
HATEM
Kırılmış olan şey.* Hayvanın çok yaşamaktan dolayı zayıf olması.
HATEM
Çok cömert ve eli açık adam.
HÂTEM
Mühür. Üzerinde yazı olan ve mühür yerine kullanılan yüzük. * Son. En son.(...Sath-ı arzda altı ay zarfında beşerin haşrini temsil eden o sayısız haşir ve neşirlerde görünen rububiyetin o tasarruf-u aziminde pek yüksek, büyük ve ince nakışlı bir hâtemi vardır. Mahlukatın icadında görünen şu intizamlar, suhuletler, sür'atler, imtiyazlar hep o hâtemin parıltısından meydana geliyorlar. Evet her bahar mevsiminde pek hakimane, basirane, kerimane faaliyetler başlar ve hârikulâde san'atlar yapılır. M.N.)
HATEMANE
f. Hâtem'e yakışacak şekil ve surette. Cömertçesine.
HATEMAT
(Hatme. C.) Hatim etmeler. Sona erdirmeler.
HATEME
Allah, sona erdirsin. meâlinde bir dua.
HATEMİ
Mühür kazıyan, mühür yapan. Mühürle alâkalı.
HÂTEM-İ MAHSUS
Hususi mühür. Bir kimseye âit damga, mühür.
HÂTEM-İ SADARET
Padişahın sadrazamlarda bulunan mührü. Buna "hâtem-i vekâlet", "hâtem-i şerif" veya "mühr-i hümayun" da denilirdi. İlk zamanlar yüzük şeklinde idi ve parmağa takılırdı. Sonraları zincire bağlı olarak sadrazamlar, boyunlarına asarlardı. Bundan ayrılmak, vazifeden azledilmek demek olduğu için; mühürü hamamda bile boyunlarında taşıyan sadrazamlar vardı. (O.T.D.S.)
HATEM-İ TAÎ
(Ebu Adi bin Abdullah bin Said) Arab kabile reislerinin büyüklerinden ve şairlerinden olup, cömertliği ile meşhurdur. Adı, cömertlik ve keremde darb-ı mesel halini almıştır. Bazı şiirleri toplanarak bir divan yapılmış ve Londra'da bastırılmıştır. Hz. Peygamber'in (A.S.M.) zamanına yetişmiş ise, de, bi'setten evvel vefat etmiştir.
HATEMKÂRÎ
Bir sathın "yüzeyin" üzerine süs şekilleri oyarak meydana getirilen boşlukları, o satha benzeyen başka bir madde veya mâdenle doldurmak suretiyle yapılan tezyinât.
HÂTEM-ÜL ENBİYA
Peygamberlerin en sonuncusu Hz. Muhammed (A.S.M.)
HÂTEM-ÜL HÂTEM
Hz. Muhammed'in (A.S.M.) Tevrat'taki ismi.
HÂTEM-ÜR RÜSÜL
Peygamberlerin sonuncusu, son resul, Hazret-i Muhammed (A.S.M.)
HATEN
(C.: Ahtân) Kadın tarafından olan kimseler. (Baba, kardeş ve emmi gibi) * Araplar, damat mânasına kullanırlar.
HATENAT
(Hatene. C.) Kaynanalar.
HATENE
(C.: Hatenât) Kaynana.
HAT'ET
Vurmak, darb. * Düşürmek. * Cima etmek.
HATF
Kapmak. * Şimşek gibi göz kamaştırmak. * Sür'atli olmak.
HATF
Ölüm. Ölmek. Vefat etmek.
HATIB
(Hatab. dan) Oduncu, odun toplayan. * İyiyi kötüyü ayırd edemeyen kimse.
HATIB-I LEYL
Geceleyin odun toplayan kimse. * Mc: Mânâsız ve saçmasapan sözler konuşan adam.
HATIF
Süratli kapıp götürücü. * Göz kamaştırıcı şimşek.
HATIL
Taş duvarı takviye etmek için her bir-iki metrede çekilen tuğla veya kereste tabakası.
HATIM
(C.: Havâtim) Yüzük.
HATIM
Kırıcı, ufalayıcı.
HATIR
Zihin. Fikir. Gönül. Kalb. Hal. Tedbir. Vesvese.
HATIRA
Hatıra gelen. Hatırda kalan şey. * Bir kimseyi veya bir hâdiseyi hatırlatması için yazılan veya saklanan veya birisine verilen şey.
HATIR-AŞÜFTE
f. Gönlü perişan olan.
HATIRAT
(Hâtıra. C.) Hâtıralar. Hatırda kalan şeyler. * Edb: Bir adamın yaşadığı zamana, bulunduğu işlere, görüştüğü kimselere dair düşüncelerini ve duygularını hâvi olmak üzere yazdığı eser.(... Acaba Hâlık-ı Semavat ve Arz'dan başka hangi sebeb var ki; en ince ve en gizli hâtırat-ı kalbimizi bilecek ve bizim için istikbali, âhiretin icadıyla ışıklandıracak ve dünyanın yüzbin boğucu emvacından kurtaracak, hâşâ; Zat-ı Vacib-ül Vücud'dan başka hiçbir şey, hiçbir cihette Onun izni ve iradesi olmadan imdat edemez ve halaskâr olamaz. L.)
HATIRAT-I KALB
Kalbe gelen hatıralar ve mânâlar.
HATIR-AZAR
f. Hatır kıran.
HATIR-AZÜRDE
f. Hatırı kırılmış.
HATIR-GÜŞA
f. Gönle ferahlık veren. İç açan.
HATIR-I NÂ-ŞÂD
Tasalı ve kederli gönül.
HATIR-I NEFSANÎ
Tas: Dünya ve nefis muhabbetinin cismanî kuvvete galebesi.
HATIR-I RAHMANÎ
Tasavvuf ehlinin kalbinde, Allah'ın cemal-i vahdetinin tecellisiyle tam bir sükûnet olması. Buna muhabbetullah da denir.
HATIR-I ŞEYTANÎ
Tas: Nefsin zevklerine muhabbet yüzünden, ma'siyet ve günahlara düşmek.
HATIR-MANDE
f. Gücenmiş, kalbi incinmiş, hatırı kırılmış.
HATIR-NEVAZ
f. Gönüle okşayan, hatırnaz.
HATIR-NİŞAN
f. Hatırda kalan, akılda duran.
HATIR-NİŞİN
f. Akılda kalan, hatırda kalan.
HATIR-SAZ
Hatır yapan, gönül alan.
HATIR-ŞİKEN
f. Gönül inciten, kalb kıran, hatır kıran.
HATIR-ŞİNAS
f. Gönül alıcı, hatır alıcı.
HATIR-ZAD
f. Akla gelen, hatıra doğan.
HATÎ
Fakir kavutu.
HATÎ
Şaşırtan, yanıltan, hatâya düşüren.
HATÎ'
Yaramaz kimse.
HATÎA
Ok atan kimselerin, baş parmaklarına geçirdikleri deri.
HATİB
Hitâbeden. Söz söyleyen. Cemaate, topluluğa karşı güzel söz söyleyen kimse. * Câmi'de müslümanlara dini nasihatlar ve güzel sözlerle hitâbeden vazifeli zat.
HATÎB
Odunu çok olan kimse.
HATÎB
Mânalı ve fâideli, güzel söz söyleyen. Güzel, düzgün konuşan.
HATİBANE
f. Hatibcesine. Güzel ve akıcı söz söyleyenlere yakışırcasına. Nutuk atarcasına.
HATÎBE
Ormanlık, ağaçlık yer. * Odunluk.
HATÎCE
(Hadîce) Vakitsiz ve erken doğan kız çocuğu. * Fetva metinlerinde kadını temsil eden umumi isimlerden birisi. (Ötekiler: Hind, Fâtıma ve Zeyneb'dir.)
HATÎCE-İ KÜBRA
Peygamberimizin (A.S.M.) ilk zevcesi ve mü'minlerin annesi. Yirmidört sene bütün varlığıyla ve mülküyle Peygamber Efendimize hizmet etmiş ve Ona ilk olarak iman etmiştir. (Radıyallahu Anha)
HATÎE
Hatâ. Günah. Kabahat. Suç.
HATİF
Gayıptan haber veren cinnî. * Sesi işitilen ve kendisi görülmeyen, seslenici. Ses verici, çağırıcı.
HATÎFE
Unu süt ile yoğurup pişirerek yapılan yemek.
HATİL
Yorgun. * Devamlı yağan yağmur.
HATİM
Hitâma erdiren. Bitiren. * Mühür basan.
HATİM
Kadı, hâkim. * Sağlamlaştıran.
HATÎM
Kâbe-i Muazzama'nın şimal tarafındaki taş. Duvar gibi olan sur.
HATİME
Son. Nihayet. Son söz.
HATİME-KEŞ
f. Son veren, hâtime çeken, bitiren, sona erdiren.
HATİN
Sünnet eden.
HATİR
Muhâtaralı, tehlikeli, korkulacak durum. Büyük ve şerefli kimse.
HATÎT
Hasis kimse.
HATİTA
(C.: Hatâyit) İki tarafındaki yerlere yağdığı hâlde kendisine yağmur yağmayan yer.
HATİTA
Bir malın değerinden indirilen tenzilât, iskonto.
HATK (HATKÂN)
Yürürken adımların birbirine yakın olması. * Yönelmek, teveccüh etmek.
HATLA'
Kulakları sarkık olan kadın. (Müz: Ahtal)
HATM
İnsan veya hayvan burnu. * Kuş gagası.
HATM
Hitâma erdirmek, bitirmek. Kur'an-ı Kerim'i veya herhangi bir şeyi sonuna kadar okuyup bitirmek. * Mühürleme. Mühürlenme.
HATM
Hâlis, saf. * Sağlamlaştırma, muhkemleştirme. * Hüküm ve kazâ icabettirme.
HATM
Kırmak, ufalamak.
HATME
Baştan aşağı (bütün Kur'ân-ı Kerimi) okuyup bitirmek. * Bir arada muayyen bir şeyi okuyup bitirmek.
HATME-İ ENFÂS
Nefesleri tükenmek. Ölmek.
HATME-İ HÂCEGÂN
f. Nakşi tarikatı mensublarının fikri ve nazarı mâsivadan tecerrüd ederek, topluca muayyen dua ve zikirlerini sonuna kadar okumaları.
HATME-İ MAHSUSA
Hususi hatme. Kur'andan veya hadisten alınan muayyen duaları okuyup bitirmek.
HATN
Damat. * Sünnet etme.
HATN (HITN)
Beraberlik, misil, denk olma, eşitlik.
HATNE
Kaynana.
HATR
Atâ etmek, hediye vermek. * Sağlamlaştırmak.
HATR
Ahdini bozmak, sözünde durmamak.
HATR
Devenin kuyruğunu kâh yukarı kaldırıp ve kâh aşağı vurması.
HATRA
Nehirlerde işleyen vapurların iskandil direği.
HATRE
Bir kere emmek.
HATREBE
(Hatribe) Dar gelirli olmak. * Maaş sıkıntısı. * Gevezelik etmek.
HATREME
Sütlü bulamaç.
HATREŞE
Çekirgenin bir şeyi yerken çıkardığı ses.
HATRİB
Daima beyhude ve mânasız konuşan.
HATT
Sınır. Çizgi. Hudud. * Yazı. El yazısı. * Nâme. Mektup. * Gençlerde yeni çıkan bıyık veya sakal. * Çizgi gibi uzanan belirsiz hafif yol. * Deniz yalısı. * Gemilerin hareketteki istikameti. * Parmağın onikide biri olan bir ölçü. * Ferman, buyruk. Padişah emri. * Geo: Sadece uzunluğu olan.
HATT
Yolmak. * Çekmek.
HATT
Bir şeyi yukarıdan aşağıya indirmek. * Ucuzlatmak. * Cilâ vurmak. * Bırakmak.
HATTA
Harf-i atıftır, gaye bildirir. Ve (fazla olarak, kadar, bile, dahi, hem de...) mânalarına gelir.
HATTAB
Oduncu. Odun satan.
HATTAF
Kırlangıç kuşu. * Kapıp kaçıran, kapıp aşıran.
HATTAN
Sünnetçi.
HATTAR
Süngü vuran.
HATTAR
(Hatur) Gaddar. * Hud'akâr. Hilekâr.
HATTAT
Çok güzel yazı yazan san'atkâr.
HATT-AVER
Sakalları yeni çıkmaya başlayan genç.
HATT-I BÂLÂ
f. Tepelerin en yüksek noktalarından geçtiği itibar edilen çizgi. Zirvelerden geçen hat.
HATT-I BUTLAN
İptal etmek gayesiyle bir kaydın veya künyenin üzerine çekilen çizgi.
HATT-I DEST
f. El yazısı.
HATT-I FÂSIL
Ayırıcı çizgi, fasledici çizgi.
HATT-I HAREKET
Davranış. Davranma tarzı. Hareket tarzı.
 
HATT-I HÜMAYUN
f. Padişanın el yazısı. Padişahın emri.
HATT-I İCTİMA-İ MİYÂH
Suların toplandığı hat. Dere, çay, nehir.
HATT-I İSTİVÂ
f. Dünyanın kuzey ve güney kutuplarına aynı uzaklıkta olduğu ve dünyayı iki müsavi parçaya böldüğü farzedilen dâire çizgisi. * Ekvator. * Mevlevi semahânesinde, şeyhin oturduğu post ile meydan kapısı ortasında farzolunan çizgi.
HATT-I MEVHUM
Hayalî çizgi.
HATT-I MİSMARÎ
Çivi yazısı.
HATT-I MUVÂSALA
f. Erişme ve vâsıl olma yolu. Birbirine kavuşup buluşma ve birleşme yeri. Birbirine münasebet kurabilme yolu.
HATT-I MÜDÂFAA
Savunma hattı, müdafaa hattı.
HATT-I MÜNHANÎ
f. Eğri çizgi. Eğilen hat.
HATT-I MÜNKESİR
Geo: Kırık çizgi.
HATT-I MÜSTAKİM
f. Doğru çizgi. * Doğru yol. Doğruluk üzere olan şey.
HATT-I NISF-ÜN NEHAR
Meridyen. Ekvatora dik olarak geçtiği farzedilen dairelerin her biri.
HATT-I ŞAKUL
Çekül doğrultusu. Yer çekimi istikametinde, dünyanın merkezine doğru.
HATT-I ŞEHRİYARÎ
Tar: Padişahın yazısı manâsına gelen bir kelimedir. Eskiden padişahlar "hatt-ı hümayun" "hatt-ı şerif" adı verilen emirleri kendi el yazılarıyla yazdıkları gibi, başkalarına yazdırdıklarının başına da imzalarını koyarlardı. İşte bu türlü vesikalardaki padişahların el yazılarına "hatt-ı şehriyarî" denilirdi.
HATT-I UFKÎ
f. Düz hat. Ufki hat.
HATT-I VÂSIT
Geo: Kenarortay. Üçgenin köşelerinin her birini karşı kenarın orta noktasına birleştiren doğru parçaları.
HATT-I ZERENDUD
Altunla yazılmış celi yazılar.
HATTİYYE
(C.: Hatyât) Canı, kıymeti yüce olmak. * Küçük ok.
HATT-ŞİNAS
f. Yazı uzmanı, yazıdan anlayan.
HATUN
(C.: Havâtın) Kadın. Hanım. * Tar: Yüksek şahsiyetli kadınlara veya hakan eşlerine verilen ünvan.
HÂTUN-U KIYAMET
Hz. Peygamberimizin (A.S.M.) kızı Hz. Fatıma'ya mecaz yoluyla söylenen bir tabirdir.
HATUT
Tez yürüyüşlü yedek atı.
HATUT
Yeri tırnağıyla kazıyıp çizgiler çizen vahşi sığır.
HATV
Rengin değişmesi.* Engel olmak, menetmek. * İplik bükmek.
HATV
Saçak bükmek.
HATV
Adım adım yürümek, adım atmak.
HATVE
(Hutve) Adım. Bir adım atışta iki ayak arasındaki mesafe. Bir adım atmak.
HATVE-ENDAZ
f. Adım atan.
HATVE-ENDAZÎ
f. Adım atıcılık.
HATVE-İ TEKARRÜB
Yaklaşma adımı.
HATVE-ŞÜMAR
f. Adım sayan. * Çekinerek ve ihtiyatla yürüyen.
HAV
Çuha ve buna benzer kumaşların ters yüzlerinde bulunan tüy. * Şeftâli gibi bazı meyvelerin üzerlerinde bulunan ince tüy.
HAVA
(Hevâ) Hava. Dünyayı çeviren atmosfer. Cevv. Yer ile gök arası. * Hafif yel. * Bir binanın üzerine kat çıkma hakkı. * Bir yerin hâli ve sıhhat bakımından durumu. * Müzikte ezgili ses, sadâ.
HAVA'
Hâli olmak, boş olmak. * Düşmek, sâkıt olmak.
HAVABAT
(Bak: Havbâvât)
HAVACİB
Hicablar, perdeler, örtüler.
HAVADİS
(Hâdise. C.) Yeni hâdiseler, yeni sözler. * Alâka ile karşılanan haberler.
HAVAFİ
Kuş kanadında ebâhir yeleklerinden sonra olan dört kısacık yelekler.
HAVAFİR
(Hâfir. C.) Kazanlar, yeri kazıcılar. * Hayvan, dâbbe tırnakları.
HAVAGAZI
t. Isı veya ışık temin etmek maksadıyla yakılarak kullanılan bir gaz.
HAVAÎ
(C.: Havâiyât) Havaya âit ve müteallik. Hava ile alâkalı. * Heves ve nefis hesabına olan, boşuna veya çirkin. Günahlı iş. Nefsâni hâl ve hareketler.
HAVA-İ NESİMÎ
Sabahki hava. Temiz hava.
HAVAİC
(Havâyic) İhtiyaçlar. Hâcetler. Gerekli ve lüzumlu şeyler.
HAVAİC-İ ASLİYE
Fık: Mesken ile, eve lüzumlu eşyadan ve kışlık, yazlık elbise ile lüzumlu silâhtan, âletten, kitaptan ve binek (hayvan) ile hizmetçi ve bir aylık - sahih görülen diğer bir kavle göre; bir senelik - nafakaya mahsus erzaktan ibârettir.
HAVAİC-İ ZARURİYYE
Zaruri ihtiyaçlar. Giderilmesi lüzumlu olan ihtiyaçlar.
HAVAİYYAT
Havâi şeyler ve sözler.
HAVAK (HAVKA')
Geniş yer, vâsi.
HAVAKÎN
(Hâkan. C.) Hükümdarlar, hakanlar, padişahlar, başbuğlar.
HAVALE
Bir işi veya bir şeyi başka birine bırakma. Ismarlama. * Görmeyi önleyen duvar gibi perde. * Tıb: Küçük çocuklarda veya gebe kadınlarda bazan meydana gelen, baygınlık veren bir hastalık. * Postadan gelen emanet kâğıdı.
HAVALE-İ MUACCELE
Huk: Havale konusunun, behemehal ödenmesi lâzım geldiği şekilde yapılan havale.
HAVALE-İ MÜBHEME
Huk: Havale konusunun, ta'cil veya te'cili beyan olunmadan yapılan havale.
HAVALE-İ MÜECCELE
Huk: Havale edilen şeyin vadesi geldiğinde ödenmesi şeklinde yapılan havale.
HAVALENAME
f. Posta gibi vasıtalarla para göndermek üzere yazılan havale mektubu.
HAVALETEN
Havale suretiyle, havale olarak.
HAVALİ
Çevre, civar, etraf, yöre.
HAVAMİS-İ SÜLEYMANİYE
Tar: Süleymaniye Medresesini teşkil eden medreselerden beşinin müderrisine verilen ünvan. İlk zamanlarda havamis namı altında beş medrese ve beş aded de müderris bulunurken daha sonraları müderrislerin sayıları arttırılmış ve bundan dolayı "havamis" kelimesi de "hamise"ye kalbolunmuştur. Havamis medreseleri sonraları "Hâmise-i Süleymaniye" ismini almıştır.
HAVAN
Arslan, esed.
HAVAN
İçinde çeşitli şeylerin dövülüp ufalandığı ağaç, mâden veya taştan yapılmış çukurca kap. * Tütün kesmekte kullanılan makine. * Başkalarına destek olacak gücü bulunmadığı halde, yardakçılık eden kimse. * Elektrikî bir boşalmanın ısı değerini gösteren âlet. * İçine çukur delikler oyulmuş büyük ağaç kütüğü. (XlX. yy.dan önce bu deliklerin içinde, kara barutun bileşimine giren maddeler tokmak vasıtasıyla dövülerek ufalanırdı.) * Ask: Namlusu çapına oranla kısa olan ve aşırma atış yapmak için kullanılan top cinsinden bir ateşli silâh.
HAVANIK
(Hânkah. C.) Tekkeler.
HAVANİT
(Hânut. C.) Dükkânlar. * Meyhaneler, işrethâneler.
HAVARE
f. Yiyecek, azık.
HAVARIK
(Hârika. C.) Acib ve garip olan hâdise. İnsanda hayret ve hayranlık uyandıran şeyler. * Okun nişanı delerek öbür tarafından çıkıp gitmesi.
HAVARIK-I ÂDE
Fevkalâde olaylar, hârika hâdiseler.
HAVARİ
Yardımcı. * Hz. İsa'nın (A.S.) yardımcı ve sahabeleri olan 12 zâttan her biri.
HAVARİC
(Hâric ve Hârice. C.) Asiler, zorbalar, isyankârlar. * Hâricîler. Hâriçte kalanlar. (Bak: Hâricî)
HAVARİYYUN
Hz. İsa'nın (A.S.) yardımcı ve sahabeleri olan 12 kişinin hepsine birden verilen isim. Bunlar: İsa'nın (A.S.) Petrus adını verdiği Yunus'un oğlu Simun, kardeşi Andreas, Yakub, Zebedi'nin oğlu Yuhanna, Filipus ve Bartholomaeus, Matta ve Tomas, Alte'nin oğlu Küçük Yakub, Gayur Simdeu, Yakub'un oğlu Yahuda, hain Yahuda İskariyot'tur.
HAVAS
(C.: Ahvâs) Çukur ve kısık gözlü olmak.
HAVASIB
(Hâsıb. C.) Şiddetli rüzgârlar, fırtınalar.
HAVASIN
(Hâsına. C.) Namuslu kadınlar.
HAVASS
(Hasse. C.) Hasseler. Duygular.
HAVÂSS
(Hâss - Hâssa. C.) Hâslar. Hâssalar. Keyfiyetler. Hususlar. * Dindarlık ve doğruluğu ile, ilmiyle âmil olup mâneviyat mertebelerinde yükselmekle makbul ve muteber olan zatlar. * Zenginler sınıfı. * Kur'anî ve manevî sırlara ve hususlara vâkıf bulunan, ilim, ibadet, tâat ve takva yolunda yükselerek mümtaz olan Evliyâullah. Herkesin hürmet ettiği büyük zevât. * Manevî te'sir için okunan duâlar.
HAVÂSS U AVÂM
İleri gelen kimseler ve halk.
HAVASS-I (HAMSE-İ) BÂTINA
Kalbe bağlı beş duyğu: Hiss-i müşterek (hayâl kuvveti), müdrike (akıl), vehim (vâhime), hâfıza, mutasarrıfa (meydana getirici hayal kuvveti).
HAVASS-I (HAMSE-İ) ZÂHİRE
Zâhirî beş duygu: Tatmak, görmek, işitmek, koklamak, dokunup duymak.
HAVÂSS-I HÜMAYUN
Tar: Osmanlı İmparatorluğunun fütuhat devirlerinde (yükselme devri) fethedilen araziden devlet hazinesine ayrılan kısım. Her yer zaptedildikçe, arazi: timar, zeamet ve has namıyla üç sınıfa ayrılırdı. Meselâ 250 köyden müteşekkil bir sancağın 100-150 köyü ikişer üçer köy olarak 40-50 tımara ayrılır, harpte başarı gösteren askerlere dağıtılırdı. Kalanı zeamet ve has itibar edilerek bundan vezirlere, sancak beylerine, beylerbeyilere ve sâir devlet büyüklerine hisse ifraz edildikten sonra geri kalan kısım, "Hass-ı Hümâyun" namıyle devlete bırakılırdı. (O.T.D.S.)
HAVÂSS-I REFİA
Tar: Eyüp Kadılığı eskiden Çatalca'ya kadar uzanır ve Çatalca'da kadının bir vekili bulunurdu. İkinci meşrutiyete kadar bütün mahkeme işleri, kadının tayin ettiği bir naib tarafından idare edilirdi. Meşrutiyet devrinde diğer kadılara yapıldığı gibi, Eyüp Kadılığına da maaş bağlandı. Şer'î ve nizamî mahkemeler birleştirilince havâss-ı refia ortadan kaldırıldı.
HAVAŞİ
(Hâşiye. C.) Bir yazının kenarına eklenen not veya açıklamalar. Hâşiyeler, derkenarlar. * Maiyet adamları.
HAVAT
Tavşancıl kanadının fısıltısı. * Ses, sadâ.
HAVATIF
Göz kamaştırıcı şeyler. (Bak: Hâtıf)
HAVATIR
Hâtıralar. Fikirler. Düşünceler.
HAVATIR-I RABBANİYE
Rabbanî telkinler. İlâhî ilhamlar.
HAVATIR-I ŞEYTANİYE
Şeytanî vesvese ve düşünceler.
HAVATİM
(Hâtem. C.) Mühürler, hâtemler.
HAVATÎM
(Hatime. C.) Sonlar, nihayetler.
HAVÂTİM-İ RESMİYYE
Resmî mühürler.
HAVATİN
(Hâtun. C.) Şerefli kadınlar, hâtunlar.
HAVAYİC
(Bak: Havâic)
HAVAZ
Kalbde olan gam ve tasa.
HAVAZE
(C.: Havâzât) Ziyafet.
HAVB
Fakir ve muhtaç olmak.
HAVB
(Hub - Havbet) Günah, ma'siyet. * Fakirlik. * Meşakkat. * Maraz, ağrı, dert. * Ana, baba.
HAVBA'
Zât, nefs.
HAVBAVAT
Nefsler. Zâtlar.
HAVBET
(Havb) Açlık, hâcet, meskenet. * Çayırı, otlağı olmayan kır yer.
HAVC
(Havcâ') Hâcet, ihtiyaç.
HAVCEB
(C.: Havâcib) Kırmızı gül.
HAVCELE
Ağzı büyük, kendisi küçük şişe.
HAVCEME
(C.: Havâcim) Kırmızı gül.
HAVD
Güzel ahlâk. * Güzel ve yumuşak vücutlu câriye.
HAV'EB
Basra yakınında bir mevkinin adı. * Çeşme. * Geniş dere. * Pek büyük kova.
HAVEBE
Zayıf adam.
HAVEL
Mülk. * Haşmet.
HAVEL
Eğrilik. * Şaşılık. Bir şeyin yerinden ayrılması.
HAVELÂN
Dönme, dolaşma. * Değişme.
HAVELAN-ÜL HAVL
Senenin geçmesi. Senenin değişmesi.
HAVEME
Büyük, ulu, yüce.
HAVENE
(Hâin. C.) Hâinler, hıyânet edenler.
HAVER
Gözün beyazının çok beyaz ve karasının da çok kara olması.
HAVER
Zayıf olmak. * Yumuşak, çukur yer. * Denize suyun akıp döküldüğü yer.
HAVER
f. Doğu, şark.
HAVERAN
f. Doğu ile batı. Şark ile garp.
HAVERNAK
Irak'ta bulunan Numân-ı Ekber denen biri tarafından binâ edilmiş olan bir köşk.
HAVERVER
Şey mânasına gelir bir isim.
HAVF
Korku, korkutmak.
HAVF
Kavim, kabile.
HAVF VE RECA
Korku ve ümid. (Hem yaşama ümidi, hem de ölüm korkusu. Yahut, affedilmesi ümidi veya cehenneme gitmek korkusu.) (Bak: Celâl)
HAVFEN
Çekinerek, korkarak, havf ederek, korku ile.
HAVFEZAN
Tarhun otu.
HAVF-I ÂR
Utanma korkusu.
HAVF-I BÂRİ
Allah korkusu.
HAVFNAK
f. Korkulu, korkutan, korkunç.
HAVIT
Deve semeri. Devenin hörgücüne takılan küçük semer.
HAVİ
İçine alan, ihtiva eden, kaplayan. Câmi'. * Biriktirici. * Kuşatan.
HAVÎ
Çekirge.
HAVİL
(C.: Huvel) Hizmetkâr.
HAVİYE
(Sukut mânasından) Cehennem'in 7. tabakası. En korkunç yer.
HAVİYE
Şenliksiz olan yer. Harabe. Issız, boş yer. * Sâkıt. Göçük, çökük.
HAVİYYE
(C.: Havâyâ) Yağlı bağırsak. * Bağırsak. * Deve palanı.
HAVİYYE
Çocuk doğuran kadına loğusa yemeği yedirmek. * Namaz kılan kimsenin, secde halinde iken, karnını uyluğundan yukarı tutması.
HAVK
Ev süpürmek. * İhâta etmek, kaplamak.
HAVK
Bâdruç otu. * Bez dokumak.
HAVK
Halka denilen yuvarlak.
HAVKALE
(C.: Havâkıl) İhtiyar, zayıf, kuvvetsiz ve çelimsiz adam. * Hızlı yürüme.
HAVL
Güç. Kuvvet. * Muhit, etraf. * Yıl, sene. * Tahavvül, inkılâb. * Geçmek. * Bir hâlden bir hâle dönmek. * Rücu etmek. * Sıçramak. * Hile.
HAVLA'
Gözü şaşı olan kadın. (Müz: Ahvel)
HAVLE (HAVÂL)
Çok fazla döndürmek veya dönmek.
HAVLEKA
La havle velâ kuvvete illâ billah demek.
HAVLÎ
Bir yıllık.
HAVL-İ HAVELÂN
Zekâtın lüzumu için; bir mal üzerinden, bir sene geçmiş olması.
HAVM
Deve sürüsü. * Devretmek.
HAVMANE
(C.: Havâmin) Çok sağlam yer.
HAVME
Tasarruf dâiresi.
HAVN
Hıyanet etmek, hâinlik yapmak.
HAVR
Rücu etmek, dönmek. * Eksiltmek, noksan etmek.
HAVRA
(Ahver'in müennesidir.) Çok beyaz veya çok beyaz gözlü. Ahu gözlü kadın.
HAVRA
Yahudi mâbedi, sinagog. * Mc: Pek gürültülü yer.
HAVRAN
Şam diyarından bir yerin adı. * Balıkesir'in bir ilçesi.
HAVREM
Ayak ovup kir gidermekte kullanılan, kırmızı renkli delikli taş.
HAVREME
Burun ucu.
HAVS
Ayrılmak. * "Haysü" mânâsına zarf-ı mekân için lügattır.
HAVS
Geceleyin istemek.
HAVSA
Bağır. * Bağırın yanındakiler.
HAVSA'
Karnı sarkık olan kadın. (Müz: Ahves)
HAVSA'
Bir gözü beyaz, bir gözü siyah olan koyun.
HAVSAL
Havuzun kenarında suyun durulduğu yer.
HAVSALA
Zihnin bir şeyi kavrama derecesi. Anlayış. Akıl. * Tıb: Kuş kursağı. Karın boşluğu. Cevf. * Mide.
HAVSALA-SUZ
f. Takati kaldıran, tahammülü mahveden.
HAVSERE
Araptan bir kabile.
HAVŞEB
Köstek yeri.
HAVTA'
Tavşan yavrusu. * Bir nevi sinek. * Delil.
HAVTEK(Î)
(C.: Havâtik) Kısa boylu.
HAVTEL
Büluğa eren oğlan. * Bağırtlak yavrusu.
HAVV (HUVV)
Bal, asel.
HAVVA
Hz. Adem'in (A.S.) muhterem zevcesi, eşi. * Rengi esmere mâil kadın. * Yalancı, kezzab.
HAVVAS
Hurma yaprağı satan kişi. * Hurma yaprağından zenbil yapıp satan kişi.
HAVVAT
Bahadır, çeri, kahraman, öncü.
HAVYA
Madenlerle yapılan kaynak işlerinde, lehimin eritilmesinde kullanılan âlet. Lehimi eritebilmesi için sıcak olarak kullanılması gereken bu havyaların çoğu elektrikle ısıtılır.
HAVYAR
Balık yumurtası. Mersin balığı yumurtasından yapılan siyah, mugaddi ve leziz bir madde.
HAVYE
Tıb: Yaranın etrafındaki kabarık etler.
HAVZ
(C.: Hıyâz) Hususi suretle yapılan su havuzu.
HAVZ
Cem' etmek. Bir şey ilâve etmek.
HAVZ
Seri sevk, yeynilik, sür'atli oluş, hızlılık.
HAVZ
Suya girme. * Sakınılacak işe girişmek. * Başlamak.
HAVZA
Bir hükümetin idaresi altında bulunan bütün ülkeler.
HAVZA
Coğ: Açık ve düz deniz kıyısı. Kenar. * Memleket. * Taraf. * Sınır için: Bir şeyin çevresi içinde olan.
HAVZAA
Kumluktan alınmış bir miktar kum.
HAVZAN
Sarı çiçekli, güzel kokulu bir çiçek. Nilüfer çiçeği. * Tarhun otu.
HAVZE
Nâhiye. * Cemaat, topluluk.
HAVZERÎ
Birbirinden ayrılmayı istemek.
HAVZ-I HAYAL
Hayal havuzu.
HAVZ-I KEBİR
Fık: Büyüklüğü 45 - 50 metre kare genişliğinde olan akmayan, durgun su bulunan havuzdur. Genişliği bu ölçüden küçük olursa ona havz-ı sagir denilir.
HAVZ-I KEVSER
Kevser havuzu. (Bak: Kevser)
HAY
f. Eyvah! Vay!
HAYA
Yağmur. * Ucuzluk.
HAYA
Hicab, utanma, edeb, ar, namus. Allah korkusu ile günahtan kaçınmak.
HAYADAR
f. Utangaç, çekingen, mahcub.
HAYADİD
(Haydud. C.) Haydutlar, eşkiyalar.
HAYA-HUY
f. Çığlık, vâveyla. * Çalıp eğlenmeden çıkan gürültü, ses.
HAYAL
(C.: Hayâlât) Zihnen tasarlanan şey. Hakikatı bilinmeyip akılla tasarlanan veya gölgeli görünen şey. * Asıl olmayan ve akıldan geçen fikir.
HAY'AL
Yakasız gömlek.
HAYALÂT
(Hayal. C.) Hayaller, hülyalar.
HAYALÂT-I ÂLİYYE
Yüksek ve âli hayaller.
HAYALEN
Hayal olarak. Zihinde tasarlayıp canlandırarak.
HAYALET
Göze görünen hayal, karaltı.
HAYALÎ
Hayale âit. Hayale mensub ve müteallik. * Hayal, yahut halk dili ile "Karagöz" oynatanlar.
HAYAL-İ BEŞER
İnsan hayali.
HAYAL-İ FENER
Sihirbaz feneri denilen ve resimli camları olan ve bu resimleri duvara aksettiren fenere benzer bir âlet. * Mc: Son derece vücutça zayıf olan kimseler için kullanılır.
HAYAL-İ HÂİL
Korku ve dehşet veren hayal.
HAYAL-İ SEFİD
f. Beyaz hayal.
HAYALİYYUN
(Hayalî. C.) Romantik şâirler, hayalî yazarlar.
HAYALİYYUN MEZHEBİ
Aslı olmayan ve hayalde tasavvur edilen şeyleri, gerçek olduğunu vehm edenlerin mesleği.
HAYAL-PEREST
f. Hayalî şeylerle çok uğraşan. Çok hayal kuran. Dalgın. Olmayacak şeylerle avunan.
HAYAL-PERESTLİK
Kelâmda hakikatı rencide edecek şekilde lüzumsuz hayallere yer vermek.
HAYAL-PERVER
f. Hayale düşkün.
HAY'AME
Yaramaz huylu, kötü mizaçlı.
HAYAT
Kasaba ve köy evlerinde üstü kapalı, bir, iki veya üç tarafı açık sofa. * Avlu.
HAYAT
Dirilik. Canlılık. Yaşama. Sağlık. * Fık: Allah (C.C.) kendi Zât-ı Ehadiyyetine mahsus bir hayat sıfatı ile muttasıftır. Bu, Hak Teâlâ'nın ilmi ile, irade ve kudret ile ittisafına hâs bir sıfattır. (Bak: Meratib-i hayat) (Hayat, şu kâinatın en ehemmiyetli gayesi.. hem en büyük neticesi.. hem en parlak nuru.. hem en lâtif mâyesi.. hem gayet süzülmüş bir hülâsası.. hem en mükemmel meyvesi.. hem en güzel zineti.. hem sırr-ı vahdeti.. hem rabıta-i ittihadı.. hem en yüksek kemali.. hem en güzel cemali.. hem kemalatın menşei.. hem san'at ve mahiyetçe en hârika bir ziruhu, hem en küçük bir mahluku bir kâinat hükmüne getiren mu'cizekâr bir hakikatı, hem güya kâinatın küçük bir zihayatta yerleşmesine vesile oluyor gibi; koca kâinatın bir nevi fihristesini o zihayatta göstermekle beraber, o zihayatı ekser mevcudatla münâsebettar ve küçük bir kâinat hükmüne getiren en harika bir mu'cize-i kudrettir.Hem hayatın hakikatı altı erkân-ı imaniyeye bakıp, mânen ve remzen isbat eder. Yâni, hem Vâcib-ül Vücud'un vücub-u vücudunu ve hayat-ı sermediyesini.. hem dar-ı âhireti.. hem hayat-ı bâkiyesini.. hem vücud-u melâike.. hem sâir erkân-ı imaniyyeye pek kuvvetli bakıp iktiza eden bir hakikat-ı nuraniyyedir. Hem hayat, bütün kâinattan süzülmüş en sâfi bir hülâsası olduğu gibi, kâinattaki en mühim bir maksad-ı İlahî ve hilkat-ı âlemin en mühim neticesi olan şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbeti netice veren bir sırr-ı azamdır...Evet bu hayatın gayesi ve neticesi hayat-ı ebediyye olduğu gibi, bir meyvesi de hayatı veren Zât-ı Hayy ve Muhyi'ye karşı şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbettir ki; bu şükür ve muhabbet ve ibadet ve hamd ise hayatın meyvesi olduğu gibi kâinatın gayesidir. Ve bundan anla ki; bu hayatın gayesini "rahatça yaşamak ve gafletli lezzetlenmek ve heveskârâne nimetlenmektir" diyenler, gayet çirkin bir cehaletle, münkirâne, belki de kâfirâne, bu pek çok kıymettar olan hayat nimetini ve şuur hediyesi ve akıl ihsanını istihfaf ve tahkir edip, dehşetli bir küfran-ı nimet ederler. L.)(Ziya ile mevcudat görünür, hayat ile mevcudatın varlığı bilinir. Her birisi birer keşşaftır. M.)(Ey nefis! Eğer şu dünya hayatına müştaksan, mevtten kaçarsan; kat'iyyen bil ki: Hayat zannettiğin hâlât, yalnız bulunduğun dakikadır. O dakikadan evvel, bütün zamanın ve o zaman içindeki eşya-yı dünyeviye, o dakikada meyyittir, ölmüştür. O dakikadan sonra, bütün zamanın ve onun mazrufu o dakikada ademdir, hiçtir. Demek güvendiğin hayat-ı maddiye, yalnız bir dakikadır. Hattâ bir kısım ehl-i tedkik "Bir âşiredir, belki ân-ı seyyaledir" demişler. İşte şu sırdandır ki; bazı ehl-i velâyet, dünyanın dünya cihetiyle ademine hükmetmişler. Madem böyledir; hayat-ı maddiye-i nefsiyeyi bırak. Kalb ve ruh ve sırrın derece-i hayatlarına çık, bak; ne kadar geniş bir daire-i hayatları var. Senin için meyyit olan mâzi, müstakbel, onlar için hayydır, hayatdar ve mevcuttur. S.)(Vücudun kemali hayat iledir. Belki vücudun hakiki vücudu hayat iledir. Hayat vücudun nurudur. S.)(Hayatı veren O'dur. Ve hayatı rızık ile idame eden de odur. M.)
HAYAT-BAHŞ
f. Hayat bağışlayan, hayat veren, zindelik veren.
HAYAT-ENGİZ
f. Yaşamaya zorlayan, yaşatan.
HAYAT-FEZA (EFZA)
f. Hayat artırıcı, hayat bahşedici. (Bak: Fezâ)
HAYAT-I ALİL
Hasta ömür, hastalıklı hayat.
HAYAT-I ASKERİYYE
Askerlik hayatı.
HAYAT-I HUSUSİYYE
Hususi hayat, özel hayat. Şahsa ait hayat.
HAYAT-I İNSANÎ
İnsana ait hayat.
HAYAT-I TAKDİRİYYE
Huk: Ana rahminde bulunan çocuğun hayatı.
HAYATÎ
Hayata ve yaşamağa ait. Hayatla alâkalı. Hayat için mecburi olan. * Mc: Çok önemli bir şeyin bağlı bulunduğu başka bir şey. Temel.
HAYATİYET
Canlılık. Hayat işaretinin, alâmetinin görünür olması.
HAYATİYYUN
Biyoloji âlimleri.
HAYAVİYE
Hayatla alâkalı âza. (Hayeviye diye de okunur)
 
HAYBER
Arap Yarımadasında Hicaz bölgesinin doğu sınırında ve Medine-i Münevvere'nin 170 km. kuzeyinde bir kasabadır. Evleri, yüksek bir kayanın üzerinde kurulmuş olan bir kalenin etrafında bulunur. Hicretin yedinci senesinde vuku bulan Hayber Gazası ile meşhur olmuştur. Aynı sene içinde Hz. Resulullah Efendimiz, Hudeybiyeden döndükten sonra binikiyüz piyâde ve ikiyüz süvari ile Hayberin fethine gitmiştir.Hayberin eski ahalisi yahudi olup, fetihten sonra haraca bağlanarak vatanlarında bırakılmışlar ise de, Hz. Ömer (R.A.) Peygamberimizin son hastalıklarında "Arap Yarımadasında iki din birleşemez." dediğini işittiğinden, daha sonra halifeliği zamanında bu hadise istinaden bütün yahudileri çıkarıp Şam'a naklettirmiştir.
HAYBET
Mahrumiyyet. İsteğine erememek. Me'yus ve mahrum olmak.
HAYBET-ZEDE
f. Sıkıntıya uğrayan, kedere düşen, kederli olan.
HAYD
(C.: Hayud-Ahyâd) Uzanmış büyük dağ burnu.
HAYDA'
Sıcak günlerde uzaktan görenin su sandığı serap.
HAYDAR
Yiğit, cesur, kahraman. * Hz. Ali'nin (R.A.) bir nâmı, * Arslan, gazanfer.
HAYDARANE
f. Hz. Ali gibi. Kahramanca, yiğitçe, cesurca.
HAYDAR-I KERRÂR
Hz. Ali. * Kahramanca döne döne düşmana saldıran.
HAYDARÎ
Kahramanlık, cesurluk, yiğitlik. Arslanlık. * Eskiden bazı esnaf ve köylülerin giydikleri kolsuz aba, hırka.
HAYDARİYYE
Hırkanın altına giyilen kısa ve kolsuz elbise.
HAYDE
Meyletmek, yönelmek, eğilmek. * Hakdan ve doğru yoldan ayrılmak.
HAYDEB
Ulu ve yüce yol.
HAYDO
(Kürdçede ism-i tasgirdir) Haydar demektir. (Ali'ye Alo denmesi gibi)
HAYDUD
(Haydut) Yol kesici. Dağ hırsızı. Eşkiya.
HAYE
f. Yumurta. * Haya, husye.
HAYED
Gölgesinden ürken eşek.
HAYENDE
f. Ağızda çiğneyen.
HAYESAN
Doğru yoldan dönmek, udul etmek. * Nefret etmek.
HAYEVAN
(Bak: Hayvan)
HAYEVÎ
Canlı. (Bak: Hayaviye)
HAYF
Gözün birisi birine muhalif olmak.
HAYF
(Hayfâ) Emansızlık. Haksızlık. Zulüm. Cevr. (Vah vah, yazık, eyvah, yazıklar olsun meâlinde söylenir.)
HAYFANE
(C: Hayfân) Alacalı çekirge. * Ayakları uzun olan at.
HAYFES
Kısa adam.
HAYHAY
t. Baş üstüne, seve seve yaparım, öyle ya!, şüphesiz, elbette (gibi mânâlara gelir.)
HAYIFLANMAK
Acınmak, üzülmek. Esef etmek.
HAYIR
Hayrette kalan, mütehayyir. Şaşıran. * Birikmiş su.
HAYIRSEVER
İyilik ve yardım etmesini seven.
HAYİA
Şiddetli ses.
HAYİC
Âşık, hayran. * Mest olmuş deve.
HAYİDE
f. Çiğnenmiş. * Ağızdan ağıza dolaşmış, bayat söz.
HAYİDE-GÛ
f. Değersiz sözler söyleyen kimse. * Değersiz şiirler yazan kimse.
HAYİH
Lâzım olduğu halde mevcud olmayan nesne.
HAYİL
Kısır olan hayvan. * Engel, mâni. * Hicâb.
HAYİM
Suyu, tahmin ettiği yerlerde arayıp bulamamak. * Susuz, atşân.
HAYİR
Mütehayyir kimse. * Toplanmış su.
HAYİŞ
Sık bitmiş olan hurma ağaçları.
HAYİZE
Aybaşısı olan kadın. (Bak: Hayz)
HAYK
Sallanmak. * Dokumak. * Tesir etmek, etkilemek.
HAYK
Kaplamak.
HAYKAN
Büyük ve kalın olan. * Kısa boylu bir kimsenin yürümesi. * Omuzunu oynatmak.
HAYKATAN
Türraç kuşunun erkeği.
HAYL
Kuvvet. Havl.
HAYL
At. At sürüsü. * Atlı sürüsü. * Zümre, güruh. * Düşünmek, hıfzetmek.
HAYLA'
Cin taifesinden bir nesne. * Sırtlan. * Korku.
HAYLE
Zannetmek, sanmak.
HAYLE
Keçi sürüsü.
HAYLİ
f. Oldukça. Epeyce. Çok. Bir takım. Kesir. Bol.
HAYL-İ ADÜV
Düşman sürüsü, düşman güruhu.
HAYLULET
Yolu kapamak. * Araya girme. İki şey arasına girip hicab olmak.
HAYLULET
Kibir. * Taazzum. Gurur. * Su-i zan. * Korkmak. Tevehhüm etmek.
HAYLULET-İ ARZ
Ay tutulması. Dünyanın güneşle ay arasına girerek güneş ışığına perde olması.
HAYM
Yaramazlık yapmak.
HAYMANA
Başıboş hayvanları haylayıp salıverdikleri çayırlık yer. * Ankara'nın bir kazası.
HAYME
Çadır.
HAYME-GÂH
(Haymegeh) f. Çadır kurulan yer.
HAYME-İ KEBUD
Mavi çadır. * Mc: Sema, gök.
HAYME-NİŞİN
Çadırda oturan. Göçebe.
HAYMÎ
Çadır biçiminde olan.
HAYMUME
Korkaklık, cübün.
HAYN
Helâk olmak.
HAYNUNET
Yakın olmak, yaklaşmak.
HAYR
Meşru iş. Faydalı, nurlu ve sevablı amel. Halkın rağbet ettiği akıl, ilim. İbadet, adalet, ihsan, mal gibi nimet. (Bak: Hayrat)
HAYR
Sakınmak. * Büyük avlu.
HAYRAN
Takdirkârlığından dolayı şaşa kalmış. Çok takdir etmiş. Çok beğenmiş.
HAYRAT
(Hayr. C.) Sevap için Allah rızâsı yolunda yapılan iyilikler. Haseneler.Hayır iki çeşittir. Birincisi: Mutlak hayırdır; her halde, herkes için rağbet edilir ve sevilir, herkes için iyidir. İkincisi: Mukayyed olan hayırdır; birisinin yanında hayır olan, başkası için şer olabilir. İsraf ve sefâhette kullanılan çok mal gibi.İlmî, imanî, dinî, manevî ve maddî çok hayır ve menfaat verenlere de ehl-i hayır denir.
HAYRE
(C.: Hayrât) İyilik, kerem. * Her nesnenin iyisi.
HAYR-ENDİŞ
f. İyilik düşünen, hayırlı iş düşünen.
HAYRET
Hiçbir cihete teveccüh edemeyip kalmak. Şaşkınlık. Ne yapacağını bilememek.
HAYRET-BAHŞ
f. Hayret veren, şaşırtan.
HAYRET-BAHŞÂ
f. Hayret veren, şaşkınlık veren, hayrete düşüren.
HAYRET-ENGİZ
f. Hayret veren. Hayret içinde bırakan.
HAYRET-FEZÂ
f. Hayret veren, hayreti artıran.
HAYRET-İ SIRFE
Tam bir şaşkınlık.
HAYRET-NÜMÂ
f. Hayret gösteren, hayret veren.
HAYRET-ZEDE
f. Hayrete düşmüş ve şaşırmış olan.
HAYR-HAH
f. Hayır sâhibi. Herkesin manevî ve maddî iyiliğini isteyen. Allah rızası için ilm-i Kur'an ve imanla, manen ve maddeten hayırlı hizmetler etmeyi ve hayırlı işler işlemeyi seven.
HAYR-HAHÎ
f. İyilikseverlik, hayırhahlık.
HAYRİ
(Hayriye) Hayra âit. Hayırla alâkadar.
HAYR-İ MUKAYYED
Bir kimseye hayırlı olduğu halde, diğer bir kimseye göre zararlı ve şer olan şey.
HAYRİYET
Hayırlılık. Hayırlı olmak.
HAYR-UL BERİYYE
Halkın hayırlısı. Hz. Muhammed (A.S.M.)
HAYR-UL BEŞER
İnsanların en hayırlısı olan Hz. Muhammed (A.S.M.)
HAYR-UL ENAM
(Bak: Hayr-ül Vera)
HAYR-UL FÂSİLÎN
Âdil olanların, hâkimlerin en hayırlısı.
HAYR-UL HALEF
Hayırlı evlâd. Babasını hayırla andıracak evlâd.
HAYR-UL UMUR
İşlerin en hayırlısı.
HAYR-UL VERA
(Hayr-ül Enam) Halkın hayırlısı. Mahlukatın en hayırlısı olan Hz. Muhammed (A.S.M.)
HAYS
Karıştırmak, halt.
HAYS
Az, kalil.
HAYS
Hayvan leşinin kokması. * Bir kimseyi aldatmak. * Sözde durmamak, ahid bozmak. * Fâsid olmak.
HAYS
Darlık. * Udûl etmek, doğru yoldan çıkmak.
HAYS
Saygı, hürmet, itibar. * Alâka, ilgi. Cihet, itibar.
HAYSAL
Patlıcan.
HAYSE
Hurmayı yağla ve keşle karıştırmak.
HAYSE-BEYSE
İleri gidip geri gelmek, bir halde durmak. * Karışıklık. * Şiddet ve darlık.
HAYSEFUCE
Gemi dümeni.
HAYSİYET
İtibar. Şeref. Değer. Kıymet. Derece. Câh. Mesned. Mertebe.
HAYSİYET-ŞİKEN
f. Haysiyet kıran.
HAYSÜ
İtibariyle, bakımından. * Hangi yerde? Hangi?
HAYSÜ LÂYEŞ'UR
Hissedilmeksizin. Bilinmedik, duyulmadık cihetten.
HAYŞ
Nefret etmek.
HAYŞE
(C.: Huyuş) Yaramaz keten ipliğinden dokunmuş bez.
HAYŞUM
Geniz (burun) kovuğu. Nunlu sesler, gunne buradan çıkar. (Tecvidde bahsedilmiştir.)
HAYŞUMÎ
Genizden gelen.
HAYT
İp. Kalın ip. * İplik. Bağ. * İki şeyi birbirine bağlayan. * Dikiş dikmek. * Tanyeri ağarması.
HAYTA
Kazık.
HAYTA
şefkat.
HAYTA
Serseri, serkeş kimse. * Ask: Osmanlılarda görevli bir sınıf askere verilen ad. Hayta birlikleri, üstün savaş kabiliyeti olan askerlerden kurulur, lüzumunda düşman topraklarına akın yapmak için de kullanılırdı. Sonraları düzenleri bozulduğunda eşkiyalığa başladılar; bundan dolayı "hayta" kelimesi haydut ve haylaz anlamında kullanıldı.
HAYTA'
Deve kuşlarının uzun boyunlu olanı.
HAYTEL
Kedi.
HAYTEUR
Bir vaziyette durmayan. * Arslan. * Kurt. * Belâ. * Cin tâifesinden bir nesne. * Bir su böceği.
HAYT-I NURANÎ
Nurlu bağlantı. Nurâni râbıta.
HAYTÎ
Tel şeklinde olan.
HAYT-UL EBYAZ
Fecir zuhurunda ufukta ip şeklinde görülen beyazlık.
HAYT-UL ESVED
Güneş battıktan sonra ufakta görülen siyahlık.
HAYU
f. Salya, tükrük.
HAYUNET
Vakit yaklaşma.
HAYVAN
Canlı şey, insanla beraber her canlı. * İnsan olmayan idraksiz canlı yaratık. * Yük kaldıran, araba çeken ve binilen hayvan, beygir, katır v.s. * Mc: Akılsız ve idraksız insan, ahmak. (Aslı "Hayevan"dır)
HAYVANAT
(Hayvan. C.) Hayvanlar.
HAYVANAT-I BAHRİYYE
Deniz hayvanları, denizde yaşayan hayvanlar.
HAYVANAT-I BERRİYYE
Kara hayvanları, karada yaşıyan hayvanlar.
HAYVANAT-I EHLİYYE
İnsanlara alışık olan hayvanlar, evcil hayvanlar.
HAYVANAT-I VAHŞİYYE
Vahşi hayvanlar, yabani hayvanlar.
HAYVAN-I BERRÎ
Karada yaşayan hayvan.
HAYVAN-I NÂTIK
Konuşan hayvan. (İnsan)
HAYVANÎ
Hayvana, diriye âit ve ona müteallik.
HAYVANİYYET
Hayvanlık, canlılık, zihayat olmak. Akıl ve idrakten mahrumiyet.
HAYY
Diri, canlı, sağ. * Bir şeyi cem' ve ihraz eylemek.
HAYYÂKALLAH
Allah seni yaşatsın. Allah ömrünü uzun etsin, meâlinde ve dua makamında söylenen bir tâbirdir.
HAYYAL
Dalavereci, hileci, hilekâr.
HAYYAL
(Hayl. den) At terbiyecisi, at yetiştiren.
HAYYALE
Fikir sahipleri.
HAYYAM
Çadırcı.
HAYYAT
(Hayye. C.) Yılanlar.
HAYYAT
Terzi. Dikiş diken sanatkâr.
HAYYAT-I MÂHİR
Usta terzi. Terzi ustası.
HAYYATÎN
(Hayyat. C.) Terziler, dikiciler.
HAYYE
(C.: Hayyât) Yılan.
HAYYE
Gel... Haydi...
HAYYE-ALEL-FELAH
Felaha gelin. Toplanın hayır ve ni'metlere, ebedi selâmete... Allah huzuruna gel. Refah ve itmi'nana mucib olacak namaza yetiş. (Bak: Felah)
HAYYEHELE
Acele et (mânasınadır).
HAYYEN
Diri olarak. Diri, canlı olarak canlı olduğu halde.
HAYYEN MEYYİTEN
Ölü ve diri olarak.
HAYY-I MEYYİT
Ölü halinde canlı. * Mc: Hiçbir işe yaramayan, hakiki vazifelerini yapmayan insan.
HAYYİR
(C.: Ahyâr) Çok hayırlı. * Her zaman iyilik yapan kimse. Hayırsever, iyiliksever.
HAYYİZ
Yer. * Cihet, yön. * Mekân. Vüs'at. (Cismin kapladığı hacim)
HAYYUT
Erkek yılan.
HAYY-ÜL KAYYUM
Varlığı, diriliği her an için olup, gökleri, yerleri her an için tutan, daimî her şeye her hususta iktidarı yeten Allah (C.C.) (Bak: İsm-i A'zam)
HAYZ
(C.: Hiyaz) Kadınlara mahsus aybaşı. Kadının âdet hâli. Böyle bir kadına hayize denir. (Kadını döl yatağı denen rahminden, bir hastalık veya çocuk doğurma sebebi olmaksızın, muayyen müddetlerde kan gelmesine o kadının "aybaşısı" denir. Buna ve kan geldiği müddete de hayız müddeti denir. İslâmiyetçe, bu halde bulunan bir kadın, namaz kılamaz, oruç tutamaz ve cinsî münasebette bulunamaz, haramdır.)
HAYZA
Tıb: Kolera denilen hastalık.
HAYZERAN
Halk dilinde hezâren denilen bir cins sıcak iklim kamışı ki, sandalye vs. yapımında kullanılır.
HAYZERANE
Gemi durak yeri, iskele, liman.
HAYZERÎ (HAYZELÎ)
Dura dura yürümek.
HAYZEYUN
Yaşlı, acûz, ihtiyar.
HAYZUM
(C.: Hayazim) Göğüs tahtası.
HAZ'
Muhalefet etmek. * Taksim etmek, bölmek, paylaştırmak.
HAZA
Bu. Şu. O. * Gr: İşaret zamiri.
HAZA'
Kesme, yarma, ameliyat.
HAZA'
Asmacık denilen otun tohumu. (Sara hastalarına iyi gelir.)
HAZAB
Odun. * Yakacak nesne.
HAZABÎ
(Hizbâ. C.) Arızalı topraklar, engebeli yerler.
HAZAD
Yaş ağaçtan kesilmiş budak ve diken.
HAZAFİR
(Hizfâr - Hazfur. C.) Cânibler. * Bir kavmin meşhurları, ileri gelenleri, şereflileri. * Hepsi. Tümü. Mecmu'u.
HAZAİN
(Hazine. C.) Hazineler.
HAZAİN-İ MEDFUNE
Gömülü hazineler.
HAZAİR
(Hazire. C.) Duvar veya çitle çevrilmiş ağıl. * Etrafı duvarla çevrili olan mezarlıklar.
HAZAKAT
İhtisas. Meharet peyda etmek. Üstad olmak. Bir san'atta, hususan tıbda gereği gibi öğrenip mâhir ve mütehassısı olmak.
HAZAL
Selem ağacının kökünden çıkan bir nesne ki, suda ıslatıp yerler.
HAZALAN
(Bak: Hizlân)
HAZAM
Sür'atle yürümek, hızla yürümek.
HAZAMA'
Kulağı enine yarılmış keçi.
HAZAMİ
Güzel kokulu bir ot.
HAZAN
Güz. Sonbahar. * Solgun.
HAZANDİDE
f. Güz mevsimini görmüş, yaprakları sararmış solmuş.
HAZANE
Mc: Gönül, kalb, yürek.
HAZANGÂH
f. Hazan yeri. * Dünya. Göçecek âlem.
HAZANÎ
f. Sonbahar ile alâkalı, güz mevsimine ait.
HAZANİSTAN
f. Sonbahar görmüş, sararıp solmuş yer.
HAZANLİKA
f. Soluk yüzlü, sararmış, solmuş. Hazân yüzlü.
HAZANNÜMA
f. Sonbahar görünüşlü. * Mc: Hüzün ve keder verici.
HAZANRESİDE
f. Sonbahara erişmiş, solup sararmış.
HAZAR
Sulh zamanı. Barış zamanı. * Bir kimsenin huzuru, yakını. * Mukim olmak. Yolcu olmamak.
HAZAR
Tahta ve kereste kesmeğe mahsus su ile işler büyük bıçkı.
HAZAR
Bir şeyi bir kimseye vermeyip men ve hacr etmek.
HAZAR VE SEFER
Barış ve muharebe zamanı. * Evde mukim olma ve yolculuk.
HAZARET
(Bak: Hadâret)
HAZARÎ
Köyde ve kasabalarda yaşayanların yaşayış şekli ve tarzlarına ait. Şehirli. * Sulh ve asâyiş, sükun ve istirahat zamanlarına mensub ve müteallik. Barış ve güvenle alâkalı.
HAZAZ
Yosun.
HAZAZE
Tıb: Bulaşıcı, müzmin bir cilt hastalığı olup sonradan bağırsaklara geçerse öldürücü olur.
HAZB
Yetişmek.
HAZB
Boyamak.
HAZB
Hayvanın memesi şişip emziğinin deliklerinin dar olması. * Ucuz olmak.
HAZBAZ
Sinek. * Bir ot adı.
HAZD
Ağaçtan diken koparmak. * Ağacın kabuğunu soymak. * Çok hızlı ve şiddetle yemek yemek.
HAZEF
Eski yazıda hepsi noktasız harflerden müteşekkil olarak yazılan şiirler ve nesirler. Hüner göstermek için bu şekilde yüz beyitlik kasideler yazan şairler vardı.
HAZEF
Çamurdan yapılmış olup ateşte pişirilen şeyler. Çanak, çömlek.
HAZEFE
(C.: Huzef) Hicaz vilayetinde olan siyah renkli bir cins küçük koyun.
HAZEFÎ
Çanak çömlek ile alâkalı.
HAZEFİYYE
Çanak çömlek gibi topraktan yapılan şeyler ve bunları yapma san'atı.
HAZEF-PARE
f. Çanak çömlek parçası, kırığı.
HAZEF-RÎZE
f. Çanak çömlek parçası.
HAZEL
Göz kapaklarında olan kabarcıklar.
HAZEL
Gayret. * Men etmek, engel olmak.
HAZELAN
Kızgın kimsenin yürümesi.
HAZELAT
(Hazele. C.) Alçaklar, âdiler, kalleşler.
HAZELE
(Hâzil. C.) Alçaklar, kalleşler, yüzsüzler.
HAZEM
Dizme, sıralama. * Edb: İlk beytin ortasına birden dörde kadar harf ilâve etme.
HAZEM
Göğüs kemiği. * Davarın karnının ve böğrünün dolu olması.
HAZEME
(C.: Huzem) Kabuğundan ip ve urgan yapılan bir ağaç cinsi.
HAZEME
Kısa boylu kadın.
HAZEN
(C: Hızân) Etin kokması. * Toplamak, cem'edip yığmak. * Gizlemek, saklamak.
HAZEN
f. Baldız.
HAZEN
(Hüzn) Keder. Tasa. Gam.
HAZER
Gözün dar ve küçük olması. * Kabile. * Cemaat.
HAZER
Vahşi hayvanların yediği et.
HAZER
Çekinme. Zarar verebilecek şeyden kaçınma. Korunma.
HAZERAT
(Hazret. C.) (Bak: Hazret)
HAZEVAN
Eti birbiri üstüne yığılıp cem'olmuş olan etli nesne.
HAZEVVER
Kısa boylu kimse.
HAZF
Parmağıyla taş atma.
HAZF
Aradan çıkarma, çıkarılma. Yok etme, silme, ortadan kaldırma, giderme, düşürme. * Selâm ve tahiyyatı uzatmayıp kısa kesmek. * Mahvetmek. * Vurmak. * Atmak.
HAZHAZ
Sütü çoğaltır nesne. * Bir nevi katran.
HAZHAZ
Kavi, sağlam.
HAZHAZ
Seri, sür'atli, hızlı.
HAZHAZA
Sallama, el ile harekete getirme.
HÂZI'
(Huzu. dan) Alçak gönüllü, mütevâzi olan.
HÂZIÂNE
Mütevâzi olarak, alçak gönüllülükle.
HAZIK
(C: Havâzik) Mesti dar olan. * Cânip, taraf.
HAZIK
Süngü demiri.
HÂZIK
Mehâretli, işinin ehli, mütehassıs. (Bak: Hazâkat)
HAZIKANE
Mâhirâne, mâhir ve usta olan bir kimseye yakışacak şekil ve surette.
HÂZIK-I MÜTEDEYYİN
Dindar ve iyi mütehassıs. (Dindar ve iyi mütehassıs doktor için söylenir).
HAZIKIYYET
Mâhirlik, ehillik, ustalık, hâzıklık.
HAZIM
Kesici, kesen.
HAZIM
Hazmettirici, sindirici.
HÂZIM
İhtiyatlı, akıllı, işinde gözü açık olan.
HÂZIMÂNE
İhtiyatlı davranan adama yakışır şekilde.
HAZIMLI
Mc: Tahammüllü, müsamahalı, tolerans sahibi.
HAZINA
Emzirici, emziren. Dadı.
HAZIR
Hazer eden. Korkup çekinen.
HAZIR
Huzurda olan, göz önünde olan. Amade ve müheyya olan. Gaib olmayan. * Müstaid olan.
HAZIR Bİ-L-MECLİS
Mecliste hazır olan adam.
HAZIR U NAZIR
Her yerde hazır olup, bilen ve gören, yardım eden veya herkese lâyık cezasını veren Allah (C.C.)
HAZIRA
şehirli, medeni. * Bir yerde mukim olmuş, bir yere yerleşmiş.
HAZIRBAHŞ
f. Hazırlanmış, hazır olmuş. * Hazır ol! emri.
HAZIRCEVAP
Her söze derhal ve düşünmeden münasib cevap veren kimse.
HAZIRLÖP
Kabuğu içinde suda pişip katılaşmış yumurta. * Mc: Emek sarfetmeden elde edilen kazanç.
HAZIRÛN
Meydanda olanlar, gözönünde olanlar. Mevcut ve hazır olanlar.
HAZÎ
Ateş yakmak.
HAZÎ
Sarkıklık.
HAZÎ
Kâhin, keşiş, papaz.
HAZÎK
Kesilmiş olan.
HAZİL
Yüzsüz, alçak, âdi, dönek, kalleş.
HAZİLE
Kenarlarında kirpik bulunmayan kırmızımsı gözkapağı.
HAZİM
Basiretli, tedbirli.* Göğüs. Göğüs ortası.
HAZİM
Sür'atle kesen. * Çok çabuk yeyip bitiren. * Düşmanı hezimete uğratan.
HAZÎM
Sarhoş. İçki içip akli müvazenesini kaybetmiş olan.
HAZÎM
Keskin kılıç.
HAZİMANE
f. Tedbirli ve basiretli hareket eden.
HAZİN
(Hızane. den) Hazine nâzırı. Bekçi.
HAZÎN
Hüzünlü. Keder meydana getiren. Acı uyandıran.
HAZİNE
Define. * Kıymetli şeyleri saklayacak sağlam yer.
HAZİNE KETHUDASI
Tar: Yavuz Sultan Selim Han zamanında kurulan hazine kethudâlığı, saraya girip çıkan demirbaş eşyanın korunup saklanmasıyla mes'ul idi. Bu müessesenin başında bulunan memura da hazine kethudâsı denilirdi.
HAZİNEDAR
f. Malı muhafazaya me'mur olan.
HAZİNEDARÎ
f. Hazinedarlık.
HAZİNE-İ ÂMİRE
Tar: Para işlerini yönetmek üzere kurulmuş olan müesseselerden birinin adı. Osmanlı Devleti'nin kuruluş devrelerinde para işleri "Beytülmal" denilen ve "Defterdar" adı verilen bir memurun idaresinde iken, sonraları teşkil olunan yeni idarelere göre çeşitli adlar verilmiştir. Hazine-i âmire, devlet kasası yerinde de kullanılırdı.
HAZİNE-İ DEVLET
Devlet hazinesi. Maliye idaresi.
HAZİNE-İ EMİRİYE
Maliye dairesi.
HAZİNE-İ EVRAK
Evrak hazinesi. Arşiv.
HAZİNE-İ HÂSSA
Osmanlı İmparatorluğu zamanında devlet bütçesinden padişaha maaş sağlayan ve saraya ait gelirlerin toplandığı malî bir müessese.
HAZİNE-İ HÜMAYUN
Hazine-i Hümayun'da bulunan savaş eşyasından bir kısmının manevî değeri büyüktü. Diğer kısmının ise maddî değeri fazla idi. (Savaşlarda ele geçirilen kıymetli ganimet, padişahlardan kalmış olan değerli eşyalar gibi.) (O.T.D.S.)
HAZİNE-İ MİLLET
Millet hazinesi. * Maliye idaresi.
HAZİNE-İ TECEDDÜD
Yenilik hazinesi. Çok yeniliklere sebeb olan.
HAZİNE-MÂNDE
f. Şahıs üzerinden kaydı silinerek devlet hazinesine kalan mal veya para.
HAZİR
Takdir eden. * Ekşimiş süt.
HAZİR
Korkan, korkak,
HAZÎR
Su sesi, su şırıltısı.
HAZÎRE
Etrafında duvar veya çit bulunan ağıl, bahçe. * Mezarlık.
HAZÎRE
Eti ufak ufak doğrayıp, çok su ile çömlek içinde pişirip erimeye yakın olduğu anda üzerine un koyup karıştırarak yapılan yemek. (İçinde et olmayınca "aside" derler.)
HAZÎRE
Az cemaat. * Asker bölüğü. * Yara içinde toplanan kan ve irin.
HAZÎRET-ÜL KUDS
Cennet bahçesi. Peygamber ve evliyanın ruhlarının toplandığı yer.
HAZİRÎN
(Hâzır. C.) Meydanda, gözönünde olanlar, huzurda bulunanlar.
HAZİYY
Mertebeli, değerli kişi. * Yarış atlarının sekizincisi.
HAZİZ
(Bak: Hadıyd)
HAZÎZ
Bahtiyar. Mes'ud. Saâdetli. Nasibi olan.
HAZK
Bağlamak.
HAZK
Nişan vurmak. * Kuşun terslemesi.
HAZK
Hapsetme. * Darlık. * Men'etme.
HAZKA
Mahâret, ustalık, mâhirlik.
HAZL
Terk etmek. * Rezil, rüsvay etmek.
 
HAZL
Kat'etmek, kesmek.
HAZL
Badruç adı verilen ot.
HAZM
Midedeki yenen şeyleri eritmek, sindirmek. Vücuda yarayacak hale getirmek. * Birisine ansızın hücum etmek. * Ansızın bir şey üzerine inmek. * Birisinin hakkını, malını gasb ile alıp zulmeylemek. * Münasebetsiz bir hale, güce gidecek bir vaziyete düşenin kendi nefsini zaptedip tahammül etmesi ve sabreylemesi.* Taze olmak. * Kırmak.(İslâm hükemasının Eflâtun'u ve hekimlerin şeyhi ve feylesofların üstadı, dâhi-i meşhur Ebu Ali İbn-i Sina, yalnız Tıp noktasında, âyetini şöyle tefsir etmiş. Demiş: Yâni "İlm-i Tıbbı iki satırla topluyorum. Sözün güzelliği kısalığındadır. Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra dört beş saat kadar daha yeme. Şifa, hazımdadır. Yâni, kolayca hazmedeceğin miktarı ye. Nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, taam taam üstüne yemektir." L.)
HAZM
Kat etmek, kesmek. * Yab yab yürümek. * Hızlandırmak.
HAZM
Cem'etmek, toplamak. * Zaptetmek. * Kast etmek. * Bağlamak. * Yumuşak yüksek yer. * Sağlam re'y. Doğru ve kat'i karar. * Basiretle hareket etmek.
HAZM-I NEFS
f. Tahammül etmek. Nefsini kırmak. Meydana gelen kendi ile alâkalı gördüğü bir kusuru kendi üzerine almak. Sabreylemek. Sindirmek.
HAZN
Sağlam yer. * Kabile ismi. * Arap beldeleri.
HAZNE
Hazine. * Depo.
HAZR
Bir şeyi takdir ve tahmin etmek, nazar ile tahmin etmek. * Çehresini ekşitip çirkin olmak.
HAZRA'
Küçük ve dar gözlü kadın. (Müz: Ahzer)
HAZREC
Sert rüzgâr. * Güney rüzgârı.
HAZREKA
Darlık.
HAZRET
(Huzur. dan) Ön. Kurb. Pişgâh. * Hürmet maksadı ile büyüklere verilen ünvan; "Hazret-i Kur'an, Hazret-i Peygamber, Hazret-i Üstad, Paşa Hazretleri" gibi.
HAZRET-İ RİSALET
Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir ismi.
HAZREVAT
(Hadravat, Hadrâ) Yeşillik. * Gökyüzü, felek. Asuman.
HAZUF
Sür'atle yürüdüğünden ayağı altından taşlar atılan eşek.
HAZUL
Kimsesiz. Yardımsız olarak her şeyden mahrum sürünmek.
HAZUME
Sığır, bakar.
HAZUN
Yaramaz huylu kimse.
HAZUR
(Hazer. den) Çok dikkatli, çok çekingen.
HAZV
Kat'etmek, kesmek. * Takdir etmek.
HAZV
Sarkık olmak.
HAZVA'
Sarkık kulaklı eşek.
HAZVE
(C: Hazavât-Hızâ) Küçük ok.
HAZY
Birbiri üzerine yığılıp toplanmak.
HAZY
Kat'etmek, kesmek.
HAZZ
Yün.
HAZZ
Kandırmak.
HAZZ
(C.: Huzuz) Deniz koyunu. (denizde olur) * "Vurmak" mânâsına masdar. * Duvar üstüne direk koymak.
HAZZ
Hafif gövdeli. * Bir cins ot.
HAZZ
Kesme. Kısaltma. * Kazmak. * Yırtmak. * Silmek.
HAZZ
Sevinç duyma. Hoşlanma. Zevklenme. Saadet. Tali'. Nasib. Nimet ve süruru mucib şey.
HAZZA'
Nâlin yapıcı, nalcı.
HAZZAF
Çanak çömlek yapan veya satan.
HAZZAL
Ehline ve ailesine sarfedecek birşey bulamayan fakir.
HAZZETMEK
Hoşlanmak, zevk ve lezzet almak.
HEB
(Vehb. den) Bağışla, lutfet (mânasına emir, duâ)
HEBA
İnce toz. * Boş. Beyhude. Nâfile. Faydasız. İsraf. Ziyan. * Aklı az olan.
HEBAEN MENSURA
Boşuna olarak. Faydasız yere dağılmış.
HEBAL
Avcı, sayyad.
HEBB
Uykudan uyanmak. * Gâib olmak.
HEBBAR
Çok fazla kılı olan sırtlan veya maymun.
HEBBE
Vak'a. * Zamandan bir asır.
HEBBİHÎ
Sallana sallana yürüyen kişi.
HEBBUR
Ufak inci.
HEBC
Vurmak. * Ağırlık.
HEBEC
Devenin memesinde olan verem.
HEBENKA
Ayak parmaklarını dikip ökçesi üzerine oturmak.
HEBENNEKA
Ahmaklığı darb-ı mesel olmuş bir kimsedir. * Mc: Zeki ve becerikli olmadığı halde kendini öyle sanan.
HEBETA
Çukur yer.
HEBH
Sallanmak.
HEBHAB
Serap.
HEBHEBE
Dâvet.
HEBHEBÎ
Çoban. * Hizmete koşan yiğit.
HEBÎB
Rüzgâr, yel.
HEBİD
Hanzal otu tohumu.
HEBİHA
Yürürken sallanan kadın.
HEBİR
Çukur yer.
HEBİT
Korkak kimse.
HEBİT
Zayıf, ince deve.
HEBL
Ölüm, mevt. * Taaccüb makamında kullanılır.
HEB-LENÂ
Bize lutfet. Bize ihsan et, bağışla.
HEBR
(C.: Hübur) Çukur yer. * Kesmek. * İki dağ arasında olan düz yer. * Etli, semiz olmak.
HEBRA
Şişman kadın.
HEBRAKÎ
Demirci. * Yabani öküz.
HEBRE
(C.: Heberât) Et parçası.
HEBREME
Obur. Yemeğe düşkün. * Geveze.
HEBS
Hareket.
HEBS
Şâdlık, sürür, neşe, neşat. * Döşemek.
HEBŞ
Cem'etmek, toplamak. * Kazanmak, kesbetmek.
HEBT
Birbiri ardınca vurmak.
HEBT
(Hübut) İniş. Aşağı inme. * Aşağı indirme. Bir yere inip konmak. * Nüzul, illet, maraz. * Zayıflama. * Bir memlekete birisini dâhil ettirmek. * Eksiltmek. * Kötü bir hale uğratmak.
HEBUL
Yavrusu kalmayan deve.
HEBUT
İniş yer.
HEBV
Ateşin sönmesi.
HEBVE
Toz. * Tozlu yol.
HEBY (HEBYE)
Küçük câriye.
HEBZ
Sür'at yapmak, hız yapmak.
HECA
(Hece) Dilin ve ağzın bir hareketi ile çıkan bir veya birkaç harf. Harflerin sesi. Harflerin seslendirilmesi. * Elif-bâ sırasına göre dizili harfler. Bir sözü harfleri ile söylemek. * Şekil. Kıyâfet. * Yemek. * Sükut etmek, susmak.
HECACE
(C.: Hecâcât) Kurbağa.
HECAGÛ
f. Nazım veya nesir yoluyla birinin aleyhinde bulunan. Birini zemmeden, bir kimseyi hicveden.
HECCAV
Çok hicveden. Hiciv söyleyen. (Bak: Hicv)
HECE
(Hecâ) Bir defada söylenebilen, bir veya birkaç harfden meydana gelen sözcük. * Harfleri birer birer söyleyerek okuma.
HECE VEZNİ
Türklerin eskiden kullandıkları nazım âhengi ölçüsüdür ki, buna "parmak hesabı" da denir. Parmak hesabı, Türk edebiyatının başlangıcından XI. yy. a, yani Türklerin aruz veznini öğrenmelerine kadar Türk nazmının yegâne âhengi idi. Aruz vezni kabul edilmekle beraber, hece vezni terkedilmeyerek yine halk edebiyatında kullanılagelmiştir. Hece vezninin 3 den 16 ya kadar muhtelif heceli ölçüleri vardır. En çok kullanılanları 7, 8, 11 ve 14 lü hecelerdir.
HECEF
Yaşlı devekuşu. * Ağır ve boş kimse.
HECEMAT
Hamleler, taarruzlar, hücumlar.
HECENNA'
Uzun ve şişman gövdeli kimse. * Başı dazlak, yaşlı kimse. * Başı dazlak olan devekuşu.
HECES
Gönüle düşen hatıralar.
HECHECE
Çağırmak.
HECİ'
Yer yarığı. * Derin dere.
HECİL
İki dağ arasındaki çukurca kısım. Vâdi.
HECİME
Tulukta biriktirilip ekşitildikten sonra içilen ve köremez denilen süt. * Yoğurt.
HECİN
Pek hızlı yürüyen bir cins deve. * Arap atı ile diğer cins attan doğmuş melez at.
HECİR
Yaz mevsiminde öğle vaktindeki sıcaklık. * Otun kuruması. * Büyük havuz.
HECL
İki dağ arasındaki çukur ve düz yer. * Atmak.
HECM
Hamle etmek. Saldırmak. * Büyük kadeh.
HECME
şiddet, sertlik.
HECMEC
Koç.
HECMET-ÜŞ-ŞİTÂ
Kışın şiddeti. Soğuğun sertliği.
HECR
Ayrılık, firak. * Tıb: Sayıklamak. Hezeyan. (Bak: Hicr) * Çok sıcak günlerde öğle vakti.
HECR-İ CEMİL
Kalben ve fikren onlardan uzak durup fiillerinde onlara uymamakla beraber, kötülüklerine karşılık vermeğe kalkışmayıp müsamaha, idare ve güzel ahlâk ile hüsn-i muhalefet etmek. (E.T.)
HECS
Gönüle düşen hâtıralar.
HECV
(Hicv) Medh ü senânın zıddı. Kötüleme. Birisi hakkında kötülemek için söylenen söz veya manzume. (Bak: Heccâv)
HEDA
Sakin olmak.
HEDAD
Yemen'de bir kabile.
HEDAHÎD
(Hüdhüd. C.) Hüdhüdler, çavuş kuşları, ibibikler.
HEDAYA
(Hediye. C.) Hediyeler. Lütuf ve ihsanlar. Bağışlar.
HEDB
Meyve toplamak. * Davar sağmak.
HEDBE
Ufak tesbih böceği.
HEDCAN
Yavaş yürüyüş.
HEDD
Binayı gürültüyle yıkıp göçürmek. Çok ihtiyarlayıp düşkün hâle gelmek. * Zayıf ve korkak.
HEDDAM
Çok keskin kılıç.
HEDDE
Duvarın yıkılmasından çıkan gürültü.
HEDEB
Ensiz, uzun ve ince yaprak. * Servi yaprağı.
HEDEF
Nişan noktası. * Emel. Varılmak istenen gaye. * Yüksek, bülend. * İri vücudlu adam. * Bir işe yaramayan, tembel ve uykucu olan. (L.R.)
HEDEF-İ ÂMÂL
Gaye-i hayâl. Ulaşmak istenilen hedef.
HEDEL
Devenin dudağının sarkık olması. * Bir şeyi aşağı indirmek.
HEDEM
Binadan yıkılan taş ve kerpiç.
HEDER
Boşa gitme. Yok yere faydasız giden. * Ölüme giden.
HEDHED
Suâl etmek, sormak. * Ötmek. * Çocuk sallamak.
HEDHEDE
Bağırma, ötme. * Devenin bağırması, kuşun ötmesi.
HEDÎ
(C.: Hevâdî) Mürşid. * Boyun.
HEDÎL
Erkek güvercin. Güvercin sesi.
HEDÎR
Güvercin kuşlarının ötmesi. * Aygırın kişnemesi.
HEDİYE
Parasız verilen, bağışlanan şey. Armağan.
HEDİYE-İ DENDÂN
Diş kirası.
HEDİYETEN
Armağan olarak, hediye olarak.
HEDİYY
(Hediye. C.) Atiyyeler, hediyeler.
HEDK
Kırmak.
HEDLAK
Dudakları sarkık olan.
HEDM
Yıkmak, harab etmek. Parçalamak, mahvetmek. * Birisine vurup belini kırmak. (Râgibâ, düşmanın aldanma tevazularına.Seyl, divârın ayağın öperek hedmeyler.)(Râgıp Paşa)
HEDM (HİDM)
(C.: Ehdâm) Eski elbiseler.
HEDMELE
(C.: Hedmelât) Ağacı çok olan kumlu yer.
HEDN
Vakar, ciddiyet.
HEDNE
Sükun, sessizlik, durgunluk.
HEDR
Galeyan etmek. * Ot büyümek. * Güvercin ötmek.
HEDS
Sürmek. * Reddetmek. * Haykırıp bağırmak.
HEDUC
Eserken gümleyen rüzgâr.
HEDY
Cenab-ı Hakk'ın rızası için veya ihramda iken yapılması yasak olan herhangi bir fiili işlemekten dolayı kusurunu affettirmek ricasiyle, keffaret olarak Harem-i Şerif'e götürülen veya kendisi veya parası gönderilen kurban.
HEFAF
Hafif berrak nesne.
HEFAFE
Parlamak.
HEFEVAT
(Hefve. C) Yanlışlıklar, yanılmalar. * Ayak kayması. Sürçmeler, kaymalar.
HEFFAT
Ahmak.
HEFHAF
Yeynicek, hafif mizaçlı kimse.
HEFHEFE
İnce belli olmak.
HEFÎF
Sür'atli seyir.
HEFT
f. Yedi sayısı.
HEFT
Hafiflik sebebiyle uçup dağılmak. * Hafif mizaçlı olup, her dile geleni söylemek. * Vurmak.
HEFTÂD
f. Yetmiş. 70
HEFT-AHTER
f. Yedi gezegen. Yedi seyyâre.
HEFTAN
Zırhın altına giyilen pamuklu elbise. * Üstten giyilen kürk biçiminde süslü elbise. Kaftan. (Eskiden ekseriyetle taltif için, büyük kimseler tarafından liyâkat sahiplerine giydirilir veya üstlerine atılırdı.)
HEFT-ASMAN
Yedi kat gök.
HEFT-DANE
Aşure adı verilen bir cins tatlıyı yapmakta kullanılan yedi çeşit tahıl.
HEFT-DERYA
Yedi deniz. Pasifik okyanusu, Atlas okyanusu, Karadeniz, Akdeniz, Taberiye, Aral ve Hazer.
HEFTE
Yedi günlük müddet olan hafta.
HEFT-ELVAN
Yedi renk. * Türlü yemeği.
HEFT-ENDAM
Vücudumuzda yedi organ.
HEFT-GÂNE
f. Yedi türlü olan. Yedi tane.
HEFT-HUN
f. Cehennemin yedi tabakası.
HEFT-KALEM
Yedi çeşit yazı. Tâlik, sülüs, tevki, muhfak, reyhanî, rik'a ve nesih.
HEFT-KÂR
f. Yedi türlü iplikle dokunmuş kumaş.
HEFT-MERD
f. Yedi büyükler. (Kutub, gavs, ebdâl, ahyâr, evtâd, nücebâ, nukabâ)
HEFT-RENG
f. Yedi renk.
HEFTÜM
f. Yedinci.
HEFV
Açlık.
HEFVAN
Yanılma, yanlışlık. * Süratle gitme, hızla gitme. * Ayak kayıp sürçme.
HEFVE
(C.: Hefevât) Sürçme, ayak kayması. * Mc: Hata, yanılma. Zelle.
HEGEMONYA
yun. Kuvvetle ve kıymetli vasıflarla olan üstünlük. * Bir devletin başka bir devlet üzerindeki siyasi üstünlüğü ve baskısı.
HEHCA'
Kerim, cömert kimse.
HE'HE'
Deveyi yulafa çağırmak. * Gülegen adam.
HE'HEE
Deveyi yulafına çağırıp hey hey demek.
HEJDEH
f. Onsekiz sayısı.
HEK'A
Menazil-i Kamer'den bir yıldız. * Atın göğsü üstündeki dâire.
HEKHEKA
Az birşey verme. * şiddetli seyir.
HEKİM
(Bak: Hakîm)
HEKİR
Taaccüp eden, şaşıran.
HEKK
şiddetli yağmur. * Kılıçla vurmak.
 
HEKM
Halka şerle taarruz etmek.
HEKR
Taaccüp etmek, şaşırmak.
HEKTAR
Fr. Yüz ar değerinde ölçü birimi.
HEKTOMETRE
Fr. Yüz metrelik uzunluk ölçü birimi.
HEKUR
Uzun, tavil.
HEL
Arapçada soru cümlesinin başına gelen bir harf olup; em bel kad edatları yerinde ve ceza mânasına emri ve bazan isbat, bazan da nehiy için kullanılır.
HEL' (HİL')
Oğlak. (Müe: Hel'a)
HEL MİN MEZİD
Daha yok mu? Daha olmayacak mı? mânâlarında kullanılır.
HELA'
Korku. * Feryad. * Hırs.
HELAHİL
(Hülhül. C.) Tesiri pek kuvvetli ve öldürücü zehir. Panzehiri olmayan ağu.
HELAHİL-RİZ
f. Öldürücü zehir saçan.
HELAK
Yıkılma, bitme, mahvolma. * Harislik ve pek düşkünlük. * Azab. Korku, havf. * Fakr.
HELAKET
Yıkılma. mahvolma. Felâket.
HELAL
Allah'ın müsaade ettiği şey. Haram olmayan. Dinî bakımdan kullanılmasında, yenilip içilmesinde, dinlenmesi veya bakılmasında yahut dokunulmasında nehiy olmayan. * İhramdan çıkan hacı.
HELALÎ
Bürüncük ve pamuk karışımından yapılan bir cins yeli bez. * Yaldızlı bakırdan vaya tahtadan mahfazası olan eski sistem saat. * Helâl ile alâkalı olan.
HELALLI
Zevce, karı, menkuha. Nikâhlı kadın.
HELAL-ZADE
Helâl doğmuş, meşru ve nikâhlı ana-babadan dünyaya gelmiş çocuk. * İyi adam, fenalık yapmaktan çekinen. Sâlih, afif, nâmuskâr.
HELC
İtimat etmeyecek söz söylemek.
HE'LE (HÂLE)
(C.: Hâlât) Ay ağılı, dâire-i kamer.
HELECAN
(Bak: Halecan)
HELEK
İki dağın arası.
HELEKE
Helâk. * Düşen.
HELEL
Örümcek ağı. * Korku. * Yağmur evveli.
HELESAYA ÇIKMAK
Eskiden ramazanlarda iftardan sonra para toplamak için çocuklar tarafından teşkil edilen çalgılı heyetlere katılanlar tarafından nakarat makamında söylenen bir tabirdir. Dilenciliğin kibarcalarından sayılır.
HELEZON
Saat zenbereği gibi gittikçe daralan daire şekli. Sümüklü böcek kabuğu şeklinde olan.
HELEZONÎ
Helezon şeklinde olan. Sümüklü böcek kabuğu şeklinde olan, gittikçe darlaşır daire biçiminde olan.
HELHEL
Seyrek, ince, dakik şey. * Öldürücü zehir.
HELHELE
Okuyucunun tesirli nağmeyi tekrar etmesi. * Unu seyrek elekten elemek. * Teenni ile encamını beklemek. * Bir şeye pek yaklaşıp çatmak.
HELÎCE
Saçaklı seccade.
HELİKOPTER
Fr. Pervanesi tepesinde bulunan ve olduğu yerde durabilen, dikine kalkış ve iniş yapabilen bir uçak.
HELÎLE
Tıb: Tohumları tıbda müshil olarak kullanılan bir bitki.
HELÎME
Buğday ve pirinç gibi bazı hububatın kaynamasıyla hâsıl olan koyu ve yapışkanlı su.
HELKAM
Yaşlı kadın, acuze.
HELKES
Alçak adam.
HELLAB (HELLÂBE)
Yağmurlu soğuk rüzgâr.
HELLE
(C.: Hilâl) Azıcık sesi yükseltmek.
HELLÜM
Beri gel (mânasına gelir.)
HELS
Çok hayır. * Gizlemek, saklamak.
HELS
Cemaat, topluluk.
HELSAS
Cemaat, topluluk.
HELTAT
Cemaat, topluluk.
HELTÎ
Bir ot cinsi.
HELU'
Sabrı az, hırsı çok olan. Sabırsız olup her halini halka şikâyet eden insan.
HELUK
Helâk olucu, helâk olan. * Fâcire kadın. Kötü hayata alışmış kadın.
HELÜMM
Tez getir mânasına gelir.
HELÜMME CERRA
(Helümme cerren) "Var kıyas eyle... Çek beri getir." gibi kinâye için söylenen bir tabirdir.
HELVA'
Hızlı yürüyüşlü davar.
HELVA SOHBETLERİ
Eskiden kış mevsiminin başlıca eğlencelerinden biriydi. Bu eğlenceler, her sınıf halk arasında rağbetteydi. Devlet erkânı, vükelâ, zengin konak sahibleri ve orta halli halk kendi imkânları ölçüsünde helva sohbetleri düzenler, eş ve ahbabına ziyafetler verirdi. Vükelânın düzenlediği sohbetler tantanalı ve hayli masraflı olurdu. Bu sohbetlere zamanın şairleri, edebiyatçıları, nükte ve sohbetleriyle meşhur olmuş kişiler, sazende ve hanendeler davet edilirdi. Kışın en soğuk kırk günü olan erbain'i sağ ve sağlıklı olarak geçirenler kurbanlar keser ve helva sohbetleri bundan sonra düzenlenirdi. Sohbetin en renkli eğlencesi keten helvası yapımıydı. (O.T.D.S.)
HELVA-GER
f. Helvacı.
HELVA-HANE
f. İçinde helva pişirilen genişçe ve derinliği az tencere. * Tar: Saray için her türlü tatlı yiyeceklerin yapılmasına yarayan saray mutfağının bir bölümü.
HELVAYÎ
Helva satan. Helvacı.
HELYOSTAT
Yansıyan güneş ışınlarını, belli bir doğrultuya yöneltmeğe ve bu doğrultuda tutmaya yarayan bir ayna ile bir ayar sisteminden meydana gelen tertibat.
HELYOTERAPİ
Fr. Güneşle tedavi.
HEM
f. Birlikte, beraber olmak mânasını ifade eder.
HEM (HEMM)
Gaile, müşkül iş. * Tasa, gam, keder, hüzün.
HEM SUÇLU HEM GÜÇLÜ
Suçlu olduğu hâlde suçunu bilmez ve suçsuz olduğunu iddia eder kimse hakkında kullanılan bir tâbirdir.
HEM-AHENG
f. Uygun, münasib, denk.
HEMAHİM
(Hemheme. C.) Üzüntüler, kederler, dertler, tasalar.
HEMAL
f. şerik, ortak, eş, benzer, nazir.
HEMALUŞ
Kara balçık.
HEMAN
f. Derhâl, hemen, acele olarak, çarçabuk, o anda.
HEMAN (HUMÂN)
İnce zayıf süngü. * Huysuz ve kötü insan.
HEMANA
f. Sanki, güya. * Aynen, tıpkı, tamamen.
HEM-AN-DEM
f. Hemen, derakab, derhal, o anda, çarçabuk.
HEMANEND
f. Benzer, gibi.
HEM-AN-GÂH
f. Hemen, o anda.
HEM-ARAMİŞ
f. Birlikte dinlenen, beraber istirahat eden.
HEMARE
Her zaman, her an, dâima.
HEM-ASIL
f. Aynı asıldan.
HEM-ASIR
Aynı asırda olan. Bir asırda beraber olanlar.
HEM-AŞİYAN
f. Bir yerde beraber bulunan, bir yuvada birlikte olan.
HEM-AVER
f. Efendileri aynı olan köleler. * Arkadaş, refik.
HEM-AVERD
f. Savaşan iki kişiden herbiri.
HEM-AVİZ
f. Harpte karşılaşan iki kişiden biri.
HEM-AYAR
f. Eşit, denk, müsavi.
HEMAZÎ
Sür'at, hız.
HEM-BAR
f. Aynı yükü yüklenmiş olan, aynı yükü taşıyan.
HEM-BER
f. Beraber olan, birlikte oturan.
HEM-BU
f. Kokusu bir, aynı kokuda. * Mc: Âdet ve tarzları aynı.
HEM-CA(Y)
f. Aynı yerde oturan. Hemşehri.
HEM-CENAH
f. Denk, eşit, müsâvi.
HEM-CENB
f. Akran.
HEM-CİNS
Aynı cinsten olan.
HEM-CİVAR
Aynı yerde oturan, komşu.
HEM-ÇÜ
f. Onun gibi.
HEM-ÇÜNAN
f. Böylece.
HEM-DAMAN
f. Bacanak.
HEMDE
Ölümle haşir arası.
HEM-DEM
f. Canciğer arkadaş.
HEM-DERD
f. Dert yoldaşı, dert arkadaşı. Aynı dert ve kedere düçar olanların beheri.
HEM-DEST
(C.: Hemdestân) f. Birlikte çalışan, müttefik, arkadaş. * Ortak, şerik.
HEM-DESTÎ
f. Berâberlik, birlik. * Ortaklık, şeriklik.
HEM-DEST-İ VİFAK
Bir fikir ve mes'elede anlaşarak elele vermek, hep birden aynı sözü söylemek.
HEM-DİH
f. Köyleri aynı olan. Aynı köyden olan.
HEM-DİL
f. Fikirleri, düşünceleri aynı olanların her biri. Bir maksad ve istekte bulunanları beheri.
HEM-DUŞ
f. Omuz omuza gelen, eşit olan, müsavi olan.
HEME
f. Cümle. Hep. Bütün.
HEME EZ OST
Herşey ondandır.
HEME OST
Hepsi odur.
HEMEC
Kıymetsiz, değersiz. * Şaşkın. * Övez (denen at sineği).
HEMECE
Zayıf koyun.
HEMEGAN
f. Cümlesi, tamamı, bütünü, hepsi.
HEMEL
Çobanı olmayan deve.
HEMERCEL
Yorga at.
HEMEYAN
Akmak, seyelân etmek.
HEMEZAT
(Hemeze. C.) Kuruntular, vesveseler, şüpheler, tereddütler.
HEMEZE
Vesvese. Şeytanın desisesi. Kuruntu.
HEM-FİKR
f. Aynı düşüncede ve aynı fikirde olan. Kafadar.
HEM-FİRAŞ
f. Zevce. Karı.
HEMGÂME-İ AZAB
Azab zamanı.
HEMGER
f. Çulha dokuyucu.
HEM-GİNAN
f. Bütün insanlar, bütün nev'-i beşer.
HEM-GUŞE
f. Komşu.
HEM-HAH
f. Arzu ve talebleri aynı olan, aynı istekleri olan.
HEM-HAL
f. Aynı halde olan. İkisi beraber.
HEM-HANE
f. Bir evde oturanların beheri. Arkadaş, refik.
HEMHEME
Rüzgârın esmesi ile ağaç yapraklarından çıkan sesler. * Aslan bağırması. * Deve sesi.
HEM-HUDUD
f. Hudutları bir olan, sınırları birbirine bitişik olan memleket veya arazi.
HEM-HUY
f. Bir ahlâk ve tabiatda bulunan. Huyları bir olan.
HEMÎ
f. Tıpkı bu, bu bile.
HEMÎ'
Ölüm, mevt.
HEMİCEK
Şehre köyden yeni gelip bir şey bilmez şaşkın ve kaba adam.
HEMÎM
Ağır ağır gitmek. * Otun tazeliğinden dolayı parlaması.
HEMÎME
Yumuşak rüzgâr. * Ufak taneli yağmur.
HEMÎSA'
Kuvvetli adam.
HEMÎŞE
f. Dâima. Her zaman.
HEMK
Yumuşak. Kof.
HEMK
Bir kimseyi bir işle meşgul etme. Birini bir işe daldırma. * İnat etmek. * Sa'y etmek, çalışmak. * Cür'et etmek.
HEM-KADD
f. Boyları birbirine eşit olan, uzunlukları aynı olan.
HEM-KÂR
f. Aynı işi yapan, aynı işte olan.
HEM-KIRAN
f. Aynı yaşta olan, yaşıt. * Kuvvette müsavi olan.
HEM-KIYMET
f. Aynı kıymette olan, kıymetleri eşit olan.
HEM-KİTAB
f. Aynı dersi gören, talebe, öğrenci. * Aynı dinde olan, din kardeşi.
HEM-KÜN
f. Aynı cins işte çalışan, işleri ve meslekleri aynı olan. Meslekdâş.
HEML (HEMELÂN)
Gözden yaş akmak.
HEMLA'
Seri. * Kurt (canavar.)
HEMLECE (HİMLÂC)
Atın yorga olması.
HEMM
Gam, keder, tasa, hüzün.
HEMMAME
Zehirli hayvan. Akrep.
HEMMAS
Yavuz arslan.
HEM-MATLA'
Güneş ve ay gibi gök cisimlerinin ufakta doğdukları yerin veya zamanların aynı oluşu. Aynı meridyen üzerinde olup ay ve güneşi aynı saatlerde gören ülkeler.
HEMMAZ
Koğucu.
HEM-NAM
f. İsimleri aynı olan, adaş.
HEM-NEBERD
f. Savaş arkadaşı, muharebe arkadaşı. * Rakib.
HEM-NEFES
f. Arkadaş, musâhib.
HEM-NESL
f. Aynı sülâle ve soydan, aynı nesilden, soydaş.
HEM-PA
f. Ayakdaş. Arkadaş. Yoldaş.
HEM-PAYE
(C.: Hempâyegân) f. Bir pâye ve rütbede olanların beheri.
HEMR
Su dökmek. * Göz yaşı akıtmak. * Süt sağmak. * Atâ etmek, hediye vermek.
HEMRACE
Karıştırmak.
HEM-RAD
f. Kahramanlık ve cömertlikte müsavi olan kimseler.
HEM-RAH
(C.: Hem-râhân) f. Yol arkadaşı, yoldaş.
HEM-RAZ
f. Sırdaş. En yakın arkadaş.
HEM-RENG
f. Rengi bir olan, aynı renkte olan. * Mc: Huyları bir olan.
HEM-REV
f. Yol arkadaşı, beraber giden, yoldaş.
HEM-RİŞ
f. Bacanak. İki kızkardeşle evlenen erkekler.
HEMS
Gizli ses. Çok gizli. Sesi gizlemek. * Ağzı açmadan lokma çiğnemek. * Fütursuz olarak geceleyin yola gitmek. * Peçe. * Sıkmak. * Kırmak.
HEM-SABAK
f. Ders arkadaşı. Aynı dersi okuyanların beheri.
HEM-SAZ
f. Uyan, uygun, muvafık, münâsib. * Arkadaş, refik, arkadaşlık.
HEMSEN
Gizli sesle. Gizli ses. Savt-ı hafi.
HEM-SENG
Aynı ölçüde, aynı mizanda, bir tartıda.
HEM-SER
f. Arkadaş, Karı kocadan her biri.
HEM-SIFAT
Aynı vasıf ve nitelikte olan.
HEM-SOHBET
f. Birbiriyle konuşan, sohbet eden, arkadaş.
HEM-SUFRE
f. Aynı sofraya oturan, sofra arkadaşı.
HEMŞ
Ameli seri olan, hızlı, hareketleri çabuk olan.
HEMŞEHRİ
f. Aynı şehirden. Aynı memleketli olan.
HEM-ŞERR
f. Kötülükte beraber olan, kötülüğü birlikte yapan.
HEM-ŞİKEM
f. İkiz çocuk.
HEMŞİME
Kuru odun. Kurumağa yüz tutmuş ağaç. Ağaçları kurumuş yer.
HEMŞİRE
f. Aynı sütü emen kızkardeş. Abla, bacı. * Hastabakıcı kadın veya kız.
HEMŞİRE-ZÂDE
f. Kızkardeş çocuğu.
HEMT
Karıştırmak. Değerini anlamadan almak.
HEMTA
f. Eş denk. Benzer.
HEMU'
Göz yaşı akmak.
HEM-VARE
f. Her zaman, dâima.
HEM-VARÎ
f. Düzlük, düzolma.
HEMYAN
f. Kese, torba, çanta, dağarcık.
HEMZ
Dürtme, kakma. * Parmaklarla sıkma. * Yere çalma, vurma. * Isırma, dişleme.
HEM-ZANU
f. Diz dize oturup konuşan, yan yana oturan.
HEMZE
( ) Elif veya elif yerine kullanılan işaret. Elif, vav, ya, he üzerine konulan ve "e" diye okutan işaret. * Parmakla sıkma, dürtme, sıkıştırma.
HEM-ZEBAN
Aynı dili konuşan, lisanları aynı olan.
HEM-ZEMAN
f. Aynı zamanda işleyen. * Çağdaş, muâsır. Aynı çağda yaşayan insan veya geçen hâdiselerin her biri.
HEM-ZEN
f. Beraber vuran. Birlikte olan.
HEMZEND
f. Beraber olanlar. Beraber çalışanlar.
HEN'A
Devenin boynunun altına konan işaret. * Menazil-i Kamer'den bir menzil.
HENABİK
Halka nasihat edip, dediğini kendi yapmayan kimse.
HENAE
Yemeğin sindirilip hazmolması.
HENAZÎR
Hınzırlar, domuzlar.
HENB
Vehamet. * Ağırlık.
HENBELE
Topal sırtlanın yürümesi.
HENBER
Kısa boylu kimse.
HENBERÎT
Sırf yalan.
HENCAM
f. Elinden iş gelmeyen, beceriksiz kimse.
HENCAR
f. Kaide, kural, yol, usul.
HEND
İmsak etmek.
HENDEK
(Bak: Handek)
HENDELÎN
Sözü çok olan kimse.
HENDEME
Bir şeyi yerli yerince yapmak.
HENDESE
Geo: şekil bilgisi. * Mat: Çizgi, yüzey ve hacim olarak bu üç şeklin özelliklerini ve ölçülerini inceleyen matematik kolu.
HENDESEHANE
f. Eskiden mühendis mektebi, teknik üniversitesi. * Bayındırlık ve belediye gibi dairelerin mühendislere mahsus şubesi.
HENDESEHANE-İ BAHRÎ
Bahriye Mektebinin ilk adıdır. Abdülhamid zamanında miladi 1773 yılında Cezayirli Hasan Paşa'nın teşebbüsüyle Tersane içinde açılmıştır. Okulun ilk baş muallimi, Türk riyaziyecisi Gelenbevi İsmail Efendi'dir.Şimdiki ismiyle "Gemi İnşa Mühendisliği" olan Bahriye Mektebi, 1795 senesinde daha muntazam ve mükemmel halde yeniden açılmıştır.
HENDESE-İ MÜLKİYE MEKTEBİ
Osmanlı İmparatorluğu devrinde mühendis yetiştirmek gayesiyle açılan mekteb. XIX. yy. sonlarına kadar memlekette belediye ve mimarî işlerde vazife alacak mühendis bulunmuyordu. Nafia Nezareti bu ihtiyacı nazar-ı itibara alarak bir mühendis mektebi kurulmasının lüzumlu olduğunu ileri sürünce, padişahın emriyle 1884 yılında mekteb açıldı. Ve ilk mezunlarını1888 yılında verdi. 1909 tarihinde ise okulun adı, Mühendislik Mektebi olarak değiştirildi.
HENDESÎ
Muntazam şekli ile alâkalı ve hendeseye dâir. Geometrik şekle dâir. * Geometri ile alâkalı ve müteallik.
HENENE
Bir cins kirpi.
HENF
Sür'at yapmak, hız yapmak.
HENGÂM
f. Zaman, devir, çağ,sıra, vakit, mevsim.
HENGÂME
f. Seslerin birbirine karışmasından çıkan gürültü. Kavga, gürültü. Şamata.
HENGÂME-GİR
f. Meddah, oyuncu. Hikâye söyleyici, hokkabaz. * Diş macunu, leke tozu gibi şeyler satan çığırtkanlar. * Kavgacı, gürültücü.
HENGÂM-I BAHAR
Bahar mevsimi.
HENGÂM-I SABAVET
Çocukluk zamanı.
 
HENGÂM-I ŞEBAB
Gençlik zamanı, delikanlılık çağı.
HENGÂM-I ŞİTA
Kış mevsimi.
HENÎ
Hazmı kolay olan, faydalı ve sıhhate uygun.
HENÎE
şiddetli emir.
HENÎEN
Sıhhat ve afiyet olsun.
HENÎEN LEKÜM
Size âfiyet olsun, şifa olsun. Helâl olsun. * Tebrik ederiz.
HENÎN
Ağlamak.
HENİYYE
Kolaylık, sühulet.
HENK
Katı yağmur.
HENK
Darlık. Güçlük zorluk.
HENME
Gizli ses.
HENN
Ağlamak. * Ayıptan kinayedir.
HENNE
Kişinin kendi karısı.
HENT
Bir nevi kirpi. * Göz içinde olan yağ.
HENÜZ
f. Daha, yeni, şimdiye kadar, ancak.
HEPTEN
Bütünüyle, tamamıyla.
HER
f. Bütün, hep, tamamen.
HER'
şiddet. * Etin iyi pişmesi.
HER DEM
f. Her zaman, her dakika. Dâimâ.
HER DEM TAZE
Parlaklık ve tazeliğini dâima muhafaza eden. * Mc: Daima genç görülen, gençliğe heveskâr.
HER'A
Küçük bir canavar. * Erkeğiyle muhalata ettiğinde şevkinin şiddetinden hemen inzal eden kadın.
HERAB
Kaçmak, firar etmek.
HERAS
Dikenli ağaç.
HERAVE (HİRAVE)
Ağır, yoğun asâ (baston).
HER-AYİNE
f. Mutlaka, elbette. Behemehal, zaruri, herhalde.
HER-BAR
f. Her defa, her kere.
HERC
İnsanların arasında meydana gelen fitne, fesad. * Söze dalıp çoğaltmak. Haltetmek. Sözü karıştırmak. * Kapıyı açık bırakmak. * İnsanların işlerinin karışması. * Seğirtmek. * Katletmek.
HERC
f. Karışıklık.
HERC Ü MERC
f. Darmadağınık. Karmakarışık. Allak bullak.
HER-CA
f. Her yer.
HERCAÎ
(Hercâyî) Her yerde bulunur, kendine mahsus belirli bir yeri bulunmayan. Serseri, derbeder. * Kararsız, sebatsız, vefasız, dönek, mütelevvin.
HERCAN
Uzun ve kalın olan şey. * Hayvanın yab yab yürümesi.
HERCÂYÎ MENEKŞE
Bir cins menekşe.
HERCELE
Karışık yürümek.
HERÇ
Karışıklık, gürültü. Nizamsızlık.
HER-ÇEND
f. Her ne kadar. Her ne zaman.
HERÇİ BAD ABAD
f. Her ne olursa olsun. İster istemez.
HERD
Deve kuşunun dişisi. * Yarmak. * Kat'etmek, kesmek.
HEREB
Kaçma, firar. * şiddetli üzüntü, keder.
HEREC
Sıcaklığın fazlalığından devenin gözünün kararması.
HEREK
Asmaları, fidanları, fasulye gibi tırmanıcı nebatları bağlamak için yanlarına dikilen sırık, değnek.
HEREM
Kocamak, yaşlanmak, ihtiyar olmak. * Mısır'da firavunlar zamanından kalmış piramit şeklindeki mezarların beheri. * Geo: Mahrutî şekil, piramit.
HEREMDÎDE
f. Yaşlanmış, kocamış, ihtiyarlamış.
HERF
Acele. Sür'at, hız Hezeyan.
HERGÂH
f. Her vakit, her an, her zaman.
HERGELE
Binilmek ve yük taşımak için alıştırılmamış at, kısrak, beygir veya merkep sürüsü. * Böyle bir sürüye dahil olan hayvan. * Mc: Terbiye ve görgüden büsbütün mahrum adam. * Bir işe yaramaz işçi kalabalığı.
HERGİZ
f. Aslâ, kat'iyyen. Hiçbir suretle.
HERHERE
Su çağıltısı. * Koyunu çağırmak. * Aktığında sesi ve çağıltısı işitilecek kadar çok olan su.
HERHÎR
Bir nevi yılan.
HERİ'
Acele, sür'at. * Akıcı kan. * Korkak kimse. * Zayıf kimse.
HERİF
(Bak: Harif)
HERİFÇİOĞLU
Kızılan kimse hakkında zamir gibi kullanılan argo bir tabirdir.
HERİM
Çok ihtiyarlamış ve kocamış kimse.
HERİME
Dişi arslan.
HERÎR
Köpek uluması. * Köpek hırlaması.
HERİSE
Keşkek yemeği.
HERÎT
Ağzı büyük kişi. * Ferciyle dübürü bir olan kadın.
HERKELE
İncelik, nezafet, hoşluk, letâfet. * İnce, zarif, lâtif, hoş.
HERKÜL
yun. Cesaretiyle meşhur olup, efsaneleşmiş bir Yunanlının adı. (Onlarda kuvvet sembolüdür)
HERKÜL BURCU
Gök küresi kuzey cihetinde isim verilen bir takım yıldız kümesi. (Bak: Büruc)(...Hem şemse kendi mihveri üstünde cazibe denilen manevî ipleri yumak yaptırmak için dolap ve çıkrık hükmünde olan güneşi, bir Kadir-i Zülcelal'in emriyle döndürüp, o seyyaratı o manevî iplerle bağlayıp tanzim etmek ve güneşi bütün seyyaratıyla saniyede beş saatlik bir mesafeyi kestirecek kadar bir sür'atle, bir tahmine göre Herkül Burcu tarafına veya Şems-üş Şümus cânibine sevk etmek, elbette ezel ve ebed sultanı olan Zât-ı Zülcelal'in kudretiyle ve emriyledir. S.)
HERM
Bir ot cinsi.
HERMELE
Yolmak.
HERNA'
Ufak bit.
HERR
Köpek uluması, köpek hırlaması.
HERRU
Ne olursa olsun.
HERS
Ufak kurt.
HERS
Tokmak ile dövmek. * Mersin ağacı. * Arslan. * Kedi.
HERSEME
Arslan, gazanfer, esed, haydar. * Burun.
HERŞ (HERÂŞ)
Yırtmak. * Çekişmek.
HERŞEBE
Yaşlı kuru kadın.
HERŞEFE
Bez veya aba parçası. (Su az olduğu zamanda yerden onunla yağmur suyunu alıp bir kabın içine sıkarlar.) * Çok yaşamış, ihtiyar, kuru kadın. * Çok eski olan kova.
HERT
Dokunaklı söyleme, iğneleyici bir şekilde konuşma. * Yırtma. * Dürtme.
HERUS
Eski elbise.
HERV
Dövme, sopalama. * Pişirme. * Afganistan'da bir şehrin adı.
HERVELE
Yürüyüş. * Koşma.
HERYA'
Ağaç hışırtısı.
HERZ
Yırtmak.
HERZE
f. Boş söz. Saçmasapan söz. Boş lâkırdı.
HERZEDERAY
f. Mânâsız ve saçmasapan sözler konuşan.
HERZEGÛ
f. Saçma sapan konuşan. Lüzumsuz ve mânasız söz söyleyen.
HERZEHAYÎ
f. Mânâsız konuşma, saçmasapan söyleme.
HERZEKA
Çirkin gülmek.
HERZEKÂR
f. Saçma sapan konuşan, mânasız sözler söyleyen.
HERZEKÂRANE
f. Saçma sapan konuşarak. Boş ve lüzumsuzca uydurmalarla, abuk sabukça.
HERZE-LAY
Herze söyleyen, saçmalayan.
HERZEVAT
(Herze. C.) Herzeler, mânâsız ve boş sözler.
HERZEVEKİL
f. Kendine vazife olmayan şeylere karışan. Fodul, boşboğaz. Her şeye burnunu sokan.
HESAR (HESUR)
Arslan.
HESB
şeref. * Kifayet.
HESHESE
Karışıp görüşme.
HESİS
Gizli ses, gizli kelâm. * Ezilmiş, ufalanmış nesne.
HESM
Kırmak. * Kesmek.
HESM
Kaba yemek. Bütün bütün yutmak. * Kesmek. * Toplamak, cem'etmek.
HESMELE
Gizli söz.
HESR
İki kat edip eğmek. * Kırmak.
HESS
Sıkmak.
HESS
Öldürmek, katl.
HESS
Dövmek. * Kırmak, ufalamak.
HESTÎ
f. Varlık. Var olma. Mevcudiyet.
HEŞAŞ (HEŞUŞ)
Açık yüzlü şen yeynicek kişi. * Sağan kimseye sevip sütünü veren koyun.
HEŞAŞE(T)
Şâdlık, hafiflik, irtiyah. * Gevreklik.
HEŞEME
(C.: Heşemât) Dağ keçisinin oğlağı.
HEŞHEŞE
Şâdlık etmek, neşeli olmak.
HEŞÎLE
Sahibinin izni olmayarak bir adamın bindiği deve.
HEŞÎM
Ufalanmak. Kırılmış, ufalanmış olmak. * Kırılmış, ufalanmış kuru ot.
HEŞM
Kırmak veya kesmek.
HEŞŞ
Gevrek, kolayca kırılabilir olan. * Keyifli, şen.
HEŞT
f. Sekiz.
HEŞTAD
f. Seksen.
HEŞTÜM
f. Sekizinci.
HET'
Dikkatle bakmak. Acele etmek.
HETALAN
Akmak. * Göz yaşı ve yağmur pespeşe gelmek.
HETALLA'
Uzun ve iri vücutlu erkek.
HETEPETE
Kekeleme. Konuşurken şaşırıp tereddüd etme.
HETEROJEN
yun. Kim: Cinsi ayrı olan. Türlü özellikteki taneciklerden yapılan maddelerdir.
HETF
Bir şeyi gizlice hatırlatmak. Seslenmek. Fısıldamak.
HETIL
Akıcı, akan.
HETÎT
Birbiri ardınca tez tez gitmek.
HETK
Yırtma Yarma. Perdeyi yırtmak. Rezil olmak. Rezil etmek.
HETK-İ HİCAB-I İSMET
Namus perdesini yırtma.
HETL
Ulaştırmak. * (Yağmur) çok yağmak.
HETLAN
Sürekli yağan hafif yağmur.
HETM
Ön dişleri kökünden kırmak.
HETMA'
Dişsiz olup kurban edilemeyen hayvan.
HETME
Çok kelâm, çok söz.
HETMELE
Gizli kelâm, gizli söz.
HETN (HÜTUN)
Yağmur yağmak.
HETR
Ağaçla vurmak.
HETR
Bunama, alıklaşma. Ateh getirme, ihtiyarlıktan çocuk gibi olma. * Sersemleşme, aptallaşma. * Birisini kötüleme. * Acib emir. * Zahmet, meşakkat. * Enine yarmak.
HETT
Yırtmak. * İkiye büküp kırmak. * Dökmek.
HETTAK
Yırtıp parçalayan, paramparça eden.
HETTAL
Dağ ismi.
HETTAN
Hafif kimse.
HETUL
Çok miktar akmak.
HEV'
Kötü hırs.
HEV'
Himmet.
HEVA
İstek. Nefsin isteği. Düşkünlük. Gelip geçici olan heves. Nefsin zararlı ve günah olan arzuları.
HEVA
(C.: Ehviye) İki şeyin arasının uzaklığı. * Yer ile gök arası. * Yukarıdan aşağıya inmek. * Her bir boş, ıssız yer.
HEVA
(Bak: Hava)
HEVA VÜ HEVES
Zevk ve şehvetler. Boş ve geçici şeyler.
HEVACİ'
Geyik.
HEVACİR
(Hâcire. C.) Günlerin en sıcak olan anları. * Göçenler, göç yapanlar, hicret edenler. * (Hücr. C.) Hezeler, hezeyanlar, boş ve mânasız sözler.
HEVACİS
(Hâcise. C.) Vesveseler, kuruntular. Akla gelen kötü düşünceler.
HEVADAR
f. Hevalı. Nefsine uymuş. Küstah. * Etrafı açık, havalı yer.
HEVADE
Yavaşlık. * Yumuşaklık. * Kavmin içinde salah ve muvâfakata sebep olması mümkün olan kimse.
HEVADÎ
(Hâdî. C.) Rehberler, deliller, kılavuzlar. * Hidayet edenler, istikametli ve selâmetli yolu gösterenler.
HEVADİC
(Hevdec. C.) Kadınların binip oturmaları için devenin üzerine konulan küçük mahfeler.
HEVAHAH
f. Sevilen, muhib, dost.
HEVAHAT
Ahmak adam.
HEVAHÎ
Bâtıl nesne.
HEVAÎ
f. Ciddi şeylerle alâkasız. Nefsine düşkün. Nefsine ve şehvetine mağlub. Hevâ ve hevese âit ve müteallik.
HEVA-İ NESİM
f. Güzel, lâtif, hoş hava. Lâtif mânevi gıda. * Hava (Atmosfer.)
HEVAİYE
Hava gibi hafif ve lâtif karakterde olan şeyler.
HEVAKÂR
f. Günahlı işlere hevesli. Hevâ ve hevesine bağlı.
HEVAMM
Böcekler, haşereler. Pire, tahta kurusu, bit, örümcek, yılan gibi, kışın gizlenip yazın meydana çıkan, insan ve hayvanın vücudundan beslenerek yaşayan, insana zararı dokunan (parazit yaşayan) küçük canlılır.
HEVAN
Hakaret, zillet, alçaklık, zelillik, aşağılık, horluk.
HEVAPEREST
f. Sadece gayr-ı meşru lezzet ve hevesinin peşinde. Cenab-ı Hakk'ı, dinin emirlerini unutmuş, nefsine şiddetle muhabbet eden. Nefsine tapınır derecede Haktan gafil.
HEVAS
Çok yiyen kişi.
HEVATİF
(Hâtif. C.) Hâtifler. Gayıptan işitilen sesler. * Nidâ eden melekler.
HEVAYA
Zayıflık.
HEVB
Yol, tarik. * Ateş alevi. * Karışık sözlü kimse.
HEVBER
Kırmızı gül.
HEVC
(C.: Hüvüc) Uzun boylu ve akılsız olmak. * Rüzgârın sert esmesi.
HEVCELE
Hiçbir işaret ve alâmet olmayan ev veya sahrâ. * Yürügen deve. * Uzun boylu, ahmak erkek.
HEVD
Tevbe etmek.
HEVDA'
Deve kuşunun erkeği.
HEVDE
Bağırtlak kuşu.
HEVDEC
(C.: Hevâdic) Kadınların binmesi için devenin sırtına konulan ufak mahfel.
HEVEK
Ahmaklık.
HEVES
Gelip geçici istek. Nefsin hoşuna gitmek. Devran edip gezmek. Akıl ile olmayıp nefis ile olan istek.
HEVESAT
f. Arzu ve nefsâni emeller. Boş, bâtıl ve günahlı şeylere dâir olan istekler. Hevesler.
HEVESÂT-I NEFSÂNİYE
Nefsin hevesleri, arzuları ve kötü istekleri.
HEVESDAR
f. Hevesli.
HEVESKÂR
f. Hevesli istekli, arzulu. Meyli ve arzusu olan, heves eden.
HEVESKÂRÂN
(Heveskâr. C.) İstekliler, hevesliler.
HEVESKÂRÎ
f. Heveskârlık, heveslilik.
HEVESNÂK
f. Hevesli, heves edici, istekli.
HEVESNÂKÂN
(Hevesnâk. C.) Hevesliler, heves edenler.
HEVESPERVER
f. Hevesli, heveskâr.
HEVEŞ
(Karın) Göçük olmak.
HEVHEVE
f. Ağacın yapraklarının rüzgâr esmesi ile çıkardığı sesler.
HEVL
Korku. Korku verici. * Ürkmek. Dehşet. Yılgınlık. İhtilâl-ı dimağ (beyindeki bozukluk) sebebi ile bâzı hayâli suretler tevehhüm ederek ondan korkmak.
HEVL-ÂVER
f. Korkunç, korku getiren, korku veren.
HEVL-ENGİZ
f. Korkunç korkulu.
HEVL-NÂK
f. Korkulu, korkunç.
HEVLUL
Hafif adam.
HEVM
Uyuklayıp başını her tarafa eğmek.
HEVN
Kolaylık, sühulet. * Vakar. Teenni. * Sükunet. Sekine. Rıfk. * Ufak şey. Hor ve zelil olmak.
HEVR
Birisini itham etmek, töhmet. Zan. Takdir ve tahmin etmek. * Binayı yıkmak, yıkılmak. * Sulu, ağaçlı yer. * Koyun sürüsü.
HEVRE
Dövmek. * Çok fazla yemek.
HEVS
Bir şeyi vurarak kırmak. * İfsad etmek. * Dolaşmak. * Davarı yavaşça ileri sürmek.
HEVŞ
Çok miktar.
HEVTE
Suya gidecek yol.
HEVZEB
Yaşlı deve.
HEVZELE
Depretmek, hareket.
HEY'
Gönül dönmek. * Yaramaz gönüllü olmak. * Korkak olmak.
HEY'A
Yere dökülen birşeyin akması. * Korkutucu ses.
HEYAKİL
Heykeller.
HEYÂKİL-İ KADÎME
Eski heykeller.
HEYAM
Hayranlık hâli. * Çok yumuşak kum.
HEYAMOLA
Eskiden ramazanlarda para toplamak gayesiyle mahalle çocukları tarafından teşkil edilen bir nevi dilenci alaylarında söylenen bir tâbirdir. * Eskiden gemiciler gemi demirini çekerken veyahut bir amele inşaatta ağır bir şey kaldırırken yahut da şahmerdanı yukarı çekerken kuvvetbirliğini sağlamak için hep bir ağızdan "hayemola, yelesa, heyamo heyamo" diye bağırırlardı.
HEY'ARE
Bir yerde karar etmeyen kadın.
HEY'AT
Hey'etler. Ayrı ayrı mânalar. Kısımlar.
HEY'ATIN FELETÂTI
Birini taklit eden kimsenin taklitçiliğini gösterip ilân eden sürçmeleri, falsoları. Kemalât-ı ruhiye veya mükemmelliğin iktizası olan umum ahvaldeki fıtrîlik ve müvazeneyi o seviyede olmayanın sun'î taklitteki gayr-ı fıtrîliği.
HEYATİLE
Hind taifesinden bir kavim.
HEYBAN
Korkunç, korku getiren. * Çok utangaç çekingen. * Korkak. * Çoban.
HEYBE
Eşya koymaya mahsus iki taraflı küçük torba.
HEYBET
Hürmetle beraber koruk hissini veren hal. Sakınıp korkulacak hal. Azamet.
HEYBUB
Korkak.
HEYC
Heyecan, telaş. * Galeyan, tahrik. * Kavga, harp, savaş, cenk.
HEYCA
Cenk, cidal, vuruşma, birbirini öldürme, kıtal.
HEYCAGÂH
f. Muharebe meydanı, savaş yeri.
HEYCEMANE
Büyük inci.
HEYD
f. Ekinci yabası.
HEYD
Depretmek. * Zahmetli olmak.
HEYDEB
Yere yakın olan bulut.
HEYDEBÎ
Atın bir çeşit yürümesi.
HEYECAN
Birden bire şiddetle hislenme. Ürperme. * Coşkunluk. Coşmak.
HEYEF
İnce belli olmak.
HEYELAN
Toprak kayması.
HEYEMAN
(Heym) Şaşkınlık. Tutkun olmak, âşıklık.
HEY'ET
Şekil. Suret. Görünüş. * Birlik teşkil eden şahısların mecmuu. * Gök ve yıldız ilmi. Astronomi. * Duruş, vaziyet, keyfiyet. Tabiat ve cibilliyet. Bir şeyin cibilli vaziyeti.
HEY'ET-İ ASLİYE
Aslındaki şekil ve suret.
HEY'ET-İ A'YÂN
Senato. * Mertebesi yüksek ve itibar edilenlerin heyeti.
HEY'ET-İ HÂKİME
Hâkimler hey'eti.
HEY'ET-İ İÇTİMAİYE
İçtimaî heyet. Topluluğa âit heyet. Toplantı heyeti.
HEY'ET-İ MECMUA
Bir şeyin teferruatına ve cüz'lerine bakılmaksızın bütününün gösterdiği hal ve manzara.
HEY'ET-İ TEMSİLİYE
Temsil hey'eti. * Tar: Erzurum Kongresinde Şarkî Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti ismini alan cemiyetin nizamnamesi iktizasınca seçilen şahıslardan teşekkül etmiş olan hey'et. (6 Ağustos 1919)
HEY'ET-İ UMUMİYE
Umumi hey'et. Bir şeyin teferruatları nazara alınmadan olan umumi durumu.
HEY'ET-İ VEKİLE
Vekiller hey'eti, icra vekileri hey'eti. Bakanlar Kurulu. Başbakanın riyaset ettiği heyet.
HEY'ETŞİNAS
f. Astronomi bilgini. Sema ve ecramın ahvâline vâkıf olan.
HEYF
Sıcak rüzgâr.
HEYG
Çoğaltmak.
HEYHA
Deveyi yulafa çağırmak.
HEYHAT
Teneffür ve tehassür ifâde eder; "sakın, savul, yazıklar olsun, uzak ol" mânalarına geldiği gibi, daha ziyade; Eyvah, yazık, ne yazık, ne kadar uzak... gibi mânalar için söylenir.
HEYÎ
f. Varlık, madde.
HEYKEL
Taş, tunç, kil ve alçı gibi maddelerden yontularak, kalıba dökülerek veya yoğurulup, pişirilerek yapılan insan, hayvan vs. şekli. * Büyük bina, anıt, büyük ve yüksek yapı, âbide. * Mc: Soğuk ve duygusuz kimse. * Güzel ve yakışıklı kişi.
HEYKELTRAŞ
Heykel yapan kimse.
HEYL
Dökmek. * Bir şeyi ölçüsüz def'etmek.
HEYLELE
Lâ ilâhe illâllah demek.
HEYLEMAN
Çok, kesir.
HEYLULET
(Bak: Haylulet)
HEYM
(Heyemân) Şaşkınlık. * Âşık olma, tutkun olma. * Yüzü yere koymak.
HEYMERE
Koca avret. İhtiyar kadın.
HEYN
(Heyyin) Kolay. Rahat. * Vakar. Sükunet.
HEYNE
Tıb: Kolera hastalığı.
HEYNEME
(C.: Heynem) Gizli ses.
HEYR
Rüzgâr adı. * Sağlam ve sert taş.
HEYRA'
Korkak, ahmak kimse.
HEYREA
Çoban düdüğü. * Meyyitin kabrine toprak dökmek.
HEYRUN
Bir nevi hurma.
HEYS
Yürümek.
HEYS
Atâ etmek, vermek, bağışlamak. * Hareket.
HEYSAM
Arslan. * Kısa boylu kişi.
HEYSAR
Arslan.
HEYSEM
Toy kuşunun yavrusu. * Tavşancıl yavrusu. * Akbaba yavrusu. * Kurt eniği.
HEYŞ
Hareket. * Davar sağmak. * Fitne. * Iztırab, acı.
HEYŞE
(C.: Heyşât) Husumet, hasımlık. * Çekişmek, nizâ etmek.
HEYŞER
Ot. * Ağaç.
HEYŞUR
Ot. * Ağaç.
HEYTAL
Tilki.
HEYTALE
(C.: Heyâtıl) Helva kazanı.
HEYTELEK
Gel mânasınadır.
HEY'UA
Kusmak, kay. * Yavaşlık.
HEYUB
Azametli, heybetli, gösterişli.
HEYULA
Zihinde tasarlanan korkunç hayal. * Gösteriş ve iriliği olduğu halde hiçbir te'siri ve değeri olmayan şey. * Eski felsefede: Eşyanın aslı ve gerçek olan kısmı. Madde. (Bak: Esir)
HEYULÂNİYYUN
Maddeciler.
HEY'URUR
Meşakkat, zahmet.
HEYYİN
Kolay, sühuletli.
HEYZ
Kırık kemik sarılıp ovulduktan sonra tekrar kırmak.
HEYZA
Fazlaca kusma, istifra etme. * Tıb: Kolera hastalığı.
HEYZALE
İnsan sesleri. * Cemaat, topluluk. * Çok asker. * Büyük deve. * Belinden aşağısı şişman olan kadın.
HEYZAM
Bahâdır, kahraman.
HEYZÜM
f. Kuru odun.
HEYZÜM-PÂRE
f. Odun parçası.
HEZ
Eğlence. Ciddi olmayan söz.
HEZ'
Kırmak.
HEZABİR
(Hizebr. C.) Arslanlar, esedler. * Yiğitler, kahramanlar.
HEZAR
f. Bin. (1000) * Pek çok. * Bülbül.
HEZARAN
f. Binler. Binlerce. Pek çok. * Bülbüller.
HEZARDASTEN
(Hezârdestân) f. Bülbül.
HEZAREN
Sıcak memleketlerde yetişen; ve baston, sandalye gibi şeyler yapmakta kullanılan bir cins kamış.
HEZARFENN
f. Çok bilen, bir çok san'atı birden çok yüksek derecede yapabilen. * Minâre ustası.
HEZARMÎH
f. Bin yerinden yamalı derviş hırkası. * Çok süslü. * Gök yüzlü.
HEZARPA
f. Çok ayaklı, bin ayaklı. * Kırkayak.
HEZARPARE
f. Bin parça, çok ufak.
HEZARTABE
f. Güneş, şems.
HEZARYAR
f. Bin defa. Bin kerre.
HEZAZÎK
Süratle kat'etmek, çok çabuk kesmek.
HEZB
(C.: Hizâb-Ehazıb) Yağmur damlası birbiri ardınca damlamak.
HEZBE
(C.: Hüzub-Hizâb Hizabât) İri katreli yağmur. * Otu az olan yüksek tepe.
HEZEC
Gök gürültüsü. * Güzel sesle şarkı söylemek.
HEZECAT
(Hezec. C.) Yağmur çisiltisi. Yağmur sesi.
HEZELİYAT
(Hezl. C.) Ciddi olmayan sözler. Saçma sapan konuşmalar. Deli saçması.
HEZEYAN
Kötü sözler. Soğuk şakalar. * Sayıklama. Saçma sapan konuşma.
HEZEYANAT
(Hezeyan. C.) Sayıklamalar. * Saçma sapan ve mânâsız konuşmalar.
HEZF
Yaşlı devekuşu.
HEZHAZ
Aygırları boyunlarından sıkıp zebun eden yavuz aygır.
HEZHAZ
Keskin kılıç.
HEZHEZE
Cisimlerin, hava yahut başka bir şey dokunmasiyle titremesi.
HEZÎ
Ahmak. * Vakit, saat.
HEZÎC
Ahmak kimse. * Süratle yürüyen kimse.
HEZÎL
Zayıf, arık. Bitkin.
HEZÎM
Sağanaklı yağmur. * Gök gürültüsü. * Koşarken kişneyen at.
HEZÎMET
Bozgunluk, mağlubiyet.
HEZÎZ
Deprenmek.
HEZK
şiddetli gök gürültüsü. * Uçurmak. * Yuvarlamak.
HEZL
Ciddi olmayan söz. Saçma, uydurma, yalan konuşmak. * Edb: Meşhur bir manzumeye lâtife tarzından nazım yapmak. Bu tarzda yapılan nazım.
HEZLÂMİZ
Şaka ile karışık söz. Mizahlı kelâm.
HEZL-GÛ
Şakacı. Lâtifeci, mizahlı söz söyleyen.
HEZLİYÂT
(Hezl. C.) Mizah ve şakayla ilgili söz veya şiirler.
HEZM
Seğirtmek. * Taze olmak. * Kırmak.
HEZM
Bozma, mağlub etme, hezimete uğratma. * Sıkıştırma, sıkma, bir şeyi sıkıp ezme.
HEZM
Çok çabuk kesmek. * Sür'atle yemek.
HEZME
Elle basıldığında veya sıkıldığında oluşan çukur.
HEZMELE
Bir cins yürüyüş.
HEZR
Saçmasapan, boş ve mânâsız söz.
HEZRA
(C.: Hezrât) Vurmak.
HEZREME
Sür'atle okumak. Sür'atli kelâm.
HEZZ
Vurmak, dövmek. * Isırmak.
HEZZ
Hareket ettirmek. Depretmek. Tahrik.
HEZZ
Hızlı okumak. * Süratli kesmek.
HEZZA
İnsan topluluğu, hayvan sürüsü.
HEZZAM
Keskin.
HEZZAR
Devamlı saçmalayan adam.
HEZZUZ
Keskin.
HI
Arabça alfabede dokuzuncu harftir. Ebced hesabına göre 600 sayısına işaret eder.
HIBA
Yağmurdan korunmak için kurulan çadır. Tente.
HIBA'
Atâ, bahşiş, hediye.
HIBAB
(C.: Havâbibe) Hısımlık, yakınlık, akrabalık, karâbet.
HIBAB
Sevişmek, muhabbet.
HIBALE
Kement.
HIBAT
Yüzde olan dağ ve nişân. * Davarın ayağında ve uyluğunda yapılan işâret.
HIBAZET
Ekmek yapma mesleği, ekmekçilik.
HIBB
Bahadırlık, kahramanlık. * Gammazlık.
HIBB
Muhabbet. * Habib. Yoldaş.
HIBBE
Hımhım otunun tohumu.
HIBHER
Galiz, kaba.
HIBIK
Uzun, tavil. * Hızlı yürüyüşlü at.
HIBK
Yellenmek.
HIBNE
(C.: Hıben) Büyük çıban.
HIBRAK
Yellenme.
HIBRE
Tecrübe etmek, denemek, sınamak.
HIBRE (HABRE)
(C.: Hıber-Hıberât) Yemeni, alaca renkli bez.
HIBSE
Yaramaz, habis nesne.
HIBTE
Azıcık süt. * Bir içim su.
HIBVE (HUBVE)
(C.: Hubâ) Gökyüzüne yayılmış büyük bulut. * Dizlerini büküp, mak'adı üzerine oturup, elleri dizleri altından bağlamak. * Bele takılan şey.
HICCE
(C.: Hıcec) Bir kere haccetmek. * Sünnet.
HIÇKIRIK
t. Fazla yemekten ve asabi sebeplerden diyaframın kasılması ve akciğerlerdeki havanın şiddetli ve gürültülü bir şekilde dışarı atılması. * Boğaz tıkanacak surette ve derinden iç çekerek ağlama.
HIDA'
Hile.
HIDAC
Eksik, noksan.
HIDANE
(Bak: Hızane)
HIDARE
Oturma, ikamet.
HIDEB
şişman gövdeli kimse.
HIDEMAT
(Bak: Hidemat)
HIDEMM
Bahşişi çok olan kimse.
HIDÎV
f. Vezir, âsaf. * Kral nâibi. * Osmanlı Padişahı Abdülaziz zamanında (1861 - 1876) Mısır valilerine verilen ünvan. Sultan Abdülaziz, hıdîv ünvanını Büyük Fuad Paşa'nın arzusu üzerine ilk olarak Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın torunu olan İsmail Paşa'ya verdi. (8/6/1867) İsmail Paşadan sonra oğlu Tevfik Paşa, daha sonra da Abbas Hilmi Paşa, Mısır Hıdîvi oldular. Mısır hıdîvleri protokol bakımından şeyhülislâm ve sadrazam ile aynı derecede idiler.
HIDÎVÂNE
f. Bir vezire veya Mısır hıdîvine yakışır şekil ve surette.
HIDK
Kesmek. * İhâta etmek, kaplamak, içine almak.
HIDN
Koltuk altından yan başına varana kadar, kucak. * Nahiye. * Canip, taraf.
HIDR
Mâni, engel. * Perde, hâil.
HIDRELLEZ
(Hıdırellez) Rumi Nisan ayının 23. gününe verilen addır. Bu tarih 6 Mayıs'a tekabül eder. Doğrusu Hızır ve İlyas'tır.
HIFA'
Her şeyin örtüsü ve perdesi. * Kırba örtüsü.
HIFAF
Yeyni, hafif.
HIFAZ
Gelin düğünü.
HIFAZ
Gayret. * Vefalılık.
HIFF
Hafif, zayıf nesne.
HIFFE
Yeynilik.Hafiflik, zayıflık.
 
HIFRÎ
Bir otun adı.
HIFŞ
Küçük ev.
HIFY(E)
Yalın ayak yürümek.
HIFZ
Saklama. Koruma. Siyanet. Muhafaza. * Ezber etmek. Hatırda tutmak. Kur'an'ı ezberde tutmak.
HIFZE
(C.: Hafâyiz) Gadap etmek, hiddetlenmek, kızmak. * Gayret etmek.
HIFZ-I BİLAD U İBAD
Şehirlerin ve şehir ahalisinin korunması.
HIFZ-I EMANET
Canı muhafaza etme. * Bırakılan emaneti koruma.
HIFZ-I HUKUK
Hak ve hukukları muhafaza etme.
HIFZ-I KUR'AN
Kur'an-ı Kerim'i tamamıyla ezberleme.
HIFZISSIHHA
(Hıfz-üs sıhha) Sağlıklı yaşamak için doğrudan doğruya kişi ve içinde bulunan çevrenin sağlıkla alâkalı şartlarını tetkik edip inceleyen, gerekli tedbirleri olan ve bu çeşit çalışmalardan bahseden hekimlik kolu veya sağlık bilgisi. * Sıhhatini korumak. Sağlığını muhafaza etmek.
HIFZ-ÜL LİSAN
Dili, günah ve lüzumsuz olan sözlerden korumak. Kötü ve fena sözlerden dilini muhafaza etmek. (İhtiyaçtan fazla söz söylememek mendubdur.)
HIKAB
Arap kadınlarına mahsus bir nevi kumaştır, onu bellerine kuşanıp süslerini ve zinetlerini ona takarlar.
HIKB
(C.: Ahkâb) Uzun zaman, dehr.
HIKBE
(C.: Hıkeb) Yıl, sene. * Seksen yıl.
HIKD
Kin, buğz, adâvet. * İntikam almak için fırsat beklemek.
HIKF
Kumun bir yere toplanıp yığılarak tepe gibi olması.
HIKK(A)
(C.: Hukuk - Hıkâk) Üç yaşını tamamlayıp dördüne girmiş deve.
HIKMIK ETMEK
t. Bir işten veyahut bir suale cevap vermekten kaçınmak için esassız bahaneler ileri sürmeye çalışmak. Tereddütlü davranmak.
HILA'
Göze çekilen sürme.
HILAB
Yırtıcı hayvan veya yırtıcı kuş pençesi.
HILABE
Aldatmak, hud'a.
HILACE
Hallaçlık.
HILAF
(C.: Ahlâf) Söğüt ağacı. * Muhalefet etmek, karşı gelmek.
HILAL
(C.: Ahılle) Diş arasını ayıklamakta kullanılan nesne. Dostluk.
HILAS
Her nesnenin dibine çöken ağırlığı.
HILAS
Kara ile ak arasında olan çocuk.
HILB
Kalble karın arasında olan perde.
HILBİD
Küçük deve.
HILF
Meme başı.
HILF
Birbirine yardım etmek. * Ahdetmek.
HILFE
Muhalefet etmek, karşı gelmek. * Biri gidip diğeri geriye gelmek. * Biçildikten veya yandıktan sonra biten ot. * Sonra biten yemiş.
HILK
Hükümdar mührü. * Çok mal.
HILK
Boğaz balgamı.
HILKID
Kötü ahlâklı ve ağır ruhlu kimse.
HILKÎ
(Bak: Hilkî)
HILL
Helâl. * Kâbe ile mikat arası.
HILLE
Kılıç gediği.
HILLE
Mekân ismi. "Büluğ" mânâsına mastar.
HILLÎFÎ
Bir kimseyi yerine bırakmak.
HILM
Dost.
HILS
(C.: Ahlâs) Yünden veya kıldan yapılan ve palas denilen döşek. * Büyük ve kuvvetli olan dişi deve.
HILT
Bir şeye karışık, karışmış bulunan. * Eski tıbda: Ahlât-ı erbaa (Kan, salya, safra, dalak) dan birisi. * Soyu, nesebi karışık kimse.
HILTA
İşret. * Muaşeret.
HILT-I MAHMUD
Vücudun sağlam ve sağlıklı oluşu.
HILT-I REDÎ
Vücudun hastalanmasına sebebiyet veren madde. * Bir şeye karışmış olan şey.
HILYE
Güzel sıfatlar, iyi hasletler. * Süs, zinet. * Peygamberimiz Hz.Muhammed'in (A.S.M.) evsafı ve bundan bahseden kitab.
HIM'
Kurt. * Hırsız.
HIMA
Kimsenin giremediği mahfuz otlak. * Sultan için korunup hıfz edilen çayır.
HIMAM
Ölüm, mevt.
HIMAR
(C.: Humr-Humur) Kadınların başlarına sardıkları bez.
HIMAR
(C.: Hamir - Humur) Eşek.
HIMARE
(C.: Hamâyir) Ayak üstü. * Havuzun etrafına koydukları taş. * Avcıların av vurmak için çevrelerine ev gibi dizdikleri taşlar.
HIMAS
Karnı aç kimseler.
HIMASA
İnce bellilik.
HIMBIL
Budala ve miskin.
HIMDID
Havuz dibinde olan döşeme.
HIMHIM
Burundan konuşan. Sesleri burnundan çıkararak konuşan kimse. * Burnundan çıkan ses gibi boğuk. * Arap diyarında biten bir ot. * Çok siyah.
HIMLAK
(C.: Hamâlik) Gözün etrafı.
HIMRE
Bir şeyin bozulup şekil değiştirmesi.
HIMS
Üç gün deveyi susuz bırakıp, dördüncü günü su vermek. * Alaca yemeni bez.
HIMTAT
Ot arasında olur bir nakışlı böcek.
HIMVE
Hastanın yemek yememesi.
HIMYE
Tıb: Hastanın, hekim tarafından verilen ilaçlarla kanaat edip ve tavsiyelerine uyup o hududun dışına çıkmaması.
HIMYET
Yemek yememek. Perhiz yapmak.
HINA (HINNÂ)
Kına.
HINAF
Devenin yulardan burnunu çözmesi. * Deve bileğinde olan yumuşaklık.
HINAÎ
Kına satan, kınacı.
HINAK
İdam ederken boyna geçirilen ip.
HINAK
(Hanak. C.) Kızmalar, darılmalar, kin tutmalar, haset etmeler.
HINAS
(Hünsâ. C.) Kendisinde hem erkeklik ve hem de dişilik özelliği taşıyanlar.
HINAT
(Hınta. C.) Buğdaylar.
HINATA
Buğday satmak.
HINAYE
Burun ucu.
HINC
Her nesnenin aslı. * Meyl ettirmek, eğmek, yöneltmek.
HINCAHINÇ
Ağzına kadar ve tıka basa dolu. Dopdolu. (Bu tabir bir yer veya taşıt için kullanılır.)
HINCER
(C.: Hanâcir) Hançer.
HINDELİS
Ağır yürüyüşlü deve.
HINDİS
(C.: Hanâdis) Katı karanlık.
HINEZKAR
Kısa boylu kişi.
HINN
Cinden bir tâife.
HINNA
Kına. Saça, sakala veya kadınların, parmaklarının uçlarına sürdükleri sarımtırak pembe boya ve bunun esası olan toz.
HINNAB
Uzun boylu.
HINNUS
(C.: Hanânis) Hınzır eniği.
HINS
Bâtıldan hakka veya haktan bâtıla meyletmek. Yeminini bozmak. Günah.
HINS-I YEMİN
Yemininde durmayıp bozmak. Nakz-ı ahd da denir.
HINSIR
Küçük parmak. Serçe parmak.
HINSÎR
Alçak, soysuz, âdi.
HINTA
Buğday.
HINTAR
Çok acıkmak.
HINYE
Yay.
HINZAB
Kısa boylu. * Yaban havucu.
HINZIB (HUNZEB)
Kokmuş et parçası. Bir lâkap.
HINZIR
(C.: Hanâzır) Domuz. (Beğenilmeyen birisine hakaret için mecazen söylenir.) * Pis ve katı kalbli kimse.
HINZİMAN
Cemaat, topluluk. * Taife.
HINZÎRE
(C.: Hınzırât) Hileci ve fitnekâr kadın. * Dişi domuz.
HINZİYAN
Faydasız ve mânasız sözler konuşan.
HINZÎZ
(C.: Hanâzız) Enenmemiş veya enenmiş erkek davar.
HIR
Hırıltı. * Kavga, dövüş.
HIRA
Zayıf, cılız. * Küçük, ufak.
HIRA
Mekke-i Mükerreme'nin civarında bulunan ve Hz. Peygamber'e (A.S.M.) ilk vahyin geldiği mağaranın ismidir. Bu mağaranın bulunduğu dağa Hırâ dağı denildiği gibi, Harrâ veya Cebel-i Nur da denilmektedir.
HIRABE
Deve hırsızlığı yapmak.
HIRAFE
Acılık. * Tezlik.
HIRAK
Hareket.
HIRAM
f. Sallanma, salına salına naz ve edâ ile yürüme.
HIRAMAN
f. Salınarak naz ve edâ yaparak yürüyen.
HIRASET
Koruma. * Bekleme, bekçilik etme, muhafaza etme.
HIRAŞ
f. "Tırmalayan, kazıyan" anlamıyla bileşik sıfatlar yapar. Meselâ: Dil-hıraş : Gönlü tırmalayan, inciten. Samia-hırâş : Kulak tırmalayıcı.
HIRBA
Bukalemun adı verilen keler cinsi. * Güneşin bulutlara aksetmesinden hasıl olan renkler.
HIRBAK
Sahabeden bir kimsenin adı ki, ona "Zülyedeyn" de derlerdi. * Def'etmek, kovmak. * Yellenmek.
HIRBAŞ
Fesâd vermek. * Acı bir ot.
HIRBÜRE
Kavun.
HIRÇIN
Pek inatçı, titiz.
HIRDAVAT
Ehemmiyetsiz şeyler, öteberi. * Demirden mâmul eski âlet. (Bak: Hurdevat)
HIRED
f. Akıl, fikir, zihin. İnsandaki düşünce ve anlayış kuvvesi.
HIRED-ÂMUZ
Öğreten, öğretici, muallim.
HIRED-ÂŞUB
f. Akıl dağıtan.
HIRED-FERSA
f. Akıl yorucu.
HIRED-MEND
(C.: Hıredmendân) f. Akıllı, anlayışlı.
HIRED-MENDÎ
Akıllılık.
HIRED-PESEND
Akıllı, zîakıl, düşünen.
HIRED-SUZ
f. Şaşırtıcı, akıl yakıcı.
HIRFET
Geçinmeğe medar (sebeb) olan iş, san'at. Devamlı meşgul olunan iş.
HIRFU'
Pamuk.
HIRIZMA
Azgın hayvanların ağzına veya ayının burnuna takılan demir halka.
HIRÎD
f. Satın alma.
HIRÎDAR
f. Alıcı, müşteri, tâlib.
HIRÎDE
f. Satın alınan, satın alınmış.
HIRİSTİYANLIK
(Bak: İsevî)
HIRK
Törpülemek. * Kızgınlıktan dolayı dişini gıcırdatmak. * Bir şeyi dürtmek.
HIRK (HIRRÎK)
Cömert, kerim.
HIRKA
Bez parçası. Bezden mâmul elbise. * Tas: Mânen dünya zevk u safâsından çekilip kendini ibadete verenlerin elbisesine hırka-i tecrîd denir.
HIRKA-İ SAADET
Cenab-ı Peygamber'in (A.S.M.) İstanbul'da Topkapı Sarayı'nda gümüş sandık içinde muhafaza edilen hırkasıdır. Mısır'ın fethi üzerine Mekke Şerifi tarafından diğer emanat-ı mübareke ile beraber Yavuz Sultan Selim Han'a hediye edilmiştir. Hırka-i Şerif de denir. (O.T.D.S.)
HIRKA-İ SAADET DAİRESİ
İstanbul'da Topkapı Sarayı'nda "mukaddes emanetlerin" bulunduğu yer. Burada yüzyıllardan beri, başta Peygamberimiz Hz.Muhammed'in (A.S.M.) hırkaları olmak üzere İslâmî nitelikte birçok mukaddes eşya saklanmaktadır. Bu eşya Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim tarafından, Mısır'ın fethinden (1517) sonra İstanbul'a getirilmiştir.
HIRKA-İ ŞERİF
(Bak: Hırka-i Saadet)
HIRKAPUŞ
f. Hırka giyen, derviş.
HIRKAPUŞANE
f. Fakircesine, dervişçesine.
HIRKAPUŞÎ
f. Fakirlik, dervişlik.
HIRKAT
Hararet, sıcaklık, yanma.
HIRMAN
Yalan, kizb.
HIRMAN
Mahrumluk, mahrumiyet. * Ümitsizlik, ye's.
HIRMELE
Akılsız kadın.
HIRNIK
(C.: Harânik) Tavşan yavrusu. * Bir şâire kadın.
HIRPADAK
Birdenbire, hemencecik. * Uygun bir şekilde, münâsib bir tarzda. Tıpatıp.
HIRPANÎ
f. Derbeder, perişan kılıklı, pejmürde.
HIRRAN
Boyun eğen, itaat eden, muti.
HIRRE
Susuzluk.
HIRRÎC
Bir kimsenin çıkardığı nesne.
HIRRÎF
Acılığından dili acıtan nesne.
HIRRİK
(C.: Ehrak - Hurrak - Huruk) Cömerd, kerim. Zarif.
HIRRİT
(C.: Harârit) Delil. * Hâzık. * Mâhir, maharetli.
HIRS
Aç gözlülük. Tamahkârlık. * Kızgınlık. * Şiddetli istek, arzu. * Azgınlık.(Hırs ile aculiyet sebeb-i haybettir. Zira, müretteb basamaklar gibi fıtrattaki tertibe, teselsüle tatbik-i hareket etmediğinden haris muvaffak olamaz... M.)(Arkadaş! Esbab ve vesaiti insan kucağına alıp yapışırsa, zillet ve hakarete sebep olur. Meselâ: Kelp, bütün hayvanlar içerisinde birkaç sıfat-ı hasene ile muttasıftır ve o sıfatlar ile iştihar etmiştir. Hattâ sadakat ve vefâdarlığı darb-ı mesel olmuştur. Bu güzel ahlâkına binaen, insanlar arasında kendisine mübarek bir hayvan nazarıyla bakılmağa lâyık iken, maalesef insanlar arasında mübarekiyet değil necis-ül-ayn addedilmiştir.Tavuk, inek, kedi gibi sair hayvanlarda, insanların onlara yaptıkları ihsanlara karşı şükran hissi olmadığı halde, insanlarca aziz ve mübarek addedilmektedirler. Bunun esbabı ise, kelpte hırs marazı fazla olduğundan esbab-ı zâhiriyeye öyle bir derece ihtimam ile yapışır ki, Mün'im-i Hakiki'den bütün bütün gafletine sebep olur. Binaenaleyh, vasıtayı müessir bilerek Müessir-i Hakiki'den yaptığı gaflete ceza olarak necis hükmünü almıştır ki tâhir olsun. Çünki hükümler, hadler günahları affeder. Ve beyn-en-nâs tahkir darbesini, gaflete keffaret olarak yemiştir.Öteki hayvanlar ise, vesaiti bilmiyorlar ve esbaba o kadar kıymet vermiyorlar. Meselâ: Kedi seni sever, tazarru eder. Senden ihsanı alıncaya kadar. İhsanı aldıktan sonra öyle bir tavır alır ki, sanki aranızda muarefe yokmuş ve kendilerinde sana karşı şükran hissi de yoktur. Ancak Mün'im-i Hakiki'ye şükran hisleri vardır. Çünki, fıtratları Sânii bilir ve lisan-ı halleriyle ibadetini yaparlar. Şuur olsun olmasın...Evet kedinin "Mır-mır" ları "Yâ Rahim! Yâ Rahim! Yâ Rahim!" dir. M.N.)
HIRS
Saklamak.
HIRS
Ayı.
HIRS
(Hurs) Takdir, kıyas. * Altın veya gümüşten halka.
HIRS-BEÇE
Ayı yavrusu.
HIRSEK
f. Ayı yavrusu.
HIRSEME
Ayakkabının başı.
HIRS-I CAH
Makam ve rütbe hırsı.
HIRSİYE
Geceleyin çalınan koyun.
HIRŞA'
Yılan derisi. * Yumurtanın üst kabuğu.
HIRT
Erkek keklik. * Hastalıktan dolayı, kesilmiş gibi parça parça olan bulaşık süt.
HIRTİT
Kereviz.
HIRTOPOZ
(Argo) Anlayışsız, kaba, ahmak kimse.
HIRVANÎ
Tar: Düz yakalı önü ilikli bir çeşit elbisedir. Şehzade Abdülmecid'in okumağa başlamasından dolayı yapılan törende, yakınlarının bu elbiseyi giymeleri istenmiş ve bu husus, devletin resmi gazetesi olan Takvim-i Vekayi'de tebliğ edilmişti.
HIRVAT
Hırvatistan halkından veya bu halkın neslinden olan kişi.
HIRVATÎ
Tar: Sipahilerin başlarına giydikleri külâh tarzındaki başlık.
HIRZ
Melce'. Sığınılacak yer. * Tılsım. Cenab-ı Hakk'ın muhafaza etmesine dair yazılı duâ. * Fık: Bir malın âdet üzere muhafazasına mahsus yer. * Muhafaza etmek.
HIRZ-I BİGAYRİHÎ
Aslında eşya saklamaya mahsus olmayan, izin almadan girilebilen ve konacak malların yanında muhafızı olan yer. (Yol, mescid, meydan gibi)
HIRZ-I BİNEFSİHÎ
İçerisinde mal ve eşya saklamak için yapılmış, hazırlanmış ve içine izinsiz girilemiyen ev, dükkân, çadır, depo vs. gibi mahaller. (Kasa, sandık, dolap, çuval da bu hükümdedir.)
HIRZ-I CAN
Bağrına basıp canı gibi korumak. Canı koruyan. Canını teslim ederek sığınmak.
HISA
(C.: Ahsâ) Sığır tersi.
HISA'
Hayvanın hayalarını çıkarma, eneme, burma. * İnsanı hadım etme.
HISAL
(Haslet. C.) Hasletler, huylar, tabiatlar. Ahlâk.
HISAL-İ HAMÎDE
Medhe ve övülmeğe lâyık güzel huylar, güzel hasletler.(...Dost ve düşmanın ittifakı ile ahlâk-ı hasenenin, şahsında en yüksek derecede; ve bütün muamelâtının şehadetiyle secâyâ-yı sâmiye, vazifesinde ve tebligatında en âlî bir derecede ve din-i İslâmdaki mehasin-i ahlâkın şehadetiyle, şeriatında en âlî hısal-i hamîde, en mükemmel derecede bulunduğuna ehl-i insaf ve dikkat tereddüd etmez. S.)
HISAM
Düşmanlık, çekişmek, kavga, mücâdele.
HISAN
Mümtaz kimseler, seçkin kişiler.
HISAN
(Hasna. C.) Güzel kadınlar veya kızlar.
HISAN
Aygır, at.
HISANE
Berklik, sağlamlık, sertlik, muhkemlik.
HISAS
Hisseler. Paylar. Nasipler. * Kıssadan alınan dersler.
HISASE (HISSE)
Kabahat. * Alçaklık, denâet.
HISB
Yay avazı. Ok atma sırasında yaydan çıkan ses.
HISB
Ucuzluk, bolluk.
HISIM
Soyca ve evlenme neticesinde aralarında bağ bulunanların beheri. Akraba.
HISN
Kale. Hisar. Sığınmağa, korunmağa mahsus sağlam yer.
HISN-I HASÎN
Çok kuvvetli, en sağlam korunma.
HISREM
Koruk. * Bahil kimse.
HISREME
Üst dudağın derisinin sarkık olması.
HISS
(C.: Hısas) Nasip, hisse.
HISS
Noksan, eksik.
HISSA
(Bak: Hisse)
HISSAN
Mümtaz ve belirli kimseler. Tanınmış iyi kimseler. Ekâbirler.
HISSET
(Bak: Hisset)
HISSÎS
Hâslık.
HISSÎSA
Bir kimseye, bir şeye mahsus olan hâl.
HISVE (HISYE)
(C.: Haseyât) İki avuç dolusu. * Azeryun otu.
HIŞ'A
Doğum anında ölen annenin karnı yarılarak çıkarılan çocuk.
 
HIŞAŞ
Başı küçük adam. * Küçük başlı yılan. * Devenin burnuna geçirdikleri burunduruk. * Kuşlardan, dimağı olmayan. * Çuval. * Cânip, taraf. * Sinir.
HIŞF
Geyik yavrusu.
HIŞIR
Kavun ve karpuzun kabuk kısmı. * Olgunlaşmamış kavun. * Kötü bir tabaklama neticesinde, bazı kısımları sert kalan deri. * Mc: Kaba, görgüsüz ve salak kimse.
HIŞM
f. Öfke, hiddet, gazap, kızgınlık.
HIŞM-ÂLUD
(Hışm-gîn, Hışmîn, Hışm-nâk) Kızgın, öfkeli.
HIŞM-GÎN
f. Dargın, öfkeli, kızgın, darılmış, gücenmiş.
HIŞM-NÂK
f. Kızgın, öfkeli, hiddetli, hışımlı.
HIŞT
Küçük mızrak şeklinde, ortasında ipten örtülü bir halka olan ve orta parmağa geçirilerek atılan eski bir savaş âleti. * Kerpiç. * Tuğla.
HIŞTEK
f. Küçük kerpiç.
HIŞT-I HAM
Ham kerpiç. Tam pişmemiş kerpiç. Güneşte kurutulan kerpiç.
HIŞT-I PUHTE
Fırında pişirilmiş tuğla.
HIŞT-TABE
f. Tuğla ocağı.
HIŞT-ZEN
f. Kerpiç veya tuğla yapan kimse.
HIŞV
Geyik buzağısı.
HIT'
Suç, günah. Günah işlemek.
HITAB
Sözü âşikâre ve yüzüne söylemek. * Seninle gayrin arasında olan kelâm.
HITABET
Hatiplik etmek.
HITABİYYE
Rafizî taifesinden bir bölük cemaat.
HITAM
(C.: Hutum) Dizgin, yular.
HITAN(E)
Sünnet etmek.
HITAR
Misli, benzer, denk, eş. * Bir çevreyi ihâta edip çevresini dolaşan nesne.
HITAR
(Hatar. C.) Tehlikeler, hatalar.
HITAT
(Hıtta. C.) Ülkeler, memleketler, diyarlar.
HITBAN
Ebucehil karpuzu.
HITBE
Huk: Bir kadının nikâhına talib olmaktır. Evlenmeyi taleb eden erkeğe: "hâtıb", evlenmesi taleb edilen kadına da "mahtube" denir.
HITR
(C.: Ahtâr) Boya otu. * Çok miktar deve. * Suyu çok olan süt.
HITR
Az miktar vermek.
HITRE
Azıcık vergi.
HITTA
Günahlardan istiğfar etmek. * Başkasının üzerinden suçluluğu kaldırmak. * (C.: Hıtat) Diyar, ülke, memleket.
HITTA-İ CESİME
Büyük ülke.
HIVA'
(C.: Ahviye) Suya yakın toplanmış evler. * Kaplayıp, toplayıcı olan.
HIVAN
(C.: Huvn) Sofra.
HIVAR
Cevap vermek.
HIVEL
Zeval. * Bir yerden başka yere intikal, tahavvül etmek.
HIVKAL
Zayıf olmak, zayıflamak.
HIYABAN
f. Cadde. İki tarafı ağaç dikili yol. Bahçe yolu. İki tarafı ağaçlı muntazam yol. * Ortasından su akan ağaçlık yer. * Tahrân'da büyük bir caddenin adı.
HIYABE
Ümitsiz ve mahrum olmak.
HIYAKE
Dokumak.
HIYAL
Hayvanın kısır olması.
HIYAM
(Hayme. C.) Çadırlar.
HIYANAT
(Hıyanet. C.) Hıyanetler, hâinlikler, kahpelikler.
HIYANET
Hâinlik. Vefasızlık. İtimadı kötüye kullanmak. Sözünde durmayıp oyun etmek.
HIYANETEN
Kötülükte bulunarak, hıyanet ederek.
HIYANET-İ VATAN
Vatan hainliği. Vatana hıyanet etme.
HIYANETKÂR
Hıyanet eden. Hâin.
HIYAR
Hayırlılar. * (C.: Hıyârât) Huk: Bir işi yapıp yapmamada serbestlik. Genel olarak bir anlaşmadan vaz geçme. Hususi bir sözleşmenin fesh veya tasdiki. Muhayyerlik. Kendisinde böyle muhayyerlik bulunan kimse, yaptığı bir akdi diğer tarafın rızasına hâcet kalmaksızın bozabilir.
HIYARAT
(Hıyâr. C.) İslâm hukukunda alışveriş meselelerine ait muhayyerlik hususları.
HIYARE
Otsuz, otu olmayan yer.
HIYAR-I AYB
Bir şeyde mevcud olan bir kusurun akitten sonra meydana çıkmasından dolayı âkitlerden biri için sabit olan muhayyerliktir.
HIYAR-I RÜ'YET
Bir şey hakkında görülmeden yapılan bir akitten dolayı, âkitlerden biri için görüldüğü zaman sabit olan muhayyerliktir.
HIYAR-I ŞART
Âkitlerden birinin veya herbirinin akdi, muayyen bir müddet içinde fesh veya icazetle infaz edebilmek hususunda muhayyer olmasıdır.
HIYAR-I TAĞRİR
Âkitlerden birinin diğer taraftan aldatılarak bir malı gabn-ı fâhiş ile satmasından veya satın almasından dolayı satış muamelesini fesh hususunda muhayyer olmasıdır.
HIYAR-I VASF
Bir akitte vücudu şart kılınan veya örfen meşhud bulunan mergub bir vasfın mevcud olmaması sebebiyle âkitlerden biri için sabit olan muhayyerliktir. (Sağılır diye satılan bir ineğin, sütten kesilmiş olması gibi.)
HIYASA
Kulak halkası. * Dar etmek, darlaştırmak. * Dikmek.
HIYAT
İplik. İbrişim. * İğne.
HIYAT
(Hâit. C.) Perdeler. Mânialar.
HIYATA
Hıfzetmek, korumak, muhafaza etmek.
HIYATA (HIYATET)
Terzilik, dikiş dikme işi. * Tıb: Ameliyat esnasında kesilip yarılan yerin tekrar kaynaması için dikilmesi. * Ameliyatta dikiş için kullanılan bağırsak ve benzeri şeylerden yapılan iplik.
HIYATET-HANE
f. Dikimevi, dikişevi, terzihane.
HIYAZ
(El-hıyaz) Havuzlar. * Kadınlarda aybaşları, hayız kanları.
HIYAZ(A)
Suya dalmak.
HIYAZET
İlâve etmek, toplamak.
HIYERE
Beğenme, seçme. Benzerlerinden ayırma. * Seçkin, seçilmiş, beğenilmiş, ayrılmış.
HIYERE
Küfe yakınında bir şehrin adı.
HIYERE-İ NÂS
Seçkin kimseler, mümtaz kişiler.
HIYFET
Korku. Gizlilik ve havf.
HIYRE
f. Fersiz ve donuk göz.
HIYRE-BAHŞ
f. Göz kamaştıran, aklı durduran.
HIYRE-ÇEŞM
f. Kamaşık ve donuk gözlü. * Cesur, atılgan. * İnatçı, muannid. * Utanmaz, hayâsız, arsız.
HIYRE-DEST
f. Aldığı işi bozar olan (kimse.). Eli sakar kişi.
HIYRE-GÎ
f. Kamaşıklık, donukluk (göz hakkında). Şaşkınlık.
HIYRE-KÜŞ
f. Sevilen, mahbub, sevgili. * Haksız yere adam öldüren.
HIYRE-RE'Y
f. Reyi zararlı olan, kötü reyli.
HIYRE-SER
f. Sersem, alık.
HIYRE-SERANE
f. Alıkçasına, sersemcesine.
HIYRE-SERÎ
f. Alıklık, sersemlik.
HIZ
Sür'at, çabukluk.* Gayret, şevk. * Fiz: Alınan yolun zamana oranı.
HIZAB
Birşeyi boyamak için hazırlanmış terkib.
HIZAC
Büyük tuluk.
HIZAD
Dikensiz ağaç.
HIZAK
(Hızka. C.) Yığınlar, kalabalıklar.
HIZANE
Bir şeyi bir şeye ilâve etmek. * Fık: Hak ve salâhiyeti haiz olan kimsenin belirli müddet zarfında çocuğunu besleyip büyütmek ve terbiye etmek üzere yanında bulundurması. * Bir şeyi kucağına almak.
HIZAR
Bahçe çevresine yapılan duvar veya çit.
HIZB
(C. Ehzâb) Erkek yılan. * Ok atarken yaydan çıkan ses.
HIZC
(C.: Ehzâc) Devenin içtiği havuzun dibinde kalan su. * Ateş yakmak.
HIZECR
(C.: Hazâcir) Karnı büyük kişi.
HIZF
(Bak: Hazf)
HIZIR (A.S.)
İkinci tabaka-i hayat mertebesine mazhar olan ve Kur'an-ı Kerim tefsirlerinde ismi zikredilen bir zât-ı kerim. (Bak: Meratib-i hayat)
HIZK
Kuşun terslemesi.
HIZK (HİZAK)
Zeyreklik, akıllılık. * Ustalık, mahâret.
HIZKA
Yığın, kalabalık.
HIZLAN
Rezil olma. Rüsvaylık. * Aşağı düşmek. * Muâvenetini, yardımını terk etmek.
HIZLAN
Müflis olmak. İflas etmek.
HIZVE
Kadının, kocası yanında hürmetli, izzetli ve mertebeli olması.
HIZY
Hor ve zelil olmak. * Rüsvay olmak.
HIZZET
Mertebe, menzile, derece.
HİBA
(C.: Ahbiye) Abadan veya keçeden yapılmış göçebe çadırı, oba.
HİBA
Bahşiş. * Kadına kocasından kalan hisse. * Vergi.
HİBAB
Neşat, sevinç, sürur.
HİBAB
Dostluk, sevmek. (Bak: Hubb) * (Habb. C.) Tohumlar, taneler. * Haplar.
HİBAK
Yarpuz otu. * Yelmek.
HİBAL
(Habl. C.) Urganlar. İpler, halatlar.
HİBALE
(C.: Habâil) Maddi ve manevi şeylerde tuzak, ağ. * Kement, bağ.
HİBALE-İ İZDİVAC
Evlilik bağı.
HİBALE-İ TELBİSAT
Gizli, kamufleli tuzak.
HİBAS
Su bendi.
HİBAT
(Hibe. C.) Bağışlar, hibeler.
HİBB
Seven. Dost. Muhabbet eden, arkadaş.
HİBB
Kurnaz, aldatıcı, hileci kimse.
HİBBAN
(Hibb. C.) Mahbublar, sevgililer.
HİBBE
(C.: Hibeb) Yırtık ve eski kumaş parçası. Paçavra.
HİBE
(C.: Hıbeb-Hıbâb) Yaban otlarının tohumu.
HİBE
Bağışlamak. Parasız ve karşılıksız vermek. Bağışlanan şey. * Hal ve şân.
HİBEB
(Hibbe. C.) Paçavralar. Kesilmiş bez veya kumaş parçaları.
HİBEB
Habbler. Taneler, tohumlar. (Hubub da denir)
HİBEK
(C.: Hubük) Rüzgârın lâtif estiği zaman denizde veya kumda meydana getirdiği yol yol kırıntılar ve dalgacıklar. Saçların kıvırcıklığından hâsıl olan dalgalanmalar. Kelimenin aslı olan "habk" sıkı bağlayıp muhkem kılmak; ve kumaşı sıkı, sağlam ve üzerinde san'at eseri zahir olacak vecihle güzel bir zemin üzere dokumak mânasına gelir. (E.T.)
HİBE-NAME
f. Bir kimseye birşey hibe edip bağışlamak üzere yazılan kâğıt.
HİBL
Yaşlı, ihtiyar. * Uzun boylu kimse. * Büyük deve.
HİBLA'
Yeyici, yiyen. * İt, köpek, kelb.
HİBR
(C.: Ahbâr - Hubur) Yahudi âlimi. * Salih âlim. * Sürur. * Ni'met. * Mürekkeb. * Eser, nişâne.
HİBRE
(Hibret) Bir şeyin iç yüzünü hakkı ile bilmek.
HİBRİR
(C.: Habârîr) Dağ çiçeği.
HİBRİYYE
Kepek.
HİBRİZİYY
Acem askerlerinden şanlı bir süvârinin adı.
HİBS
Suyun aktığı yöne konan ve içinde su biriken ağaç veya taş.
HİBT
(Bak: Hebt)
HÎC
Deveyi azarlama ve zecir sesi.
HİCA
Bulmaca, bilmece.
HİCA
Akıllı. * Münasib, lâyık.
HİCA'
Hicvetme, yerme. Birisi hakkında alay eder tarzda yazılar yazma.
HÎCA
(Bak: Heycâ)
HİCAB
Perde. Örtü. Hâil. * Utanma. Kendini kusurlu bilip insanlar arasından çekilmek. * Men'etmek. * Allah ile kul arasındaki perde. * Setretmek. Gizlemek.
HİCABAT
(Hicab. C.) Perdeler. * Tılsımlar.
HİCAB-AVER
f. Hicab verici, utandırıcı.
HİCABET
Kapıcılık. Perdecilik. * Teşrifatçılık, mabeyncilerin mesleği. Saray memurluğu. * Ortaçağ islâm devletlerinde vezirlik. * Kâbe perdeciliği.
HİCAB-I ÇİHRE
Yüz örtüsü.
HİCAB-I EBR
Bulut perdesi.
HİCAB-I HÂCİZ
(Hicab-ı sadr) Tıb: Göğüs ile karın uzuvlarını birbirinden ayıran perde, zar. Diyafram.
HİCAB-I KALB
Kalbin boşlukları arasındaki zarların her biri.
HİCAB-I MEŞİMÎ
Rahim zarı. Ana rahminde cenini saran zar.
HİCAB-I MÜSTABTIN
Tıb: Plevra.
HİCABÎ
Zar ve perde ile alâkalı ve ona müteallik. Perde ve örtüye âit. * Mahcub. Utangaç.
HİCAC
Hüccet, delil, senet göstererek muaraza ve mübahase eylemek. * Tıb: Göz çukuru ve kaş kemiği.
HİCAL
(Hecl. C.) Uçurumlar, derinlikler, yarlar, çukurlar.
HİCAL
(Hacle. C.) Gerdekler, gelin odaları. * Çadır kapısına asılan kalın perde.
HİCAM
Hayvanlara takılan ağızlık.
HİCAME
Deve ağzına ısırmasın diye takılan ağızlık.
HİCAN
İyi, kerim kimse. * Güzel ve beyaz deve.
HİCAR
Aygır atın ön ayağını arka ayağının birisine sağlamak. * Devenin ayağını bileğinden semer ağacına bağladıkları ip.
HİCAR
(Hacer. C.) Taşlar.
HİCARE
(C.: Hıcer) Su üstünde olan kabarcık. * Taş.
HİCAZ
Arabistan'da Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere'nin bulunduğu mıntıka.
HİCAZ DEMİRYOLU
Şam'dan Hayfa'ya kadar uzanan demiryolu. Yapımına 1900'de başlanan bu demiryolunun uzunluğu 1465 km, genişliği ise 1050 m. idi. Başlıca özelliği tamamıyla İslâm dünyasının yardımı ile yapılmış olmasıdır. II.Abdülhamid zamanında yapılan bu demiryolu 1908 yılında tamamlanmıştır.
HİCAZ DEMİRYOLU MADALYASI
Şam-Hicaz demiryolunun yapımı için para yardımı bulunanlarla, demiryoluna ait işlerde hizmetleri görülenlere verilmek üzere II.Abdülhamid tarafından çıkartılan üç ayrı madalya. 16.9.1902 tarihli nizamname ile çıkarılan bu madalyanın bir tarafında "Hamidiye Hicaz demiryoluna hizmet eden hamiyyetmendâna mahsus madalyadır." ibaresi; diğer yüzünde defne dalında bir çelenk içinde Abdülhamid II'in "El-gazi" tuğrası, altta ise lokomotif şekli vardı. Bu madalyalar: Altun, gümüş ve nikel olmak üzere üç çeşitti.
HİCAZÎ
(Hicaziyye) Hicaza mensub. Hicazla alâkalı. * Hicazlı Arap.
HİCCE
Bir defa hacca gitmek.
HİCCET-ÜL VEDÂ'
Hz. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın dâr-ı âhirete teşrifinden bir sene evvelki son vedâlaşma haccı.
HİCCİRA'
Şân. * Zât. * Âdet.
HİCCÎRA
Âdet, usul, kaide.
HİCCİRE
Âdet. * Halk.
HİCER
Her nesnenin kenarı.
HİCHİC
Tatlı su. * Erkek koyun.
HİCİR
Başkalarından üstün ve faziletli olan. Bir kimsenin sireti ve mesleği. Huy, âdet, tabiat.
HİCİV
(Bak: Hicv)
HİCR
(Hicir) Men'etmek, bırakmak. * Şer'an haram olan şey. * Semud Kavmi'nin bulundukları vadinin ismi. (Bak: Hacr)
HİCR
Ayrılık. * Başkalarından ayrı fâzıl ve üstün kimse. * Sayıklama.
HİCR SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 15. suresidir.
HİCRAN
Uzaklaşma. Ayrılık. Ayrılıktan gelen keder, sızı, acı. Dostluğu ve ülfeti kesmek.
HİCRAN-I LÂ YEZALÎ
Sonsuz ayrılık. Ayrılıktan gelen sonu gelmez üzüntü.
HİCRAN-MEAL
Hicran bildiren, hicran anlatan.
HİCRAN-ZEDE
Ayrılmış, üzüntülü, hicrâna uğramış.
HİCRET
Bir yerden bir yere göç etmek. Kendi memleketini bırakıp başka memlekete taşınmak. * Hz. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Mekke'den Medine'ye hicret etmesi. İslâmiyetin ilk zuhurunda, şeref ve izzetleri zedelenen Mekke'deki putperest müşrikler daima Hz. Peygamber'e su-i kastlar tertipliyorlardı. Bu yüzden Peygamber Efendimiz (A.S.M.) Mekke'yi bırakıp Medinelilerin dâvetini kabul ederek Hz. Ebu Bekir (R.A.) ile birlikte 622 senesinde hicrete mecbur oldu. Bu seneye Hicret senesi denildi. İslâm takvimlerinde "tarih", bu seneden başlar ve buna hicret yılı veya hicrî yıl denir. (Bak: Takvim-i Arabî)
HİCRET-İ NEBEVİYE
Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) Mekke'den 622 yılında Medine'ye hicret etmesi.
HİCRİ'
Uzun boylu ahmak erkek. * Tazı, köpek, kelp.
HİCRÎ
Hicrete ait ve müteallik.
HİCRÎ TARİH
Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) Mekkeden Medine'ye hicret ettiği günü başlangıç olarak alan tarih. Milâdi ve Rumi tarihler gibi oniki ay esasına dayanan hicri sene, Muharrem adı verilen ayla başlar, zilhicce ile sona erer. Oniki ayın adları şunlardır: Muharrem, safer, rebiül-evvel, rebiül-âhir, cemaziyel-evvel, cemaziyel-âhir, receb, şaban, ramazan, şevval, zilkade, zilhicce.Kamerî aylar yirmidokuzla otuz günleri arasında değiştiği için hicri tarih ile milâdi tarih arasında on günden biraz fazla fark vardır. Hicri yahut kameri yılı milâdi yıla çevirmek için şöyle bir formül kullanılır. Eldeki hicri yıl sayısının % 3'ü çıkarılır. Bulunan sayıya 622 sayısı ilâve edilir. Böylece meselâ hicri 1000 yılının yüzde üçü 30 eder. Geriye 970 kalır. Bu sayıya 622 daha ilâve edilince karşılığı olarak milâdi 1592 yılı bulunmaktadır.
HİCRİS
Tilki eniği.
HİCV
(Hiciv) Birini şiir ile zemmetmek, onu gülünç hale koymak. Bu şekilde yazılan şiir veya manzume. * Alay etmek. (Bak: Hecv)
HİCVÎ
Hicivle alâkalı. Hiciv denilen tarz-ı zemme ait ve müteallik olan şeyler.
HİCVİYYÂT
(Hicviyye. C.) Edb: Hicivle ilgili manzume ve şiirler.
HİCVİYYE
(C.: Hicviyyât) Hiciv tarzında yazılmış manzume.
HİÇ
f.Değersiz, kıymetsiz. Yok olan, yok denecek kadar az olan.
HİÇAHİÇ
f. Hiç. Yok. Bomboş.
HİÇÎ
f. Hiçlik. Yokluk.
HİÇKÂRE
f. İşi rast gitmeyen.
HİÇKES
f. Hiç kimse.
HİD'
Koyunlar ürküp dağıldıklarında, onları durdurmak için söylenen bir kelimedir.
HİDA'
Hile. Düzen kurmak. Aldatmak için yapılan oyun.
HİDAB
(Hadeb. c.) Kamburluklar, tümsekler, yumruluklar.
HİDAC
Yapılan ibadette kusur, noksan, eksiklik.
HİDACE
(C.: Hadâic) Devenin sırtına yüklenen yük.
HİDAD
Dul olan bir kadının mâtem tutup süsten vazgeçmesi.
HİDADET
Demircilik.
HİDAE
(C.: Hıdâ') Dölengeç kuşu. * Sarfetmek, harcamak.
HİDAFE
Etlilik, şişmanlık.
HİDAK
(Hadeka. C.) Göz bebekleri, hadekalar.
HİDAM
(Hizmet. C.) Hizmetler. Vazifeler. * (Hademe. C.) Devenin ayaklarına bağlanan halkalar, kayışlar. Ayak bilezikleri, ayak köstekleri.
HİDAN
Ahmak, salak.
HİDAS
Nihayet, son, netice, bitim.
HİDASE
Pâk etmek, temizlemek. * Kahramanlık, yiğitlik. * Abdest bozmak.
HİDAŞ
Tırmalama.
HİDAT
(Hâdî. C.) Hidayeti ve doğru yolu gösterenler.
HİDAYE
Çaylak kuşu.
HİDAYET
Doğruluk. İslâmlık. Hakkı hak, bâtılı da bâtıl olarak görüp doğru yola girmek. Dalâletten ve bâtıl yoldan uzaklaşmak.
HİDAYET-EDÂ
f. Hidayete sebeb olan. Hidayet verici.
HİDB
Arkası yumru kimse, kambur.
HİDBAR (HİDBÎR)
(C.: Hadâbir) Zayıflığından arkasında eti kurumuş deve.
HİDC
(C.: Ahdac-Huduc) Yük. * Deveye konulan mahfel.
HİDDET
Öfke. Kızgınlık. Gadab. Dargınlık. Hışım. * Keskinlik.
HİDDET-İ BASAR
Görüş keskinliği.
HİDDET-İ HAVÂS
Duyguların keskinliği.
HİDDET-İ SEYF
Kılıç keskinliği.
HİDDET-İ ZEKÂ
Akıl üstünlüğü, zekâ keskinliği.
HİDDÎS
Çok sözlü, çok konuşan.
HİDEMAT
(Hizmet. C.) Hizmetler. Vazifeler. Hizmetliler.
HİDEMAT-I ÂMME
Umuma ait vazifeler. Kamu görevleri. Millete fayda veren hizmetler.
HİDEMAT-I İMANİYE
İmâni hizmetler. (Kur'an-ı Kerim'i ve mânâsını öğrenmeğe vesile olmak; imâni şüphelerin giderilmesine çalışmak; İslâmiyetin, hak din olduğunu isbat etmek veya isbâta vesile olmak gibi.) Görülen hizmetler. Eşyanın ve mahlukatın lisan-ı hâl ile esmâ-i İlâhiyeye ait yaptıkları tesbih ve ibadetleri.
HİDEMAT-I ŞAKKA
Taş taşımak, toprak kazmak gibi, mahkûmlara yaptırılan ağır hizmetler.
HİDFE
İnsan cemaati, insan topluluğu.
HİDMEL
Eski kaftan, eski elbise.
HİDMET
(Bak: Hizmet)
HİDROELEKTRİK
Fr. Su gücünü kullanarak elde edilen elektrik.
HİDROELEKTRİK SANTRALI
Su gücünü kullanarak elektrik üreten fabrika veya merkez.
HİDROFİL
Fr. Suyu kolayca emen madde.
HİDROJEN
Fr. (Bak: Müvellid-ül ma')
HİDSAN
Sonradan olmuş nesne.
HİFAF
Tavaf etmek. * Ziynet vermek. * Yan, taraf.
HİFF
Yağmurunu döküp hafiflemiş bulut. * Biçilmediğinden tanesi dağılmış ekin. * Bir nevi balık.
HİFFET
Hafiflik. * Mc: Onurlu ve vakarlı olmamak. Temkinsizlik. Akılsızlık. Hoppalık.
HİFFET-İ MİZAC
Hafifmeşreblik. Hoppalık.
Hİ'HA'
Bir sapı kara ot.
HÎK
Tulum.HİK (Heykal-Heykam) : Devekuşunun erkeği. * İnce uzun.
HİKAL
Zayıflık, süstlük.
HİKAYAT
Hikâyeler.
HİKÂYE
(Hikâyet) Bir hâdiseyi anlatmak. Anlatma. * Olmuş bir hâdise.
HİKÂYE-NÜVİS
f. Hikâye ve roman yazarı. Hikâyeci, romancı.
HİKÂYE-PERDÂZ
f. Hikâye anlatan, hikâye ve roman söyleyen.
HÎKÇE
f. Küçük tulum.
HİKEM
(Hikmet. C.) Hikmetler.
HİKEMÎ
Hikmet ve düşünceye ait.
HİKEMİYYAT
Hikmet ve felsefeye âit söz ve düşünceler. Yeni yeni bilgiler veren kıssalar, ibret verici hâdiseler bildiren yazılar, sözler.
HİKKA
Dört yaşına basan dişi deve.
HİKKAB
Uzun boylu, büyük karınlı kişi.
HİKKE
(C.: Hikek) Kaşıntı.
HİKMET
İnsanın, mevcudatın hakikatlerini bilip hayırlı işleri yapmak sıfatı. Hakîmlik. Eşyanın ahvâlinden, hârici ve bâtini keyfiyetlerinden bahseden ilim. (Buna İlm-i Hikmet deniyor) * Herkesin bilmediği gizli sebeb. Kâinattaki ve yaradılıştaki İlâhî gaye. * Ahlâka ve hakikata faydalı kısa söz. * Sır. * Bilinmeyen nokta. İlim, adâlet ve hilimin birleşmesinden doğan değerli sıfat. * Kuvve-i akliyenin vasat mertebesidir. Hakkı hak bilip imtisal etmek, batılı batıl bilip içtinab etmektir. * Allah'a itaat, fıkıh ve sâlih amel. * Akıl, söz ve hareketteki uygunluk. * Hak emre uymak. * Allah'ın yarattıklarında tefekkür. (Bak: Felsefe)
HİKMET-AMİZ
f. Hikmetli, hikmetle karışık, hikmeti içine alan.
HİKMET-AMUZ
f. Hikmetli. * Hikmet öğreten.
HİKMET-EDA
f. Hikmetli.
HİKMET-ENDUZ
Hikmet kazanan.
HİKMET-FEŞAN
f. Hikmet neşreden, hikmet yayan.
HİKMET-FÜRUŞ
f. Hikmet bildiğini iddia eden, hikmet satan.
HİKMET-İ AMELİYE
Pratik bilgi.
HİKMET-İ ÂMME
Her şeyin alakâlı olduğu İlâhî gaye. Her şeyi kanun ve nizamına itaat ettiren umumi faydalar. Yaratılıştaki, kâinattaki umumi ve ilâhi gaye.
HİKMET-İ ATİKA
Eski hikmet.
HİKMET-İ BEDAYİ'
f. Güzel sanat bilgisi. Güzel san'at sevme (estetik).
HİKMET-İ EFGAN
f. Ağlayıp sızlamanın hikmeti. Feryadın, inleyişin gizli sebebi.
HİKMET-İ İLÂHİYE
Allah'ın hikmeti. Mahlûkatın yaratılışında Allah'ın gayeleri.
HİKMET-İ KUR'ANİYE
Kur'an'a mahsus hikmet. (Amma Hikmet-i Kur'âniye ise; nokta-i istinadı, kuvvete bedel hakkı kabul eder. Gâyede menfaate bedel fazilet ve rızâ-yı İlâhîyi kabul eder. Hayatta düstur-u cidal yerine düstur-u teâvünü esas tutar. Cemaatlerin râbıtalarında; unsuriyet, milliyet yerine râbıta-i dinî ve sınıfî, ve vatanî kabul eder. Gayâtı, hevesât-ı nefsâniyenin tecavüzatına sed çekip ruhu maâliyata teşvik ve hissiyat-ı ulviyyesini tatmin eder ve insanı kemâlât-ı insaniyeye sevk edip insan eder... Hakkın şe'ni, ittifaktır. Faziletin şe'ni, tesanüddür. Düstur-u teâvünün şe'ni, birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe'ni, uhuvvettir, incizabdır. Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemâlâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe'ni saadet-i dâreyndir. S.)
HİKMET-İ MADDE
İşin hikmeti.
HİKMET-İ SAMEDÂNİYE
Samed olan Allah'ın hikmeti.
HİKMET-İ TABİİYE
Fizik bilgisi.
HİKMET-İ TECRÜBİYE
Tecrübeye dayanan hikmet ve ilim.
HİKMET-İ TEŞRİ'
(Hikmet-i teşriiye) Şeriata dayanan kanun yapma ilmi. Şer'î ve Rabbanî kanunların hikmeti.
HİKMET-NÜMA
f. Hikmet gösteren.
HİKMET-ŞİNAS
f. Hikmet bilen.
HİKMET-ÜL EŞYA
Eşyanın hikmetleri. Fizik, kimya, botanik gibi ilimler.
HİLA'
(Hil'at. C.) Hükümdar veya vezirler tarafından bir kimseye mükâfat olarak giydirilen kaftanlar, hil'atlar.
HİLAB
İçine süt sağılan kab.
HİLAF
Ters, karşı, zıd. Karşı koymak. Muhalefet etmek.
HİLAFEN
Zıd olarak. Hilaf olarak.
HİLAFET
Bir kimseye halef olmak ve onun yerine geçmek. * Din ve dünya işlerinde umumi reislik. İmam-ül Mü'minîn olan zât, şer'î hükümlerin icrasında Peygamberimiz Hz. Muhammed'e (A.S.M.) halef olduğu için hilafet vazifesini alana Halife denmiştir. Buna İmamet-i Kübra da denir.Hilafet, 1517 (Hi: 923) tarihinde Abbasilerden Osmanlılara intikal etmekle, hilafet ve saltanat birleşmiş oldu. Hilafeti Sultan Selim Han'a terkeden Mısır'da son Abbasi Halifesi El-Mütevekkil idi.(İslâmiyetin himayesi ve i'lâsı, şer'î hükümlerin ve cezaların icra ve ikamesi, askerin techizi, öşür ve zekâtın toplanması ve emsâli muâmelât için ümmet üzerine imâm tâyini farzdır. Halife şer'î hükümlerle idare ve hareket etmekle mukayyettir. Bizzat kendi arzusuna göre hareket edemez ve şeriata muhalif bulunamaz. Bu itibarla da halife, hukuk nizamı ile kayıtlıdır ve seçimle başa geldiği için bir "İslâm Cumhuriyetinin Reisi" olmuştur. İslâm âlimleri, ilim, adâlet, kifâyet ve rey' ve ilmin sıhhati için a'za ve havassa âit selâmet olmak üzere dört şartın bulunmasını icmâen şart kılmışlardır. İslâm diyaneti ve siyasetinde Hâkim, ancak Cenab-ı Hak'tır. Hilafet makamı İlâhî ahkâmı tatbik ve halkı iyi idare ile muvazzaftır.) (Bak: Halife)(Eğer desen: Hilafet-i İslâmiye noktasında İmam-ı Ali'nin fevkalâde iktidarı, hârikulâde zekâsı ve yüksek liyakatiyle beraber seleflerine nisbeten muvaffakiyetsizliği nedendir?Elcevab : O mübârek zât, siyaset ve saltanattan ziyade, daha çok mühim başka vazifelere lâyık idi. Eğer tam muvaffakiyet-i siyasiye ve tamam saltanat olsaydı, "Şâh-ı Velâyet" ünvan-ı mânidarını bihakkın kazanamıyacaktı. Halbuki zâhirî ve siyasî hilafetin pek çok fevkinde manevî bir saltanat kazandı ve Üstad-ı Küll hükmüne geçti; hattâ kıyamete kadar saltanat-ı manevîsi bâki kaldı. M.)
HİLAFET-İ SENİYYE
Büyük, yüce hilafet. Osmanlı Devleti hilafeti.
HİLAFETNAME
Tarikata intisab ile usulü dairesinde belirli mevkilere çıkarak irşad mertebesine yükselenlerden isteklilerin irşad ve terbiyesine ruhsat ve izni mutazammın şeyhi tarafından verilen mühürlü vesika.
HİLAFETPENAH
f. Hilafetin dayanak yeri. Halifeliği haiz bulunan, hilafeti koruyan kimse. Halife, padişah.
HİLAFGİR
(C: Hilâfgirân) f. Zıt düşüncede olan, karşı fikirde bulunan, aleyhinde olan.
HİLAF-GİRÎ
f. Muhalif taraftan olma, karşı tarafı tutma. Hilafgirlik.
HİLAF-I ÂDE
Âdet ve kaidenin aksine. Kaide ve nizama aykırı.
HİLAF-I HAKİKAT
Hakikata muhalif. Gerçeğe ve hakikata zıt.
HİLAFINA
Zıddına, tersine, aksine.
HİLAFÎ
Hilafa, ihtilafa sebeb olana dair.
HİLAF-ÜL-ÂDE
Kaide ve usule karşı.
HİLAL
Sâfi ve halis. * Sıdk ile dostluk etmek. * Ara. Aralık. * Zaman ve vakit. * İki şey arasına sokulmuş olan. * Buluttan yağmurun çıktığı yer. * Gr: Bir kelimenin aslını ve ondan türeyenleri gösteren tertip. * Kulak ve diş karıştırmak gibi şeylerde kullanılan ucu sivri nesne.
HİLÂL
Yeni ay şekli. Yeni ay. * Fık: Yay şeklinde görülen her yeni aya ve her ayın üçüncü gecesine kadar aya hilâl denir. 26 ve 27 nci gecelerdeki aya da hilâl, onda sonrakileri kamer denir. * Cami kubbeleri ve minâre külâhları tepesine konulan alemlerin hilâl şeklinde olan uç kısm
 
Geri
Top