Osmanlıcada ''K''ile başlayan kelimelerin anlamları

KEPAN
f. Büyük terazi.
KEPAZE
İtibarsız, âdi, mübtezel, kıymetsiz kimse. Haysiyetsiz, şerefsiz, rezil. Hürmet ve saygıya müstahak olmıyan. * Tâlim için kullanılır yay.
KEPENEK
f. Çobanların giydiği kolsuz ve dikişsiz, keçeden dövülerek yapılan giyecek.
KER
f. Sağır, işitmez. * Kudret, kuvvet. * Maksad ve meram.KERA' : Baldırları ince olmak. * Yağmur suyu.
KER'
(C.: Küru') Suyu yerinden ağız ile içmek. * Yağmur suyu. * (Kız) erkek istemek.
KERA
Turna kuşunun erkeği. * Hafif uyku.
KERA
Uyku, nevm.
KER'A
Çocuk seven kadın.
KERABİS
(Kirbâs. C.) Kumaşlar. Bezler.
KERAD(E)
f. Yırtık ve eski elbise.
KERAHE
(Kerâhiye) Meşakkat, zahmet, şiddet.
KERAHET
İğrenme, iğrençlik, mekruh oluş. İslâmiyetçe iyi sayılmayan şey. * İstenmiyerek, zorla. *Fık: Şer'an yapılmaması sevablı ve hayırlı olan bir şeyin terk edilmeyip yapılması. (Bak: Mekruh)
KERAHET VAKTİ
Güneşin doğuş, batış ve zeval vakti.
KERAHETEN
Kerahet olarak, makbul olmayarak, istenmiyerek.
KERAHİYYET
Mekruh oluş. Kerih ve çirkin olan işin hâli.
KERAİH
(Kerihe. C.) Nefret edilecek ve iğrenç şeyler.
KERAKER
f. Kuzgun. * Karga.
KERAMAT
(Keramet. C.) Kerametler.
KERAME
İzzet, şeref. Küp ağzına koydukları tabak.
KERAMEND
f. Münasib, muvafık, lâyık, uygun, şayeste.
KERAMET
Allah (C.C.) indinde makbul bir veli abdin (yâni, âdi beşeriyyetten bir derece tecerrüd edebilen zatların) lütf-u İlâhî ile gösterdiği büyük mârifet. Velâyet mertebelerinde yükselen bir abdin hilaf-ı âdet hâli. * Bağış, kerem. * İkram, ağırlama.
KERAMET-İ ALEVİYE (R.A.)
Hz. Ali Efendimize âid keramet. (Bak: Kaside-i Ercuze)
KERAMET-İ İLMİYE
İktisab suretiyle olmayıp, vehbi yani Cenab-ı Hakk'ın atiyyesi olarak geniş bir ilme mazhariyyetten hâsıl olan ilmi keramet. *İlim tahsili ile çok büyük ilim sâhibi olan bir allâmeden çok daha yüksek vâsi' ve hârikulâde bir ilme mazhar bulunan, hem ilmî dehâsı ve fart-ı zekâsı tecrübelerle ve harika eserleri ile sâbit ve müsellem olarak bir ferd-i ferid-i zaman hâlinde zuhur ve iştihar eden ender evliyâullahtan vücuda gelen ve zuhur eden, nur-efşân, hikmetfeşan ilmi kerâmet, ilmî harika. (Z. Gündüzalp)(Velilerde zuhur eden kerametler de Peygamber'in (A.S.M.) Hak olduğuna bir delildir. Çünkü bu veliler ona tabi' olmakla böyle harika hâllere mazhar olurlar. Ş.)
KERAMET-İ KEVNİYE
Kudret-i Rabbaniyenin ihsanı ile letâfet kesbedip havada uçmak, uzun yolu kısa zamanda gitmek, bir mü'minin bir sıkıntısı hâlinde Cenab-ı Hakk'a dua edip ind-i İlâhîde makbul bir zâttan yardım istemekle, o zatın, izn-i İlâhi ile o muztar kimsenin imdadına yetişmesi, kale gibi muhkem bir yerde üzerinden kilitli muhkem bir hücresinde hapis olan bir zatın, orada ibadet ve taatla meşgul olduğu bir zamanda görüldüğü halde, aynı zat aynı zamanda çarşıda halk arasında veya câmide görülmesi ve bir zâta şiddetli ve kesretli zehirlemelerle su-i kasdlar yapıldığı halde, ona zehir tesir etmemesi ve ona düşmanları tarafından kurşun isâbet ettirilememesi ve tayy-ı mekân ve bast-ı zaman gibi hârika hallere mazhar olması gibi hadiselere o zatın "keramet-i kevniyesi" denilmektedir. Bu gibi hârika haller Cenab-ı Hak indinde ve Resul-ü Ekrem (A.S.M.) yanında makbul ve mahbub olan ender velilerde zuhur eder. (Z. Gündüzalp)
KERAN
f. Kenar, uç, âhir, son, nihayet.
KERAN
Sabah.
KERAN TÂ KERAN
Bir uçtan bir uca.
KERAR
Arap kadınlarının takındıkları boncuk.
KERARİS
(Kürrâse. C.) El yazması kitapların sekiz sahifeden ibâret olan formaları.
KERAS
Hilyon ve marulca dedikleri ot.
KERASTE
f. Kereste.
KERB
(C.: Kurub-Küreb) Yeri sürüp aktarmak. * Dar etmek. * Yakın olmak. * Gam, tasa, keder, endişe.
KERBE (KÜRBE)
Gam, tasa, endişe.
KERBELA
Irakta Seyyid-üş şühedâ Hz. İmam-ı Hüseyin Efendimizin (R.A.) meşhed-i mübârekleri olan yer.(Cibril var haber ver Sultân-ı Enbiyâya.Düşdü Hüseyin atından sahra-yı Kerbelâya) (Kâzım)
KERBELE
Ayaklarda olan gevşeklik. Yürüdüğünde balçık içinde yürür gibi yürümek. * Buğday ve arpa gibi hububatın kalburlanması.
KERD
Sürmek. * Def'etmek, kovmak. * Boyun.
KERDEM
Şişman ve kısa boylu olan adam.
KERDEME
Kısa düşman.
KERDESE
Bağ, kayd. * Ayağı bağlı olan kimsenin yürüyüşü.
KEREB
Kova bağladıkları ip. * Suyu yatıp ağızla içmek. * Hurma ağacının kökü.
KEREBBE
Yaz günlerinde kumlu yerlerde biten bir ağaç adı.
KEREBE
(C.: Kirâb) Suyun aktığı yer.
KEREFS
Kereviz otu.
KEREM
Nefaset, izzet, şeref. Al-i-cenâbâne ihsan, inâyet. * Kıymetli şeyleri kemal-i rıza-i nefisle verme. * Mecd ve şeref. *Cenab-ı Hakk'a atfolunursa eltaf ve ihsan-ı İlâhî kasdedilmiş olur. * İnsan hakkında vasıf sureti ile zikrolunursa; mehasin-i ahlâk ve ef'âl kasdolunur.
KEREM ETMEK
Müsâade etmek, lutfetmek. Razı olmak.
KEREMGÜSTER
f. Cömert, mükrim, kerem sâhibi.
KEREMKÂR
f. Kerem eden, ikram eden. Cömert, eli açık olan, bağışlayan.
KEREMPE
Yun. Denize doğru uzanan kayalık çıkıntı. * Dağın en yüksek yeri, tepesi. * Geminin baş tarafı.
KEREMPE BURNU
Batı Karadeniz kıyısında Cide Kazasının sınırları içinde kalan kara çıkıntısı.
KEREMPERVER
f. Kerem sâhibi. Eli açık, cömert. Mükrim.
KEREV
f. Örümcek, ankebut.
KEREVET
Tahtadan yapılan ve üzerine yatak veya minder konularak yatmağa ve oturmağa yarayan yüksekçe yer.
KERF
Hımarın, bevlini koklayıp başını yukarı kaldırması.
KERH
İğrenme, hoşlanmayıp tiksinme. * Zorlama. * Bir şey sonradan nâ-hoş ve kerih olmak.
KERH
Bağdat şehrinde bir mevziin adı.
KERHEN
İstemiyerek, tiksinerek, zoraki.
KERÎ
Kazmak.
KERÎ
f. Örümcek ağı. * Sağırlık, duymazlık, işitmezlik.
KERİBE
(C.: Kerâyib) Katı, sert.
KERİH
İğrenç, tiksindirici. * Muharebe ve cenkte olan şiddet. * Pis, çirkin, fena şey. * Nefse kerahetlik vercek kabahat.
KERİHE
(C.: Kerâih) Nefret edilecek, iğrenç şey.
KERİHET
Harpte şiddet. * Zahmetli ve meşakkatli olan.
KERİH-ÜL MANZAR
Görünüşü ve manzarası çirkin ve iğrenç.
KERİH-ÜN NEFES
Nefesi ve ağzı pis kokan.
KERİM
Her şeyin iyisi, faydalısı. Kerem ile muttasıf olan, ihsan ve inayet sâhibi. Şerefli ve izzetli. Muhterem, cömert, müsamahakâr. (Kur'an-ı Kerim tâbirindeki kerim; muazzez, mükerrem mânâsınadır. Kur'an-ı Kerim'de bu kelime 27 defa geçer ve ancak iki defa Cenab-ı Hak hakkında kullanılmıştır.)
KERİMANE
f. Kerim olana mahsus hâlde. Lutfederek. Kerime hâs bir suretde.
KERİME
Kız evlâd. * Kendine ikram edilmiş kimse. Şerefli. * Güzide, seçkin, kıymetli şey. * Vücudun kıymettar yerlerinden her biri.
KERİR
Boğulmuş ses gibi bir ses.
KERİŞ
(C.: Küruş) İşkembe.
KERİYY
Kiraya veren veya kiraya alan. (ikisine de ıtlak olunur.)
KERİZ
Yoğurtan yapılan keş.
KERKEÇ
Eskiden muhasara olunan kaleleri tazyik etmek ve top ve tüfekle dövmek için dışarısına yapılan kule ve tabyalar.
KERKER
Karındaş sığır.
KERKERE
Tavuğa çağırmak. * Rüzgârın bulutu toplayıp dağıtması.
KERKES
f. Akbaba (kuş).
KERKESE
Tereddüt etmek, karar verememek.
KERKÜZ
f. Delil, işâret, alâmet.
KERM
(C.: Kürum) Bağ kütüğü. Asma, üzüm çubuğu.
KERMARİK
Ilgın ağacının koruğu.
KERME
Etli ve yuvarlak olan uyluk başı.
KERNAF
(C.: Kerânif) Hurma ağacının budaklarının aslı. (Kesildikten sonra ağacında bâki kalır.)
KERNAFE
(C.: Kürnüf) Dibinden kesilmiş olan hurma ağacının budakları.
KERNEBE
Zengin kadın.KERR : Çekilerek yeniden hücum etmek. * Birşeyden vazgeçtikten sonra tekrar ona, o işe yönelmek. * Devlet. * Gemi halatı. * Hurma ağacına çıkmakta kullanılan urgan.
KERR U FERR
Muharebede geri çekilerek tekrar hücum etmek.
KERRAM
Bağcı.
KERRAR
Harpte, çekilip tekrar saldırmak. Döne döne saldırmak.
KERRAT
Kerreler. Defalar. Çarpım cetveli.
KERRAZ
Çobanın torbasını veya dağarcığını taşıyan kuvvetli boynuzsuz koç.
KERRE
Bir defa. Bir adet. Bir.
KERREMALLAHU-VECHEHU
Allah vechini mükerrem kılsın, meâlinde dua olup Hz. Ali (R.A.) hiç putlara secde ve ibadet etmediği ve çocukluktan beri Allah'a secde ettiğinden, onun ismi anıldığında hürmeten söylenir. (Bak: Aliyy-ül Murtaza)
KERRETAN
Sabah ve akşam.
KERRUBÎ
Meleklerin büyüğü.
KERRUBİYYUN
(Mukarrebûn) Sadece ibadetle meşgul olan melekler. Allah'a en yakın olan melekler. Büyük melekler. Kerubiyyun yalnız hamele-i arştır diyenler olduğu gibi, Kerrubiyyun diyenler de olmuştur. Aslı Kerubiyun'dur.
KERRUS
Büyük başlı.
KERS
Kadının hayız görmesi. * Cebretmek, zorlamak.
KERŞ
Karın. * İşkembe. * Topluluk, cemaat. * Kişinin çoluk çocuğu veya küçük evlâdı.
KERŞA
Karnı büyük kadın. * Parmakları kısa düz taban.
KERŞEB
Yaşlı, ihtiyar. * Hali kötü olan kimse. * Kalın ve uzun nesne. * Arslan. * Çok yiyen, obur.
KERUB
Allah'a en yakın olan melekler.
KERUBİYYUN
(Bak: Kerrubiyyun)
KERV
Top oynamak. * Kapı içini taş ile örmek.
KERVAN
(C: Kirvân-Kerâvin) Balıkçıl kuşu.
KERVAN
f. Birbirini takib ederek giden insan veya hayvan sürüsü. Kafile ve hey'etle giden yolcular takımı.
KERVANSARAY
Büyük yollarda kervanların konaklamalarına mahsus büyük hanlar. (Selçuklular ve Osmanlılar devrinde hayır eseri olarak yaptırılmışlardı.)
KERY
Kazmak.
KERYAN
Uyuyan kişi, nâim.
KERYE
Tam olmak, tamam olmak.
KES
f. İnsan. Kişi.
KE'S
Çanak. * Kadeh. Dolu kadeh.
KES'
El veya ayak ile bir nesnenin arkasına vurmak. * İttibâ etmek, tâbi olmak. * Yemen'de bir kabile adı.
KES'
Uzun olmak. * Çok olmak.
KESAD
Alış veriş durgunluğu. Kıtlık. Eksiklik. Verimsizlik.
KESAFET
Bulanıklık. Kir. Açık veya berrak olmamak. * Kalınlık, yoğunluk, kesiflik, koyuluk. Şeffaf olmamak.
KESAFET-İ NÜFUS
Nüfus çokluğu, nüfus yoğunluğu, nüfus kalabalığı.
KESALET
Tembellik. Üşenmek. Uyuşukluk. Rehâvet.
KES'AM
Pars (canavar).
KESAN
f. Adamlar. İnsanlar. Kişiler.
KESANE
f. İnsan gibi. İnsana yakışır şekil ve surette.
KESB
Kazanç. Çalışmak. Sa'y ve amel ile kazanmak. Elde etmek. Edinmek. Kazanç yolu. * Fık: Bir insanın kendi kudret ve iktidarını bir işe sarfetmesi.
KESBÎ
Çalışmakla kazanılan. Sonradan elde edilen. Doğuştan olmayan. Vehbî olmayan.
KESB-İ KUDRET
Kudret ve kuvvet kazanma.
KESB-İ MUÂREFE
Bir mevzuda çalışarak ihtisas sahibi olmak. Birbinini tanımak ve alışmak.
KESB-İ SERVET
Para kazanma.
KESB-İ ŞER
şerli bir işi işlemek veya o işe âlet olmak yahut da tarafdar olmak.
KESB-İ VUKUF
Haberi olma. Vukuf sahibi olma. Bilgi edinme.
KESD
Davarı üç parmakla sağmak. * Bir şeyi dişiyle kesmek.
KESE
Kısa yol, kestirme yol. * Mc: Mali iktidar, servet. (Para kesesi manasında olan kelime için Bak: Kise)
KES'E
Bitmek. * Yüksek olmak.
KESEB
Yakınlık, kurbiyet.
KESEL
Tembellik. Uyuşukluk. * Yorgunluk. * Ağırlık.
KESELAN
Tembellik. Yorgunluk. Uyuşukluk.
KE'SEN DİHAK
(Kulpsuz) dolu kadehler.
KESER
Hurma çiçeği.
KESES
Alt dişleri çenesiyle çıkmak. * Dişleri kısa olmak.
KESF
(Güneş veya Ay) ışığını kesme. * Görünmez olma. * Kesmek. * Yaramaz olmak.
KESH
Aksaklık.
KESÎ
f. Bir kimse.
KES-İ BÎKESAN
Kimsesizlerin yardımcısı.
KESİB
Kum tepesi.
KESİD
Sürümsüz, geçmez, aranmaz. Bayağı, aşağı.
KESİF
Koyu. Çok sık ve sert. Şeffaf olmayan.
KESİL (KESLÂN)
(C.: Küsâlâ) Tenbel kimse.
KESİR
Çok. Bol. Kesret üzere olan. * Türlü. Çeşitli.
KESİR
(C: Kesrâ) Parçalanmış, dağıtılmış. Kırılmış.
KESİR-ÜL AHBÂB
Tanıdıkları, bildikleri çok olan.
KESİR-ÜL EVLÂD
Çocukları çok olan. Evlâdı kesir olan.
KESİR-ÜL MÂL
Malı mülkü çok olan. Serveti fazla olan. Zengin.
KESİR-ÜL VUKU'
Sık sık olan, çok vuku bulan.
KESİS
Titremek. Deprenmek. * Eğrilik.
KESİS
Hurma şarabı. * Darı bozası. * Arapların taş üstünde kurutup ve dövüp azık edip yedikleri et.
KESİSA
Avcıların tuzağı.
KESKESE
Söylerken sin'i kef'e tebdil edip sin yerine kef okumak. * Çabuk kesmek.
KESLAN
Uyuşuk, tembel, gevşek. Yorgun.
KESM
(C: Ekâsim) Bir şeyi eliyle parmaklamak. * Çok miktar atlar.
KESM
Doldurmak. * Ağzına alıp kırmak.
KESR
Kırmak. Parçalamak. Parçalara ayırmak. * Mat: Bir bütünün parçalarından her biri.
KESRA
(C: Ekâsire) Acem meliklerinin lâkabı.
KESRE
Kur'an-ı Kerim yazısında harfin altına konarak, o harfi "İ" veya "I" diye okutan ve bir adı da "esre" olan işâret.
KESRE-İ HAFİFE
İ diye okunan kesre.
KESRE-İ SAKİLE
I diye okunan kesre.
KESRET
Çokluk, sıklık. * Bir şeyin ekserisi ve muazzamı. Bolluk. (Bunun zıddı kıllettir)(Hayat, kesrette bir çeşit tecelli-i vahdettir. Onun için ittihada sevkeder. Hayat, bir şeyi her şeye mâlik eder. M.)(...Hem bütün âlemlerin Rabbi kesret tabakatında vahdaniyeti ilân etmek istemesine mukabil; en azamî bir derecede bütün merâtib-i tevhidi ilân eden, yine bizzarure O Zâttır. S.) (Bak: Tefekkür)
KESRET-İ ETBA'
Tâbi olanların çokluğu. Tarafdarların kesretli oluşu.
KESRET-İ NUKUD
Para çokluğu.
KESR-İ ÂDİ
Ondalık olmayan kesir. Bayağı kesir. Meselâ: 3/8, 7/20 gibi.
 
KESR-İ ÂŞÂRİ
Ondalık kesir. Mahreci (paydası) 10 veya 10'un her hangi bir kuvvetinden ibaret olan kesir. Meselâ: 0,15 - 0,007 gibi.
KESR-İ HÂTIR
Hatır kırma.
KESS
Alt dişleri çenesiyle çıkmak.
KESS
Sakal kıllarının sık ve kıvırcık olması.
KESSARE
Çoğaltan. Artıran.
KESTEL
itl. Küçük kale. Hisarcık.
KESUB
Çok kazanan ve kesbeden.
KEŞ
Akılsız, kolay aldanır. Ahmak.
KEŞ
Yoğurt peyniri, yağsız âdi peynir.
KEŞ
f. (Keşiden) Çekmek fiilinin emir kökü. Birleşik kelimeler de yapılır. Meselâ: Cefâ-keş $ : Cefâ çeken. Esrar-keş $ : Esrar çeken, esrar içen serseri.
KEŞ'
Kalb sıkıntısına uğrayıp huzursuz olmak.
KEŞAH
Bir hastalık. (İnsanın böğrüne vâki olur da dağlarlar.)
KEŞAKEŞ
f. Münâkaşa, çekişme. * Keder, hüzün, tasa, gam.* Sıkıntı, felâket, ıztırab. * Tereddüt, kararsızlık. * Pehlivanların birbirleriyle mücâdeleleri. * İki kişinin, bir şeyi birer uçlarından tutup, her birinin kendine doğru çekmesi.
KEŞAN
Zincirden yular.
KEŞAN
(Keş. C.) f. Çekenler, çekiciler. * Çeken, çekerek. Çeke çeke.
KEŞAN BER KEŞAN
Çeke çeke, zorla sürükleye sürükleye götürerek.
KEŞAN KEŞAN
f. Sürükleye sürükleye, zorla çekerek götürerek.
KEŞAVERZ
f. Ekinci, çiftçi. Ekinlik.
KEŞE'
Kebap yapmak. * Yemek. * Çok dolu olmak.
KEŞEF
Alın saçının ve kâkülün dâire şeklinde yukarı doğru devrik olması.
KEŞEF
f. Kaplumbağa.
KEŞENDE
f. "Çeken, çekici" mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapmakta kullanılır. Meselâ: (Mihnet-keşende: Mihnet çeken.) * Dayanan, tahammül eden, mütehammil.
KEŞF
Açmak. * Olacak bir şeyi evvelden anlamak. Gizli kalmış bir şeyin Cenab-ı Hak tarafından birisine ilham olunması ile o gizli şeyin meydana çıkarılması.
KEŞFÎ
Keşifle alâkalı.
KEŞF-İ RÂZ
f. Gizli bir şeyi meydana çıkarmak, açıklamak. * Sır toplamak, casusluk etmek.
KEŞFİYAT
(Keşf. C.) Keşifler. Bulup meydana çıkarılan şeyler. * Cenâb-ı Hakkın ihsan ve ilhamı ile evliyâullahın, hususan evliya-ı izâm hazeratının ve hasseten Kur'ân-ı Hakimin irşadı ile ve feyzi ile Rüesâ-i Evliyâ ve Server-i Kâinat olan Peygamberimiz Resul-i Ekrem (A.S.M.) Efendimizin dersi ile ferd-i ferid-i a'zam makamının zirve-i âlisine yükselen büyük hâdinin vâkıf oldukları mâziye, hâle, istikbale müteallik, kevni, mânevi sırlar, keşifler. (Z. Gündüzalp)(S - "Keşfiyat-ı fenniye ve fünun-u hâzıra eski insanlara meçhul ve gayr-i me'luf olduğundan, onları onlara ders vermek hatadır." diyorsun. Bilhassa âhirete ait ahval gibi müstakbeldeki nazariyat da böyle değil midir? Onlar da bize meçhul ve gayr-i me'lufdurlar. Onlardan bahsetmek ne için hata olmuyor?C - Müstakbeldeki nazariyat, bilhassa âhirete ait ahvale hiç bir cihetle hiss-i zâhiri taalluk etmemiştir ki, o hissin hilâfını söylemek şaşırtma olsun. Binaenaleyh, o gibi şeyler, dâire-i imkândadırlar. Öyle ise, onlara itikad ve onlar ile itmi'nan peyda etmek mümkündür. Öyle ise, o gibi şeylerin hakk-ı sarihi, onları tasrih etmektir. Lâkin keşfiyat-ı fenniye; eski insanlara göre, imkân ve ihtimal dairesinden çıkıp, muhal ve imtina derecesine girmişlerdir. Çünkü gözleriyle gördükleri şeyler, onlarca bedahet derecesine girmekle, onun hilâfı onlarca muhaldir. Öyle ise, onların hissiyatına hürmeten, o gibi mes'elelerde belâgatın iktizası, ibham ve ıtlaktır ki, onlara bir şaşırtma olmasın. Fakat Kur'ân-ı Kerim, irşadını noksan bırakmamıştır. Bu zamanın fencilerini de istifadeden mahrum etmemek üzere, çok karine ve emareleri vaz'iyle, hakikatlara işaretler yapmıştır.Ey insafsız! Seni insafa davet ediyorum. Bir kere $ olan meşhur düsturu nazara almakla, zamanlariyle muhitlerinin müsaadesizliğini düşünerek, telâhuk eden binlerce efkârın neticelerinden doğan şu keşfiyat-ı fenniyeyi o zamanlardaki insanların kafa mideleri alıp hazmedemediklerine dikkat edersen anlayacaksın ki; Kur'an-ı Kerim'in o gibi meselelerde ihtiyar ettiği ibham ve ıtlak yolu, ayn-ı belâgat olduğu gibi, yüksek i'cazını da isbata âşikâr bir delil olduğunu gözün kör değilse göreceksin. İ.İ.)
KEŞFİYAT-I FENNİYE
Fen ve ilmin keşifleri. (Telefon, radyo, uçak gibi.)
KEŞF-ÜL KUBUR
Kabirdeki ölünün hâlinden anlamak. Ölünün azab çekip çekmediği ve sair bazı hususların bâzı veli kimselerce bilinmesi.
KEŞHAN (KİŞHÂN)
Deyyus.
KEŞİDE
f. Çekilen, çekilmiş. Çekmek. * Tartılmış. Dizilmiş. Tertibedilmiş. Yazılmış.
KEŞİDE-KAMET
f. Uzun boylu.
KEŞİH
(C: Küşuh) Perâkende olmak, parça parça dağılmak. * Böğür. * Cânip, taraf.
KEŞİŞ
f. Papaz. Manastır rahibi. (Arabçası: Kıssis)
KEŞİŞ
Ayı avazı. * Deve avazı.
KEŞİŞÂN
(Keşiş. C.) Papazlar, manastır rahibleri.
KEŞİŞÂNE
f. Keşişe yakışır yolda. Papaza uygun şekil ve surette.
KEŞİŞHÂNE
f. Kilise, manastır.
KEŞK
Kavi, kuvvetli, sağlam. * Kabuğu çıkmış arpa. * Arpa suyu. * Yoğurt keşi.
KEŞKEK
Haşlandıktan sonra kurutulmuş buğday.
KEŞKEŞE
Şin harfini kef gibi okumak. * Yılan ötüşü.
KEŞMEKEŞ
f. Kararsızlık. Karışıklık. Tereddüd. Kavga. Çekişme.
KEŞNİ
f. Koruluk, orman.
KEŞR
Gülünce dişlerin görünmesi.
KEŞŞAF
Keşfeden. Gizli şeyleri bulup meydana çıkaran. * Meşhur bir tefsir ismi. * İzci.
KEŞT
Soymak. * Keşfetmek. * Fazlalığı kesmek. Koparmak. * Açmak. Deriyi yüzmek. * Yüzden perdeyi kaldırmak.
KEŞT
Seyir ve temâşâ etmek. Gezmek. * Hanzale.
KEŞTÎ
f. Gemi, sefine.
KEŞTÎBAN
f. Gemici, kaptan.
KEŞTÎGÂH
f. Liman. Gemilerin barındığı yer.
KEŞTÎGER
f. Gemi yapan veya tamir eden kimse.
KEŞTÎ-İ GAM
Gam gemisi. * Mc: Bu dünya.
KEŞTÎNİŞİN
f. Gemide oturan. Gemide bulunan kimse.
KEŞTİTE
Yuvarlak karpuz.
KETAİB
(Ketibe. C.) Askerler, neferler, erler. Alaylar, birlikler.
KETB
Yazma. * Toplama, cem'etme. * Dikme.
KETD (KİTD)
Bir yıldız adı. * Omuzlar ile sırt arası.
KETEBE
Kâtibler. Yazıcılar. * Bir hattatın yazdığı eserinde imza yerinde "Ketebehu; Onu yazdı" mânasında kulllanılır.
KETER
(C: Ektâr) Kadr, mertebe, derece.
KETF
Omuz. Omuz kemiği. * Parça parça kesmek ve bağlamak.
KETH
Kesbetmek. Çalışmak, kazanmak. Amel ve sa'yetmek.
KETİB
Dikici, diken.
KETİBE
Asker bölüğü. Ordudan ayrılmış toplu alay. Düşmana çapul eden birkaçyüz kişilik süvari kolu.
KETİBEPERVER
f. Askeri koruyan ve seven. Asker yetiştiren.
KETİF
(Kitf-Ketef) (C.: Ektâf) Omuz. * Kürek kemiği, omuz küreği.
KETİFE
Hased. * Kapıya çakılan yassı büyük demir kilit.
KETİT
Deve avazı. * Sığır avazı.
KETİTE
Sinir.
KETİZ
Yemeği çok yeyip karnını iyice dolduran kişi.
KETKAT
Kelâmı çok olan, sözü çok olan, fazla konuşan.
KETKETE
Kahkaha derecesinden azca gülmek. * Toy kuşunun sesi.
KETM
Saklamak. Gizlemek. Sır tutmak. Söylememek.
KETM-İ ESRÂR
Sırları saklama.
KETM-İ NÜFUS
Kendini göstermeme. Saklama.
KETN
Kir, pas.
KETT
Zayıf vücutlu kimse. * Mal kazanıp yığan.
KETTAN
Keten.
KETUM
Sır saklayan. Herkese her şeyi konuşmayıp sırrını belli etmiyen. * Her şeyi gizleyen.
KETUMANE
f. Ketum olup ağzı sıkı olan, herşeyi söylemiyen kimseye yakışır surette.
KETUMİYYET
Ketumluk. Ağız sıkılığı. Sır vermemeklik.
KEU'
Korkak olmak.
KEÛD
Meşakkatli sarp yokuş.
KEV'
Vurmak. * Korkmak.
KEV'A
Eli bileğinden eğri olan kadın. (Müz: Ekvâ)
KEVA'
Bileğin çıkması. * Bilek kemiği.
KEVAHİL
(Kâhil. C.) Sırtlar, arkalar. * Gayretsizler, uyuşuklar, tembeller.
KEVAHİN
(Kâhin. C.) Kâhinler. Falcılar. Gaibten haber verenler. * Alimler.
KEVAİB
(Kâib. C.) Yeni yetişmiş turunç memeli kızlar.
KEVAKİB
(Kevkeb. C.) Yıldızlar.
KEVAKİB-ŞİNÂS
f. Müneccim.
KEVALİK
Kısa boylu.
KEVAR(E)
f. Meyve veya üzüm küfesi. * Bal arısı gömeci, petek. * Geceleri havada peyda olan bulut. Sis.
KEVD
Yakın olmak.
KEVDEN
(C.: Kevâdân) Semerli at. * Akılsız, ahmak, düşüncesiz.
KEVH
Gâlip olmak.
KEVKEB
Yıldız. * Parıldamak.
KEVKEBE
Necim, yıldız. * İnsan cemaatı. Süvari alayı.
KEVKEBE
f. Fevkalâde tantana. İhtişam, debdebe, şöhret.
KEVKEBÎ
Yıldıza ait, yıldızla ilgili.
KEVKEB-İ DERRÎ
Parlak yıldız.
KEVLAN
Kandıra adı verilen ot.
KEVLEM
Fülfül denilen karabiber cinsi.
KEVMA
Büyük ökçeli dişi deve.
KEVMAH
Dübürü büyük kimse.
KEVME
Küme.
KEVN
Hudus. Varlık, var olmak. Vücud, âlem, kâinat. Mevcudiyet.
KEVN Ü FESÂD
Var olup sonra bozulmak.
KEVN Ü MEKÂN
Kâinat, âlem, dünya.
KEVNEYN
İki âlem. Dünya ve Ahiret.
KEVNÎ
Oluşa ait ve müteallik. Kâinat ilmine dair. Varlıkla alâkalı.
KEVNİYYAT
Kâinat ilmi, kozmoloji. * Mevcudat, varlıklar. Vücuda gelmeler.
KEVR
Devretmek, dönmek. * Sarık sarmak. Tülbend sarmak. * Bir yerde toplanmış olan develer. * Çokluk, bolluk, ziyadelik. * Mukül dedikleri darı cinsi.
KEVS
(C.: Ekvâs) Pabuç.
KEVSEC
Köse kişi. * Testere gibi hortumu olan bir balık cinsi.
KEVSEL
Geminin kıç tarafı.
KEVSER
Kıyamete kadar gelecek Âl, Ashâb, Etbâ' ve onların iyilikleri, hayırları. * Bereket. * Kesretten mübâlağa. Çokluğun gayesine varan şey. Gayet çok şey. * Pek çok hayır. Hikmet, ilim. Kur'an, İslâm, tevhid. İlm-i Ledün. Ma'rifetullah. * Cennet ırmaklarının kaynakları. * Cennet'te bir havuz veya nehir.
KEVSER SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 108. Suresi.
KEVTER
Fülfül dedikleri karabiber cinsi.
KEY
Arapçada muzari fiilini nasbeden (son harfini üstün okutan) ve "İçin, tâ ki, hangi, nasıl?" yerinde kullanılan harf. (Bak: Huruf-i nâsibe)
KEY
f. Ne vakit, ne zaman? (Soru için kullanılır.)
KEY
Eski Acem pâdişahlarının nâmıdır.
KEY'
Yaramaz gönüllü olmak.
KEYAN
(Key. C.) f. şahlar, hükümdarlar, keyler, hakanlar.
KEYANÎ
f. Şaha ait. Hükümdarla alâkalı.
KEYD
Tuzak. Kötülük, hile. * Men'etmek. * Kusmak. * Çakmağın tezce ateşi çıkmayıp geçmek. * Cenk etmek, dövüşmek. * Karganın ötmesi.
KEYF
Afiyet, sağlık, sıhhat. * Memnunluk, hoşlanma. * Neş'e, sevinç, sürur. * Mizaç, tabiat. * İstek, taleb, arzu, heves.* Gönül açıklığı.
KEYFE
Arabçada sual cümlesinin başına gelir. "Nasıl? Nice?" mânalarınadır.
KEYFE HÂLÜK
Hâlin nasıl? Nasılsın?
KEYFE METTEFAK
Hangisi olursa. Nasıl rast gelirse.
KEYFEMÂ
Her nasıl?
KEYFEMÂ YEŞÂ'
Nasıl isterse, istediği gibi.
KEYFER
f. Karşılık, mukabil. * Mükâfat veya ceza.
KEYFÎ (KEYFİYYE)
Keyfe, arzuya bağlı. İsteğe âid ve müteallik.
KEYFİYYET
Bir şeyin esâsı ve iç yüzü. Nasıl olduğu ciheti. * Kalite. Madde. (Kemmiyetin zıddıdır.)
KEYHAN
f. Dünya, arz.
KEYL
Ölçme. * Kile. Hububat ölçüsü. Ölçek.
KEYLEKAN
Bir pırasa cinsi.
KEYLÎ
Kile ile ölçülen şeyler.
KEYLUS
Hazmı kolay olan gıda.
KEYMUS
yun. Yiyecek ve içecek maddelerin midede hazmolunup erimesinden hâsıl olan bir sıvıdır ve kana karışır.
KEYNUNET
Varlık, var olma.
KEYS
Yaramaz huylu kişi.
KEYS
Zekâ, kavrayış, anlayış, idrâk.
KEYSAN
Ayakla bir kimsenin dübürüne vurmak. * Özür, mâzeret.
KEYSANİYYE
Revâfiz tâifesinden bir sınıf.
KEYSUM
Çok miktar olan kuru ot.
KEYT
(Keyte) şöyle, şöylece, kezâ.
KEYUL
Muharebe gününde dizilen safların son safı.
KEYVAN
f. Satürn (Zuhal) gezegeni.
KEYY (KEYYE)
Adama veya davara yapılan nişan. * Yarayı dağlama.
KEYYAL
Kile ile ölçen kimse. Kileci.
KEYYEFE
(Tekyif. den mâzi fiili) İnceleyip iç yüzünü bildi, idrak etti manasınadır.
KEYYİS
(Keyyise) Akıllı, anlayışlı, kiyasetli, idrakli, zeki. * Zarif.
KEZA
Böyle, böylece. Bu dahi öyle.
KEZALİK
Bunun gibi. Böylece. Bu da böyle.
KEZAME
(C.: Kezâyim) İki kuyu arasındaki yarıklar ve delikler. (Su birinden birene akar). * Terazi iplerinin kendinde toplandığı halka.
KEZAN
Küfeki taşı.
KEZAZ
(Kezazet) Hadden tecavüz etmek, haddini aşmak. * Tıb: Nefes alamıyacak derecede mide dolgunluğu.
KEZAZE
Kuruluk, münkabız olmak, kabızlık.
KEZB
Tırnakta görünen beyazca yer.
KEZBERE
Kanbel otu. * Baldırıkara otu.
KEZEB
(Kezub. C.) Yalancılar.
KEZÎM
Öfke ve kızgınlığını yenen.
KEZKAZ
Tez tez yürümek, hızlı hızlı gitmek.
KEZKEZ
Kenger otu zamkı.
KEZKEZA
Kırbanın dolu olması.
 
KEZKEZE
Çok fazla kırmızılık.
KEZM
Bir şeyi ağzına alıp ön dişiyle kırmak. * Burnun kısa ve yüksek olması. * Parmakları kısacık olmak. * Atın dudaklarının kaba ve kısa olması.
KEZM
Kızgınlığı yenme. Öfke ve hiddeti meydana çıkarmama. * Men'etmek, engel olmak. * Hapsetmek. * Nefesin çıktığı yer.
KEZMA
Parmakları kısacık olan kadın.
KEZMAZİC (KEZMÂZİL)
İlgın ağacının koruğu.
KEZUB
Çok yalancı, aldatıcı. Daima yalan söyleyen.
KEZUM
Sükut etmek. Susmak.
KEZV
Çokluk, kesret, fazlalık.
KEZV
Çok olmak.
KEZZ
Dar. * Münkabız, katı.
KEZZ
Boğazına çıkana kadar yemek. * Çok yemekten dolayı ağırlaşmak.
KEZZAB
Yalancı. Çok yalan söyleyen.
KEZZAB-I BÎ-HİCAB
Utanmaz ve hayâ etmez yalancı.
KEZZE
Katı sesli. * Kısa.
KIBAB
(Kubbe. C.) Kubbeler. Tepesi yarım küre şeklinde olan binâ damları.
KIBAH
(Kabih. C.) Çirkinler, kabihler.
KIBAL
(Bir yazıyı) karşılaştırma, mukabele etme. * Pabucun ayak üstüne gelen yeri.
KIBAL(E)
Ebelik bilgisi ve işi.
KIBB
Kişinin arkasında yumrulanan kemik.
KIBBE
(C.: Kıbbât) Kırkbayır adı verilen karın.
KIBEL
Yan, taraf, yön, cihet, cânib.
KIBLE
Kâbe-i Muazzamanın bulunduğu Mekke-i Mükerreme ciheti. Kıble tarafı, güney. * Cenubdan esen rüzgâr.
KIBLEGÂH
f. Kıble tarafı. Kıblenin bulunduğu yer.
KIBLENÜMA
(Kıblenâme) f. Kıblenin tâyinine yarayan pusula. Cihet ve yön gösteren âlet.
KIBS
Çok adet, çok miktar.
KIBT
Mısır'ın eski yerli halkı.
KIBTÎ
(C.: Kabâti) Kıbt soyundan olan. Çingene. * Çingene ile alâkalı.
KIBTİYAN
(Kıbti. C.) Kıbtiler, çingeneler.
KIDAD
Perâkende olup dağılmak.
KIDAH
Temrensiz ok.
KIDD
Kayış.
KIDDE
Tarikat. * Bölük.
KI'DE
Halı. * Bir oturma tarzı.
KIDEM
Öncelik ve eskilik. * Evveli bulunmamak. Ezeli olmak. * Başkasından daha önce olmak. Zamanca daha evvelki olmak. Rütbece daha yüksek olmak. * Cenab-ı Hakkın "Kıdem" sıfatı, yâni; ebedî ve ezelî oluşu.
KIDEMEN
Kıdemce, kıdem yoluyla.
KIDN
Havan. * Kadının mahfe içinde kendisi için koyup sakladığı giyim eşyası.
KIDR
(C.: Kudur) Çömlek, tencere ve kazan gibi, yemek pişirmeye mahsus kaplar.
KIDVE
İlimde ileri olup kendisine uyulan. Kendine itimad edilip ardınca gidilecek olan.
KIFAR
Çöller. Susuz, otsuz yerler.
KIFVE
Kuyruk. * Fuhuş sözle iftira etmek.
KIHF
(C.: Akhâf) Kafatası. Beynin, içinde bulunduğu kafa kemiği.
KIL'
(C.: Kılâ) Gemi kanadı. * Eyerde oturmayan kimse.
KIL Ü KAL
(I ve A, uzun okunur) Dedikodu.
KILA'
(Kal'a. C.) Surlar, kaleler, hisarlar.
KILAA
Yelken.
KILADE
Gerdanlık. Boyna takılan kıymetli şey. * Akarsu.
KILAFET
Gemi ziftleme san'atı. Kalafatlık.
KILÂ-İ RASİNE
Sağlam kaleler. Muhkem surlar.
KILAVUZ
Yol gösteren, rehber. * Vapurlara yol gösteren. * Bazı hayvan katarlarının önüne düşüp, onları sevkeden hayvan. * Eskiden evlenme işlerine vasıtalık eden kadınlar. * Düşman hakkında mâlumât edinmek için ordu hizmetinde kullanılan kişiler. * Okçuluk müsabakalarında ilk atılan ok.
KILDE
Yağ tortusu.
KILEVB
Kurt, zi'b.
KILHIM
Yaşlı hayvan.
KILIBIK
Karısının sözünden çıkmayan erkek. Karısının baskısı altında olan adam.
KILKAL
Hareket ettirmek.
KILKIL
Siyah tohumlu bir ot.
KILLE(T)
Titremeğe benzer bir hâlet ki hiddet vaktinde ârız olur. * Azlık. Nâdirlik. Kıtlık.
KILLET-İ NUKUD
Para darlığı. Para sıkıntısı.
KILLÎB
Eski kuyu. * Kurt.
KILS
(C.: Kulus) İftira etmek. * Atmak. * Liften yapılmış kalın ip. * Kusmak. * Kap dolup dökülmek.
KILV
Yeyni eşek. * Çelik oyunu oynamak.
KILYAN
Beyaz nohut.
KIMAH
Sudan başını kaldırmak.
KIMAR
Kumâr.
KIMAT
Örtü, sargı. Sarılacak bez. Beşik bağırdağı. * Keserken koyunun ayağını bağlamada kullanılan ip.
KIMATR
Eşya veya kitab saklanan yer. Kitaplık.
KIMCAR
Bıçak kını.
KIMIZ
Ekşimiş kısrak sütü.
KIMKIM
İyi cins olmıyan kuru hurma.
KIMME
(C.: Kumem) Boy, kamet. * Beden. * Başın tepesi. * Dağ tepesi. * Her şeyin yükseği. * İnsan cemaati, topluluk.
KIMT
Kamıştan yapılan evlerin kamışlarını bağladıkları ip.
KINA
Râzı olmak, kabul etmek.
KINA
Burnun ortası yumru olmak. * Hurma salkımı.
KINA'
Başörtüsü, eşarp. Örtü, yaşmak, peçe, nikâb. * İçinde hediye gönderilen tabak.
KINAF
Büyük burunlu kişi.
KIN'AR
Dağ keçisinin semiz ve büyük olanı.
KIN'AS
Büyük deve.
KINDÎD
şarap, hamr.
KINKIN
Yol gösterici, kılavuz. * Bir cins çekirge. * Yer altındaki suyun miktarını bilip kazan kimse.
KINN
(C.: Aknân-Akınne) Köle.
KINNARE
Mezbaha.
KINNE
(C.: Kinen) Hurma lifinden yapılan urganın sağlam ve dayanıklı olması. * Dâne çadırı dedikleri ot. * Bir nevi devâ.
KINNEB
Kendir otu. * Kınnap. İnce sicim.
KINNESRİN
Şam diyârında bir mekân adı.
KINNÎNE
Büyük şişe. * Şarap kabı.
KINS
Her nesnenin aslı ve bitecek yeri.
KINTAR
Belâ, meşakkat, zahmet.
KINTAR
(C.: Kanâtir) Yüzyirmi rıtıl veya yetmiş bin dinar. * Çok mal. * Bir sığır derisi dolu altın ve gümüş.
KINVE (KUNVE)
Koyunu döl için saklamak.
KIPTİ
Avrupanın bazı cihetlerine Hintten gelerek yerleşen çingenelere verilmiş isim. Çingene.
KIRA
Konaklık etmek. * İhsan etmek.
KIRA'
Cimâ etmek. * Sağlam, muhkem. * Şiddetli.
KIRAAT (KIRAET)
Okuma. Düzgün ve çabuk okuma. * Okuma kitabı. * Fık: Namazda Kur'an-ı Kerim'den bir miktar okumak.İnsan bir yazıyı ya kendi kendine yahut başkasına dinletmek üzere okur. Hususi mütâlaa nasıl olsa olur. Fakat dinletmekten maksad, anlatmak olduğu için o yolda okumanın dikkat edilecek bâzı noktaları vardır.Bir eser mensur ise onu okumağa Kırâet, manzum ise inşâd denir. Gerek kırâet, gerek inşâd: Mihânikî, mantıkî, bediî diye üçe ayrılır. (Bak: Bediî kıraet, İnşad, Mantıkî kıraet, Mihanikî kıraet)
KIRAATHANE
Müşterilerine gazete, mecmua ve kitap gibi şeyleri bulunduran geniş ve içi döşenmiş kahvehane.
KIRAAT-I SEB'A
Kur'an-ı Kerim'i yedi türlü okuma tarzı. Mâna değişmemek üzere Kur'an-ı Kerim Kureyş, Huzeyl, Havâzin, Kinane, Sakif, Temim ve Yemen lehçeleriyle "sırat, mâlik, cibril" gibi kelimelerin yedi türlü okunmasına denir. * Yedi türlü okuma.
KIRAB
Kılıç veya bıçak kını.
KIRAF
Cima etmek. * Karışmak.
KIRAĞI
(Bak: Şebnem)
KIRAM
Nakışlı perde. * Duvara tutulan örtü. * Çarşaf.
KIRAN
(C.: Kırânât) Yakınlık, mukarenet. * Ayrı iki şeyin birleşmesi. * İki gezegenin bir burçta bulunması.
KIRAR
Davarın yaşını anlamak için dişine bakmak.
KIRAT
Dirhemin onaltıda birini ifade eden eski bir ağırlık ölçüsü.
KIR'AV
Çorak tarla.
KIRBA
(C.: Kıreb-Kırebat) Saka tulumu. Deriden su kabı. * Tıb: Çocuklarda karın şişmesi. * Süt tulumuna da kırba denir. * 13 bin dirhemlik veya 32 okıyyelik bir kab.
KIRBAN
Yakınlık. * Cimadan kinâye olur.
KIRD
Atılmış yünü andıran bulut. * Maymun.
KIRF
Kabuk.
KIRFE
Töhmet. * Ağaç kabuğu. * Darçın.
KIRGIZ
Türk Milletlerinden büyük bedevi bir kavim olup Asyanın kuzeybatısında ve Türkistanla Sibirya arasında, başka bir deyimle Türkistanın kuzey taraflarında ve Doğu Türkistanın kuzeyinde olarak Rusya ile Çin hududunda bulunuyorlar. Batı tarafındakilere Kırgız ve Kazak; Çin hududundakilere ise Kara Kırgız ismi verilmiştir. Kırgız ismi, kır kelimesinden mürekkeb olup; kır adamı yani göçebe demektir. Kırgız ve Kazaklar, Rusya'daki Volga Nehrinden Doğu Türkistan hududuna kadar geniş ve uzun bir mıntıkada bulunup cevelângâhları yaklaşık olarak 2,5 milyon kilometrekare genişliğindedir.Kırgız ve Kazaklar cinsiyet ve simaca Türklerden sayılıp; konuştukları dil, esasında Türkçe olduğu halde Moğolca bazı kelimeleri ve İslâm lisanı olan Arabî ve Farisîden alınmış tabirleri de vardır.
 
KIRİTİK
(Bak: Kritik)
KIRKANBAR
İçinde çok çeşitli şeyler bulunan yer veya kap. * Çok şeyler bilen kişi.
KIRKBAYIR
Geviş getiren hayvanların midelerinin bir bölümü.
KIRKIS
Küçük üvez.* Köpeği çağırmak. * Yüzük yapılan özlü balçık.
KIRLA
Bir kuş cinsidir ve sulardan balık avlar; derler ki su içine girdiğinde bir gözüyle üstünü gözler, bir gözüyle su içinde avını gözler. Gayet korkak bir kuştur.
KIRM
(C.: Kurum) Ulu şerif, şerefli kişi.
KIRMAZ
Beyaz ekmek.
KIRMETA
Kitapla satırların veya yürürken adımların birbirine yakınlığı.
KIRMÎD
(C.: Karâmid) Pişmiş kiremit.
KIRMİL
(C.: Karâmil) Azgın devenin yavrusu. * İki hörgüçlü deve.
KIRN
Korkak.
KIRNAK
Halayık, cariye, esir kadın.
KIRNAS
Doğan kuşunun, avının ardınca gitmesi.
KIRRA
Soğuk, berd. * Çok fazla susuzluk. * Akıllılık.
KIRRÎS
Sazan balığı.
KIRŞİB
Yaşlı davar. * Arslan. Çok yiyen, obur. * Uzun boylu kimse. * Kötü ahlâklı.
KIRTAB
Kafası üstüne yıkmak.
KIRTA'BE
Bez parçası.
KIRTALE
(C.: Kırtâl) Yemiş toplamakta kullanılan sepet.
KIRTAS
(C.: Karâtis) Kâğıt. Kâğıt tabakası, sahife. * Kâğıtçı.
KIRTASİYE
Kâğıt işleri. Kâğıtla alâkalı. Onunla yapılan muâmeleler.
KIRTIBİYY
Bir nevi oyun.
KIRTÎT
Zahmet meşakkat.
KIRVAN
Kafile, kervan. * Dünyanın her tarafı. Doğu ve batı.
KIRZAB
(C.: Karâzıbe) Keskin kılıç. * Hırsız.
KIRZAM
Saçma sapan şeyler konuşan. Manâsız sözler söyliyen kimse.
KIRZÎN (KİRZİN)
(C.: Kerâzin) Büyük balta.
KIS
Kıyas et, buna benzet, bununla ölç! mânalarına gelir ve bazı tâbirlerde geçer. Meselâ: (Ve kıs ala hâzâ: Bunun üzerine kıyas et.)
KISA'
(Kas'a. C.) Tabaklar, çanaklar, çömlekler.
KISABE
Kesicilik, kasaplık.
KISAR
(Kasir. C.) Kısalar. Kasr olanlar.
KISAR-I MUFASSAL
Kur'an-ı Kerim'de 99. sure olan Zilzal suresinden 114. olan Nas suresine kadar olan surelerdir.
KISAS
Cinayette ödeşmek. Bir suç işliyenin aynı şekilde cezalandırılması. Öldürme veya yaralanmada suçlu olana aynı şeyin yapılması. Suçsuz yere adam öldürene veya yaralayana şeriatın aynı cezayı tatbik etmesi.
KISAS
Kıssalar. Fıkralar. Hikâyeler.
KISASEN
Kısas yoluyla. Öldüren veya yaralayanı eşit şekilde cezalandırarak.
KISDE
(C.: Kusad) Bir şey kırıldığında herbir parçası.
KISIM
(Kısm) Bir parça, bölük, takım, kesim. * Kapalı avucunun alabildiği miktar.
KISIR
Çocuğu olmaz, doğurmaz. * Münbit olmayan ve mahsul alınamayan verimsiz toprak.
KISL
Zayıf kişi.
KISLAM
Isırıcı hayvan.
KISMAL
Kesmek.
KISME
Kırık parçası. * Misvak parçası.
KISMEN
Bir kısım olarak. Bir parça olarak.
KISMET
Bölmek ve ayırmak. Bahşetmek. Taksim etmek. * Fık: Hisse-i şâyiayı, yani, taksim olunmamış maldaki hisseleri sahiplerine tahsis etmektir.
KISM-I SÂNİ
İkinci kısım.
KISMÎ
Bir kısmı, bir parça, bir bölüm.
KISRA (KUSÂRE)
Ekincilerin kesmik dedikleri başakta kalan buğday. Buğday çalkandığında kalbur içinde kalan kaba buğday başları.
KISS
Nasâra tâifesinin ulusu, reisi ve danişmendi. * Bir yerin adı.
KISSA
Fıkra. Hikâye. İbret verici hikâye. Vak'a. Mâcerâ. Rivâyet.
KISSAGÛ
f. Hikâye ve kıssa anlatan.
KISSAGÜZÂR
f. Hikâye anlatan kimse, masal söyliyen kişi.
KISSAHÂN
f. Hikâye söyliyen, kıssa ve masal anlatan.
KISSAPERDÂZ
f. Hikâye düzen kişi. Kıssacı, masalcı.
KISSÂT
(Kıssa. C.) Kıssalar. Hikâyeler.
KISSİS
Keşiş. Papaz. Hristiyan din adamı.
KIST
Pay. Hisse. Nasib. Kısım. Mizan. Rızık. Kısım kısım verilen bir hediyenin, borcun her defada verilen bir parçası. Tartı ve ölçüde doğruluk. Adalet etmek.
KISTAS
Mizan, ölçü. Büyük terazi. Kıyamet günündeki büyük terazi. * Mânevi değer ve kıymet ölçüsü. * En doğru tartan. * Taksit. Taksit ile ödenen şey.
KIST-EL YEVM
Bir aylık maaşın bir güne isâbet eden miktârı. * Çalışılmayan günler için kesilen para.
KISTEYN
İki hisse, iki pay. İki ölçü, iki parça.
KISVED
Kuvvetli, boynu kalın olan kişi.
KIŞ'
(Bak: Kaş')
KIŞ'A
Bulut açılıp dağıldıktan sonra havada geri kalan parça.
KIŞA'
(C.: Kuşu) Hamam süprüntüsü. * Kuru deri. * Deriden olan ev.
KIŞ'AME
Fak dedikleri nesne. * Küçük arı. * Kene.
KIŞBAR
Ağaç parçası.
KIŞDE
Yağın tortusu. * Maymunun dişisi.
KIŞLA
Askerlerin barınmalarına mahsus bina veya yer.
KIŞLAK
Kışın, otundan ve suyundan istifade edilen arazi.
KIŞM
Et. * İç yağı.
KIŞR (KIŞIR)
Kabuk. Dış taraf. * Libâs.
KIŞR-I ARZ
Yer kabuğu.
KIŞR-I ŞECER
Ağaç kabuğu.
KIŞRÎ
Kışra, kabuğa dair. Dış yüce ait ve müteallik. Yüzünden. Derinden ve esastan olmayan. Künhü ve esası olmayan.
KIŞŞEBE
Dişi maymun eniği. * Cüssesi küçük olan kız.
KIT'
(C.: Aktâ-Aktu) Deve palası. * Yük üstüne örttükleri palas. * Gecenin bir miktarı. * Yassı ve büyük olan ok temreni.
KIT'A
(C.: Kıtat) Dünyanın kara parçalarından her biri. * Memleket. Ülke. * Mat: Bir dairenin bir yayı ile onun çapı arasındaki kısım. * Tıb: Kesik organın vücudda kalan parçası. * Ask: Çok kalabalık olmayan askerî kuvvet. * Edb: En az iki beyitten yapılmış manzume parçası. * Bir dönüm araziden az olan yer. * Parça, cüz. Bölük, kısım. * Taraf.
KITA'
Kesme, parçalama, kat etme. * Haram olan şey.
KITAAT
(Kıt'a. C.) Bölümler, cüzler, parçalar. * Büyük kara parçaları. * Askeri birlikler. * Ülkeler, memleketler.
KITAB (KUTUB)
Karıştırmak. * Yüzünü pörtürmek. * Kaşlarını bir yere toplayan.
KITADE
Geven, dikenli ot.
KITAF
Bağdan üzüm kesecek ve ağaçtan yemiş devşirecek vakit.
KIT'A-İ CESİME
Büyük parça.
KITAL
Muharebe. Kavga. Öldüresiye yapılan karşılıklı harp.
KITAR
(C.: Kutur-Kuturât) Deve katarı.
KITB (KITBE)
(C.: Aktâb) Bağırsak.
KITF
Üzüm salkımı. Salkım. * Toplanmış yemiş.
KITFİR
Zeliha'nın kocası olan Mısır azizinin ismi.
KITKIT
Ufak taneli yağmur.
KITL
(C.: Aktâl) Düşman, adüvv. * Misil, benzer, eş.
KITLIK
Kahtlık. (Bak: Kaht)
KITMİR
Ashab-ı Kehf'in köpeğinin adı. * Hurma ile çekirdeğinin arasındaki ince zar. Çekirdeğin arasındaki ince pürüz. * Hakir ve küçük olan şeylerde mesel olmuştur.
KITR
Erimiş bakır.
KITT
(C.: Kutut) Nasib, hisse. * Kitab ve kâğıt. * Erkek kedi.
KITTA
Dişi kedi.
KITTAVŞ
Kedi.
KIVAM
Olgunluk derecesi. Her şeyin en uygun hali. * Mâyi bir şeyin koyulaşmış hali. * Tav. * Durma. * Çağ. * Bir şeyin nizamı. * Doğrular. Dikler. Dik ve doğru çizgiler.
KIVAM-I DİN
Dinin direği.
KIVRA'
Horozların birbiriyle döğüşmesi.
KIY'A
Düz yer, arz-ı müstevi.
KIYA'
Erkek dişiye aşmak. * Hurma ve buğday döktükleri düz yer.
KIYAD (KIYÂDE)
Çekmek.
KIYADET
Kumandanlık, seraskerlik. Kumanda.
KIYAFET
Bir şeyin dış görünüşü, zâhiri. * Bir kimsenin giydiklerinin bütünü. * Heyet, şekil, suret. * Feraset. * Bir kimsenin ardınca olmak.
KIYAM
Ayakta durmak. Ayağa kalkmak. * Ayaklanmak. İsyan. * Ölümden sonra tekrar dirilmek. * Bir işe başlamak, devam etmek. * Satılan bir mal hakkında müşteri ile anlaşıp kararlaşma. * Canlanmak. * Kıyâmet günü (mânâsına da gelir). * Namazın iftitah tekbiriyle rüku arasındaki ayakta durma kısmı.
KIYAMET
Dünyanın yıkılıp harab olması. Her şeyin mahvolması. Dünyanın sonu ve mahşer meydanına bütün insanların dirilip toplanacağı zaman. * Mc: Büyük belâ. * Fazla sıkıntı. (Bak: Haşr)(Yevm ve sene vesâire gibi her nevde bir kıyamet-i mükerrere vardır. Ve keza beşerdeki istidad kıyamete bir remizdir. İ.İ.)(Mevt-i dünyanın vuku bulmasıdır. Şu mes'eleye delil: Bütün Edyan-ı Semâviyyenin icmâıdır ve bütün fıtrat-ı selimenin şehadetidir ve şu kâinatın bütün tahavvülât ve tebeddülât ve tagayyürâtının işaretidir. Hem asırlar, seneler adedince zihayat dünyaların ve seyyar âlemlerin, şu dünya misafirhanesinde mevtleriyle, asıl dünyanın da onlar gibi ölmesine şehadetleridir.Şu dünyanın sekeratını, âyât-ı Kur'aniyyenin işaret ettiği surette tahayyül etmek istersen, bak, şu kâinatın eczaları, dakik, ulvi bir nizam ile birbirine bağlanmış. Hafi, nâzik, lâtif bir rabıta ile tutunmuş ve o derece bir intizam içindedir ki; eğer ecram-ı ulviyyeden tek bir cirm, "Kün" emrine veya "Mihverinden çık" hitabına mazhar olunca, şu dünya sekerata başlar. Yıldızlar çarpışacak, ecramlar dalgalanacak, nihayetsiz feza-yı âlemde milyonlar gülleleri küreler gibi büyük topların müthiş sadaları gibi vâveylâya başlar. Birbirine çarpışarak kıvılcımlar saçarak, dağlar uçarak, denizler yanarak, yeryüzü düzlenecek. İşte, şu mevt ve sekerat ile Kadir-i Ezeli, kâinatı çalkalar; kâinatı tasfiye edip, cehennem ve cehennemin maddeleri bir tarafa, cennet ve cennetin mevadd-ı münasibeleri başka tarafa çekilir, âlem-i âhiret tezâhür eder. S.)(Kıyametin hâdisatından ervâh-ı bâkiye müteesir olacaklar mı?Elcevab: Derecatlarına göre müteessir olacaklar. Melâikelerin tecelliyat-ı kahriyede kendilerine göre müteessir oldukları gibi müteessir olurlar. Nasılki bir insan, sıcak bir yerde iken, hariçte kar ve tipi içinde titriyenleri görse akıl ve vicdan itibariyle müteessir olur. Öyle de; zişuur olan ervâh-ı bâkiye, kâinatla alâkadar oldukları için, kâinatın hâdisat-ı azîmesinden derecelerine göre müteessir olmalarını; ehl-i azâb ise, elemkârâne, ehl-i saadet ise, hayretkârane, istiğrabkârane belki bir cihette istibşarkârâne teessüratları bulunmasını, işarat-ı Kur'aniye gösteriyor. Zira Kur'an-ı Hakim, her zaman kıyametin acâibini tehdit suretinde zikrediyor. "Göreceksiniz..." diyor. Halbuki cism-i insani ile onu görenler, kıyamete yetişenlerdir. Demek, kabirde cesetleri çürüyen ervahların da o tehdid-i Kur'aniyeden hisseleri var. M.)
KIYAMET SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 75. Suresi olup "Lâ Uksimu" Suresi de denir. Mekkidir.
KIYAM-I BİNEFSİHÎ
(Kıyâm-ı bizâtihî) : Fık: Varlığı, durması kendi zâtı ile olmak mânasında bir sıfat-ı İlâhîdir. Şöyle ki: Hak Teâlâ'nın ezelî ve ebedî olan varlığı kendi zâtı ile kaimdir. Kendi varlığı, kendi hüviyetinin, kendi mukaddes zâtının muktezasıdır. Aslâ başkasının değildir. Bunun için, Allah Teâlâ'ya "Vâcib-ül Vücud" denir. (Bak: Vücud)
KIYAS
Benzetmek, karşılaştırmak, mukâyese. İki şeyi birbiri ile karşılaştırmak. Benzeterek hüküm ve muhâkeme etmek. * Man: Doğru kabul edilen iki hükümden bir üçüncü hükmü çıkarmak. * Fık: İki belli şeyden birinin mahsus olan hükmünü, yâni, bu hükmün mislini, aralarındaki müttehid illetten dolayı, diğerinde de ictihad ile izhâr etmektir.
KIYASEN
Kıyas yoluyla, benzeterek, kaideye tatbik ederek.
KIYAS-I AKÎM
Man: Neticesiz veya doğru netice vermeyen kıyas.
KIYAS-I BİNNEFS
Nefsini misal alarak, nefsine kıyaslayarak. Bir şeyin bizzat kendini kıyas ederek yapılan kıyas.
KIYAS-I FUKAHA
Hakkında açıkça âyet ve hadis bulunmayan mes'elelere dâir; ilim ve irfanda allâme ve mütebahhir, ilmi ile amelde ve Sünnet-i Seniyyeye ittiba ve imtisalde, ibadet ve taatta, takva ve verada, züht, azimet ve riyazetle, terakki ve taâli eden müctehid fukaha tarafından kıyas ile verilen hüküm.
KIYAS-I HÂDİ'
Man: Aldatıcı kıyas.
KIYAS-I HAFİYYE
Man: Sebebi gizli olan,zihne birden gelmeyen kıyas. * Fık: Te'siri kavi olan kıyastır. Veyahut sıhhati zâhir, fesadı gizli olan kıyastır.
KIYAS-I İSTİSNAÎ
Bir hükmün neticesinin aynı veya nakzı, mukaddemelerinden birinde bilfiil zikredilirse, ona kıyâs-ı istisnâi denilir. Başka bir tâbirle: Neticesi veya zıddı bizzat kendisinde zikredilen kıyas. "Eğer bu cisim ise, mutlaka bir yer tutar" gibi. Veya "Güneş doğmuş ise, gündüz olmuştur" gibi.
KIYAS-I MAALFÂRIK
Birbirine benzemiyen şeyler arasında yapılan kıyas. Yani, doğru olmayan ve hakikata uymayan mukayese.
KIYAS-I MUKASSİM
Man: İki şıkkı bulunan ve her iki şıkkın neticesi aynı olan kıyas. (Sultan Mehmed Fatihin, babasına gönderdiği şu haber buna güzel bir numunedir. "Padişan sen isen ordunun başına geç; yok padişah ben isem, sana emrediyorum ordunun başına geç.")
KIYAS-I MÜREKKEB
Man: İkiden fazla mukaddemeden mürekkeb kıyas.
KIYAS-I TEMSİLÎ
Temsil tarzında yapılan mukayese.(Diyorsunuz ki: "Sen sözlerde kıyâs-ı temsili çok istimal ediyorsun. Halbuki fenn-i mantıkça, kıyas-ı temsili, yakini ifade etmiyor. Mesâil-i yakiniyede bürhan-ı mantıki lâzımdır. Kıyas-ı temsilî, usul-i fıkıh ulemasınca zann-ı galib kâfi olan metalibde istimal edilir. Hem de sen, temsilâtı bazı hikâyeler suretinde zikrediyorsun. Hikâye hayalî olur, hakiki olmaz. Vâkıa muhalif olur?"Elcevab: İlm-i Mantıkça, çendan "Kıyas-ı temsilî, yakîn-i kat'i ifade etmiyor." denilmiş. Fakat kıyas-ı temsilînin bir nev'i var ki, mantıkın yakînî bürhanından çok kuvvetlidir. Ve mantıkın birinci şeklinin birinci darbından daha yakındır. O kısım da şudur ki: Bir temsil-i cüz'î vasıtasıyla bir hakikat-ı küllînin ucunu gösterip, hükmü o hakikate bina ediyor. O hakikatın kanununu, bir hususî maddede gösteriyor. Tâ o hakikat-ı uzma bilinsin ve cüz'î maddeler, ona irca' edilsin. Meselâ: "Güneş, nuraniyyet vasıtasıyla, birtek zât iken; her parlak şey'in yanında bulunuyor temsiliyle bir kanun-u hakikat gösteriliyor ki, nur ve nurani için kayıd olamaz. Uzak ve yakın bir olur. Az ve çok müsavi olur. Mekân onu zaptedemez.Hem meselâ: "Ağacın meyveleri, yaprakları; bir anda, bir tarzda kolaylıkla ve mükemmel olarak birtek merkezde, bir kanun-u emrî ile teşkili ve tasviri" bir temsildir ki, muazzam bir hakikatın ve küllî bir kanunun ucunu gösterir. O hakikat ve o hakikatın kanununu gayet kat'i bir surette isbat eder ki, o koca kâinat dahi şu ağaç gibi o kanun-u hakikatın ve o sırr-ı Ehadiyyetin bir mazharıdır, bir meydan-ı cevelanıdır.İşte bütün Sözlerdeki kıyasat-ı temsiliyyeler bu çeşittirler ki bürhan-ı kat'i-yi mantıkîden daha kuvvetli, daha yakînîdirler. S.)
 
KIYASÎ
(Kıyâsiyye) Benzetme ile olan. * Genel kaideye uygun ve muvafık olan.
KIYASİYYAT
(Kıyâsi. C.) Benzetme veya tatbik ile olanlar. * Umumi kurallara uygun olanlar.
KIYATE
Azık vermek.
KIYEM
(Kıymet. C.) Kıymetler, değerler.
KIYEMÎ
(C.: Kıyemiyyât) Az bulunan pahalı şey.
KIYEMİYYAT
(Kıyemî. C.) Değerli nesneler, az bulunan pahalı şeyler.
KIYFAL
Baş damarı.
KIYMET
Değer, baha, semen, bedel.
KIYMET-AGÂH
f. Kıymetten anlar, değer bilir.
KIYMET-DÂR
f. Değerli, kıymetli, pahalı.
KIYMET-İ HAKİKİYE
Hakiki ve gerçek değer.
KIYMET-NÂ-ŞİNÂS
f. Değer takdir edemiyen, kıymet bilemiyen.
KIYMET-ŞİNAS
f. Kıymet bilir. İnsaniyetli, değer bilir.
KIYTAS
Balina balığı, kadırga balığı.
KIYYE
Okka. Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Kıyye-i atika da denir. Şimdiki 1282 gram. (Bak: Okıyye)
KIYYE-İ ÂŞÂRİ
Kilo. Bin gram olan ağırlık ölçüsü.
KIYYE-İ ATİKA
Okka.
KIZA
Yumuşak yerlerde biten bir ot cinsi.
KIZAF
Sür'atle gitmek, hızla gitmek.
KIZAN
Oğlan, erkek çocuk. * Delikanlı, cesur ve silâhlı köylü genç.
KIZBAN
(Kadib. C.) İnce düz fidanlar, çubuklar, dallar.
KIZIL
t. Kırmızı, alrenk. * Kıldan yapılan ip. * Aşırı, müfrit.
KIZIL TEHLİKE
Dinsizlik, anarşistlik ve komünistlik tehlikesi.
KIZILBAŞ
Râfizîlere verilen bir isim.
KIZILELMA
Tar: Osmanlı Türkleri tarafından Roma'ya verilen addır. (O.T.D.S.)
KIZILHAÇ
Hristiyan ülkelerde Kızılay karşılığı olan yardım teşkilâtı.
KIZM
Katı, şiddetli, şedit.
KIZR
Pak olmayan nesne. * Temiz olmayan şey.
KIZZE
Ufak taş. * Taşlı çukur yer. * Kızlık dedikleri hâlet.
KİBA
Süprüntü.
KİBAR
(Kebir. C.) İnce ve nârin yapılı. Terbiyeli ve nezaket sahibi. Hassas. * Kebirler. Büyük rütbeliler. Büyükler.
KİBARANE
f. Büyük adamlara, nâzik ve görgülü kimselere yakışır şekil ve surette.
KİBARE
Ululuk, büyüklük.
KİBASE
Bütün olan hurma salkımı.
KİBAŞ
(Kebş. C.) Erkek koyunlar, koçlar.
KİBER
Ululuk. Büyüklük. Yaşlılık.
KİBER-İ SİNN
Yaşlılık, ihtiyar olmak, yaş büyüklüğü.
KİBİR
(Kibr) Kendisini büyük gösteriş. Büyüklük. Kendisini, başkalarından üstün olmadığı hâlde üstün görme ve tutma hastalığı. * Şeref ve şan. * Bir şeyin muazzamı. Büyük.
KİBRİT
Kükürt. * Kırmızı, yakut, altun. * Ucu kibritlenmiş yakacak madde.
KİBRİTÎ
Kükürtle alâkalı. * Kükürt renginde olan. Açık sarı rengi.
KİBRİT-İ AHMER
Kırmızı kibrit. * Cisimleri altun hâline koyacak derecede te'sirli olduğu söylenen şey. İksir. * Tas: Mürşid. Kıymeti çok yüksek olan.
KİBRİTİYET
Kükürt niteliği.
KİBRİYA
Azamet. Cenab-ı Allah'ın azameti ve kudreti, her cihetle büyüklüğü.
KİBS
Menzil, mekân.
KİBT
f. Bal arısı, nahl.
KİC
Dağın yüksek ve yüce yeri.
KİDNE
Et. * Yağ.
KİFA
Bir parça veya iki bez (ki birbirine dikip çadır eteğini yaparlar.) * Eşitlik, beraberlik, müsâvât.
KİFAF
(Aslı: Kefaf) Yetecek kadar olma. İhtiyaca yetecek kadar azık. * Bir şeyin güzide ve hayırlısı. * (Keffe. C.) Terazi kefeleri.
KİFAF-I NEFS
(Aslı: kefaf-ı nefs) Yalnız kendisi için yetecek kadar. * Ölmeyecek kadar olan rızık, gıda.
KİFAH
Din için muharebe.
KİFAT
Cem'olmuş, toplanmış, biriktirilmiş. * İçinde birşey toplanıp biriktirilen yer. * Hızlı uçmak, gitmek. * (Küfv. C.) Küfüvler, benzerler, eşler, denkler.
KİFAYET
Lüzumlu kadar olmak. Yetişmek. Bir işe yetecek kadar olmak. İktidar. Liyâkat. Yararlık.
KİFFE
(C.: Kifef) Ağ. Tuzak. * Terazi kefesi. * Her yuvarlak nesne.
KİFL
Nazir, benzer. * Nasib, ecir. * Oturma yeri.
KİFR
Büyük dağ.
KİFT
(C.: Kifât) Küçük çömlek. * Çuval ve buna benzer kap.
KİG
f. Göz çapağı.
KİH
(C.: Kihân) f. Küçük, sagir.
KİH
İrin, cerahat.
KİHAL
(Kehl. C.) Kemâlini bulmuş kimseler. Kâmil insanlar. Olgunluk çağında bulunanlar.
KİHALET
Göz için sürme yapma. Sürmecilik. * Göz doktorluğu. Göz hastalıkları bilgisi.
KİHAN
(Kih. C.) Küçükler.
KİHAN Ü MİHAN
Küçükler ve büyükler.
KİHANET
(Bak: Kehânet)
KİHİN
f. Küçük, sagir.
KİHTER
f. Yaşça en küçük olan.
KİHTERÎ
f. Yaşça küçüklük.
KİK
Uzun ve dar sandal.
KÎL
Söz, kelâm, denilen.
KÎL U KAL
Dedikodu.
KİLÂ
Her ikisi, her iki (mânalarında olup dâima izâfet olur).
KİLÂ'
Saklamak, korumak.
KİLÂB
(Kelb. C.) Köpekler.
KİLÂB-I EHLİYE
Ehlî köpekler. Ev, çoban ve av köpekleri.
KİLAET
Korumak. Gözlemek. Muhafaza.
KİLAR
f. Kiler.
KİLAZ
Bodur, tıknaz kimse.
KİLE
(C.: Kilel) İnce tülbendden yapılan cibinlik.
KİLE
40 litrelik hububat ölçüsü. Eski bir ağırlık ölçüsü.
KİLECE
(C.: Kilecât-Keyalic) Arpa. * Kile, mikyal.
KİLEM
(Kelime. C.) Kelimeler, kelâmlar, sözler.
KİLER
Erzak koymağa mahsus dolap. Yiyecek, içecek şeyler koyulan mahzen, anbar veya oda. (Bak: Kilar)
KİLİSA
f. Kilise.
KİLİSE
Hıristiyanların mâbedi. Hıristiyan mezhebi.
KİLK
f. Kalem. Kamış kalem. * Kamıştan ok.
KİLLE
Kesmez olmak. * Yorulmak. Müsterâh.
KİLS
Kireç, kireçtaşı.
KİLSÎ
Kireçtaşı yapısında olan.
KİLTE
Deste, demet.
KİLVAZ
Tevrat'ın mukaddes sandığı.
KİLYE
Böbrek.
KİLYETEYN
İki böbrek.
KİLYEVÎ
Böbrek şeklinde olan. Böbrekle ilgili.
KİMAD
Sıcak bez ile âzâyı kızdırmak.
KİMAM
(Kimm. C.) Tomurcuklar. * Hayvan ağızlığı. Boyunduruk.
KİMN
Saman.
KİMYA
Basit cisimlerin hususiyetlerini, bu cisimlerin birbirlerine olan tesirlerini ve bundan ileri gelen birleşmeyi inceleyen ilim. Basit maddelerdeki değişikliği anlamağa çalışan ilim kolu. * Edb: Aşk. * İlâç. * Tas: Mevcud olana kanaat ve elde edilmesi mümkün olmayana ait arzuyu terk etmek.
KİMYAGER
Kimyacı.
KİMYA-YI AVAM
Dünyanın kıymetsiz ve fâni olan şeylerini âhiret metalarına feda etmek.
KİMYA-YI HAVAS
Kendinden geçip Allaha tam teslim olmak ve dönmek.
KİMYA-YI SAADET
Rezaletlerden sakınıp nefsi tehzib ve tezkiye ve faziletleri kazanmak sureti ile nefsi tahliye etmek, süslemek, tezyin etmek. * İmâm-ı Gazalinin bir eserinin ismi.
KİMYEVÎ
Kimyâ ile alâkalı
KİN
f. Gizli düşmanlık. Garaz. Buğz. Adâvet.
KİNAİYYAT
(Kinâye. C.) Temsillerle anlatılan imalı ve dokunaklı sözler.(Mâlumdur ki, fenn-i belagatta bir lâfzın, bir kelâmın mânâ-yı hakikisi, başka bir maksud mânaya sırf bir âlet-i mülahaza olsa, ona "lâfz-ı kinâi" denilir. Ve "kinâi" tabir edilen bir kelâmın mânâ-yı aslisi, medar-ı sıdk ve kizb değildir. belki kinâi mânasıdır ki, medar-ı sıdk ve kizb olur. Eğer o kinâi mâna doğru ise; o kelâm, sadıktır. Mâna-yı asli kâzib dahi olsa sıdkını bozmaz. Eğer mâna-yı kinâi, doğru değilse, mâna-yı aslisi doğru olsa, o kelâm kâzibdir. Meselâ: Kinâi misâllerinden: (filânun tavil-ün-necad) denilir. Yâni: "Kılıcının kayışı, bendi uzundur." Şu kelâm, o adamın kametinin uzunluğuna kinayedir. Eğer o adam uzun ise, kılıncı ve kayışı ve bendi olmasa da,yine bu kelâm sâdıktır, doğrudur. Eğer o adamın boyu uzun olmazsa; çendan, uzun bir kılıncı ve uzun bir kayışı ve uzun bir bendi bulunsa, yine bu kelâm kâzibdir. Çünki, mâna-yı aslisi maksud değil. S.)
KİNAN
(C.: Eknan-Ekinne) Perde, örtü.
KİNANE
(C.: Kenâin) Okluk, sadak, ok kuburu.
KİNAS
(C.: Künüs) Geyik yatağı.
KİNAYE
Dolayısı ile dokunaklı söz. Maksadı dolayısı ile anlatan söz. Üstü örtülü dokunaklı söz. Açıktan olmayıp hakiki mânâyı başka ifâde ile dokunaklı konuşmak.
KİNCER
f. Büyük fil.
KİNCER
f. Büyük fil.
KİNDAR
f. Kin tutan. İçinde kin ve garez besliyen. Öc ve intikam almağa düşkün.
KİNDARANE
f. Kinci olarak, kindarcasına.
KİNDARE
Arkasında deve hörgücü gibi, hörgücü olan bir cins balık.
KİNDİR
Kaba eşek.
KİNE
f. Kin, garaz. Kalbde beslenen düşmanlık.
KİNECU
f. Öc almağa uğraşan, intikam almak için çalışan.
KİNEDÂR
f. Kindâr, kin güden, düşmanlık besliyen.
KİNEGÂH
f. Savaş meydanı, muharebe alanı, harp sahası.
KİNEHÂH
f. İntikam ve öc almak istiyen. Müntakim, kinci.
KİNE-İ PELENG
Kaplan kini : Kolay kolay sükunet bulmayan kin.
KİNEKEŞ
f. Düşmandan öc ve intikam alan.
KİNEMEŞHUN
f. Kinle, intikamla dolu.
KİNETİK
Fr. Hareketle alâkalı. Hareket dolayısıyla meydana gelen, hareketli.
KİNEVER
f. Kin besleyen, hased eden, kinci.
KİNF
Zenbil. * Çoban dağarcığı.
KİNFİRE
Burun ucu.
KİN-İ MUZMER
Gizli kin.
KİNN
(C.: Eknân) Perde, örtü.
KİNNAR
Bez ve keten parçası.
KİNNARAT
Bir nevi elbise. * Çalgılar, defler.
KİNNE
Erkek görmüş kadın.
KÎR
Katran, zift.
KİRA'
Kirâ. Bir eşya veya yerin, geçici bir zaman kullanılmak üzere para ile bir kimseye verilmesi. * Böyle bir şey karşılığı alınan para.
KİRAB
(Kerübe. C.) Yeri sürüp aktarmak. * Yeri süpürmek. * Suyun aktığı yerler.
KİRABE
Yeri sürüp aktarmak.
KİRAM
Benzetmeli, kinâyeli. * (Kerim. C.) Kerimler, şerefliler. * Eli açık cömert kimseler.
KİRAMEN KÂTİBÎN
İnsanların iki tarafında bulunup, sevablarını ve günahlarını yazan meleklerin adı.
KİRAR
Bir daha, tekrar. Tekerrür.
KİRAREN
Tekrar tekrar, çok sefer, tekrar suretiyle.
KİRAZ
Evmek, acele.
KİRAZ
Rahmin, kabul ettikten sonra yine dışarı döktüğü meni.
KİRBAL
(C.: Kerâbil) Hallaç yayı. * Kalbur.
KİRBAN
Dolu kap.
KİRBAS
(C.: Kerâbis) Bez. Kumaş, keten veya pamuk bez.
KİRBASÎ
Bez satıcı kimse.
KİRDAR
Bir kimse, tasarruf ettiği yerin bir zirâ veya iki zirâ toprağını almak için başkasına satmak. * Bina. * Ağaç.
KİRDİDE
(C.: Kerâdid) Bir miktar toplanmış hurma. * Sepet dibinde geri kalan hurma.
KİRDİKÂR
f. Sâni. Yapan Allah (C.C.).
KÎRFAM
f. Simsiyah, katran renginde.
KİRFÎ
Bazısı bazısının üstüne yağılmış olan yüksek bulutlar. * Yumurtanın dış kabuğu.
KİRİS
f. Yaltaklanma. * Aldatma, kandırma, hile yapma.
KİRİŞEK
f. Savaşçı, cengâver, muharib.
KİRİŞTE
f. Çerçöp.
KİRKİRE
(C.: Kerâkir) Şecaat. * Deve göğsü.
KİRM
f. Böcek kurdu.
KİRM-İ EBRİŞİM
İpekböceği.
KİRPAS
f. Padişah veya vezir konaklarındaki divanhâne.
 
KİRPİK
Göz kapağının kenarındaki kıllar. * Bir nevi taş. * Hayvan ve nebatların beden yapısında bâzı küçük ve ince uzantılar.
KİRPİK-İ AKIL
Mc: Akıl gözünün kirpiği. Aklın, hakikatleri anlamasına engel olan şey.(Meşhurdur ki: Îdin hilâline bakardı cemaat-i kesire. Kimse bir şey görmedi.Zevâli bir ihtiyar yemin etti ki; "Gördüm". Hâlbuki gördüğü kirpiğinin takavvüs etmiş beyaz bir kılı idi.O kıl oldu onun hilâli. O mukavves kıl nerede? Hilâl olmuş kamer nerede? Ger anladın şu remzi:Zerrattaki harekât, kirpik-i aklın olmuş birer kıl-ı zulmettar, kör etmiş maddi gözü.Teşkil-i cümle envâ fâilini göremez, düşer başına dalâl.O hareket nerede? Nazzam-ı kevn nerede? Onu ona vehm etmek muhal-ender muhal. S.)
KİRS
(C.: Ekrâs-Ekâris) Her nesnenin aslı. * Bir araya getirilmiş beytler. * Biri biri üstüne yığılmış kalmış davar tersi.
KİRŞ
İşkembe. Geviş getiren hayvanların midesi. * Karın, mide.
KİRZİM
(C.: Kerâzim) Yüksek burunlu kimse. * Büyük balta.
KİS
(C.: Ekyâs) Cepte taşınır küçük para kesesi. * Rahimde döl yatağı. * Bedendeki bâzı sıvıların toplandığı kese biçimindeki oyuklar.
KİSA
Halı, seccâde. Yünden yapılan elbise.
KİSAL
Bir yerde oturup kalan ve gideceği yere geç giden.
KİSB
(Bak: Kesb)
KİSB Ü KÂR
Kazanç, iş güç.
KİSBÎ
Kazanılmış, kesbedilmiş. Kesb ile alâkalı.
KİSE
(Kis-Kese) f. Küçük-büyük torba kab. * Para kesesi. Kumaştan çanta biçiminde torba kab. * Yoğurt kesesi. * Para. Para hesabı. Öz para. * Kestirme yol.
KİSEBÜR
f.Yankesici, hırsız.
KİSEDAR
f. Parayı toplıyan, para hesabını tutan kimse. Vekilharç.
KİSEF
(Kisf. C.) Kıt'alar, parçalar, kısımlar.
KİSFE
(C.: Kisef) Kısım, cüz, parça, bölüm.
KİSKİS
Taşın ve toprağın ufağı.
KİSR
Üstünde eti çok olmayan kemik. * Çadır eteği.
KİSRA
Husrevden muarreb veya galat olan bu isim Sa'sâniler sülâlesinden olan Eski İran padişahlarına ve bilhassa Nevşirvan'den sonrakilere verilmiş olup, Rum imparatorlarına Kayser, Çin hükümdarlarına Fağfur ve Hakan denildiği gibi, bunlara da Kisra denilirdi.
KİSRE
(C: Kiser) Ekmek parçası. * Parçalanmış olan şeyin bir parçası.
KİST
f. Kimdir? (mânâsına soru edâtı)
KİSVE
Elbise. Kılık. Hususi kıyafet. Küsve. Kisbet.
KİSVE-İ İLMİYE
İlim adamlarına, hocalara âit elbise.
KİSVET
Elbise. * Özel kıyâfet. * Yağlı güreş yapan pehlivanların giydikleri, meşinden ve dar paçalı olan pantolon. Kisbet.
KİŞ
f. Din, mezheb. * Keten kumaş. * Ok kuburu, sadak. * şimşir.
KİŞAF (KÜŞÂF)
Bir kaç yıl üstüne yük vurulmayan deve yavrusu. * Dişi deve hâmile iken erkek devenin ona cimâ etmesi.
KİŞAH
Davarın böğrüne yapılan işaret.
KİŞMİŞ
f. Çekirdeksiz çok küçük tâneli üzüm.
KİŞNİŞ
Güzel kokulu bir tohum olan karakimyon.
KİŞRE
Yüzüne gülmek.
KİŞT
f. Ekin. * Tarla.
KİŞTKÂR
f. Çiftçi, ekinci.
KİŞTZAR
f. Ekinlik, ekin tarlası, tarla.
KİŞVER
f. Memleket, ülke. * İklim.
KİŞVERGİR
f. Ülke tutan. Pâdişah, hükümdar.
KİŞVERGÜŞA
f. Ülke açan, cihangir.
KİŞVERHÜDA
f. Hükümdar, pâdişah.
KİŞVERKÜŞA
Memleket fetheden.
KİTAB
Kitab. * Levh-i mahfuz. * Kur'ân.
KİTABE
Kabartılarak veya oyularak sert levhalar üzerine yazılan yazı. Levha olarak yazılan manzum olmayan nesir halinde levha yazma ilmi. * Mezartaşı yazısı.
KİTABE-İ SENG-İ MEZAR
Mezar taşı yazısı.
KİTABET
Yazmak. Kâtiblik. Usulüne göre bir şeyi yazmak.
KİTABET-İ FITRİYE
Fıtri olan yazılmış şeyler. * Kâinat sahifelerinin kitab gibi oluşu.
KİTAB-HANE
f. Kitabevi, kütüphane. Kitap okunan veya satılan yer.
KİTAB-I MÜBİN
(Bak: İmam-ı Mübin)
KİTABÎ
Kitaba dair ve müteallik. Kitaba tabi olan. Kitaba uygun. Kur'an, İncil, Tevrat kitablarından birine inanan. Semavî kitaplardan birine inanan.
KİTAF
İp.
KİTBE
Kitabe yazmak. Zam ve cem'etmek. Artırmak ve biriktirmek.
KÎTE
Bir gün veya bir gece yenecek yemek.
KİTFEYN
İki omuz küreği.
KİTİ
(Giti) f. Dünya. Yer. Cihan. Âlem.
KİTLE
Kütle. Yığın. Küme. * Mâden, taş gibi şeylerden toplu şey.
KİTMAN
Sır saklama. Kimseye sır açmama hâli.
KİTR
Nişan oku. * İblisin ismi.
KİTR
Her nesnenin ortası. * Deve hörgücü.
KİVARE
Petek.
KİYAE
Zayıflık. * Korkaklık.
KİYAH
f. Ot.
KİYAHBESTE
f. Ot bitmiş, ot yetişmiş.
KİYAN
Tabiat.
KİYAN
f. Merkez. * Yıldız, seyyâre.
KİYANE
Kefâlet, kefil olma.
KİYASET
Zeki. * Uyanıklık. Zekâ. Ferâset. Zeyreklik.
KİYFE (KİFE)
Bez parçası.
KİYR
Demirciler körüğü. * Dağ, cebel.
KİYYA
Sakız.
KİYYE
Sakız.
KÎZ
Küçük kap.
KİZA
Yemeği çok yemekten dolayı basan ağırlık.
KİZB
Yalan. Yalan söyleme. (Sıdkın zıddı)(Kizb, küfrün esasıdır. Kizb, nifâkın birinci alâmetidir. Kizb, Kudret-i İlâhiyyeye bir iftiradır. Kizb, Hikmet-i Rabbaniyyeye zıddır. Ahlâk-ı âliyeyi tahrib eden kizbtir. Âlem-i İslâmı zehirlendiren, ancak kizbtir. Âlem-i beşerin ahvalini fesada veren, kizbtir. Nev-i beşeri kemalâttan geri bırakan, kizbtir. Müseylime-i kezzab ile emsalini âlemde rezil ve rüsva eden, kizbdir. İşte bu sebeblerden dolayıdır ki; bütün cinayetler içinde tel'ine, tehdide tahsis edilen, kizbdir...Sual: Bir maslahata binaen kizbin câiz olduğu söylenilmektedir...Öyle midir?Cevab : Evet, kat'i ve zaruri bir maslahat için bir mesağ-ı şer'i vardır. Fakat hakikate bakılırsa, maslahat dedikleri şey bâtıl bir özürdür. Zira usul-ü şeriatta tekarrur ettiği vechile, mazbut ve miktarı muayyen olmıyan bir şey hükümlere illet ve medar olamaz; çünki, mikdarı bir had altına alınmadığından su-i istimale uğrar. Maahâza, bir şeyin zararı menfaatına galebe ederse, o şey mensuh ve gayr-i muteber olur. Maslahat, o şeyi terk etmekte olur. Evet, âlemde görünen bu kadar inkılâblar ve karışıklıklar, zararın özür telâkki edilen maslahata galebe etmesine bir şâhiddir. Fakat kinaye veya ta'riz suretiyle yani gayr-i sarih bir kelime ile söylenilen yalan, kizbden sayılmaz. İ.İ.)
KİZBERE
Baldırıkara adı verilen ot.
KİZİR
Köy muhtarının yamağı hükmünde olan adam. Köy kâhyası.
KİZYUN
Toprak parçası.
KLASİK
Fr. Çok eskiden yazıldığı hâlde değerini kaybetmeyen eser veya san'at eseri. * Âdet hâline gelmiş usul.
KLASÖR
Fr. Tasnif işlerinde kullanılan, gözlere ayrılmış dolap veya çekmece. * Geniş mukavva dosya.
KLİNİK
yun. Hastaya bakılan yer. * Ders gösterilen hastahane koğuşu.
KLİŞE
Fr. Matbaada tipografik baskıda kullanılan kabartma resim veya yazılar çıkarılmış madeni levha.
KLÜP
ing. Eğlenerek boş olarak vakit geçirmek yahut okumak, konuşmak üzere üyelere mahsus toplantı veya eğlence yeri.
KOALİSYON
ing. Bir maksad için birleşen kuvvetler yahut partiler topluluğu.
KOÇ YİĞİT
Güçlü kuvvetli, bahadır, gözünü budaktan sakınmaz, cengâver.
KOÇKAR
Dövüş için terbiye olunmuş iri koç.
KODAMAN
İleri gelen. Servet veya mevki sahibi kimseler hakkında alay yollu söylenir.
KODES
Tavuk yeri, kümes. * Hapishane.
KOF
İçi boş. Kovuk. * Aklı ve ilmi olmayan. Câhil.
KOKONA
Yaşlı rum kadını.
KOLAĞASI
t. Eskiden mevcud olan yüzbaşı ile binbaşı arasındaki rütbe.
KOLON
Fr. Sütun. * Matbaacılıkta, dizilen yazı sütunu.
KOLONİ
Fr. Bir ülkenin, sınırları dışında işgal ettiği ve yönettiği ülkeye sıkı bağlarla bağlı arazi. * Başka bir memlekete yerleşmeğe giden göçmen topluluğu veya bir topluluğun yerleştiği yer. * Bir memlekette bulunan yabancılar topluluğu.
KOLORDU
t. Ekseriyetle üç tümen ve diğer tamamlayıcı birliklerden kurulan askeri birlik.
KOMANDO
(Portekizce) Ask: Müstakil olarak çalışan ve baskın, sabotaj v.b. gibi özel vazifeler yapan, az sayıda askerlerden kurulu birlik, çete.
KOMBİNEZON
Fr. Tertib, düzenlemek. * Çare. * Kadın iç gömleği.
KOMEDİ
yun. Cemiyetin gülünç ve kusurlu hâllerini ortaya koyan tiyatro eseri. * Uydurma, yapmacık hareket veya söz. * Gülünecek hareketler.
KOMEDİYEN
İki yüzlü, riyakârlık gösteren. * Komedi oynayan tiyatro oyuncusu. Maskara.
KOMİSER
Fr. Emniyet teşkilâtının meslek dereceleri içinde yer alan ve en az lise tahsilini yapmış, polis enstitüsünün orta ve yüksek kısmını tamamlamış üniformalı veya sivil memur.
KOMİSYON
Fr. Meclis şubesi. Hususi surette teşkil olunan meclis. * Ticarette vasıtalık etme, dellâllık ücreti.
KOMİTA
(Slavca) Maksadına ulaşmak için ekserî silah kullanan, siyasî, gizli ihtilaki cemiyet. Eşkiya.
KOMİTACI
Siyasi bir gayeye ulaşmak için, silâhlı mücadele yapan gizli bir topluluk veya teşkilâtın mensubu olan kimse.
KOMİTE
Fr. Bir komisyon arasından seçilmiş âzası bulunan, bir iş için toplanan hey'et. Meclis şubesi. Hey'et.
KOMPARTIMAN
Fr. Yolcu trenlerinde vagonların bölümlerle ayrılmış kısımlarından her biri.
KOMPETAN
Fr. Bir işi iyi bilen. Bir şey hakkında yerinde kararlar alabilen kimse.
KOMPLEKS
Fr. Bir anda kavranamıyacak şekilde çeşitli sebeblerden, unsurlardan meydana gelmiş. * Basit olmayan. Mürekkep. * İnsanların davranışlarına, ruh hâllerine yön veren birbirine bağlı şuuraltı hayallerinin bütünü.
KOMPLO
Fr. Bir kişiye karşı toplu olarak alınan karar. Tuzak. Suikast.
KOMPRİME
Fr. Toz halinde iken sıkıştırılıp ufak hap haline getirilmiş ilaç.
KOMÜNİZM
Fr. Cemiyet içinde fertlerin her türlü mülkiyet haklarını ve aile hayatını ve dini kaldırıp materyalizmi esas alan ve bütün mülkiyeti devlete mal eden bâtıl bir nazariye.(Şimalde koca bir devlet, gençlik hevesatını elde ederek, bu asrı fırtınalarıyla sarsıyor. Çünki: Akibeti görmiyen kör hissiyatla hareket eden gençlere, ehl-i namusun güzel kızlarını ibahe eder. Belki hamamlarında erkek kadın beraber çıplak olarak girmeleri ve izin vermeleri cihetinde bu fuhşiyatı teşvik eder. Hem serseri ve fakir olanlara zenginlerin mallarını helâl eder ki: Bütün beşer, bu musibete karşı titriyor. S.)(Evet hariçte iki cereyana karşı bu kahraman millet, Kur'an kuvvetiyle dayanabilir. Yoksa küfr-ü mutlakı, istibdad-ı mutlakı, sefahet-i mutlakı ve ehl-i namusun servetini serserilere ibahe etmesini âlet ederek, dehşetli bir kuvvetle gelen bir cereyanı durduracak, ancak, İslâmiyet hakikatıyla mezcolmuş, ittihad etmiş ve bütün mâzideki şerefini İslâmiyette bulmuş olan bu milletteki din kuvveti ve iman bütünlüğüdür...Şimâldeki dehşetli anarşilik tohumunu saçan ve nesil ve milleti mahveden ve herkesin çocuklarını kendine alıp karabet ve milliyeti izale eden ve medeniyet-i beşeriyeyi ve hayat-ı içtimaiyeyi bütün bütün bozmağa yol açan kızıl tehlike... R.N.) (Bak: Anarşizm)
KONAK
Menzil, yolculukta gece vakti inilen yer. * Yolculukta bir yerde durma, dinlenme. İki menzil arasındaki yol. * Büyük ev, zengin ve mükellef ikâmetgâh. * Resmi dâire.
 
KONDÜKTÖR
Fr. Kılavuz, memur, müdür. * Trenlerde vagon ve bilet işlerine bakan vazifeli kimse.
KONFERANS
Fr. Dinleyicilere herhangi bir mevzu hakkında bilgi vermek gayesiyle yapılan konuşma.
KONGRE
Fr. Çeşitli memleketlerden yöneticilerin, elçilerin ve delegelerin katılmasıyla yapılan toplantı.
KONSEY
Fr. İdare vazifesi yüklenmiş kişilerin topluluğu. * Müzakere hâlinde bulunan kimselerin meydana getirdiği kurul. * Bu tarz bir toplantının yapıldığı yer.
KONSOLİT
(Konsolide) Fr. Ana sermayenin ödeme tarihi belli olmayan ve yalnız faizi ödenen devlet tahvili.
KONSOLOS
İtl. Yabancı ülkelerde yurttaşlarının haklarını korumak ve bağlı bulunduğu hükümete siyasî ve ticarî bilgileri vermekle vazifeli hariciye memuru.
KONTENJAN
Fr. Alâkalıların her birine düşen miktar veya yer. Pay miktarı.
KONVOY
ing. Aynı yere giden nakil vasıtaları topluluğu. * Aynı yere nakledilen insan grubu. * Harb gemilerinin himayesinde sefer yapan yük gemileri katarı.
KOPİL
Küçük Rum çocuğu. * Çapkın, külhani.
KOR
t. Her tarafı iyice yanıp içine kadar ateş hâline gelmiş kömür veya odun parçası. * Askeriyede kolordu.
KORSAN
itl. Deniz haydutu. Deniz eşkiyası. * Başkaların haklarını zor kullanarak yiyen kimse. * Bir hakkı izinsiz olarak kullanan.
KORSAN GEMİSİ
Deniz hırsızlığı ve korsanlık yapan gemiler. Düşman gemilerini basarak mallarını alan bir devletin donanma gemilerine de aynı ad verilirdi.
KOSTANTINİYYE
İslâm dünyasında İstanbul için kullanılmış isimlerden biri.
KOTRA
ing. Tek direkli, yelkenli, narin küçük gemi.
KOY
Küçük körfez. Karanın içine girmiş, rüzgârdan saklı deniz parçası. Deniz koyuna benzer, çevresi mahfuz yer. Köşe, bucak.
KOZMOĞRAFYA
yun. Yıldızların yerlerinden ve hareketlerinden bahseden ilim. Felekiyyat. İlm-i hey'et.
KOZMOPOLİT
Fr. Her yabancı şeye karşı alâka gösteren, milliyet duygularından mahrum kimse. * Çeşitli milletlerden insanları içine alan.
KOZMOZ
(Kozmos) yun. Kâinat. Bütün gökler.
KÖFTEHOR
(Bak: Kuftehar)
KÖHNE
f. Eski, eskimiş. * Zamanı geçmiş. Demode olmuş.
KÖHNEBAHAR
Sonbahar.
KÖLE
t. Bütün tarihî devirlerde başka milletlerden, yabancılardan zorla kaçırılıp hürriyetten mahrum hale getirilerek hizmette kullanılan erkek. (İslâmiyet köleliği en âdil usullerle kaldırmağa çalışmış ve Resul-i Ekrem (A.S.M.), insanları kölelikten kurtarmayı ibadet olarak ilân etmiştir.)
KÖRÜK
Ateşi havalandırmak için yapılmış bir âlet. * Hava ile çalışan bazı çalgıların hava vermeğe mahsus kısmı.
KÖŞE
(Bak: Kuşe)
KÖŞELİ PARANTEZ
t. Cümleden tamamıyla ayrı "haşiye" gibi bir sözü içine alır.
KRAMP
Fr. Adalenin kasılması.
KRATER
(Bak: Atmiye)
KRİTİK
yun. Tenkid. Sıkışık durum, sıkıntılı. * Tıb: Hastalığın en kötü zamanı.KRUVAZÖR : Fr. Daha ziyade toplarla mücehhez açık denizlerde emniyeti te'min etmek ve konvoyları korumakla vazifeli süratli harp gemisi.
KUAL
Üzüm çiçeği.
KUAS
Bir hastalık (ki göğüsü tutar.)
KUAS
Boynun içine geçik olması.
KUAS
Koyunun burnunda olan bir hastalık.
KUB
f. "Vuran, vurucu, döven" mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: (Leked-kub: Tekme vuran)
KUBA'
Hınzır avazı. * Büyük ölçek.
KUBAA
Serçe gibi küçük bir alaca kuşun adı. * Avcıların giydiği hırka.
KUBAKIB
Acele eden kimse, aceleci.* Bir yıldan sonra olan yıl.
KUBALE
Mukabele. * Kapı önü.
KUBAN
(Kub. C.) f. Vurucular, dövücüler. * Vurarak, döverek mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır.
KUBB
Kürk.
KUBBE
Yarım küre şeklinde yapılan bina damı.
KUBBE ALTI
Tar: Topkapı Sarayı'nda başta sadrazam olmak üzere devlet adamlarının ve vezirlerin toplanıp devlet işlerini görüştükleri yer.
KUBBE-İ ÂLİYE
Yüksek kubbe.
KUBBE-İ HADRÂ
Yeşil kubbe.
KUBBE-İ KANEK
Ağzın tavanı. Damak.
KUBBE-İ MİNA
Gökyüzü. Gök kubbesi.
KUBBE-İ ULYÂ
Sema, gökyüzü.
KUBBE-İ ZERRİN
Güneş, şems.
KUBBE-NİŞİN
f. İstanbulda Topkapı Sarayı'nda Kubbealtı denen yerde toplanan kabine üyeleri denebilecek toplantıya katılan vezirlerin herbiri.
KUBBERE
(C: Kubber-Kabbere) Turgay dedikleri küçük kuş. * Bacaksız, kısa boylu kimse.
KUBBET-ÜL İSLÂM
İslâmın kubbesi. * Belh şehrinin başka bir adı.
KUBBİTÎ
Beyaz helva satan kimse.
KUBEB
(Kubbe. C.) Kubbeler, kemerler. Tepesi yuvarlak, yarım küre şeklinde yapılan binâ damları.
KU'BERE
Bileği meydana getiren iki kemiğin küçüğü.
KUBH
Günah ve çirkin hareket. Kabahat. Suç. * Fık: Aklen ve şer'an müstehcen olup dünyada zemme, âhirette azaba ve itaba mahal olan şey.
KUBHİYYAT
(Kubh. C.) Çirkin hareketler ve işler. Günah ve çirkin şeyler.
KUBKUBA
Acele etmek.
KUBLE
Öpme.
KUBTİYYE (KIBTIYYE)
(C: Kubâti) Mısırda yapılır parlak ince keten bezi.
KUBU'
Kirpinin büzülüp başını derisine çekmesi. * Bir kimsenin başını yakasına çekmesi.
KUBUB
Kuruluk.
KUBUL
Erlerin ve kadınların önü. * Evvel, önce, ilk.
KUBUN
Gitmek.
KUBUR
(Kabr. C.) Kabirler, mezarlar, türbeler.
KUBUS
Sür'atle yürüdüğünden yere tırnağının ucundan başka yeri değmeyen at.
KUBZA (KABZA)
(C: Kubzât) Bir tutam nesne.
KUÇE
f. Dar sokak, küçük sokak. * Pazar, çarşı.
KUDAHİS
Bahâdır, kahraman, şucâ.
KUDAM
f. Hangisi? Hangileri? (mânasına sorudur)
KUDAR
Büyük yılan. * Aşçı, tabbah. Deve boğazlayıcı, deve kasabı.
KUDAS
Gümüş boncuk.
KUDAT
(Kadı. C.) Kadılar. Şeriat kanunlarıyla hâkimlik edenler.
KUDDAM
Ön taraf. İleri taraf.
KUDDAMÎ
Ön.
KUDDİSE
Mübarek, kudsi ve mukaddes olsun. anlamına gelen bir kelimedir.
KUDDİSE SIRRUHU
Sırrı ve hakikatı muazzez ve müşerref olsun meâlinde bir hürmet ifadesidir.(S- Sahabe-i Kiram Hazeratına Radıyallahu Anh denildiğine binaen, başkalara da bu mânada söylemek muvafık mıdır?Elcevap: Evet, denilir. Çünkü Resul-i Ekrem'in bir şiarı olan Aleyhissalâtü Vesselâm kelâmı gibi Radıyallahu Anh terkibi, sahabeye mahsus bir şiar değil, belki sahabe gibi Veraset-i Nübüvvet denilen Velâyet-i Kübrada bulunan ve makam-ı rızaya yetişen Eimme-i Erbaa, Şâh-ı Geylâni, İmam-ı Rabbani, İmam-ı Gazali gibi zatlara denilmeli. Fakat örf-ü ulemada Sahabeye, Radıyallahu Anh; Tâbiin ve Tebe-i Tâbiine, Rahimehullah; onlardan sonrakilere, Gaferehullah; ve Evliyaya, Kuddise Sırruhu denilir. M.)
KUDDUS
Kusur ve noksanlıklardan müberrâ olan, en mukaddes. Hiç eksiği olmayan, pâk, temiz. Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarındandır. * Mübarekliğin hadsiz derecesini ifâde eder. "En mukaddes" gibi.
KUDDUSÎ
Cenab-ı Hakk'ın Kuddus sıfatına dair ve müteallik. Kusursuz olan Cenab-ı Hakk'a ait. * Kudsi ve temiz olana ait ve ona müteallik.
KUDEGÎ
f. Çocukluk.
KUDEK
(C.: Kudegân) f. Çocuk, sabi.
KUDEK-MENİŞ
f. Çocuk tabiatlı. Çocuk mizaclı.
KUDEMA
(Kadim. C.) Kadimler. Eski büyükler. Eski adamlar. İleri gelen büyükler. Eski zamanda gelmiş olanlar.
KUDEYH
Küçük kadeh, kadehcik.
KUDMUS
Kadim nesne, eski.
KUDRET
Güç. Takat. * Her yeri kaplayan kudretullah. * Varlık. Ehliyet. Becerebilme. * Zenginlik. * Kabiliyet. * İlm-i kelâmda: Allah Teâlâ'ya mahsus ezelî ve ebedî ve bütün kâinatta tasarruf eden sıfattır.(Arkadaş bir kelime-i vâhidenin işitilmesinde; bir adam, bin adam birdir. Yaratılış hususunda da Kudret-i Ezeliyeye nisbeten bir şey, bin şey birdir. Nev ile fert arasında fark yoktur. M.N.)
KUDRET-İ İLÂHİYE
Allah'ın kudreti.(Cenab-ı Hakk'ın kudret, ilim, iradesi; şemsin ziyâsı gibi bütün mevcudata âmm ve şâmil olup, hiçbir şeyle müvazene edilemez; Arş-ı Azama taalluk ettikleri gibi, zerrelere de taalluk ederler. Cenab-ı Hak, şems ve kameri halkettiği gibi, sineğin gözünü de O halketmiştir. Cenab-ı Hak; kâinatta vaz'ettiği yüksek mizan gibi, hurdebinî hayvanların bağırsaklarında da pek ince ve lâtif bir nizam vaz'etmiştir. Semadaki ecramı birbiriyle rabteden câzibe-i umumî kanunu gibi, cevahir-i ferdi de, yani zerratı da o kanunun bir misliyle nazmetmiştir. Sanki bu zerrat âlemi, o semavî âleme küçük bir misaldir. Hülâsa, aczin müdahalesi ile, kudret mertebeleri ayrılır. Aczi mümteni' olan kudretçe; büyük, küçük birdir.Kudret-i Ezeliye, en evvel eşyanın melekût, yani içyüzüne taalluk eder. bu yüz ise, alelumum güzel ve şeffaftır. Evet, şems ve kamerin yüzleri parlak olduğu gibi, gecenin ve bulutların da iç yüzleri ziyadardır. İ.İ.)
KUDRET-İ KÜLLİYE
Cenab-ı Hakk'ın küllî ve mutlak olan kudreti.
KUDRETYÂB
f. Gücü yetebilen, yapabilen, kuvvet ve kudreti olan.
KUDS
Mübareklik. Kudsilik. Nezafet. Pâk olmak. Noksanlardan uzak olmak.
KUDSÎ
(Kuds. dan) Mukaddes, kutsal, muazzez.
KUDSİYAN
Kudsiler. * Melekler. Melâike taifesi.
KUDSİYET
Kudsilik, mukaddeslik, azizlik. * Temizlik, paklık.
KUDSÜMAN
Erkek örümcek.
KUDUM
Uzak ve uzun bir yoldan gelmek. * Ayak basmak. * İleri geçmek. İlerilik.
KUDUMİYYE
Uzak yoldan gelen bir büyük zâta, oranın halkı tarafından takdim edilen hediye. * Edb: Böyle bir vaziyetten dolayı yazılan kaside.
KUDUR
(Kıdr. C.) Çömlekler, tencereler. Yemek pişirilen kaplar.
KUDURÎ
(Hi: 362 - 428) Bağdadlıdır. Ahmed İbn-i Muhammed Bağdâdi diye de anılır. Hanefi fıkıh âlimlerindendir. Bu zatın, fıkha dâir meşhur kitabının ismi de Kudurî'dir.
KUDVE
Halkın uyup tâbi oldukları kimse.
KUF
f. Baykuş denen bir kuş cinsi.
KUFAHİR (KUFÂHİRÎ)
Büyük ve iri cüsseli kimse.
KUFAÎ
Burnu sıcaktan kavlar kızıl kimse.
KUFAN
Zahmet, meşakkat. * Kufe dedikleri beldenin adı.
KUFAR
(Kafr. C.) Issız ve susuz yerler. Çöller, sahralar.
KÛFE
Kızıl kum. * Kızıl kumlu bir yerin adı ki o sebebten "Kûfe" diye isim verilmiştir.
KÛFE
f. Küfe. Dayanıklı ve kaba büyükçe sepet.
KUFF
Yüksek yer.
KUFFAZ
Kadınların ellerine ve ayaklarına taktıkları bir süs eşyası. * Eldiven.
KUFFE
(C: Kıfâf) Pamuk sepeti. * İçine kumaş konan nesne. * Yüksek yer. * Kurumuş. * Çürük ağaç.
KUFÎ
Kûfe şehrine mensub. Bu şehirle alâkalı.
KUFL
(C.: Akfâl) Kilit, sürgü.
KÛFTE
f. Kıyılıp ezilmiş veya dövülmüş et, köfte.
KUFTEHAR
f. Köfte yiyen. * Geveze, çenesi düşük. * Şarlatan. Kendini beğenmiş. * Çapkın.
KUFUF
Kişinin korkudan tüyü ürperip kalkmak.
KUFUL
(Kufl. C.) Kilitler. * Seferden veya yolculuktan dönme.
KÛH
f. Dağ.
KUHAB
At ve deve öksürüğü.
KUHAMUN
f. Tepesi düz olan dağ.
KUHAN
f. Kambur. * Eyer, at eyeri. * Sığır veya deve hörgücü.
KUHARİYE
Yaşlı kadın. * Yaşlı hayvan.
KUHAZ
Koyunlara ârız olan bir hastalık.
KUHBEDEN
f. Dağ gibi iri vücutlu kimse. İri yarı kişi.
KUHCİĞER
f. Dağ yürekli, kahraman, bahâdır, yiğit.
KUHE
f. Dağ. * Hücum, saldırma. * Dağ tepesi gibi kubbeli ve sivri olan şey. * Deve hörgücü. * At eyeri.
KUHH
Halis, saf, katıksız.
KUHÎ
f. Dağa mensub. * Dağla alâkalı. * Dağlı.
KUHİSTAN
f. Dağlık bölge, dağlık yer.
KUHKEN
f. Dağ kazan, dağ deviren.
KUHKUB
f. Dağ vurucu. Dağı yerinden oynatan. * Kuvvetli at veya katır. * Kale veya sur döven top.
KUHL
Göz ilâcı. * Göze çekilen sürme.
KUHLÎ
Sürme gibi siyah olan.
KUHME
Düşünmeden bir işe girişme. * Şiddet. * Kıtlık senesi. * Zor iş.
KUHNÜMUN
f. Heybetli, azametli. Dağ gibi görünen.
KUHPARE
f. Kuvvetli at. * Dağ parçası.
KUHPAYE
f. Dağlık arazi.
KUHPÜŞT
f. Kanbur.
KUHSAR
f. Dağ tepesi. * Dağlık yer.
KÛH-U KAF
Efsânelerde geçen Kafdağı.
KÛH-U TUR
Tur dağı, Sina dağı.
KUHUT
Kıtlıktan sıkıntı ve eziyet çekme.
KUKNAS
Hindistan'da olan bir cins beyaz kuş.
KU'KU'
Alaca renkli, uzun gagalı bir büyük kuş.
KUL
De, söyle, bildir (meâlinde emirdir)("Kul" kelimesi Kur'anın çok yerlerinde mezkûr veya mukadderdir. "Kul" emri risalet ve nübüvvete işarettir. İ.İ.)Türkçede "Kul", emir dinleyen hizmetkâr, Allah'ın mahlûku, Allah'a itaat ve ibadet eden veya köle mânasındadır.
KULA'
Ağız ağrısı.
KUL'A(T)
(C: Kulu') Ödünç mal. Yurt edinmeye müsait olmayan yer.
KULAA
Suyu emip yarılmış ve yerden koparılmış balçık. * Büyük taş.
KULAB
Bir çeşit deve hastalığı.
KULAB
f. Büyük dalga. * Göl, büyük havuz.
KULAFE
Kılıf, kın, kabuk. Zarf.
KULAKIL
İhlâs ve Muavvezeteyn sureleri.
KULAL
Az, kalil.
KULAME
Tırnak kesintisi. Kesinti.
KULAMETEYN
İki tırnak kesintisi. Parantez. ( )
KULB
Bilezik. * Bir yılan cinsi.
KULE
(C: Kulul-Kılâl) Çocukların oynadıkları bir oyun.
KULEL
(Kulle. C.) Kuleler. * Dağ tepeleri.
KULEL-İ SEB'A
İstanbul'daki yedi tepe.
KULFE
Zeker ucundaki sünnet edilecek deri.
KULİS FAALİYETİ
Toplantı yapılan yerlerde, toplantı haricinde çeşitli grupların yaptığı gizli çalışma.
KULKALAN
Bir nevi ot.
KULKUL
Şen, çevik, atik. * Bir şeyin deprenmesiyle çıkan ses. * Büyük, derin deniz. * Hızlı giden at.
KULKULANİ
Üveyik kuşuna benzer bir kuş.
KULLAB
(C.: Kalalib) Çengel, kanca. Ucu eğri nesne.
KULLAM
Çöğene benzer bir otun adı.
KULLE
(C.: Kulel) Doruk, dağ tepesi, zirve. * Kule. * Bazı harp gemilerinin güvertelerinde bulunan ve makine ile hareket eden ağır top.
KULMUH
Bir ot.
KULUB
(Kalb. C.) Kalbler, gönüller.
KULUCE
Ekin ekmek için yeri ıslah etmek.
KULUNÇ
Tıb: Şiddetli bağırsak ağrısı. Omuzlarda ve vücutta bir ağrı.
KULZÜM
Deniz, bahr. * Kızıldeniz.
KUM (KUMİ)
(Kavm. den) Kalk (mânasına emir).
KUMAME
(C: Kumâm) Cemaat, topluluk. * Süprüntü.
KUMANYA
ing. Bir gemi içinde bulunan kimselerin beslenmeleri için gemiye doldurulan erzak. Gemi zahiresi. * Eskiden piyade kayığının arka kısmındaki dolapçık. * Gemi kileri. Geminin erzak koymağa mahsus yeri.
KUMAR
Para vs. karşılığında oynanılan oyun. Meşru bir ihtiyacın karşılanması için bir çalışma sonucu olmadan piyango ve şans oyunları gibi haram yollarla kazanç elde etmektir. Dinimizde böyle oyunların her türlüsü haramdır. Bir müslüman kendi menfaatini isteyip zararını istemediği gibi; diğer bir müslümanın da çıkarını gözetip kötülüğünü isteyemez. Halbuki kumara katılan herkes, karşı tarafın zarariyle kendi çıkarlarını düşünmektedir.Eğer böyle bir menfaat ve zarar oyunda konulmamışsa ve dince yasaklanan maksadlar da yoksa, yine de her insan için en kıymetli mal olan zamanını boş yere harcamak olur ki bu da zarardır.Maksatsız, fikirsiz ve dünyaya ne için geldiğini bilmeyen basit bir insan böyle yollara düşer ve gittikçe perişan olur. Halbuki insan, sonsuz ve yüksek gâye sahibi, yüksek şahsiyetli ve nizamlı bir hayat yaşamalıdır. (Bak: Meysir)
 
KUMARBAZ
Kumar oynayan. Kumarcı.
KUMAR-HANE
f. Devamlı olarak kumar oynanan yer.
KUME
Bir yere toplanmış olan şeyler. * Yüksek, yüce yer.
KUMİSTAN
f. Kumluk çöl veya arâzi.
KUMKUMA
(C: Kamâkım) İçine mürekkep, zemzem gibi şeyler konulan yuvarlak testi. * Bakır şişe, bakır ibrik.
KUMME
Arslanın, ağzı ile aldığı şey.
KUMMEHAN
Za'ferân. * Şarap köpüğü.
KUMMELE
(C: Kummel) Kene cinsinden bir böcek.
KUMPANYA
Fr. şirket. * Mc: Cemaat, zümre.
KUMRÎ
(C: Kamâri) Kumru. Dişisine "kumriye", erkeğine "sakhar" derler.
KUMUDD
Sağlamak, sert, katı. * Uzun, tavil.
KUMUS
Suya batıp kaybolmak.
KUMZE
Toplanmış hurma.
KÛN
Kuyruk sokumu bölgesi. Arka, mak'ad, kıç.
KUNABE
Toplu yapraklar (Buğdayın başı onun içinde olur.)
KUNAH
Çomak.
KUNAİS
(C: Kanâıs) Büyük cüsseli, iri vücutlu kişi.
KUNAN
Koltuk kokusu. * Gömlek yeni.
KUNBUA
(C: Kanâbi) Kestikten sonra yine içinde kalan nesne (Ot kökü gibi)
KUNBUL(E)
(C.: Kanâbil) Kalın vücudlu kimse. Sinirli ve hiddetli olan. * 30 ilâ 40 yaş arasındaki kimse. * At. * Bomba.
KUNBURA
(C: Kanâbir) Çökük kuşu.
KUNBUZA
(C: Kunbuzât) Kısa boylu kadın. (Müz: Kunbuz)
KUNDAK
Küçük çocukları sıkı bağlamaya yarıyan bezler takımı. * Yangın çıkarmak için bir yere sokulan, tutuşturulmuş yağlı bez çıkısı.
KUNDAK SOKMAK
Mc: Ara bozacak bir söz söylemek veya böyle bir harekette bulunmak. * Yangın çıkarmak.
KUNEFHAR
Büyük cüsseli, iri vücutlu.
KUNFUZ(E)
(C: Kanâfiz) Kirpi. * Fare. * Devenin, kulakları ardında terleyen ve teri akan yerleri. * Otları dolaşık yer.
KUNN
Gömlek yeni.
KUNNE(T)
(C.: Kanan-Kunen-Kınan) Dağ başı.
KUNNEB
Kendir. Kenevir.
KUNNEBİT
(C.: Kannâbit) Lahana cinsinden bir bitki.
KUNTA
Karalık.
KUNU'
Kanaat etme, kâfi bulma. * Suâl ve tezellül.
KUNUT
Ümidsizlik. Ye'se kapılma.
KUNUT
Yatsı veya sabah namazlarında ayakta okunan duâ. İbadet. Duâ. Taat. Şükür eylemek. * Namazda dünya kelâmından imsak eylemek, yani kendini tutup konuşmamak.(Kunut, birşeye o suretle devam ve mülâzemet edip durmaktır ki, taat, huşu, sükut, kıyam mânalarını tazammun eder ve lisanımızda, divan durmak tâbir edilir. Bunun için kunut taattir, kunut tul-i kıyamdır, kunut sükuttur, kunut huşu ve hafd-ı cenah ve sükun-ı etraftır diye çeşitli nokta-i nazardan târif edilmiştir. Bir hadis-i şerifte "Efdal-üs salâti tul-ül kunut" buyurulmuştur ki, kıyam demektir. Binaenaleyh namazda kıyam ve kıraeti, duayı veya huşu ve sükutu uzatmağa da kunut denilir. E.T.)
KUNV
(C: Kınân-Kınyân-Aknâ) Üzerinde hurması olan hurma salkımının çöpü.
KUNYAN (KINYÂN)
Kişinin nefsi için saklayıp elden çıkarmadığı mal.
KUNYE (KINYE)
Kişinin nefsi için saklayıp elden çıkarmadığı mal.
KUNZUA
(C: Kanâzı') Çakıl taşı. * Tıraş edilmiş başın üstünde bırakılan bir tutam saç.
KÛPAL
f. Gürz. Demir topuz.
KÛR
(C.: Kûrân) f. Kör, âmâ.
KURA
(Karye. C.) Karyeler, köyler, kasabalar.
KUR'A
Talih denemek maksadı ile çekilen kapalı pusla veya fal açma.
KURA'
İbâdet eden.
KURAA
Kalem kesintisi. Kalem yongası.
KURAB
(Kurbet. C.) Yakınlar, akrabalar.
KÛRABE
f. Kubbeli mezar, türbe.
KURAD
(C: Kırdân-Ekride) Kene adı verilen böcek.
KURAKIR
Güzel sesli kimse.
KUR'AN
Allah (C.C.) tarafından Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma Cebrâil Aleyhisselâm vâsıtası ile (yâni vahiyle) gönderilen ve beşeriyetin bütün saadet düsturlarını hâvi en mukaddes ve en son kitâb-ı semâvidir. Din ve dünyanın nizâmını en iyi şekilde bildirir, kâinatın neden ve niçin yaratıldığını ve hikmetlerini beyan eder. Başıboşluk ve serserilikten kurtarıp ibâdet ve taata, emniyet ve nizâma ve saadete sevkeder ve insanın ebedi selametine vesile olur. * Lugat mânasına göre Kur'ân: Tilâvet, okumak, cem' ve zammolunmuş, okunmuş mânâlarına gelir. Fürkan, Zikir, Hüdâ, Hitab, Kitab, Mushaf, Nur, Necm, Hüdâ, Mev'iza, Aziz, Besâir, Bürhan...gibi elli beş kadar isimle de anılır. (Bak: Kelâmullah)
KÛRÂN
(Kur. C.) f. Körler. âmâlar.
KÛRÂNE
f. Körcesine.
KUR'AN-I HAKÎM
Hakim olan Kur'an-ı Kerim. Hakim: Hikmetli, hikmet sâhibi, yahut çok hâkim ve muhkem mânalarına gelir.
KUR'AN-I MU'CİZ-ÜL BEYAN
Beyan ve ifadesi mu'cize olan Kur'an.(Kur'an: Şu kitâb-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi.. ve âyât-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedisi.. ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri... ve zeminde ve gökde gizli Esmâ-i İlâhiyenin mânevi hazinelerinin keşşâfı.. ve sutur-u hâdisatın altında muzmer hakaikın miftahı.. ve âlem-i şehâdette âlem-i gaybın lisanı... S.)(-Kur'an-ı Kerim-, bütün mebâhis-i esasiyeyi ve mühimmeyi öyle bir tarzda beyan eder ki, o beyan, bütün kâinatı bir saray gibi idare eden ve dünyâyı ve âhireti iki oda gibi açıp kapayan; ve zemin bir bahçe; ve semâ, misbahlariyle süslendirilmiş bir dam gibi tasarruf eden; ve mâzi ve müstakbel, bir gece ve gündüz gibi nazarına karşı hazır iki sahife hükmünde temaşa eden; ve ezel ve ebed, dün ve bugün gibi silsile-i şuunatın iki tarafı birleşmiş, ittisal peyda etmiş bir surette, bir zaman-ı hâzır gibi onlara bakan bir Zât-ı Zülcelâle yakışır bir tarz-ı beyandır.Nasıl bir usta, bina ettiği ve idare ettiği iki haneden bahseder, proğramını ve işlerinin liste ve fihristesini yapar; Kur'an dahi, şu kâinatı yapan ve idâre eden ve işlerinin listesini ve fihristesini tabir câiz ise, proğramını yazan, gösteren bir Zâtın beyanına yakışır bir tarzdadır. Hiç bir cihetle eser-i tasannu ve tekellüf görünmüyor. Hiç bir şâibe-i taklid veyâ başkasının hesâbına ve onun yerinde kendini farzedip konuşmuş gibi bir hud'anın emaresi olmadığı gibi, bütün ciddiyetiyle, bütün safvetiyle, bütün hulusiyle sâfi, berrak, parlak beyânı, nasıl gündüzün ziyâsı, "Güneşten geldim" der. Kur'ân dahi," Ben Hâlık-ı Âlem'in beyanıyım ve kelâmıyım" der. Evet şu dünyâyı antika san'atlarla süslendiren ve lezzetli nimetlerle dolduran ve san'atperverâne ve nimetperverane şu derece san'atının acibeleriyle şu derece kıymettar nimetlerini dünyanın yüzüne serpen, sıravâri tanzim eden ve zeminin yüzünde seren, güzelce dizen bir Sâni', bir Mün'imden başka şu velvele-i takdir ve istihsanla ve zemzeme-i hamd ve şükranla dünyâyı dolduran ve zemini bir zikirhâne, bir mescid, bir temaşagâh-ı san'at-ı İlâhiyeye çeviren Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan kime yakışır ve kimin kelâmı olabilir? Ondan başka kim ona sâhib çıkabilir? Ondan başka kimin sözü olabilir? Dünyayı ışıklandıran ziya, güneşten başka hangi şeye yakışır? Tılsım-ı kâinatı keşfedip âlemi ışıklandıran beyan-ı Kur'an, Şems-i Ezelî'den başka kimin nuru olabilir? Kimin haddine düşmüş ki ona nazire getirsin? Onun taklidini yapsın?Elhak, bu dünyayı san'atlarıyla zinetlendiren bir san'atkârın, san'atını istihsan eden insanla konuşmaması muhaldır. Mâdem ki, yapar ve bilir, elbette konuşur. Mâdem konuşur, elbette konuşmasına yakışan Kur'andır. Bir çiçeğin tanziminden lâkayd kalmayan bir Mâlik-ül Mülk, bütün mülkünü velveleye veren bir kelâma karşı nasıl lâkayd kalır? Hiç başkasına mal edip hiçe indirir mi? S.)(Kur'an-ı Hakim yirmi üç sene mütemadiyen damarlara dokunduracak ve inadı tahrik edecek bir tarzda meydan okudu ve der idi ki: "Şu Kur'anın Muhammed-ül Emin gibi bir ümmiden nazirini yapınız ve gösteriniz. Haydi bunu yapamıyorsunuz, o zât ümmi olmasın, gayet âlim ve kâtip olsun. Haydi bunu da getiremiyorsunuz; bir tek zât olmasın, bütün âlimleriniz, beliğleriniz toplansın, birbirine yardım etsin, hattâ güvendiğiniz âliheleriniz size yardım etsin. Haydi bununla da yapamıyacaksınız, eskiden yazılmış beliğ eserlerden de istifade edip, hattâ gelecekleri de yardıma çağırıp, Kur'anın nazirini gösteriniz, yapınız. Haydi bunu da yapamıyorsunuz; Kur'anın mecmuuna olmasın da, yalnız on Suresinin nazirini getiriniz. Haydi on Suresine mukabil hakiki doğru olarak bir nazire getiremiyorsunuz; haydi hikâyelerden asılsız kıssalardan terkib ediniz. Yalnız nazmına ve belâgatına nazire olsun getiriniz. Haydi bunu da yapamıyorsunuz, bir tek suresinin nazirini getiriniz. Haydi Sure uzun olmasın, kısa bir Sure olsun, nazirini getiriniz. Yoksa, din, can, mal, iyalleriniz; dünyada da âhirette de tehlikeye düşecektir..." M.)(Amerikalı Filozof Karlayl (Carlyle) şöyle diyor: Kur'anı bir kerre dikkatle okursanız, O'nun hususiyetlerini izhara başladığını görürsünüz. Kur'anın güzelliği diğer bütün edebî eserlerin güzelliklerinden kabil-i temyizdir. Kur'anın başlıca hususiyyetlerinden biri, (O'nun asliyyetidir. Benim fikir ve kanaatıma göre Kur'an serâpa samimiyet ve hakkaniyetle doludur. Hz. Muhammed'in (A.S.M.) cihana tebliğ ettiği dâvet, hak ve hakikattır. İ.İ.)
KURARE
Çömlek içindeki yemek piştikten sonra yanmasın diye içine konulan su.
KURAT
Fitil ucundan yanmış yer.
KURÂ-YI MÜTECÂVİRE
Komşu köyler.
KURAZ (KARİZA)
Isırgan otu.
KURAZE
Altun ve gümüş kırıntısı. * Kumaş parçaları.
KURB
Yakınlık. Yakında oluş. Yakın olmak. Yakınlık kazanmak. (Zamanda, mekânda, nisbette, hatvede ve kuvvette kullanılır.) * Tıb: Böğür. Karnın yumuşaklığına kadar olan yer.
KURBAN
Allah'ın rızasını kazanmağa sebep olan şey. * Etleri, fakirlere parasız olarak dağıtılmak niyetiyle farz, vâcib veya sünnet olarak kesilen koyun, keçi, deve, sığır.. gibi hayvan. * Bir maksad uğrunda feda olma. * Beylerin ve meliklerin yakınlarından olan kimse.
KURBET
Yakınlık. * Fık: Allah'a manevî yakınlığa sebeb olan amel-i sâlih.
KURB-İ DERECE
Ölen bir kimseye yakınlık derecesi.
KURB-İ HÜDÂ
Allah'a manevî yakınlık.
KURB-İ MESÂFE
Yer, mekân yakınlığı.
KURBİYYET
Yakınlık kazanmak. Yakınlık. Bir şeye kendi gayretiyle yakınlaşmak. (Bak: Akrebiyyet)(Sahabelerin kurbiyet-i İlâhiyye noktasındaki makamlarına velâyet ayağıyla yetişilmez. Çünki: Cenâb-ı Hak bize akrebdir ve herşeyden daha ziyade yakındır. Biz ise, ondan nihayetsiz uzağız. O'nun kurbiyetini kazanmak iki surette olur.Birisi: Akrebiyetin inkişafiyledir ki, nübüvvetteki kurbiyet ona bakar ve nübüvvet veraseti ve sohbeti cihetiyle sahabeler o sırra mazhardırlar.İkinci Suret: Bu'diyetimiz noktasında kat-ı meratib edip bir derece kurbiyete müşerref olmaktır ki, ekser seyr-i sülûk-u velâyet ona göre ve seyr-i enfüsî ve seyr-i âfâkî bu suretle cereyan ediyor. İşte, birinci suret sırf vehbîdir, kesbî değil, incizabdır, cezb-i Rahmânidir ve mahbubiyettir. Yol kısadır, fakat çok metin ve çok yüksektir ve çok hâlistir ve gölgesizdir. Diğeri kesbîdir, uzundur, gölgelidir. Acaib hârikaları çok ise de, kıymetçe, kurbiyyetçe evvelkisine yetişemez. Meselâ: Nasıl ki dünkü güne bugün yetişmek için iki yol var. Birincisi: Zamanın cereyanına tâbi olmıyarak, bir kuvvet-i kudsiye ile, fevkaz-zaman çıkıp, dünü bugün gibi hazır görmektir. İkincisi: Bir sene kat'-ı mesafe edip, dönüp dolaşıp, düne gelmektir; fakat, yine dünü elde tutamıyor; onu bırakıp gidiyor. Öyle de, zâhirden hakikata geçmek iki suretledir. Biri: Doğrudan doğruya hakikatın incizabına kapılıp, tarikat berzahına girmeden, hakikatı, ayn-ı zâhir içinde bulmaktır. İkincisi: Çok merâtibden seyr-i süluk suretiyle geçmektir. Ehl-i velâyet, çendan fena-i nefse muvaffak olurlar, nefs-i emmareyi öldürürler. Yine sahabeye yetişemiyorlar. Çünki, sahabelerin nefisleri tezkiye ve tathir edildiğinden; nefsin mahiyetindeki cihazat-ı kesire ile, ubudiyetin envâına ve şükür ve hamdin aksamına daha ziyade mazhardırlar. Fena-i nefisten sonra, ubudiyet-i evliya besatet peyda eder. S.)
KÛR-BOĞAZ
f. Obur, körboğaz.
KURBUK
Mevzi ismi. * Yardım. * Dükkân.
KURDAH
Maymun.
KÛRDİL
f. Câhil. Gönlü kör.
KURDUH
Maymun. * Küçük karınca.
KÛRE
f. Demirci ocağı. Kuyumcu ocağı. * Küre.
KURENA
Bir padişâhın yakınında bulunan ve onun sohbetine iştirak edenler. Yakınlar. Arkadaşlar.
KURENG
f. Al at.
KUREVÎ
(Kurâ. dan) Köylü. Köye âit, köye dâir.
KUREYŞ
Kökü Hz. İbrahim'e (A.S.) dayanan, Peygamberimiz Hz. Muhammed'in de (A.S.M.) mensub olduğu Arab kabilesi.
KUREYŞ SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 106. Suresidir. Liilâfi Suresi de denir. Mekkîdir.
KUREYŞÎ
Kureyş kabilesinden olan. Kureyş'e mensub.
KUREYZA
Medine-i Münevvere yakınında Yahudi taifesinden bir kavim.
KURFUSA (KARFESA)
Mak'adı üstüne oturup dizlerini karnına yapıştırıp iki kolunu baldırları üstüne kavuşturmak.
KURHA
(C: Kuruh) Silâh yarası. * Çıban.
KURHANE
(C: Kurhân) Bir cins mantar.
KÛRÎ
f. Körlük, âmâlık.
KURKUBE
Et, lahm.
KURKUL
Çekirge.
KURKUR
Büyük gemi.
KURKUS
Geniş, bol, vâsi.
KURMAY
Ordunun muharebeye hazırlanmasında ve savaş sırasındaki sevk ve idaresi için hususi tarzda yetiştirilmiş subay. * Mc: Becerikli.
KURME
İşaret için devenin burnundan bir miktar deri kesip tam ayrılmadan yine burnu üstüne yapıştırmak.
 
KURMUD
Dağ keçisinin erkeği.
KURMUS
(C: Karâmıs) Avcıların dağda olan kulübesi veya soğuktan sakındıkları küçük çukur yer.
KURNAS
Dağın burnu.
KURNE
Sivri veya tümsek şey. * Hamam kurnası. Kurna.
KURNEVE
Boya otu.
KURNUK
Yumuşak bedenli delikanlı.
KURR
Karar. * Soğukluk.
KURRA
(Kari'. C.) Okuyucular. Kur'ân-ı Kerimi usul ve tecvidine göre okuyanlar. Dindar ve sâlih kimse.
KURRASA
(C: Kırâs) Papatya çiçeği.
KURRE
Parlaklık. Tâzelik. Gözün parlak ve nurlu olması. * Ağlamaktan sonraki serinlik. * Dilşâd olmak. * Bir atımlık şey. * Kurbağa.
KURRET-ÜL A'YUN
Gözlerin nuru. * Çok sevilen ve göz aydınlığına sebeb olanlar.
KURS (KURSA)
Kelepçe. * Çevrik nesne. * Yuvarlak. Tekerlek şeklinde olan.
KURS-U ŞEMS
Güneş yuvarlağı.
KURŞUM (KIRŞÂM)
Büyük kene.
KURT(A)
(C.: Kırta-Kırat) Küpe.
KURTAN
At'ın arkasına vurdukları keçe.
KURTAT
Eyer altına konan bir nesne. * Boyun.
KURTUBÎ
Kılıç. Halid bin Velid'in kılıcı.
KURTUM
Mestin burnu.
KURTUM
(C: Karâtım) Usfur otunun tohumu.
KURUH
(Kurha. C.) Yaralar.
KURULTAY
(Bak: Meclis)
KURUM
(Karm. C.) Değerli insanlar. Kıymetli ve değeri büyük kişiler.
KURUN
(Karn. C.) Asırlar. Devirler. Çağlar.
KURUNE
Nefis.
KURUN-U ÂHİRE
Son asırlar. İstanbul'un Fatih Sultan Mehmed tarafından zaptedildiğinden sonraki zaman. Hicri 857, Mi. 1453 yılından sonraki devir.
KURUN-U SÂLİFE
Geçmiş asırlar.
KURUN-U ULÂ
Eski Roma Devleti'nin ikiye ayrılması zamanına kadar olan eski devir. İlk çağ.
KURUN-U VUSTÂ
Eski Roma Devleti'nin ikiye ayrılmasından, İstanbul'un Müslümanlar tarafından zabtedildiği tarihe kadar olan zamandır. Orta asırlar.
KURUR
Gözün parlak olması.
KURUT
Kuruluk.
KURUT
Küpeler. Kadınların kulaklarına taktıkları mücevherler.
KURUZ
(Karz. C.) Borçlar. Ödünç olarak verilen paralar.
KURZUB
Fakir kimse.
KURZUM
Kavafların ve kunduracıların üzerinde gön ve sahtiyan kesip düzelttikleri yuvarlak tahtalar.
KURZÜL
Kadınların başına örttükleri nesne. * Kayıt. * Kötü kimse. * At ismi. * Bel, sulb.
KÛS
f. Kös. Eskiden muharebelerde deve veya araba üstünde taşınarak çalınan büyük davul.
KUSA
Zayıflık. * Nâhiye.
KUSAKIS
Çok acı olan sarmısak.
KUSALE
Buğday ve arpa kesmiği.
KUSAME
Kassamlara verilen taksim ücreti.
KUSARA
İsteğin ve arzunun son derecesi.
KUSARE
Hususi hücre. * Gemilerde güvertelerin en üstündeki yarım güverte.
KUSAS
Saçın önünde ve ardında nihayeti.
KUSASA
Tırnak kırpıntısı. * Az miktar, az şey.
KUSB
(C: Aksâb) Göden bağırsak denilen büyük bağırsak.
KUSBE
(C: Kuseb) Göden bağırsak.
KUSE
f. Köse.
KUSEC
f. Köse.
KUSEYBE
Bronşcuk.
KUSEYRA
İyeği kemiklerinin altındaki kemik.
KUSFEND
f. Koyun.
KÛS-İ GAZA
Savaş davulu. Muharebe kös'ü.
KUSKUS (KUSKUSA)
(C: Kusâs) Kaba, kısa boylu erkek.
KUSLUB
Kuvvetli, dayanıklı, sağlam.
KUSRE
Yakın, karib.
KUSS İBN-İ SAİDE
İslâmiyetten önce Arabistan'da yaşamış İyâd Kabilesinin ileri gelenlerinden, mühim hakikatlı bir şâirdir. Cârud gibi hakperesttir. Henüz Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm genç iken Suk-ı Ukaz panayırındaki hitabeti ile meşhurdur. Hitabesinde bir Hak Peygamber geleceğini ve onun en güzel bir din üzere olacağını müjdelemiştir. (K. En. Sh. 61)
KUSSA
Alın saçı.
KUSSABE
(C: Kısâb) Kamış boğumu. * Düdük.
KUSSAS
Bir demir madeninin adı.
KUST
Topalak dedikleri ot.
KUSTAR (KISTÂR)
Kesedar. Sarraf. * Tüccar, tâcir. * Mizan, ölçü. * Bir şehre veya bir beldeye vâli olan kimse.
KUSTAS
Büyük terazi.
KUSU
Uzaklık, ırak olmaklık. * Son olmaklık.
KUS'UL
Yaramaz, leim, lânet edilen kimse. * Kurt eniği.
KUSUR
Noksanlık. Eksiklik. Noksan ve âcizlik. İhmal. Tedbirsizlik. * Cem' olmalar. * Pahalanmak. *Eksilmek. * Şiddetli olan şeyin yavaşlayıp sâkin olması. * Bereketlenmek. * İmtina', âciz olmak. * Bir hesabın üstü. Artan kısım. * (Kasr. C.) Kasırlar. Saraylar. Köşkler.(Şeytanın mühim bir desisesi : İnsana kusurunu itiraf ettirmemektir. Tâ ki, istiğfar ve istiâze yolunu kapasın. Hem nefs-i insaniyenin enaniyetini tahrik edip, tâ ki, nefis kendini avukat gibi müdafaa etsin; âdeta taksiratdan takdis etsin. Evet şeytanı dinliyen bir nefis, kusurunu görmek istemez; görse de, yüz te'vil ile te'vil ettirir. $ sırriyle, nefsine nazar-ı rıza ile baktığı için ayıbını görmez. Ayıbını görmediği için itiraf etmez, istiğfar etmez, istiaze etmez; şeytana maskara olur. Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi bir Peygamber-i Alişan , $ dediği halde, nasıl nefse itimad edilebilir. Nefsini ittiham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiaze eder. İstiaze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar; itiraf etse, afva müstahak olur. L.)
KUSURE
Acizlik, güçsüzlük.
KUSUR-İ CİNAN
Cennet'teki köşkler.
KUSUT
Haktan sapmakla cevr ve zulmetmek. * Birşeyi kısımlara ayırmak, tefrik etmek.
KUSVA
Son derecede bulunan. * Son, nihayet. * Son sınır. Erişilecek olan en son nokta.
KUŞ'AM
(C: Kaşâım) Yaşlı ihtiyar, koca kimse. * Belâ. * Arslan. * Sırtlan. * Örümcek. * Karınca yuvası.
KUŞAM (KUŞÂME)
Sofrada artan yemekler.
KUŞ'AMAN
Büyük erkek akbaba.
KUŞ'AR
Hıyar.
KUŞA'RİRE
Titreme. * Tavuk derisi gibi ürperip kabarmış deri.
KUŞE
Köşe.
KUŞE-İ FERAG
İnsanın, herşeyden feragat edip çekildiği köşe.
KUŞE-İ NİSYAN
Unutma köşesi, nisyan köşesi.
KUŞİŞ
f. Çalışma, çabalama, gayret sarfetme, uğraşma.
KUŞUR
(Kışr. C.) Kabuklar, kışırlar.
KUŞUR-İ EŞCAR
Ağaç kabukları.
KUŞUTA
Burnun çökük ve yassı olması.
KUT
Yaşatacak gıda, rızık. * Kuvvetlendirmek.
KUT'A
Bir hurma cinsi.
KUTA'
(C: Kutâ-Kutevât) Atın arkalaşacak yeri. * Bağırtlak kuşu.
KUTA' (KUTU')
Düş yormak, rüya tâbir etme. * Su kesilmek.* Başka yere gitmek.
KUTAA
Bir şeyin kesintisi ve kırıntısı.
KUTAFE
Toplarken düşüp dökülen üzüm ve yemiş döküntüsü.
KÛTAH
(Kuteh) Kısa, boysuz.
KÛTAH-ÂSTİN
f. Aslında kötü olduğu hâlde iyi gibi görünen kimse.
KÛTAH-BÎN
f. Neticeyi göremiyen, basiretsiz, kısa görüşlü.
KÛTAHTER
f. Pek kısa, çok ufak.
KÛTAH-TERİN
f. En çok kısa.
KUTAR
Kebap kokusu. Ot kokusu.
KUTB
(Kutub) Dünyanın şimâl veya cenub uçları. (Güney ve kuzey taraflarının son kısımları.) * Elektrik cereyânını meydana getiren veya mıknatısın uçlarından her biri. * Dini bir meslek veya grubun başı. Bir çok müslümanların kendisine bağlandıkları azim ve büyük evliyaullahtan zamanın en büyük mürşidi.
KUTBE
Nişan okunun temreni. * Erkek ismi. * Nişanlara atılan ufak ok.
KUTBEYN
İki kutub. Şimal ve cenub kutbu. Kuzey ve güney kutubları.
KUTBÎ
(Kutbiye) Dünya kutuplarına ait. Onlarla alâkalı.
KUTBİYE
Deve ve koyun sütünün birbirine karışması.
KUTBİYET
(Bak: Kutb-ul aktab)
KUTB-U CENUBÎ
Güney kutbu.
KUTB-U DEVRAN
Halife ve bu sıfatı alan Osmanlı padişahı.
KUTB-U RİSALET
Risaletin başı. * Hz. Muhammed (A.S.M.)
KUTB-U ŞİMALÎ
Kuzey kutbu.
KUTB-UD DİN
Dinin kutbu.
KUTB-UL AKTAB
Kutubların başı. Hilafet-i mâneviye-i Muhammediye (A.S.M.). Velâyet-i mâneviye makamlarının en yükseği, nübüvvet-i Muhammediyeye (A.S.M.) veraset makamı olup, bu makama ancak Cenâb-ı Hakkın bir atiyyesi olarak nâil olunur. Bu makamda bulunan zât, Hakikat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) mazharı ve Esmâ-i İlâhiyenin câmi'idir. Her asırda bir tane bulunan bu zatların sonuncusu mezkur sıfatların en ekmeline mazhardır. Bu makam hakkında Gavs ve Kutbiyyet-i Kübrâ tâbirleri de kullanılır.
KUTB-UL ÂRİFÎN
Ariflerin en ileri geleni, en büyüğü. Maddi, mânevi ve İlâhi ilim sahiblerinin başı. Ariflerin kutbu. (Bak: Aktâb)
KUTB-UZ ZAMAN
Zamanın en ileri gelen ve en büyük ârif ve mürşidi. (Bak: Aktâb)
KÛTEH
(Kutâh) f. Kısa, boysuz.
KÛTEHBÂL
f. Kısa boylu.
KÛTEHBÎN
f. Kısa görüşlü. İleriyi göremez.
KÛTEHDEST
f. Kısa elli. Elli kısa olan. * Mc: Hasis, cimri, tamahkâr, keremsiz.
KÛTEHENDİŞ
f. Sonunu ve istikbali düşünmeyen. Kısa görüşlü.
KUTELA'
(Katil. C.) Öldürülmüş kimseler, maktuller.
KUT-I LÂ-YEMUT
Ölmeyecek kadar olan rızık, yiyecek.
KUT-I MESİH
Hurma. * Şarap.
KÛTÎ
Kısa boylu adam.
KUTİLE
(Katil. den) Katledildi, kahroldu veya kahrolası meâlindedir.
KUTME
Bozluk ve kızıllık olan renk. (O renkte olana "aktem" derler.) (Müe: Katmâ)
KUTN
(C: Aktân) Pamuk.
KUTNE
Geviş getiren hayvanların midelerinin bir bölümü. Şirden.
KUTNİYE
Aşure tatlısı.
KUTR (KUTUR)
Taraf. Canib. * Nahiye. Mahal. Arzın veya semânın bir ciheti. * Çap. * Bölük. Bölge. * Geo: Dairenin merkezinden geçip onu iki müsavi kısma bölen doğru parçası, çap.
KUTRE
Avcılar kümesi.
KUTRENÎ
Kutur itibariyle, çap olarak.
KUTR-U DÂİRE
Geo: Dairenin kutru. Çap.
KUTRUB
Bir kuş.
KUTRUTÎ
Kısa boylu küçük adam.
KUTTA'
(Katı'. C.) Kesiciler, kat' ediciler, kesenler.
KUTTA-İ TARİK
Yol kesenler, eşkiyalar, haydutlar.
KUTTAL
(Katil. C.) Katiller, öldürücüler, öldürenler. Katledenler.
KUTTAN
(Katın. C.) Yerliler, oturanlar, sâkinler.
KUTU'
Zelil olmak. Hakarete uğramak.
KUTU'
Sudan veya bir yoldan geçme. * (Kuşlar) göç etme. * (Kat'. C.) Kesintiler.
KUTUB
(Kutb. C.) Kutublar.
KUTUR
Pintiliğinden dolayı ailesini sıkıntı içinde bırakan adam.
KÛTVAL
f. Kale muhafızı. Dizdar. * Belediye reisi. Şehir ağası.
KUUD
Cülus. Oturmak. * Namazın oturarak kılınan kısmı. Secdede iken kalkıp oturmak.
KUULE
Ayağının arkasıyla yerden toprak saçmak.
KUUR
(Ka'r. C.) Dipler, derinlikler. Nihâyetler.
KUVA'
Erkek tavşan.
KUVÂ
(Kuvvet. C.) Güçler. Kuvvetler. * Hisler. Hasseler. Takatler. * Şeriatın birer hükmü.
KUVÂ-İ DİNİYE
Dinî kuvvetler.
KUVÂ-İ HAMSE
Beş duygu.
KUVAM
Koyunun ayaklarını tutan bir hastalık.
KUVARE
Yuvarlak parça (ki gömlek yakasından veya kavun, karpuz başından keserler.)
KUVÂ-YI MİLLİYE
Milli kuvvetler. Bir milletin sahib olduğu kuvvetleri. * İstiklâl harbinde Anadoluda kurulan hükümet ve bu hükümetin askeri kuvvetleri.
KUVÂ-YI SELÂSE
Üç kuvvet. (Kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye ve kuvve-i akliye.)
KUVÂ-YI UMUMİYE
Umumi kuvvetler.
KUVB
Yavru.
KUVVAD
Kumandanlar, seraskerler, komutanlar.
KUVVE
Kuvvet. Güç. * Salâhiyyet. İktidar. * Fikir. Niyet. * Hasse. His. Duygu. Meleke. * Kabiliyyet. (Za'fiyyetin zıddı)
KUVVE-İ AN-İL-MERKEZİYE
Merkezkaç kuvvet. Cisimlerin kendi mihveri üzerine hareketi zamanında merkezinde hâsıl olan kuvvete denilir. Merkezde dönen bir tekerleğin etrafında yapışık veyahut üstünde taşıdığı cisimlerin etrafa yayılıp dağılmasıyla bu kuvvetin mevcudiyyeti anlaşılır.
KUVVE-İ AZM
f. Azim kuvveti. Emele muvaffak olmak için gösterilen azim, cehd kuvveti.
KUVVE-İ BÂSIRA
f. Görme duygusu, görme kuvveti.
KUVVE-İ CÂZİBE
Kendine çekici kuvvet. Dünyanın câzibe, yani çekme kuvveti.
KUVVE-İ DÂFİA
Zararlı şeyleri men'etme ve onlardan korunma hissi. İtme kuvveti.
KUVVE-İ GALİBE
Üstün ve ezici kuvvet.
KUVVE-İ HÂFIZA
f. Zihinde hıfzetme, belleme kuvveti.
KUVVE-İ HAMSE-İ BÂTINA
İçteki beş his, beş duygu. (Bak: Havâs)
KUVVE-İ İLE-L MERKEZİYE
Muhitten (etraftan) merkeze doğru gelen çekme kuvveti. (Kuvve-i anil-merkeziyenin zıddıdır.)
KUVVE-İ İSTİNAD
Dayanma ve istinad etme kuvveti.
KUVVE-İ KUDSİYE
Evliyâ kuvveti. Cenab-ı Hakk'ın yardımına mazhar olan kuvvet. Hakaik-ı imâniye ve Kur'aniyeyi gayet ince ve derin bir firaset ve dirayetle anlayabilme kuvveti.
KUVVE-İ LÂMİSE
Dokunma ve hissetme duygusu. Sertliği ve yumuşaklığı anlama duygusu.
KUVVE-İ MUHASSALA
Muhtelif kuvvetlerin ağırlık merkezi.
KUVVE-İ MUSAVVİRE
Cenâb-ı Hakkın izni ve kanunu ile maddiyatın şekil ve suretini alma kabiliyeti (Bak: Madde-i musavvire)
KUVVE-İ MUTASARRIFA
Mütehayyile vasıtasıyla zihinde hazırlanan şeyleri tertib kuvveti.
KUVVE-İ MÜDRİKE
İdrak kuvveti. Beş duygunun, hissin zihinde duyulması, anlaşılması.
KUVVE-İ MÜMEYYİZE
İnsanın iç âleminde hissedilenleri birbirinden ayırdetme kudreti. * Hayır ve şerri anlayıp ayıran bir duygu ve kuvvet.
KUVVE-İ MÜTEHAYYİLE
Hissolunan şeyin gıyabında resim ve tasvir kuvveti. Hayâl kuvveti.
KUVVE-İ MÜVELLİDE
Tevlid edici kuvve, meydana getirci kuvvet.
KUVVE-İ NÂTIKA
Konuşma, güzel ifade etmek kudreti.
KUVVE-İ SEBUİYE
İnsanda başkalarına hücum ve zararları defetmek kuvvesi.
KUVVE-İ SEBUİYE-İ GADABİYE
Zararlı şeyleri def'e sevkeden his ve kuvvet.
KUVVE-İ ŞÂMME
Koku alma, koklama duygusu. Burun.
KUVVE-İ ŞEHEVİYE
Cinsi istek kudreti. Yemek, içmek, konuşmak, uyumak gibi kabiliyetler.
KUVVE-İ TEŞRİİYE
Kanun vaz'etme kuvveti. şeriata uyan düsturlar yapma kuvveti. * Büyük Millet Meclisi.
KUVVE-İ VÂHİME
Vehim ve hayâl duygusu. Kuruntu hâssesi.
KUVVE-İ ZAHRİYE
Yardımcı ve imdatçı kuvvet.
KUVVE-İ ZÂİKA
Dildeki tad alma duygusu. (Bak: Dil)(Ağızdaki kuvve-i zâika bir kapıcıdır; mide, cesedin idâresi noktasında bir efendi ve bir hâkimdir. O saraya veyahut o şehre gelen ve sarayın hâkimine verilen hediyenin yüz derece kıymeti varsa, kapıcıya bahşiş nev'inden ancak beş derecesi muvafık olur.. fazla olamaz. Tâ ki; kapıcı gururlanıp, baştan çıkıp, vazifeyi unutup, fazla bahşiş veren ihtilâlcileri saray dahiline sokmasın. İşte bu sırra binâen, şimdi iki lokma farzediyoruz. Bir lokma, peynir ve yumurta gibi mugaddi maddeden kırk para; diğer lokma, en âlâ baklavadan on kuruş olsa.. bu iki lokma ağıza girmeden, beden itibariyle farkları yoktur, müsâvidirler; boğazdan geçtikten sonra, cesed beslemesinde yine müsâvidirler. Belki, bazan kırk paralık peynir, daha iyi besler. Yalnız, ağızdaki kuvve-i zâikayı okşamak noktasında yarım dakika bir fark var. Yarım dakika hatırı için kırk paradan on kuruşa çıkmak, ne kadar mânâsız ve zararlı bir israf olduğu kıyas edilsin. Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır, "hâkim benim" der. Kim fazla bahşiş ve lezzet verse; onu içeriye sokacak. İhtilâl verecek, yangın çıkaracak, "Aman doktor gelsin, hararetimi teskin etsin, ateşimi söndürsün." dedirmeye mecbur edecek. İşte, iktisad ve kanaat, hikmet-i İlâhiyyeye tevfik-ı harekettir. Kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise; o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştiha-yı hakikiyi kaybeder. Tenevvü-ü et'imeden gelen sun'i bir iştiha-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder. L.)
 
KUVVE-İ ZÂKİRE
Hafıza. Ezberleme kuvveti. Ezber edici kuvvet.
KUVVET
Sükunette bulunan cisimleri harekete, hareket ettikleri sükunete getirmeğe muktedir olan sebeb. (Kuvvet, te'sir ettiği cisimlerin hâricindedir.)
KUVVET-İ DEVLET
Devletin kuvveti.
KUVVET-ÜZ ZAHR
Arka veren kuvvet. Yardımcı, imdadcı kuvvet. Geriden gelen yardımcı. * İcabında arkadan yardımcı olacak asker kuvveti. İmdâda hazır asker.
KUY
f. Karye, mahalle, sokak. * Yol. Semt.
KUYA
Çok kusmak.
KUYDAŞ
f. Aynı köyden olanlar. Köyleri aynı olan kimseler.
KUYUD
(Kayd. C.) Kayıtlar. Resmi muâmelelerin veya her hangi bir şeyin kayıtları, deftere geçirilmeleri, yazılmaları.
KUYUDAT
Kayıtlar.
KUYUDAT-I ATİKA
Eski kayıtlar.
KUYUD-U İHTİRAZİYYE
Korunmak için ilerisine âid tedbir kayıtları. Bazı hakları kullanabilme şartı.
KUZ
f. Kambur.
KUZ
Bardak, kadeh. * Tas, çanak.
KUZA'
Ağız ağrısı.
KUZA'
Hırka parçası.
KUZAH
Mevzi ismi. * şeytan ismi. (Bak: Kuzeh)
KUZAKIZ
Yırtıcı ve paralayıcı yavuz arslan.
KUZA'MEL
Büyük şişman deve.
KUZA'MELE
Kötü huylu, kısa boylu kadın. * Şey.
KUZAT
Şeriat nâmına hükmeden hâkimler. Kadılar. (Bak: Kudât)
KUZAZAT
Ok yeleği kırpıntısı. * Altın parçaları.
KUZE
f. Su testisi.
KUZE-GER
f. Çömlekçi, bardakçı.
KUZEH
Renk renk çizgiler. * Bulutları idâreye me'mur bir melek ismi.
KUZEHİYE
Gözün renkli olan tabakası. İris.
KUZFE
(C.: Kuzuf-Kuzefât) Yüksek yer.
KUZHA
(C: Kuzeh) Yol, tarik.
KUZU'
Evmek, acele.
KUZZ
Yeleksiz oklar.
KUZZE
(C: Kuzze) Ok yeleği. * Pire, bürgus.
KÜAYT
(C: Ki'tân) Bülbül.
KÜBAB
Bir yere toplanmış kum.
KÜBAD
Tıb: Karaciğer iltihabı.
KÜBAS
Başı büyük olan erkek.
KÜBBE
(C: Kübb) At sürüsü. * İplik yumağı.
KÜBBENE
Bahil kişi.
KÜBERA
(Kebir. C.) Büyükler. Ulular.
KÜBERA-YI ÜMMET
Ümmetin uluları, büyükleri.
KÜBKÜBE
İnsan topluluğu. * At sürüsü.
KÜBR
Yakınlık.
KÜBRA
(Ekber'in müennesi) Büyük, daha büyük, en büyük. * Man: İkinci kaziye (İkinci önerme). Yâni, hadd-i ekberin bulunduğu cümle (Bak: Hadd-i ekber).
KÜBUD
(Kebed. C.) Karaciğerler.
KÜCA
f. Nereye? Nasıl?
KÜDA
Mekke-i Mükerreme'de Bâb-ı Umre'nin yolu.
KÜDADE
Çömlek dibinde kalan yemek.
KÜDAME
Her nesnenin bakiyyesi.
KÜDAS
Hayvan aksırığı.
KÜDS
Dövülmemiş harman.
KÜDU'
Soğuğun bitkilere zarar vermesi.KÜDUR : (Keder. C.) Kederler, hüzünler, üzüntüler, sıkıntılar, ıztırablar.
KÜDÛ
Yerin otu geç bitmek.
KÜDURET
(Keder. den) Bulanıklık. * Koyuluk, kesiflik. * Kaygı. Tasa. Kederlilik.
KÜDÜRR
Azâsı çok şişmiş olan yiğit.
KÜDYE
Kazılması güç olan sert yer.
KÜF
Yetiştiği satıhta kimyevî değişikliklere sebep olan küçük boylu mantarlara verilen umumi ad. * Maddelerin oksitlenme neticesinde dış tarafını kaplayan tabaka. Pas.
KÜFAE
Davarın bir yıllık dölü, sütü, yoğurdu, yünü ve yapağısı.
KÜFALE
Zammetmek, artırmak. * Boynuna almak.
KÜFAT
(Küfv. C.) Eşitler. * Denkler, müsaviler.
KÜFE
f. Taze dallardan veya kamıştan örülmüş, derin ve çeşitli boyda kaba sepet.
KÜFFAR
(Kâfir. C.) Gâvurlar. Hak din olan İslâmiyeti inkâr edenler. Kâfirler.
KÜFFE
(C: Küfât) Kaftan nigendesi, kaftan zencifi.
KÜFİYYUN
Eski arabça âlimlerinin ayrıldığı iki büyük şubeden biri olup diğerine Basriyyun denirdi. (O.L.)
KÜFNE
Ağaç, şecer.
KÜFR
Örtmek mânâsınadır. Kalbe âit bir sıfattır. Hak dini inkâr edip, hakkı inkâr edene ve gizleyene "kâfir" denilir. Kâfirliğin sıfatı küfürdür. * Allaha inanmamak. Hakkı görmemek. İmansızlık. * Allaha (C.C.) yakışmıyan sıfatlar uydurmak. Müslümanlığa uymayan şeylere inanmak. * Nankörlük, dinsizlik, günah, kaba ve ayıp söz. (Bak: Kebâir - Kâfir)
KÜFR Ü DALAL
Kafirlik ve sapıklık. Dinsizlik.
KÜFRAN
Nankörlük etmek. Allah'ın ihsan ve inayetine mukabil teşekkür etmeyip fiilen veya kavlen inkâr etmek.
KÜFRAN-I Nİ'MET
Cenâb-ı Hakkın ihsan ettiği ni'metleri bilmemek ve hürmetsizlikte bulunmak. (Bak: Tahdis-i ni'met)(Bazan tevâzu, küfrân-ı ni'meti istilzâm ediyor; belki küfrân-ı ni'met olur. Bazan da tahdis-i ni'met iftihar olur. İkisi de zarardır. Bunun çare-i yegânesi ki, ne küfrân-ı ni'met çıksın ne de iftihar olsun. Meziyyet ve kemalâtları ikrâr edip, fakat temellük etmiyerek, Mün'im-i Hakikinin eser-i in'âmı olarak göstermektir. M.)
KÜFR-İ CUHUDÎ
Kalb ve dil ile ikrar etmemektir. (şeytan gibi)
KÜFR-İ İNADÎ
İnadî dinsizlik, inadî küfür. Hakikat isbat edildiği halde yine imana gelmemek. Bilip de kabul etmez olmak.
KÜFR-İ İNKÂRÎ
Aslâ Cenab-ı Hakk'ı tanımayıp, İslâmiyet hakikatlarını ikrar ve tasdik etmemektir. (Evet küfr, mevcudatın kıymetini ıskat ve mânasızlıkla ittiham ettiğinden; bütün kâinata karşı bir tahkir ve mevcudat âyinelerinde cilve-i esmayı inkâr olduğundan; bütün esmâ-i İlâhiyeye karşı bir tezyif ve mevcudatın vahdaniyete olan şehadetlerini reddettiğinden; bütün mahlukata karşı bir tekzib olduğundan; istidad-ı insâniyi öyle ifsad eder ki: Salâh ve hayrı kabule liyakati kalmaz. Hem, bir zulm-ü azimdir ki: Umum mahlukatın ve bütün esmâ-i İlâhiyenin hukukuna bir tecavüzdür. İşte şu hukukun muhafazası ve nefs-i kâfir hayra kabiliyetsizliği; küfrün adem-i afvını iktiza eder. S.)(Deniliyor : Deve kuşuna demişler : "Kanatların var, uç!" O da kanatlarını kısıp, "Ben deveyim" demiş, uçmamış. Fakat avcının tuzağına düşmüş. Avcı beni görmesin diye başını kuma sokmuş. Halbuki koca gövdesini dışarıda bırakmış, avcıya hedef etmiş. Sonra ona demişler; "Mâdem deveyim diyorsun, yük götür!" O zaman kanatlarını açıvermiş. "Ben kuşum" demiş, yükün zahmetinden kurtulmuş... Fakat hâmisiz ve yemsiz olarak avcıların hücumuna hedef olmuş. Aynen onun gibi; kâfir, Kur'anın semâvi ilânatına karşı küfr-ü mutlakı bırakıp meşkuk bir küfre inmiş. Ona denilse: "Madem mevt ve zevali, bir idam-ı ebedi biliyorsun; kendini asacak olan darağacı göz önünde... Ona her vakit bakan, nasıl yaşar? Nasıl lezzet alır?" O adam, Kur'anın umumi vech-i rahmet ve şümullü nurundan aldığı bir hisse ile der: "Mevt idam değil, ihtimal beka var." Veyahud, deve kuşu gibi başını gaflet kumuna sokar, tâ ki ecel onu görmesin ve kabir ona bakmasın ve zeval-i eşya ona ok atmasın!.Elhasıl : O meşkuk küfür vasıtasiyle deve kuşu gibi mevt ve zevali, idam mânâsında gördüğü vakit, Kur'an ve semâvi kitabların iman-ı bil'âhiret'e dair kat'i ihbaratı ona bir ihtimal verir. O kâfir, o ihtimale yapışır, o dehşetli elemi üzerine almaz. O vakit ona denilse: "Mâdem bâki bir âleme gidilecek; o âlemde güzel yaşamak için tekâlif-i diniyye meşakkatini çekmek gerektir!" O adam şekk-i küfri cihetiyle der: "Belki yoktur; yok için neden çalışayım." Yâni: Vaktâ ki o hükm-ü Kur'anın verdiği ihtimal-i beka cihetiyle idam-ı ebedi âlâmından kurtulur ve meşkuk küfrün verdiği ihtimâl-i adem cihetiyle tekâlif-i diniyye meşakkati ona müteveccih olur; ona karşı küfür ihtimaline yapışır, o zahmetten kurtulur. Demek bu nokta-i nazarda, mü'minden ziyade bu hayatta lezzet alır, zannediyor. Çünki; tekâlif-i diniyyenin zahmetinden ihtimâl-i küfri ile kurtuluyor ve âlâm-ı ebediyeden, ihtimâl-i imanî cihetiyle kendi üzerine almaz. Halbuki bu mağlâta-i şeytaniyenin hükmü, gayet sathi ve faidesiz ve muvakkattır. L.)
KÜFR-İ MEŞKUK
Küfürde ve itikatsızlıkta şüpheli olma.
KÜFR-İ MUTLAK
Hiç bir imâni hükmü olmamak, dine âit hiç bir hakikatı, Allah'ın varlığına âit hiç bir delili kabul etmemek. İhsan ve inayet-i İlâhiyyeye karşı şükür etmiyerek fiilen ve kavlen inkâr etmek. ("Neuzü billâh" dine söğmek gibi) Küfr-ü icabettiren bazı çirkin sözlere de "küfür" denilmiştir.(Bir müslüman bir hakikat-ı imaniyeyi inkâr etse, küfr-ü mutlaka düşer. Çünkü başka dinlerin icmallerine mukabil İslâmiyette tam izahat verilmiş. Rükünler birbiriyle zincirlenmiş. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmı tanımayan, tasdik etmeyen bir müslüman, Allahı da (sıfatıyla) daha tanımaz ve âhireti bilmez. Bir müslümanın imanı o kadar kuvvetli ve sarsılmaz hadsiz hüccetlere dayanıyor ki, inkârda hiçbir özür kalmıyor. Adeta akıl, kabulde mecbur oluyor. S.)
KÜFR-İ NİFAKÎ
Dil ile imanı ikrar edip kalb ile itikad etmemektir.
KÜFRİYYAT
Küfre sebep olan işler ve sözler.
KÜFUF
(Keff. C.) Avuçlar, el ayaları.
KÜFÜRBAZ
f. Küfür sözü söyleyen. Ahlâksız. Küfrü âdet edinmiş olan.
KÜFÜV (KÜFV)
şerik. Nazir, akran, denk, eş, benzer, misil. Hemtâ. (Bak: Kefâet)
KÜFYE
Ancak geçinebilecek kadar olan yiyecek.
KÜH
(Bak: Kûh)
KÜHBE
Kırmızılığa yakın olan beyaz renk.
KÜHEN
f. Eski, zamanı geçmiş. Demode olmuş. Yıpranmış.
KÜHENPİR
f. Yaşı ilerlemiş. Çok yaşlı, ihtiyar.
KÜHENSÂL
f. Yaşlanmış, ihtiyarlamış, kocamış. Eskimiş.
KÜHEYLAN
Cins arab atı. (Gözü sürmelidir.)
KÜHHAN
(Kâhin. C.) Kâhinler, falcılar.
KÜHİSTAN
f. Dağlık yer, dağı çok olan mevki.
KÜHKÜM
Oturak yeri kemiği.
KÜHL
Sürme. Göz için sürme boyası.
KÜHLE
Sığırdili denilen ot.
KÜH-SAR
f. Dağ tepesi. Dağlık.
KÜHUF
(Kehf. C.) Mağaralar.
KÜHUL
(Kehl. C.) Orta yaşlı kişiler. Olgun kimseler.
KÜHULET
Orta yaşlılık. (35-40 yaş arası) Olgunluk çağı. Bazılarına göre: Yirmibir ile altmış yaşa kadar olan insanın hayat devresi. Veya otuz ile elli arası.
 
Geri
Top