Osmanlıcada ''H''ile başlayan kelimelerin anlamları

HİLÂLE
Ay ağılı, hâle.
HİLÂL-EBRU
f. Kaşı ay gibi olan. Hilâl kaşlı. Yeni ay gibi kaşı olan.
HİLALET
Samimi dostluk.
HİLALÎ
Yeni ay şeklinde olan. * Bir yazı stili.
HİLÂL-İ AHDAR
Yeşilay.
HİLÂL-İ AHMER
Kırmızı ay. Kızılay'ın önceki ismi.
HİLÂL-İ ÎD
Bayram hilali. Bayram edileceğinin anlaşılmasına sebeb olan hilâl.
HİLALÎ SAAT
Kalıbı gümüş olmayıp bakır veya tombak olan eski saatlere verilen addır.
HİLÂL-İ SAVM
Oruç hilâli. Ramazanın geldiği kendisi görünmekle bilinen hilâl.
HİLAL-İ SÜTUR
Satırların aralığı. Satırlar ortası.
HİLASÎ
(Hilâsiyye) Zenci ile beyaz melezi.
HİLAŞ
f. Gürültü, kavga, patırtı, şamata.
HİL'AT
Yüksek makamdaki zatların beğendiği kimseye ve takdir edilen zevata giydirdiği kıymetli, süslü elbise. Kaftan.
HİL'AT-DUZ
f. Kaftan diken, terzi.
HİL'AT-I VEDÂ
Tar: Osmanlılar zamanında saraya misafir edilen kimselere ayrıldıkları zaman giydirilen hil'at.
HİL'AT-I VÜCUD
Vücud elbisesi. Ruhun,içinde bulunduğu ten elbisesi. Cesed.
HİL'AT-İ FÂHİRE
Çok kıymetli ve değerli olan kaftan.
HİL'AT-İ HASS-ÜL HAS
Tar: En değerli kumaştan yapılan hil'atler için kullanılan bir tâbirdir. Bu türlü kaftanlar şeyh-ül İslâm, sadrazam ve Mekke şerifi gibi en yüksek derecedeki devlet memurlarına giydirilirdi.
HİLB
Asma yaprağı. * Ciğer. * Tırnak. * Tarp bitkisi * Zampara genç.
HİLBACE
Ahmak.
HİLBİLAB
Sarmaşık.
HİLBİSE
Şey.
HİLBUS
Ahmak.
HİLCAB
Büyük çömlek.
HİLE
Sed. Hâil. * Çare. * Maslahat ve hayırlı işlerde tedbirli ve tecrübeli olmak. * Aldatacak tarz ve tedbir. Fend. Mekir. Dabara. * Zeval ve intikal. * Sahtekârlık, yalancılık, düzenbazlık.
HİLEBAZ
f. Hileci, yalancı, düzenbaz, oyuncu.
HİLE-İ ŞER'İYE
Müşkül bir mes'eleyi, şer'i esaslar üzeri, hazakatla hall ve izah etmek ve şer'an muahaze ve mes'uliyeti mucib olmayacak surette te'vilini bulmaktır. Bu tabir kanuna, yani şeriata karşı irtikâb edilen, hile, oyun, aldatma veya şer'î bir hükmü bertaraf etmek mânasına olmayıp, ancak karışık bir durumun ve mes'elenin kanuni ve şer'i hal çaresini bulmak demektir. Buna, mahlâs-ı şer'i (Şer'i kurtuluş) da denir. (O.S.)
HİLEKÂR
f. Hileci, hilebâz.
HİLEKÂRANE
f. Hilekârcasına, hile yapanlar gibi.
HİLEKÂRÎ
f. Hilekârlık.
HİLEPERDAZ
f. Hile yapan, hileci.
HİLESAZ
f. Oyuncu, düzenbaz, hileci.
HİLF
(C.: Ahlâf) Sözleşme, söz verme. * Yardımlaşma, dayanışma. Birlik maksadıyla ittifak.
HİLHAL
(C.: Helâhil) Hallacın bezi iyi dokuması. * Seyrek kalbur.
HİLÎTEC
Hindistan eriği.
HİLKAM
Arslan, esed. *İri yapılı, cüsseli, şişman.
HİLKAT
Doğuştan gelen vasıf. Yaratma. Yaratılış.
HİLKATEN
Yaratılıştan. Doğuştan.
HİLKIYYAT
Yaratılışla alâkalı, hilkatte olan evsaf.
HİLKIYYET
Yaratılışta olma, hilkî olma.
HİLKÎ
Hilkate âit, yaratılıştan. Yaratılışa dâir. Yaratılışta. * Zâti.
HİLL
Helâl. Yapılması günah olmayan. * Harem-i Kâbe ile mikat arası, hac zamanında Mekke-i Mükerreme dışında ihrama girilen yerin haricinde bulunan saha.
HİLLE
İstasyon, durak.
HİLLET
(C.: Hillel - Hilâl) Samimi ve cân-ı gönülden olan dostluk. En güzel takdir edici ve samimi arkadaşlık. * Kılınç gediği. * Nakışlı deri. * Ağızda bâki kalan dişler. * Dişler arasında kalan yemek artığı.
HİLLET
Bir yere konup istirahat eden cemaat. * Yorgunluk. Kırgınlık. * Boşanmış kadının iddet müddetinin sona ermesi.
HİLLEVF
Kocamış, ihtiyarlamış. * Yalancı, hilekâr.
HİLM
Doğuştan olan huy yumuşaklığı. Şiddete tahammül. Nefsini heyecandan korumak. * Vakar. Sükûn.
HİLMAN
Çok, kesir.
HİLMÎ
Hilm'e ait ve hilm'e bağlı.
HİLM-İ HİMARÎ
İfrat derecede yavaşlık, yumuşak huyluluk.
HİLMİYYET
Yumuşaklık, yavaşlık, yumuşak huyluluk.
HİLV
Boş oluş. Boşluk. (Bak: Hulüv)
HİLYA'
Yırtıcı hayvanların küçüğü.
HİLYE
Güzel sıfatlar. Süs. Zinet. Cevher. Güzel yüz. * Kılıcın sapındaki veya kınındaki zinet. * Suret. Hey'et. Görünüş.
HİLYE-İ ŞERİF
Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) mübarek vasıflarını anlatan manzum veya nesir halindeki yazı.
HİLYUN
Marçopa denilen ot.
HİM
Deveye ârız olan susuzluk hastalığı. * Kürtçede: Temel, esas.
HİM
Huy, mizac, tabiat.
HİMAL
Yük getirmek, yük taşımak.
HİMALE
(C.: Hamayil). Kılıç kayışı.
HİMAN
Susuz, susamış.
HİMAR
Merkep. Eşek.
HİMARÎ
Himarla alâkalı. * Eşek gibi.
HİMAYE
Koruma. Korunma. Muzır şeylerden muhafaza etme.
HİMAYE-İ ETFAL CEMİYETİ
Çocuk Esirgeme Kurumu.
HİMAZE
Katılık, şiddet.
HÎME
f. Kütük, odun, kereste.
HİMEM
(Himmet. C.) Himmetler.
HİML
Yük. Taşınan ağırlık.
HİMLAC
Kuyumcular körüğü.
HİML-İ CESİM
Ağır yük.
HİMM
Suyu çok olan kuyu.
HİMMET
Kalbin bütün kuvveti ile Cenab-ı Hakk'a ve sâir mukaddesata yönelmesi. Kalb isteği ile gösterilen ciddi gayret. * Allah indinde makbul ve mübârek bir kimsenin mânevi yardımı ile birisini koruması, yardım etmesi. * Tabiî şevk ve meyil ve heves. * Lütuf, yardım. (Bak: Mahiyet)Himmet kelimesinin çok geçtiği bir ders:(S - Zindan-ı atalete düştüğümüzün sebebi nedir?C - Hayat bir faaliyet ve harekettir. Şevk ise matiyyesidir. İşte himmetiniz şevke binip mübareze-i hayat meydanına çıktığı vakit, en evvel düşman-ı şedid olan ye's rast gelir. Kuvve-i maneviyesini kırar. Siz o düşmana karşı kılıcını istimal ediniz. Sonra müzahametsiz olan hakkın hizmetinin yerini zapt eden meylüttefevvuk istibdadı hücuma başlar. Himmetin başına vurur, atından düşürttürür. Siz hakikatını o düşmana gönderiniz. Sonra da ilel-i müteselsiledeki terettübü atlamakla müşevveş eden aculiyet çıkar, himmetin ayağını kaydırır. Siz yu siper ediniz. Sonra da, medeni-i bittab' olduğundan ebnâ-yı cinsinin hukukunu muhafazaya ve hakkını onlar içinde aramağa mükellef olan insanın âmâlini dağıtan fikr-i infiradî ve tasavvur-u şahsî karşı çıkar. Siz de: olan mücahid-i âli-himmeti mübarezesine çıkarınız. Sonra başkasının tekâsülünden görenek fırsat bulup, hücum edip belini kırar. Siz de: olan hısn-ı hasîni himmete melce' ediniz. Sonra da acz ve nefsin itimadsızlığından neş'et eden ve işi birbirine bırakmak olan düşman-ı gaddar geliyor. Himmetin elini tutup oturtturur. Size de: olan hakikat-ı şâhikayı üzerine çıkarınız. Tâ o düşmanın eli o himmetin dâmenine yetişmesin. Sonra Allah'ın vazifesine müdahale eden dinsiz düşman gelir. Himmetin yüzünü tokatlar, gözünü kör eder. Siz de: olan kâr-âşinâ ve vazife-şinas olan hakikatı gönderiniz. Tâ onun haddini bildirsin. Sonra umum meşakkatin anası ve umum rezaletin yuvası olan meylürrahat geliyor. Himmeti kaydeder, zindan-ı sefalete atar. Siz de: olan mücahid-i âli-cenabı, o cellâd-ı sehhara gönderiniz. Evet size meşakkatta büyük rahat var. Zira fıtratı müteheyyiç olan insanın rahatı yalnız sa'y ve cidaldedir.)(Münazarat) (Velilerin himmetleri, imdatları, manevî fiilleriyle feyiz vermeleri, hâlî veya fiilî bir duadır. Hâdî, Mugîs, Muîn ancak Allah'dır. Fakat insanda öyle bir lâtife, öyle bir hâlet vardır ki, o lâtife lisaniyle her ne sual edilirse velev ki fâsık da olsun Cenab-ı Hak o lâtifeye hürmeten o matlubu yerine getirir. O lâtife pek uzaktan bana göründü ise de teşhis edemedim. M.N.)
HİMYAN
Dirhem koydukları kap ve kemer.
HİMYATA
(Süryanicedir ve Tevrat'ta geçer.) Resul-ü Ekrem Hz. Muhammed'in (A.S.M.) İbranice bir ismidir.
HİMYE
Perhiz. Yiyecek ve içecekte sıhhat için gösterilen ihtimam ve dikkat.
HİMYEVÎ
Perhiz ile alâkalı.
HÎN
An, zaman, vakit. Sıra. Çağ. * Kıyamet.
HİNA
Hurma salkımı. * Bir çeşit katran.
HİNA'
Hayvanın kösneyip erkek istemesi.
HÎNA
f. Şarkı söyleme.
HÎNA Kİ
Vakta ki, ne zaman ki.
HİNÂ-GER
f. Şarkıcı, şarkı söyleyen.
HİNAS
(Hünsâ. C.) Kendilerinde hem erkeklik, hem de kadınlık alâmetleri bulunan kimseler.
HİNBER
(C.: Henâbir) Eşek sıpası.
HİND
Hindistan'ın kısa adı. * Bir kadın adı. (Asr-ı saadette Hazret-i Hamza'nın ciğerlerini yiyen kadın, Ebu Süfyan'ın karısı.) * Fetva metinlerinde kadını temsil etmek üzere kullanılan umumi isimlerden birisi. Diğerleri: Fatıma, Hatice, Zeyneb.
HİNDEB
(Hindebâ-Hindebâe) Hindibâ, gündöndü çiçeği.
HİNDÎ
Hind'e ait. * Hind ahalisinden olan, Hindli. * Bugün konuşulan Hind dillerinin en yaygın ve tanınmış olanı. * Güzel sanatlarda kullanılan ve Hind'de yapıldığı için de bu ismi alan bir kağıt cinsi.
HİNDU
f. Satürn (Zühal) gezegeni. * Benek, ben. * Hind'in Brahman ahalisinden olan. * Hindliler gibi pek esmer adam.
HİNDUBAR
f. Yazı hokkası.
HİNDUVANE
f. Kavun, karpuz.
HİNDUVANÎ
Hindî kılıç.
HİNE
Onurlu olma hâli, gururluluk.
HÎNE
Bir vakit.
HÎNEİZİN
(Zaman zarfı) o zaman, o sıra.
HÎNEN
Zamanca, vakta, vakitçe, zaman olarak.
HÎN-İ HÂCET
İhtiyaca göre, ihtiyaç vakti.
HÎN-İ HACETTE
Lüzumlu zamanında, ihtiyaç olduğu vakit.
HÎN-İ SEFER
Yolculuk. * Ölüm zamanı. Sefer zamanı.
HİNK
Kır at.
HİNME
Boncuk adı.
HİNNA'
Kanat.
HİNNE
Cinnet, cünun, delilik.
HİNOĞLU
Zamanın adamı, açıkgöz, hilekâr kimse. İblis, şeytan, zamane, cin fikirli.
HİNS
(C: Ahnâs) Günah. * Yemin. * Ahdi bozmak. * Ağır yük.
HİNSARE
Küçük ve kısa.
HİNV
Eyer ağacı. * İyeği kemiğinin eğrice ucu.
HİPNOTİZMA
(Bak: İpnotizma)
HİPODROM
Fr. At yarışlarının yapıldığı alan.
HİPOTENÜS
Fr. Mat: Bir dik üçgende dik açının karşısında bulunan kenar. (Diğer kenarların her birerlerinden büyük, toplamlarından küçüktür.)
HİPOTEZ
(Bak: Faraziye)
HİR
Bir çeşit çiçek.
HİRABE
Şehir dışındaki yerlerde yapılan eşkiyalıklara katılma. Dağlarda yapılan haydutluklarda bulunma.
HİRAKA
Su dökmek.
HİRAKL
Bir Rum padişahı.
HİRAM
(Herem. C.) Piramitler, ehramlar.
HİRAM
f. Salınarak eda ve naz ile yürüme.
HİRAMİS (HİRMİS)
İnsanın üstüne sıçrayıp hamle eden arslan ve kaplan eniği.
HİRAN
Yavuzluk etmek. * Muti olmamak, itaat etmemek.
HİRAS
f. Korku. Şaşırıp bozulmak, ürküp çekinmek.
HİRASAN
f. Korkak, ürkek, korkan, çekinen.
HİRASE
f. Bostan korkuluğu. Korkutacak şey.
HİRASET
(Bak: Harâset)
HİRAVE
Değnek, asâ.
HİRBA
Bukalemun denen bir hayvan. * Mc: Devamlı fikir değiştiren kimse.
HİRBİZ
(C.: Harâbize) Mecusilerin ateşinin hizmetkârı.
HİRC
(C.: Ahrâc) Yılan başı dedikleri ufak beyaz boncuk. * Günah. * Göz kamaşmak.
HİRCAB
Uzun. * Büyük çömlek.
HİRCAS
Gövdeli, iri vücutlu, cesim.
HİRDEBE
Korkak, ihtiyar, yaşlı kimse.
HÎRE
(Bak: Hıyre)
HİRED-AMUZ
f. Öğretmen, muallim.
HİREF
(Hirfet. C.) Meslekler, san'atlar.
HİREK
Karaman koyunundan daha küçük yapıda, yassı ve geniş kuyruklu bir koyun cinsi.
HİRFET
(C.: Hiref) Meslek, san'at.
HİRMAN
Mahrum olmak, mahrum kalmak. (Aslı, mahrum etmektir)
HİRMAS
Arslan, esed.
HİRMEN
f. Harman.
HİRMET
Cima şehveti.
HİRR
Kedi.
HİRRE
Dişi kedi.
HİRSA
Azıcık derisi yarılan baş yarığı.
HİRSIYAN
Karın derisinin içi. * Fil derisinin içi.
HİRŞEMM
Yumuşak taş.
HİRTA
(C.: Hırâ) Zayıf dişi koyun.
HİRTAL
Uzun, tavil.
HİRVAL
(Hervele) Yürümek ile koşmak arasında bir nevi yürüyüştür.
HİRZUN
Bir küçük canavar.
HÎS
Meşelik. * Arslan yatağı.
HÎS
Ürkmek. * Kaçmak, firar.
HİSA
(C.: Ahsâ) Kumlu yerde olan dibi yakın kuyu.
HİSAB
(C.: Hisâbât) Hesap, aritmetik.
HİSABA ÇEKMEK
Hesap sormak, hesap aramak.
HİSAB-I AMELÎ
Mat: Pratik hesap, aritmetik.
HİSAB-I NAZARÎ
Mat: Teorik hesap.
HİSABÎ
Hesabını iyi bilen. * Mc: Tamahkâr, cimri, hasis, eli sıkı.
HİSAL
(Bak: Hısal)
HİSAN
Aygır, damızlık erkek at.
HİSAR
(Hasr. dan) Etrafını alma, kuşatma. * Kale. Etrafı istihkâmlı yer.
HİSAR ERİ
Kale muhafızı.
HİSARLI
Hisarla çevrili yer. * Hisarda oturan, kalede mukim. * Ask: Sınırlarda bulunan şehir ve kalelerde topçuya ait hizmetlerde kullanılan bir sınıf asker. Bunlara İstanbul'dan gönderilen "topçuağası" kumanda ederdi. Hisarlılar, bölük ve ortalara ayrılmamıştı. Sayıları sınırlı ve sabit değildi.
HİSBAN
Zan. * İtikat.
HİSBE
Ecir, sevap. * İslâm hukukunda, devlet muhasebesi. Muhasebe dairesi. * Huk: Hisbe, daha sonraki çağlarda zabıta, çarşı zabıtası, ahlâk zabıtası gibi değişik müesseselerin adı oldu.
HİSÎL
Dağ ağaçlarından bir cins. * Kısa boylu adam.
HİSKİL
(C.: Hasâkil) Her canavarın yavruları içinde küçük olanı.
HİSL
(C.: Husul) Yumurtasından yeni çıkmış olan kertenkele yavrusu.
HİSREME
Üst dudağın ortasında olan daire.
HİSS
Duymak. Farkına varmak. Duygu. * Bir kimsenin haline acıyıp rikkat ve şefkat eylemek. * Bir şeyi idrak edip şuur hâsıl eylemek. Bedendeki his uzuvlarından birisini müteessir eden bir şeyin mevcudiyetini idrak eylemek.
HİSSE
Pay. Nasip. Kısmete düşen kısım. Vârise intikal eden kısım.
HİSSE SENEDİ
Sermayesi paylara bölünebilen ticaret şirketlerinde, ortalıkdan doğan hakları ve sermaye payını temsil eden değerli evrak.
HİSSEÇİN
f. Hisse alma, pay alma.
HİSSEDAR
Hisse sâhibi, hissesi olan.
HİSSE-İ MÜFREZE
Fık: Bir toprağın taksiminde vârislerden her birisinin hissesine isabet eden yer.
HİSSE-İ ŞÂYİA
Fık: Müşterek bir malın her bir cüz'üne sirayet eden hisse, pay. * Ortaklar arasında taksim edilmemiş olan müşterek mal. Meselâ: Bir kitaba, bir kaç kişi ortak ve taksim de mümkün değil ise; her hissedarın kitabın umumuna sahip olması.
HİSSEMEND
f. Hisseli olan. Pay alan, nasipli. * Ders alan.
HİSSEN
His itibariyle, duygulanarak, hislenerek.
HİSSET
Cimrilik. Bahillik. Tamahkârlık. * Alçaklık.
HİSSEYAB
f. Hisselenen. Faydalanan. Hisse alan.
HİSSÎ
Duyguya ait, hisse müteallik. Ruhen ve kalben anlaşılan. Aklı muhakeme ile olmayıp his ile olan.
HİSS-İ KABL-EL VUKU'
Bir şeyi vukuundan önce hissetmek.
HİSS-İ SÂDİS
Altıncı hiss, altıncı duygu.(Kalb ile vicdan, mahall-i iman. Hads ile ilham, delil-i iman. Bir hiss-i sâdis, tarik-ı iman. Fikr ile dimağ, bekçi-i iman) (Lemaat. dan)
HİSS-İ SELİM
Selim his. Her çeşit zarar verebilecek olan, müsbet olmayan ve şerre giden şeylerden kendini koruma hissi. * Sağlam ve insanı yanıltmayan his.
HİSSİYAT
Duygular. Hisler.(İnsanda binlerle hissiyat var. Herbirisinin aşk gibi iki mertebesi var. Biri mecâzi, biri hakiki. Meselâ: Endişe-i istikbal hissi herkeste var; şiddetli bir surette endişe ettiği vakit bakar ki, o endişe ettiği istikbale yetişmek için elinde senet yok. Hem rızk cihetinde bir taahhüd altında ve kısa olan bir istikbal, o şiddetli endişeye değmiyor. Ondan yüzünü çevirip, kabirden sonra hakiki ve uzun ve gafiller hakkında taahhüd altına alınmamış bir istikbale teveccüh eder. Hem mala ve câha karşı şiddetli bir hırs gösterir, bakar ki: Muvakkaten onun nezaretine verilmiş o fâni mal ve âfetli şöhret ve tehlikeli ve riyâya medâr olan câh, o şiddetli hırsa değmiyor. Ondan, hakiki câh olan meratib-i maneviyeye ve derecat-ı kurbiyeye ve zâd-ı âhirete ve hakiki mal olan a'mâl-i sâlihaya teveccüh eder. Fena haslet olan hırs-ı mecazî ise, âlî bir haslet olan hırs-ı hakikiye inkılâb eder.Hem meselâ: Şiddetli bir inad ile; ehemmiyetsiz, zâil, fâni umurlara karşı hissiyatını sarfeder. Bakar ki, bir dakika inada değmiyen bir şey'e, bir sene inad ediyor. Hem zararlı, zehirli bir şey'e inad namına sebat eder. Bakar ki, bu kuvvetli his, böyle şeyler için verilmemiş. Onu onlara sarfetmek, hikmet ve hakikata münâfidir. O şiddetli inadı, o lüzumsuz umur-u zâileye vermeyip, âli ve bâki olan hakaik-i imaniyeye ve esasat-ı İslâmiyeye ve hidemat-ı uhreviyeye sarfeder. O haslet-i rezile olan inad-ı mecazî, güzel ve âlî bir haslet olan hakiki inada, yâni hakta şiddetli sebata inkılâb eder.İşte şu üç misal gibi, insanlar, insana verilen cihazat-ı maneviyeyi, eğer nefsin ve dünyanın hesabiyle istimal etse ve dünyada ebedî kalacak gibi gafilane davransa, ahlâk-ı rezileye ve israfat ve abesiyete medar olur. Eğer hafiflerini dünya umuruna ve şiddetlilerini vezaif-i uhreviyeye ve maneviyeye sarfetse, ahlâk-ı hamîdeye menşe,' hikmet ve hakikata muvafık olarak saadet-i dâreyne medar olur.İşte tahmin ederim ki, nâsihlerin nasihatları şu zamanda te'sirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler: "Hased etme! Hırs gösterme! Adavet etme! İnad etme! Dünyayı sevme!" Yâni, fıtratını değiştir gibi zahiren onlarca mâlâyutak bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki : "Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecralarını değiştiriniz. "Hem nasihat te'sir eder, hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur.M.)
HİSSİYAT-I HAFİYYE
Gizli hisler, duygular.(Ehl-i imana hücum eden ehl-i dalâlet, bu asır cemaat zamanı olduğu cihetle, cemiyet ve komitecilik mâyesiyle bir şahs-ı manevî ve bir ruh-u habis olmuş. Müslüman âlemindeki vicdan-ı umumî ve kalb-i küllîyi bozuyor ve avamın taklidî olan itikadlarını himaye eden İslâmî perde-i ulviyeyi yırtıyor ve hayat-ı imaniyeyi yaşatan an'ane ile gelen hissiyat-ı mütevariseyi yandırıyor. R.N.)
HİSSİYAT-I MÜTEVARİSE
Geçmiş ecdaddan yeni nesle intikal edip gelen hisler. (Hürmet ve hayâ hisleri gibi)
HİSSİYAT-I ULVİYE
Yüksek hisler, ulvi duygular.
HİSSİYET
Duygululuk, hissîlik.
HÎŞ
(C.: Hişân) f. Akraba. Aynı soydan olan.
HİŞAM
Kırmak. * Kesmek.
HÎŞAN
(Hîş. C.) f. Akrabalar. Aynı sülâleden olanlar.
HİŞAŞ
İçinde ot olan çuval.
HÎŞAVEND
f. Akraba, soysop.
HÎŞAVENDÂN
(Hîşâvend. C.) f. Akrabalar, soysoplar.
HİŞDAR
f. Temizlik kurallarına çok sadık olan ve riayet eden adam.
HİŞİN
Kokmuş tuluk.
HİŞMET
Hürmet. Heybet ve utanmak, istihyâ. Bozulup kalmak. * Gadap ve şiddet. Hiddet.
HİŞNE
Kin tutmak. * Çirkin ve pis kokmak.
HİŞT
Eskiden kullanılan, kısa el mızrağına benzer bir savaş âleti. Daha ziyade Osmanlı ordularında bulunan bu silâh, özellikle hassa birliklerine verilirdi.
HÎŞTEN
f. Kendi.
HÎŞTENDAR
f. Kendine iyi bakan, sağlığını koruyan.
HİŞVE
Yaramaz kimse. * Çok rezil kimse.
HÎT
Devekuşu sürüsü.
HİTAB
Söz söyleme. Topluluğa veya birisine karşı konuşma. (Bak: Fasl-ı hitab)
HİTABE(T)
Cemaate, topluluğa veya birisine karşı söz söylemek. Güzel ve faideli söz konuşmakla halka dinletmek. Güzel söz söyleme san'atı. Hutbe okuma. Nutuk irâdetmek. * Man: Makbul ve zannî mukaddemelerden terekküb eden kıyas.
HİTABEN
Birinin yüzüne söyleyerek, ona hitab ederek. Tevcih-i kelâm eyleyerek. Birine doğru hitab ederek.
HİTABET BERATI
Eskiden vazifeli cami hatiblerine, hatibliğe tayin olduklarına dair verilen vesika. (Osmanlı İmparatorluğu zamanında yan zamanda halife olan padişahı temsil eden, cuma ve bayram hutbelerine çıkan bu hatiblere pek fazla ehemmiyet verilirdi. Hitabet beratı olmayan hatibler, cuma ve bayramlarda hutbe okuyamazlardı.)
HİTABİYYAT
Hitabolunarak söylenen sözler.
HİTAFE
Çağırmak.
HİTAM
Son, nihayet. * Bir şeye mühür basmak. Yazının veya istidanın sonunu mühürlemek.
HİTAMPEZİR
f. Biten, hitâm bulun, sona eren, nihayet eren.
HİTAMUHU MİSKÜN
Onun mühürü (sonu) misktir, meâlinde Mutaffifîn Suresi'nin 26. âyetinden bir kısımdır. Onda Cennet nimetlerinden bahsedildiği gibi, bu kelâm tatbikatta sözün, sohbetin sonunu hoş ve güzel sözle bitirmeğe denilir. dersin veya sohbetin sonunda okunması ile söze nihayet verilmesi gibi.
HİTAN
Erkek çocuğun sünnet edilmesi. * Tenasül uzvunun sünnet yeri.
HÎTAN
(Hâit. C.) Duvarlar. Mânialar, hâiller, engeller. * Avlular.
HİTANET
Sünnetçilik.
HİTAR
Saçma söz, mânâsız kelâm.
HİTL (HETL)
Yorgun deve. * Yağmurun aralıksız olarak yağması. * Sürekli olarak gözyaşı akmak.
HİTR
Faydasız ve mânâsız söz, boş lâf, yalan.
HİTRAFÎ
Demirci. * Kuyumcu.
HİYAB
(Hiyâbet) Kabahat, suç, günah. * Kötü bir durumun başlangıcı. * Yokluk.
HİYAC
Vuruşma, kıtal. * Müteheyyiç olmak. Muztarib olmak. * Otun kuruması.
HİYADE
Evmek. * Tevbe etmek.
HİYAKET
Dokumacılık.
HİYAL
Taraf, yan, cânib. Hizâ. * Bir hayvanın kısır olma hâli.
HİYAM
(Himân. C.) Susayanlar, suya ihtiyacı olanlar.
HİYAM
(Hayme. C.) Çadırlar, haymeler.
HİYAMİYYE NEZARETİ
Tar: 1826 senesinde Yeniçeri Ocağı'nın ilgası üzerine kaldırılan Çadır Mehterleri yerine kurulan daire.
HİYAN
Zaman, devre.
HİYANET
(Bak: Hıyânet)
HİYASET
Dikmek.
HİYAT
Çağırmak.
HİYAT
(Hiyâtet) Bir şeyin etrafını çevirme.
HİYATA
(Hiyatet) Terzilik. Dikiş yapmak.
HİYAZ
(Hayz. C.) Kadınlarda meydana gelen aybaşı halleri.
HİYAZET
Toplama, bir araya getirme. * Bir şeyi kendine mal etme.
HİYEL
(Hile. C.) Aldatmacalar, hileler, sahtekârlıklar.
HİYELA
Kibir, gurur, enaniyet, kendini beğenmişlik.
HİYEM
(Hayme. C.) Çadırlar.
 
HİYERARŞİ
Fr. Mevkilerin, salâhiyeterin ve rütbelerin önem sırası. * Sıra gözetilerek yapılan herhangi bir tasnif. * Huk: Aynı teşkilâta bağlı kişiler arasında yukarıdan aşağıya bir kontrol imkânı veren ve bu suretle astı üste bağlayan alâka.
HİYEROGLİF
Fr. Eski Mısırlılar'ın yazısı.
HİYMAN
Susuz.
HİYNE
Vakar, ciddiyet.
HÎZ
f. Yükselme. * Hislenerek coşma. * Dalga.
HÎZ
f. Atılan, kalkan, sıçrayan.
HİZA
Bir şeyin karşısı, mukabili. Bir doğru çizginin devamı ile hâsıl olan cihet, düzlük, sıra. * Devenin ve atın ayakları altında yere bastığı yerler. * Nalin. * Taraf.
HİZAB
f. Rüzgârın etkisiyle deniz suyunda meydana gelen hareket, dalga.
HİZAB
Boya, levn. * Kına.
HİZAB(Î)
Kısa boylu bodur kimse.
HÎZAB-ENGİZ
f. Dalga kaldıran.
HİZAM
Kolan ve bağırdak denilen nesne. (Beşikte çocuklara bağlarlar.)
HİZAME
(C.: Hazâyim) Yular burunluğu.
HÎZAN
f. Kalkan, sıçrayan. * Bitlis vilâyetine bağlı bir kaza ismi.
HİZANE
(Hizânet) Hazine, kıymetli mücevheratın saklandığı yer. * Hazinedarlık. * Mc: Kalb, gönül, hatır.
HİZAYA GELMEK
Yola gelmek, düzelmek.
HİZB
Cemaat. * Takın, kısım, fırka. Parti. * Âlim ve sâlih bir zâtın re'yine tâbi olup onunla bir gaye uğrunda beraber çalışanlar.
HİZBA
(C.: Hazâbî) Engebeli arazi, ârızalı toprak.
HİZBER
(Hizebr) (C.: Hezâbir) f. Aslan, gazanfer. * Mc: Cesur, yiğit, kahraman, yürekli adam.
HİZBULLAH
Allah için din uğrunda ciddi gayret sâhibi olan ve din düşmanlarıyla aslâ hakiki dost olmayan mücahid cemaat. "Hizb-ül Kur'an" tabiri de aynı mânada kullanılır. (Kur'an-ı Kerim'de 5:56 ve 58:22 âyetlerinde zikredilir.)
HİZB-ÜL KUR'AN
Kur'an Cemaatı. Kur'an'a ciddi ve samimi olarak bağlanıp, ona hizmet için mücahidane bir surette çalışan ve fenâlıklardan korunan müslümanların topluluğu ve cereyanı. * Kur'an'ın bir cüz'ünün dörtte biri. * Zikir ve dua için Kur'an'dan alınmış bir kısım âyetler.
HİZB-ÜŞ ŞEYTAN
Şeytana ve nefislerine tâbi olanların grubu. Allah'ın kanun ve nizamına tâbi olmadan kafalarına güvenerek ve nefsanî arzularına uyarak gitmek isteyenler. Milleti, memleketi ve mukaddesatı yıkmağa çalışan ve ahlâksızlığa alıştıranların ve dinsizlerin topluluğu ve cereyanı.
HİZEBR
(Bak: Hizber)
HİZEBRAN
(Hizebr. C.) f. Aslanlar.
HÎZEM
f. Yakacak odun. Yakıt olarak kullanılan odun.
HÎZEMKEŞ
f. Odun yaran veya taşıyan köylü.
HÎZENDE
f. Sıçrayıcı, fırlayıcı.
HİZFER (HİZFÂR)
(C.: Hazâfır) Taraf. Nâhiye.
HİZİP GÜLÜ
Tezhib ıstılahlarındandır. Yazma mushaflarda hizblerin başına konulan işaretlere verilen addır.
HİZLAN
(Hezlan) Yalnız başına kalıp zelil olmak, yardımcısız kalmak. * Muhafaza ve rahmet-i İlâhiyeden mahrumiyet.
HİZMET
Birinin işini görme. Bir kimsenin hesabına veya menfaatına iş görme, bu suretle yapılan iş, vazife. Memuriyet. * Bir insan, hayvan veya nebatın muhtaç olduğu işler ve takayyüdat.
HİZMETGÜZAR
f. Komisyoncu. * Şunun bunun işini görüveren.
HİZMET-İ ASKERİYE
Askerlik hizmeti. Askerlik vazifesi.
HİZMET-İ İMANİYE
İmana ait hizmet. İman ve Kur'an hakikatlarının mukni ve ilmi delillerle anlaşılmasına hizmet etmek; neşrinde, tebliğinde çalışmak.
HİZMETKÂR
Hizmet yapan kimse. Hizmetçi.
HİZRİYYE
(C.: Hızari) Sağlam, sert yer.
HİZVE
Ganimet malını vermek. * Yan.
HİZY
Horluk, hakirlik. Züll. Sırrı fâş olmuş, rüsvay olmuş kimse.
HİZYE
Uzun kesilmiş et parçası.
HİZZE
Sürur, sevinç, neşe, neşat.
HİZZEB
Soylu at.
HOBİ
ing. Her zamanki çalışmaların haricinde yer alan dinlendirici bir merak veya işlem. Severek yapılan iş, vakit geçirme yolu.
HOCA
f. Muallim. Efendi. Muteber ve büyük zât.
HOCA TAHSİN EFENDİ (FİLÂTÎ)
(Vefatı: Mi. 1880) Yanya civarından (Filâtlı) olup Osmanlı Alimlerinin sonuncularındandır. Tarih-i Tekvin ve Esas-ı İlm-i Hayat gibi eserleri vardır.
HOCA-İ DÂNÂ
Âlimlerin hocası, çok büyük âlim kimse.
HOCA-İ KÂİNAT
Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir nâmı.
HOCA-VÂRİ
Hocaya benzer surette.
HOD
f. Kendi. * Miğfer, baş zırhı.
HODARA
(Hod-ârâ) f. Kendini süsleyen, kendini medheden, öven.
HOD-BE-HOD
f. Kendi başına, kendi kendine.
HODBİN
f. Başkasına hak tanımayıp, kendi lezzet ve menfaatını tâkib eden. Bencil. Enaniyetli. Kibirli.
HODBİNÎ
f. Hodbinlik. Kendi menfaat ve lezzetini düşünmek.
HODENDİŞ
(Hod-endiş) f. Kendini düşünen. Kendi için endişe eden. Başkasının işine yaramayan.
HODFURUŞ
f. Kendini beğendirmeğe çalışan. Övünen.
HODGÂM
(Hodkâm) f. Kendi keyfini düşünen. Kendini beğenmiş.
HODGEŞTE
f. Kendine dikkat etmeyen.
HODKÜŞ
f. Kendini öldüren, intihar eden.
HODNÜMA
f. Gösteriş meraklısı. Gösterişe meraklı olan kimse.
HODPEREST
f. Mağrur. Kendini çok beğenen. Kibirli.
HODPESEND
f. Kendini beğenen. Mağrur.
HODREY
f. Kendi bildiğine giden. Kendi rey ve fikriyle iş gören.
HODRİ MEYDAN
Kendine güvenen meydana çıksın! mânâsında meydan okuma, kafa tutma.
HODRU
f. Kendiliğinden.
HODSER
f. Dikbaşlı, âsi, serkeş. * Kendi kendine giden, müstakil.
HODSERÂNE
f. Dik başlılıkla, serkeşcesine. Kimseyi dinlemeden.
HODSİTA(Y)
f. Kendini öven, medheden.
HOKEÇ
Burulmuş erkek kuzu.
HOKKA
Cam, seramik veya metalden yapılmış küçük kutu biçimindeki kap. (Bilhassa içine mürekkep konulur.)
HOKKABAZ
Elçabukluğu ile birtakım şaşırtıcı oyunlar göstermeyi kendine meslek edinmiş kişi. * Mc: Başkalarını aldatarak yalan ve hile ile iş çeviren kimse.
HOKKA-İ BÎMAĞZ
Akılsız ahmak kimse.
HOKKA-İ MİNA
Sema, gök yüzü.
HOL
ing. Sofa.
HOLDİNG
ing. Bir şirketin diğer bir şirkete, onun idaresine hâkim olacak oranda iştirak etmesini ifade eden hukuki alâka.
HOMOGEN
Fr. Bütün elemanları aynı yapıda veya aynı keyfiyette olan. * Kim: Aynı cinsten olan. Çeşitli elementlerin birleşmesiyle meydana gelmelerine rağmen, bütün kütlelerinde aynı özellikleri gösteren maddelerdir.
HONA
Erkek geyik.
HOPPA
Herşeye girişen hafif mizaçlı çocuk tabiatında olan kimse. Yersiz davranışlarda bulunan, dilediğince davranan kişi. Delişmen, şımarık.
HOR
f. Kıymetsiz, ehemmiyetsiz. Adi. * Güneş, ışık, aydınlık. * Yiyen, yiyici anlamında olup, birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Miras-hor : Miras yiyen.
HORANTA
f. Aynı çatı altında yaşayan kişiler, ev halkı.
HORASAN
f. İran'ın doğusunda bir memleket adı. * Erzurum vilâyetine bağlı bir kasaba adı. * Tuğla tozu ile kireçten yapılan bir nevi sağlam harç ismi. * Kelime mânası: Doğan güneş.
HORASANÎ
f. Horasana ait. Horasanlı. * Sarıktan daha büyük görünen hoca kavuğu.
HORATA
(Rumca) Şaka, eğlence, lâtife, mizah.
HORDA
Fr. Göçebe ve ilkel olarak yaşayan, yağmacılık eden insan topluluğu.
HORLUK
Hakaret, zillet.
HORMON
yun. Salgı bezlerinden çıkıp kana katılan maddelerin genel adı.
HORNİTO
İsp. Küçük fırın. * Jeo: Genellikle patlamalar neticesinde meydana gelen, lâv fışkırmalarının volkan selleri yüzeyinde meydana getirdiği kabarcık.
HOROS
Tar: Eskiden İstanbul'da ekmekçi, francalacı ve uncu değirmenlerinde mevcut üst ve alt taşlarının bulunduğu ve etrafından hayvanın döndüğü yere, esnaf arasında verilen addır.
HORST
Alm. Jeo: Bir çukur veya hendeğin, tersine, faylar arasında yükselmiş kesimi.
HORTLAK
Bazıların hakikatsız ve batıl inanışına göre mezarda dirilip geceleri çıkarak dolaştığı tevehhüm edilen ölü. Cadı, vampir.
HOSPODAR
Osmanlı İmparatorluğunca XV. yy.dan 1866-1881'e kadar Boğdan ve Eflak'ı yönetmekle vazifelendirilen Romen prenslerinin ünvanı.
HOSTES
ing. Umumi taşıtlarda, daha ziyade uçaklarda yolcuları ağırlayan kız veya kadın.
HOŞ
f. İyi, güzel. * Tatlı. * Tuhaf, garip.
HOŞA
f. Ne güzel, ne iyi, ne hoş.
HOŞAB
f. Suyu, havası iyi olan yer. Parlak, berrak. Elmas, inci gibi şeylerin parlaklığı. * Hoşaf.
HOŞAFIN YAĞI KESİLMEK
Ist: Bozulmak, bir cevap bulamamak, mahcup olmak.
HOŞ-ALEF
f. Çok fazla yiyen hayvan. * Mc: Helâl haram demeden her şeyi yiyen kimse.
HOŞÂMED
f. Hoş geldi.
HOŞÂMED GÛ
f. Hoş geldin, diye söyleyen.
HOŞÂMEDÎ
Hoş geldin demek, hoş geldine gitmek.
HOŞANE
f. Güzel, iyi, lâtif.
HOŞAVAZ
f. Sesi güzel olan. Güzel sesli.
HOŞAYENDE
(C.: Hoşâyendegân) f. Hoşa giden, hoşlanılan, beğenilen.
HOŞBEŞ
Selâmsabah, hatır sorma, birbirine rastlayan iki ahbab arasında söylenilen ilk sözler.
HOŞBU
f. Güzel kokulu, hoş kokan.
HOŞBUDE
f. İyi oldu, iyi olurdu.
HOŞBUYÎ
f. İyi kokulu olmak, güzel kokmak.
HOŞDİL
f. Memnun, neşeli. Gönlü hoş.
HOŞE-ÇİN
(Bak: Huşeçin)
HOŞEDA
f. Hareket ve davranışı hoş ve güzel olan.
HOŞELHAN
f. Güzel ve hoş makale okuyan.
HOŞENDAM
f. Boyu bosu güzel ve düzgün olan.
HOŞGÛ
f. Hoş konuşan, tatlı dilli. Konuşmaları kırıcı olmayan.
HOŞGÜVAR
f. Hazmı kolay, tatlı, hoş, sindirici.
HOŞGÜZEŞTE
f. Hoş geçmiş tatlı zaman.
HOŞHAL
f. Hali vakti iyi, bahtiyar, mes'ud.
HOŞHAN
f. Okuyuşu güzel
HOŞHIRAM
f. Güzel yürüyüşlü, güzel gidişli.
HOŞKADEM
f. Uğurlu ayağı olan, ayağı uğurlu.
HOŞKALEM
f. Kâtip. İyi yazı yazan. * Hilekâr, hileci.
HOŞKÂM
f. Memnun, rahat, arzu ve isteklerine ulaşmış.
HOŞMANZAR
f. Manzarası güzel. Güzel görünen. * Mc: Güzel yüzlü. Siması güzel olan.
HOŞMENİŞ
f. Huyu, tabiatı iyi. Güzel huyları olan.
HOŞMEŞREB
f. Sevimli, güzel huylu.
HOŞNEVA
f. Sesi güzel olan. Güzel sesli.
HOŞNİGÂH
f. Güzel bakışlı.
HOŞNİHAD
f. İyi yaradılışlı, güzel huylu.
HOŞNİŞİN
(C.: Hoş-nişinân) f. Göçebe. * Rahat yerleşmiş.
HOŞNUD
f. Memnun, râzı, gönlü hoş edilmiş.
HOŞNUDLUK
Memnuniyet, râzılık.
HOŞNÜMA
f. Güzel görünen.
HOŞREFTAR
f. Gidişi, yürüyüşü güzel. Güzel gidişli.
HOŞRU(Y)
f. Tatlı yüzlü, sevimli.
HOŞSOHBET
f. Konuşması tatlı, sohbeti güzel.
HOŞTER
f. Daha lâtif, daha hoş.
HOTOZ
Eski zamanda kadınların başlarına giydikleri süslü serpuş. * Hayvan, kuş ve tavuk tepesi. * Yapıların ve eşyaların üzerine konulan tepelik.
HOV
Av kuşuyla yapılan av. * Av kuşunu, yanına celbetmeye mahsus bir kelime-i beynelmileldir.
HOVARDA
Sefih, çapkın. Malını mülkünü zevk u safa yolunda harcayan, sefâhette sarfeden.
HÖDÜK
Kaba, nezaketsiz. Gabi, acemi, vurdumduymaz.
HÖL
Yaşlık, nem, rutubet.
HÖRGÜÇ
Devenin sırtındaki tümsek.
HÖYÜK
Kazıldığında içinden eski eserler çıkan alçakça toprak tepe.
HU
O mânasına zamir olup, Kur'an-ı Kerim'de, bir Allah'tan başka ilâh olmadığını ifade eden ve kelime-i tevhid olan bu lâfzında şeklinde 26 defa zikredilmiştir. Müstakil olarak hüve diye okunur. (Bak: Hüve)
HUB
f. Hoş, güzel, iyi.
HUB
(Hâbb) Günah.
HUBAB
Muhabbet. * Mahbub, sevgili olan. * Su üzerinde olan kabarcık ki, habab-ül mâ' derler.
HUBAHİB
Yıldız böceği. * Bahil bir kimsenin adı.
HUBAK
(C.: Hubek) Suya ve kuma rüzgârın etkisiyle yol yol görünen yerler.
HUBAN
f. Güzeller, iyiler.
HUBANNAME
Edb: Güzel ve yakışıklı gençler hakkında yazılan kitap. (Güzel kadınlar hakkında yazılanlara ise "zenanname" denilir.)
HUBAR
Taşlı, yumuşak yer.
HUBARA
(C.: Hubârât) Toy kuşu.
HUBAS
Değirmen unluğu.
HUBASE
Selin derede kazıp yıktığı yerler.
HUBASE
Ganimet malı.
HUBA'SEN
(C.: Huba'senât) Yoğun ve katı nesne.
HUBAT
Cinnete benzer bir sefahet.
HUB-AVAZ
f. Güzel sesli, sesi güzel olan.
HUBB
(Hibâb - Hibb - Mehabbet) Sevgi, muhabbet, bağlılık, dostluk. Bir şeyi birisine sevdirmek. * Hulus, lüzum ve sübut. * Muhafaza ve imsâk.
HUBB
Hilekâr, dolandırıcı, aldatıcı, kurnaz.
HUBBAN
Habbeler, tâneler, tohumlar. (Hibeb de aynı meâldedir).
HUBBAZÎ
Ebegümeci.
HUBBE
Dostluk.
HUBB-U CAH
f. Şöhret düşkünlüğü, makam sevgisi. Rütbe hırsı.(İnsanda, ekseriyet itibariyle hubb-u câh denilen hırs-ı şöhret ve hodfüruşluk ve şan ü şeref denilen riyakârâne halklara görünmek ve nazar-ı âmmede mevki sahibi olmağa, ehl-i dünyanın her ferdinde cüz'î küllî arzu vardır. Hattâ o arzu için, hayatını feda eder derecesinde şöhretperestlik hissi onu sevkeder. Ehl-i âhiret için bu his gayet tehlikelidir. Ehl-i dünya içinde gayet dağdağalıdır; çok ahlak-ı seyyienin de menşeidir; ve insanların da en zaif damarıdır. Yâni: Bir insanı yakalamak ve kendine çekmek, onun o hissini okşamakla kendine bağlar; hem onun ile onu mağlub eder. M.)
 
HUBB-U CAH
Makam ve mansıb sevgisi.
HUBB-U EHL-İ BEYT
f. Ehl-i Beyt'e olan sevgi ve bağlılık. Hz. Peygamber'in (A.S.M.) neslinden gelenleri, onun izinden gidenleri ve onun yolunda sâdık olup sebat edenleri sevmek.
HUBB-UL VATAN
Vatan sevgisi.
HUBEB
(Habbe. C.) Buğday, mısır, arpa gibi ufak ve yuvarlak nebatatın taneleri.
HUBESA
(Habis. C.) Habisler, pis şeyler. * Abdestsiz, gusülsüz gezen pis kâfirler.
HUBEYB
(Hubeybe) (C.: Hubeybât) Küçük tane, ufak tane, tanecik.
HUBEYBAT
(Hubeybe. C.) Küçük tanecikler.
HUBÎ
f. Güzellik.
HUBLA
Gebe, hâmile.
HUBLE
Boyuna takılan süs eşyası.
HUBNE
Koltuk altına koyup getirilen şey. * Kaftan eteği. * Don.
HUBR
Bilme, ilim. * Sınamak, tecrübe.
HUBRE
Etten ve balıktan aldıkları hisse.
HUBRU(Y)
(C.: Hubruyân) Yüzü güzel olan. Güzel yüz.
HUBS
Vakfolan nesne.
HUBS
Kötülük, fenalık, yaramazlık.
HUBSE
Tutuk mânâsına bir isim.
HUBŞ
Sesi güzel olan bir kuş.
HUBTER
(Hub-terin) f. En güzel, pek güzel.
HUBU'
Çocuğun ağlamaktan dolayı sesinin kesilmesi.
HUBUB
Tohumlar, tâneler.
HUBUB
(Hubüb) (Habâb. C.) Su üzerinde kabarcıklar.
HUBUBÂT
Habbeler, tâneli nebatlar, taneler.
HUBUL
El ve ayak kesmek.
HUBUL
(Habl. C.) Urganlar, ipler, halatlar.
HUBUR
Haberler. Havadisler.
HUBUR
Sevinç, sürur, gönül ferahlığı. Şadüman olmak. * Âlimler.
HUBUT
Aşağıya inme, düşme.
HUBUT
Bâtıl olmak. Beyhude, işe yaramaz olmak.
HUBÜK
(Habîke ve Hibak. C.) Habîkeler ve hibaklar. (Bak: Habîke)
HUBÜS
Necaset, çirkinlik.
HUBZ
Ekmek.
HUBZE
Ekmek parçası. Bir parça ekmek. * Kül pidesi.
HUBZ-I ŞAÎR
Arpa ekmeği.
HUBZ-İ HINTA
Buğday ekmeği.
HUC
f. Horoz ibiği. * Kuş tacı, ibik. * Koç. * Horoz ibiği adlı bir çiçek.
HUCEE
Çok nikâh ve çok cima eden erkek. * Şişman ve ağır kimse.
HUCESTE
f. Saâdetli, mutlu. Hayırlı, uğurlu, meymenetli.
HUCESTE-HİSAL
f. Güzel huylu, tabiatı uğurlu.
HUCESTE-RE'Y
Reyi, fikri ve düşüncesi isabetli ve uğurlu.
HUC-İ HURUS
Horoz ibiği.
HUC-İ HÜDHÜD
İbibik ibiği, hüdhüd kuşunun ibiği.
HUCNE
Kuşak.
HUCRE
(Bak: Hücre)
HUCUB
(Hicab. C.) Perdeler, hicablar, hâiller.
HUCURAT
(Hücre. C.) Hücreler, odacıklar.
HUCURAT SURESİ
Kur'an-ı Kerim'de 49. suredir. Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur.
HUCZE
(C.: Hucez) Kuşak yeri. * Ateşli odun parçası.
HUD
f. Miğfer, baş zırhı.
HUD
(Hâid. C.) Büyüklük. * Çok hürmet. * Bir Peygamber ismi. Rıfk, sükun ve vakar ile muttasıf olduğu için bu Peygambere Hud ismi verilmiştir. (A.S.) Yahudilere de bu isim söylenilmiştir. Nuh tufanından sonra Yemen diyarında Hadremud civarında Ahkaf denilen yerde Ad Kavmine gönderilen Peygamber Hud (A.S.) idi.
HUD SURESİ
Kur'an-ı Kerim'de 11. sure olup Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur.
HUDA
f. Rabb. Sâhib. Cenab-ı Hak. Hâlık.
HUD'A
Hile, oyun. Aldatma. Düzen. Mekir. * Bir kere aldanmak. * Herkese aldanan. Safdil.
HUDABİN
Hakkı ve hakikatı gören. Cenâb-ı Hakk'ı tanıyan.
HUDADAD
f. Allah vergisi. Mevhibe-i İlâhî.
HUDAHAN
f. Şehâdet parmağı.
HUD'AKÂR
f. Oyuncu, düzenbaz, hilekâr.
HUD'AKÂRÎ
f. Düzenbazlık, hilekârlık, oyunculuk.
HUDANEGERDE
f. Allah göstermesin.
HUDAPEREST
Allah'a ibadet eden. Dindar.
HUDAPESEND
f. Allah'ın beğeneceği şey.
HUDARA
Karanlık gece. * Siyah bulut.
HUDARA
f. Allah için, Allah aşkına.
HUDARE
Deniz.
HUDARET
Yeşillik. Sebze.
HUDARİ'
Bahil kimse.
HUDARÎ
Arı kuşu.
HUDARİYYE
Tavşancıl kuşu. * Karanlık gece.
HUDAŞİNAS
f. Allah'ı tanıyan, Allah'a iman eden.
HUDAVEND
f. Allah, Hâlık, Rabb. * Sâhib, malik, efendi. * Hükümdar, hâkim.
HUDAVENDÎ
f. Hudavendilik, sâhiplik, hükümdarlık.
HUDAVENDİGÂR
f. Hükümdar, âmir, efendi, sahib. * Osmanlı padişahlarından 1. Murad Han Gazi'nin (1362 - 1389) lâkabıdır ve bu sebeple, şehzadeliğinde valilik yaptığı Bursa vilâyetine de Cumhuriyete kadar bu nam verilmişti.
HUDAVER
Sahip, mâlik. * Bey, hâkim, efendi.
HUDAY
f. Allah, Rabb.
HUDAYGÂN
f. Büyük hükümdar, yüce sultan, ulu pâdişah.
HUDAYÎ
f. Hudâlık, uluhiyyet. Allah'lık. * Allah'a mensub.
HUDAYİNABİT
Ekilmeden biten ot veya ağaç. * Hiç bir talim ve terbiye görmemiş adam.
HUDDAM
Hizmette bulunanlar. Hizmetçiler. * Cin taifesinden olan hizmetçi.
HUDDE
Çukur.
HUDENA
(Hadîn. C.) Sâdık dostlar, vefakâr arkadaşlar.
HUDER
Kökü derin olan ot.
HUDEYBİYE
Mekke-i Mükerreme'den Medine-i Münevvere'ye giden yolun üzerinde ve Mekke'den bir merhale uzaklıkta küçük bir köy olup, yakınında bir kuyu ve bir ağaç vardır ki, bu ağacın altında Hz. Fahr-i Kâinat Efendimize (A.S.M.) beşinci hicri senede eshabı tarafından biat olunmuştur. Hicretten beş sene on ay geçtiğinde Hz. Peygamber, maiyetindeki Muhacirîn ve Ensar'dan 1400 kişi bulunduğu halde umre niyetiyle Kâbe-i Şerife'yi ziyaret maksadıyla gidip bu yere vardıklarında Kureyş'in harp için karşı çıktıklarını haber alması üzerine, harp niyetiyle gelmeyip ancak sıla-i rahm ve Beytullah'ı ziyaret niyetiyle geldiklerini beyan buyurmuşlarsa da, Kureyş o sene Hz. Peygamber'le müslümanların Mekke'ye girmelerine razı olmayıp ertesi sene kabul edecekleri şartıyla ve diğer bazı şartlarla muahede akd etmişlerdir. Bunun üzerine mezkur sahabeler Hudeybiye'nin yakınında bulunan ağacın altında Hz. Peygamber Efendimize biat ettikten sonra Medine-i Münevvere'ye dönmüşlerdir.( ifade ediyor ki: Sulh-u Hudeybiye, çendan zahiri İslâm aleyhinde görülmüş ve Kureyşliler bir derece galip görünmüş olduğu halde mânen Sulh-u Hudeybiye, manevî büyük bir fetih hükmünde olacak ve sair fütuhatın da anahtarı olacak diye ihbar ediyor. Filhakika, Sulh-u Hudeybiye ile çendan maddi kılınç, kılıfına muvakkaten konuldu. Fakat Kur'an-ı Hakîm'in bârika-âsa elmas kılıncı çıktı, kalbleri akılları fethetti. Musâlaha münasebetiyle birbiriyle ihtilât etiler. Mehâsin-i İslâmiyet, envâr-ı Kur'aniye, inad ve taassubat-ı kavmiye perdelerini yırtarak, hükmünü icra ettiler. Meselâ: Bir dâhiye-i harp olan Halid Bin Velid ve bir dâhiye-i siyaset olan Amr İbn-ül As gibi, mağlubiyeti kabul etmiyen zatlar, Sulh-u Hudeybiyye ile cilvesini gösteren seyf-i Kur'anî, onları mağlup edip, Medine-i Münevvere'ye kemal-i inkıyad ile İslâmiyete gerdendade-i teslim olduktan sonra, Hazret-i Halid bir "Seyfulah" şekline girdi ve fütuhat-ı İslâmiyenin bir kılıncı oldu.Mühim bir sual: Fahr-ül Âlemîn ve Habib-i Rabb-ül Âlemîn Hazret-i Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sahabelerinin, müşrikîne karşı Uhud'un nihayetinde ve Huneyn'in bidayetinde mağlubiyetinin hikmeti nedir?Elcevab: Müşrikler içinde o zamanda saff-ı sahabede bulunan ekâbir-i sahabeye istikbalde mukabil gelecek Hazret-i Halid gibi çok zatlar bulunduğundan şanlı ve şerefli olan istikballeri nokta-i nazarında bütün bütün izzetlerini kırmamak için, hikmet-i İlahiyye, hasenat-ı istikbaliyelerinin bir mükâfat-ı muaccelesi olarak mazide onlara vermiş, bütün bütün izzetlerini kırmamış. Demek mazideki sahabeler, müstakbeldeki sahabelere karşı mağlup olmuşlar. Tâ o müstakbel sahabeler, berk-i süyuf korkusuyla değil, belki bârika-i hakikat sevkiyle İslâmiyet'e girsin ve o şehamet-i fıtriyeleri çok zillet çekmesin. L.)
 
HUDIY
Dağ eteğinde olan taş.
HUDİR
Yumuşak taze ot.
HUDM
Her nesnenin kökü.
HUDME
Çabuk kaynayan çömlek.
HUDR
Sıçramak. Seğirtmek.
HUDR
Yeşillik.
HUDRA
(Bak: Hadrâ)
HUDRE
Göz kapağının içinde çıkan çıban.
HUDRET
Yeşillik. * Yeşil renklilik.
HUDRÎ
Kara eşek.
HUDU'
Alçaklık etmek.
HUDU'
Eğilip tevâzu etmek.
HUDUD
(Hadd. C.) Sınırlar, hudutlar. * Uçlar. Bucaklar. * Şeriatın cezâ hükümlerinin tatbiki.
HUDUD
(Hadd. C.) Yanaklar. * Cemâatler. * Yeri kazmalar. Yeri yarık etmeler. * Çiçek yaprakları.
HUDUDNAME
f. Memleket sınırını belirleyen vesika. Harp veya diğer bir ihtilaf sonunda iki taraf murahhaslarınca yerinde tetkik edilerek tanzim olunan harita ve rapor. * Memleket dahilindeki bir çiftlik veya arazinin sınırlarını göstermek üzere yapılmış olan vesika.
HUDUD-U MEMALİK
Memleket hudutları. Ülkenin sınırları.
HUDUD-U ŞER'İYYE
Şer'i hadler. Muayyen suçlara karşılık tatbik edilen şer'i cezâlar.
HUDUMME
Kolları kalın olan. * Büyük emir.
HUDUR
Hazırlık.
HUDUR
Aşağı indirmek. * Bir yeri şişmek.
HUDUS
Yeniden meydana gelme. Sonradan peyda olma. Yok iken vücuda gelme.
HUDUS VE İMKÂN
Usul-üd din ve İlm-i kelâmın dâhi ulemâsının ve Hükemâ-i İslâmiyyenin gördükleri ve hadsiz bürhanlar ile isbat ettikleri hudus ve imkân hakikatları.(Onlar demişler ki: Mâdem âlemde ve her şeyde tegayyür ve tebeddül var, elbette fânidir, hâdistir, kadim olmaz. Mâdem hâdistir elbette onu ihdâs eden bir Sâni' var. Ve mâdem her şeyin zâtında vücudu ve ademi, bir sebep bulunmazsa müsâvidir. Elbette vâcib ve ezeli olamaz. Ve mâdem muhal ve bâtıl olan devir ve teselsül ile birbirini icâdetmek mümkün olmadığı kat'i bürhanlarla isbat edilmiş. Elbette öyle bir Vâcib-ül Vücudun mevcudiyeti lâzımdır ki, naziri mümteni, misli muhal ve bütün mâadâsı mümkin ve mâsivâsı mahluku olacak. Evet hudus hakikatı, kâinatı istilâ etmiş. Çoğunu göz görüyor. Diğer kısmını akıl görüyor. Çünkü; gözümüzün önünde her sene güz mevsiminde öyle bir âlem vefât eder ki, her birisinin hadsiz efradı bulunan ve her biri zihayat bir kâinat hükmünde olan yüzbin nevi nebatât ve küçücük hayvanat o âlem ile beraber vefât ederler. Fakat o kadar intizamla bir vefattır ki; haşir ve neşirlerine medar olan ve rahmet ve hikmetin mu'cizeleri, kudret ve ilmin harikaları bulunan çekirdekleri ve tohumları ve yumurtacıkları baharda yerlerinde bırakıp, defter-i a'mâllerini ve gördükleri vazifelerin programlarını onların ellerine vererek, Hafiz-i Zülcelâlin himayesi altında hikmetine emânet eder. Sonra vefat ederler. Ve bahar mevsiminde haşr-i a'zamın yüzbin misâli ve nümune ve delilleri hükmünde olarak o vefat eden ağaçlar ve kökler ve bir kısım hayvancıklar, aynen ihya ve diriliyorlar. Ve bir kısmının dahi kendi yerlerinde emsalleri ve aynen onlara benzeyenleri icad ve ihya olunuyor ve geçen baharın mevcudatı, işledikleri amellerin ve vazifelerin sahifelerini ilânat gibi neşredip âyetinin bir misalini gösteriyorlar. Hem hey'et-i mecmua cihetinde her güzde ve her baharda büyük bir âlem vefat eder ve tâze bir âlem vücuda gelir. Ve o vefat ve hudus o kadar muntazam cereyan ediyor ve o vefat ve hudusda gayet intizam ve mizanla o kadar nevilerin vefiyatları ve hudusları oluyor ki; güya dünya öyle bir misafirhânedir ki, zihayat kâinatlar ona misâfir olurlar ve seyyah âlemler ve seyyar dünyâlar ona gelirler, vazifelerini görürler, giderler. İşte bu dünyada böyle hayatdar dünyâları ve vazifedar kâinatları kemâl-i ilim ve hikmet ve mizanla ve müvâzene ve intizam ve nizamla ihdâs ve icad edip, Rabbanî maksadlarda ve İlâhî gayelerde ve Rahmanî hizmetlerde kadirâne istimal ve rahimane istihdam eden bir Zât-ı Zülcelâl'in vücub-u vücudu ve hadsiz kudreti ve nihayetsiz hikmeti bilbedahe, güneş gibi akıllara görünüyor. Ş.)(Gelelim imkân bahsine: Mütekellimîn demişler ki:İmkân mütesâviyy-üt-tarafeyn'dir. Yâni, adem ve vücud ikisi de müsâvi olsa, bir tahsis edici, bir tercih edici, bir mucid lâzımdır. Çünkü, mümkinat birbirini icâd edip teselsül edemez. Yâhut, o onu, o da onu icad edip devir suretinde dahi olamaz. Öyle ise, bir Vâcib-ül Vücud vardır ki, bunları icad ediyor. S.)(İmkân ciheti ise; o da kâinatı istilâ ve ihâta etmiş. Çünkü görüyoruz ki, herşey, külli ve cüz'i bulunsun, büyük ve küçük olsun, arştan ferşe, zerratdan seyyârâta kadar her mevcud, mahsus bir zat ve muayyen bir suret ve mümtaz bir şahsiyet ve has sıfatlar ve hikmetli keyfiyetler ve maslahatlı cihazlar ile dünyaya gönderiliyor. Halbuki, o mahsus zâta ve o mâhiyete, hadsiz imkânat içinde o hususiyeti vermek, hem suretler adedince imkânlar ve ihtimâller içinde o nakışlı ve fârikalı ve münâsib o muayyen sureti giydirmek; hem hemcinsinden olan eşhâsın mikdarınca imkânlar içinde çalkanan o mevcuda o lâyık şahsiyeti imtiyazla tahsis etmek; hem sıfatların nev'leri ve mertebeleri sayısınca imkânlar ve ihtimaller içinde şekilsiz ve mütereddid bulunan o masnua, o has ve muvafık maslahatlı sıfatları yerleştirmek, hem hadsiz yollar ve tarzlarda bulunması mümkün olması noktasından, hadsiz imkânat ve ihtimalât içinde mütehayyir, sergerdan, hedefsiz o mahluka, o hikmetli keyfiyetleri ve inâyetli cihazları takmak ve techiz etmek, elbette külli ve cüz'i bütün mümkinat adedince ve her mümkinin mezkur mâhiyet ve hüviyet, hey'et ve suret, sıfât ve vaziyetinin imkânatı adedince, tahsis edici, tercih edici, tâyin edici, ihdas edici bir Vacib-ül Vücud'un vücub-u vücuduna ve hadsiz kudretine ve nihâyetsiz hikmetine ve hiçbir şey ve hiçbir şe'n O'ndan gizlenmediğine ve hiçbir şey O'na ağır gelmediğine ve en büyük bir şey en küçük bir şey gibi O'na kolay geldiğine; ve bir baharı bir ağaç kadar ve bir ağacı bir çekirdek kadar sühuletle icad edebildiğine işaretler ve delâletler ve şehadetler, imkân hakikatinden çıkıp, kâinatın bu büyük şehadetinin bir kanadını teşkil ederler. Ş.)
HUDUŞ
Kaşımaktan ve tırmalamaktan dolayı olan yara.
HUFAL
Çok.
HUFALE
Arpa, buğday ve pirinç kabuğundan saçılan. * Her kabuklunun arınıp pâk olanı. * Her nesnenin kemi ve yaramazı. * Yağ tortusu. * Şıra sıkıntısı ve kepeği.
HUFARE
Ahd. * Ücret. * Hayâ şiddeti.
HUFAS
Isırdığı yer acımayıp zarar vermeyen yılan.
HUFDUD
Bir kuş ismi.
HUFF
Abdest alınırken üzerine meshedilebilen mest vs. gibi ayakkabı. * Deve tabanı isimli bir nebat.
HUFFAŞ
Yarasa. Gece kuşu.
HUFFAZ
(Hâfız. C.) Hâfızlar.
HUFNE
(C.: Hufün) Çukur.
HUFRE
Ahd, söz.
HUFRE
Kazılmış çukur. Oyuk.
HUFRETEYN
İki çukur. İki delik.
HUFRETEYN-İ ENF
Burun delikleri.
HUFTE
(C.: Huftegân) Yatmış, uyumuş.
HUFTE-GÂN
(Hufte. C.) f. Yatmış olanlar, yatıp uyumuş olan kişiler.
HUFTE-GÎ
f. Yatıp uyuma.
HUFUF
Maişet şiddeti, geçim zorluğu. * Darlık.
HUFUK
Dolanmak.
HUFUT
Sâkin olmak. Ateşin sönmesi. * Sesin kesilmesi.
HUFVE
Yalın ayak olmak.
HUFYE
Saklanma, gizlenme. * Etrafı herhangi bir şeyle ihata edilen şey.
HUH
(C.: Huvhât) Şeftali. * Duvardaki ışık girecek delik.
HUK
f. Domuz, hınzır.
HUKB
(C.: Ahkâb) Seksen yıl.
HUK-BAN
f. Domuz çobanı.
HUKERDE
f. Terlemiş.
HUKEŞAN
f. Tar: Hacı Bektaş şeyhinin Yeniçeri Ocağı nezdindeki vekiline mahsus doksandokuzuncu ortaya 1591 senesinde tâyin olunan Bektaşi müritleri hakkında kullanılır bir tâbirdi. Yeniçeri ocağından yiyip içen ve yeniçeri odalarında yatıp kalkan bu duacıların vazifeleri sabah akşam ordunun selâmet ve muvaffakiyetine dua etmekti. Bunun haricinde merasim esnasında bunlardan sekiz tanesi, yeniçeri ağasının atının önünde yeşil çuha üst elbiseleriyle iki yumruğunu mideleri üstüne bastırarak yürürlerdi. Bu sekiz bektaşiden en kıdemlisi yüksek sesle "Kerim Allah" der, diğerleri de "Hu" diye mukabele ederlerdi. Bundan dolayı bunlara Hukeşan denilmiştir. (O.T.D.S.)
HUKK
(C.: Hukuk-Hıkâk) Hokka.
HUKKA
(C.: Hukuk) Küçük kutu. Hokka.
HUKNE
Tıb: Şırınga. * Şırınga edilen ilâç.
HUKUK
(Hakk. C.) Haklar. * İnsanın cemiyet hayatında riâyet etmesi lâzım gelen kaideler, esaslar, yâni; şer'i ve adli hükümler. Haklıyı haksızdan ayıran kaideler. * Şeriat kitablarında yazılı olan haklar, kanunlar ve kaideler. * Üniversitenin hukuk tahsili yaptıran kısmı. * Hukuk Fakültesi.
HUKUKÇU
Hukuk mütehassısı. Hukuku meslek edinen kimse. Avukat, müdde-i umumi "savcı" ve hâkim.
HUKUKÎ
(Hukukiyye) Hukuka ait, hukuk işleriyle alâkalı.
HUKUKİYYAT
Hukuk bilgisi.
HUKUKPERVER
f. Geçmişi unutmayan, haklara hürmetkâr kimse. Vefalı ve sâdık dost.
HUKUKŞİNAS
Hukukçu, hukuk ilmini bilen. * Vefâlı kimse. Sâdık dost.
HUKUK-U CEZAİYYE
Ceza hukuku.
HUKUK-U GAYR-İ MEKTUBE
Kanunlarda mevcud olmayan örf ü âdet ve teâmül kabilinden olan haklar.
HUKUK-U İBAD
Fık: Akidler ve muamelelerle alâkalı hukuk. İnsanlarla olan muamelelerimizdeki haklar. Ferde ait olan hususi haklar. (Bak: Musibet-i amme)
HUKUK-U İSLÂMİYE
İslâm hukuku.(1937 senesinde "Lâhey"de ikinci defa olarak toplanan bir hukuk konferansına vaki olan dâvete mebni Mısır Cami-ül Ezher'i heyet-i ilmiyesi nâmına, iki İslâm âlimi de iştirak etmiş idi. Ezher mümessilleri, bu konferansta iki esaslı mevzu hakkında mütalaada bulunmuştur. Bu mevzulardan biri: "Şeriat-ı İslâmiye: İslâm hukuku nazarında medenî ve cinaî mes'uliyetler"; diğeri de "İslâm hukukuyla Roma kanunları arasında bir alâka olup olmaması ve İslâm hukukunun Roma kanunlarından müteessir olduğuna dair bazı müsteşriklerin zuumlarını red mes'elesi" idi.Ezher mümessillerinin mütalaaları, İslâm hukukunun yüksekliği ve içtimaî hayatı en mükemmel bir surette mütekeffil bulunması hususunda konferanstaki Avrupa'lı âzanın takdirlerini celb etmiş, bunun neticesinde konferansın bütün âzası, rey birliğiyle aşağıdaki maddeleri karar altına almışlardır:1- Şeriat-ı İslâmiye (İslâm Hukuku), umumi hukukun (mukayeseli hukukun) kaynaklarından biridir.2- İslâm hukuku canlıdır, tekâmüle salihtir.3- İslâm hukuku, bizatihâ kaimdir, başkalarından alınmış değildir.4- Birinci mevzu (Yani: İslâm hukukundaki mes'uliyet bahsi) Konferansın siciline Arapça ile tescil edilecektir. Bu, kendisine müracaat edilmek için hazırlanan mecmua-i ilmiyede de nazara alınacaktır.5- Arapça, konferansta istimâl edilecek ve müstakbel devrelerde de buna devam edilmesi tavsiye olunacaktır.Velhasıl: İslâm hukukunun bu müstakil, yüksek mahiyeti; onu güzelce tetkik eden zatlar tarafından her zaman itiraf edilmektedir. Ancak şunu da ilâve edelim ki: İslâm hukuku, kudsi ve istisnai bir mahiyeti haizdir; bunun başka hukuk müesseselerinden istifade etmiş olması düşünülemez. Fakat Avrupa hukuku, ale-l-ıtlak İslâm fıkhından ve bilhassa Endülüsde ve Afrikada ziyade intişarı cihetiyle Maliki fıkhından pek çok müstefid olmuştur. (Ist. Fık. K.)
HUKUK-U MEDENÎ
Umumi mânada: Temel hak ve hürriyetler ve medeni haklar. Avrupaî mânada ise: Lâik hukuk sistemi, medeni hukuk.
HUKUK-U MEKTUBE
Kanunlarda yazılı olan haklar.
HUKUK-U MEVZUA
Konulmuş kanunların meydana getirdiği hukuk.
HUKUK-U MİLEL
Beynelmilel hukuk. Milletlerarası hukuk.
HUKUK-U SİYÂSİYYE
Siyasi haklar. Memleket idâresini ve halkın hakkını tanıyan hükümlerin tamamı.
HUKUK-U TABİİYYE
İnsanın fıtratında bilkuvve mevcut olup, hak ile bâtılı, iyi ve fenayı bildiren ve insanların toplu bir şeklide yaşamalarını mümkün kılan hükümler.
HUKUK-U TEAMÜLİYYE
Memleketin ahlâkını ve âdatını bildiren örf mânasında kullanılır.
HUKUK-U UMUMİYYE
Cemiyetin bütün fertlerine şâmil olan haklar. (Mülkiyet hakkı, iştirak hakkı vs. gibi.)
HUKUK-U ZEVCİYE
Karı ile kocanın birbirlerine karşı hâiz olduğu haklar. Aile hukuku.
HUKUKULLAH
Fık: İbadetler ve İlâhî cezalar, ukubetlerle alâkalı haklar. * Hukukullah umuma taalluk edip, yalnız bir şahsa âid olmayan ahkâm demektir. Bunlar hukuk-u umumiyeden ibarettir. Cenab-ı Hakk'a izafesi, tazim ve ehemmiyetine işaret içindir (T.H.L.)(Nasıl "Hukuk-u Şahsiye" ve bir nevi "Hukukullah" sayılan "Hukuk-u Umumiye" namiyle iki nevi hukuk var. Öyle de: Mesail-i şer'iyede bir kısım mesâil, eşhasa taalluk eder; bir kısım, umuma, umumiyet itibariyle taalluk eder ki; onlara "Şeâir-i İslâmiye" tabir edilir. Bu şeâirin umuma taalluku cihetiyle umum onda, hissedardır. Umumun rızası olmazsa; onlara ilişmek, umumun hukukuna tecavüzdür. O şeâirin en cüz'isi (sünnet kabilinden bir mes'elesi) en büyük bir mes'ele hükmünde nazar-ı ehemmiyettedir. Doğrudan doğruya umum âlem-i İslâma taalluk ettiği gibi, Asr-ı Saâdetten şimdiye kadar bütün eâzım-ı İslâm'ın bağlandığı o nurani zincirleri koparmağa, tahrib ve tahrif etmeye çalışanlar ve yardım edenler, düşünsünler ki, ne kadar dehşetli bir hatâya düşüyorlar. Ve zerre miktar şuurları varsa, titresinler!... M.)
 
HUL
(Hâyil. C.) Bela. Zahmet. * Mukabele etmek, karşılık vermek.
HULA'
Büyük emir (iş).
HULABİS
İnce ses.
HULAK
Boğaz ağrısı.
HULALET
Samimi dostluk arkadaşlık.
HULAM (HULLÂN)
Kurban olmayan küçük oğlak.
HULASA
Bir şeyin, bir bahsin özü. Kısaca esası.
HULASA-İ KELÂM
Sözün hülâsası. Sözün özü.
HULASATEN
Kısaca, özet olarak, hülâsa olarak, muhtasaran.
HULASAT-ÜL HULASA
Hulâsanın hulâsası. Özünün özü. * Ayet-ül Kübrâ Risâlesinin hülâsası.
HULAVE
(C.: Halâvi) Kafanın ortası.
HULB
Kuyu dibinde olan balçık. * Ağaç dibinden çıkan budağın yaprağı. * Lif.
HULB
Domuz kılı. Kalın kıl. Yele kılı. * Kıldan yapılmış kalem, kıl fırça.
HULBE
(C.: Huleb) Liften yapılan urgan.
HULBE
Hububattan olan böy.
HULC
Küçük gemi.
HULD
Ebedilik. Sonu olmayan. Sonu olmamak.
HULDE
Köstebek.
HULDZAR
f. Cennet.
HULEB
Bozrak bir ot ki, yer üzerine yayılır, sapı olmaz; yaprağını koparsalar sütü akar ve ekseriyâ geyik yer.
HULEFÂ
(Halife. C.) Halifeler. (Bak: Halife)
HULEFÂ-İ AKLÂM
Kalem memurları.
HULEFÂ-İ ERBAA
(Hulefa-i Râşidîn) (Bak: Çâr-yâr)
HULEFÂ-İ MEHDİYYÎN
Mehdi olan halifeler. Yani âhir zamanda gelen büyük mehdinin bazı vâsıflarına sahib olan halifeler. (Bak: Mehdi)(Hz. Mehdi'ye dair muhtelif rivayetler var. Tafsilat ve tasvirat başka başkadır... Resul-i Ekrem (A.S.M.) vahye istinaden herbir asırda kuvve-i mâneviye-i ehl-i imanı muhafaza etmek için, hem dehşetli hadiselerde ye'se düşmemek için, hem âlem-i islâmiyetin bir silsile-i nuraniyesi olan Al-i Beytine ehl-i imanı manevi rabt etmek için Mehdi'yi haber vermiş. Ahirzamanda gelen Mehdi gibi her bir asır, Âl-i Beyt'ten bir nevi mehdi belki mehdiler bulmuş. Hattâ Âl-i Beyt'ten ma'dud olan Abbasiye hulefasından Büyük Mehdi'nin çok evsafına cami' bir Mehdi bulmuş. İşte Büyük Mehdi'den evvel gelen emsalleri nümuneleri olan hulefa-i mehdiyyîn ve aktâb-ı mehdiyyîn evsafları, asıl mehdinin evsafına karışmış ve ondan rivayetler ihtilafa düşmüş. M.)
HULEFÂ-İ SELÂSE
Üç halife: Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman (R.Anhüm)
HULEKE
Kum içinde olan küçük bir hayvan.
HULEL
(Hulle. C.) Elbiseler.
HULEL-İ FÂHİRE
Kıymetli, şaşaalı, parlak elbiseler.
HULEYFE
Medine ehlinin ihramlandığı yer.
HULEYKA'
At burnu.
HULEYME
(C.: Huleymât) Memecik. * Ciltte, bilhassa dil üzerinde bulunan küçük kabarcıkların beheri.
HULF
Ahdinde durmamak. Ahdini bozmak. Sözde durmamak. * Nakz.
HULFETMEK
Sözünde durmamak.HULİYY : (C.: Huliyyât) Altun, gümüş, elmas, zümrüt, vs. gibi süs eşyası. Mücevher.
HULF-ÜL VA'D
Ahdinden dönmek. Verdiği sözü yerine getirmemek.
HULF-ÜL VAÎD
Va'dedilmiş azabı yapmamak, cezâyı yerine getirmemek. (Cenâb-ı Hak kendine isyan edenlerin, günahta devam edenlerin cehenneme gideceklerini beyan ediyor, tehdid ediyor, vaid ile beyanda bulunuyor. Affetmediği takdirde bu vaidinden dönmesi, aslâ adâletine yakışmaz, muhâldir.)
HULK
Huy. Ahlâk. Tabiat. Yaratılıştan olan haslet. Seciyye. Cibilliyet. * İnsanın doğuştan veya sonradan kazandığı ruhî ve zihnî hâller.
HULKAN
Huy ve tabiatça. Ahlâk cihetiyle.
HULKÎ
Huy ile, hulk ile alâkalı ve hulka müteallik.
HULKUM
İnsan veya hayvan boğazı. Ağızdan mideye giden yol.
HULL (HİLL)
Dost.
HULLAN
(Halil. C.) Sâdık dostlar, arkadaşlar.
HULLE
(C.: Hılâl) Dostluk.
HULLE
Ağır, pahalı. * Belden aşağı ve belden yukarı olan iki parçadan ibâret olan elbise. * Cennet elbisesi. * Fık: Üç defa kocasının boşadığı bir kadının dördüncü defa eski kocasına nikâh düşebilmesi için başka birine nikâhlanması. Müslim bir erkek karısını üç talak ile boşarsa, bu kadın ile tekrar nikahlanması haram olur. Ancak kadın, başka bir erkek ile evlenir ve onunla da anlaşamaz ve boşanıp ayrılsalar, bu halde isterlerse ilk evlilik haline dönebilirler. Fakat üç talak ile boşananlar tekrar nikâhlanmaları için şer'î imkân yok denecek kadar zayıf olduğundan başka hileli yollara gitmeleri haramdır. (Hak Dini Kur'an Dili, Cilt : 2, sh: 788)
HULLEB
Yağmursuz bulut.
HULLEBAF
f. Terzi.
HULLEDALLAH
Allah dâim ve bâki etsin.
HULLET
(C.: Hulel) İçten, samimi sevgi. Dostluk. Muhabbet. Haslet.
HULLİYYAT
(Hulliyy. C.) Pırlanta, altun, gümüş gibi süs eşyaları.
HULM
Geyiğin yataklandığı yer.
HULM
Rüya, hülya. * İhtilâm olmak. Açık saçık rüya. * Akıl.
HULSE
Kapmak. * Karışmak. * Fırsat.
HULTA
Ortaklık, şirket.
HULU
Hali olmak.
HULUC
Ayrılmak. * Çekilmek. * Yavrusu ayrıldığında sütü az olan deve.
HULUD
Ebedilik. Devam üzere olmak. Bir şey aslî hâleti üzere dâim olmak.
HULUK
Huy. Tabiat. Ahlâk.
HULUKA
(C.: Ahlâk-Halkân) Eski olmak.
HULUK-İ AZÎM
Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) mübarek huyları.
HULUL
Girme. Dâhil olma. İçine gizlice giriş. * Birinin veya birkaç kimsenin sevgi veya itimadını kazanmak, içlerine onlardan görünüp girmek. * Halletmek. * Vuku' bulmak. Zuhur etmek. * Gelip çatmak. * Bir menzile inmek. * Kim: Bazı akıcı cisimlerin vücud mesâmâtından kolaylıkla geçebilmesi ve bu esâsa dayanan kimya tahlil usulü. * Fiz: Mesamatı olan bir perde ile ayrılan iki akıcı cisimde mevcut bazı maddelerin birinden diğerine geçmesi hâdisesi ki, barsaklarda olan imtisas bu tarzdadır.
HULULE
Dostluk.
HULUL-İ RAMAZAN
Ramazan ayının gelmesi.
HULUL-İ ŞİTA
Kış mevsiminin gelmesi.
HULUS
Hâlislik. Saflık. * Samimiyet. Hâlis dostluk. İçden davranmak. Her hayırlı işi ve ameli Allah rızâsını niyet ederek yapmak.
HULUSİ
Samimi, candan. Hâlis ve içi temiz olan.
HULUS-İ KALB
Kalbden, gönülden, içten samimiyet.
HULUS-İ NİYET
Niyetin hâlis olması.
HULUSİYYET
Hâlislik. Samimi dostluk.
HULUSKÂR
f. Bir insana karşı samimi muhabbeti olan. * Dalkavuk. Menfaati için sevgi ve iyi muamele gösteren.
HULUSKÂRÂNE
f. Samimi muhabbet ve sevgi ile. * İkiyüzlülükle, dalkavuklukla.
HULUSNAME
f. Yalnız muhabbet, alâka ve bağlılığı göstermek üzere sunulan mektub.
HULUVV
Boş olmak, hâlî oluş. Boşluk. Boşta olmak. * Huk: Tarafların anlaşarak evlilik hayatlarına son vermeleri. * Huk: Bir gayr-i menkulün, muayyen bir bedel ile kiralanmış olmasından doğan kiracılık hakkı ve menfaati. * Hava parası adıyla verilen meblağ.
HULÜC
Çok yeyici, fazla yiyen.
HULÜM
(C.: Ahlâm) Düş, rüyâ. (Rüyâ tâbiri iyilerinde; hülm tâbiri kötülerinde kullanılır.) * İhtilam olmak. * Akıl.
HULV
Tatlı. * Hoş ve güzel. İyi.
HULVAN
Bir kimsenin hizmeti karşılığında, ücretinin haricinde verilen şey. * Kızın mihrinden, kişinin kendisi için aldığı miktar. * Vermek, bahşetmek. * Bir belde ismi.
HULVİYYAT
Tatlı yemekler. Şekerlemeler. Tatlı şeyler.
HULYA
f. Kuruntu. Hayal. Vehim. Olmıyan bir şeyi düşünerek yaşamak. Akıldan geçen ve matmah-ı nazar olan husus.
HULYA-Yİ HAZİN
Hazin hülya.
HUM
f. Küp. * Şarap küpü. İçine şarap doldurulan küp.
HUMAHİN
Yüzük yapılan bir cins siyah taş.
HUMAK
Kabarcık gibi bir şeydir ve insana ârız olur.
HUMAKA
Akıl azlığı, ahmaklık.
HUMAKÎ
(Ahmak. C.) Ahmaklar, salaklar.
HUMAL
Aksaklık.
HUMAME
Süprüntü.
HUMANİZM
(Bak: Hümanizm)
HUMAR
Sarhoşluk veren ve haram olan içkiden sonra gelen baş ağrısı. * Sersemlik. * Bir şeyin acısı burnundan gelmesi.
HUMAR-ÂLUD
f. Süzgün ve baygın göz. * Kendinden geçmiş, şaşkın.
HUMARİS
Sağlam, şiddetli, katı.
HUMASÎ
Arabçada: Aslî harfleri, yani kök harfleri beş adet olan kelime. * Beşe mensub. * Beşli.
HUMAŞE
Diyeti bilinmeyen cinayet.
HUMAT
(Hâmî. C.) Himaye edenler, koruyanlar.
HUMAYUN
(Bak: Hümâyun)
HUMAZ
Kırmızı çiçeği olan bir bitki çeşidi. * Kuzu kulağı.
HUMBARA
f. Küçük küp. * Ask: Demir veya tunçtan dökülmüş, içi boş ve yuvarlak olarak yapılan ve içine patlayıcı maddeler doldurularak havan topu veya elle atılan harp aleti. Havan topu ile atılana havan humbarası, elle atılana da el humbarası denirdi. * Para biriktirmek için kullanılan toprak veya madenden yapılan, bir tarafında para sığacak kadar yarığı bulunan kap. Kumbara.
HUMBARACI
Ask: Yeniçeri teşkilâtı zamanındaki topçu eri. Bu teşkilâtın mensubları havan toplarıyla humbara attıkları için bu adı almışlardı.
HUMBARAHANE
Humbara yapılan beylik fabrika. * Tar: Humbaracılar kışlası.
HUMÇE
f. Küçük küp.
HUMEKA
(Hamik. C.) Ahmak, sersem.
HUMEME
(C.: Humem) Kömür. * Kara kül. * Her ateşte yanan nesne.
HUMEVÎ
Tıb : Sıtmaya ait.
HUMEYYA
şiddet.
HUMHANE
f. Meyhane. * Şarap küplerinin konulduğu yer. * Tas: Âşığın kalbi.
HUMK
Ahmaklık. Bön olmak. Aklı az olmak.
HUML
Kaçmak. * Korkmak.
HUMMA
Ateşli hastalık. Sıtma.
HUMMALI
Ateşli, kızgın. * Çok faaliyetli. Hararetli.
HUMMAZ
Kuzu kulağı.
HUMME
Tamam oldu (meâlinde fiil).
HUMMERE
(C.: Hummer) Kaya kuşu denilen başı kızılca serçe gibi bir kuş.
HUMMİSA
(C.: Hummis) Nohut.
HUMMUS
Nohut.
HUMRAN
(Ahmer. C.) Kırmızılar.
HUMRE
(C.: Humur) Küçük seccade. * Namaz kılacak yer. * Küçük hasır parçası. * Güzelleşmek için kadınların yüzlerine sürdükleri şey.
HUMRET
Kırmızılık. Kızıllık. Masumane şefkat.
HUMRET-İ HİCÂB
Hayâdan, utanmaktan hâsıl olan kırmızılık.
HUMRET-İ ŞAFAK
Şafak kırmızılığı, şafak kızıllığı.
HUMS
Beş bölükten birisi. Beşte bir.
HUMSA
Boş böğürlü ve ince karınlı olmak.
HUMSE
Hürmet.
HUMS-İ ÖŞR
Onda birin beşte biri. Yani, bir şeyin ellide biri.
HUMTANE
Kadının kaynanası.
HUMUD
Düşme. Zayıflama. * Sâkin olmak. Soğumak. Ateş sönmiyerek alevi azalmak. * Bayılmak ve kendini kaybetmek. * Ne helâle, ne de harama iştihası olmamak.
HUMUL
Bir kimsenin adı sanı batma, ünü ünvanı kaybolma.
HUMUL
Mahfe taşıyan deve. * (Haml. C.) Yükler.
HUMUZA
Ekşilik.
HUMUZAT
Ekşi şeyler.
HUMUZET
Ekşilik. Kekrelik.
HUMUZİYET
Ekşilik. Kekrelik.
HUMVE
şiddet. * Suret.
HUN
f. Kan, dem. * Öç, intikam, öldürme.
HUN
Hor ve zelil olmak.
HUN'A
şekk, şüphe, zan. * Töhmet.
HUN-AB(E)
f. Sulu kan, kanlı su, su ile karışık kan. * Mc: Kanlı gözyaşı.
HUNABİS(E)
Arslan. * Zâlim ve kötü kimse.
HUNAK
(C.: Havânik) Boğazda olan şiş.
HUN-ALUD(E)
f. Kana bulanmış.
HUNAN
Kuşların boğazında olan bir hastalık.
HUN-AŞAM
f. Kan içici, kan içen.
HUNAT'E
Kalın, yassı nesne.
HUNAYİS
Çirkin.
HUNBAHA
f. Kan bahası, diyet.
HUNBAR
f. Kan yağdıran, kan yağdırıcı.
HUNCUR
Boğazın başı.
HUNCUR
(C.: Hanâcir) Sütlü deve.
HUNÇEGÂN
f. Kendisinden kan akan.
HUNDURE
Göz bebeği.
HUNEFA
(Hanîf. C.) Allahın birliğine inananlar. (Bak: Hanîf.)
HUNEFŞAN
f. Kan saçan, kan serpen.
HUNEYN
Mekke-i Mükerremeye üç mil mesafede ve Mekke ile Taif arasında bir vâdinin adı.
HUNEYN VAK'ASI
Hicretin sekizinci senesinde şirkten kurtulmamış bazı Arap kabileleri Mekkeyi geri almak maksadıyla hücum ettikleri zaman burada müslüman askerlere karşı gelerek başlangıçta galip gibi görünmüşlerse de daha sonra galebe ve zafer, İslâm askerlerine nasib olmuştur. Bu muhârebede Sahabe-i kiramdan birçok zatlar şehid olmuşlardır. (Bak: Uhud)(Eğer denilirse: Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, madem Habib-ü Rabb-il-Âlemin'dir. Hem elindeki hak ve lisanındaki hakikattır. Ve ordusundaki askerlerin bir kısmı melâikedir. Ve bir avuç su ile bir orduyu sular. Ve dört avuç buğday ve bir oğlağın etiyle bin adamı doyuracak bir ziyafet verir. Ve küffar ordusunun gözlerine bir avuç toprak atmakla o bir avuç topraktan her küffârın gözüne bir avuç toprak girmesiyle onları kaçırır. Ve daha bunun gibi bin mu'cizat sahibi olan bir Kumandan-ı Rabbâni, nasıl oluyor Uhud'un nihayetinde ve Huneyn'in bidayetinde mağlup oluyor?Elcevab: Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, nev-i beşere mukteda ve imam ve rehber olarak gönderilmiştir. Tâ ki, o nev-i insanî, hayat-ı içtimaiye ve şahsiyedeki düsturları ondan öğrensin ve Hakim-i Zülkemâlin kavânin-i meşietine itaate alışsınlar ve desâtir-i hikmetine tevfik-i hareket etsinler. Eğer Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, hayat-ı içtimaiye ve şahsiyesinde daima harikulâdelere ve mu'cizelere istinad etseydi, o vakit İmam-ı Mutlak ve Rehber-i Ekber olamazdı.İşte bu sır içindir ki, yalnız davasını tasdik ettirmek için arasıra indel-hâce, münkirlerin inkârını kırmak için mu'cizeler gösterirdi. Sair vakitlerde nasılki herkesten ziyade evâmir-i İlâhiyyeye itaat etmiştir. Öyle de: Hikmet-i Rabbaniye ile ve meşiet-i Sübhaniye ile te'sis edilen Âdetullah kavaninine herkesten ziyade müraat ve itaat ederdi. Düşmana karşı zırh giyerdi, "Sipere giriniz!" emrederdi. Yara alırdı, zahmet çekerdi. Tâ tamamiyle hikmet-i İlâhiyye kanununa ve kâinattaki şeriat-ı fıtriye-i kübrâya müraat ve itaati göstersin. L.)
 
HUNFEŞAN
f. Kan saçan, kan serpen.
HUNHAH
f. İntikam alıcı, öç alıcı, kan isteyen.
HUNHAR
f. Kan içici. Zâlim. Kan akıtan. Öldüren, öldürücü.
HUNHARANE
f. Kan içercesine. Çok zâlimce. Öldürerek.
HUNİ
yun. Dar ağızlı kaplara sıvı dökmeye yarayan; ve yukarı kısmı genişçe, aşağı kısmı dar olan âlet.
HUNÎ
f. Kanlı, kan dökmeye meyilli.
HUN-İ CÂN
şarap.
HUNÎN
f. Kana bulanmış, kanlı.
HUNKÂR
f. (Bak: Hünkâr)
HUNKE
Tecrübe etmek, denemek, sınamak.
HUNNAK
Tıb: Boğaz hastalıkları.
HUNNE
Sözü burun içinden söylemek.
HUNNES-KÜNNES
Hunnes, Hânis'in; Künnes de Kânis'in çoğuludur. Kânis, süpüren mânasınadır. Umumiyetle, akıp akıp yuvalarına giden veya aynı yollarında gidip gelen yıldızlar demektir. Bazılarınca gündüz gaib, gece zâhir olan yıldızlara denir. Ekseriyetle yedi seyyar yıldızlara denmiştir. (Zuhal, Müşteri, Merih, Zühre, Utarid, Uranüs, Neptün)
HUNPAŞ
f. Kan döken, kan saçan.
HUNRÎZ
f. Kan dökücü, kan döken, kan akıtan.
HUNSA
Hem erkek, hem de dişi olan. * Erkeklik ve dişilik alâmetlerini birlikte taşıyan bitki.
HUNTUF
Sakalını yolan.
HUNU'
Horluk, zelillik, alçaklık.
HUNUS
Rücu etmek, vazgeçmek, geri dönmek. * Örtülü olmak. * Tehir etmek, sonraya bırakmak.
HUNUT
Mumyalama. * Bir ölünün uzun zaman çürüyüp kokmaması için kullanılan eczalar.
HUNUZ
Kokup fenâ olmak.
HUNÜK
f. Ne güzel! Ne hoş! Ne mutlu!
HUNYÂ
f. Şarkı söyleme.
HUNYÂGER
f. Şarkı söyleyen, şarkıcı.
HUNZUB
Şişman gövdeli, boş konuşan kadın.
HUNZUL
Uzun boynuz. * Uzun zeker.
HUNZUVANE
Kin tutmak. * Büyüklenmek, kibirlenmek.
HUNZÜB
(C.: Hanâzıb) Erkek çekirge.
HUNZÜBA'
Kuru. * Yellengen böceği.
HUR
Noksan, eksik.
HUR
(Ahver. C.) Ahu gözlüler. Gözleri iri ve siyah kısmı pek siyah; beyaz kısmı pek beyaz olan kızlar. * Cennet kızları, huriler.
HUR
f. Güneş, şems.
HUR
f. Güneş. * Yiyecek şey.
HUR
f. Güneş, şems.
HUR'
(C.: Hurü') Kuş tersi, necis.
HURA'
Devenin delirmesi.
HURAC
Tıb: Bedenin çeşitli yerlerinde çıkan çıbanlar.
HURACE
Çıban. * İrinlenme.
HURAFAT
(Hurafe. C.) Aslı esası olmayan, bâtıl rivayetler. Bâtıl inanışlar. Hurafeler.
HURAFE
Uydurma, bâtıl inanış. Masal. Efsane. Yalan hikâye.
HURAFE-VARÎ
f. Hurafeye benzer. Hurafe gibi uydurulmuş.
HURAK(A)
Kav dedikleri nesne. * Tuzluk.
HURAN
(Hur. C.) f. İri gözlü. * Cennet kızları.
HURAŞE
Ufak parça, küçük şey.
HURBE
(C.: Hureb) Kalça kemiğinin deliği. * Her yuvarlak delik.
HURC
Uzun dişi deve.
HURC
Meşinden veya çadır bezi gibi şeylerden yapılmış büyük heybe ve sandık. Meşinden yapılan bu heybe ve sandıklar arka taraflarındaki meşin kollarla hayvanların semerine bağlanır ve iki hurc bir hayvana yüklenirdi. Eski zamanın uzun yolculuklarında kullanılırdı. Eskiden İstanbulun meşhur yangınlarında en lüzumlu eşyayı içlerine doldurup pencereden atmak suretiyle kurtarma işlerinde kullanılmak üzere konaklarda da bulundurulurdu. (O.T.D.S.)
HURCÜL
Uzun.
HURD
(Hurdenî) f. Yiyecek, azık.
HURD
f. Küçük. Ufak. İnce. * Kırık. * Ehemmiyetsiz, önemsiz.
HURD U HÂB
Yiyecek ve uyku.
HURD Ü MÜRD
f. Parça parça. Ufak tefek kimse.
HURDA
(Bak: Hurde)
HURDE
f. Bir şeyin küçüğü, ufağı. * Ufak şey, ufak parça. Ufak ve kırıntıdan ibaret olan. * Pek ince ve küçük.
HURDE
f. Yenilmiş.
HURDE TEZYİNAT
Tezhibde küçük süsleme motiflerine verilen genel isim.
HURDEBÎN
(Hurde-bîn) Mikroskop. Çok küçük, ufak şeyleri, mikropları gösteren âlet.
HURDE-BÎNANE
İnceden inceye. Kılı kırk yararak.
HURDE-BÎNÎ
Gözle görülmeyecek derecede küçük. Mikroskopik.(Gözle görülmeyen hurdebinî bir hayvanın ne kadar keskin duyguları var ki, arkadaşının sesini işitir, rızkını görür, gayet hassas ve keskin hisleri vardır. Şu hâl gösteriyor ki; maddenin küçülüp inceleşmesi nisbetinde âsar-ı hayat tezayüd ediyor, nur-u ruh teşeddüd ediyor. Güya madde inceleştikçe, bizim maddiyatımızdan uzaklaştıkça ruh âlemine, hayat âlemine, şuur âlemine yaklaşıyor gibi hararet-i ruh, nur-u hayat daha şiddetli tecelli ediyor. İşte hiç mümkün müdür ki; bu madde perdesinde bu kadar hayat ve şuur ve ruhun tereşşuhatı bulunsun; o perde altında olan âlem-i bâtın ziruh ve zişuurlarla dolu olmasın...S.)
HURDEDAN
f. Nükteleri ve incelikleri anlayan, bilen.
HURDEDANÎ
f. Nükte ve inceliği anlıyan, dikkatli kimse.
HURDEFURUŞ
f. Ufak tefek şeyler satan kimse.
HURDEGİR
f. Sözün içinde tenkid edilecek noksan arayan.
HURDE-HÂŞ
f. Param parça, kırık dökük.
HURDENGÂH
f. Yemek odası.
HURDENÎ
f. Yiyecek şey.
HURDEŞİNAS
f. Dikkatli. İncelikleri ve nükteleri anlayan.
HURDEVAT
f. Kırık dökük, eski püskü şeyler, öteberi. Hırdavat.
HURDSAL
f. Genç. Yaşı küçük.
HURF
Üzerlik tohumu.
HURFE
Bir yere toplanmış yemiş. * Baklet-ül hamkâ otu.
HURFE
Mahrumiyet, mahrumluk. Bedbaht oluş.
HURFET-ÜL CENNET
Cennet bahçesi.
HURİ
(Ahver ve Havrâ kelimelerinin C.) Ahu gözlüler. Gözlerinin akı karasından çok olan, pek güzel ve güzellikleri tarif ve tavsif edilemiyecek derecede güzel olan Cennet kızları. (Bak: Hur - Hur-i în) (Sual: Ehadiste denilmiş: "Huriler yetmiş hulleyi giydikleri halde, bacaklarının kemiklerindeki ilikleri görünüyor." Bu ne demektir? Ne mânası var? Nasıl güzelliktir?Elcevab: Mânası pek güzeldir ve güzelliği pek şirindir. Şöyle ki: Şu çirkin, ölü, câmid ve çoğu kışır olan dünyada; hüsün ve cemal, yalnız göze güzel görünüp, ülfete mâni olmazsa, yeter. Halbuki: Güzel, hayatdar, revnakdar, bütün kışırsız lüb ve kabuksuz iç olan cennette; göz gibi bütün insanın duyguları, lâtifeleri cins-i lâtif olan hurilerden ve huriler gibi ve daha güzel, dünyadan gelme, Cennet'teki nisâ-i dünyeviyeden ayrı ayrı hisse-i zevklerini, çeşit çeşit lezzetlerini almak isterler. Demek, en yukarı hullenin güzelliğinden tut, tâ kemik içindeki iliklere kadar, birer hissin birer lâtifenin medar-ı zevki olduğunu hadis işaret ediyor. Evet, "Hurilerin yetmiş hulleyi giymeleri ve bacaklarındaki kemiklerin ilikleri görünmesi" tâbiriyle hadis-i şerif işaret ediyor ki: İnsanın her ne kadar hüsün perver ve zevk-perest ve zinete meftun ve cemale müştak duyguları ve hassaları ve kuvaları ve lâtifeleri varsa, umumunu memnun edip doyuracak ve herbirisini ayrı ayrı okşayıp mes'ud edecek, maddi ve mânevi her nevi zinet ve hüsn-ü cemale huriler câmidirler. Demek, huriler Cennet'in aksam-ı zinetinden yetmiş tarzını, bir tek cinsten olmadığından birbirini setretmiyecek surette giydikleri gibi; kendi vücudlarından ve nefis ve cisimlerinden, belki yetmiş mertebeden ziyade ayrı ayrı hüsün ve cemalin aksamını gösteriyorlar. S.)
HUR-İ ÎN
Cennet'te âhu gözlü çok güzel kızlar. (Bak: Huri)
HURİYE
Huri gibi.
HURK
Akılsız, bilmezlik. * Dehşet, şiddet.
HURKA
Yanmak. * Hararet. * Yanık çıban.
HURKAT
Yangın. Yanma. Yanıklık. * Bir nevi çıban.
HURKAT
Cehalet, câhillik, akılsızlık, bilmezlik.
HURKUF
Zayıf davar.
HURKUS
Pire gibi bir böcek (Az olarak kanatlanır uçar).
HURLİKA
f. Çok güzel, huri yüzlü.
HURMA
f. Bir sıcak iklim meyvesi. * Hurma şeklinde yapılan hamur tatlısı.
HURMAT
(Huremât - Hurumât) Haramlar. Dinin, yapılmasını menettiği şeyler. İşlenmesi günah olan işler.
HURMET
(Bak: Hürmet)
HURNUB
Keçiboynuzu dedikleri yemiş.
HURPEYKER
f. Huri yüzlü.
HURRAS
(Hâris. C.) Muhafızlar, bekçiler, nöbetçiler.
HURRE
(C.: Harâyir) İyi. * Câriye olmayan kadın.
HURREM
f. Sevinçli. Mesrur. Şen. Ferahlık veren. Taze ve hoş. Güler yüzlü.
HURREMGÂH
f. Kalbi ferahlandıran yer.
HURREMÎ
f. Mesruriyet, sevinç, sürurlu ve sevinçli olma.
HURS (HIRS)
(C.: Hursân) Altından ve gümüşten olan halka. * Kulağa taktıkları küçük halka.
HURS(A)
Hurma budağı. * Şey.
HURS(E)
Çocuk doğuşunda yapılan yemek.
HURSEND
f. Kısmetine râzı olan, kanaatkâr, tokgözlü.
HURSENDANE
f. Kanaatkârâne, tokgözlülükle.
HURSENDÎ
f. Tokgözlülük, kanaat edicilik. Göz tokluğu.
HURSÎ
Ev eşyası. * Her nesnenin fenâsı.
HURSÎS
Metâ, mal. Kumaş.
HURŞÎD
f. Güneş. Afitab. Hur. Mihr. şems.
HURŞUN
(C.: Harâşın) Ufacık bıtırak. (Davarların tüyüne yapışır.)
HURT
(C.: Hurut-Ahrât) Balta. İğne deliği, balta deliği, kulak deliği.
HURTUM
(C.: Harâtim) Burun. * şarap.
HURU'
Tanelerinden hintyağı çıkartılan ağaç. * Sütleğen otu. * Yumuşak ot.
HURUB
Keçiboynuzu adı verilen yemiş.
HURUB
(Harb. C.) Harpler, savaşlar, muharebeler.
HURUC
Çıkma. Dışarı çıkma, çıkış. * Ayaklanma, isyan etmek.
HURUC ALESSULTAN
Meşru hükümete karşı kıyam ve isyan etme.
HURUC-İ BİSUN'İHİ
Namazdan kendi isteği ile çıkmak.
HURUC-İ FÂHİŞ
Haddini aşmak. * Büyük isyan hareketinde bulunmak.
HURUF
(Harf. C.) Harfler. İsim ve fiil olmayan kelimeler. (Bak: Harf)
HURUFAT
(Harf. C.) Harfler. Matbaada kullanılan dökme harfler.
HURUFİYE
Fazlullah-ı Hurufi adında birinin kurduğu bâtıl bir meslektir. Harflerden kendilerince manalar çıkarıp, dine aykırı iddiaları olan bir dalâlet fırkasıdır.
HURUF-U ÂLİYAT
Tas: Gayb ve gaybîlikte olan Cenab-ı Hakka mahsus şuunat.
HURUF-U ASLİYE
(Bak: Harf-i aslî)
HURUF-U CÂZİME
Cezmeden harfler: lem, lemmâ, lâm-ül-emir, lâ-ün-nâhiye (nehyeden lâ edatı). Şart edatları da câzimdir. (Bak: Câzim)
HURUF-U CERRE
(Bak: Harf-i Cer)
HURUF-U HALK
Sesi boğazdan çıkan harfler. (Hâ, hı, ayn, gayn, he, hemze gibi)
HURUF-U HECÂ
Alfabe sırasına göre dizili harfler. * Kelimelerdeki harflere ayrıca ses katan elif, vav, he, yâ harfleri.
HURUF-U İMLÂ
Gr: Sesli harfler. (A, E, I, İ, O, Ö, U, Ü, harfleri.)
HURUF-U İTBAK
Gr: İtbak harfleri. (Bak: İtbak)
HURUF-U KAMERİYE
Gr: Arapçada kelimenin başında harf-i tarif olduğu vakit, harf-i tarifin lâmı okunan harfler. Meselâ: El-Kamer, El-İnsân, El-Bedi' kelimelerinde olduğu gibi. Burada kelime başında "kaf, elif, bâ" harfleri kameriyeden olduğu için aynen okunuyor. (Bunlar: Elif, bâ, cim, hı, hâ, ayın, gayn, fe, kaf, kef, mim, vav, he, yâ harfleridir.)
HURUF-U LEYYİN
Vav, ayn ve elif harfleri. (Bak: Lîn)
HURUF-U MECHURE
Cehr ile okunan harfler. (Zı, lâm, kaf, vav, ra, bâ, dad, hemze, zel, gayın, ze, elif, cim, nun, dal, mim, tı, yâ, ayın.)
HURUF-U MU'CEME (MENKUTA)
Gr: Kur'an-ı Kerim harflerindeki noktalı harfler.
HURUF-U MUNFASILA
Gr: Kendisinden sonra gelen harflere bitişmeyen (vav, rı, dal, hemze, ze, zel) gibi harfler.
HURUF-U MUTTASILA
Gr: Kendisinden sonra gelen harflerle bitişip yazılan harfler.
HURUF-U MÜSTA'LİYE
Tecvidde: Harf ağızdan çıkarken dilin üst damağa yapışması halinde veya üst damağa doğru gitmesiyle çıkan harfler: Kaf, tı, zı, dat, hı, sad, ayın, gayın, Bu harflerin mukabili "istifâle" harfleridir.
HURUF-U NÂSİBE
Gr: Muzari (geniş zaman) fiilinin başına getirildiğinde o fiili nasbeden harfler. (En), (Len), (İzen), (Key) harfleri gibi.
HURUF-U ŞARTİYE
(Bak: Şart edatları)
HURUF-U ŞEDİDE
(Bak: şiddet)
HURUF-U ŞEFE
Dudaktan çıkan harfler. "Be, Fe, Mim" gibi.
HURUF-U ŞEMSİYE
Gr: "El" harf-i tarifinin "lâm" harfi ile yan yana geldiğinde, kendisi okunmayıp "Lâm" harfine kalboluyorsa, o harflere "huruf-u şemsiye" harfleri denir. (Te, se, dal, zel, rı, ze, sin, şın, sad, dat, tı, zı, lem, nun harfleri) Meselâ: El-turab yazılıyor, etturab okunuyor. El-şems yazılıyor, eşşems okunuyor. El-Duâ, Edduâ okunuyor.
HURUF-UL MUKATTAA
Gr: Kur'an-ı Kerim'de sure başlarında bulunan, kesik kesik, ikisi üçü birleşik veya tek başına yazılı hafler. Elif Lâm Mim, Yâ Sin, Elif Lâm Râ... gibi. Bunlar İlahî birer şifre olup, mânalarını anlayanlar Resul-ü Ekrem (A.S.M.) ve O'nun vârisleridir.
HURUM
İhram.
HURUR
Düşmek, sukut.
HURUS
f. Horoz.
HURUŞ
f. Coşma. Gürültü. şamata. Telâş.
HURUŞAN
f. Çağlıyarak, coşarak, * Coşan, çağlayan.
HURY
Değirmen deliği.
 
HURZ
Oranlamak, yâni tahminle bir şeyin miktarını söylemek.
HURZE
(C.: Hurez) Dikiş.
HUS
Dikmek. * Darlık vermek. * İki şeyi bir araya getirmek.
HUS
Bir kavim üzerine nâzil olan umur.
HUSA
(Husye. C.) Erkeklik bezleri, hayalar.
HUSA
Hurma yaprağı.
HUSAF
Hasad, hasad mevsimi. * Ekin biçme.
HUSAFE
Düşmanlık, adavet. Gizli kin, hased.
HUSAKE
Düşmanlık, adavet. Hased, gizli kin.
HUSALE
Harman yerinde arta kalan tane.
HUSALE
Kırıntı, ufalanmış şey.
HUSAM
Keskin kılıç.
HUSAME
Keskinlik.
HUSARE
Arpa, buğday ve pirinç gibi hububâtın kabuğundan düşen parçalar. * Her kabuklu nesnenin, kabuğundan ayrılıp temizlenmesi. * Şirâ sıkıntısı. * Her nesnenin fenâsı.
HUSAS
Sür'atle gitmek, seğirtmek, koşmak.
HUSBAN
Hesab. * Azab. * Sıkıntı. * Şer. * Koltuk yastığı.
HUSEMA'
(Hasım. C.) Muhalifler, karşı taraflar, hasımlar. * Adüvler, düşmanlar.
HUSF
Her bir şeyin içi.
HUSHUS
Mübâlağa ile kandırmak.
HUSLET
Kıldan bükülmüş nesne.
HUSM
(C.: Ahsam) Çuval ve heybe bucağı.
HUSN
Perhizkârlık, iffet.
HUSR
Tıb: Peklik, kabızlık, inkıbaz. * İdrar tutulması.
HUSR
Zarar. * Ele avuca girmemek. * Dalâlete gitmek. * Noksan. * Sapıtmak.
HUSRAN
Mahrumiyet. Kayıp. Çok büyük ziyan.
HUSREV
f. Hükümdar, şah.
HUSS
(C.: Husas) Kamıştan yapılmış ev.
HUSS
Za'feran. * Hurma yaprağı. * Eğrelti otu.
HUSS
Karışmadık, sâfi olan. * Ayrı bir kavim.
HUSSAD
Hased edenler. Kıskananlar.
HUSSER
Cübbesi ve zırhı olmayanlar. Çıplak kimseler.
HUSUF
Ay tutulması. Perdelenmek. Dünya gölgesinin ay üzerine gelmesi. * Bir şeyin nuru ve ışığı gitmesi.
HUSUF-İ CÜZ'Î
Ayın bir kısmının tutulması.
HUSUF-İ KÜLLÎ
Ayın tamamen tutulması.
HUSUL
Peydâ olma. Hasıl olma. Meydana gelmek. Üremek, türemek.
HUSUL-PEZİR
Hâsıl olmuş, meydana gelmiş.
HUSUL-YÂFTE
f. Husule gelmiş, meydana çıkmış, hâsıl olmuş.
HUSUM
(Hasım. C.) Hasımlar, düşmanlar.
HUSUM
(Hasim. C.) Uğursuzluk. * İdman. Birbiri ardınca devam üzere olmak. * Bir şeyi kökünden kesip dağlayanlar. * Fırtına.
HUSUMET
Düşmanlık. Hasımlık. Kincilik. Zıddiyet. Çekişmek. Dâvacı olmak.
HUSUN
(Hısn. C.) Kaleler. Korunacak sağlam yerler.
HUSUN-İ REFÎA
Yüksek kaleler.
HUSUR
Yorulmak. * İncinmek.
HUSURE
Yoğunluk, kalınlık. Sütün yoğurt olması.
HUSUS
İş. Mevzu. Yol. Usul. Keyfiyet. Madde. Şey. Bir şeyin sairlerinden ayrıldığını ve temyizini bildiren cihet ve keyfiyet.
HUSUSA
Ayrıca, hususen, başkaca.
HUSUSAT
(Husus. C.) Hususlar, bakımlar, işler. Tarzlar, şekiller. Mes'eleler. Maddeler.
HUSUSEN
Bilhassa. Ayrıca. Başkaca. Buna mahsus olarak.
HUSUSÎ
Bir şeye aid olan. Herkese âid olmayan.
HUSUSİYAT
Hususi olan şeyler. Hususiyyetler.
HUSUSİYET
Ahbaplık, tanışıklık, yakınlık. * Hususilik.
HUSVE
Haya, husye.
HUSVE
Topraklı yer.
HUSVE
Kap içinde bir içim su.
HUSYE
Erkeklik bezi. Haya. Erkeğin yumurtalığı.
HUSYETAN
f. Hayalar, çift haya. Erkeklik bezlerinin her ikisi.
HUSYET-ÜS SEMEK
Balık yumurtası.
HUŞ
Vahşi hayvanlar.
HUŞ
f. Akıl, fikir, zekâ, iyi ile kötüyü ayırma hissi. * Ruh, can. * Ölüm, * Zehir.
HUŞ'A
Alçak küçük tepe.
HUŞAM
Kalın burunlu. * Uzun dağ burnu.
HUŞAR
Avaz, ses.
HUŞARE
Bir yere giderken bırakılan faydasız şeyler. * Her şeyin kötüsü.
HUŞDAR
f. Akıllı, uslu.
HUŞE
f. Salkım. * Başak, sümbül.
HUŞE ÇÎN
f. Başak toplayan. Salkım toplayan.
HUŞE-ÇİN
Başak toplayan.
HUŞEF
Yeşil sinek.
HUŞE-İ ENGUR
Üzüm salkımı.
HUŞE-İ HURMA
Hurma salkımı.
HUŞENK
f. İdrak, akıl, iz'an.
HUŞK
f. Kuru, yâbis. * Kaba, soğuk.
HUŞK U TER
Kuru ve yaş.
HUŞKAR
İri öğütülmüş un. O undan olan ekmek.
HUŞKCAN
f. Kalın kafalı, câhil kimse.
HUŞKÎ
f. Kuruluk, yubuset.
HUŞKLEB
f. Dudağı kurumuş, susamış.
HUŞKMAĞZ
f. Boşkafalı, câhil.
HUŞKSAL
f. Kuraklık ve kıtlık yılı.
HUŞKSER
f. Ahmak, salak.
HUŞMEND
(C: Huşmendân) f. Akıllı, aklı başında.
HUŞMENDÂN
(Huş-mend. C.) Aklı başında olanlar, akıl sâhipleri.
HUŞMENDÂNE
f. Akıllıca, aklı başında olarak.
HUŞNE
Haşinlik.
HUŞRÜBA
f. Akıl kapan, aklı baştan alan.
HUŞRÜBUDE
f. Aklı kapılmış, aklı başından gitmiş.
HUŞŞ
(C.: Huşuş) Hâcet mevzii; helâ, tuvâlet. * Necâset mahreci.
HUŞŞA'
Kulak ardındaki yumruca kemik.
HUŞŞA'
(Haşi') Huşu içinde olanlar. Gözleri korku ve saygı ile düşkün bir hâlde olanlar.
HUŞŞAF
Yarasa kuşu.
HUŞU'
Alçak gönüllülük. Hayâ etmek ve mütevazi olmak. Korku ile karışık sevgiden gelen edebli bir hâl. Yüksek ve heybetli bir huzurda duyulan alçak gönüllülük. Sükun ve tezellül.
HUŞUF
(C.: Huşef) Seri, eli çabuk, hızlı. * Geceleyin yola giden deve.
HUŞUNET
Kabalık, sertlik, inatçılık.
HUŞUNET-İ MİZÂC
Mizâc sertliği, huy ve tabiat sertliği.
HUŞUNET-İ TAB'
Tabiat ve huy kabalığı.
HUŞYAR
(Bak: Hüşyar)
HUT
Balık. Büyük balık. * Şubat ayı içinde güneşin girdiği ve semanın cenub yarısındaki burcun ismi.
HUTAB
(Hutbe. C.) Hutbeler.HUTAE : (C.: Hatâit) Kısa boylu kimse.
HUTAF
(C.: Hatâtif) Demir çengel. * Makaranın iki tarafında olan eğri demir.
HUTÂM
Kuru cisim kırıntısı. * Yumurta kabuğu. * Çerçöp.
HUTAME
Sofrada kalan yemek artığı.
HUTAME
Cehennemin beşinci tabakası. İnatçı münkirlerin yeri olup, Gayya Kuyusunun bulunduğu kısım.
HUTÂM-I DÜNYA
Bu fani dünyanın muvakkat ve boş malı mülkü.
HUTAT
Dökülmüş ve saçılmış olan şey.
HUTBE
İlâhi emir ve nehiyleri cemaate beyan ve ihtar etmek. Cuma veya bayram namazlarında müslümanlara hatibin İlâhi ve şer'i emirleri hatırlatan sözleri. (Hatib, bu hutbeyi söylemeye Halife veya İslâm Devlet Reisinden vazife ve salâhiyet almıştır.)
HUTBEHAN
f. Hutbe okuyan, hatib.
HUTEBÂ
Hutbe okuyanlar. Hatibler.
HUTEBÂ-İ UMUMÎ
f. Herkese hitâbeden, umuma ders verenler.
HUTM
Her kuşun gagasına, her davarın burnunun ucuna ve ağızının önüne derler.
HUTRE
Bina için verilen yemek. * Tatmak.
HUTRUŞ
Kısa.
HUTT
Emir. * Kıssa.
HUTTA
Haslet, huy.
HUTTA
Darp, vurmak. * Zor iş. * Başın önünde olan saç örgüsü.
HUTTAF
(C.: Hatâtîf) Kırlangıç kuşu.
HUTU'
Gitmek.
HUTUB
Erkek çekirge.
HUTUB
Zorluk, güçlük. * (Hatb. C.) İşler, maslahatlar. Mes'eleler.
HUTUF
(Hatf. C.) Ölümler, vefatlar.
HUTUN
(Hutunet) Evlenme, tezevvüc, teehhül. * Damatlık, damat olma.
HUTUR
Akla gelmek. Hatırlamak.
HUTUR ETMEK
Hatıra gelmek.
HUTUT
(Hatt. C.) Yazılar. Çizgiler * Yollar.
HUTUT-U ŞEMSİYE
Işıklı güneş yolu.
HUTUVAT
(Hutvât-Hutevat) (Hutve. C.) Adımlar. İzler. Yollar. Eserler. * Şeytanın aldatmaları.
HUTUVAT-I SİTTE
Altı adım. (Kur'an-ı Kerim'deki "Hutuvat-üş şeytan" tabirinden istifaze ile, şeytanların ve onların insî mümessilleri olan şerir insanların fitnekâr ve dalâlete sevkedici adımları, izleri ve desiseleri gibi mânalarla alâkalı olarak "bir mühim eser"e verilen isim) Şeytanın altı desisesi.
HUTVE
Adım atıldığı zaman iki ayak arasındaki mesafe. * İz. (Bak: Hatve)
HUULE
Dayılık.
HUVA
Tembel olmak.
HUVAKA
Süprüntü.
HUVAR
(C.: Ahvire-Hırân-Hurân) Anasından ayrılmayan deve yavrusu. (Anasından ayrılsa "fasil" derler.)
HUVAR
Bağırış, çığlık, sayha, avaz.
HUVASE
(C.: Huvâsât) Karışık cemaat.
HUVELA'
Çocuk anasından doğduğunda beraber çıkan ince nâzik deri. (Onda yeşil ve kızıl hatlar olur.)
HUVEYN
Hayvancık. Çok küçük canlı.
HUVEYNAT
Çok küçük hayvancıklar. Mikroplar.
HUVEYSAL
(C.: Huveysalat) Tıb: Ciltte peyda olan bir takım kabarcık.
HUVEYZA
İshal, iç sürgünü.
HUVTA
Arpa, buğday gibi hububat için yapılan avlu veya anbar.
HUVVAN
(Hâin. C.) Hıyanet edenler, hâinler.
HUVVARA
Ağartılmış yemek.
HUVVE
Karalık. Siyahlık.
HUY
f. Mizac, tabiat, ahlâk, âdet. * Ter.
HUY
Boş ve hâli olmak.
HUYELA'
Kibir, ucub.
HUYGERDE
f. Terlemiş. * Adet edinmiş, huy hâline getirmiş, alışmış.
HUY-İ BED
Fenâ huy.
 
HUYUL
(Hayl. C.) Atlı alaylar. * Atlar. * Kötülerin meydana getirdiği kalabalık.
HUYUT
(Hayt. C.) İpler. İplikler. Lifler. Teller.
HUYUT-İ RAKÎKA
İnce iplikler.
HUZ
Al. (Ahz: Almak mastarından) Al emri.
HUZ
Tuz ağacı dedikleri nesnedir ve denize yakın yerlerde posası denize düşüp rüzgârla dalga döve döve kehribar olur.
HUZ'
Alçaklık yapmak.
HUZ Bİ-YEDÎ
Elimi al, elimden tut, bana yardım et (mânasında).
HUZ MÂ SAFÂ, DA'MÂ KEDER
Safâ olanı al, keder vereni bırak, Allahın müsaadesi olan ve neticesi safâ veren şeyi al, sonu keder vereni bırak, İyisini al, kötüsünü bırak meâlindedir.
HUZA'BÎL
(C.: Huz'a) Batıl şeyler. Halkı güldürecek boş şeyler, nesneler.
HUZAFE
Sahtiyan kırpıntısı. * Bez kırpıntıları.
HUZAHIZ
Suyu ve ağacı çok olan yer. * Şişman kimse.
HUZAKA
Kıymetsiz ve rağbetsiz olan şey.
HUZAKİYY
Lisanı fasih, konuşması açık olan kimse. * Eşek sıpası.
HUZALE
Saman ufağı.
HUZAMÎ
Lavanta çiçeği.
HUZANE
Kendileri sebebinden gam ve tasa çekilen çoluk çocuk.
HUZE
Miğfer.
HUZEM
(Huzme. C.) Demetler, desteler, huzmeler.
HUZENE
Kulak.
HUZME
Demet. Deste. Bir kucak şey. * Fiz: Bir ışık kaynağından çıkan sütun halindeki şua.
HUZNE
(C.: Huzen) Sağlam ve sert olan.
HUZRE
Arka zahmeti.
HUZRET
Yeşillik. Ter ü tazelik.
HUZRUF
(C.: Hazârif) Fırıldak. * Değirmen çarkının birisi. * Pervâne.
HUZU'
Mahviyet ve tevazu hali, alçak gönüllü olmak. Allah'ın azametini, celal ve cemalini, büyüklüğünü tahattur ve tefekkürden hâsıl olan, insandaki huzur ve huşu' hâli.
HUZUB(E)
Semiz olmak, besili olmak.
HUZUK
Adımları birbirine yakın olan kısa boylu kimse.
HUZUKA
Ekşilik.
HUZUNET
(C.: Huzen) Sağlamlık. Kabalık, sertlik.
HUZUR
Hazır olmak. Mevcud bulunmak. * Hürmet edilmesi lâzım gelen kimsenin yanında olmak. * İbadet neticesi hâsıl olan rahatlık, gönül ferahlığı.
HUZUR Ü HAB
Rahat ve uyku.
HUZUR Ü SÜKUN
Rahatlık ve eminlik.
HUZUR-AVER
f. Huzur ve rahatlık verici, sükunet veren.
HUZUR-U KALB
Kalb huzuru, gönül rahatlığı.
HUZUZ
Acı bir devânın adı.
HUZUZ
(C.: Hızzân) Erkek tavşan.
HUZUZ
(Hazz. C.) Memnuniyetler. Hazlar. Zevkler. Hoşlanmalar.
HUZUZÂT
(Huzuz. C.) İnsanın hoşuna giden şeyler.
HUZUZÂT-I NEFSÂNİYE
Nefse hoş gelen şeyler.
HUZVA
Bir yere toplanıp tepe gibi olan kum yığını.
HUZVANE
Büyüklenmek, kibirlenmek.
HUZVE
Parça.
HUZYA
Ganimet malından vermek.
HUZYE
(C.: Huzâyât) Küçük ok.
HUZZÂK
(Hâzık. C.) İşinin ehli olanlar, ustalar, mütehassıslar. Hazâkatli kimseler.
HUZZÂK-I ETİBBÂ
Doktorlar içinde en ehil olanları.
HUZZÂN
(Hâzin. C.) Hazine muhafızları, hazinedarlar.
HUZZÂR
(Hâzır. C.) Hazır olanlar, hazır bulunanlar, huzurda ve gözönünde olanlar.
HUZZÂR-I MECLİS
Mecliste hazır bulunanlar.
HÜBAŞE
(C.: Hübâşât) Kesbetmek, kazanmak, çalışmak.
HÜBEL
Cahiliyet devrinde Kureyşlilerin en büyük putu.
HÜBU'
(C.: Hebât) Doğum vaktinin sonunda doğmuş deve yavrusu. * Devenin boynunu uzatarak yürümesi.
HÜBU'
Uyumak. * Eşek gibi yürümek. * Boynunu uzatmak.
HÜBUB
Esme. Üfürme. Rüzgârın hafif hafif esmesi.
HÜBUB-İ RİYÂH
Rüzgârların esmesi.
HÜBUR
Çukur. * Büyük tas.
HÜBUT
Aşağı inme. İnmek. (Suudun zıddı) * Uyuşma, anlaşma.
HÜBUT-U ÂDEM
Hz. Âdem'in (A.S.) Cennet'ten dünyaya inmesi.
HÜBÜK
(Habike. C.) Samanyolları. * Çizgiler.
HÜBÜVV
Ateşin sönmesi.
HÜCCAB
(Hâcib. C.) Perdeciler. * Kapıcılar.
HÜCCET
Senet. Vesika. Delil. Bir iddiânın doğruluğunu isbat için gösterilen resmi vesika. * Şâhid.
HÜCCET-İ DÂFİA
Bir şeyi isbata değil, ancak taleb ve iddiayı defetmeğe yarıyan hüccet.
HÜCCET-İ KASIRA
Şahsa mahsus olup başkasına taâlluk etmeyen hüccet.
HÜCCET-İ KATIA
f. Kat'i delil. Bir şeyin doğruluğunu şeksiz, şüphesiz isbata vesile olan.
HÜCCET-İ MÜSBİTE
Bir şeyin isbatında delil olan hüccet.
HÜCCET-İ MÜTEADDİYE
Taraflara münhasır olmayıp başkalarını da alâkalandıran delil.
HÜCCET-İ ZAHRİYE
Kenarında sebebi yazılı bulunan hükmün tasdikli suretini ihtiva eden hüccet.
HÜCCET-ÜL İSLÂM
İslâmın delili, hücceti. (Bak: İmâm-ı Gazâli)
HÜCCİYET
İhticaca salih olma. Delil sayılabilme, sağlam delil kabul edilir olma.
HÜCEC
(Hüccet. C.) Deliller, senedler, vesikalar.
HÜCEC-İ HATTİYE
Huk: Yazılı deliller. Bunlar tezvir ve tasni şüphesinden sâlim olduğundan onunla amel edilebilir, yani hükme medar olur, başka vech ile sübuta ihtiyaç kalmaz. (Beraetler, mahkeme kararları, tescil edilen vakriye gibi.)
HÜCERAT
(Hücürat-Hücrât) Hücreler. Hüceyreler. Gözler, odacıklar.
HÜCESTE
f. Uğurlu, mübârek, mes'ud.
HÜCEYRAT
Hüceyreler. Hücrecikler. Küçük odacıklar.
HÜCEYRE
Hücrecik. Canlı varlıkların veya nebâtatın vücudunu teşkil eden küçük küçük odacık halinde ve içi vücuda lüzumlu madde ile dolu hücrecik. En küçük canlı parça. * Küçük delik ve oyuk.
HÜCNET
Kusur, noksan, ayıp. * Bayağılık, karışıklık, soysuzluk. * Sözdeki ayıp.
HÜCR
(C.: Hevacir) Fuhş, hezeyan, kötü sözler.
HÜCR
Kucak, âğuş.
HÜCRAT
(Hücre. C.) Hücreler, gözler, odacıklar.
HÜCRE
(C.: Hucer-Hucerât) Deve ağılı. * Duvar çevrilmiş yer.
HÜCRE
Medine-i Münevvere'nin ismi.
HÜCRE
Oda. Odacık. * Hüceyre. En küçük canlı varlık. Canlı varlıkların en küçük yapısı.
HÜCRE-İ SAÂDET
Saâdetli oda. Fahr-i Kâinat Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) odası.
HÜCREVÎ
Hücre gibi, hücre ile alâkalı, hücreye dâir.
HÜCU
Zemmetmek, çekiştirmek, kötülemek.
HÜCU'
Az uyku. Gece uykusu.
HÜCUD
Uykusuz kalma. Geceleyin az uyuma.
HÜCUL
(Hecl. C.) Uçurumlar, çukurlar, derinlikler, yaralar.
HÜCUM
Saldırma. Hamle ile ileri atılmak. * Sert sözle birine çatmak, karşı çıkmak.
HÜCUMÂT-I SİTTE
Altı Hücum. Altı maddelik bir müdafaa (olan bir eser ismi).
HÜCÜB
(Hicâb. C.) Perdeler, hicablar.
HÜCÜRAT
(Hücre. C.) Hücreler, odacıklar, gözler.
HÜD'
Sâkin olmak.
HÜDA
Doğru yol göstermek. * Doğruluk. Hidâyet. * Kur'ân-ı Kerimin bir ismi.
HÜDAFET
Semizlik, besililik, etlilik.
HÜDAM
Deniz tutması.
HÜDAT
(Hâdi. C.) Hidâyet edenler.
HÜDB
(C.: Ehdâb) Kirpik. * Mendil. * Testere çevresinde olan saçak.
HÜDBE
(C.: Hüdeb) Hamle yapmak.
HÜDBÜD
Sütün koyu ve yoğurt olması.
HÜDDAB
Ensiz, ince, uzun yaprak.
HÜDHÜD
Bir kuş ismi. Çavuş Kuşu veya ibibik denilir. (Peygamber Hz. Süleyman'ın (A.S.) zamanında, Hicaz ile Yemen arasındaki Sabâ nâm yerde melike olan ve güneşe tapan Belkıs ile Peygamber Süleyman Aleyhisselâm arasında muhabereye vesile olduğundan meşhur ve mübarektir.)
HÜDLUL
Kurt. (Canavar)
HÜDN
Barış, sulh, musalaha.
HÜDU'
Kamburluk.
HÜDÜB
(C.: Ehdâb) Sarık. * Kirpik, müjgân. * Havlu, el silmeye mahsus pamuklu bez. * Minder kenarında olan püskül.
HÜDÜD
Çok yaşlı ihtiyar. İhtiyar ve zayıf olmak. * Bir binayı gürültüyle yıkıp göçürmek. (Bak: Tehdid)
HÜFAT
Nazar etmek, bakmak.
HÜFFEL
Memesi süt ile dolu olan koyun.
 
HÜKÂ'
Öksürük.
HÜKAKE
Kazılan şeyin kazıntısı, talaşı veya yongası.
HÜKEA
Ahmak kimse.
HÜKEMÂ
(Hakîm. C.) Âlimler. Çok bilgili kimseler. (Bak: Feylesof)(Enbiyanın ekseri şarkta ve hükemanın ağlebi garpta gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir ki; şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir; akıl ve felsefe değil. Şarkı intibaha getirdiniz, fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa sa'yiniz ya hebâen gider veya muvakkat, sathî kalır. M.N.)
HÜKEMÂ-İ İŞRAKİYYUN
İşrakiyye mesleğindeki feylesoflar. (Bak: İşrâkiyyun)
HÜKEMÂ-İ KADİME
Eski filozoflar.
HÜKEMÂ-İ MEŞAİYYUN
Aristo felsefesi yolunda olan ve derslerini gezerek veren meşaiyyun filozofları. (Bak: Meşşâiyyun)
HÜKKÂM
(Hâkim. C.) Hâkimler.
HÜKKÂM-I ADLİYYE
Adliye hâkimleri.
HÜKL
Karınca gibi sesi işitilmeyen hayvan.
HÜKLE
Dil tutukluğu, kekemelik.
HÜKM
(Hüküm) Karar. Emir. Kuvvet. Hâkimlik. Amirlik. * İrade. Kumanda. Nüfuz. * Kadılık etmek. * Tesir. Cari olmak. * Makam. * Bir dâvanın veya bir meselenin tedkik edilmesinden sonra varılan karar. * Man: Fikirler ve tasavvurlar arasındaki râbıtayı tasdik veya inkâr etmek.
HÜKMBERDAR
f. Hükme muti olan, itaat eden, boyun eğen.
HÜKMEN
Hüküm yoluyla, hükmünde ve değerinde olarak.
HÜKMÎ
Hükme dair. Hükme âit ve müteallik. Bir karara dayanan, itibâri olan.
HÜKM-İ ÂDİL
Huk: Adalet üzere verilmiş olan hüküm.
HÜKM-İ GIYABÎ
Huk: Taraflardan biri hazır olmadığı halde verilen hüküm.
HÜKM-İ KARAKUŞÎ
Karakuş hükmü. * Mc: Hesaba kitaba gelmiyen, mantığa uymayan hüküm.
HÜKM-İ KAZA
Allah tarafından evvelce verilmiş olan hüküm.
HÜKMÎ ŞAHIS
Şahıs gibi muamele gören cemiyet, şirket gibi birlik teşkil eden müessese.
HÜKM-İ ŞER'Î
Kur'an-ı Kerim'e ve Din-i İslâm'a uygun kanun ile verilen karar. Şeriatın hükmü.
HÜKM-İ TECRÜBÎ
Tecrübe ile elde edilen hüküm. * Tecrübe neticesi hâsıl olan karar.
HÜKM-İ VİCAHÎ
Huk: Tarafların her ikisinin de veya vekillerinin hazır bulundukları hâlde verilen hüküm.
HÜKM-İ VİCDANÎ
Vicdana ait hüküm. Vicdanî kanaatla verilen hüküm.
HÜKM-İ YEZDANÎ
Cenab-ı Hakk'ın hükmü. Allah'a mahsus kanun.
HÜKM-İ ZIMNÎ
Fık: Zımnen vaki olan hüküm. (Bir kimse diğer bir kimse aleyhine; "Benim filân şahıs zimmetinde sâbit olacak şu kadar lira alacağıma onun emriyle kefil olmuş idin" diye dâva ve o kimse kefâleti ikrar ve borcu inkâr etmekle müddei, borcu isbat ederek hâkim dahi hükmetse bu hüküm kefil aleyhine sarâheten ve asıl gaib aleyhine zımnen hükmolunur).
HÜKMKEŞ
Emre itaat eden, hükme boyun eğen.
HÜKRE
Cem'olmak, toplanmak, birikmek. * Yiyecek maddelerini, pahalanacak diye saklamak. * Azlığından bir yerde toplanan su.
HÜKU'
Sâkin olmak.
HÜKÛMAT
(Hükûmet. C.) Hükûmetler.
HÜKÛMET
Bir memleketi idare edenler. Vekiller hey'eti. Devlet.
HÜKÛMET KONAĞI
Devlet memurlarının bulunduğu bina. Bunun yerine: "Bab-ı hükûmet, daire-i hükûmet" tabirleri de kullanılırdı.
HÜKÛMET-İ ÂDİLE
Âdil hükümet.
HÜKÛMET-İ ADL
Huk: Miktarı şer'an muayyen olmayıp ehl-i vukufun (bilirkişinin) usulü dairesinde takdir ve tayin edeceği diyettir. Buna hükm-ü adl de denir.
HÜKÛMET-İ CUMHURİYE
Cumhuriyet hükûmeti.
HÜKÛMET-İ GAYR-İ MÜSTAKİLLE
İstiklâliyet ve hâkimiyet haklarını tamamen haiz olmayıp, diğer bir devletin boyunduruğu altında bulunan hükûmet.
HÜKÛMET-İ MEŞRUTA
Meşrutiyetle idare olunan hükûmet.
HÜKÛMET-İ MÜSTAKİLLE
İstiklâliyet ve hâkimiyet ve haklarını tamâmen hâiz olan hükümet.
HÜKÛMET-İ MÜSTEBİDDE
İstibdatla idare olunan hükûmet.
HÜKÜMDAR
f. Padişah, hüküm sâhibi. En yüksek reis. İmparator.
HÜKÜMDARAN
(Hükümdâr. C.) Hükümdarlar, Padişahlar.
HÜKÜMDARANE
Hükümdar gibi, hükümdara yakışır bir surette.
HÜKÜMDARÎ
f. Hükümdarlık, padişahlık, şahlık.
HÜKÜMFERMA
f. Hükümrân, hüküm süren. Hâkimiyetle idâre eden.
HÜKÜMLÜ
Bir hüküm ve emri bildiren. * Mahkemece hüküm giymiş kimse.
HÜKÜMNAME
f. Bir mahkeme veya hey'etin hüküm ve kararını hâvi vesika. Hükmü ihtiva eden kâğıt.
HÜKÜMRAN
Hâkim, hükümdar. Hüküm ve saltanat süren. Hükümfermâ.
HÜLÂGU
Mi: 1258' de Bağdadı zaptederek halkını kılıçtan geçirmiş, Abbasi Halifesi Musta'sımı ve bütün âile efradını öldürtmüştür. Cengiz Hanın torunu, Tülay Hanın oğludur. Tarihde en çok kan döken hükümdar olarak bilinir. Abbasi Devletini yıkan Moğol Başkumandanıdır.
HÜLAM
Sirke ile pişen sığır eti.
HÜLAS
Zayıf davar.
HÜLASA
(Bak: Hulâsa)
HÜLB
Kıl fırça, kıl kalem. * Kalın kıl kuyruk, yele kılı.
HÜLBE
şiddet.
HÜLEFÂ
(Halife. C.) Halifeler.
HÜLEFÂ-YI RAŞİDÎN
En ileri sahabeden ilk dört halife. (Bak: Çâryâr)
HÜLHAL
Saf su.
HÜLHÜL
(C.: Helâhil) Öldürücü zehir.
HÜLK (HÜLKE)
Yok olmak. Fâsid olmak. * Düşmek.
HÜLLAS
İnsana ârız olan gevşeklik.
HÜLYA
(Bak: Hulya)
HÜM
Onlar. (Bak: Şahıs zamiri)
HÜMA
(İki kişiye işaret olan zamir) O ikisi.
HÜMA
Bir çeşit diken.
HÜMÂ
f. Devlet kuşu. * Saadet. Mutluluk.
HÜMÂ KUŞU
Devlet kuşu. (Hikâyede: Gölgesi kimin başına düşerse o padişah olurmuş, derler. Hümâyun da buradan gelmiştir. Tayr-ı hümâyun, tâlih kuşu, uğur kuşu gibi isimlerle söylenir.)
HÜMAM
Himmetli. Bir işe sıkı sıkıya sarılıp o işi bitiren. Sahi ve civanmerd. * Aslan. * Büyük ve sağlam.
HÜMANİZM
Lât. Edb: İslâmiyete mugayir ve aykırı eski Yunan ve Lâtin edebiyatı ve felsefesi taraftarlığı hareketi. * Fls: İnsan menfaatını hayatta değer ölçüsü kabul eden ve dine tâbi olmayan, insana aşırı hâkimiyet tanımak isteyen ve maddeperest, dinsiz, imansız bir cereyan, bir fikir ve bâtıl bir nazariye.
HÜMAPAYE
f. Çok yüksek dereceli.
HÜMAPERVAZ
f. Hümâ gibi yükseklerde uçan. * Mc: Yüksek himmetli.
HÜMAT
(Bak: Humat)
HÜMÂ-Yİ İKBAL
Devlet kuşu. * Mc: Yüksek talih, iyi uğur.
HÜMAYUN
f. Padişaha ait. * Mübarek. Kutlu. Uğurlu. Âlî. * Kuvvetli. (Bak: Hümâ kuşu)
HÜMAYUNNAME
f. Padişah tarafından bir hükümdara gönderilen mektub.
HÜMEYRA
Pembecik.
HÜMEZE
(Hemz. den) Dürtüştürücü, kırıcı, ısırıcı, sıkıcı. * El ve kaş işâretleri ile ayıplama. * Bir kişinin ardından ayıplarını söyleyen. Gammaz.
HÜMEZE SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 104. suresi olup Mekkîdir.
HÜMLUC
Demirciler körüğü.
HÜMMA
(C.: Hümmeyât) Hastalıktan dolayı vücudda meydana gelen harâret. * Nöbetli hastalık. * Sıtma.
HÜMME
Kara. * Diş eti kararmak.
HÜMMEYAT
(Hümmâ. C.) Hastalıktan dolayı vücutta meydana gelen şiddetli hararetler, ateşler. * Sıtmalar. * Nöbetli hastalıklar.
HÜMUD
Elbisenin eskimesi. * Ateşin sönmesi.
HÜMUD
(Bak: Humud)
HÜMUM
Tasalar, kaygılar, kederler, gamlar, gussalar.
HÜMUMET
Pek fazla ihtiyarlık, çok yaşlılık.
HÜNANE
İç yağı.
HÜNBA'
Ağır ve çirkin kadın.
HÜNBÜL
Kısa boylu. Kürk.
HÜNER
f. Mârifet. Bilgililik. Ustalık, mahâret.
HÜNERMEND
f. Hüner sahibi, hünerli, marifetli.
HÜNERMENDÎ
f. Hünerlilik, mârifetlilik.
HÜNERPİŞE
f. Mahâretli, mârifetli, hünerli.
HÜNERVER
f. Çok ustalıklı. Becerikli. Usta. Mahâret sahibi.
HÜNERVERÂN
(Hünerver. C.) Mârifetli, hünerli kimseler.
HÜNEYHE
Saat. * Kıyâmet.
HÜNKÂR
f. Hükümdar. Padişah. Sultan.
HÜNKÂR MAHFİLİ
Eskiden camilerde padişahlar için yapılmış olan yerler. Bu mahfiller camilerin zemininden yüksek olarak yapılır ve caminin iç kısmını görmek için kafes konulurdu. Bunun haricinde kafesin birkaç yerinde 20-30 cm. en ve boyunda açılabilir küçük pencereler de bulunurdu.
HÜNSA
Erkek veya kadın olduğu belirsiz olan. * Aynı çiçekte dişi veya erkeklik uzvunun bulunması.
HÜNSAİYYET
Aynı kimsede ve aynı zamanda hem erkeklik hem dişilik.
HÜNU'
Sindirip hazmetmek.
HÜNUD
Hindliler.
HÜR'
Fâsid kelâm, çirkin söz.
HÜRAR
Devede olan bir zahmet.
HÜRER
(Hirre. C.) Dişi kediler.
HÜREYRE
Kedi yavrusu.
HÜRİ'
Bit.
HÜRMAN
Akıl.
HÜRMET
Riâyet. İhtiram. * Haysiyet. Şeref. * Haram olma. Haramlık. * Irz, nâmus gibi başkasına helâl olmayan husus. (İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur ki: Bir mü'minin bir tek seyyiesiyle bütün hasenatını örter. Şeytanın bu desisesini dinleyen insafsızlar, mü'mine adavet ederler. Halbuki: Cenab-ı Hak haşirde adâlet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a'mâl-i mükellefini tarttığı zaman, hasenatı seyyiata galibiyeti, mağlubiyeti noktasında hükmeyler. Hem seyyiatın esbabı çok ve vücudları kolay olduğundan, bazen bir tek hasene ile çok seyyiatını örter. Demek bu dünyada, o adalet-i İlâhiyye noktasında muamele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenâlıklarına kemmiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki, kıymetdar bir tek hasene ile, çok seyyiatına nazar-ı afv ile bakmak lâzımdır. Halbuki: İnsan, fıtratındaki zulüm damariyle, şeytanın telkiniyle, bir zatın yüz hasenatını bir tek seyyie yüzünden unutur, mü'min kardeşine adâvet eder, günahlara girer. Nasıl, bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa; bir dağı setreder, göstermez. Öyle de; insan garaz damariyle, sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenatı örter, unutur, mü'min kardeşine adavet eder. İnsanların hayat-ı içtimaiyesinde bir fesad âleti olur. L.)
HÜRMETEN
Hürmet olsun diye; hürmet, saygı ve ikram maksadıyla.
HÜRMET-İ MÜSAHERE
Sıhriyyet sebebi ile hâsıl olan haramlık. Yâni evlenmek sebebi ile meydana gelen akrabalık dolayısıyle hâsıl olan haramlıktır. Bu sıhriyyetin haramlık meydana getirmesi, ister meşru' nikâhla olsun, ister gayr-ı meşru' olsun "hürmet-i müsahere" meydana gelir.Meselâ: Hanefi mezhebinde, bir kimse kendisiyle gayr-i meşru' suretle mukarenette bulunmuş veya bir uzvunu hâilsiz şehvetle tutmuş veya öpmüş veya tenasül cihazına şehvetle bakmış olduğu bir kadının neseb veya süt itibarı ile onun anasını, ninesini, kızını, torunu aslâ nikâhlayamaz ve onlarla hiçbir surette evlilik teessüs edemez. Bunlar arasında ebedî bir haramiyet mevcuttur. Buna hürmet-i müsahere deniyor.
HÜRMET-İ RİBA
Ribanın yani faizin haram oluşu. (Bak: Riba)
HÜRMETKÂR
f. Hürmet eden, saygılı.
HÜRMÜZ
(Hürmüzd) Eski İran takviminde, güneş yılının ilk günü. * Zerdüştlerin bâtıl bir inanışları olan hayır tanrısı. * Jüpiter (Müşteri) yıldızı.
HÜRNU'
Küçük canavar.
HÜRR
Arslan.
HÜRR
Kimsenin baskısı, zorlaması olmadan meşru' dairede istediği gibi yaşayabilen. * Esir veya köle olmayan. Serbest.
HÜRRE
Esir veya câriye olmayan hür kadın.
HÜRRE-İ MÜKELLEFE
Fık: Akıl ve bâliğ olan hürre kadın. Sevap ve günahtan mes'ul olan kadın.
HÜRRİYET
Serbestlik, hür oluş. * Adalet kanununda ve te'dibte, başka hiç kimse, kimseye taarruz ve tahakküm etmemesi ve herkesin hukukunun meşru' olarak korunması, herkesin meşru' hareketlerinde tam serbest olması.(İnsana karşı hürriyet, Allah'a karşı ubudiyeti intac eder.Rabıta-i iman ile Sultan-ı Kâinat'a hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye, o adamın izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi; başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmesi dahi o adamın şefkat-i imaniyesi bırakmaz. Evet, bir pâdişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne tenezzül etmez. Bir biçareye tahakküme dahi, o hizmetkâr tenezzül etmez. Demek, iman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saadet!... ) (Münazarat)
HÜRRİYET-İ DİNİYE
Din hürriyeti. Herhangi bir kimsenin mensub olduğu dinin emirlerini ve icablarını yapmakta asayişe ve başkasının haklarına dokunmamak şartiyle serbest olması.
HÜRRİYET-İ HAYVANÎ
Hayvancasına serbestlik. Hayvanlara yakışan bir serbestiyet.
HÜRRİYET-İ VİCDAN
Amme hukuku ile ferdî hukuka tecavüz etmemek şartıyla herhangi bir kimsenin her hangi bir fikir veya dini kabul etmekte veya kabul etmemekte serbest olması. Ancak, İslâmiyeti kabul etmiş olan bir kimse, İslâmın esaslarını kısmen de olsa, inkâr ve reddetmekte serbest değildir; İslâm hukukunda mürted muamelesini görür. (Bak: Mürted)Dinî vazifeleri, dinin emirlerini yapmakta ve neşrinde serbestlik ise, din hürriyetidir.(Mâlumdur ki, her hükümette muhalifler bulunur. Asayişe, emniyete dokunmamak şartıyla, hiç kimse vicdaniyle, kalbiyle kabul ettiği bir fikirden, bir metoddan dolayı mes'ul olmaz. Bu, hukukî bir mütearifedir.Hz. Ömer, hilafeti zamanında, âdi bir hristiyan ile mahkemede birlikte muhakeme olundular. Halbuki o hristiyan, İslâm hükümetinin mukaddes rejimlerine, dinlerine, kanunlara muhalif iken, mahkemede onun o hâli nazara alınmaması açıkça gösterir ki, adalet müessesesi hiçbir cereyana kapılmaz, hiçbir tarafgirliğe kaymaz. Bu, din ve vicdan hürriyetinin bir ana umdesidir ki; komünist olmayan şarkta, garbda, bütün dünya adalet müesseselerinde câri ve hâkimdir. R.N.)
HÜRRİYET-ŞİKEN
Hürriyeti bozan, hürriyeti kıran.
HÜSAM
Keskin kılıç.
HÜSAMEDDİN
Dinin keskin kılıcı.
HÜSBAN
Azap. * Yıldırım. * Çekirge. * Saymak.
HÜSBANE
Küçük ok. * Küçük yastık.
HÜSEYİN
Küçük güzel. * (Hi: 6-61) Hazret-i Ali Radıyallahü Anhu'nun oğlu, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sevgili torunudur. Peygamberimiz (A.S.M.) "Hüseyin benden, ben Hüseyindenim. Allah Hüseyini seveni sever." buyurmuştur. Kerbelâda şehid oldu (R.A.)
HÜSEYİN-İ CİSRÎ
(Hi: 1261- 1327) Suriye ulemasındandır. Baba ve annesi Ehl-i Beyt'tendir. Câmi-ül Ezher'de tahsil görmüş ve zamanının dinî, edebî ve felsefî ilimleriyle iştigal etmiştir. En meşhur eseri "Risale-i Hamidiye"sidir. Türkçeye ve Orducaya tercüme edilmiştir. 1307 senesinde Tercüman-ı Hakikat gazetesi, kitap olarak neşretmiştir.
HÜSEYN
(Bak: Hüseyin)
HÜSN
(Hüsün) Güzellik. İyilik. Eksiksizlik. Cemal ile kemal. (Bak: Celal, Cemal)(Evet mevcudatta sebeb-i muhabbet olan hüsün ve ihsan ve kemal, Bâki-i Hakiki'nin hüsün ve ihsan ve kemalâtının işaratı ve çok perdelerden geçmiş zaif gölgeleridir; belki cilve-i esmâ-i hüsnânın gölgelerinin gölgeleridir. S.)
HÜSN Ü AŞK
Güzellik ve muhabbet: * şeyh Galib'in manzum hikâyesi.
HÜSN Ü KUBH
Güzellik ve çirkinlik.
HÜSNA
(Ahsen'in müennesidir) İyi zan. En güzel. Amel-i sâlih. Pek güzel. * Cennet. * İyi amel ve haslet. Cenab-ı Hakk'ı görmek ve Ona iman ve ubudiyetle şereflenmek. * Düşman üzerine fevz ve zafer bulmak, şehidlik.
HÜSN-AVER
f. Güzelliği çoğaltan. Güzellik veren.
HÜSNÎ
Güzelliğe dâir. Güzelliğe âit ve müteallik.
HÜSN-İ TA'BİR
Müstehcen veya soğuk bir şeyin güzel ve edebe uygun bir tarzda ifade edilmesi.
HÜSNİYYAT
Güzel olan hususlar.
HÜSN-Ü ÂDÂB
(Hüsn-i âdâb) Güzel ve iyi edeblilik. Güzel terbiye. İslâmi terbiye.
HÜSN-Ü AHLÂK
Ahlâk güzelliği.
HÜSN-Ü ÂKİBET
İyi netice.
HÜSN-Ü BEYAN
Akıcı ve güzel anlatış.
HÜSN-Ü Bİ-BAHANE
Kusursuz güzellik. Günahsız mâsum güzellik.
HÜSN-Ü BİLGAYR
Dolayısı ile, neticeleri ciheti ile güzel olan.
HÜSN-Ü BİZZAT
Kendisi bizzat güzel olan.
HÜSN-Ü DELÂLET
Hayırlı. İyi bir başlangıca delâlet.
HÜSN-Ü ENDAM
Vücut güzelliği.
HÜSN-Ü HAL
İyi hal. Güzel ahlâk.
HÜSN-Ü HAREKET
Güzel muamele yapma, iyi muamelede bulunma.
HÜSN-Ü HÂTİME
Neticeyi iyi bir halde bitirme. * İman ile âhirete gitmek. Kelime-i şehadet söyleyerek ölmek.
HÜSN-Ü HAYR
Hayrın güzelliği
HÜSN-Ü HULK
(Hüsn-i hulk) Ahlâk güzelliği. Güzel ahlâk.
HÜSN-Ü İBTİDA
Mevzuya münasib bir ifade ile söze başlama.
HÜSN-Ü İDARE
İyi idare etme.
HÜSN-Ü İMTİZAC
İyi geçinme.
HÜSN-Ü İSTİ'MAL
İyi ve güzel kullanma.
HÜSN-Ü KABUL
İyi karşılamak. Güzellikle kabul etmek.
HÜSN-Ü MAHFÎ
(Hüsn-i mahfî) Gizli güzellik. * Kalbî ve ruhî güzellik.
HÜSN-Ü MAKTA'
Edb: Bir manzumenin, bilhassa gazellerin son beyti demek olan "makta" dan evvelki beyit.
HÜSN-Ü MA'NEVÎ
(Hüsn-i ma'nevî) Manevî güzellik. İç güzelliği.
HÜSN-Ü MATLA'
Edb: Bir gazelin ikinci beyti.
HÜSN-Ü MUAMELE
(Hüsn-i muâmele) İyi muâmele. Güzel hatt-ı hareket.
HÜSN-Ü MÜCERRED
Gayr olsun olmasın bizzat güzel olan şey. Bazı âza veya çizgilerin mütenasib terkib ve tertibiyle hâsıl olan hüsün, hüsn-ü mücerred değildir. Şartları zâil olsa, hüsün de zâil olur. Fakat, vücud, hayat, iman gibi varlıklar hüsn-ü mücerreddir ve bizzat güzeldirler. Güzellikleri başka şeylere bağlı değildir. * Hariçte maddi vücudu olmayan, ancak aklen mevsufsuz düşünülebilen hüsün ve zihnen anlaşılan güzellik.
HÜSN-Ü NİYET
(Hüsn-i niyet) İyi niyet. Temiz kalblilik.
HÜSN-Ü TA'LİL
Edb: Herhangi bir hâdisenin hakiki sebebini saklayarak, güzel ve hayalî bir sebep göstermeye hüsn-ü ta'lil denir. Bu gösterilen sebep hakiki olmamalı, fakat güzel olmalıdır.Bağ-ı âlemde yüzün menendi bir gül isteyüp.Cüst ü cu idüp gezer gülzarı bülbül şah şah.(Fatih Sultan Mehmed)Bülbülün, gül bahçesini daldan dala gezmesinin sebebi, âlem bağında sevgilinin yüzüne benzer bir gül aramasıdır.
HÜSN-Ü TEDBİR
İyi düşünülerek tutulan yol. Tefekkür ile tasmim etmek, ihtiyar olunacak meslek ve harekete karar vermek. * Bir kimseden bir haberi nakil ve rivâyet eylemek. * Bir şeye iyi muvaffak olmak için o işe muvafık ve hesaplı hareket etmek.
HÜSN-Ü TELAKKİ
(Hüsn-i telakki) İyi anlayış. İyi kabul ediş. Güzel telâkki etmek. Anlayış gösterip iyi niyetle kabul etmek.
HÜSN-Ü TEVECCÜH
Sevgi ile karışık medih ve takdir. İyi karşılanmak ve alâka görmek.
HÜSN-Ü ZANN
(Hüsn-i Zan) Bir kimsenin veya bir hâdisenin iyiliği hakkındaki vicdâni ve iyi kanaat. İyi fikirde bulunup, iyi olacağını düşünmek.
HÜSR
Ziyan, kayıp, zarar.
HÜSRAN
Ümit edilenin elde edilememesinden duyulan elem. Mahrumiyet acısı. * Zarar, ziyan, kayıp.
HÜSREV
(Bak: Husrev)
HÜŞAD
Suyu emmeyen sert arâzi.
HÜŞDAR
(Bak: Huşdar)
HÜŞYAR
Uyanık, akıllı, zeki. Ayık. Uslu.(...İstikbal karanlığı içinde saadet-i ebediyyeye giden nuranî yolu olan sırat-ı müstakime hidayeti istemek.. hem şimdi yatmış nebatat, hayvanat gibi gizlenmiş güneşler, hüşyar yıldızlar, birer nefer misillü emrine müsahhar ve bu misafirhane-i âlemde birer lâmbası ve hizmetkârı olan Zât-ı Zülcelal'in kibriyasını düşünüp Allahü Ekber deyip rükua varmak... S.)
HÜŞYARANE
f. Akıllıcasına.
HÜŞYARÎ
f. Hüşyarlık, akıllılık.
 
HÜTAF
Çağırma, seslenme.
HÜTAME
Kesinti, kırpıntı. Parça.
HÜTKE
Perde yırtılıp rezil olmak.
HÜTR
Ahmaklık, hamâkat, budalalık.
HÜTTAK
(Hâtik. C.) Bozanlar. * Yırtanlar.
HÜTU'
Boyun uzatmak. * Çok nazar etmek, çok bakmak.
HÜTUL
Sürekli yağmur yağma.
HÜTUN
Sürekli yağmur yağma.
HÜV'
Kusmak.
HÜVAL
Kundura kalıbının yukarı kısmını genişletmek için kullanılan takoz.
HÜVAM
Hayranlık hâli.
HÜVE
Arabçada: O (mânasına işâret zamiri)
HÜVE AHSEN
O daha güzeldir, en güzeldir.
HÜVE HAKK(UN)
O da haktır. O da bir haktır. (Bak: Ehakk)
HÜVE HASEN(ÜN)
O bir güzeldir, hasendir.
HÜVE HÜVESİNE
(Türkçe bir tabirdir) Noktası noktasına, hiç değişiklik yapmadan, aynen.
HÜVE-L AHSEN
Sadece ve yalnız en güzel O'dur.
HÜVE-L BAKÎ
Bâkî ancak O'dur. Allah (C.C.)
HÜVE-L EHAD
O Allah birdir. (Bak: Ehad)
HÜVE-L HAKKU
Hak sadece O'dur.
HÜVE-L HASEN
Sadece, yalnız o güzeldir.
HÜVEYDA
f. Aşikâr. Zâhir. Belli. Apaçık.
HÜVEYNA
Kolaylık, sühulet.
HÜVF
Soğuk rüzgâr.
HÜVİYYET
Asıl. Mâhiyyet. Birisinin kimliği, kim olduğu, kökü, esası ve ne olduğu. * Cenab-ı Hakkın varlık sıfatı. * Hamiyyet ve istikametten, ulüvv-ü cenâbdan ibâret olan sıfât-ı hamide.
HÜVVE
(C.: Hevvât) Derinliği genişliğinden çok olan çukur yer.
HÜYAM
Azgınlık.
HÜYU'
Korkaklık.
HÜYYAM
(Hâim. C.) Sevgiden dolayı şaşırmış olanlar.
HÜZAHİZ
Bağırgan deve. * Keskin kılıç. * Çok su. * Fitne.
HÜZAL
Zayıflık, bitkinlik.
HÜZEYFE
Ensar-ı Kiramdandır. Hüzeyfe-i Yemanî de denir. Hz. Muhammmed (A.S.M.) ona münafıkları bildirdiğinden dolayı, Hz. Ömer (R.A.) onunla istişare eder ve Onun, namazını kılmadığı kimselerin namazında bulunmazdı. Çok takvalı ve istiğna sâhibi bir zat idi. İran'ın fethinde bulundu. (Hi: 35) de Dâr-ı Beka'ya göç etmiştir (R.A.)
HÜZHÜZ
Hafif ve zarif kimse.
HÜZÎ
Kedi yavrusu.
HÜZLUL
(C.: Hezâlil) Küçük dağ veya tepe. * Hafif adam.
HÜZN
(Hüzün) Gamlı olmak. Keder Sıkıntı.
HÜZN-ALUD
f. Kederli. Hüzünlü. Gamlı.
HÜZN-AMİZ
f. Gam, keder ve hüzünle karışık.
HÜZN-AVER
f. Keder veren. Gam veren. Hüzün verici.
HÜZN-EFZA
f. Keder ve hüzün arttıran.
HÜZN-ENGİZ
f. Hüzün veren. Keder verici.
HÜZN-GÂH
Hüzün ve keder vakti.
HÜZUL
Arıklık, bitkinlik, zayıflık.
HÜZÜV
Maskaralık.
HÜZZAM
Müzikte bir makam ismidir.
HÜZZET
Boyun.
HÜZZÜ' (HÜZÂE)
Maskaralığa almak.
HZ. HASAN
Hz. Ali'nin (R.A.) oğludur. Hz. Peygamber'in (A.S.M.) sevgili torunudur. Cennet'le tebşir olunmuştur. Hz. Peygamber (A.S.M.) kendisi için cennet gençlerinin seyyidi buyurmuştur. (Hi: 3-49)(Hazret-i Hasan ve Hüseyin'in Emevilere karşı mücadeleleri ise, din ile milliyet muharebesi idi. Yâni, Emeviler, Devlet-i İslâmiyeyi, Arab milliyeti üzerine istinad ettirip râbıta-i İslâmiyeti, râbıta-i milliyetten geri bıraktıklarından, iki cihetle zarar verdiler:Birisi: Milel-i sâireyi rencide ederek tevhiş ettiler. Diğeri : Unsuriyet ve milliyet esasları, adâleti ve hakkı tâkip etmediğinden zulmeder. Adalet üzerine gitmez. Çünki: Unsuriyet-perver bir hâkim, milletdaşını tercih eder, adalet edemez. ferman-ı kat'isiyle: Râbıta-i diniye yerine râbıta-i milliye ikame edilmez; edilse, adalet edilmez; hakkaniyet gider.İşte Hazret-i Hüseyin, râbıta-i diniyeyi esas tutup muhik olarak onlara karşı mücadele etmiş, tâ makam-ı şehadeti ihraz etmiş. M.)
 
Geri
Top