Osmanlıcada ''K''ile başlayan kelimelerin anlamları

arz-ı hal

şşşşştttttttt
Özel üye
K
Osmanlı alfabesinin yirmidördüncü harfi olan kaf ile, yirmibeşinci harfi olan kef harfini karşılar.
KA'
(C.: Akva') Düz yer.
KAA
Ev avlusu.
KAA'
Acı su.
KAAKI'
Birbiri ardınca meydana gelen gök gürlemesi.
KAAN
Hükümdar, hâkan.
KAARET
Derinlik.
KAARET-İ DERYÂ
Denizin derinliği.
KAAS
Boynu göğüse girmek.
KAAT
Gadap, hiddet, öfke. * Darlık. * Yaşlı koyun. * Davar memesi. * Bağırma ve çığlık şiddeti.
KAB
Çok eski devir silâhlarından olan yayın kabzası (tutacak yeri) ile köşesi arasındaki mesafe, her "yay" da "iki kab" olan miktar.
KA'B
(Ölm: Hi: 32) Yahudi âlimlerinden olup İsrailiyatı İslâmiyet'e en çok aktaranlardan biridir. Hz. Ebubekir devrinde Müslüman olmuştur. Sa'lebi ve Kisai gibi İslâm tarihçileri ondan çok rivayetlerde bulunmuşlardır.
KA'B
Topuk kemiği, ayak bileği, aşık kemiği. * Mc: Şan, şeref, mecd, büyüklük. * Geo: Sekiz yüzlü, sekiz köşeli (mükâb) cisim.
KA'B
Yemek yemek. Su içmek.
KA'B
(C.: Kıâb) Ağaç çanak.
KAB'
Seyahat edip gezmek. * Nefesi tutulmak. * Atın burnu içinden çıkan hırıltı.
KABA'
(C.: Akbiye) Üste giyilen elbise. Kaftan, cübbe.
KABAÇE
f. Entari. Hafif giyecek.
KABADAYI
Mc: Cesur, kahraman, cengâver. Eskiden kabadayılar ağırbaşlı, fenalıktan kaçınır, iyiliği sever insanlar oldukları için muhitlerinde hürmet görürlerdi. (O.T.D.S.) * Kimseden korkmaz görünerek şuna buna meydan okuyan kimse, yiğit taslağı.
KABAHAT
Kusur, çirkin iş, tekdir edilmeğe müstehak hareket.
KABAHÂT
(Kabahat. C.) Kusurlar, kabahatler. Suçlar, çirkin hareketler.
KABAİH
(Kabayih) (Kabiha. C.) Kabahatlar. Çirkin işler, kabih haller.
KABAİL
(Kabile. C.) Kabileler. Bir soydan türemiş cemaatler, silsileler.
KABAİL-İ ARAB
Arap kabileleri.
KABAKULAK
Tıb: Daha ziyade tükrük bezlerini şişiren bulaşıcı ve ateşli bir hastalık.
KABALE
Kadı'nın (hâkimin) verdiği hüccet. * Toptan, götürü ile yapılan satış. * Yahudilerin kendi cemaatlarına verdikleri vergi.
KABAS
Ciğer hastalığı. * Yüksek ve kalın. * Hafiflik. * Neşat, sevinç.
KABA'SER
(C.: Kabâis) Büyük, kuvvetli, sağlam. Zayıf deve yavrusu. * Deniz canavarlarından bir canavar.
KABATÎ
(Kıbtî. C.) Çingeneler.
KABA-YI ÂHENİN
Demirden yapılmış elbise. Zırh.
KABAZA
Hız. Sür'at.
KABB
İnce belli olmak. * Gönlün eğlendiği gönül eğlencesi. * Makara ortasındaki ağaç.
KABBA
İnce belli, zayıf kadın. (Müz : Akbeb)
KABBAN
Büyük terazi, baskül.
KABBE
Yağmur damlası. * Gök gürlemesi.
KÂBBE
Hüzünden ve gamdan dolayı, hali kötü ve kalbi kırık olmak.
KABCE
(C.: Kubec-Kibâc) Keklik kuşu.
KABE
Yumurta.
KABE
Usanmak, bıkmak. * Kırılmak.
KÂ'BE
(Kâbe) Dünyanın en kudsi ma'bedi. Beytullah, Beyt-ül Ma'mur, Beyt-ül Atik. Bütün mü'minlerin ibâdet esnâsında yöneldikleri merkez. Dört köşe olduğu için Kâbe denir. Bu mukaddes makamın etrafına Mescid-ül Haram ismi verilir. İçinde bir kısım olarak Makam-ı İbrahim mevcuddur. Burası İbrahim Aleyhisselâm'ın Kâbe'yi bina ederken, yahut insanları hacca davet ederken, üzerine çıktığı taşın bulunduğu yerdir. Tavaf namazı burada kılınır. Kâbe'nin ilk inşası Hz. Âdem (A.S.) tarafından olduğuna dair rivayetler vardır. Bedahetle malûm olan ise; Sahih-i Buharî Tercümesine ve çok kıymetli delillere binaen İbrahim ve İsmail Aleyhisselâmlar inşa etmişlerdir. Bu husus âyet-i kerime ile de sâbittir.(Beyt-ül Muazzam'ın âmir-i inşası: Allah-ü Zülcelil; mübelliği ve mühendisi: Cibril; ilk bânisi: İbrahim Halil, muavini de İsmail olduğu en sahih rivayet olarak kabul edilmek icabeder... diye Sahih-i Buharî Tercümesinde Hâfız İbn-u Kesir'den nakledilmiştir.) Kâbe kıblegâhtır. Üzerine farz olan müslümanların, hacc zamanında gidip ziyaret etmeleri icabeden en mühim ve en büyük mabedimiz.
KÂ'BE-İ KEMALÂT
Kemâlât kâbesi. Yâni herkesin teveccüh etmesi gereken en yüksek kemalât merkezi.
KABELE
(C.: Kıbel) Göz boncuğu.
KA'BERÎ
Ailesine, arkadaşına, yoldaşına, kabilesine ve halkına katılık eden, kötü ahlâklı kişi.
KABES
Ateş parçası. * Ateş şulesi. * Öğretmek. * Öğrenmek.
KABET
Kederli ve ıztırablı olma.
KÂ'BETEYN
İki Kâbe. Mekke-i Mükerreme'deki Kâbe-i Muazzama ile, Kudüs'teki Mescid-i Aksâ.
KÂ'BET-ÜL ÂMÂL
İsteklerin ve emellerin yönelmiş olduğu yer.
KÂ'BET-ÜL ULYÂ
şerefi ve kudsiyyeti pek yüksek Kâbe.
KAB-I KAVSEYN
İmkân ve vücub ortasında bir makam. * İki yay uzaklığı mesafesi.(... İşte mevcudatın en eşrefi olan zihayat; ve zihayat içinde en eşref olan zişuur; ve zişuur içinde en eşref olan hakiki insan; ve hakiki insan içinde geçmiş vezaifi en azamî bir derecede, en ekmel bir surette ifa eden zât, elbette o mi'rac-ı azîm ile Kab-ı Kavseyn'e çıkacak, Saadet-i Ebediye kapısını çalacak, hazine-i Rahmetini açacak, imanın hakaik-ı gaybiyesini görecek, yine o olacaktır. S.)
KABINA SIĞMAMAK
t. Sabırsızlık, acelecilik. * Şişmanlamak.
KABIZ
Kabzeden, tutan.
KABIZ-I ERVAH
Ruhları kabzeden Hz. Azrail.
KABIZ-I MÂL
Tahsildar.
KÂBİ'
Dolu kap.
KABİA
Kılıç kabzasının başında olan gümüş veya demir.
KABİH
(Kabiha) Çirkin, fena, kötü, yakışıksız, ayıp.
KABİHA
(C.: Kabâih) Çirkin davranış, ayıp iş. Fena muamele.
KABİH-ÜL VECH
Çirkin yüzlü. Suratı, siması güzel olmayan.
KABİL
Kabul eden. Olabilir, istidatlı, mümkün olan, önde ve ileride olan.
KABİL
Gibi, türlü, biraz evvel, az önce. Aşikâr. İleri gelen. Kabul eden. * Sınıf, nevi, soy. * Kefil. * Birbirine muhalif kavimden üç beş kişi.
KABİLE
Kadın ebe. * Kabul edici. * Ses alıcı.
KABİLE
Birlikte yaşayan, konup göçen, bir sülâleden türemiş insanlar. Bir reisin idaresi altında bulunan ve ekserisi aynı soydan gelen insanlar.
KABİL-İ EMÂNET
İnsan.
KABİL-İ GAYR-İ TELAKKUH
Gebeliği mümkün olmayan.
KABİL-İ HİTAB
Sözden anlar. Kendisi ile konuşulabilir olan kimse.
KABİL-İ İNKİSAR
Kolaylıkla kırılabilir şeyler, kırılması kolay olan nesneler.
KABİL-İ KIYAS
Düşünülebilen, ölçülebilen, kabul edilebilir olan.
KABİL-İ NESH
Kaldırılması, iptal edilmesi mümkün olan.
KABİL-İ TEMYİZ
Huk: Temyiz mahkemesinde görülebilecek olan dâvalar.
KABİLİYET
Dıştan gelen te'sirleri alabilme gücü. * İstidat, anlayış, kabul edebilirlilik. Kabul edici yüksek bir kuvvete mâlik olmak, olabilirlilik.
KABİN
f. Güveğinin geline verdiği ağırlık, eşya, para.
KABİNE
Fr. Vekiller hey'eti. Bakanlar kurulu. * Küçük oda. * Doktorun muâyene yeri.
KABİR
(Bak: Kabr)
KABİR
Büyük, ulu.
KABİS
Yusuf Aleyhisselâm'ın rüyasında gördüğü yıldızlardan birisi.
KABİS
Hızlı giden at. Süratli at.
KABİSA
Parmak ucuyla yenen şey.
KABİSE
Üveyik kuşu.
KÂBİSE
Ucu üstüne eğri ve kıvrık olan burun.
KABKAB
Karın, batn.
KABKABA
Haykırma, kükreme. (Deve ve arslan hakkında kullanılan bir tâbirdir.)
KABKABA-İ İBİL
Devenin bağırması.
KABKABA-İ ŞİR
Arslanın kükremesi.
KABL
Önce. Evvel. İleride. Evvelki.
KABL-EL BÜLUĞ
Büluğdan evvel.
KABL-EL MİLÂD
İsa'dan (A.S.) önce, milâddan evvel.
KABL-EL VUKU'
Vuku'dan evvel. Olmadan evvel.
KABL-EL VÜCUD
Gelmeden önce.
KABL-ET TAAM
Yemekten önce.
KABL-ET TELAKİ
Buluşmazdan önce.
KABL-EZ ZEVAL
Öğleden önce.
KABL-EZ ZUHR
Öğleden evvel.
KABL-EZ ZUHUR
Zuhurundan ve meydana çıkmadan evvel.
KABLÎ
İlke ve önceliğe âit. Hiçbir tecrübeye dayanmadan. Yalnız akıl ile.
KABLO
Fr. : Telgraf, telefon hatlarında veya elektrik akımı iletmede kullanılan izole edilmiş tellerin bütünü.
KABOTAJ
Fr. Bir ülkenin kendi limanları arasında gemi işletme işi.
KABR
(Kabir) Mezar. Merkad. Ölünün toprağa gömüldüğü yer. (Bak: Âlem-i berzah)
KABR-İ HÂMUŞ
Sessiz mezar.
KABRİSTAN
f. Mezarlık.
KABS
Her şeyin esası, aslı. * Tâlim etmek.
KABS
Parmak ucuyla yemek.
KABSA
Başı büyük ve sivri olan kadın.
KABT
El ile bir şey toplamak.
KABTARÎ
Yünden dokunan bir elbise.
KABUK
Bir şeyin dışındaki sert örtü, kışır. * Bazı hayvanların katı mahfazaları.
KÂBUK
f. Yuva. Kuş yuvası.
KABUL
Bir malı satın almak için kabul ettiğini bildiren sözdür. (Bak: İcab)
KÂBUL
Avcıların kemendi.
KABULGÂH
f. Kabul yeri.
KABUL-İ ADEM
Kalben ademi kabul etmektir. Hakkı inkâr etmek, hatalı bir hüküm ve itikattır. Hak mesleği kabul etmeyip indi ve şahsi görüşünü ileri sürerek başka bir yolda gitmektir, bir iltizamdır. İmânın zıddına şahsi görüşüne tâbi olmak, bâtılı kabul etmektir.
KABURGA
Göğüs kemiklerinin beheri. Göğüs kemiklerinin bel kemiğine bağlanmak suretiyle meydana getirdikleri şeklin bütünü. * Gemi, sandal, kayık gibi deniz nakil vasıtalarının hayvan kaburgasına benzeyen ve omurga üzerine kaldırılan eğri ağaçları.
KABUS
Uykuda ağırlık basması. Korkulu ve insanda hareket bırakmayan rüya. Karabasan.
KABZ
Tutmak. Ele almak. Kavramak. Almak. * Tahsil etmek. Teslim almak. * Amelde zorluk çekmek. * Kuşun süratle uçması. * Mülk.
KABZ U BAST
Ruhen sıkıntı. Daralma ve genişleme. Sıkıntı ve ferahlık. * Birini diğeri üzerine tercih etme. * Münkabız bir adama ferahlık ve sürurluluk vermek, sevindirmek. * Beyan ve ifâde etmek. * Uzun uzun ve etraflıca anlatmak.
KABZA
Kılınç gibi şeylerin tutacak yeri. Sap. * El, pençe. * Bir tutam, bir avuç şey.
KABZA-İ TÎG
Kılıncın kabzası, sapı.
KABZ-I RUH
Ruhun alınması. Ölmek.
KABZIMAL
Meyve ve sebze yetiştiricileriyle, satıcı arasındaki aracı.
KÂC
f. Küçük bir çeşit çam.
KAD
Gr : İsmiyye veya harfiyye olan bir kelimedir. İsmiyye olduğunda iki vecihle kullanılır. yerine muzari olur. Yetişir, kifayet eder mânasınadır. Yahut kelimesine müradif isim olur. Harfiyye olduğunda dâhil olduğu fiil, tahkik, ümid, rica, intizar, yakınlık, azlık veya çokluk ifade edebilir.
KA'D
Çuval.
KAD'
Men etmek, engel olmak.
KÂD
f. Hırs, tamahkârlık.
KÂD
Mahzun olma, hüzünlü ve kederli olma.
KADAH
Küçük toprak çanak.
KADAH
Çömlek içinde pişen yemeğin kokusu.
KADANA
Forsaların ayağına vurulan zincir.
KADASTRO
Fr. Bir ülkedeki arazi ve mülklerin alanını, sınırlarını ve yerini belirtip plânlama işi.
 
KADD
Boy, bos.
KADD Ü KAMET
Boy bos.
KADDA'
şiddetli.
KADDAH
Kadeh yapan. Kadeh yapıcı. * Zemmeden. Gıybet eden. Hicveden, yeren.
KADDAHE
Çakmak taşı.
KADDESALLAH
Allah mübarek ve mukaddes eylesin.
KADDESE
Takdis etti, takdis eder, takdis etsin, mutlu olsun (gibi mânada en mübarek bir şeyin kudsiliğini, kusur ve noksanlıktan uzaklığını, müberra olduğunu bildirir fiil.)
KADD-İ BÂLÂ
f. Yüksek, uzun boy.
KADD-İ BÜLEND
f. Uzun, yüksek boy.
KADD-İ MEVZUN
Mevzun boy, biçimli boy.
KADD-İ MÜSTESNA
Müstesna boy. Güzellikte emsalsiz ve benzeri olmayan endam.
KADE
Gr: Yardımcı fiillerdendir. Cümlede ifade edilen hükmün yaklaştığını bildirmek için söylenir. Mübtedâ ile haberin başına gelerek, birincisini isim adı ile merfu' kılar, haberini de mansub eder. Bu gibi fiillerin haberi muzâri olur.
KA'DE
Bir defa oturuş. Oturma. * Ist: Namazdaki bir defa oturuş. Teşehhüd için, Ettahiyyâtü duâsını okumak maksadı ile olan oturuş. Birinci oturuşa Ka'de-i ulâ, ikinciye de Ka'de-i âhire denir.
KA'DEL
Yağhane sepeti.
KADEM
Ayak. Adım. Metrenin üçte biri kadar olan uzunluk. Oniki parmak uzunluğu, yarım arşın. * Uğur.
KADEM-BUS
f. Ayak öpen.
KADEME
Derece, sıra. * Merdiven basamağı.
KADEME KADEME
Basamak basamak, derece derece.
KADEME-İ ULÂDA
İlk basamakta. Başlangıçta.
KADEMÎ
Ayakla alâkalı. Ayağa mensub.
KADEMİYYE
Ayak bastı parası. * Eskiden hükûmete ait bir davetiye veya emri tebliğ etmek için gönderilen memura, masrafları karşılığı olarak verilen ücret.
KADEMKEŞ
f. Ayağını çeken. Yanaşmayan, gitmeyen.
KADEMNİH
f. Ayak basıcı.
KADEMNİHADE
f. Gelmiş, ayak basmış olan.
KADEMRAN
f. Adım atan, ilerliyen.
KADEMRENCE
f. Lütfen kabul, tenezzül.
KADER
Cenâb-ı Hakk'ın kâinatta olmuş ve olacak her şeyin evsafını ve havassını ve sâir geleceğini ve geçmişini ezelden bilip, levh-i mahfuzunda takdiri ve yazması. Takdir-i İlâhî. * Ezelî kısmet. * Tali'. Baht. Şans.(Kader ve cüz-i ihtiyarî, İslâmiyetin ve imanın nihayet hududunu gösteren, halî ve vicdanî bir imanın cüz'lerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir. Yâni, mü'min her şeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenab-ı Hakk'a vere vere, tâ nihayette teklif ve mes'uliyetten kurtulmamak için "cüz-i ihtiyarî" önüne çıkıyor. Ona: "Mes'ul ve mükellefsin" der. Sonra ondan sudur eden iyilikler ve kemâlât ile mağrur olmamak için "kader" karşısına geliyor. Der: "Haddini bil, yapan sen değilsin." S.)(... Eğer kader ve cüz-i ihtiyarîden bahseden adam, ehl-i huzur ve kemal-i iman sahibi ise; kâinatı ve nefsini Cenab-ı Hakk'a verir, Onun tasarrufunda bilir. O vakit hakkı var, kaderden ve cüz-i ihtiyarîden bahsetsin. Çünkü, madem nefsini ve her şeyi Cenab-ı Hak'tan bilir, o vakit cüz-i ihtiyarîye istinad ederek mes'uliyeti deruhde eder, seyyiata merciiyyeti kabul edip, Rabbini takdis eder, daire-i ubudiyyette kalıp teklif-i İlâhiyyeyi zimmetine alır. S.)(İrade-i cüz'iye-i insaniye ve cüz'-i ihtiyariyesi; çendan zaiftir, bir emr-i itibarîdir, fakat, Cenab-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, o zaif, cüz'î iradeyi, irade-i külliyesinin taallukuna bir şart-ı âdi yapmıştır. Yâni, mânen der: "Ey abdim; ihtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mes'uliyet sana aittir!" Teşbihte hatâ olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omuzuna alsan. O'nu muhayyer bırakıp "Nereyi istersen seni oraya götüreceğim" desen. O Çocuk, yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü. Elbette "Sen istedin" diyerek itab edip üstünde bir tokat vuracaksın. İşte Cenab-ı Hak, Ahkem-ül-Hâkimîn, nihayet zaafta olan abdin iradesini, bir şart-ı âdi yapıp irade-i külliyesi ona nazar eder. S.)
KADERÎ
Kader ile alâkalı. Kader, tali' nev'inden olan.
KADER-İ İLÂHÎ
Allah'ın takdiri.
KADERİYE
Kul, kendi yaptıklarının halıkıdır deyip ifrat ederek Hak mezhebinden ayrılan bir dalâlet fırkası. (Bak: mu'tezile)
KADH
Zemmetme, çekiştirme. Bir kimsenin ayıb ve kusurlarını söyleyerek gıybet etme. * Men'etmek, engel olmak. * Çakmak taşını çakmak. * Bir kimsenin işine halel vermek.
KADIM(A)
Kemirici hayvan.
KADIRGA
Buharlı gemilerin icadından evvel kullanılan harp gemilerinden biri. Kürek ve yelkenle kullanılırdı. Kadırgalar 25 oturaklı idi ve her küreği dörder adam tarafından çekilirdi. (O.T.D.S.)
KADIZ
Hep olduğu yerde kalan büyük fıçı.
KADÎ
Hâkim. Peygamber (A.S.M.) nâmına suçluyu ve suçsuzu ayırıp şeriatla hükmeden hâkim. * Kaza eden.
KADÎ İYAZ
Lâkabı: Ebu-l Fadl bin Musa el Yahsabî'dir. Muhaddislerin meşhurlarından ve edebiyatçılardan olup, 476 hicrî tarihinde Site kasabasında doğmuş, sonra Endülüse geçerek Kurtuba'da ve diğer ilim merkezlerinde ilim tahsili yapmıştır. Daha sonra Site kasabasında uzun bir zaman durmuş, bir ara Garnata şehrinde kadılık yapıp, son ömrünü geçirdiği Merakiş şehrine gidip hicri 544 tarihinde vefat etmiştir. Te'lifatı pek çoktur. Kitab-ül İkmâl, Envâr-ül Meşârik, Ettenbihat kitapları hadis ilminde meşhurdur.
KADÎ NAİBİ
Kadıların (hâkimlerin), gitmedikleri yerlere gönderdikleri vekiller.
KADÎB
(C.: Kıdbân) İnce ve düz fidan, dal veya çubuk. * Erkeklik âleti.
KADÎD
Kurutulmuş et. * Pek zayıf, kuru ve çelimsiz insan. * Etleri dökülmüş olup yalnız kemikten ibaret olan gövde. İskelet.
KADÎH
Tencere dibinde arta kalan.
KADİH(A)
(Kadh. dan) Bir kimse hakkında kötü söz söyleyen. Zemmedici, çekiştirici, kötüleyici.
KADİ-L KUDAT
Kadıların kadısı. En büyük kadı. Kazasker veya şeyhül islâm makamında bulunan kimse.
KADİM
(A, uzun okunur) Ayak basan. Ulaşan. Varan. * Azanın mukaddemesi olan insanın başı.
KADÎM
Eski zaman. * Başlangıcı olmayan. Uzun zamandan beri var olan. * Evveli bilinmeyen hâl ve keyfiyet.
KADİME
Ordunun ileri karakolu. * Kuşun kanadının ön tarafındaki uzun tüyleri.
KADÎMEN
Eskiden beri. Kadim olarak.
KADÎMÎ
Eskiden beri var olan. Eski.
KADİR
Bir işi yapmaya gücü yeten. Kudret sâhibi ve herşeye kudreti yeten. (Allah C.C.)
KADÎR
Mukaddir. Muktedir. Kudreti mutlak olan ve her hususa muktedir olan. Nihayetsiz kudret sahibi. (Allah C.C.)(İnsan kâinatın ekser envâına muhtaç ve alâkadardır. İhtiyâcâtı âlemin her tarafına dağılmış; arzuları ebede kadar uzanmış. Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi ebedî Cenneti de arzu eder. Bir dostunu görmeğe müştak olduğu gibi, Cemil-i Zülcelâli de görmeğe müştaktır. Başka bir menzilde duran bir sevdiğini ziyâret etmek için o menzilin kapısını açmağa muhtaç olduğu gibi, berzaha göçmüş yüzde doksandokuz ahbabını ziyâret etmek ve firak-ı ebediden kurtulmak için koca dünyanın kapısını kapayacak ve bir mahşer-i acâib olan âhiret kapısını açacak, dünyayı kaldırıp âhireti yerine kuracak ve koyacak bir Kadir-i Mutlakın dergâhına ilticaya muhtaçtır. İşte şu vaziyette bir insana Hakiki Ma'bud olacak; yalnız her şeyin dizgini elinde, her şeyin hazinesi yanında, her şeyin yanında nâzır, her mekânda hâzır, mekândan münezzeh, acizden müberra, kusurdan mukaddes, nakıstan muallâ bir Kadir-i Zülcelâl, bir Rahim-i Zülcemâl, bir Hakim-i Zülkemâl olabilir. S.)
KADİR ALAYI
Tar: Kadir gecesi padişahların saraydan çıkıp, civardaki camilerden birinde namaz kılmaları münâsebetiyle yapılan merâsim.
KADİR GECESİ
(Bak: Leyle-i Kadir)
KADİR-AŞİNA
Değer ve kadir bilen.
KADİRDAN
f. Kadirbilir. Değerbilir.
KADİR-DANLIK
Kadirbilirlik. Herkesin mertebesini bilip ona göre muamele yapan. Kadir ve kıymet bilen.
KADİR-ENDAZ
f. İyi ok atan ve attığı her oku hedefe isâbet ettiren kimse.
KADİRÎ
Abdülkadir-i Geylanî Hazretlerinin yolunda olan, onun tarikatına mensub. olan. (Bak: Geylanî)
KADİR-ŞİNAS
f. Kıymet ve değerden anlayan. Değerli kimseleri tanıyabilen.
KADÎ-ÜL HÂCÂT
Bütün ihtiyaçları yerine getiren Hâkim. Allah (C.C.)
KADİYE
Azlık. Az cemaat.
KÂDİYE
Soğuk. * Afet, belâ.
KADKEŞİDE
f. Boy atmış, uzamış. Boyu uzamış.
KADR
İtibar. Değer, kıymet. Haysiyet. Derece miktarı. Miktar. Meblağ. Takat. Takdir, rızkı taksim eylemek. Gına.
KADR SURESİ
Kur'an-ı Kerim'de 97. sure olup İnna Enzelna diye de söylenir.
KADRO
ing. Bir işin yürütülebilmesi için icab eden bir cinsten şeylerin, bilhassa insanların tamamı veya bütünü.
KADR-ŞİNAS
(Bak: Kadir-şinas)
KADUM
(C.: Kudm) Keser. * Şam yakınında bir köyün adı.
KADV
Yemeğin kokusu iyi olmak.
KADY
Yemeğin kokusu güzel olmak.
KAF
Ufuk. * karfinin ismi. * Bir dağ adı.
KA'F
(C.: Kıâf) Ayağı sert olarak basmak. * Ayak ile toprağı yerinden koparıp küremek. * Kap içindeki suyun tamamını içmek. * Koparmak.
KAF SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 50. suresidir. Bâsikat ismi de verilir. Mekkîdir.
KAFA
(C.: Akfâ) Baş. Kafa. * Ense, arka. * Akıl, zekâ, anlayış.
KAF'A
Yağcılar tokmağı. * Hurma kabuğundan yapılan, zenbile benzer kulpsuz bir nesne.
KAF'A
Yumuşak kuru ot. * Parmakları soğuktan dökülmüş ayak.
KAFADAR
f. Arkası sıra giden, peşinden ayrılmayan. * Kafaları birbirine uyan, kafaca birbirine denk olan arkadaş.
KAFAR
Katıksız ekmek.
KAFAVE
Sütten yapılan azık.
KAFAVÎ
Kafa ile alâkalı.
KAFD
Bileğin eğri olması.
KAFDER
Çirkin yüzlü, katı başlı kimse.
KAFEDAN
Attarların eczâ koydukları kese veya torba.
KAFENDER
Çirkin yüzlü, katı başlı kimse.
KAFER
Zayıf ve etsiz olmak.
KAFES
Tel, ince demir veya ağaç çubuklarından yapılan ve içine kuş ve saire konulan şey. * Dışardan içerisi görünmesin diye, ince tahta çubuklarından yapılıp harem pencerelerine takılan siper, * Ahşap bir binanın kaplama ve sıvası olmaksızın direklerden ibaret taslağı.
KAFF
Parmak arasına birşey gizlemek. * Ot kurutmak.
KAFFAF
Parmakları arasında birşey gizleyip çalan kimse.
KAFFAL
Çilingir. Anahtarcı.
KAFFAN
Büyük terazi.
KÂFFE
Hep. Bütün. Cümle.
KÂFFE-İ EF'AL
Bütün işler.
KÂFFE-İ EFRÂD
Bütün fertler.
KÂFFETEN
Bütünü. Hepsi birden.
KAFH (KIFÂH)
Başa vurmak. * İçi boş olan şeyi vurmak.
KAFÎ
Birine uyup peşinden giden.
KÂFİ
Kifayet eden. Vâfi, başka şeye ihtiyaç bırakmayan. Yeten, yetişen, elveren.
KAFÎL
Kuru ağaç. * Parça parça olmuş ot. * Kamçı. Bir otun adı.
KÂFİL
Birinin yerine ödemeyi kabul eden. Kefil olan.
KAFİLE
(A, uzun okunur) Birlikte sefere çıkanların cemaatı. Kervan.
KAFİLE-SÂLÂR
f. Kafile reisi. Kafile başı.
KAFÎNE
Kafasından kesilen koyun.
KAFÎR
Hayvan tersi.
KÂFİR
Hakkı görmeyen ve örten. İyilik bilmeyen. Allah'ı inkâr eden. Dinsiz. İmanın esaslarına veya bunlardan birine inanmayan. Mülhid.(Arkadaş! İman, bütün eşya arasında hakiki bir uhuvveti, irtibatı, ittisali ve ittihad rabıtalarını te'sis eder.Küfür ise, bürudet gibi bütün eşyayı birbirinden ayrı gösterir ve birbirine ecnebi nazarıyla baktırır. Bunun içindir ki, mü'minin ruhunda adavet, kin, vahşet yoktur. En büyük bir düşmaniyle bir nevi kardeşliği vardır. Kâfirin ruhunda hırs, adavet olduğu gibi nefsini iltizam ve nefsine itimadı vardır. Bu sırra binaendir ki, dünya hayatında bazan galebe kâfirlerde olur. Ve keza kâfir, dünyada hasenatının mükâfatını (filcümle) görür. Mü'min ise, seyyiatının cezasını görür.Bunun için dünya kâfire Cennet (yani âhirete nisbeten), mü'mine Cehennemdir. (Yani saadet-i ebediyesine nisbeten). Yoksa dünyada dahi mü'min yüz derece ziyade mes'uttur, denilmiştir.Ve keza iman, insanı ebediyyete, Cennet'e lâyık bir cevhere kalbeder. Küfür ise ruhu, kalbi söndürür. Zulmetler içinde bırakır. Çünkü, iman, kabuğunun içerisindeki "lübb"ü gösterir. Küfür ise, lübb ile kabuğu tefrik etmez. Kabuğu aynen "lübb" bilir ve insanı cevherlik derecesinden kömür derecesine indirir. M.N.)
KÂFİRANE
f. Kâfire yakışır şekilde, kâfir gibi.
KÂFİR-İ Nİ'MET
Nankör. Nimeti inkâr eden.
KÂFİRÛN
Kâfirler.
KÂFİRÛN SURESİ
Kur'an-ı Kerim'de 109. sure olup El-Kâfirûn da denilir.
KAFİYE
Tâbi olan şey. * Herşeyin son tarafı. *Edb: Manzum yazılan satırların ses bakımından sonlarının aynı olması. (Yaman, duman, saman... gibi.)
KAFİYEPERDÂZ
f. Kafiye uyduran. Şair, nâzım.
KAFİYEPERESTLİK
Kafiye için safiyeyi feda edecek derecede kafiyeye ehemmiyet vermek. Birinci derecede kafiyeyi düşünüp, mânayı arka plana atmak.
KAFİYESENC
f. Kafiye dizen. Nâzım, şair.
KAFİZ
(C: Kufzân-Akfize) Ölçek.
KAFKAF
şarap, hamr.
KAFKAF
şahtere otu.
KAFKAFE
Titremek, titretmek.
KAFN
Kafa.
KÂF-NUN TEZGÂHI
(Risale-i Nur Külliyatında geçen bir tabirdir) Allah'ın Kün emriyle her işin olması. (Kün ) "Ol" emri olan bu kelime "Kâf" ve "Nun" harfleri ile yazıldığından böyle denilmiştir.
KAFR
Arz. Çöl. Beyâban.
KAFS
Sıçramak. * Hafiflik. * Sevinç, neşat. * Hayvanın ayaklarını bağlamak.
KAFS
Zorla birşey almak. * Gadap, hiddet. * Mevt, ölüm.
KAFSAL
Arslan.
KAFŞ
Yemekten lezzet alma, fazla yemek yemek. * Pabuç. * Cem'etmek, toplamak.
KAFŞELİL
Kepçe.
KAFTA
Cima etmek.
KAFTAN
Ekseriya mükâfat ve taltif olarak giydirilen süslü üstlük elbise. Hil'at, esvab.
KÂFUR
Beyaz ve yarı şeffaf, kolaylıkla parçalanan bir madde. Sert, güzel kokulu, katı ve yağlı bir madde. * Cennette bir kaynak ismi.
KAFUR (KUFUR)
Hurma çiçeğinin kılıfı.
KAFV
Bir kimsenin ardına düşüp ittibâ etmek, ona tâbi olup uyma.KAFY : Uymak. * Kafasına vurmak.
KAFZ (KAFAZÂN)
Sıçramak.
KAFZEA
(C: Kafâzi) Başın çevre yanlarının saçı.
KÂGAZ
f. Kâğıt.
KAGŞAR
Yıkılmak üzere. Yıkılıp harabolmaya yüz tutmuş.
KAĞITHANE
Kâğıt fabrikası. * İstanbul'da vaktiyle böyle bir fabrikanın bulunduğu yerdeki mesire.
KAĞNI
(Kağlı) İki tekerleri dingille sâbit öküz arabası.
KAH
Sultan.
KÂH
f. Köşk, kasır. * Tek oda. Bir gözlü oda. * Yüksek binâ.
KÂH
f. Saman. Saman çöpü.
KAHA
Ev ortası, saha.
KAHAL
Koyunların derisini kurutan bir hastalık.
KAHAME
İlerlemiş yaşlılık.
KAHB
Yaşlı, ihtiyar. * Büyük dağ.
KAHBA (KAHBE-KUHBE)
Kırmızısı çok olan beyaz nesne.
KÂHBAN
f. Harman bekçisi.
KAHBE
Namussuz kadın. Fâhişe. * Mc: Hilekâr, kalleş ve sözünde durmaz adam.
KAHD
Koyunun beyaz kuzusu. * Açılmamış nergis.
KÂHDAN
f. Samanlık. İçine saman doldurulan oda.
KAHDE
(C.: Kıhâd) Devenin hörgücü dibi.
KAHF
Kap içindeki suyun tamamını içme.
KÂHGİL
f. Samanlı sıva çamuru.
KAHHAR
Galib-i Mutlak ve her an kahretmeğe muktedir olan Allah (C.C.) Hak Celle ve A'lâ'nın esmâ ve sıfâtındandır.
KAHHARANE
Kahharcasına. Kahredercesine.
KAHİF
Şiddetli yağmur.
KÂHİL
Saçına ak düşmüş adam. Yaşlı, ihtiyar. Tembel.
KÂHİLANE
f. Tembelce, tembelcesine, tembel olana yakışır surette.
KÂHİN
Karışık ve tahmini sözlerle gaibden haber verdiği söylenen kimse. Haberci. Falcı. * Âlim.(Kâhinlere gaybi haberleri getirmek için şeytanlar, tâ semavata çıkıp kulak veriyorlar, yarım yamalak yanlış haberler getiriyorlar diye tefsirlerdeki ifadelerin bir hakikatı şu olmak gerektir ki; semavat memleketinin pâyitahtına kadar gidip o cüz'i haberi almak değildir. Belki cevv-i havaya dahi şumulü bulunan semavat memleketinin (teşbihte hata yok) karakol haneleri hükmünde bazı mevkileri var ki, o mevkilerde Arz memleketi ile münasebetdarlık oluyor, cüz'i hadiseler için, o cüz'i makamlardan kulak hırsızlığı yapıyorlar. Hatta kalb-i insani dahi o makamlardan birisidir ki, melek-i ilham ile şeytân-ı hususi, o mevkide mübareze ediyorlar. Ve hakaik-ı imaniye ve Kur'aniye ve hadisat-ı Muhammediye (A.S.M.) ise, ne kadar cüz'i de olsa, en büyük, en külli bir hadise-i mühimme hükmünde en külli bir daire olan Arş-ı Azamda ve daire-i semavatta (temsilde hata olmasın) mukadderat-ı kâinatın mânevi ceridelerinde neşrolunuyor gibi her köşede medâr-ı bahsoluyor, diye beyan ile beraber, kalb-i Muhammediden (A.S.M.) tâ daire-i Arşa varıncaya kadar ise, hiçbir cihetle müdahale imkânı olmadığından, semavatı dinlemekten başka, şeytanların çaresi kalmadığını ifade ile, Vahy-i Kur'ani ve Nübüvvet-i Ahmediye (A.S.M.) ne derece yüksek bir derece-i hakkaniyette olduğunu ve hiç bir cihetle hilâf ve yanlış vahy ile ona yanaşmak mümkün olmadığını, gayet beliğane, belki mu'cizane ilân etmek ve göstermektir... L.)
KÂHİNANE
f. Kâhin gibi ve ona benzer şeklide haberler veren. Bir nevi zan ile gaibden haber verir gibi.
KÂHİNE
Kadın kâhin.
KAHİR
(A, uzun okunur) Üstün gelen. Yenen. Galip gelen. * Zorlayan. Mecbur eden.
KAHİR-ÜL EŞRÂR
Şerleri ve kötülükleri ortadan kaldırıp yok eden. Haydutları kahreden.
KAHİR-ÜS SÜMUM
Panzehir.
KAHİT
Şiddetli kıtlık olan sene.
KAHİZ
Müşkil, zor nesne.
KAHKAHA
Yüksek sesle ve çokça gülme.
KAHKAHA'
Öldürücü bir yılan.
KAHKAHAZEN
f. Kahkaha atan, fazlaca yüksek sesle gülen.
KAHKAR
Katı, sert, sağlam taş.
KAHKAR
Taş.
KAHKARA
Geri geriye gelme, dövüşerek çekilme.
KAHKARÎ
Birdenbire geri dönme, aniden arkaya dönme. * Geri çekilmekle ilgili, geri dönmekle ilgili.
KAHKARİYE
Geri dönme. Rücu'.
KAHL
Göze sürme çekmek.
KAHL
Zemmetmek. * Nimete nankörlük etmek.
KAHL (KUHUL)
Kurumak.
KAHLESE
Yuvarlak baş.
KAHM
(Kuhum) : Düşünmeden kendini bir iş içine atmak.
KAHPE
(Bak: Kahbe)
KAHR
Zorlama. Cebir. * Ezme. Mahvetme. * Fazlaca üzüntü. Keder içine işleme. * Cenâb-ı Hakkın şiddetli ve azab verici vasıflarının tecellisi. (Kahr, lütfun zıddıdır.) (Bak: Celal)
KAHR
Yaşlı, ihtiyar kişi. * Yaşlı at. * Yaşlı deve.
KAHRAMAN
(C.: Kahramanan) f. Yiğit, cesur, bahadır. * Fars mitolojisinde Rüstem'in yendiği kişi. * İş buyuran, hüküm sâhibi.
KAHRAMANAN
(Kahraman. C.) f. Kahramanlar. Cesur kimseler, yiğitler.
KAHRAMANANE
f. Kahramanca, yiğitçe, cesurane.
KAHRAMANÎ
f. Yiğitlik, kahramanlık, cesurluk.
KAHREBAN
Kehribar.
KAHRENÎ
Kahr ile, zorla. Ezerek, cebren.
KAHR-I DEHR
Dünyânın ve zamanın kahrı.
KAHR-I HİDDET
Hiddetin ve kızgınlığın yıkıcı galebesi.
KAHT
Kıtlık. Kuraklık. Kuraklıktan dolayı mahsulün yetişmemesi.
KAHT Ü GALÂ
Yokluk. Kıtlık. Fakirlik. * Pahalılık.
KAHT-I RECUL
(Kaht-ı rical) Adam kıtlığı. Değerli devlet ve siyaset adamlarının yokluğu.
KAHUS
Uzun boylu erkek.
KAHVALTI
t. Sabah ve ikindi vakitleri yenilen hafif yemek.
KAHVE
şarap. * Hâlis süt. * Kahve. * Güzel koku. * Bolluk, bereket. * Kahvehane.
KÂHYA
Büyük konaklarda ev işlerini idare eden kimselerle san'at ve ticaret sahiplerinin işlerine bakmak üzere hükümet tarafından seçilen kimselere eskiden verilen addır.
KAHZ
(Ok atmak. * Sıçramak. * Yarmak.
KAHZ (KIHZ)
İbrişim karışıklı beyaz bez.
KAIF
Yeri kazıp götüren, toprağı sürükleyen yağmur.
KAILE
(C.: Kavâil) Dağ başı.
KAİB
(C.: Kevâib) Tomurcuk memeli kız.
KAİBE
Hüzün ve gamdan perişan olmak.
KAİD
(Kuud. dan) Oturan, oturucu, oturmuş.
KAİD
(A, uzun okunur) Süren. Sevkeden. * Koyunların önünden giden ve "Küsem" denilen koyun. * Yedeğine alıp çeken. Çavuş. Serasker, kumandan. * Sıradağ. * Geniş ark.
KAÎD
(C.: Kavayid) Çekirge. * Ulu, yüce kişi.
KAİDAN
(Kaid. C.) Kumandanlar, komutanlar, seraskerler.
KAİDE
Esas. Temel. Düstur. Nizam. Yol. Ayaklık. * Dip taraf. * Bir şeyin meydana gelmesine şart ve düstur olan husus. * Bir ilim ve fennin düsturlarından her biri. * Fık: Hayızdan ve çocuktan kesilmiş kadın.
KAİDE-İ KÜLLİYE
Açık ve sarih olan kaide ve hüküm. Herşey hakkında tatbik edilebilen, umumi kaide.
KAİDE-İ RABT
Bağlama kaidesi, bağlama cümlesi.
KAİDEN
Oturarak, oturduğu hâlde.
KAİDEŞİKEN
f. Kaide ve usullere uymayarak. Kuralları çiğniyerek.
KAİDEŞİKENÂNE
f. Usul ve kaideye riayet etmeyerek, kuralları çiğneyerek, kaideyi bozarak.
KAİDETEN
Kaide ve hükümlere göre. Kurala uygun olarak.
KAİDEVÎ
Kaide ve kural ile alâkalı. * Mat: Tabana ait.
KAİD-ÜL CEBEL
Dağın çıkıntısı, burnu.
KAİD-ÜL CEYŞ
Orduyu, askeri idare ve sevkeden. Kumandan. Serasker.
KAİL
Söyleyen. Anlatan. Nakleden. Söz sahibi. İnanmış. * Boyun eğmiş. Rıza göstermiş, razı olmuş.
KAİM
Ayakta duran. Mevcut. Baki. * Vaktini ibadetle geçiren.
KAİME
Uzun bir kâğıda yazılan ferman. * Kitap yaprağı. * Kâğıt para.
KAİMEN
Ayakta durarak. Yıkılmamış. * Canlı olarak.
KAİM-MAKAM
Birinin yerine geçen. Kaymakam. Bir kazayı (İlçe) idâre eden memur. Osmanlılarda, binbaşı ile miralay arasındaki askeri rütbe. Yarbay.
KÂİN
Olan. Var olan. Bulunan. Mevcut.
KÂİNAT
Var edilen şeylerin hepsi. Yaratılanlar. Mevcudat. Âlemler.
KÂİNAT-EFRUZ
f. Kâinatı süsleyen, cihanı donatan.
KÂİNAT-I NÂİME
Uyuyan kâinat.
KAÎR
Daha derin, çok derin.
KAÎS
Çok yağmur.
KÂJ
f. Eğri, bükülmüş. * Şaşı.
KAK
Uzun, tavil. * Alaca karga.
KA'K
Kuru ekmek. Peksimet.
KA'KA
Kuru, yâbis. Meşakkatli yol. * Yemame'den Kûfe'ye giden geniş yol.
KA'KA'
Korkak, zayıf kişi.
KA'KAA
Silâh çatırtısı. Kılınç veya süngü gibi silâhların birbirine çarpmasından çıkan ses.
KA'KEA
Men'etmek, engel olmak. * Hapsetmek.
KAKUM
Kürkü makbul bir cins kedi.
KAKUNC
Kanbel otu. (İt üzümünün bir nevidir.)
KAKUZE
(C.: Kavâkiz) Boş maşrapa.
KAKÜL
(Kâgül) f. Alnın üzerine sarkıtılan kısa kesilmiş saç.
KAL
(A, uzun okunur) Söz.
KAL'
Bir şeyi kökünden çekip koparmak. * Kendisinden iyi kalay çıkan maden. * Azletmek. Bir tarafa ayırmak.(... İşte bak: şu cezire-i vasiada vahşi ve âdetlerine mutaassıb ve inadcı muhtelif akvamı ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-yi vahşiyanelerini def'aten kal' u ref' ederek bütün ahlâk-ı hasene ile teçhiz edip bütün âleme muallim ve medeni ümeme üstad eyledi... M.N.)
KAL U KÎL
Dedi denildi şeklindeki nakiller.
KALA
Buğz, adâvet.
KAL'A
Kale. Eskiden yapılan büyük merkezlerin ve şehirlerin bulunduğu etrafı duvarlarla çevrili ve düşmanın hücumundan muhafaza edilen yüksek yerlerde inşa edilmiş yapı. * Çobanın çantası. * Hurma ağacının dibinden kesilen taze fidan.
KÂLA
f. Kumaş. * Ev eşyası, giyim eşyası. * Sermaye, anamal.
KAL'A-BEND
f. Bir kale içinde yaşamağa mahkûm olmuş olan. Kal'aya bağlanmış.
KAL'A-DÂR
f. Kale koruyucusu, kal'a muhafızı. Dizdar.
KALAFAT
Vaktiyle Yeniçeri Ağasının giydiği kırmızı bir başlık.
KALAFAT
Geminin tahtalarının aralıklarını üstüpü vs. ile doldurup üzerine zift sürme işi. * Sahte süs, düzen.
KAL'A-GİR
f. Kale tutan.
KALAH
Diş sarılığı. * Sarık uzunluğu.
KALAİD
(Kılâde. C.) Gerdanlıklar. * Akarsular.
KALAİL
(Kalil. C.) Az şeyler, kaliller.
KALAK
Can sıkıntısı. Gönül darlığı. Kararsızlık. * Zahmet. Meşakkat.
KAL'A-KÜŞA
f. Kale zapteden.
KALALİB
(Kullâb. C.) Çengeller, kancalar. Uçları eğri olup bir şeyler asmağa yarayan demirler.
KALÂNİS
Takkeler, külâhlar.
KALÂNİSÎ
Takkeci.
KAL'A-NİŞİN
f. Kalede oturan.
KALANSUVE (KULENSİYE)
(C.: Kalânis-Kalânis-Kılâs) Takke, külâh, kavuk. (Bak: Kalensüve)
KALANTOR
Zenginliğini göstermeye özenen kellifelli ve şişman adam.
KALAR
f. Büyük sel yarıntısı.
KALAVRA
Eskimiş meşin eşya veya yamalı ayakkabı.
KALAYE
Kilise odası.
 
KALB
Vücudun kan dolaşımı merkezi. Yürek. * Gönül. * Herşeyin ortası. * Bir halden diğer bir hale çevirme. Değiştirme. *İmanın mahalli. * Fuâd, sıkt-ül ilim, tâbut-ül ilim, beyt-ül hikmet, via-i ilim de denilir. (Dâima değiştiği ve hareket halinde olduğu için kalb ismi verilmiştir.) Bir şeyi geri döndürmek ve çevirmek. * Yüreğe vurmak veya dokunmak. Gönüle dokunmak. * Bir şeyin içini dışına ve dışını içine çevirmek. * Aks ve tahvil.(Ehl-i tahkik indinde; çam kozalağı şeklindeki cismanî et parçasına taalluk eden letaif-i Rabbaniyedir. Bütün kuvvetin mebdeidir. Dimağ ise; bütün hislerin mebdeidir.)(Kalb, imanın mahalli olduğu gibi, en evvel Sâni'i arayan ve isteyen ve Sâni'in vücudunu delâili ile ilân eden, kalb ile vicdandır. Zira kalb, hayat malzemesini düşünürken, en büyük bir acze mâruz kaldığını hisseder etmez, derhal bir nokta-i istinadı; kezalik, emellerin tenmiyesi (nemâlandırmak) için bir çare ararken, derhal bir nokta-i istimdadı aramağa başlar. Bu noktalar ise, iman ile elde edilebilir. Demek, kalbin sem' ve basara hakk-ı takaddümü vardır.Kalbden maksad; sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak, bir latife-i Rabbaniyyedir ki, mazhar-ı hissiyatı, vicdan; ma'kes-i efkârı, dimağdır. Binaenaleyh, o latife-i Rabbaniyyeyi tazammun eden o et parçasına kalb tabirinden şöyle bir letafet çıkıyor ki; o latife-i Rabbaniyenin insanın maneviyatına yaptığı hizmet, cism-i sanevberînin cesede yaptığı hizmet gibidir. Evet, nasıl ki bütün aktar-ı bedene mâ-ül hayatı neşreden o cism-i sanevberî bir makine-i hayattır; ve maddî hayat onun işlemesi ile kaimdir. Sekteye uğradığı zaman cesed de sukuta uğrar. Kezalik o latife-i Rabbaniye a'mâl ve ahvâl ve mâneviyatın hey'et-i mecmuasını hakikî bir nur-u hayat ile canlandırır, ışıklandırır; nur-u imanın sönmesi ile mâhiyeti, meyyit-i gayr-i müteharrik gibi bir heykelden ibaret kalır. İ.İ.) (Bak: Hiss-i sâdis)
KALBEN
İçten, kalbden, yürekten, gönülden. Samimi olarak. Kendi kendine.
KALBGÂH
f. Ordunun sağ ve sol kanadlarının ortası. Merkez bölümü. * Canevi.
KALBÎ
İçten. Yürekten. Kalbe ait ve müteâllik. Samimiyetle. Riyâsızca.
KALB-İ ÂHENİN
Demir gibi metin ve sağlam olan kalb.
KALB-İ HABİDE
Uyumuş kalb.
KALB-İ HARÂB
Harab olmuş gönül.
KALB-İ MECRUH
Yaralı kalb.
KALB-İ METRUK
Terkedilmiş kalb, bırakılmış gönül.
KALB-İ MUNTAZAM
Edb: Harfleri ters okunduğu zamanda da bir mâna çıkan kelimedir. Meselâ: "Reşat, taşer" gibi.
KALB-İ MUZTARİB
Iztırab çeken kalb.
KALB-İ NÂ-ŞÂD
Hüzünlü gönül, kederli kalb.
KALB-İ SELİM
Temiz gönül.
KALBOLMA
t. Başka hâle gelme. Değişme.
KÂLBÜD
f. Kalıp, şekil. * Gövde, beden, insan veya hayvan cesedi.
KALBZEN
f. Kalpazan. Sahte para basan. * Yalancı.
KALD
Gümüş bilezik.
KALE
Söz söylemek.
KALE
f. Kumaş. * Ham kavun, kelek.
KALE
(Bak: Kal'a)
KALE
(A, uzun okunur) Dedi. O söyledi.
KALEB
(C.: Kavâlib) Kalıp.
KALEB
Dudak dışarıya sarkmak.
KALEBE
Hastalık. İllet.
KALEHZEM
Yeyni, hafif. * Suyu çok olan büyük deniz.
KALE-KÎLE
Dedi-denildi şeklindeki nakiller.
KALEM
(C.: Aklâm) Kamış. Yazı için ucu inceltilen bir nevi ince ve sert kamış. * Yazı yazmak için kullanılan her türlü âlet. * İfâde. Üslub. * Mâden, taş ve tahta üzerinde oymak için ucu sivri çelik âlet. * İnce boya, fırçası. * Yazı enva'ı. * Resim. Nakış. * Resmi dâirelerde kâtiplerin çalıştıkları oda. * Ağacı aşılamak için kullanılan ucu kalem gibi yontulmuş ince çöp. * Çiçek ve sâir hastalıklara karşı kullanılan aşıyı hâvi ufak şişe. * Ok.
KALEM SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 68. suresinin ismidir. Mekkîdir.
KALEMDAN
f. Kalem kutusu, kalemlik.
KALEMEN
Yazı ile, kalem ile. * Sayıca, sayı bakımından.
KALEMGİR
f. Yazı yazarken kalemin kâğıda takılmadan rahatlıkla kayması.
KALEMÎ
(Kalemiyye) Kalemle alâkalı. Kalemle münâsebet ve alâkası olan.
KALEMİYYE
Eskiden kalemlerde yazı karşılığı olarak alınan para.
KALEMKÂR
f. Tülbent veya ince kumaş üzerine fırça ile şekiller yapan yazmacı. * Maden üzerine kazarak şekiller yapan kimse. * Duvar veya tavanlara süs yapan, nakkaş.
KALEMKÂRÎ
f. Resimcilik, ince nakkaşlık. * İnce nakkaşın elinden çıkmış.
KALEMKEŞ
f. Yazan, yazıcı, yazar, müellif. * Çizen. * Yazıda silinti yapan.
KALEMREV
f. Bir hükümdar veya hükümetin hükmünün geçtiği yer.
KALEMZEDE
f. Yazılmış, kaleme alınmış.
KALEMZEN
f. Yazan, yazıcı, kâtib.
KALEN
(A, uzun okunur) Söylemek suretiyle. Söyleyerek.
KALENDER
f. Dünyayı terkederek elini çekip Allah yolunda giden kimse. * Dünyâdan elini çekip herşeyi hoş gören kimse. * Dünya alâkalarından uzak, alâyişe aldanmaz hakikat adamı. Filozof.
KALENDERÂNE
f. Kalenderce. Kalender olan bir kimseye yakışır surette.
KALENDERÎ
f. Feylesofluk; kalenderlik; dervişlik; serserilik. * Edb: Halk edebiyatı tâbirlerindendir. Halk şâirleri "mef'ulü, mefaîlü, mefaîlü, feûlün" vezninde tanzim ettikleri gazele bu adı verirler.
KALENSÜVE
Üzerine sarık sarılarak başa giyilen külâh. * Mantarın başlığı, tablası.
KALES
Kusuntu.
KALET
(C.: Kılât) Helâk olmak. * Dağlarda, içinde su biriken çukur. * Göz çukuru. * Baş parmağın dibinde olan çukur.
KALFA
Sarayla konaklardaki cariyeler hakkında kullanılan bir tâbir idi. Konaklarda bu tâbir, daha çok bunların eskileri ve yaşlıları hakında kullanılırdı. Gençlerine "kız" denilir ve adlarıyla çağrılırlardı. * Eski tarz mekteblerde öğretmen yardımcısı. * Bir san'atta usta ile çırak arasındaki işçi.
KALGAY
Eskiden Kırım Hanlığı'nın veliahtlerine verilen ünvan.
KALH
Ferc.
KALH
Eşek anırtısı. Aygır kişnemesi.
KALHEBAN
Uzun, tavil.
KALHEBE
Beyaz bulut.
KALIB
(Ka, uzun okunur) Hususi bir biçim, bir şekil alması istenen bazı şeylerin konmasına mahsus araç. (Buz kalıbı, çizme kalıbı gibi) * Hususi surette dökülmesi istenen şeylere mahsus zarf. * Beden, vücut, gövde. * Şekil ve suret nümunesi, örnek. * Bir kalıba dökülmüş veya kalıptan çıkmış şey.
KALİ
f. Halı.
KALİ'
(Kal. dan) Kökten söküp atan. Kökünden çıkaran.
KALÎ
Dedikoducu, gıybet eden, çekiştirici. * Söylemekle. Söylenmiş. Söz olarak. Söze dair ve müteallik.
KÂLÎ
Veresiye satmak.
KAL'-İ EŞCAR
Ağaçların sökülmesi.
KALÎB
Kuyu, çok eski zamandan kalmış kuyu.
KÂLİB (KELİB)
İt tutan kimse. Köpeğe av tâlim ettiren kimse.
KALİÇE
f. Küçük halı.
KALİF
Sünnet olmamış kimse.
KALÎF
Hurma kabuğu.
KALİFİYE
Fr. Yetişmiş usta, işçi vs.
KÂLİH
Katı, şiddetli, şedid.
KALİL
Az. * Bodur kimse.
KALİLEN
Az olarak.
KALİL-ÜL BİDÂA
Sermayesi az.
KALİTA
ing. Eskiden kalyon cinsinden yük gemisi.
KALİTE
Fr. Vasıf.
KALİYYE
Tava kebabı. * Kavrulmuş.
KALİZEM
Kuyu. * Suyu çok olan deniz.
KALKADİS
Siyah boya.
KALKAL
Deprenmiş, hareket etmiş.
KALKALE
Bir şeyi titretmek. * Tecvidde: Okurken harflerin üzerinde birden durarak harfi, mahrecinden çıkar çıkmaz kesmek suretiyle bu harfleri tekrar okumak. Kalkale ile okunan harfler şunlardır: Kaf, tı, ba, cim, dal. (Hakk kelimesinde okunduğu gibi)
KALLA'
Beylere koğuculuk yapan yalancı. * Halk içinde tanınmak için kendine bir alâmet yapan kimse.
KALLAB
(Kalb. den) Düzenbaz, hilekâr. * Kalpazan. Sahte para basan kimse.
KALLAS
Takke dikici, takke diken.
KALLAŞ
Kalleş. Hileci, dönek.
KALLAVÎ
Vaktiyle vezirlerin giydikleri bir cins kavuk.
KALLE
Az olmak.
KALLEYS
San'a şehrinde bir kilise.
KALLİ
t. Sözlü. Dil ile.
KALLİDNÂ
Boynumuza geçir, tak (manâsındadır).
KALM
Kesmek.
KALMES
Ulu kişi, seyyid.
KALORİ
Lat. Bir kilogram suyu bir derece ısıtmak için lâzım olan ısı miktarı. * Gıdaların vücuda yarayışlı olması ve hararet vermesi bakımından değeri.
KALP
t. Hileli. Sahte. Taklit. * Yalandan cesaret satan korkak adam. * Yalancı. Kendisine güvenilmez olan.
KALTABAN
f. Namussuz. Pezevenk.
KALÛ
(A, uzun okunur) Dediler. Onlar söylediler (meâlinde fiil).
KALÛ BELÂ
Cenab-ı Hak ruhları yaratıp, onlara Rabbiniz değil miyim, meâlinde: "Elestü Bi-Rabbiküm" buyurduğunda, ruhlar: "Evet Rabbimizsin" meâlindeki Kalu Belâ diye cevap verdiklerini bildiren Kur'andaki bir tâbirdir. (Bak: Bezm-i elest)
KÂLUC
f. Küçük parmak. * Güvercin kuşu.
KALUS
(C.: Kulus-Kalâyıs) Ayakları uzun genç deve. * Yüksek. * Murdarlıklar akan çay. Kirli ırmak.
KÂLUS
f. Ahmak, ebleh, akılsız.
KÂLUSANE
f. Akılsızcasına, ahmakçasına.
KALUŞE
f. Çömlek. * Tencere.
KALY
Et ve buğday kavurmak. * Buğz, adavet, düşmanlık.
KALYAN
f. Nargile.
KALYON
Buharlı gemilerin icadından evvel kullanılan yelkenli ve kürekli harp gemilerinden biri.
KA'M
(C.: Kiâm) Devenin ağzını bağladıkları şey. * İçinde silah saklanan kap. * Bağlamak. * Öpmek.
KAM'
Kahretmek. Zelil etmek. * Zabtetmek. Ezmek. Kırmak. * Hasta etmek. * Başına vurmak. * Bir sese kulak verip dinlemek. * Ağzı dar olan bir şeyin içine huni ile akıcı maddeyi koymak. * Huni.
KÂM
f. İstek. Arzu. Maksad. Murad. Dilek. Lezzet. * Ağzın üstü. Damak. * Koyun, sığır ağılı. * Ağaç kilit.
KÂM NA KÂM
f. İster istemez.
KÂM U NÂKÂM
Elbette, ister istemez.
KAMA
İki tarafı keskin, ucu sivri ve enli bıçak. * Duvara veya keresteye çakılan büyük tahta çivi. * Ağaç, kütük ve sâireyi yarmak için kullanılan ucu ince, arka tarafı kalın ağaç veya demir takoz.
KAMAKIM
(Kumkuma. C.) İçlerine mürekkep, zemzem gibi şeyler konulan yuvarlak testiler.
KAMAME
Süprüntülük.
KAMARA
Vapurlarda mevki sayılan odalar ve salonlar. * Gemide kaptan gibi erkâna mahsus odalar. * Buğday ve arpa gibi mahsul demetlerinden harman yerinde yapılan küme. * Avrupa devletlerinde millet meclisi.
KAMARÎ
(Kumriye. C.) Dişi kumrular.
KAMAROT
Vapurlarda kamaraların hizmetini gören adam.
KAMATIR (KAMTARİR)
Katı, sağlam.
KÂMBAHŞ
f. Herkesin isteğini yerine getiren. * Bağışçı, ihsan edici.
KAMBER
(Bak: Kanber)
KÂMBİN
f. Merâmına erdiren. İsteğine kavuşturan.
KÂM-BİNAN
(Kâm-bin. C.) f. Bahtiyarlar, mesutlar, mutlu kimseler.
KÂM-BİNÎ
f. Bahtiyarlık, saadet, mutluluk.
KAMCERE
Islah etmek.
KÂMCU
f. İsteğini ve meramını arıyan. Maksadına ve gayesine ulaşmak isteyen.
KAME
(C.: Kumme) Başını sudan kaldıran davar.
KÂME
f. Arzu, istek, meram, gaye, maksad.KAM'E $ (Kumu') : Hakaret.
KAMEA
(C.: Kamâ) Büyük gök sinek. * Gözün kirpikleri diplerinde çıkan sivilceler.
KAMED
Binanın temeli.
KAMEL
Bitli kişi. * Karnın büyük olması.
KAMEN
Lâyık.
KAMENCER
Yaycı, kavvas.
KAMER
Gökteki ay. Hilâl. * Ay ışığında uyumayıp uyanık durmak.
KAMER SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 54. Suresinin ismi olup İktarabet Suresi de denir. Mekkîdir.
KAMERÎ
Ay ile alâkalı.
KAMERÎ SENE
Arabi aylara göre olan yıl. Senesi 360 gün olan yıl. (Bak: Hicret)
KAMERİYYE
Çardak. Bahçelerde, mehtaplı gecelerde oturmak üzere yapılıp, etrâfı sarmaşık v.s. çiçeklerle örtülü bulunan yer. Küçük köşk.
KAMERVARİ
f. Ay gibi, kamere benzercesine.
KAMES
Suya daldırmak ve batırmak. * Hareket edip acı çekmek.
KAMET
(A, uzun okunur) Namaza başlama işâreti, namaz kılmak için okunan ezan. * Boy. Boy-bos. Endam.
KAMET ALMAK
Namaza başlamak için, hususen farz namazından önce ezan okumak.
KAMET-İ BÂLÂ
Uzun boy.
KAMET-İ KIYMET
Kıymet ve değerinin mertebesi. Manevî büyüklük.
KAMET-İ MEVZUN
Düzgün ve yakışıklı boy.
KAMET-İ NÂMİYE
Gelişme ve büyüme kabiliyetinde olan endam, boy.
KAMET-İ ÖMR
Ömür boyu. Bütün hayat müddetince.
KAMEZ
Menfaatsiz, hor hakir nesne.
KÂMGÜZAR
f. İsteğini elde edebilen. Arzusuna kavuşabilen.
KAMH
Yemeğe iştihâsı az olmak. * Suya dalmak. * Davarın başını sudan kaldırması.
KAMH
Buğday. * Yukarı kaldırmak.
KAMHA
Kasap merhemi adı verilen ilaç.
KAMIH
Suyu içmeyip, başını kaldırıp duran davar.
KAMIH
Tarhana. * Kokutup ekşitilmiş şey.
KAMIH
Kam' eden, ezip kıran, mahveden, perişan eden. Kahreden, yok eden. Alçaltan, zelil eden.
KÂMİL
(Kemal. den) Bütün, tam, olgun, eksiksiz, kemalde olan, kusursuz. Kemal ve fazilet sâhibi. * Resul-i Ekrem'in de (A.S.M.) bir vasfıdır. * Yaşını başını almış, terbiyeli ve görgülü kimse. * Âlim, bilgin kişi. * Bir aruz kalıbı ismi.(Büyük görünme küçülürsün...Kâmillerde, büyüklük mikyasıdır küçüklük, Nâkıslarda küçüklük mizanıdır büyüklük. S.)
KÂMİLEN
Noksansız, eksiksiz olarak. Tam olarak. Kâmil olarak. Bütünü ile. Tamamen.
 
KÂMİL-İ UKALÂ
Kemalde olan mükemmel akıl sâhibleri. Akılların kâmili.
KAMİM
Tere otunun kurusu.
KÂMİN(E)
Saklı. Gizli. Belirsiz. Pusuda duran.
KÂMİNUN
(Kâmin. C.) Saklı ve gizli olanlar.
KAMİS
Gömlek. * Döl yatağını kaplayan ince deri. * Bâzı nebatlardaki ince zar.
KAMİT
Bağlanmış. * Tam olgun, kâmil.
KAMKAM
(C.: Kumâkım) Ulu, şerif kimse. *İyi, keskin kılıç. * Büyük deniz. * Çok adet. * Saç dibine düşen yavşak. * Küçük kene.
KAMKAME
(C.: Kamkâm) Büyük, derin deniz.
KÂMKÂR
f. İsteğine ulaşmış. Matlubunu elde etmiş. Hedef ve gayesine varmış. * Mutlu, bahtiyar, mes'ud.
KÂMKÂRANE
f. Mutlu olan bir kimseye yakışır şekilde, mutlulukla.
KÂMKÂRÎ
f. Mutluluk, saâdet, bahtiyarlık. Murada ermeklik.
KAML(E)
Bit, kehle.
KAMLUL
Yabâni hıyar.
KAMM
Evi süpürmek.
KAMMAS
Suya dalan.
KAMMAŞ
Külhancı.
KAMME
Süpürmek.
KAMP
Karargâh. Kırda asker, izci veya talebelerin kurdukları karargâh. * Esirler karargâhı.
KAMPANYA
Sıkı bir iş ve çalışma devresi. * Maksatlı uğraşma. Bir maksad için faaliyete geçme.
KÂM-PERVER
(C.: Kâmperverân) Emel besleyici.
KAMR
Göz kamaşmak.
KAMRA
Ay ışığı olan gece.
KÂMRAN
f. Arzusuna nâil olan, bahtiyar, mes'ud.
KÂMRANÎ
f. Mutluluk, kâmranlık. İsteğine, arzusuna kavuşmuş olma.
KÂMREVA
f. İsteğine erişen. Arsuzuna kavuşan. Gayesine ulaşan.
KAMS (KIMÂS)
Hareket ettirmek. * Davar önüne sıçramak.
KAMŞ
Bir şeyi şundan bundan toplamak.
KAMT
Kuş, dişisine cima etmek. * Doğan çocuğu beze sarmak.
KAMTARİR
Çatık suratlı.
KAMU
(Kamuğ) t. Hep, bütün, tamamen.
KAMUFLAJ
Fr. Gizlenme, örtme. Aldatma gayesiyle yapılan tertibat. Daha ziyade harp zamanlarında araçlar ile insanların, bulundukları mekâna göre kılığa girmeleri.
KÂMURAN
(Bak: Kâmran)
KAMUS
Deniz. Derya. * Denizin ortası, derin yeri. * Büyük Lügat Kitabı.
KAMUS
Arslan, esed.
KAMUS-İ ARABÎ
Arapça lügat kitabı, Arapça sözlük.
KAMUS-İ OSMANÎ
Osmanlıca sözlük.
KAMUS-İ TÜRKÎ
Türkçe lügat kitabı, Türkçe sözlük. * Şemseddin Sâmi'nin yayınladığı Türkçe lügat.
KÂMVER
f. İsteğine kavuşmuş. Gaye ve maksadına vâsıl olmuş. Mutlu, bahtiyar.
KÂMVERÂN
(Kâmver. C.) f. Mutlular, bahtiyarlar, arzularına kavuşmuş olanlar.
KÂMYAB
İsteğine kavuşmuş. Murâdına ermiş olan.
KÂN
f. Bir şeyin menbaı. * Kuyu. Kaynak. * Mâden ocağı. * Bir keyfiyetin. (niteliğin) bol olarak bulunduğu kimse.
KÂN
f. Ahmak, ebleh. Câhil. İdraksiz, düşüncesiz.
KANA
Süngüler.
KANAAT
Aç gözlü olmayıp hırs göstermemek. Kısmetinden fazlasına göz dikmemek. Helâl ile yetinip haramı istememek. Az şeyi de olsa kısmetine razı olmak.(Semere-i sa'yine ve kısmetine rıza kanaattir, meyl-i sa'yi kuvvetlendirir. Mevcuda iktifa dûnhimmetliktir. M.) (Bak: Himmet)
KANAATBAHŞ
f. Kanaat verici, inandırıcı.
KANAATKÂR
f. Kanaat sâhibi. Kanaat edip az şeyle iktifâ eden.
KANAATKÂRANE
f. Kanaat sâhibi bir kimseye yakışır tarzda.
KANADİL
(Kandil. C.) Kandiller.
KANAFİZ
(Kunfuz. C.) Kirpiler. * Dağ fareleri.
KANAH
(C.: Kanevât-Kınâ-Kınaâ) Yer altında olan su yolu. * Kendir ağacı.
KAN'AR
Büyük, kaba budaklı ağaç.
KANAS
Av yeri.
KANAT
(C.: Kanavât) Yeraltına döşenmiş olan künk. Küçük kanal, su borusu. * Sopa, mızrak.
KANATA
ing. Bol ağızlı su testisi. * Sıvı koymaya mahsus kap. * Bazan ölçü gibi de kullanılır.
KANATİR
(Kantara. C.) Taştan yapılan kemerli büyük köprüler. Kantarlar.
KANATİR
(Kantar. C.) Kantarlar.
KANAVAT
(Kanât. C.) Yeraltına döşenmiş olan künkler. Su yolları. * Mızraklar, sopalar.
KANAZI'
(Kunzua. C.) Uzamış saç. * Baş traş edilirken yer yer bırakılan saç.
KANBER
Hz. Ali'nin (R.A.) sâdık, vefakâr ve sevgili kölesinin adı. * Mc: Bir evin gediklisi. * Herşeye burnunu sokan, her düğün ve eğlencede bulunan bir adamdan kinâye olarak kullanılır.
KAND
Şeker, şeker kamışının donmuş suyu.
KANDAL
Büyük başlı.
KANDAVE
Yaramaz huylu. * Gıdası olmayan taam. * Büyük iri.
KANDEFİR
Yaşlı kimse, acuz.
KANDÎ
şekerimsi, şekerle ilgili, şekerden.
KÂNE
(Kevn. den) İdi, oldu...mânasında, fiilin geçmiş zamanı.
KANEF
Kulağın küçük ve kalın olması.
KANEME
Kir. * Yağdan gelen pis koku.
KANEŞVERE
Hayız görmez kadın.
KANFA
Kulakları küçük ve kaba olan kadın. (Müz: Aknef)
KANFAŞ
Yaşlı, ihtiyar.
KANFESE
Tesbih böceği.
KANGREN
Yun: Canlı vücudun belirli bir kısmında hücrelerin ölmesiyle meydana gelen bir hastalık.
KANH
Suyu içip kandıktan sonra başını kaldırmak.
KÂN-I KEREM
Kerem, lütuf ve ihsan menbaı.
KÂN-I MERHAMET
Merhamet kaynağı.
KANIS
Avcı.
KANIT
(Bak: Delil)
KANIT
Ümidi tamamen sönmüş. Ye'se düşmüş, ümitsiz, kederli, hüzünlü.
KANİ'
(A, uzun okunur) Kanaat eden. Kendinde olan helâla razı olup, başkasının hiçbir şeyine göz dikmeyen. * Kanmış. İnanmış. Tatmin olmuş.
KÂNİ
(Kinaye. den) Dokunaklı ve iğneli söz söyleyen. Kinayeli konuşan.
KANİB
İnsan topluluğu.
KANİF
İnsan cemaati. * Çok yağmur ve bulut. * Geceden bir parça.
KÂNİF
Udul eden, dönen, yoldan çıkan.
KANİSA
(C.: Kavânıs) Taşlık denilen ve kuşlarda olan bir organ.
KANİT
(A, uzun okunur) (Kunut. dan) Kunut ve duâ eden. * İtaatlı. * Sükût eden.
KANİTÎN
Kunut ve duâ edenler. Allah'a itaat ve ibadet edenler.
KÂNİZ
Defneden, gömen.
KANKAL
Büyük kile.
KANKANE
Yol göstermek.
KANKARİS
Börek.
KÂNKEN
f. Madenci. Maden kazıcısı.
KANNAD
şeker yapan, şekerci.
KANNAS
Avcı, seyyad.
KANNİS
Avcı, av.
KANNUR
Başı büyük kişi.
KANS
Av. Av avlama.
KANSA
(Kuşlarda) Kursak.
KANTAR
Ağırlık ölçüsü âleti. * Binikiyüz dinar, onikibin okiyye, yüz okiyye gibi hudutsuz bir vezindir. * Kırk okka.
KANTARA
Taştan yapılan, kemerli büyük köprü.
KANTARİYYE
Kantar ücreti. Tartma parası.
KANTİN
Fr. Kışla, fabrika, mekteb gibi yerlerde bakkal veya aşcı dükkânı.
KANU'
Kanaat sâhibi. Kanaatkâr, kanaatli. Hakkına razı olan.
KANUN
(C.: Kavânin) Herkesin uyması için devletin teşri kuvveti tarafından konulan her türlü meşru nizam, kaide, emir, nehiy ve yasaklar. * Kaziye-i külliye. Kâinatta Allah'ın koyduğu değişmez nizam.
KÂNUN
Ocak. Ateş yanan yer. Zaman. * Kış mevsimi. * Sakil, ağır adam. * Kış mevsiminin ilk iki ayı. * Mangal. Soba.
KANUNEN
Kanuna göre. Kanunca. Kanuna uyarak. Kanun yolu ile.
KANUNİ
Kanuna dâir. Kanuna ait. * Avrupavâri kanuna vesile olan Osmanlı Padişahı Sultan Süleyman'ın bir nâmı. (Bak: Sultan Süleyman Han)
KANUNİYET
Kanunluluk. Kanun haline gelmek.
KANUNNAME
f. Kanun kitabı. Anayasa.
KANUNŞİNAS
f. Kanun ve nizam koyan, kanunun inceliklerini bilen.
 
KANUN-U ASKERÎ
Askerlik kanunu.
KÂNUN-U DEHA
Dehâ kaynağı. Dehâ ocağı, akıl, zekâ kaynağı.
KANUN-U ESASÎ
Temel kanun. Temel ve esasa ait kanun. Bir bünyenin aslını ve mahiyetini teşkil eden kanun. (Bak: Teşkilât-ı esasiye)
KÂNUN-U EVVEL, KÂNUN-U SÂNİ
Aralık, Ocak.
KANUN-U KADİM
Eski âdet.
KANVA'
Büyük burunlu kadın.
KANZAA
İbik.
KAPASİTE
Fr. İçine alma, ihtiva etme kabiliyeti. * Kabiliyet, bilgi.
KAPÇAK
Tar: Eski zaman muharebelerinde muhasara edilen kalelerin duvarlarına tırmanmak için kullanılan büyük çengel.
KAPIKULU
Osmanlı devletinin daimi ordusunu teşkil eden yaya ve atlı askerlerin bütününe verilen addır.
KAPLICA
Üstüne bina yapılmış sıcak maden suyu, üstü örtülü kaynarca, ılıca.
KAPORA
(Kaparo) Pey olarak verilen para.
KAPRİS
Geçici heves. Maymun iştahlılık. İnsanın zayıf tarafı. Evham.
KAPTAN-I DERYA
Vaktiyle bahriye nâzırı. Deniz kuvvetleri komutanı.
KAPUT
Fr. Askerlerin üstlük elbisesi, yağmurluğu. * Otomobillerin motor kısmını örten kapak.
KAR
(C.: Kur-Kirân) Zift, kara boya. * Deve. Dağ keçisi. * Ses çıkmasın diye ayağın kenarıyla yürümek. * Küçük tepe. * Kara taşlı yer. * Kara büyük taş.
KA'R
Derinlik. Dip. Her şeyin dibi. Nihâyet. * Yemeği dipten yemek. * Çalmak. koparmak.
KA'R
Karnı yemekten dolmak. * Arkası yağlı olmak.
KAR'
Vurmak. Çakmak. Kapı çalmak. * Savt. Avâz. Ses. * Kabak. * Gülsuyu kabı. * Eti soyulmuş kemik.
KÂR
f. (Kelimeye bir ek olup, isimleri sıfat yapar) Eden, edici, yapan mânâlarına gelir ve li, lı, cı, ci gibi eklerin de karşılığıdır. İtaat-kâr, hilekâr, isyan-kâr, hamur-kâr, kanaatkâr...gibi.
KÂR
f. İş. Güç. Amel. Fiil. Temettü'. * Kazanç.
KAR' (KUR')
(C.: Ekrâ) Cem'etmek, toplamak. * Okumak, kıraat.
KARA
(C.: Ekrâ) Arka.
KARA
(C.: Ekrây-Karvât) Bahçe ve bostan içindeki su arkı. * Su ile karışmış süt.
KARA'
Deve yavrusunda çıkan beyaz bir sivilce ve kabarcık. * Baştaki saçların hastalıktan dökülmesi.
KARA'
(Kar'. C.) Su kabakları. * Gülsuyu kapları.
KARABASAN
t. Kâbus. Sıkıntılı ve korkunç rüya. * Bir kimsenin içine düştüğü pek sıkıntılı ruh durumu.
KARABE
Kırba. Büyük testi.
KARA'BELANE
Karnı büyük, yassı bir böcek.
KARABET
Soyca yakınlık. Hısımlık. Akrabalık.
KARABET-İ KALB
Kalb yakınlığı, gönül yakınlığı.
KARABET-İ NESEBİYYE
Aynı soydan gelmek suretiyle olan asli hısım ve akrabalık.
KARABET-İ SIHRİYYE
Kız alıp vermekle meydana gelen akrabalık, yakınlık, hısımlık.
KARABİN
(Kurban. C.) Kurbanlar. Allah için kesilen koyun, sığır ve deve gibi hayvanlar.
KARABORSA
Piyasadan çekilen eşyanın, yüksek fiatla satıldığı gizli pazar.
KARAFİ
(Şihâbüddin Ahmed El-Karafi) Maliki Mezhebi'nin büyük âlimlerindendir. Milâdi 1285 de vefat etmiştir.
KÂR-ÂGÂH
f. İşbilir, uyanık.
KÂR-ÂGÂHÎ
f. Uyanıklık, iş bilirlik.
KARAH
(C.: Akriha) Bina ve ağaç olmayan arazi.
KARAİB
(Karib. C.) Yakınlar, hısımlar. Akraba.
KARAİN
(Karine. C.) Karineler, ip uçları.
KARAKTER
yun. Huy. Mizac. Seciye. Bir şeyi benzerlerinden ayırdetmeğe yarayan temel hususiyet.
KARAMİL
Örülüp ucu sarkıtılan saç bağı.
KARAN
Mekke arzı.
KARANFUL (KARANFÜL)
Yaprağı, çiçeği ve kokusu güzel ve uzun olan budaklı bir nebat. Karanfil.
KARANİTIS
Kişiyi sersem eden dimağ dolgunluğu.
KARANTİNA
İtl. Bulaşıcı bir hastalığın yaygın olduğu bir ülkeden gelen kişileri, gemileri veya malları geçici olarak tecrit etme şeklinde alınan tedbir. * Hastahanede yatması gereken hastaların kayıt ve kabul işlerinin yapıldığı yer. * Bir bulaşıcı hastalığın yayılmasını önlemek üzere hasta olup olmadığı bilinmeyen insan ve hayvanlarla temasın menedilmesi.
KARAR
Değişmez hâle gelmek. * Sabit ve sakin olmak. * Ne az ne çok olan tam ölçü. Ölçülülük. * Gitmeyip kalmak. * Oturaklı yer. Sâkin olacak yer. * Anlaşılan ve sabit hâle gelen son karar sözü. * Mahkemece verilen son söz ve neticeye bağlama. * Dolanmak. * Ayakları kısa ve çirkin yüzlü bir cins koyun.
KARARDÂDE
f. Durgun hâle gelmiş. * İstikrar bulmuş. Kararlaşmış. Karar verilmiş.
KARARET
Kısa ayaklı ve çirkin yüzlü bir cins koyun. * Düz yuvarlak yer.
KARARGÂH
f. Karar verilen yer. Karar yeri. * Askerî birlikte kurmay heyetinin toplandığı yer. Merkez.
KARARGİR
f. Karara bağlanmış. Kararı verilmiş.
KARAR-I KAT'Î
Dâvâyı neticelendiren kesin karar.
KARAR-I SERİ
Acele karar, seri karar.
KARARİT
(Kırat. C.) Kuyumcu tartıları. Kıratlar.
KARARNAME
f. Bakanlar Kurulu'ndan çıkan resmî emirler. * Verilen karârı bildiren yazı.
KARARYAB
f. Karar bulan. * Bir yerde oturup dinlenen.
KARAŞİME
Maymunların gece çıkıp yattığı bir ağaç.
KÂR-AŞİNA
İş bilir. İşten anlar.
KARATİS
(Kırtâs. C.) Kâğıtlar, sahifeler. Kâğıt tabakaları.
KARAVANA
Bakırdan yayvan yemek kabı. * Kışla, okul, hastahane gibi müesseselerde tevzi edilecek yemeği içine koydukları kap. * İnce ve yassı elmas. * Atışta hedefe vuramama.
KARAVOL
f. Karakol.
KÂRAZMA
f. Görgülü, tecrübeli.
KÂR-ÂZMAYÎ
f. Görgülülük, iş bilirlik, tecrübeli oluş.
KÂR-AZMUDE
f. Görgülü, tecrübeli, görmüş geçirmiş.
KÂRBAN
f. Kervan.
KÂRBAN-SARAY
f. Kervansaray. Şehirlerde veya yol üzerlerinde kervanların ve yolcuların gecelemelerine mahsus büyük han.
KARBON
Lât. Basit olup kömürleşmiş hâlde bulunan bir temel unsur. Kömür. Billurlaşmış halde kömürleşmiş cisim.
KARBONİK
Fr. Bir karbonla, iki oksijenin birleşmesi ile meydana gelen gaz.
KARBUS
(C.: Karâbis) Eğerin ön ve arka kaşı. * Saç.
KÂRD
f. Bıçak.
KÂRDAN
f. İşten anlar, iş bilir.
KÂR-DANÎ
f. Uyanıklık, iş bilirlik.
KÂRDAR
f. İşi elinde tutan.
KÂR-DARAN
(Kârdar. C.) İşi elinde tutanlar, iş tutanlar.
KARDED
Kaba mekan. Düz arz.
KÂRDİDE
(C.: Kâr-didegân) f. Uyanık, tecrübeli, iş bilir, görgülü.
KARDİNAL
Fr. Katolik mezhebinde en büyük pâye.
KARE
Anasından gözsüz doğan. Kör olarak dünyaya gelen. * Koyun sürüsü.
KARE
(C.: Kâr-Kur) Dişi ayı. * Meşe. * Yüksek yer. * Kabile ismi.
KÂRE
Arka yükü.
KAREF
Hastalara yakın olmak.
KAREH
Kişinin gövdesi kirli olmak. Vücut kirliliği.
KAREM
Et arzu etmek. * Deniz içinde biten çınar ağacına benzer bir ağaç.
KAREN
(C.: Akrân) Ok mahfazası. * Kılıç. * Ok. * İki deveyi biribirine çattıkları ip. Başka deveye çatılmış deve. * Çatık kaşlı olmak. * "Yakınlık" mânâsına mastar. * Necid ahâlisinin mikâtı olan mevzi.
KARENBA
Ayakları uzun bir böcek.
KARF
Töhmet etmek, ayıplamak. * Ayıp isnad etmek. * Dibâgat olunmuş deriden yapılan dağarcık gibi bir kap.
KÂRFERMA
f. Amir, iş buyuran.
KÂRGÂH
f. Fabrika, iş yeri. Atölye.
KÂRGER
f. İş yapan, işleyen. * Etki yapan, tesir eden, nüfuzlu.
KÂRGİL
f. Kerpiçten yapılmış bina.
KÂRGİR
f. Taş veya harçla yapılmış olan. * İş tutan, iş yapan.
KARGÜZAR
f. Becerikli. İş yapabilen. Elinden iş gelen.
KARH
Yaralama. * Hasta olmak. * Bedende çıkan yara. * Su olmayan yerde kuyu kazmak. * Yanlış ve yalanla hakkı değiştirmek ve battal etmek.
KARHA
(C.: Kuruh) Yara, ceriha. Ülser.
KARHA-İ ÂKİLE
Tıb: Etrâfını yiyip, genişleyerek büyüyen yara.
KÂRHANE
f. İş yeri, iş yapılan yer. * Süt satılan yer. Süt fabrikası.
KARHEB
Yaşlı, ihtiyar. * Yaşlı öküz. * Çok kıllı keçi. * Ulu ve şerefli kişi.
KÂR-I AKIL
Aklın kabul edeceği iş. Akıllıca iş.
KÂR-I KADİM
Eski zaman işi.
KA'R-I NÂ-YÂB
Dibi bulunmayacak derecede derin olan.
KÂR-I REVÂ
İşe yarar, kullanılabilir.
KARIK
Düz yer.
KARIS
Ekşi yoğurt.
KARISA
(C. Kavâris) İncitici söz.
KARİ
(A, uzun okunur) Köyde sâkin olan, köylü.
KARİ'
Ulu kişi, seyyid.
KARİ'
(Kari'e) (A, uzun okunur) Okuyucu. Okuyan. * Âbid ve zâhid olan. * Kur'anı tecvide göre okuyan.
KARİA
(A, uzun okunur) Ansızın gelen belâ. Kıyâmet. * Belâ ve musibetten hıfz-ı İlâhiye dâir okunan dua ve âyetler. * Peygamberimiz'in (A.S.M.) düşman üzerine saldığı asker grubu. * Pek şiddetli rüzgâr.
KARİA SURESİ
Kur'an-ı Kerim' in 101. Suresidir ve Mekkîdir.
KARİAT
(Karie. C.) Okuyan kadınlar. Kıraat eden kadınlar.
KARİB
Çok yakın. Yerce ve mekânca uzak olmayan. * Yakın hısım.
KARİB (KAREB)
(C.: Kavarib-Ekrub) Gemi sandalı.
KÂRİBAN
f. Kervan.
KARİBEN
Bir zaman sonra, yakın vakitte. Çok zaman geçmeden. * Sülâlece ve soyca yakın olan.
KARİB-ÜL AHD
Yakın zamanda.
KARİE
(C.: Kariât) Okuyan kadın. Kırâat eden kadın.
KARİH
(C: Kuruh-Kavârih) Kesbedici, kazanan. * Dişleri tam olan davar.
KARİH
Yaralı, cerihalı. * Çıbanlı.
KARİHA
Fikir kabiliyeti. Zihin kudreti. Düşünme istidadı. * Akıldan hâsıl olan fikirler. Her şeyin evveli. * Kuyudan çıkarılan ilk su.
KARİHA-ZÂD
f. Karihadan doğan, karihadan meydana gelen.
KARİKATÜR
Bir insanın veya bir şeyin gülünç bir tarzda yapılan resmi. * Kaba, âdi ve mizahi resim.
KARİN
Yakın. Hısım. Akraba. * Arkadaş. Yaşı aynı olan arkadaş. Refik. Komşu. * Bir şeyi elde eden, nâil olan. * Pâdişahın daimi surette yakınında bulunan. Mâbeynci.
KARİN
Kılıcı ve oku olan. * Hacla umreyi birlikte yapan.
KARİNE
Bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ip ucu. Anlaşılması zor olan hususun hak ve hakikatına dâir cüz'i delil olan şey. İşaret.
KARİNE-İ MÂNİA
(Bak: Karine-i mecaz)
KARİNE-İ MECAZ
Mecaza ait işaret. Kelimenin mecaz olmasını gerektiren, hakiki mânasında alınmasına mâni olan kayıt. Buna Karine-i mânia da denir.
KARİNE-İ TAAYYÜN
Belli edici ve tâyine yardım eden iz, işâret, delil.
KARİN-İ EVVEL
Baş mâbeynci.
KARİR
Mesrur, sevinmiş, memnun. Beşâret ve müjde sebebi ile parlayan göz.
KARİR-ÜL AYN
Memnun, mesrur, gözü aydın.
KARİS
Donmuş, câmid. * Pıhtı. Sirke ile pişmiş balık.
KARİYE
(C: Kavâri) Uzun burunlu, kısa ayaklı, arkası yeşil bir kuş. * Süngü demirinin keskin yeri. * Kılıcın ve ona benzer şeylerin keskin yeri.
KARİYER
Fr. Bir insanın kendisini hasretmiş olduğu meslek. * Bir meslekte alınan merhalelerin bütünü.
KARK
Tavuk gıdaklaması.
KARKAF
şarap, hamr.
KARKAL
(C: Karâkıl) Kadın gömleği. * Yeleksiz elbise.
KARKAR
(C: Karâkır) Düz açık yer.
KARKAR
Kilim veya halı ucu. * Hışımla gürleyerek çağır demek.
KARKARA
Karın gurultusu. * Kumru kuşunun ötmesi. * Kahkaha ile gülmek. * Su içerken bardağın guruldayıp ötmesi.
KARKİSYUN (KARKİSYA)
Kebâbe dedikleri devâ.
KARLAYL
(Thomas Carlyle) (Hi: 1210-1298) İskoçya'da doğmuş, Londra'da ölmüştür. İskoç tarihçisi ve filozofudur. Babası dindar bir duvarcı ustası idi, oğlunu papaz yapmak istiyordu. Onun dinî şüpheleri papaz olmasına mâni oldu. Yedi sene manevî mücahededen sonra imanî mes'elelerde istikrar elde edebilmiştir.Carlyle (Karlayl) şöyle diyor:Kur'anı bir kere dikkatle okursanız, Onun hususiyetlerini izhara başladığını görürsünüz. Kur'anın güzelliği, diğer bütün edebî eserlerin güzelliklerinden kabil-i temyizdir. Kur'anın başlıca hususiyetlerinden biri, Onun asliyetidir. Benim fikir ve kanaatıma göre Kur'an, serapa samimiyet ve hakkaniyetle doludur. Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) cihana tebliğ ettiği davet, hak ve hakikattır.(Karlayl)
KARM
(C.: Kurum) Değerli insan. Kıymetli insan.
KARMELE
Yapraksız küçük ağaç.
KARMEŞE
Cem'etmek, toplamak.
 
KARN
Zaman, devre. * Bir insanın ortalama ömrü olan altmış sene. * Yüz yıllık zaman. Asır. * Boynuz. Hayvanda başın boynuz yerleri, boynuz yerinden sarkan saç.(Karn, iki mânaya gelir. Birisi, zamandan bir müddete mukterin olan ümmet, bir zaman ahalisi olan hey'et-i içtimaiye ki, "hayrul kuruni karni" hadis-i şerifi bu mânayadır. Bunda sivrilmek veya mukarenet etmek manası vardır. Bu mukarenet veya efradın yekdiğerine mukareneti veya bir peygamber, bir âlim, bir reis gibi büyük bir şahsiyete mukareneti mülâhaza olunur.Diğeri de müddet-i zamanın kendisine denir ki, asır gibi ekseriyetle yüz sene takdir edilmiştir.) (E.T.)
KARNABİT
Karnıbahar.
KÂRNAME
f. Usta çıkacak kişilerin ustalıklarını göstermek için yaptıkları iş örneği.
KÂRNEDAŞTE
f. İş bilmez, acemi, işten anlamaz.
KARNESA
Doğan kuşunun, avının ardına düşmesi.
KARNEYN
İki boynuz.
KARN-I EVVEL
Hicretin birinci asrı.
KARN-I ZABY
Geyiğin başındaki çatal boynuz.
KÂR-NÜMA
f. Menfaat gösteren. * Usta çıkacak olan çırakların, ustalıklarını göstermek için yaptıkları örneklik iş.
KÂRPERDAZ
f. İş düzenliyen. * Konsolos, şehbender.
KÂRPERVERD
f. Becerikli, iş yapan, elinden bir iş gelen.
KARR
Durma. * Karar verme. * Su dökmek. * Kulağına söylemek. * Mahfe.
KARRA
Bir kimsenin kulağına söylemek. * Soğuk su dökmek.
KARRA'
Ağaçkakan kuşu.
KARRA'
(C.: Karrâun) Güzel okuyan.
KARRAUN
(Karrâ. C.) Güzel okuyanlar.
KARRE
Soğukluk, soğuk.
KARS
Küçük ibrik.
KARS
Şiddetli soğuk.
KARS
İki parmağıyla çimdiklemek. * Karıncanın ısırması.
KARSA'
Deve kuşunun erkeği.
KARSA (KARİSÂ)
Bir hurma cinsi.
KARSAA
Buruşup büzülmek. * Yazıyı sık yazmak.
KÂRSAZ
f. Becerikli, elinden iş gelen.
KARSEL
Kısa boylu adam. (Müe: Karsele)
KARŞ
Kesbetmek, kazanmak. * Toplamak, cem'etmek.
KARŞAME
Atmaca kuşu.
KÂRŞİNAS
f. İşten anlar, iş bilir.
KART
Tazeliği geçmiş, katılaşmış. * Gençliği geçmiş, geçkin, yaşça büyük.
KARTA'
Gözünün birisine sürme çekip diğerini unutan ve gömleğini ters giyen budala kadın.
KARTABAN
Karısı ile nâmahrem kimseyi gördüğü hâlde aldırış etmeyen.
KARTABUS
Zahmet, meşakkat.
KARTAK
(C: Karâtit) Kadife. * Terlik. * Etekli kaftan.
KARTALE
Eşek yükünün dengi.
KAR'-UL ASÂ
Doktorun, hastanın bedenine vurup muâyene etmesi. * Mc: Hatayı hatırlatmak için işaret vermek ve ikaz etmek.
KARUN
İki şeyi bir araya getiren. * Tez terleyen hayvan. * Arka ayaklarının tırnağı ön ayağının tırnağı yerine vâki olan hayvan. *İleride olan memeleri geride olan memelerine pek yakın olan dişi deve.
KARUN
(A, uzun okunur) Peygamber Musâ (A.S.) devrinde yaşamış, malı ile mağrur olarak haddini aşmış ve Cenab-ı Hakkın zekât emrini dinlemediğinden Musa'nın (A.S.) duâsından sonra malı ile birlikte yere batmış olan dünya zengini. Cenab-ı Hakkın lütuf ve ihsanını kendine mâlederek nankörlük ve enaniyetinden dolayı bu fena sıfatı ile meşhur olmuştur.
KARUR
Duş yapılacak soğuk su.
KARURE
(C.: Kavârir) Göz bebeği. Gözün siyah kısmı. * Şişe.
KAR'UŞ
İki hörgüçlü deve. * Arslan eniği.
KARV
Ağaç kadeh. * Köpek yalağı. * Hurma ağacının kökü. * Uzun havuz. * Hayanın derisi inip büyümek. * Kast. * Etraflıca araştırmak, tetebbu. * Bir kimsenin mesleğine girmek, onun yoluna süluk etmek.
KARVA
Uzun hörgüçlü deve.
KARVAH
Uzun ağaç. * Uzun deve.
KÂRVAN
f. (Bak: Kervan)
KARYA
Eski çağlarda Bursa ve Balıkesir bölgesinin adı.
KARYE
Köy. Nâhiyeden küçük olan, insanlarla meskun yer.
KARYETEYN
Mekke ile Taif şehirleri.
KARYET-ÜL ENSÂR
Medine-i Münevvere şehri.
KARYET-ÜN NAHL
Kovan. Arı yuvası.
KARZ
Borç, ödünç. Kesmek, kat'etmek. * şiir söylemek.
KARZ
Selem ağacının yaprağı.
KÂR-ZÂR
(Kâr ü zâr) f. Kavga, cenk, savaş, harp, muharebe.
KÂR-ZÂRGÂH
f. Savaş meydanı. Harp alanı. Muharebe sahası.
KARZEN
Borç, ödünç olarak.
KARZ-I HASEN
Sadece Allah rızâsı için verilen ödünç. Faizsiz verilen borç.
KA'S
Çirkin kokulu toprak.
KA'S
(C: Kiâs) Parmak kemiği.
KA'S
Ölüm, mevt.
KAS'
Bir şeye el ayası ile vurmak. * Gidermek. * Tahkir etmek, küçümsemek.
KASA
Kabalık. * Şiddet. * Katılık.
KA'SA
Devamlı olarak yerinde sabit olan kadın. * Arkası içerisine girdiğinden arkasını yere koyamayan kadın.
KAS'A
(C.: Kısâ') Çanak, kâse. * Yemek kabı.
KASAB
Saz, kamış. * Parmak kemikleri. * Nefes borusu, bronş. * İnce keten bezi.
KASABA
(C.: Kasabât) Akciğerdeki nefes borularından herbiri. Bronş. * Küçük şehir. Çarşısı olan büyük köy. * Ahalisi beş-on bin raddelerinde olan mâmure.
KASABAT
(Kasaba. C.) Bronşlar. * Kasabalar.
KASABE
Kötü hurma.
KASAB-I MISRÎ
Mısırda dokunmuş keten bezi.
KASAB-ÜL ENF
Burun kemiği.
KASAB-ÜL FÂRİS
Kalem kamışı.
KASAB-ÜL HABİB
Şeker kamışı.
KASAH
Sırtlan.
KASAİD
(Kaside. C.) Kasideler.
KASAL
Buğday içinde olan siyah taneler.
KAS'A-LİS
Dalkavuk. Çanak yalayıcı.
KASAM
Şiddetli sıcaklık. * Güzellik.
KASAME
(Kasem. den) Katili bilinmeyen kimsenin bulunduğu, şüphelenildiği mıntıka halkından elli kişiye yemin ettirme.
KASA'NİNE
Katı olmak. * Büyük olmak.
KASAR
Üşenme, tembellik etme. * Güç ve kuvvetin son sınırı. * Boğazı tutup nefes aldırmayan bir zahmet.
KASARA
(C: Kasr-Kasarât) Boyun kökü. * Yoğun ağaç. * Gemilerin baş ve arka taraflarında güverteden daha yüksek yapılan güverte.
KASARET
Kısalık. Kısa olma.
KASAS
Haber vermek. Hikâye etmek, anlatmak. * Tetebbu' etmek. * Tıb: Göğüs kemiği. Göğüs ortası.
KASAS
Arslan.
KASAS SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 28. Suresidir. Mekkîdir. (Kısas da denir.)
KASAT
Davarın arka ayaklarının dik ve doğru olması.
KÂSAT
(Ke's. C.) Kadehler, ke'sler.
KASATURA
Askerlerin, bellerine bağlayıp taşıdıkları ve süngü gibi kullandıkları düz ve kısa kılıç.
KASAVET
Kalb katılığı, gaflet. * Kaygı, tasa, üzüntü, keder. (Bak: Kasvet)
KASAVİSE
(Kıssis. C.) Papazlar, ruhbânlar, keşişler.
KASB
Ağızda tez dağılan ve çekirdeği katı olan kuru hurma. * Sağlam, sert.
KASB
Kat'etmek, kesmek.
KASBA
Kamış. Kamışlık.
KASD
Bir işi bile bile yapmak. * İsteyerek. Niyet ederek. * Niyet. Tasavvur. * İstikamet. Yolu doğru olmak.
KASDEN
Bile bile, isteyerek.
KASDÎ
İstiyerek, kastederek, niyetle ve bile bile yapılan.
KÂSE
f. Tas veya çanak. Kâse gibi olan çukurluk. * Başı kaplayan ve başın üstündeki kemik.
KA'SEB
Büyük karınlı, kalın.
KÂSE-BEND
f. Çatlamış, kırılmış. * Kâse gibi şeyleri tamir eden kimse.
KASED
şahyar dedikleri nesne.
KÂSE-GER
f. Kâseci, kâse yapan.
KÂSEHA
(Kâse. C.) Kâseler.
KÂSE-İ ÇEŞM
Göz çukuru.
KÂSE-İ FAĞFUR
f. Çin porseleni. Çin porseleninden yapılan kâse.
KÂSE-İ SER
Kafatası.
KA'SELE
Yürürken bir ayağını yere sürüyüp tozutmak.
KÂSE-LİS
(Kâselis) f. Çanak yalayıcı. Çok yiyen, obur. Hırslı. * Dalkavukluk. Alçak huylu kimse. * Dilenci.
KÂSE-LİSAN
(Kâselis. C.) Dalkavuklar, çanak yalayıcılar.
KASEM
Yemin. Ahdetme.
KASEMÂT
Ahdler, yeminler.
KASEMÂT-I KUR'ANİYE
Kur'andaki ahitler, yeminler.
KA'SERE (KA'SERÂ)
Yoğun, sağlam, kalın, katı.
KASES
Hidayet edici delil.
KASF
Kırmak. * Oyun, eğlence. * Devenin diş gıcırdatması.
KASFE
(C.: Kasf-Kasefât) Deve sesi. * Merdiven ayağı. * Bir parça kum yığını.
KASH
Kuruluk, katılık.
KASHAB
Kalın, yoğun, büyük.
KASI'A
Yaban fâresinin ini. Yuvası ve bu yuvadaki iki deliğinden âşikâr olanıdır. Diğeri gizlidir. (Bak: Nâfıka)
KASIB
Düdük çalan.
KASID
Kasd eden, niyet eden, isteyen.
KASIF
Deve avazı. * Ağacın ince ve kuru olması. * Kırılması kolay olan şey.
KASIF
Kasırga. Rastladığı şeyi kıran şiddetli rüzgâr. * Şiddetle seslenen. Çok gürleyen.
KASIK
t. Karnın alt tarafı.
KASIM
(A, uzun okunur) Kırıcı, ezici, ufaltan.
KASIM
(A, uzun okunur) Taksim eden, ayıran, bölen.
KASIR
(A, uzun okunur) Kısa, eksik. * Kusur işleyen. Kusurlu.
KASIR
(A, uzun okunur) Zorla işleten, yaptıran.
KASIRANE
Âcizane, beceriksizcesine.
KASIRAT-ÜT TARF
Kocasından başkasına aslâ bakmayan. (Cennet kadınlarının bir vasfı) Huriler.
KASIRGA
Çevrintili rüzgâr. Tozu ve toprağı birbirine katarak, ağaçları sökerek bir an esip kesilen rüzgâr.
KASIR-UL AKL
Düşüncesi noksan, kısa akıllı.
KASIR-ÜL BASAR
Görüşü kısa. * Kısa görüşlü, dar düşünceli.
KASIR-ÜL FEHM
Anlayışı noksan, kısa anlayışlı. Anlayışsız.
KASIR-ÜL YED
Eli kısa. Âciz, işten anlamaz, beceriksiz.
KASITÎN
(A, uzun okunur) Zulmeden ve haktan sapanlar. * Haklı olanlar. * Kısımlara bölenler.
KASİ'
Yaramaz huylu, yaşlı ve boyu kısa olan kimse.
KASÎ
(Kasiye) Duygusuz. Katı, hissiz, taş gibi katı.
KASİB
(C.: Kasâyib) Kadınların yüzleri üstüne bıraktıkları kıvırcık saç. Kâkül.
KÂSİB
Kazanç sahibi. Kazanmak için çalışan. Kesbeden. Marifet için çalışan.
KASİD
Kaside.
KASİD
(C.: Kasidân) (Kasd. dan) Tasarlıyan, kasdeden. * Haberci, postacı.
KÂSİD
Kesat olan, eksik olan, verimsiz olan.
KASİDE
(C.: Kasâid) Onbeş beyitten az olmamak üzere, her beyit kafiyeli olarak, büyük kimseleri veya herhangi bir şeyi medh ü senâ eden, öven manzume şekli. Büyük zatları ve daha çok Cenâb-ı Hakk'ı veya Peygamberi (A.S.M.) medheden manzume.
KASİDE-GÛ
f. Kaside yazan, kaside söyliyen.
KASİDE-İ BÜRDE
Hazret-i Peygamber (A.S.M.) önünde meşhur Arab Şâiri Ka'b bin Züheyr'in okuduğu kasidenin adı olup, bu kasideyi Peygamber Aleyhissalâtü vesselâm beğenmiş, mükâfat ve iltifat eseri olarak da kendi hırkasını ona giydirdiğinden bu isimle meşhur olmuştur.
 
KASİDE-İ ERCUZE
(Ürcuze) Hz. İmam-ı Ali (R.A.) tarafından bahr-ı recez vezni üzere yazılan ve istikbalden haber veren meşhur kasidenin adı.(Mecmuat-ül Ahzab'ın 582. sahifesinden 597. sahifesine kadar o Ercuzedir. O Ercuzenin mevzuu ve içindeki maksad-ı aslî; İsmi A'zamı tazammun eden altı ismin ehemmiyetini beyan etmek, hem o münâsebetle istikbaldeki bir kısım umur-u gaybiyeye ve te'sis-i İslâmiyette bir kısım mücâhedâtını işâret etmektir. Evet, Hz. İmâm Üstâdı olan Habibullah'dan (A.S.M.) aldığı dersin bir kısmını işarî bir surette zikrediyor... L.)
KASİDE-PERDAZ
f. Kaside yazan, kaside düzenliyen.
KASİDE-SERÂ
f. Kaside söyliyen, kaside yazan.
KASÎF
Kuru ince ağaç. * Gök gürültüsü. * Deniz sesi, dalga sesi.
KASÎL
Hayvanlara vermek için vaktinden evvel biçilen yeşil ot. * Kesilmiş nesne.
KASÎM
Güzel kimse. * Taksim eden, bölen.
KASÎME
(C.: Kasim) Dikenden başka ot bitmeyen kumlu yer.
KASÎR
(Kasr. dan) Kısa, boynuz, ufak boylu.
KÂSİR
Çok olan, kesir, bol olan.
KÂSİR
(Kesr. den) Kıran, kırıcı. * Tavşancıl kuşu.
KASİRE
Evinde hapsedilip dışarı çıkartılmayan kadın.
KASÎR-ÜL AKL
Aklı kısa, aklı ermez.
KASÎR-ÜL BÂ'
Kısa boylu, beceriksiz, zavallı.
KASÎR-ÜL BASAR
Dar görüşlü, basireti kısa. * Miyop.
KÂSİR-ÜL ESNAM
Putları kıran. (Hz. İbrahim'in A.S. lâkabıdır)
KASÎR-ÜL HİMME
Himmeti az veya kısa olan.
KASÎR-ÜL KAME
Kısa boylu. Boyu kısa olan.
KASİS
Fr. Bir yolu, bir tarafından diğer tarafına kadar kesen su arkı.
KASİSA
(C.: Kasis) Devecilerin, azıklarını ve elbiselerini yüklettikleri deve. * Bir ot.
KASİYY
Uzak, baid. Irak.
KASİYY (KISİYY)
Soğuk gece. * Kas adı verilen mahâlde yapılan ibrişimli bir elbise.
KASKAS
Açlık. * Sür'at yapan, hızla giden. * Yol gösterici. * Devenin yediği bir ot.
KASKASE
Yol göstermek. * Köpeği "kuçu kuçu" diye çağırmak.
KASKASE
Çok karanlık gece. * Asâ, sopa, baston.
KASL
Kesmek.
KASM
Kapa kapa yemek, bütün bütün yutmak. * Kesmek. * Cem'etmek, toplamak. * İ'tâ etmek, vermek.
KASM
Bölmek. * Ayırmak. * Bahsetmek. * Kesmek.
KASMA
Ufak boynuzlu dişi koyun.
KASME
Merdiven ayağı.
KASME
Yüz, çehre, vech.
KASMEL
Arslan, esed.
KASR
Men'etmek. * Zorla bir şeyi yaptırmak. * Galip olmak.
KASR
Kısa olmak. Kısa kesmek. * Birisini bir hususa, bir işe tahsis etmek. * Bir işte tembellik etmek. * Akşamlamak. * Hapseylemek. * Yekpâre taş. * Beyazlatmak. * Gevşetmek. * Noksanlaştırmak.
KASR
Köşk. Yüksek ve ferah bina. Taştan veya kârgir küçük saray.
KASR-I CENNET
Cennet köşkü.
KASR-I MÜŞEYYED
Tahkim edilmiş, sağlam yapılmış büyük bina. Büyük apartman.
KASR-I SALÂT
Seferde olan bir kimsenin, dört rekâtlı farz namazları ikişer rekât kılması. Namazı kısaltmak.
KASR-I YED
El çekmek, ferâgat etme, vazgeçme.
KASRÎ
Zorla, cebren.
KASRİYYET
Zorlama hâli.
KASR-ÜL KELÂM
Sözü az etmek. Kısa konuşmak.
KASS
Göğüs. * Saç kesmek. * Kırkmak. * Koyundan kırkılmış yün.
KASS
Talep etmek, istemek. * Nemime, söz götürmek, lâf taşımak.
KASS
Cem'etmek, toplamak, biriktirmek.
KASSA
Kireç.
KASSAB
Düdükçü. * Kesici. * Parçalayıcı.
KASSABİYYE
Hayvan kesme ücreti, kasaplık ücreti.
KASSAM
Hayrı çok olan kimse. * Yorulmuş, kendini bırakmış, mahzun kişi. * Büyük hurma salkımı. * Büyük et parçası.
KASSAM
Huk: Vârisler arasında miras malını taksim eden ve küçüklerin hakkını koruyan şeriat memuru. * Taksim eden.
KASSAR
Leke çıkaran. * Çırpıcı, yıkayıcı.
KASSÎ
Göğüsle alâkalı. Sadrî.
KAST
f. Noksan, eksik, kusur.
KASTA'
Ayaklarının siniri büzülüp kurumuş olan deve.
KASTAL
Cenk ederken olan toz, dövüşürken çıkan toz.
KASTAL
şeker tozu.
KASTALANÎ
Ok atmak. * Şafak kızıllığı.
KASTALANÎ
(Hi: 851-923) (İmam-ı Ahmed İbn-i Muhammed) Büyük Şafiî âlimlerindendir. Çok eser yazmıştır. En meşhur eseri Mevahib-ül Ledüniyye'dir. Mısır'da vefat etmiştir.
KASTAR
(C.: Kasâtıra) Hâzık, basiretli, mahâretli kimse. * Paranın sahtesini seçip çıkaran kimse.
KÂSTAR
f. Yalancı, hilekâr.
KÂSTE
f. Eksik, noksan, eksilmiş, azalmış.KASUB : Mestler.KASUS : Yalnız otlayan deve.KASV : Deve kulağının kenarı.
KASVA
Kulağının dörtte biri kesik olan koyun veya deve.
KASVERE
Yaşça büyük olmak. * şecaatli, kuvvetli. * Aslan. * Bir nebat ismi.
KASVET
Katılık. * Sıkıntı. İç sıkıntısı. * Kalb katılığı. (Bak: Kasavet)
KASVET-BAHŞ
f. Kasvet ve sıkıntı veren.
KASVET-EFZA
f. Kasvet ve iç sıkıntısı veren.
KASVET-ENGİZ
f. Kasvet ve iç sıkıntısı veren.
KASVET-NÂK
f. İç sıkan, sıkıntı veren.
KA'Ş
(C.: Kuuş) Ağacın başını çekip eğmek. * Cem etmek, toplamak. * Kadınların bindiği merkep.
KAŞ'
(Kış') Şaşkın ve ahmak adam. Zayıf adam. * Açmak. * Gidermek. Dağıtmak. * Kuru deri. Deriden olan çadır. * Hamam pisliği. * Deriden yapılmış döşek. * Balgam.
KÂŞ
f. Çok istek, arzu, özleme.
KAŞAĞI
Hayvanları kaşıyıp tozlarını düşürmeğe mahsus âlet. * İhtiyar kimselerin, sırtlarını kaşımak için kullandıkları, ağaçtan uzun saplı ve bir ucundaki levhası dişli bir âlet.
KÂŞÂNE
f. Büyük, süslü ve gösterişli ev. Saray. Kışlık, rahat ve mükemmel ev, oda.
KÂŞÂNE-İ MÜRGÂN
Kuş yuvası.
KAŞ'ARİRE
Ürpermek, titremek.
KAŞB
Karıştırmak. * Zehir içirmek. * Yaramazlıkla hatırlamak. * İncitmek.
KAŞBE
Hasis kişi. * Maymunun dişisi.
KAŞE
Mühür, imza. * Bir nevi kumaş.
KAŞEM
Yetişmeden yenen beyaz hurma koruğu.
KAŞER
Çok fazla kırmızılık. Ziyâde kızıllık.
KAŞİ'
Kararı ve sebâtı olmayan kişi. * Dağılmış, müteferrik.
KAŞÎ
f. İran'ın Kâş şehrinde yapılan bir çeşit çini.
KAŞİB
(C.: Kuşbâ) Yeni veya eski.
KÂŞİF
Keşfedici. Keşfeden. Gizli bir şeyi meydana çıkarıp, izah eden. Açıklayan. * Mısır'da nâhiye veya kaza idarecilerine verilen ad.
KÂŞİGER
f. Çinici, çini yapan san'atkâr.
KÂŞİH
Düşmanlığını gizleyip izhar etmeyen. * Dağılıp uzaklaşan kimse.
KAŞİRE
Derisi yarılmış olan baş yarığı. * Yerin yüzünü kazıp götürmüş olan yağmur.
KAŞKAŞA
Bir şeyin kabuğunu soymak. * Hasta iyi olmak. * Halâs etmek, kurtarmak. * Uyandırmak.
KAŞKİ
f. "Keşke, ne olurdu" gibi, özleme veya pişmanlık ifade eder.
KAŞM
Yemek. * Açlık. * Cem'etmek, toplamak.
KAŞMEŞ
Kuş üzümü.
KAŞR
Bir şeyin kabuğunu soyma.
KAŞŞ
Yaranın iyileşmesi. * Hasta iyi olmak. * Evmek.
KAŞT
Deri yüzmek. * Açmak. * Koparmak.
KAŞUR
(C.: Kaşurât) Yarış atlarının en sonra geleni.
KAŞV
Kabuğu soyulmuş olan.
KAŞVAN
Zayıf erkek.
KA'T
Kısa boylu kimse.
KAT'
Kesme, ayırma. * Geçme. Yol almak. Yüzerek geçmek. * Delil ve bürhan ile ilzam etmek. * Edb: Sözün te'sirini arttırmak ve dinleyenin anlayışına bırakmak için söz bitmeden kesivermek."İmtihan geliyor. Çalışın, yoksa..."Görmüyor gittiği yanlış yolu zannım çoğunuz Size rehberlik eden haydudu artık koğunuz.Bunu benden duyunuz, ben ki, evet Arnavud'um!..Başka bir şey diyemem... İşte perişan yurdum!...Mehmed Akif
KAT'A
Aslâ, hiçbir zaman.
KATADE
(C.: Kutad) Dikenli ot. Mugaylan dikeni.
KATAİF
(Katife. C.) Saçaklı, tüylü havlular; ehramlar. * Kadayıf tatlısı.
KATALOG
Fr. Kitaplık halinde, yahut neşriyata tabi bulunan bir şeye ait etraflı geniş liste, eşya listesi.
KATAM
Cimâ arzulamak. * Et arzulamak.
KATAM
Toz, gubar.
KATAN
Kuşların kuyruğu dibi. * Dağ ismi.
KAT'AN
Hiçbir zaman, aslâ, katiyyen.
KATANE
Az yemeklik.
KATAR
Arabistan yarımadasında müstakil bir devlettir. İstiklâlini 1/1/1971 de ilân etmiştir. Hükümet merkezi Doha şehridir. Üç yanı denizle çevrilidir. Halkı müslümandır. Resmi lisanı Arapçadır.
KATAR
Birbiri arkasına dizilmiş hayvan sürüsü. * Bir lokomotifin sürüklediği vagonların tamamı. Tren.
KATARAT
(Katre. C.) Katreler, su damlaları.
KATARAT-I BÂRÂN
Yağmur damlaları. Yağmur katreleri.
KATARAT-I SEMİNE
Kıymetli damlalar.
KATARAT-I ŞADÎ
Sevinç damlaları. Sevinçten dolayı akan gözyaşları.
KATARAT-I UYUN
Göz yaşları.
KATARE
Kuyudan veya başka bir yerden damlayan su.
KATAT
Kısa, kıvırcık saç.
KATB
(Katub) Daim çatık çehreli, ekşi yüz. * Bir kimseyi darıltmak, gücendirmek. * Birikmek, biriktirmek, doldurmak. * Dolu çuval taşımak, götürmek için hazırlamak. * Arslan.
KATEA
(C.: Kutâ) Güve. *Ağaç kurdu.
KATEB
(C.: Aktâb) Deve palanı.
KATED
(C.: Aktâd-Kutud) Semer ağacı.
KATEDRAL
Piskoposluk kilisesi. Bir şehrin büyük kilisesi.
KATEGORİ
Aralarında herhangi bir bakımdan alâka veya benzerlik bulunan şeylerin hepsi. * Zümre, grup.
KATEL
Nefs. Cismin bakiyyesi.
KATELE
(Katil. C.) Katiller. İnsan öldürmüş kimseler.
KATER
(Katre. C.) Katreler, damlalar.
KATERE
Bir şey üzerine çökmüş toz. * İs gibi bir karanlık. * Toz. * Kebap yapmak. * Pişmiş şeyin kokması.
KATF
Atın veya diğer davarın adımını geç atması. * Tırmalamak. * Üzüm kesmek. * Ağaçtan meyve devşirme. * Devşirme mevsimi.
KATI'
(Kat'. dan) Kesen, Kat' eden. Durduran, mâni olan. * Keskin ve iyi bileylenmiş kılıç.
KAT'-I ALÂKA
Alâkayı kesme.
KAT'-I DA'VÂ
Dâvâyı halletme.
KAT'-I HAYÂT
Hayatın kesilmesi. Ölüm, mevt.
KAT'-I MERÂHİL
Merhaleleri, durak yerlerini geçme. Yol alma, ilerleme.
KAT'-I MERATİB
Mertebeleri aşıp geçme.
KAT'-I MÜNÂSEBET
Münasebeti ve ahbaplığı kesme.
KAT'-I NAZAR
Bakmamak. İtibar etmemek. * Alâkayı kesmek.
KAT'-I TARİK
Yol kesicilik.
KATI'A
Kesen, kesici.
 
KAVİM
Doğru, dik, ayakta. * Dürüst. * İsabetli. * Boyu düzgün ve güzel.
KAVİM
(Bak: Kavm)
KAVİSNAME
f. Okçular ve okçuluk hakkında yazılan eser.
KÂVİŞ
f. Eşme, kazma.
KÂVİŞGER
f. Kazıcı, eşici, kazan.
KAVİYYEN
Kuvvetle, kat'i olarak. Şüphesiz olarak.
KAVİYYEN ME'MUL
Çok kuvvetle ümid edilen.
KÂVİYYET
Yakıcılık, dağlayıcılık.
KAVİYY-ÜL BÜNYE
Bünyesi sağlam olan. Sağlam vücutlu.
KAVİYY-ÜL İKTİDAR
İktidarı kuvvetli.
KAVKAA
Salyangoz, midye gibi hayvanların sert kabuğu.
KAVKAH
Tavuk gıdaklaması, tavuk sesi.
KAVKAL
Bağırtlak kuşunun erkeği. * Keklik. * Turaç kuşu.
KAVL
Anlaşma. Sözleşme. * Konuşulan söz. Söz cümlesi. * İtikad, delâlet. * Tarif. * İlham.
KAVLEN
Söyleyerek. Söz ile. Anlaşarak.
KAVLÎ
Sözle alâkalı. Söz niteliğinde.
KAVL-İ LEYYİN
Yumuşak söz. Sert olmayan söz. Enâniyetli olmayan söz.
KAVL-İ MÜCERRED
Delilsiz söz.
KAVL-İ RÂCİH
Daha makbul ve daha önde olan söz, kanaat, fikir.
KAVL-İ RESUL
Hadis.
KAVL-İ ŞÂRİH
Mânasını açıklayan söz. Şerheden söz. Tarif. Şerhedenin sözü.
KAVLİYYAT
Kaviller, kuru lâflar, boş sözler.
KAVM
(Kavim) Bir peygambere tâbi ve bağlı insan topluluğu. Aralarında dil, âdet, örf, kültür birliği olan cemâat, topluluk. Millet. Bir işe başlamak. * Pazar kurmak. * Müşteri ile anlaşmak.
KAVMÎ
Kavme âit, kavimle alâkalı.
KAVM-İ MAHSUR
Nüfusu yüz kişiden az olan köy halkı.
KAVMİYET
Kavimcilik. Milliyetçilik. Bir kavmin hususiyetleri.
KAVMİYETÇİLİK
İslâmiyetin âyet-i kerime ve hadis-i şerifle men'ettiği, soy sop üstünlüğü ileri sürerek, kendi kavminden olmayanlardan ayrılmak ve onları hakir görmek. (Bak: Asabiyet-i câhiliye)
KAVNES
(C.: Kavânis) Atın iki kulağı arası. * Başa giyilen miğferin tepesi.
KAVRA
Geniş yer.
KAVS
Yay. * Eğri, yay biçiminde olan şey. * Dokuzuncu burcun adı.
KAVSAF
Kadife.
KAVSARRA
Kamıştan yapılan hurma sepeti. * Şeker yükü.
KAVSEYN
İki yay.
KAVS-I KUZAH
(Kavs-i kuzeh) Gök kuşağı. Alâim-i semâ. Ebem kuşağı.
KAVSÎ
Yay biçiminde olan, yay gibi olan.
KAVS-PARE
f. Küçük yay, küçük kavs.
KAVT
İhtiyaç miktarı yemek vermek.
KAVT
(C.: Akvât) Koyun sürüsü.
KAVVAD
Arsız, pezevenk, deyyus, kaltaban, gayretsiz.
KAVVAL
(Kavl. den) Geveze, çok konuşan, çok söyliyen. * Sözü yerinde söyliyen. Lâf ebesi.
KAVVAM
Nezaret ve muhafaza eden kimse. İşlerin mes'uliyetini üzerine alıp iyi idare eden.
KAVVAS
(Kavs. dan) Oklu asker. * Ok imâl eden kimse. Okçu.
KAVZ
Bozmak. Yıkmak.
KAVZ
(C.: Akvâz-Akâviz-Kızân) Küçük kum tepesi. * Düşmek. * Bağlamak.
KAY
Yağmurlu hava.
KAY
Kusma, istifrağ. Hastalıktan dolayı ağızdan çıkan hazmolmamış gıdâ maddesi.(Âlim-i mürşid koyun olmalı; kuş olmamalı. Koyun, kuzusuna süt; kuş, yavrusuna kay verir. M.)
KAY'
Kedi, sinnevr.
KAY'AM
(C.: Kayâım) Kedi.
KAYANE
Demircilik.
KAYASİRE
(Kayser. C.) Kayserler. Eski Bizans ve Roma İmparatorlarının lâkapları.
KAYD
Kelepçe, bağ. * Bağlamak. * Bir şeyi bir yere yazmak. * Deftere geçirmek. * Sınırlamak. * Şart.
KAYDAHR
Halkın her işine karşı gelen. * İri gövdeli deve.
KAYDEHUR
Yaramaz huylu.
KAYDETMEK
Yazmak. * Bağlamak. * İlgilenmek, alâkalanmak.
KAYD-I HAYAT
Ömür boyunca, yaşadığı müddetçe.
KAYDİYYE
Deftere kaydetme ücreti.
KAYDUM
Her nesnenin önü.
KAYH
(C.: Kuyuh) İrin.
KAYID
(C.: Kıvâd-Kâde-Kavâyid) Çekici, çeken. * Çavuş. * Koyunların önünde yürüyen "kösem" dedikleri koyun.
KAYIF
Ferasetle bir kimsenin nesebini bilen kişi.
KAYIM
Durucu, duran. * Kılıç kabzası.
KAYIN
Kadının veya kocanın erkek kardeşi.
KAYINÇO
Kayın. Kayınbirader.
KAYISA
(C.: Kavâsi) Derenin son bulduğu yer.
KAYİLE
(Bak: Kaylule)
KAYKA'
Tavuk avazı, tavuk sesi.
KAYKABAN
İğde yemişi gibi akça yemişi olan bir ağaç.
KAYL
(C.: Akyâl) Ulu şerif kimse. * Öğle vakti şarap içmek.
KAYLULE
Kerâhet vakti olmayan kuşluk vakti uykusu, öğle uykusu.(Re'fet, $ âyet-i celilesindeki $ kelimesinin mânasını merak edip sorması münasebetiyle ve hapiste sabah namazından sonra sairler gibi yatmasından gelen rehavet dolayısıyla, elmas gibi kalemini atâlete uğratmamak için yazılmıştır. Uyku üç nevidir:Birincisi: Gayluledir ki, "fecirden sonra tâ vakt-i kerahet bitinceye kadardır." Bu uyku, rızkın noksaniyetine ve bereketsizliğine Hadisçe sebebiyet verdiği için, hilâf-ı Sünnettir. Çünkü; Rızk için sa'yetmenin mukaddematını ihzar etmenin en münasip zamanı, serinlik vaktidir. Bu vakit geçtikten sonra bir rehavet ârız olur. O günkü sa'ye ve dolayısıyla da rızka zarar verdiği gibi, bereketsizliğe de sebebiyet verdiği, çok tecrübelerle sabit olmuştur.İkincisi : Feyluledir ki, "İkindi namazından sonra mağribe kadardır." Bu uyku ömrün noksaniyetine, yâni uykudan gelen sersemlik cihetiyle o günkü ömrü nevm-âlud, yarı uyku, kısacık bir şekil aldığından maddi bir noksaniyet gösterdiği gibi, mânevi cihetiyle de o gün hayatının maddi ve manevî neticesi ekseriya ikindiden sonra tezahür ettiğinden, o vakti uyku ile geçirmek, o neticeyi görmemek hükmüne geçtiğinden, güya o günü yaşamamış gibi oluyor.Üçüncüsü: Kayluledir ki, bu uyku Sünnet-i Seniyyedir. Duha vaktinden, öğleden biraz sonraya kadardır. Bu uyku, gece kıyamına sebebiyet verdiği için Sünnet olmakla beraber, Ceziret-ül-Arabta vakt-üz-zuhr denilen şiddet-i hararet zamanında bir tâtil-i eşgal, âdet-i kavmiye ve muhitiye olduğundan, o Sünnet-i Seniyyeyi daha ziyade kuvvetlendirmiştir. Bu uyku, hem ömrü, hem rızkı tezyide medardır. Çünkü: Yarım saat kaylule, iki saat gece uykusuna muadil gelir. Demek, ömrüne hergün bir buçuk saat ilâve ediyor. Rızk için çalışmak müddetine, yine bir buçuk saati ölümün kardeşi olan uykunun elinden kurtarıp yaşatıyor ve çalışmak zamanına ilâve ediyor. L.)
KAYN
(C.: Kuyun) Demirci, haddad, * Kul, köle.
KAYNAN
At ve deve ayaklarının ip bağlanacak ve bukağı vuracak yeri.
KAYNATA
Karı ve kocaya göre birbirlerinin babası. * Kayınpeder.
KAYS
Düşmek, sukut.
KAYS
Leylâ ile Mecnun hikâyesinin erkek kahramanı olan Amirinin adı. * Süngü miktarı.
KAYSER
Eski Roma ve Bizans İmparatorlarının lâkabı.
KAYSERÎ
(C.: Kayâsir, Kayâsire) Büyük şeyh. * Büyük deve.
KAYSERÎ
f. Hükümdarlık, imparatorluk, kayserlik.
KAYSUM
Marsama denilen ot.
KAYTAS
Balina balığı. * Kadırga balığı.
KAYTUN
(C.: Kayâtin) Hazine. Kiler. Ziyâfethâne.
KAYTUS
Bir yıldız kümesi.
KAYY
Fakirlik.
KAYYIM
İnsanları birbirine kardeşlikte ve sevgide bir araya toplayıp dünya ve âhirette necat ve iyilikler yolunda cem' edici olduğundan; bütün iyilikleri haseneleri toplayıcı ve muhtaçlara çok ihsan edici mânasında Peygamberimiz Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) verilen bir isim.
KAYYİME
Müstakim, âdil. Çok değerli.
KAYYUM
(Kıyâm. dan) Camilerde iş gören kimse. Cami hademesi.
KAYYUM
Başlangıç, nihayet ve yeniden oluş gibi hallerden münezzeh ve ezelden ebede kaim, dâim ve var olan Allah (C.C.). Bütün eşyanın ancak kendisi ile kaim olduğu Cenab-ı Hak.(... Sırr-ı kayyumiyetin cilvesine bu noktadan bakınız ki; bütün mevcudatı ademden çıkarıp, herbirisini bu nihayetsiz fezada $ sırrıyla durdurup, kıyam ve beka verip, umumunu böyle sırr-ı kayyumiyetin tecellisine mazhar eyliyor. Eğer bu nokta-i istinad olmazsa; hiçbir şey kendi başıyla durmaz. Hadsiz bir boşlukta yuvarlanıp ademe sukut edecek.Hem nasıl ki bütün mevcudat, vücudları ve kıyamları ve bekaları cihetinde Kayyum-u Zülcelâl'e dayanıyorlar; kıyamları onunladır... Öyle de, mevcudatın keyfiyat ve ahvalinde binler silsilelerin; (temsilde hata olmasın) telefon, telgraf silsilelerinin merkezi ve santral direği hükmünde olan sırr-ı kayyumiyette $ sırriyle, uçları bağlıdır. Eğer o nurani nokta-i istinada dayanmazlarsa, ehl-i akılca muhâl ve bâtıl olan binler devirler ve teselsüller lâzım gelecek; belki, mevcudat adedince bâtıl olan devirler ve teselsüller lâzım gelir. Meselâ: Bu şey (hıfz veya nur veya vücud veya rızık gibi) bir cihette buna dayanır; bu da ötekine; o da ona... gitgide herhalde nihayetsiz olamaz, bir nihayeti bulunacak.İşte bütün böyle silsilelerin müntehâları; elbette sırr-ı kayyumiyettir. Sırr-ı kayyumiyet anlaşıldıktan sonra, o mevhum silsilelerde birbirine dayanmak rabıtası ve mânâsı kalmaz, kalkar; herşey doğrudan doğruya sırr-ı kayyumiyete bakar. L.)
KAYYUMİYET
Allah'ın ezelî ve ebedî oluşu, dâimî mevcudiyeti, bâkiliği. (Bak: Kayyum)
KAYZ
Yaz mevsiminin en sıcak zamanları.
KA'Z
Keçi ve sığırın, ağacın başını çekip kendine eğmesi.
KAZ'
Kesmek. * Kahretmek. * Çiğnemek. * Fuhşiyat söylemek. Sövmek.
KÂZ
(Gâz) f. Makas.
KAZA
Birdenbire olan musibet. Beklenmedik belâ. * Vaktinde kılınmayan namazı sonradan kılmak. * Allah'ın takdirinin ve emrinin yerine gelmesi. * Hâkimlik, hâkimin hükmü. * İstemeden yapılan zarar. * Hükmeylemek, hüküm. * Bir şeyi birbirine lâzım kılmak. * Beyan eylemek. * Ahdini yerine getirmek. * Ödemek, edâ etmek. * İcab. * Ölüm. (L.R.) * Şeriat hâkimi olan Kadı'nın hükümetinin hududu olan memleket. (Yâni, eskiden bir hâkimin şeriat şeriat namına da'valara baktığı memlekete "kaza merkezi" denirdi.)Fık: İnsanlar arasında vuku bulan dâva ve muhasamayı şer'î hükümler dairesinde fasletmek, halletmek.(Fetvanın kazadan farkı, mevzuu âmdır; gayr-i muayyendir, hem mülzim değil. Kaza ise; muayyen ve mülzimdir.)
KAZA'
Çocukların başını traş edip, bazı yerlerinde kısım kısım saç bırakmak.
KAZAA
Bulut parçası.
KAZAB
Katılık, şiddet.
KAZABE
Kesinti. Bağ ağacından ve diğer ağaçtan kesilen parçalar.
KAZAEN
Kaza olarak, tesadüfen. İstemiyerek. Bilerek değil. Beklenmedik halde.
KAZAET
Ayıp, âr. * Fesad.
KAZAHA
(Kazâ. dan) Kazalar. İlçeler. Kaymakamlık idareleri.
KAZAÎ
Kaza ile alâkalı. Hüküm vermeğe ait.
KAZA-İ HÂCET
İhtiyacını gidermek. * Büyük abdest bozmak.
KAZA-İ ŞEHVET
Şehvet ihtiyacını gidermek. Cinsî münasebet (ki, insanlar arasında nikâh olmadıkça haramdır.)
KAZAK
Her kavmin askerliğe, akın ve çapula ayrılmış efradı. * Çarlık Rusyasında ayrıca bir sınıf teşkil eden sipahiye benzer süvari askeri.
KAZAL
(C: Kuzul-Akzile) Başın arka tarafı.
KAZAM
şey.
KAZAN (KEVZÂN)
Semiz şişman kimse.
KAZAN KALDIRMAK
t. Yeniçerilerin isyanı münasebetiyle kullanılan bir tabirdi. Yeniçeriler isyan ettikleri zaman yemek pişirilen kazanlarını da, toplandıkları At Meydanı'na getirdikleri için bu tabir meydana gelmiştir. Sonradan da devlete karşı koymağa kalkanlar hakkında kullanılırdı. (O.T.D.S.)
KAZANFER
(Bak: Gazanfer)
KAZAR
Kirlenme, pislenme.
KAZARA
f. Kazâ olarak. Rastlayarak.
KAZARET
Murdarlık, necâset, pislik, pis olma hâli.
KAZASKER
İlmiye mesleğinin en yüksek mertebelerinden biri. Lügat mânası asker kadısı, ordu kadısı demektir. Osmanlılarda Kazaskerliğin ihdası Sultan I.Murat zamanındadır. İlk Kazasker de "Çandarlı Kara Halil"dir.
KAZAYA
(Kaziye. C.) Kaziyeler. Hükümler.
KAZAYA-YI MAKBULE
(Bak: Kaziye-i makbule)
KAZAZ
Ufak taş. * Döşek üstünde olan toprak. * Toz toprak bulaşmaz nesne.
KAZA-ZEDE
Kazaya uğramış, başına felâket gelmiş.
KAZB
Çok nikâh.
KAZB
Kesmek. * Yonca otu.
KAZBE
(C: Kuzub) Yonca otu.
KÂZE
Uyluk dibi.
KAZEF
Irak, baid, uzak.
KAZEİN
Fr. Sütte bulunan albüminli maddeler.
KAZEL
Çok fazla aksaklık. (Müe: Kazlân)
KAZEM
Bütün bütün yutmak. * Asılsızlık.
KAZEM
Tez, seri, acele.
KAZER
Nezafetsizlik, temiz olmamak.
KAZEZ
Pire.
KAZF
Atmak. İftira atmak. Ehl-i namus bir kadına zina isnad etmek. Buna "kazf-ı muhsenat" da denir. (Bak: Kebair)
KAZF (KAZÂFE)
(C.: Kızâf) İncelik, zayıflık.
KAZH
Atmak, saçmak.
KAZIB
(C.: Kavâzıb-Kızâb) Kesici, kesen.
KÂZIM
Öfkesini yenen, meydana vurmayan.
KAZIM(A)
Kemirici hayvan.
KÂZIME
(C.: Kezâyim) Yanında bir kuyu daha olup bundan ona, ondan buna su geçen kuyu. * Büyük şehir.
KÂZIMÎN-EL GAYZ
Öfkesini yenenler.
KÂZIMÛN (KÂZIMÎN)
Öfkesini yenenler. Hırsını yenenler.
KAZIYE
Ölüm.
KAZİ
(A, uzun okunur) Dâvalara hüküm ve kaza eden. Şeriat kanunlarına göre dâvalara bakan hâkim. Kadı. * Yapan, yerine getiren.
KAZİB
Karada ve denizde ticarete hırslı olan kimse.
KAZİB
(C.: Kuzıbân) Ağaç dalı.
KÂZİB(E)
Yalancı. Yalan söyleyen.
KAZİFE
Sövdükleri söz. * Attıkları nesne.
KAZİM
(C.: Kazmân-Kazam) Gümüş. * Yazı yazmada kullanılan beyaz deri. * Davara verdikleri arpa.
KAZİME
(Bak: Kâzıme)
KAZİYE (KAZİYYE)
Man: Hüküm. Bir hükmü ifâde eden kelâm. * Karar. Fikir. İfâde. * Hak veya bâtıl mâna ifade eden söz. * Hükmeylemek. * Hükümet.
KAZİYE-İ BEDİHİYYE
Man: Delil ile isbata muhtaç olmaksızın, aklın cezmen hüküm ve tasdik eylediği hüküm. Bu iki kısma ayrılır:1- Kaziye-i bedihiyye-i akliyye: Aklın hârice danışmayarak ve havassın (hislerin) tavassut ve yardımına muhtaç olmayarak tasdik eylediği kaziyeye denilir ki; akıl mücerret mevzu ve mahmulünü tasavvur edince beyinlerindeki nisbet-i hükmiyeyi cezmen tasdik ediverir ve bunlara Ulum-u müteârife denir. Bu da ya evveliye veya fıtriyye olur.2- Kaziye-i bedihiyye-i akliyye-i evveliye: Aklın mücerret tarafeyni tasavvur ile beynindeki nisbet-i hükmiyeyi cezmen tasdik ettiği kaziyyeye denir. (L.R.)
KAZİYE-İ BEDİHİYYE-İ FITRİYYE
Man: Aklın tarafeyni tasavvur ederken zihinde hâzır olan bir hadd-ı vasat vâsıtası ile nisbet-i hükmiyyeyi cezmen tasdik eylemesinden ibaret olan kaziyyeye denir.
KAZİYE-İ CEHLİYYE
Man: Esası cehl üzere mebni olan bâtıl kaziyyedir. (L.R.)
KAZİYE-İ CÜZİYYE
Man: Hükmü, mevzuun bazı efradına şamil olan kaziye. "Bazı şeyler serttir." gibi.
KAZİYE-İ HAMLİYYE
Man : Mahmulün (yâni, haberin), mevzua (yani mübtedaya) sübut veya nef'i ile hükmü hâvi olan kaziyye. Tabir-i diğerle: Mahmulün mevzua kayıtsız ve şartsız olarak isnad olunduğu kaziyyeye denir. "Dünya fânidir" gibi.
KAZİYE-İ İHTİMALİYYE
Man: Bir şeyin olması veya olmaması mümkün olmak ihtimâli üzerine bina olunan kaziyye.
KAZİYE-İ KÜLLİYE
Man: Hüküm mevzuunun cemi efradına şâmil olan kaziyye. "İnsanların cümlesi nâtıktır" gibi.
KAZİYE-İ MA'DULE
Man: Selb, ya mevzuundan ya mahmülünden ikisinden cüz' olan, yâni kendinde hem isbat ve hem de nefiy kaziyyelerdir. "Nefs-i nâtıka gayr-i mürekkebdir" gibi.
KAZİYE-İ MAHKÛMUN BİHÂ
(Bak: Kaziye-i muhkeme)
KAZİYE-İ MAHSUSA
Man: Mevzuu yalnız bir fertten ibaret olup da hüküm onun üzerine olan kaziyyedir. Buna Kaziye-i şahsiyye dahi denir. "İstanbul en büyük şehirlerin birincisidir" gibi.
KAZİYE-İ MAKBULE
Kabule mazhar olmuş hüküm ve iddia. İtimad edilir zâtların söyledikleri ve bu itimada binâen kabul edilen kaziyye.
KAZİYE-İ MEŞHURE
Man: Herkesce sâbit olduğu hasebiyle hükmolunan kaziyye.
KAZİYE-İ MEVHUME
Man: Mâkul işler üzerine kuvve-i vâhimenin hükmeylediği kâzib kaziyyedir.
KAZİYE-İ MUHAYYELE
Man: Kizb olduğu mâlum iken nefsin ya münbasit ya münkabız olduğu kaziyye. Hayali olan hüküm.
KAZİYE-İ MUHKEME
Tam, sağlam hüküm. Temyizin tasdikinden geçmiş, değişmez hâle gelmiş mahkeme kararı ki, böyle bir karara mazhar olan herhangi birşey hakkında tekrar dava açılamaz; dâva mevzuu yapılamaz. Aksi takdirde kanun namına kanunsuzluk yapılmış olur. Buna "Kaziye-i mahkumun bihâ" da denir. (Bak: Muhkem kaziyye)
KAZİYE-İ MUTLAKA
Man: Hiçbir ihtimâl gösterilmeyip, bir şeyin şöyle olduğuna veya olmadığına açıktan açığa hükmolunan kaziyye'dir.
KAZİYE-İ MÜMKİNE
Mümkün olan hüküm, kaziyye.(Meselâ: Kim iki rekât namazı filan vakitte kılsa, bir hac kadardır. İşte iki rekât namaz bazı vakitte bir hacca mukabil geldiği hakikattır. Herbir iki rekât namazda bu mâna külliyet ile mümkündür. Demek şu nevideki rivayetler vukuu bilfiil dâimi ve külli değil, zira kabulün madem şartları vardır. Külliyet ve daimilikten çıkar. Belki ya bilfiil muvakkattır, mutlaktır, veyahut mümkinedir, külliyedir. Demek şu nevi ehadisteki külliyet ise, imkân itibariyledir... S.)
KAZİYE-İ NAZARİYYE
Man: Aklın bir delil ile tasdik eylediği kaziyye. Delilinin mukaddematı yakiniyyattan ise, yakiniyye'dir ve illâ zanniye olur.
KAZİYE-İ SÂLİBE
Man: Mevzuun mahmulünden selbiyle hükmolunan, yâni; bir şeye nefi ile hükmeyleyen kaziyye'dir. "Kamerin ziyası kendinden değildir" gibi.
KAZİYE-İ ŞARTİYYE
Man: İki cümleden ibâret, fakat bunlardan birinde olan hüküm diğerinde gösterilen şarta mütevakkıf olan, yâni; aralarında mülâzemet ve irtibat bulunan kaziyedir.
KAZİYE-İ ŞARTİYYE-İ MUTTASILA
Man: Mevzu ile mahmulü birer cümle olmakla, birinde bir şeyin üzerine olunan hüküm, diğerinde gösterilen şarta mütevakkıf olan kaziyyedir. (Eğer bir cisim ağır ise, bir yere yerleştirilmedikçe düşer gibi.)
KAZİYE-İ ŞARTİYYE-İ MÜNFASILA
Man: Mahmulü birden fazla olmakla bu mahmulllerin biri elbette mevzua isnad olunmak lâzım geldiğine hükmolunan kaziyyedir. (Adet ya tektir, ya çifttir) gibi.
KAZİYE-İ TAKLİDİYYE
Man: Mücerred. Başkasından duymakla hükmolunan kaziyye.
KAZİYE-İ YAKÎNİYYE
Man: Yakîni ifade eden kaziyyeye denir. Ya bedihiyye veya nazariyye olur.
KAZİYE-İ ZANNİYE
Man: Karineler ve emârelerden alınmış olan kaziyyeye denir ki; akıl galip zan ile hüküm eylerse de, onun nakzını dahi tecviz eder, bu cihetle zanniyatın cümlesi nazaridir.
KAZİYE-İ ZARURİYYE
Man: Tasdikat-ı akliyyeden olmakla zıddı mümkün olamıyacak surette kat'i olan bir nevi kaziyyedir.
KAZİ-YÜL HÂCÂT
Bütün ihtiyaçları yerine getiren Allah (C.C.)
KAZİZ
Ufak taşlar, taş parçaları. * Topluluk, cemaat.
KAZKAZ
Arslanın, kemiği parça parça etmesi. * Yavuz arslan.
KAZKAZA
Kemiği parçalamak.
KAZM
Kuru şeyler yemek. * Dişlerin etrafıyla bir şeyi ısırıp yemek.
KAZR
Bir kimsenin peşinden gitmek.
KAZUF (KAZİF)
Irak, uzak, baid.
KAZULET
Kocaman.
KAZUR
Temiz olmayan şeylerden sakınan kimse.
KAZURAT
Pislikler, süprüntüler, insan pisliği.
KAZURE
(C.: Kazurât) Pislik. * Mezbele, süprüntülük.
KAZUZE
Maşrapa.
KAZZ
Okun yeleğini kesmek. * Yalnız, tek, ferd.
KAZZ
Bükülmüş ibrişim. Ham ipek. * Sıçramak. * Irak olmak, uzak olmak.
KAZZ
Büyük taş. * Topraklı olan. * Topluluk, cemaat.
KAZZABE
Çok keskin.
KAZZAFE
Sapan.
KAZZAN
Pire.
KAZZAZ
İpekçi. İpek yapan veya satan kimse.
KAZZE
(C.: Kuzâ) Su üstündeki çörçöp. * Göze düşen çöp. * Gözün çapağı.
KE
f. Farsçada küçültme edatıdır. Kelimelerin sonlarına gelir. (Meselâ: "Merdüm: Adam; merdümek: Adamcağız" gibi.)
KE
Gibi mânasındadır. (Arapça teşbih edâtı) Kelimenin başına getirilir. Meselâ: (Kezâlike: Bunun gibi) * Harfin ve kelimenin sonuna gelirse sen zamiri yerindedir. Meselâ (Kitâbü-ke: Senin kitabın)
KEB'
Men'etmek, mâni olmak, engellemek. * Dinar. Dirhem.
KEBAB
Ateşte pişirilen et. * Ateşte kavrularak veya alazlanarak pişirilen her türlü yiyecek.
KEBABE
Bir ot ismi.
KEBAD
İri limon.
KEBADE
f. Tâlim yayı.
KEBADE-KEŞ
f. Ok atma tâlimi yapan veya ok atmaya hevesli olan. Tâlim yayını çeken.
KEBADE-KEŞÎ
f. Ok atmaya hevesli olma, tâlim yayını çekme.
KEBAİR
(Kebire. C.) Büyük şeyler, büyük günahlar. Kebairin sıralanışı:-Allah'ı inkâr etmek.-Allah'a şirk koşmak.-Kat'iyyen sâbit olan dini bir hükme inanmamak.-Allah'ın rahmetinden ümidini kesmek.-Allah'ın cezasından, mekrinden ve azabından emin olmak.-Günah üzerinde ısrar etmek. Yâni, herhangi bir günahı devamlı işleyip durmak.-Namazı, orucu terketmek. Allah yolunda cihaddan kaçmak.-Anaya, babaya âsi olmak. Yalan yere şehadet veya yemin etmek.-Bir kimseyi haksız yere öldürmek. Bir kimsenin bir uzvunu haksız yere kesmek veya muattal bir hale koymak.-İffetli kadınlara fuhuş isnad etmek. Nemmamlık etmek.-Ribâda (fâizde) ve hırsızlıkta bulunmak. Rüşvet almak.-Yetim malı yemek.-Zina ve livata denilen günahları işlemek. Bu sayılan günahlar hülâsa edilse, "yedi kebair"i ifade eder. Başta üçü el-iyâzü billah küfürdür. Sonrakiler ise, üzerine İlâhî ceza terettüb edip, hadd-i şer'îyi icab ettiren, açıkça ve kat'i olarak nehyedilmiş bulunan büyük günahlardır. (Bak: Mubikat-ı seb'a)
KEBAS (KEBES)
Misvak ağacının yemişi. * Bir şeyin kokup bozulması.
KEBB
Hor ve zelil etmek, yüzü üstüne bırakmak, helâk etmek.
KEBBAH
Gönden bardak ve matara diken kimse.
KEBBAN
Büyük terâzi. Kantar.
KEBBE
İzdihamlık, kalabalık. * Cenk ve kıtal içinde sür'at etmek. Savaşta acele hareket etmek.
KEBC
Davarı durdurmak için dizginini çekmek.
KEBE
Çobanların ve köylülerin giydikleri yünden bir nevi aba.
KEBED
Ciğer ağrısı. * Kara ciğer. * Meşakkat. Şiddet. Mihnet. * Karnın şişmesi.
KEBEL
Kısa.
KEBG
f. Keklik.
KEBİB
Darı.
KEBİCEK
Kış otu.
KEBİR
Büyük, âli, yüce.
KEBİRE
(Müe.) Büyükler. Büyük günahlar. (Bak: Kebair)
KEBİSE
Dört senede bir takarrur eden ve bir gün fazlası olan sene. Şubatın 29 gün olduğu sene.
KEBİT
Deve avazı. Sığır avazı.
KEBKEB(E)
f. Ayak patırtısı.
KEBKEBE
Yüz üstüne düşürme. * Çukur bir yere döne döne düşme.
KEBL
Bağlamak. * Kovanın ağzını iki kat edip dikmek.
 
KEBN
Kova ağzını iki kat edip dikmek. * Udul etmek, dönmek, vazgeçmek. * Besili ve semiz olmak. * Kaybetmek.
KEBS
Çukur bir yeri doldurup düzeltme. * Bir cins hurma. * Misk hokkası.
KEBSE
Beraberlik, eşitlik, müsavat. * Ebucehil karpuzu.
KEBŞ
(C.: Kibâş) Erkek koyun. Koç.
KEBT
Zelil etmek, hor hakir etmek. * Sarfetmek, harcamak.
KEBUD
f. Mavi. Gök rengi.
KEBUDFÂM
f. Gök renginde olan. Mavi renkli.
KEBUDÎ
f. Mâvilik.
KEBUTER
f. Güvercin.
KEBUTERÂN
(Kebuter. C.) Güvercinler.
KEBUTER-BÂZ
f. Güvercin besleyen, yetiştiren, satan kimse.
KEBUTER-İ NAME-BER
Posta güvercini. Mektup götüren güvercin.
KEBV (KEBVE)
Davarın, başını vücuduna sürçmesi. * Çakmak çöngelip ateşi çıkmaz olmak. * Görmek. * Kabın içindekini dökmek. * Ateşi kül bürüyüp örtmek.
KEC
f. Eğri, çarpık.
KECABE
f. Devenin üstüne konan oturulacak bir çeşit tahtırevan.
KECAVE
f. Deve üstüne konulan bir cins tahtlrevan.
KECBAZ
f. Oyunda hile yapan.
KECBİN
f. Şaşı. * Eğri gören. * Yanlış ve ters düşüren.
KECÇEŞM
f. Şaşı gözlü. Gözü şaşı olan.
KECFEHM
f. Yanlış anlıyan.
KECHULK
Kötü huylu kimse. Huyu kötü olan kişi.
KECKÜLAH
f. Eğri külâhlı, külâhı eğri olan. * Mc: Hoppa.
KECMİZAC
f. Mizaç ve tabiatı hoş olmıyan. Huysuz.
KECNAZAR
f. Kıskanç, hasetci. * Eğri bakışlı.
KECNİGÂH
f. Eğri bakışlı. Bakışları eğri olan kimse.
KECNİHAD
f. Aksi ve ters huylu olan.
KECREFTAR
f. Ters yürüyen. Gidişi eğri.KECREV : f. Eğri giden. * Tuttuğu yol sakat ve yanlış olan.
KECRE'Y
f. Reyi, sakat, düşüncesi ters olan.
KECTAB'
f. Mizacı, tabiatı ters olan kimse, aksi.
KEÇEL
f. Başı kel olan kişi. Başında saç olmayan kimse.
KEÇELİ
Tar: Yeniçerilerden keçekülâh giyenler.
KED
f. Ev, hâne, mesken.
KEDA
Mekke-i Mükerreme üstünde, Mekâbir yakınında bir yolun adı.
KEDA'
Defetmek, kovmak.
KEDAD
Araplar arasında mâruf bir erkek eşeğin adı. (Ona nisbet edip "benat-ul kedad" derler.)
KEDB
Tâze kan.
KED-BANU
f. Bir daireyi idare eden kâhya kadın.
KEDD
Emek. İş. Çalışma, uğraşma, çabalama.
KEDDERE
Bulandırdı (meâlinde fiil).
KEDD-İ YEMİN
El emeği.
KEDE
f. "Mahal, ev, yer" anlamına gelir ve birleşik isimler şeklinde kullanılır. Meselâ: Ateşkede, bütkede, meykede... gibi.
KEDEME
Hareket.
KEDEN
Toprak suyu çekip, yerinde bulanıklık kalmak.
KEDER
Tasa, kaygı, can sıkıntısı. Bulantı. Gam.
KEDEREFZÂ
f. Keder ve sıkıntı veren. Keder verici.
KEDERENGİZ
f. Üzüntü, keder ve sıkıntı meydana getiren.
KEDERNÂK
Keder verici, kederli.
KEDEVEN
Palan atı.
KEDH
Amel, cehd. Sa'y. * Isırma veya yırtma ile hasıl olan iz.
KEDHÜDA
f. Kâhya.
KEDİD
Davar tırnağıyla didilmiş ve yumuşamış olan yumuşak yer.
KEDİN
Etli ve yağlı kişi.
KEDİR (KEDİRÂ)
İçinde hurma ıslanmış süt.
KEDKEDE
Ağır ağır seğirtmek. * Katı bir cisme dokunmaktan çıkan ses.
KEDM
Isırma.
KEDME
Yara izi, bere.
KEDS
Tez tez yürütmek.
KEDŞ
şiddetle sürmek. * Yırtmak. * Kazanmak.
KEDU
f. Kabak. * Mc: Kafatası.
KEDUH
Amel ve sa'yedici, çalışan.
KEDUM
Adam ısıran eşek.
KEDURET
Bulanıklık. * Gam, tasa, keder.
KE-EN LEM YEKÜN
Güyâ olmadı. Sanki olmadı.
KE-ENNE
(Ke-ennehu) (Teşbih edatıdır) Sanki, güyâ, öyle gibi. (Bak: İnne)
KEF
f. Köpük.
KEF
Elin iç tarafı. Avuç. * Ayağın altı, tabanı. * Avuç dolusu.
KEFA
f. Sıkıntı, meşakkat, mihnet.
KEFA'
Kabı başaşağı etmek, ters çevirmek.
KEFAET
Denklik. Denk olmak. Beraberlik. Bir şeye yeterlik. Küfüv oluş. * Fık: Evlenen erkeğin, alacağı kadına neseb, diyanet, hürriyet ve mal hususlarında müsâvi ve daha üstün olması hususu. (Bunun en mühimmi de diyânet noktasındadır.)
KEFAF
Ancak yaşayabilecek kadar olan rızık. * Misil, miktar. * Berâberlik.
KEFAF-I NEFS
Bir kimsenin ölmeyecek kadar olan nafakası.KEFALET : Kefillik. Bir kimse kendine âid bir işi yapamadığı veya borcunu ödeyemediği takdirde, yerine onun işini göreceğini kabul etmek. * Birine kefil olmak. İşini üzerine almak.
KEFALET-BİT-TESLİM
Bir malın teslimine kefil olma.
KEFALETEN
Kefil olarak. Kefillik suretiyle.
KEFALET-İ BİL-MAL
Fık: Bir mal için kefil olma.
KEFALET-İ BİNNEFS
Birinin şahsına kefil olma.
KEFALET-İ MUTLAKA
Huk: Bir kayıt ile bağlı olmıyan kefalet.
KEFALET-İ MUVAKKATA
Geçici bir zaman için kefil olma.
KEFALET-İ NAKDİYE
Bir hususu te'min için depozite yatırmak suretiyle kefil olma.
KEFALETNAME
f. Kefillik kâğıdı, kefalet senedi.
KEFARET
(Bak: Keffaret)
KEFC
f. Ağızdan gelen köpük.
KEFÇE
f. Kepçe.
KEFE
(Keffe) Terazinin bir gözü.
KEFEF
(Keffe. C.) Kefeler. Terazinin tablaları.
KEFEL
Dip, ard, kıç.
KEFENBEDUŞ
(Kefenberduş) f. Kefeni sırtında. Ölümü göze almış.
KEFENPUŞ
f. Kefene sarılmış. Kefenlenmiş.
KEFERE
(Kâfir. C.) Kâfirler.
KEFEŞ
(Bak: Kafş)
KEFETEYN
Terâzinin iki tarafı.
KEFF
Vaz geçme, el çekme, çekinmek, men'etme, imtinâ etmek, sâkit olmak. * Avuç, el, avuç içi. * Nimet.
KEFFARET
(Masdar gibi kullanılıyorsa da "keffâr" mübalâğa isminin müennesi olup, asıl mânası: örtücü ve imhâ edici demektir.) Bir mecburiyet altında veya yanlışlıkla işlenmiş günahı affettirmek ümidiyle şeriata uygun olarak verilen sadaka veya tutulan oruç. * Günahtan arınma.
KEFFARET-İ HALK
Hac için ihrama girip de bir özre mebni saçlarını vaktinden evvel traş ettiren kimsenin tutacağı üç günlük oruçtan ibârettir.
KEFFARET-İ KATL
Bir müslümanı veya bir zımmiyi amden değil de bir hata neticesi olarak öldüren bir müslümana lâzım gelen keffârettir ki; muktedir ise, bir mü'min köle âzad etmekten; buna muktedir değilse, iki ay muttasıl oruç tutmaktan ibârettir.
KEFFARET-İ SAVM
Ramazan-ı Şerifte özürü bulunmaksızın muayyen şartlar dâhilinde orucunu bozan bir mükellefin, müslim veya gayr-i müslim bir köle veya câriye azâd etmesinden; buna muktedir değilse, iki ay muttasıl oruç tutmasından; buna da muktedir değilse, altmış fakire yemek yedirmesinden ibârettir.
KEFFARET-İ YEMİN
Yaptığı bir yemine sadık kalmayıp bozan bir müslümana lâzım gelen keffâret demektir ki: Muktedir ise, müslim veya gayr-i müslim bir köle veya câriye azad etmekten; muktedir değil ise, on fakiri akşamlı sabahlı doyurmaktan veya on fakire birer parça libas giydirmekten; bu üç şeyden birine muktedir olamayana da üç gün muttasıl oruç tutmaktan ibârettir.
KEFFARET-İ ZIHAR
Zıhar keffareti.Keffâret-i zıharın vâcib olmasının şartı kudrettir. Muktedir olan, köle azad eder; değilse iki ay oruç tutar, buna da gücü yetmezse altmış fakire yemek verir. (Bak: Zıhâr)
KEFFARET-ÜZ ZÜNUB
Günahların keffareti. Mü'min insanların çeşitli hastalık ve musibetlerine denir. Çünkü günahlarından afvına vesile olabilir. (Huk. İslâmiye ve Ist. Fık. K.)
KEFFE
(C.: Kifef) Terazi kefesi. * Her yuvarlak cisim. * (C.: Ükef) El ayası.
KEFF-İ YED
El çekme. Karışmama.
KEFGİR
f. Köpük tutan. * Kevgir, delikli kap.
KEFH
Karşı karşıya savaşma.
KEFİ
Nazir, misil, benzer, denk, eş.
KEFİL
(Kefâlet. den) Birisinin bir borcu ifâsı lâzım gelirken, ifâ etmediği takdirde, o borcu ifâyı kendi üzerine alan kimse. Kefâlet eden kimse.
KEFİL Bİ-T-TESLİM
Bir malın teslimine kefil olan kimse.
KEFİT
Seri yürüyüş, hızlı yürüyüş. * Kuvvet.
KEFİYE
Başa sarılan ve omuzların üzerine kadar gelen, uçları püsküllü ince ipek örtülü kumaş.
KEFKEFE
Men'etmek, engel olmak.
KEFL
Okşamak. * Kefil olmak. * Yaramaz gönüllü olan.
KEFN
Yün eğirmek.
KEFR
(C.: Küfur) Örtme, sarma, * Köy, karye.
KEFŞ
(Bak: Kafş)
KEFT
Cem'etmek, toplamak. * Sarfetmek, harcamak. * Evmek. * Katı katı sürmek.
KEFTAR
f. Sırtlan.
KEFTER
f. Güvercin, kebuter.
KEFUR
Hakkı gizleyici, doğruyu gizleyen.
KEH
f. Saman. Saman çöpü.
KEHA
f. Mahcub, utangaç.
KEHAİL
(Kehil. C.) Sürmeli gözler. Sürme çekilmiş gözler.
KEHAM (KİHÂM)
Yaşlı, ihtiyar. (Kesmez kılıca "seyf-i kihâm"; peltek lisana "lisan-ı kihâm"; ağır yürüyüşlü ata "feres-i kihâm" derler.)
KEHANET
Gaibden haber vermek. Falcılık. Kâhinlik etmek. (İlâhi ihbârât-ı gaybiyyeye istinad etmeden, gaybdan haber vermek ve falcılık ve kâhinlik etmek dinen kat'iyyetle haramdır.)
KEHAT
Büyük, semiz dişi deve.
KEHB
Koruk.
KEHD
Ayağı yere vurmak.
KEHDEL
Genç hâtun. * Yaşlı hâtun, acuze. (Ezdattandır)
KEHENE
(Kâhin. C.) Kâhinler, falcılar.
KEHF
Mağara, in. Sığınacak yer altı. * Tıb: Verem hastalığında akciğerde açılan oyuk.
KEHF SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 18. suresidir. Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur.
KEHF-MİSAL
Mağaraya benzer şekilde, mağara gibi sesi aksettiren.
KEHHAL
Gözlere sürme süren. * Göz doktoru.
KEHİB
Patlıcan.
KEHİL
(Kehile) Sürme çekilmiş göz. Sürmeli göz.
KEHİLA
Gözleri yaradılıştan sürmeli olan kadın.
KEHİRE
Kısa boylu kadın.
KEHKAH
Zayıf erkek.
KEHKEŞAN
f. Samanyolu. Saman uğrusu. (Gökte sık yıldız ışıklarıyla hasıl olan yol biçimi uzayıp giden ışıklı manzara.)
KEHL
Göze sürme çekme. * Kıtlık yılı. (Bak: Kahl)
KEHL(E)
Otuz yaşını geçmiş, saçına aklık karışmış kimse. (Bak: Kühulet) * Bit.
KEHLÂ'
Sürmeli kadın. * Sığırdili dedikleri ot.
KEHM
Men'etmek, engel olmak. * Kaldırmak.
KEHMEL
Ağır ve kaba.
KEHMES
Boyu kısa olan.
KEHR (KÜHRÜRE)
Yüz pörtürmek. * Men'etmek, engel olmak.
KEHREBA
Bir şeffaf zamk ismi.
KEHRİBAR
Cevher saçan. * Güzel sözler söyleyen.
KEHRÜBA
f. Saman kapan. * Bir yere hızlıca sürüldüğü zaman, hafif şeyleri kendine çeken bergâmi taş. (Türkçede tahrif edilerek "Kehribâr" denilir.)
KEHRÜBAÎ
Kehribar gibi, cezbedici, elektrikli olan.
KEHS
Bir şeyi eliyle almak.
KEHULET
(Bak: Kühulet)
KEHVARE
f. Beşik.
KEİB
Mahzun, hüzünlü, münkesir ve kötü halli olan kişi. (Müe: Keibe)
KEJ
f. Çarpık, eğri. Kumral. Tüylü keçi.
KEJÇEŞM
f. Şaşı, eğri bakışlı.
KEJDÜM
f. Akrep.
KEJDÜMÎ
f. Akrep gibi, akreple ilgili.
KE'KEE
Zorla reddetmek, def'etmek.
KEKEME
t. Harfleri serbest söyliyemeyip tekrarlayan. Dilinde tutukluk olan.
KEKRE
t. Ekşi, acımtırak.
KELA
Yeşil ot.
KELAB
Tıb: Kudurma. Kuduz hastalığı.
KELACU
f. Kadeh.
KE-L-ADEM
Yok. Yokmuş gibi.
KELAET
(Bak: Kilaet)
KELAH
Kıtlık olan yıl, kıtlık yılı.
KELÂL
Yorgunluk. Bitkinlik. Usanç. * Göz nuru zayıf olmak, yorgun olmak.
KELÂL-ÂVER
f. Yorgunluk ve bıkkınlık veren. Sıkıcı, yorucu.
KELÂL-BAHŞ
f. Sıkıcı, yorucu. Yorgunluk getiren.
KELÂLET
Yorgunluk. Bitkinlik. Usançlık. * Bıçak ve kılıç gibi şeylerin kesmez olması. * Akrabalığı uzak olanlar. (Amcazâdeler topluluğu gibi). * Kör ve kesmez olan.
KELÂL-İ DİL
Gönül yorgunluğu.
KELÂLİB
(Küllâb. C.) Çengeller, kancalar, uçları eğri olan demirler.
KELÂM
Söz. Bir mânayı ifâde eden, bir maksadı anlatan ifâde. * Allah'a mahsus bir sıfat. * Fık: Allah (C.C.) Kelâm sıfatını da hâizdir. Onun kelâmı harften ve savttan (sesden) münezzehtir, ezelidir, ebedidir. * Ist: Hikmet ve mantık esaslarıyla Allah'ın (C.C.) varlığı, birliği, İslâmiyetin doğruluğu ve hakkaniyetinden bahseden ilim. (Bak: İlm-i kelâm ve Kelâmullâh)
KELÂM-I AHSAR
En kısa ve veciz söz.
KELÂM-I KADİM
Kur'an-ı Kerim, Kadim kelâm.
KELÂM-I KİBÂR
Büyük, akıllı, veli ve meşhur zâtların güzel, veciz ve çok kıymetdâr olan sözleri ve kelâmı.
KELÂM-I MAHREM
Gizli kelâm. Mahrem söz.
KELÂM-I MENSUR
Nesir söz.
KELÂM-I MUDARÎ
Arab kabilelerinden Mudar Kabilesinin konuştuğu Arapça. Kur'an-ı Kerim bu lehçe üzerine nâzil olmuştur. En fasih Arapça'dır.
KELÂM-I NEFSÎ
Cenab-ı Hakk'ın lâfz, harf ve ses olmayan zâtî kelâmı. İçten konuşma.
KELÂM-I RESUL
Hadis. Peygamberimizin sözü.
KELÂM-I TÜND
f. Sert söz.
KELÂMIN KUYUDAT VE KEYFİYATI
Kelâmın küllünü meydana getiren harf, kelime gibi parçalarıyla, bunların sarf ve nahiv yönünden hususiyetleri. Meselâ: Müzekkerlik - müenneslik, mârifelik - nekrelik, mübtedâ - haber, sıfat - mevsuf gibi.
KELÂMÎ
Söz ve kelâma ait. Sözle alâkalı.
KELÂMİYYUN
Kelâmcılar. İlm-i kelâm âlimleri. (Bak: Mütekellimîn)
KELÂMULLAH
Allah kelâmı, Kur'ân-ı Kerim. (Bak: Kur'ân)(Kur'ân başka kelâmlarla kabil-i kıyas olamaz. Çünkü, kelâmın tabakaları, ulviyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemâl cihetinden dört menbaı var. Biri mütekellim, biri muhâtab, biri maksad, biri makamdır. Ediblerin yanlış olarak, yalnız makam gösterdikleri gibi değildir. Öyle ise, sözde "Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş?" ise bak. Yalnız söze bakıp durma.Madem kelâm kuvvetini, hüsnünü bu dört menba'dan alır. Kur'ânın menbaına dikkat edilse, Kur'ân'ın derece-i belagatı, ulviyet ve hüsnü anlaşılır. Evet, madem kelâm mütekellime bakıyor; eğer o kelâm emir ve nehiy ise; mütekellimin derecesine göre irâde ve kudreti de tazammun eder. O vakit söz mukavemetsûz olur, maddi elektrik gibi te'sir eder. Kelâmın ulviyet ve kuvveti o nisbette tezâyüd eder. S.)
KELAN
f. İri, cüsseli, büyük. Heybetli.* Geniş, enli. * Baş.
KELÂNÎ
(Kilâet. den) Sakladı ve beni muhafaza etti veya eder, (meâlinde).
KELANTER
f. Çok iri. Daha büyük.
 
KELASENG
f. Sapan.
KELAVE
İpek veya iplik saracak çark.
KELB
(C.: Ekâlib-Eklüb-Kilâb) Köpek, it. * Meşhur bir yıldız. * İki adım arasına koyarak dikilen kayış. * Yolcuların, yük üstünde azıklarını astıkları demir çengel. * Şiddet. * Hırs.
KELBETAN
f. Kerpeten.
KELBÎ
Köpeğe ait, köpekle alâkalı. Köpek cinsinden olan ve köpeğe müteallik.
KELB-İ AKUR
Azgın, saldırgan köpek.
KELBİYYUN
Kalenderane yaşamayı alışkanlık haline getiren meşhur Diyojenin de içinde bulunduğu bir fırka. Bunlara Kelbiye tâifesi veya Melâmiyyun da denir.
KELB-ÜL MÂ'
f. Köpek balığı. * Kunduz.
KELCE
Kile, mikyâl.
KELDE
(C.: Külud) Bir parça kaba yer.
KELE
f. Yanak.
KELE'
Ayakta olan yarıklar. * Kir.
KELEB
(C.: Kelâlib) İt sürüsü. * İncitip eza etmek.
KELEBÇE
Yakalanan suçluların iki bileğine birden takılan demir halka. Demir bilezik.
KELEF
Yüzdeki benek. * şiddetli sevgi.
KELENDİ
Bir para. * Sağlam ve sert yer.
KELEPÇE
(Bak: Kelebçe)
KELEPİR
Çok ucuz ele geçen. Zahmetsiz, ücretsiz. * Üvey evlât. Evlâtlık.
KELFA
Yüzünde çiğitli olan kadın. (Müz: Eklef)
KELH
Söğüt ağacına benzer, uzunca, dik bir ot. (İçi kamış gibi boş ve gâyet hafif olur; ondan hasıl olan zamka "eşk" derler, kokusu cündübâdester kokusu gibi olur, tadı acıdır.)
KELH
Katı yüzlülük.
KELİF
Haris kimse.
KELİL(E)
Körleşmiş. * Az gören, donuk gören göz. Uzağı veya yakını iyi göremiyen göz. Miyop veya hipermetrop göz. * Kesmez olan âlet. * Çakal. * Yorulmuş kişi, yorgun kimse.
KELİM
Yaralı kimse. * Konuşulan kimse.
KELİM
Kendine söz söylenilen, kendine hitab olunan. * Hz. Musa'nın (A.S.) bir ünvanı. * Söz söyleyen, konuşan. İkinci şahıs. * Yaralı kimse.
KELİM
(Kelime. C.) Kelimeler, kelâmlar, lâkırdılar.
KELİMAT
(Kelime. C.) Kelimeler, kelâmlar, sözler.
KELİMAT-I NAHVİYE
Nahv ilmine âit kelimeler. Cümle teşkilinde mânâya tesir eden harfler ve kelimeler.
KELİMAT-I TAKDİRİYYE
Takdir edici sözler.
KELİM-DEST
f. Olgun kimse.
KELİME
Gr: Mânası olan en küçük söz veya cümlenin yapısını teşkil eden unsurlardan birisidir. Kelime, isim, fiil ve harf olmak üzere dilbilgisinde üç kısma ayrılmıştır. "Bir tek söze" kelime denir.
KELİME-İ HAMKA
Ahmakça söz.
KELİME-İ MENHUTE
Aslı iki kelime olan bir tâbirin bir kelime ile söylenişi: "El Hamdüllilâh" yerine "Hamdele" söylenmesi gibi. "Bismillâh" yerine "Besmele" denmesi gibi.
KELİME-İ ŞEHÂDET
şehâdet ifâdesini hülâsa eden (Eşhedü en Lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resuluh) cümlesi.
KELİME-İ TAYYİBE
Allah ve Resulullah kelâmı. Dua, niyaz ve salâvatlar gibi kelâmlar. Meselâ (Sübhânallah velhamdülillah ve Lâilâhe illâllah vallahü Ekber) kelime-i tayyibedir.
KELİME-İ TEVHİD
Tevhid-i İlahîyi ifade eden "Lâilahe illallah Muhammedür Resulullah" cümle-i kudsiyesidir. (Bak: Tevhid)(Bütün esmâ-i hüsnânın ifâde ettiği mânalar ile bütün sıfât-ı kemaliyeye, Lâfza-i Celâl olan "Allah" bil'iltizam delâlet eder. Sair ism-i haslar yalnız müsemmâlarına delâlet eder. Sıfatlara delâletleri yoktur. Çünki sıfatlar müsemmâlarına cüz olmadığı gibi aralarında lüzum-u beyyin de yoktur. Bu itibarla ne tazammunen ve ne iltizamen sıfatlara delâletleri yoktur. Amma Lâfza-i Celâl bil'mutâbakat Zât-ı Akdese delâlet eder. Zât-ı Akdes ile sıfât-ı kemaliyye arasında lüzum-u beyyin olduğundan, sıfatlara da bil'iltizam delâlet eder. Ve keza, Uluhiyet ünvanı sıfât-ı kemaliyeyi istilzam etmesi ism-i has olan "Allah"ın da o sıfâtı istilzam ettiğini istilzam ediyor. Ve keza, "Allah" kelimesi de, nefiyden sonra sıfatlar ile beraber düşünülür. Binaenaleyh "Lâilâhe illâllah" kelâmı, esmâ-i hüsnânın adedince kelâmları tazammun ediyor. Bu itibarla, şu kelime-i tevhid kelâmı, delâlet ettiği sıfatlar itibariyle bin kelâm iken bir kelâm oluyor. "Lâ Hâlika İllallah", "Lâ Fâtıra, Lâ Râzıka, Lâ Kayyume İllâllah" gibi... Binaenaleyh, terakki etmiş olan zâkir bir zât, bu kelâmı söylerken içindeki binlerce kelâmları söylemiş oluyor. M.N.)
KELİMULLAH
Cenab-ı Hakk'ın hitab eylediği zat (meâlindedir). Hazret-i Musa'nın (A.S.) bir ünvanıdır. Çünkü O, Tur-u Sina'da Cenab-ı Hakk'ın kelâmını, hitabını duymak mazhariyetine erişmiştir. * Resul-i Ekrem (A.S.M.) mi'rac-ı şerifinde Cenab-ı Hak ile tekellüme mazhar olduğundan bir ismi de Kelimullah'tır.
KELİNG
f. Şaşı.
KELK
f. Koltuk (insanda).
KELKÂHYA
Mc: Vazifesi olmayan şeylerle alâkadar olan. Her şeye karışan.
KELKEL (KELKÂL)
(C.: Kelâkil) Göğüs, sadr.
KELL
(C.: Külul) Ağırlık. * Yorgunluk. * Ufak taneli yağmur. * Yetim. * Semizlik, besililik. * Cibinlik dedikleri ince örtü.
KELLA
Geminin durup demirlediği yer.
KELLÂ
Öyle değil. Aslâ.
KELLAB
İt tutan kimse. Köpeğe av tâlim eden kimse.
KELLE
f. Kafa, baş. * Ekinlerde başak. * Baş gibi yuvarlak olan nesne.
KELLEPUŞ
f. Başa giyilen şey. * Bir cins başörtüsü.
KELLİT (KİLLİT)
Sırtlanın yataklandığı inin ağzını kapattıkları taş.
KELLUB
(C.: Kelâlib) Kerpeten. * Çengel.
KELM
(C.: Külum-Kilâm) Cerâhat.
KELS
Hamle etmek. Cür'et etmek.
KELSEME
Cem'olmak, toplanmak.
KELT
Ahmaklık. * Toplamak.
KELUL (KELÂL-KELÂLE)
Kütelip kesmez olmak. * Göz nuru zayıf olmak. * Çocuğu ve anası olmayan şahıs.
KELZ
Cem'etmek, toplamak.
KEM
f. Az, noksan, eksik. * Kötü. Fenâ. Ayarı bozuk. * Fakir, hakir.
KEM
Gr: Ne kadar? Kaç? (Mikdar için soru ifâdesinde kullanılır.) (Farsçada: Çend)
KEM GÖZ
Kötü niyetle bakan göz.
KEMÂ
(Ke ile Mâ edatlarından mürekkebdir) "Gibi" mânâsına gelir.
KEMÂ BİŞ
f. Aşağı yukarı. Takriben.
KEMÂ Fİ-L-EVVEL
Evvelki gibi.
KEMÂ Fİ-S-SÂBIK
Eskisi gibi.
KEMÂ HİYE
(Kemâ hüve) Onun gibi, nitekim, olduğu gibi.
KEMÂ HİYE HAKKUHÂ
Gereği gibi.
KEMÂ HÜVE-L-MUTAD
Mutad olduğu ve alışıldığı üzere.
KEMÂ KÂNE
Eskiden olduğu gibi, eski tarzda.
KEMÂ KÂNE Fİ-S-SÂBIK
Eskisi gibi, eskisindeki gibi.
KEMA YENBAGÎ
İcabettiği gibi, uygun olduğu üzere, lâyıkı gibi.
KEMÂ-HÜVE
(Bak: Kemâ hiye)
KEMAİN
(Kemin. C.) Pusuya gizlenmiş adamlar.
KEMAKL
(Kem-akl) Aklı kıt. Ahmak, ebleh.
KEMAL
Kâmillik, olgunluk. Olgunlaşma. Erginlik. Bütün güzel sıfatlarla muttasıf olmak. Fazilet. * Değer, baha. * Fazlalık. * Sıdk ile yapılan güzel iş.
KEMALÂT
(Kemal. C.) Faziletler, iyilikler, mükemmellikler. Ahlâk ve huy güzellikleri. Terbiyelilik, edeblilik.(Mâdem mevcudat, zeminin yüzünde büyük bir nehir gibi, kemalâtın lem'alariyle parlar geçer; o nehir, güneşin cilveleriyle parladığı gibi, şu seyl-i mevcudât dahi, hüsün ve cemal ve kemalin lem'alarıyla muvakkaten parlar gider. Arkalarından gelenler aynı parlamayı, aynı lem'aları gösterdiklerinden anlaşılıyor ki: Cereyan eden suyun kabarcıklarındaki cilveler, güzellikler, nasıl kendilerinden değil; belki bir güneşin ziyasının güzellikleri, cilveleridir. Öyle de şu seyl-i kâinattaki muvakkat parlayan mehasin ve kemalât, bir Şems-i Sermedî'nin lemaat-ı cemal-i esmasıdır... S.)
KEMALÂT-PERVER
f. Kâmil ve olgun insan. Kemalât sahibi.
KEMAL-İ DİRAYET
Dirayetin son derecesi.
KEMAL-İ İHTİMAM
Son derece dikkat ve ihtimâm.
KEMAL-İ METANET
Tam sağlamlıkla, sarsılmadan.
KEMAL-İ RAHMET
Rahmet ve merhametin nihayet kemalde olması.
KEMAL-İ VÜSUK
Tam bir itimad ve inanç.
KEMAN
f. Yay. Kavis. * Yayı andırır her şey. * Keman.
KEMAN-DÂR
f. Yay tutan, yay tutucu.
KEMANE
f. Keman veya kemençe yayı. * Güreşte bir çeşit oyun.
KEMAN-EBRU
Kaşları yay gibi olan. Keman kaşlı.
KEMAN-GER
f. Yay yapan san'atkâr.
KEMANÎ
f. Kemancı. Keman çalan çalgıcı.
KEMAN-KEŞ
f. Keman çalan. * Ok atmakta usta olan. Yay çeken.
KEM-ASL
f. Aslı ve nesli bozuk.
KEM-AYAR
f. Ayârı doğru olmayıp bozuk olan. Hileli, kalp.
KEM-BAHA
f. Kıymetsiz, değersiz, âdi.
KEM-BAHT
f. Tâlihsiz, bahtsız, şansız.
KEM-BİDAA
f. Sermayesi az. * Bilgisi zayıf, câhil. Az okumuş.
KEMC (KEMH)
Atı dizgini ile durdurmak.
KEM'E
Yer mantarı.
KEMED
Gam, tasa.
KEMENAN
(Kemin. C.) Pusuya gizlenmiş askerler. * Pusular.
KEMENÇE
f. Çiftçilerin tarlalara kimyevi gübre atmak için kullandıkları bir nevi âlet. * Tırnağı tellerine değdirmekle ses çıkaran kemana benzer küçük bir çalgı âleti.
KEMEND
f. Eskiden idam için boyna geçirilen yağlı kayış. * Uzakta bulunan herhangi bir nesneyi yakalayıp çekmek için üzerine atılan ucu ilmekli uzunca ip. * Geyik ve benzeri hayvanların yuları. * Güzelin saçı.
KEMER
f. Yay gibi eğik olan yapı. * Bele bağlanan kuşak. * İç çamaşırın bele rastlayan kısmı.
KEMERBEND
f. Kemer bağı. * Kemeri takılmış. Belinde kemer olan. * Mc: Derviş.
KEMERBESTE
f. Kuşak bağlamış, hazır olmuş. Hazır olup emri bekler hâlde olan.
KEMERBESTE-İ UBUDİYET
Cenab-ı Hakkın huzuruna çıkıp, kollarını önden bağlar şekilde, emre hazır vaziyette bekleyip, kulluğunu ifâde ve ilân etmek. (Namazdaki gibi)
KEMERDECE
Yab yab yürümek.
KEMERGÂH
f. Kemer takılan yer. Bel.
KEM-FEHM
Anlayışı kıt. İdrâki az.
KEMGÛ
f. Az konuşan. Az söyleyen.
KEM-GÜFTAR
f. Az konuşan. Az söyliyen.
KEMH
Gözsüzlük.
KEMHA
f. Bir cins ipek kumaş.
KEM-HARF
f. Az söyliyen kimse, az konuşan kişi.
KEM-HAVSALA
f. Tahammülü az olan kişi, tahammülsüz kimse.
KEMİ'
Bir yerde ve bir döşekte beraber yatan kişi. * Düz yer.
KEMÎ
(C.: Kümât) Yiğit, kahraman, bahadır. Savaşçı, cengâver.
KEMİN
(C.: Kemâin) Pusuya saklanmış adam. * Pusu. * Belirsiz. Gizli yer.
KEMİN
f. Pek küçük, çok ufak. Çok az.
KEMİNE
Hakir. Aşağı. Dûn. Âciz. Noksan. Eksik.
KEMİNGÂH
f. Pusu yeri. Tuzak kurulan yer.
KEMİNGÜŞA
Pusu kuran. Tuzak kuran.
KEMİNSAZ
f. Pusu tutmuş olan. Tuzak kurmuş olan.
KEMİŞ
Tez yürüyüşlü at. * Zekeri küçük at. * Memesi küçük koyun.
KEMİŞE
Küçük emzikli deve.
KEM-İYAR
f. Ayarı bozuk. Hileli. Kalp altun veya gümüş.
KEMİYET
(Bak: Kemmiyet)
KEMİYY
Bahadır kişi. * Kahraman, şucâ.
KEMKADR
f. İtibar ve kıymeti düşük. Adi, bayağı.
KEMKAİM
f. Anlayışsız. İdrakten âciz.
KEMKÂM
Katı yüzlü, kaba ve tıknaz kimse. * Pelit ağacına benzer bir ağacın zamkı veya kabuğu.
KEMKIYMET
f. Değersiz, kıymetsiz.
KEMLUL
Yabâni hıyar.
KEMMEN
Sayıca azlık veya çokluk cihetiyle. Sayıca.
KEMMÎ
Azlık veya çokluğa dair. Kemmiyete âit ve müteallik. Cesur. Yiğit. Silâhlı.
KEMMİYAT
(Kemmiyet. C.) Kemiyetler.
KEMMİYET
(Kemiyet) Miktar, sayı, nice oluş. Az veya çok oluş.
KEMMUN
Kimyon.
KEMN
Gizlemek, gizlenmek.
KEMNAM
f. Adı sanı belirsiz. Namsız, şöhretsiz.
KEMNE
Tıb: Karasu adı verilen bir göz hastalığı.
KEMPAYE
f. Rütbe ve derecesi düşük. Pâyesi düşük olan.
KEMRA
f. Mandıra, ağıl.
KEMRE
Gübre. * Pul pul kalkmış deri.
KEMSAL
f. Genç. Yaşı küçük.
KEMSERE
Cem'olmak, toplanmak. * Bazısı bazısına girmek. * Yab yab yürümek.
KEMSUHAN
f. Az konuşan. Az söyleyen.
KEMŞ
Kesmek.
KEMTER
f. Aciz. Fakir. İtibarsız. * Başka şeylere göre daha az olan. Pek aşağı. * Noksan, eksik.
KEMTERANE
f. Fakirce. Acizce. Çok küçük nisbette.
KEMTERÎN
f. Pek âciz ve güçsüz. Çok hakir. * En küçük, en âşağı. Pek çok noksan veya eksik.
KEMY
Gizlemek, ketmetmek.
KEMYAB
Az bulunan. Nâdir. Bulunmayacak kadar az olan.
KEMZEBAN
f. Az konuşan kimse. Az söyleyen kişi.
KEMZEDE
f. Tâlihsiz, şanssız, bahtsız.
KEMZEN
f. Tâlihsiz, şanssız.
KEN
f. "Kazan, kazıcı, koparan, yıkan, söken." anlamlarına gelir ve kelimelere katılır. Meselâ: (Kuh-ken: Dağ deviren, tünel açan) gibi.
KEN'
(C.: Kün'ân) Tilki eniği. * Cem'etmek, toplamak. * Yakın olmak. * Mülâyemet. * Alçaklık yapmak. * Firar, kaçmak.
KENA'
Parmakların sinirleri çekilip yumulmak.
KEN'AD
(C.: Kenâıd) Balık kılçığı.
KENAİN
(Kinâne. C.) Ok kılıfları, okluklar, sadaklar.
KENAİS
Keniseler, kiliseler.
KENAK
f. Karın ağrısı. Buruntu.
KEN'AN
Filistin. Hz. Yâkub'un (A.S.) memleketi.
KENANE (KİNÂNE)
(C.: Kenâyin) İçine ok ve yay konulan ve beylik adı verilen kap.
KENAR
f. Çevre, kıyı, Sâhil, deniz kıyısı. * Köşe, uç. * Son, nihâyet. * Çember. * Etrâfı çevrilen şey. * Kucaklama. Kucağa alma.
KENARE
f. Kıyı, kenar. * Kucak. * Kasap çengeli. Kayış asılan çengel.
KENAR-GİR
f. Fıçı çemberi.
KENAR-I ÂSMÂN
Ufuk.
KEN'AT
Bir balık cinsi.
KENAZ
Zahire vakti.
KENB
İş yapmaktan ellerin iri iri olması.
KENBUR
(Kenbure) f. Yalan, hile.
KEND
Kesmek, kat'etmek. * Bir kimsenin nimetini ve iyiliğini bilmeyip inkâr etmek.
KENDE
f. Hendek, çukur. * Biçilmiş, kesilmiş. * Kokmuş, ağır kokulu.
KENDE-HÂYE
f. "Hayası kesilmiş: Hadım ağası.
KENDEŞ
Bir nevi devâ.
KENDİDE
f. Kokmuş.
KENDU
f. Epey genişçe toprak.
KENDUC
Yer altında giyecek eşya koymak için yapılan oda.
KENDURE
f. Peşkir. * Deriden yapılmış büyük sofra.
KENDÜM
f. Buğday.
KENE
Hayvanın etine yapışıp kanını emen küçük bir böcek.
KENEF
(C.: Eknâf) Yön, taraf. * Sığınılacak yer. Korunulacak mekân. * Tuvâlet, helâ, ayakyolu.
KENEHBÜL
Bir cins ağaç.
KENEHVER
Büyük beyaz bulut.
KENET
(Esâsı: Kinet) İki sert cismi birbirine bağlamak için çakılan iki ucu kıvrık madeni parça.
KENF
Hıfzetmek. * Örtmek, setretmek.
KENFİLE (KENFELİK)
Kaba ve uzun sakal.
KENİF
(C.: Künüf) Hıfzedici, koruyan. * Örtücü. * Kalkan. * Deve ağılı. * Ayakyolu, tuvalet.
KENİN
Örtülü, gizli, mahfuz.
KENİSA
(Kenise) (C.: Kenâis) Kilise.
KENİZ
f. Esir kadın. Hayalık, câriye.
KENİZEK
f. Küçük cariye.
KENKER
Enginar.
KENN
Örtülüp gizlenme.
KENNAS
Süpürgeci.
KENNE
(C.: Kınât-Kenâyin-Kenânin) Bir kimsenin gelini, oğlunun hanımı.
KENNÎ
(C.: Ekniyâ) Lâkabdaş kimse, isimleri aynı olan.
KENS
Süpürge ile süpürme.
KENTA
Bir ot cinsi.
KENTAL
Fr. Yüz kilogram ağırlığında bir tartı birimi.
KENUD
Çok küfran-ı nimet eden kimse. Çok levm ve küfreden cahud. * Birşey yetiştirilemiyen verimsiz arazi. * Kocasının hukukuna ve iyiliklerine küfran eden nankör kadın. * Yemeğini misafirden sakınarak yalnızca yiyen cimri. * Kölesini, uşağını çok döven kimse. (E.T.)
KENZ
Define, hazine. Yer altında saklı kalmış kıymetli eşya, para veya altın gibi şeyler.
KENZ
şiddet, zorluk, meşakkat.
KENZ SURESİ
Fâtiha Suresi.
KENZ-İ MAHFÎ
Gizli hazine.
KEPADE-KEŞ
f. Okçuluğa yeni başlıyan.
 
Geri
Top