Osmanlıcada ''S''ile başlayan kelimelerin anlamları

arz-ı hal

şşşşştttttttt
Özel üye
SA
f. Benzetme edâtı olan "âsâ" nın hafifletilmişidir. Meselâ: Anber-sâ $ : Anber gibi.
SA
(-Sây) f. Sürücü, süren.
SA'
Vakitler, saatler, zamanlar.
SA'
1040 dirhemlik hububat ölçeği. Kile.
SA'
Çiy, rutubet, şebnem. * Kur'an-ı Kerim alfabesindeki dördüncü harfin adı.
SAAB
Zor, güç, çetin.
SAADE
Yokuş başı.
SAÂDET
Mes'ud oluş. Talihi iyi olmak. Mutluluk. Said olmak. Allah'ın rızasına ermiş olmak. Her istediğine kavuşmuş olmak.
SAÂDET-ÂVER
Saâdet verici.
SAÂDET-BAHŞ
f. Saâdet veren, sevindiren, ferahlandıran.
SAÂDET-HAH
Saâdet isteyen. Saâdet dileyen.
SAÂDET-HANE
f. Büyük bir kimsenin evi.
SAÂDET-İ DÂREYN
İki cihan saadeti, dünya ve âhiret saadeti.
SAÂDET-İ EBEDİYE
Büyük ve ebedî saâdet. Âhiret saâdeti.(Saâdet-i ebediye iki kısımdır. Birinci ve en birinci kısmı: Allah'ın rızasına, lütfuna, tecellisine, kurbiyetine mazhar olmaktır. İkinci kısmı ise; saâdet-i cismaniyedir. Bunun esasları; mesken, ekl, nikâh olmak üzere üçtür. Ve bu üç esasın derecelerine göre saâdet-i cismaniye tebeddül eder. Ve bu kısım saâdeti ikmal ve itmam eden hulud ve devâmdır. Çünkü saâdet devam etmezse, zıddına inkılab eder.Cennet'te lezzetin devamı mes'elesi ise: Evet, lezzetin hakiki lezzet olması zeval görmeyip devam etmesindendir. Zira elemin zevali lezzet olduğu gibi, lezzetin zevali de elemdir; hatta zevalinin tasavvuru bile elemdir. Evet bütün mecazî âşıkların eninleri, bağırıp çağırmaları, bu kısım elemdendir. Ve bütün divanlarıyla yaptıkları ağlamalar, vaveylâlar hep mahbubların firak ve zevallerinin tasavvurundan neş'et eden elemdendir. Evet pek çok muvakkat lezzetler var ki, zevâlleri daimi elemleri intac ettiği gibi, çok elemlerin zevali de leziz lezzetlere bâis olur. Lezzet ve nimet ise, devam etmek şartiyle lezzet ve nimet sayılabilir. İ.İ.)(...Saâdet-i ebediyyeye muktazi vardır. Ve o saâdeti verecek Fâil-i Zülcelâl de muktedirdir. Hem harab-ı âlem, mevt-i dünya mümkündür. Hem vâki' olacaktır. Yeniden ihya-yı âlem ve haşir mümkündür hem vâki' olacaktır. S.)(Dikkat edilse şu kâinatın umumunda bir nizam-ı ekmel, bir intizam-ı kasdî vardır. Her cihette reşahat-ı ihtiyar ve lemaat-ı kasd görünür. Hattâ her şeyde bir nur-u kasd, her şe'nde bir ziya-yı irade, her harekette bir lem'a-yı ihtiyar, her terkibde bir şule-i hikmet, semeratının şehadetiyle nazar-ı dikkate çarpıyor. İşte eğer saâdet-i ebediyye olmazsa, şu esaslı nizam, bir suret-i zaife-i vâhiyeden ibaret kalır. Yalancı, esassız bir nizam olur. Nizam ve intizamın ruhu olan mâneviyat ve revabıt ve niseb, heba olup gider. Demek nizamı nizam eden, saâdet-i ebediyedir. Öyle ise, nizam-ı âlem saâdet-i ebediyeye işaret ediyor... S.)
SAÂDET-İ UZMA
Büyük saâdet. Âhiret saâdeti, saâdet-i ebediye.
SAÂDET-MEÂB
f. Saâdet sâhibi. Saâdet bulan.
SAÂDET-MEND
f. Bahtiyar, mutlu. Saâdet bulmuş olan.
SAÂDET-MENDÎ
f. Mutluluk, bahtiyarlık.
SAÂDET-RESAN
f. Saâdete ulaştıran. Saâdet bulan.
SAÂDET-SARAY
Saâdetli saray.
SAÂDET-SARAY-I EBEDİYYE
Ebediyyetin saâdetli sarayı. (Cennet kastediliyor)
SAÂDET-SARAY-I İSTİKBAL
İstikbalin saâdetli sarayı.
SAÂDET-SARAY-I MEDENİYET
Hakikî ve İslâmî bir medeniyet vasıtasıyla olan bir hayat saâdeti.
SAAK
Bir şiddet sebebi ile helâk olmak, ölmek, bayılmak. * Aklın gitmesi.
SAAL
Dikkat.
SAALİB
(Sa'leb.C.) Tilkiler.
SAALİK
Dilenciler. * Serseriler. * Kalenderler. * Dervişler.
SAAN
Suya yakın yerde develerin yattığı yer.
SAAT
Saatler. Vakitler.
SAAT
Bir günün yirmi dörtte biri, saat. Zaman, vakit. Muayyen, belli bir vakit. Altmış dakikalık zaman. * Kıyâmet.
SAAT-İ İCABE
Duaların kabul olduğu ve insanlarca gizli ve gaybî olan, Cuma gününde bir vakit.
SAAT-İ MUHTAR
Uğurlu vakit.
SAB
Bir acı otun suyu.
SAB'
Parmakla işaret etmek.
SA'B(E)
(C.: Sıâb) (Suubet. den) Zor, güç, çetin. * Zorlu, güçlü kuvvetli.
SABA
Hevâ ve nefsine meyletme. Delikanlılık.
SABA
Gün doğusundan esen hoş ve lâtif rüzgâr.
SABA-BERABER
f. Sabâ rüzgârı gibi lâtif ve hafif.
SABABET
Şiddetli sevgi. Âşıklık.
SABAE
Bir dinden bir dine geçmek.
SABAH
Gün doğmasına yakın vakitten, öğle vaktine kadar olan zaman.
SABAHAT
Yüz güzelliği. Güzellik, hüsün ve cemâl.
SABAHAT-I SİMA
Yüz güzelliği.
SABAHGÂH
f. Sabah vakti.
SABAREFTAR
f. (En fazla at için kullanılan bir tâbirdir) Rüzgâr gibi çabuk ve hafif giden. * Hoş ve lâtif yürüyüşlü.
SABARET
Kefalet.
SABAT
(C.: Sevâbıt-Sâbâtât) Pazar sokağı, iki duvar arasının örtüsü (altı yol olur.)
SABAVET
Çocukluk, sabilik.
SABAYA
(Sabiyye. C.) Büluğ çağına varmamış küçük kızlar. Kız çocukları.
SABB
Dökmek, akıtmak, boşaltmak. Dökülmek. * Aşık, tutkun.
SABBAG
Boyayan, boyacı. * Deri altındaki boyalı madde.
SABBAR
Çok sabırlı, sabur. (Bak: Sabr)
SABBARE
Soğukluk.
SABBUR
Katı, şiddetli, şedid.
SABEB
(C.: Asbâb) Çukur yer, iniş yer.
SA'BER
Sedir gibi bir ağaç.
SABG
Boyama. Boyanma.
SABGA'
Kuyruğunun ucu beyaz olan koyun.
SABHİD
Bey, emir.
SÂBIK(A)
Geçmiş. Önceki. * Zamanca veya rütbece ileride olan. * Eskiden işlenmiş suç.
SÂBIKA-İ MÜKERRERE
Birden fazla suç işleme.
SÂBIKAN
Bundan önce, evvelce.
SÂBIKÎN-I İSLÂM
En evvel müslüman olan sahabeler. (Bak: Ashab-ı Suffa, Saff-ı evvel)
SÂBIK-UL BEYÂN
Yukarıda söylenillmiş, zikri geçmiş.
SÂBIKÛN (SÂBIKÎN )
(Sâbık. C.) Sâbıklar. Öncekiler. Geçmişler.
SABIRSÛZ
f. Sabrı yakan, sabırsızlık veren.
SABIR-ŞİKEN
f. Sabrı kıran, sabrı bozan.
SABİ
Henüz süt emen çocuk. * Büluğ çağına gelmemiş olan çocuk. * Üç yaşını tamamlamayan erkek çocuk.
SABİ'
Yavru sesi. * Fil, hınzır ve fâre sesi.
SÂBİ'
(Sabi'a) Yedi, yedinci.
SÂBİAN
Yedinci olarak.
SÂBİ'AŞER
Onyedinci.
SABİB
Susam yaprağının suyu. * Kına yaprağının suyu.
SÂBİG
(Sâbiga) Tam. Tafsilâtlı. Uzun. Bol.
SABİH
(Sabiha) Güzel, latif, şirin.
SÂBİH
Yüzen, yüzücü.
SABİHA
Fecir vakti.
SÂBİHA
(C.: Sâbihât) Gemi. * Yüzen.
SÂBİHÂT
Yüzücü olanlar, yüzenler. Gemiler. * Ehl-i imânın ruhları. * Yıldızlar.
SABİÎ
İtaattan ayrılmakla bâtıla meyleden. * Yıldıza tapan sapkınlar veya yıldıza tapan ehl-i dalâlet kimselerden olanlar.
SABİÎN
(Sâbiî. C.) (Aslı: Sâbiiyyun) Yıldıza tapanlar. Sapıklardan olanlar.
SABİKÎN
(Bak: Sâbıkûn)
SABİL
Gezkere denilen nesne. (Onunla ters, balçık ve gayri ne olursa taşırlar). * Yolcu kimse.
SABİR
Altın ismi.
SABİR
(C.: Sıber) Kefil. * Yağmursuz beyaz bulut.
SABİR(E)
Tahammül eden, sabreden, bekleyen. Zorluğa karşı göğüs geren, hâlinden şikâyet etmeyip acı ve sızıya katlanan. Belâ ve musibete karşı şikâyet etmeyip Allah'a (C.C.) şükreden.
SABİRÎ
Bir çeşit ince giyim eşyası. * Bir cins hurma.
SABİRÎN (SÂBİRÛN)
Sabredenler. (Bak: Sabr)
SABİT
Duran, yerinde durup hareket etmeyen. * Doğruluğu isbat edilmiş olan.
SABİTE
Yerinde durur gibi olan yıldız. * Yerinde durup hareket etmeyen herhangi bir şey. (Seyyare'nin zıddı)
SABİT-KADEM
Mizacı oynak olmayıp işine ve sözünde kararlı olan, yerinde direnen. Sözünde duran.
SABİYY
(C.: Sıbye-Sıbyan) Oğlan. * Meyl ve muhabbet eden kimse.
SABİYYE
Büluğa ermemiş veya memeden kesilmemiş kız çocuk.
SABN
Men'etmek, engel olmak.
SABR (SABIR)
Acıya ve zorluğa katlanmak. * Bir musibet ve belâya uğrayanın telâş ve feryad etmeyip sonunu bekleyip tahammül ile katlanması. * Muharebede şecaat gösterme. * Bir kimseyi bir şeyden alıkoymak. * Öğrendiği bir şeyi başkasının da öğrenmesi için tâkat getirmek.(Cenab-ı Hak, Hakîm ismi muktezası olarak, vücud-u eşyada bir merdivenin basamakları gibi bir tertib vaz'etmiş. Sabırsız adam teenni ile hareket etmediği için, basamakları; ya atlar düşer veya noksan bırakır; maksud damına çıkamaz. Onun için hırs mahrumiyete sebebdir. Sabır ise müşkilâtın anahtarıdır... Cenab-ı Hakk'ın inayet ve tevfiki, sabırlı adamlarla beraberdir. Çünkü sabır üçtür. Biri: Masiyetten kendini çekip sabretmektir, şu sabır takvadır... İkincisi: Musibetlere karşı sabırdır ki, tevekkül ve teslimdir... Üçüncü sabır: İbadet üzerine sabırdır ki, şu sabır onu makam-ı mahbubiyete kadar çıkarıyor. En büyük makam olan ubudiyet-i kâmile cânibine sevkediyor. M.)
SABR-I CEMİL
Allah'tan gelen bir acıya sabretme. Şükrederek sabır.
 
SABR-I EYYÜB
Eyyüb'ün (A.S.) dillere destan olan sabrı.
SABSAB
Irak, uzak, baid.
SABSABA
Dövmek. * Ateş etmek. * Kahramanlık göstermek, bahadırlık etmek. * Çok inceltmek.
SABUR
f. Çok sabır gösteren, çok sabreden.
SABURÂNE
f. Çok sabır göstermek suretiyle.
SABYE
(Sabi. C.) Küçük erkek çocukları. Oğlancıklar.
SAC
Hint vilâyetinde yetişen siyah ve büyük cins bir ağaç. * Geniş, yuvarlak libas. (Araplar giyerler)
SACE
Hatıl ağacı. * Altın ve gümüş ayarını astıkları ağaç.
SA'CEZ
Dökmek.
SACİ'
Seci'li ve kafiyeli söz söyleyen, konuşan. * Kasdedici, kasdeden.
SACİD
Secde eden, Allah'ın (C.C.) huzurunda başını yere koyarak dua eden. Hâdis meâli: "Bir kulun Rabbine en yakın olduğu an: O'na secde ettiği zamandır."
SACİM
(C: Secâm) Akıcı, akan, sâil.
SACİR
Selin gelip su ile doldurduğu yer.
SACUR
Köpeğin boynuna takılan tasma.
SAD
Göz hastalığı, göz ağrısı.
SAD
Kur'an alfabesinin onyedinci harfi olup, ebcedî değeri 90'dır. Noktası olmadığından sâd-ı mühmele adı da verilir.
SAD
f. Yüz sayısı.
SAD
Bakır. * Toprağa ağnayan horoz. * Devenin başında olan bir hastalık.
SA'D
Mihnet, meşakkat, zahmet.
SA'D
Uğur, uğur getiren şey, iyilik, mübareklik, kuvvetlilik. * Kutlu, uğurlu.
SAD'
Yarılmak, yarmak. * Kesmek, kat'etmek. * Göstermek. İzhar etmek. * Beyân ve meyl etmek, açıklamak.
SA'D BİN EBİ VAKKAS (R. A.)
Aşere-i Mübeşşere'den ve ilk İslâm olanların yedincisidir. Peygamberimiz (A.S.M.) ile beraber bütün gazalarda bulundu. Müslüman olduğunda 17 yaşlarında idi. Hz. Ömer zamanında İran'a gönderilen ordunun başkumandanı oldu. Medayin şehrinin fethinde ve Kadsiye meydan muharebesinde muvaffak oldu. Kufe şehrinin kurulmasına vesile oldu. Kufe ve Irak vâliliklerinde bulundu. Vefatı 55 Hicri yılındadır.
SAD SURESİ
Kur'an-ı Kerim'de 38. Suredir. Dâvud Suresi de denir. Mekkîdir.
SADA'
Baş ağrısı. ("Suda"' diye de okunur)
SADA'
Kasd ve teveccüh eyleme. * Bir şeyi âşikâre söylemek. * Mevkiine tevcih ve isabet ettirmek. * Kat'etmek. * İzhar ve beyan etmek. * Yarık ve çatlak. Bir şeyi ikiye yarmak.
SADÂ
Seda. Ses. Avaz. Savt. * Erkek baykuş. * Bir böcek adı. * Susuzluk. * Yankı.
SADAGA
Zayıflık.
SADAK
Okları koymağa mahsus torba veya kutu şeklindeki kılıfın adıdır. Boyuna asılan bu âlete "tirkeş" veya "tirdan" da denilirdi.
SADAKA
Allah rızâsı için fakirlere verilen mal, para, ilim gibi insanın muhtaç olduğu her hangi bir şey. (Asr-ı Saâdette fukara-i müslimîn için toplanan zekâta dahi bu nâm verilirdi.) (Bak: Belâ)(...Ehl-i keşiften rivayeten bu geçen Ramazanda Ehl-i Sünnet ve Cemaat için bir ferec, bir fütuhat olacağını haber verdikleri halde zuhur etmedi. Böyle ehl-i velâyet ve keşif, neden hilâf-ı vâki haber veriyorlar? Benden sordular. Ben de birden sünuhat kabilinden olarak verdiğim cevabın muhtasarı şudur:Hadis-i Şerifte vârid olmuştur ki: "Bazen belâ nazil oluyor; gelirken karşısına sadaka çıkar, geri çevirir. " Şu hadisin sırrı gösteriyor ki: Mukadderat, bazı şeraitle vukua gelirken geri kalır. Demek ehl-i keşfin muttali olduğu mukadderat mutlak olmadığını, belki bazı şeraitle mukayyed bulunduğunu ve o şeraitin vuku bulmamasiyle o hâdise de vukua gelmiyor. Fakat o hâdise, ecel-i muallak gibi levh-i ezelînin bir nevi defteri hükmünde olan Levh-i Mahv-İsbat'ta mukadder olarak yazılmıştır. Gayet nadir olarak Levh-i Ezelî'ye kadar keşif çıkar. Ekseri oraya çıkamıyor. İşte bu sırra binaen, geçen Ramazan-ı Şerifte ve Kurban Bayramında ve daha başka vakitlerde istihrâca binaen veya keşfiyat nev'inden verilen haberler, muallak oldukları şerâiti bulamadıkları için, vukua gelmemişler ve haber verenleri tekzib etmiyorlar. Çünkü: Mukadder imiş, fakat şartı gelmeden o da vukua gelmemiş. Evet Ramazan-ı Şerifte bid'aların ref'ine Ehl-i Sünnet ve Cemaatin ekseriyetle hâlis duası bir şart ve bir sebeb-i mühim idi. Maalesef câmilere Ramazan-ı Şerifte bid'alar girdiğinden, duâların kabulüne sed çekip ferec gelmedi. Nasılki sâbık hadisin sırriyle: Sadaka belâyı ref' eder. Ekseriyetin hâlis duası dahi, ferec-i umumîyi cezbeder. Kuvve-i câzibe vücuda gelmediğinden, fütuhat da verilmedi. L.)
SADAKA-İ CÂRİYE
Hayrı, sevabı dâimî olan sadaka. Sevabı öldükten sonra da devam eden hayırlı ameller. (Kur'an ve iman hizmeti gibi.)
SADAKA-İ FITR
Ramazan bayramından evvel fıtra olarak verilen sadaka. Zengin (nisaba mâlik) her müslümanın (ihtiyar, genç, çocuk ve hattâ bunak da olsa) fakirlere vermeye mükellef olduğu sadakadır, vâcibdir. Nisaba mâlik olan bir müslüman, hem kendi nefsi için, hem de çocukları, hizmetçisi için sadaka-i fıtır verir. Fıtra: Fıtrat sadakası, yaratılış atiyyesi demektir. Sadaka-i fıtr: Buğday veya buğday unundan 1667 gram veyahut da arpa, kuru üzüm, hurmadan 3334 gram kadar yahut verildiği zamandaki rayice göre bedellerinin muhtaç olanlara verilmesidir.
SADAKAT
(Sıdk. dan) Dostluk. Bir kimseye Allah (C.C.) için kalbden bağlılık, kalbi ve samimi doğrulukla olan dostluk. * Dostlukta sebat, vefadarlık.
SADAKAT
(Sadaka. C.) Sadakalar.
SADAKATKÂR
f. Sâdık, sadakat sahibi.
SADAKTE
Doğru söyledin, sâdıksın mânasına karşısındakine söylenilen söz.
SA'DANE
(C.: Sâdân) Develerin yediği dikenli ot. * Devenin göğsü. * Tırnak dibinin siniri. * Terâzi kefesinin iplerinin altındaki düğme. * Kadın memesinin etrafı.
SADARE
Rücu etmek, geri dönmek. * Doğmak.
SADARET
Vezirlik, başvezirlik. Osmanlı Devleti zamanında Başvekillik makamına verilen isim. * Öne geçme, başta bulunma.
SADARET-PENAH
f. Sadrazam bulunan kimse.
SADAT
(Seyyid. C.) Seyyidler. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın soyundan gelenler ve onun izinden gidenler. Hususen Hazret-i Hasan neslinden gelenlere seyyid; Hazret-i Hüseyin neslinden gelenlere de Şerif denmektedir.
SADAT-I KABİLE
Kabilenin ileri gelenleri.
SADÂ-YI BASİT
Sesin, bir defa tekrarı.
SADÂ-YI MÜREKKEB
Sesin bir çok defalar tekrarı.
SADBAR
f. Yüz kere.
SAD-BERK
Yüz yaprak.
SADD
Yüz çevirmek, men eylemek, bir şeyden birini vazgeçirmek. * Fikir, niyet, kasd. * Yakınlık, civar. * Konuşulan husus.
SADD
(Sedd. den) Örten, kapıyan, mâni olan engel olan.
SADDA'
Suyu lezzetli olan örülmüş kuyu.
SADE
(Seyyid. C.) Seyyidler.
SADE
f. Basit, karışık olmayan, katıksız. * Saf, gösterişsiz, lüzumsuz bulunmayan. * Tek katlı. * Ancak, yalnız. * Süssüz. * Derin düşünemiyen, saf adam.
SADE
(Sayd. dan) Mâzi fiilidir. "Avlandı" mânâsındadır. ( dan) "Bağır, ilân et" mânâsına emirdir. Meydan okumak, âciz bırakmak mealinde ve i'caz yoluna işaret eder "sâd" diye okunur. * Sadakat, sıdk gibi mânâlara da gelir.
SA'DE
(C.: Siad) Yumuşak hurma.
SA'DE
Dişi eşek. * Süngü ağacı.
SADE'
Demir pası.
SADED
Asıl mevzu, maksad, asıl konuşulan şey, fikir. * Niyet, kasıd. Teşebbüs. * Yakınlık, civar.
SADED HARİCİ
Konuşulan mevzudan dışarı çıkmak. Hududdan dışarı çıkmak.
SA'DEDDİN-İ TAFTAZANÎ
(Hicr: 722-792) Horasan taraflarında Teftazan'da doğdu. İslâmiyete kıymetli eserleriyle hizmet eden büyük âlimlerdendir. Asıl ismi Ömer oğlu Mes'ud'dur.
SADEDİL
f. Kalb sâfi, derin mes'elelere aklı ermeyen insan. Temiz kalbli olup, kolayca aldatılabilen kimse.
SADEDİLÂNE
f. Saflıkla, bönlükle.
SADEDİLÎ
f. Bönlük, saflık.
SADEF
Deniz böceklerinin kıymetli kabuğu ve onlardan yapılan şeyler. * Sert, parlak ve şeffafa yakın madde. İnci kabuğu.
SADEF (SUDUF)
Yüksek büyük dağ. * Her yüksek nesne. * Devenin her dört ayağı. * Bir yöne ğilmek.
SADEFÇE
f. Küçük sadef.
SADEFE
(C.: Suduf-Esdâf) İnci kabuğu. * Kulak içi.
SADEGÎ
f. Sâdelik, süssüzlük, düzlük.
SADEGÎ-İ İFADE
İfade sadeliği.
SADEGÎ-İ LİBAS
Giyim sadeliği.
SADELEVH
Saf, bön.
SADEMAT
(Sadme. C.) Vuruşlar, patlamalar. * Ansızın başa gelen belâlar.
SADERU
(C.: Sâderuyân) f. Yüzünde tüy bitmemiş genç delikanlı.
SADGUNE
f. Çeşitli. Yüz türlü.
SADH
Horozun ötmesi.
SADHA
Şarabın iyisi. Kendine nisbet olunan bir yerin adı.
SADHEZAR
f. Yüzbin.
SADHEZARÂN
Yüzbinlerce.
SA'D-I TAFTAZANÎ
(M. 1322-1389) Horasan'da doğmuş büyük bir İlm-i Kelâm âlimidir. En meşhur eseri, "Makasıd" adlı kelâm kitabıdır. (Bak: Sa'deddin-i Taftazanî)
SADIH
Kavi, sağlam, kuvvetli.
SADIHA
Teganni eden.
SADIK(A)
Doğru, hakikatli, sadakatlı, dürüst.
SADIKAN
f. Sâdıklar, sâdık dostlar.
SADIKANE
f. Sâdık kimseye yakışır şekilde. Sadakatle.(...Hem o delil-i sâdık ve musaddak madem umum enbiyanın fevkinde binler mu'cizât ve neshedilmeyen bir şeriat ve umum cin ve inse şâmil bir davet sâhibi olduğundan elbette umum enbiyanın reisidir. Öyle ise umum enbiyanın mu'cizatlarının sırrını ve ittifaklarını câmidir. Demek bütün enbiyanın kuvvet-i icmaı ve mu'cizatlarının şehadeti, Onun sıdk ve hakkaniyetine bir nokta-i istinad teşkil eder. M.)
SADIKIYYET
Sâdık oluş, sâdıklık.
SADIK-UL KAVL
Doğru sözlü.
SADIK-UL KELÂM
Doğru söyleyen. Doğru konuşan. Sözü doğru.
SADIK-UL VA'D
Va'dinde duran, söz verdiği şeyi yerine getiren, ahdine sâdık olan. Cenab-ı Hak.
SADIR
Sudur eden, çıkan, meydana gelen.
SADİ'
Sabah vakti. * Koyun ve deve bölüğü. * Yedi günlük oğlan.
SA'DÎ
(M. 1193-1291) Şiraz'da doğmuş büyük bir İran şâiridir. Gülistan ve Divan'ında bol bol temsilî hikâyeler kullanmıştır. (Bak: Sa'di-i Şirazî) * Saadete, uğura mensub.
SADİC
Nakışı olmayan, nakışsız. * Çıplak. * Temiz, pak.
SADİD
Tıb: Yaradan akan sarı su. İrin.
SADİDEL
Yaprağı katmerli olan gül.
SADİG
Zayıf.
SADİH
Erkek baykuş.
SADİHA
Bulutun kat kat olması.
SA'Dİ-İ ŞİRAZÎ
(Hicrî: 587-691) Şiraz'da doğdu. 30 yıl ilme, 30 yıl seyahate, 30 yıl da inzivada ibadetle çalıştı. En meşhur eserleri Bostan ve Gülistan adındaki ahlâkî ve imanî kitaplarıdır.
SADİK
Çok sâdık, içten ve dıştan sadakatlı dost. Doğru sözlü.
SADİK-I AHMAK
Ahmak dost.
SADİK-I KADİM
Eski dost.
SADİN
(C.: Sedene) Kapıcı. Perdedar. * Kâbe hizmetçisi.
SADİR
Şaşan, hayrette kalan.
SADİS(E)
Altıncı. (6.)
SADİS-AŞER
Onaltı. Onaltıncı.
SADİSEN
Altıncı olarak.
SADK
Berk, sağlam, muhkem süngü.
SADK
Akmak, seyelan.
SADM
Def'etmek, kovmak. * Güç işe giriftar etmek.
SADME
Bir vuruş, çarpma, vurma, çatma. * Birden bire patlama. * Ansızın başa gelen musibet.
SADPARE
f. Yüz parça. Parça parça olmuş.
SADR
Her şeyin evveli ve başlangıcının en iyisi. * Kalb, göğüs, ön. * Meclisin önü ve en muteber yeri. Reisin oturduğu yer. * Rücu. * Bir aruz kalıbı. * Baş, reis, başkan. * Oturulacak yerlerin en iyisi.
SADREYN
Rumeli ve Anadolu kazaskerliği.
SADRGÂH
f. Tam orta yer. * En mühim yer.
SADR-I ÂLİ
Vezirlerin veya vekillerin başkanı. Sadrâzam.
SADR-I AZAM
Baş vezir, padişahın vekili, başvekil.
SADR-I İSLÂM
Baş vezir, padişahın vekili, başvekil.
SADRÎ
(Sadriye) Göğüsle ilgili, göğüse ait.
SADRNİŞİN
f. Bir toplantıda baş sedirde oturan.
SADSAL
f. Asır, yüzyıl.
SADTU(Y)
Çok katlı, yüz katmerli.
SADUK
Çok sâdık.
SADUKAT
Mehir. Evlenirken erkeğin kadına vereceği para. (Bak: Mehr)
SADY
Taarruz eden kimse. * Bedeni, endamı hoş olan. * Dimağ. Başın içini dolduran haşev. * Ölü insan cesedi. * Baykuş.
SAET
Doğumdan sonra koyunun rahminden çıkan madde.
SAF
Tüylü ve yünlü hayvan.
SAF
(Bak: Saff)
SAF
Bir adam boyu yüksekliğindeki duvar.
SA'F
Bir şarap cinsi.
SAF'
Sille vurmak, tokat atmak.
SAF (SÂFİ)
Katışıksız, berrâk, temiz. * Zeki olmayan, derin düşünmeyen, dikkatsiz.
SAFA
Gönül şenliği, eğlence. * Duru olmak, itmi'nan ve meserret üzere olmak. Temiz, sâfi olmak. * Hava açık ve ayaz olmak. * Mekke-i Mükerreme'de bir yerin ismi.
SAFA
Yüzü beyaz olan düz taş.
SAFA-BAHŞ
f. Eğlendiren, rahatlandıran, kederi def'eden, hatırı hoş eden.
SAFA-CU
(C.: Safacuyân) f. Rahat ve eğlence arıyan.
SAFA-ENGİZ
Safa koparan. Neşe, sevinç yapan.
SAFAHAT
(Safha. C.) Safhalar. * İstiklâl Marşı şâiri Merhum Mehmed Akif'in manzum eserinin adı.
SAFAİH
(Safiha. C.) Düz şeyler. Levhalar.
SAFAK
Kıllı derinin altında olan ince deri.
SAFAK
Yeni kırba içine konulmuş su.
SAFAL
Alçaklık. * Rüzgârın dokunduğu yer.
SAF'AN
(C.: Safâıne) Sille vurulmuş kişi.
SAFAPERVER
f. Safa veren. İç açan, safalı.
SAFARE
Zurna.
SAFAYAB
f. Safa bulmuş, huzur ve sükûna kavuşmuş.
SAFA-YI GÜLŞEN
Gülşen safası. Gül bahçesi eğlencesi.
SAFA-YI SADR
f. Gönül şenliği, kalbin itmi'nan ve sevinç içerisinde olması, meserret üzere olmak.
SAFBESTE
Saf bağlamış, saf olmuş.
SAFBESTE-İ HAREKET
Harekete geçmek üzere saf bağlayıp hazır olan.
SAFD
Yağlamak. * Sağlamlaştırmak, muhkem etmek.
SAFDERUN
f. Safi, içi temiz, kolay aldanabilen.
SAFDERUNAN
(Safderun. C.) f. Kalbi temiz, içi saf olanlar.
SAFDERUNANE
f. Kalbi safi olanlara ve kolay aldananlara yakışır surette.
SAFDİL
f. Saf, ahmak, bön, kolay aldatılan kimse.
 
SAFDİLÂNE
f. Bönlükle, saflıkla. Safdillikle.
SAFE
(C.: Savaf-Sâfât) Kanatlarını havada yayıp uçan kuş.
SA'FE
Çocuğun başında çıkan çıban. * Kel.
SAFED
(C.: Esfâd) Esirlerin eline ve ayağına bağlanan bağ. *Atâ, bahşiş, hediye.
SAFEN
(C.: Esfan) Haya derisi.
SAFER
(C.: Esfâr) Boş ve hâli olmak. * Arabi aylardan ikincisi. * Karın içinde durabilen bir yılanın adı.
SAFEVİLER DEVLETİ
(1499-1737) Safeviler adında bir hanedana mensub olan Şah İsmail'in kurduğu bir devlettir. İran'da kurulmuş olan bu devlet şii idi. Osmanlılarla münasebetleri iyi değildi. Çaldıran'da 1514'de Yavuz Sultan Selim tarafından büyük bir mağlubiyete uğratıldılar. Nihayet 1737'de bir ayaklanma neticesinde Afganistan padişahı Nadir Şah tarafından ortadan kaldırıldılar.
SAFF
Bir sıra dizilmiş şey, bir şeyi sıra ile uzun uzadıya dizmek. * Câmide cemâatın sırası.
SAFF SURESİ
Kur'an-ı Kerim'de 61. suredir. İsa, Havariyyun Suresi de denir. Medenîdir.
SAFFAT
(C.: Sıfâ-Esfâ-Sufâ) Düz kaygan taş.
SAFFAT
(Saff. C.) Saf olanlar, saf yapanlar.
SAFFAT SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 37. suresidir. Mekkîdir.
SAFF-BESTE
f. Saf bağlamış, saf olmuş.
SAFF-DER
(C.: Saff-derân) f. Düşman saflarını yaran yiğit.
SAFF-DERÂNE
f. Yiğitçesine.
SAFFEYN
İki sıra. * Muharebede karşılaşan iki taraf.
SAFF-I EVVEL
İlk saf, birinci saf. * İlk sahabeler. * Bir hareket ve cereyanın ilk sahipleri.
SAFF-SAFF
Dizi dizi. Sıra sıra.
SAFF-ŞİKAF
f. Düşman saflarını yararak bozan yiğit.
SAFF-ZEN
f. Düşman saflarını vurup yaran yiğitler.
SAFH
Suç bağışlama, dostluk etme. Günah ve cürmü afveyleme. * Bir şeyin bir tarafı. * Bir şey içirme. * Yüz çevirme.
SAFHA
Aynı şey üzerinde görülen değişik hâllerden her biri. * Bir şeyin gözle görülen yüzlerinden her biri. * Kısım. * Bir şeyin düz yüzü. * El ayası. * Bir hâdisede birbiri ardınca görülen hâllerin beheri. * Yazılmış ve yazılabilir sahife.
SAFİ
Katışıksız. Temiz, süzülmüş ve temiz. * Bozuk olmayan. Hâlis.
SAFİF
Kuru ot.
SAFİH
Men eden, engel olan.
SAFİH
Gökyüzü, semâ. * Yassı veya düz olan şey.
SAFİHA
(C.: Safayih) Yüzün derisi. * Kapı tahtası. * Kâğıdın bir tarafı. * Yassı ve düz nesne. * Enli kılıç. (Bu mânâya C: Sıfâh)
SAFİL
Alçak yer.
SAFİL
Tortu.
SAFİL
Sefil olan, düşük ahlâklı ve karaktersiz.
SAFİLE
Dip, alt taraf. Bir şeyin aşağısı.
SAFİLÎN
Alçaklar, aşağılar, sefiller. Allah'tan (C.C.) uzak olanlar. * Aşağı taraflar.
SAFİLİYYET
Alçaklık, aşağılık.
SAFİN
(C.: Sâfinât) Cins at. * Üç ayağı üstünde durup dördüncü ayağının tırnağını yerde dikip duran at.
SAFİNE
(C.: Sevâfin) Yel, rüzgâr, riyh.
SAFİR
Islık veya kuş sesi. * İnce ve güzel ses * Tecvidde: Harfin ıslık sesine benzemesidir. Bu vasıfta olan harfler: Ze, sin, sâd.
SAFİR
(Sefir) Sefere çıkan. * Elçi. * Kâtib.
SAFİYE
(C.: Sevâfi) Toz. * Rüzgâr, yel.
SAFİYE
Temiz, katışıksız, bozuk olmayan. * İçinde yapmacık ve uydurma bir şey, fazladan kelime ve kafiye bulunmayan söz.
SAFİYET
Saflık, hâlislik, temizlik.
SAFİYULLAH
Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir ismidir. Bütün mahlukatta efdal ve Cenab-ı Hakk'ın ihsanı ile onlardan seçilip çıkarılmış tertemiz mânâsına Safiyullâh denilmiştir. Hz. Adem'in de (A.S.) bir ismidir.
SAFİYY
Temiz, pak. Hâlis, saf, katıksız.
SAFİYY-ÜD DİN
Dini temiz. Dini pak.
SAFİYY-ÜL KALB
Kalbi temiz.
SAFK
Sesi işitilen vuruş. * Sarfetmek. * Reddetmek. * Kanatlarını hareket ettirmek. Deprenmek. * Kullanmak.
SAFKA
Bir satış anında müşteri ile satıcının tokalaşarak, "hayrını gör" demeleri. * Yapılan satış.
SAFRA
Dengeyi sağlamak için yelkenli gemilerin sintinelerine konan mâden, taş, kum gibi ağırlıklar.
SAFRA
Sarı. * Karaciğere bağlı öd kesesi içindeki yeşilimsi sarı ve acı su ki, yağların hazmına hizmet eder.
SAFRAGUN
Bir cins serçe kuşu.
SAFRE
Açlık.
SAFRİYE
Güz mevsiminden önce biten ot.
SAFSAF
Söğüt ağacı.
SAFSAF
(C.: Safsâfe) Her nesnenin kemi, kötüsü, hor ve hakiri. * Döğülmüş yumuşak toprak. * Mâkul olmayan kelimeler. * Mânâsız şiir. * Yaramaz ve kötü işler.
SAFSAF
(C.: Safâsıf) Yüksek düz yer. * Serçe kuşu.
SAFSAFA
Elemek. * Asılsız yapmak. * İşe yaramaz hâle getirmek, yaramaz etmek. Hor ve hakir etmek.
SAFSAFE
Ekşi aş. * Ekşili nesne.
SAFSATA
Hezeyan, yalan, uydurma. Zâhirde doğru, hakikatte yanlış ve yalan olan kıyas. (Bak: Dimağ)
SAFSATAPERDAZ
f. Safsata kabilinden söz söyliyen adam.
SAFSATİYÂT
Safsatalar, yalan ve yanlış şeytâni sözler.
SAFVAN
(Safvâ) Yumuşak, düz ve kaygan taş veya kaya parçası. * Çok soğuk ve açık olan gün.
SAFVE
Hâlis ve seçkin. * Katı yüzlü merhametsiz kimse.
SAFVET
Sâfilik, temizlik, pâklık. Hâlislik.
SAFVET-İ KALB
Fikir ve niyetinde hiçbir garazı ve kötü gâyesi olmamak, temiz kalbli olmak.
SAFVET-İ VİCDAN
Vicdan saflığı.
SAGA
(C.: Sayâg) Kuyumcu.
SAGAİR
(Sagire. C.) Küçük günahlar.
SAGAN
Mâverâünnehir diyarında bir şehir adı.
SAGAR
Küçük olmak.
SAGAR
Zelillik, alçaklık, âdilik.
SAGAR
f. İçki bardağı. Kadeh.
SAGAT
Aslı "sagavet" olup, bir cihete meyil demek olan "sagav" masdarından fiil-i mâzi müfred müennesdir. Muzarisi : "tasgi" gelir. " Velitasgi ileyh"; söz dinlemek veya dikkat edip kulak vermek, imâle-i guş etmek demek olan ısga da, bundan müştaktır. (E.T.)
SAGG
Meyletmek, yönelmek, eğilmek.
SAGIB (SAGBÂN)
Aç kimse. (Müe: Sagbâ)
SAGIR
Zelil ve aşağılık kimse.
SAGIYE
Koyun. * Umumu nefy için ehad mânâsına da kullanılır.
SAGİR(E)
Küçük, ufak. Büluğa ermemiş çocuk.
SAGİRE
(C.: Sagair) Küçük günah.
SAGİR-ÜS SİNN
Yaşı küçük.
SAGR
(Sügur. C.) Etrafı kale ile çevrili şehir. * Sahil şehri. * Tepe veya başka bir yerde mağara. * Ağız. Ön dişler.
SAGSAG
Galat kelâm konuşmak.
SAGSAGA
Dişi çıkmamış küçük oğlan. * Bir şeyi ısırmak.
SAGSEGA
Toprak içine bir şey gömmek. * Yemeği yağlı ve iyi pişirmek. * Dişi depretmek.
SAGY
(Sagv) Meyletmek, yönelmek. * Güneşin batmaya meyletmesi.
SAĞNAK
Birdenbire ve çok fazla yağıp geçen yağmur.
SAHA
Kirli ve paslı olmak.
SAHA
Meydan, yer, avlu, geniş yer.
SAHA'
(Bak: Sehâ)
SAHABE
(Sahâbi) Sâhibler. Sâhib çıkanlar. * Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (A.S.M.) sağ iken mü'min olarak görmüş, mü'min olarak vefat etmiş erkek müslüman. (Bak: Ashab, Sohbet.)(Eğer desen : "Sahabeler de insandırlar, hatâdan, hilâftan hâli olmazlar. Halbuki, içtihadın ve ahkâm-ı şeriatın medarı, sahabelerin adaleti ve sıdkıdır ki, hattâ ümmet "Sahabeler umumen âdildirler, doğru söylerler. " diye, ittifak etmişler.Elcevab: Evet, sahabeler ekseriyet-i mutlaka itibariyle hakka âşık, sıdka müştak, adalete hâhişgerdirler. Çünki, yalanın ve kizbin çirkinliği, bütün çirkinliğiyle ve sıdkın ve doğruluğun güzelliği, bütün güzelliğiyle o asırda öyle bir tarzda gösterilmiş ki, ortalarındaki mesafe, Arş'tan Ferş'e kadar açılmış. Esfel-i sâfilîndeki Müseylime-i Kezzâb'ın derekesinden Alâ-yı İlliyyinde olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın derece-i sıdkı kadar bir ayrılık görülmüştür. Evet, Müseylime'yi esfel-i sâfilîne düşüren kizb olduğu gibi, Muhammed-ül Emin Aleyhissalâtü Vesselâm'ı âlâ-yı iliyyîne çıkaran sıdktır ve doğruluktur.İşte hissiyat-ı ulviyeyi taşıyan ve mehâsin-i ahlâkiyeye perestiş eden ve Şems-i Nübüvvet'in ziya-i sohbetiyle nurlanan sahabeler, o derece çirkin ve sukuta sebep ve Müseylime'nin maskara-âlud müzahrefat dükkânındaki kizbe, ihtiyariyle ellerini uzatmamak ve küfürden çekindikleri gibi, küfrün arkadaşı olan kizbden çekinmeleri ve o derece güzel ve medar-ı fahr ve mübahat ve mi'râc-ı suud ve terakki ve Fahr-i Risalet'in, hazine-i âliyesinden en revaçlı bulunan ve şa'şaa-i cemaliyle, içtimaat-ı insaniyyeyi nurlandıran sıdka ve doğruluğa ve hakka -ve bilhassa ahkâm-ı şer'iye rivayetinde ve tebliğinde- elbette ellerinden geldiği kadar talip ve muvafık ve âşık olmaları kat'idir, zaruridir, şüphesizdir. Halbuki şu zamanda, kizb ve sıdkın ortasındaki mesafe o kadar kısalmış ki, âdeta omuz omuza vermişler. Sıdktan yalana (geçmek) pek kolay gidiliyor. Hattâ siyaset propagandası vasıtasıyla yalancılık, doğruluğa tercih ediliyor. İşte, en çirkin şey, en güzel şeylerle beraber bir dükkânda, bir fiatla satılsa; elbette pek âli olan ve hakikat cevherine giden sıdk ve hak pırlantası o dükkâncının mârifetine ve sözüne itimad edip, körü körüne alınmaz. S.)(Ehl-i Sünnet Velcemaat, sahabeler zamanındaki fitnelerden bahis açmayı men'etmişler. Çünki Vâkıa-i Cemel'de Aşere-i Mübeşşere'den Zübeyr ve Talha ve Aişe-i Sıddıka (R.Anhüm) bulunmasıyla Ehl-i Sünnet Velcemaat, o harbi, içtihad neticesi deyip: Hazret-i Ali (R.A.) haklı, öteki taraf haksız; fakat içtihad neticesi olduğu cihetle afvedilir. Hem Vehhabîlik damarı, hem müfrit Râfızîlerin mezhebleri İslâmiyete zarar vermesin diye Sıffîn Harbindeki bâgilerden de bahis açmayı zararlı görüyorlar.Haccac-ı Zâlim, Yezid ve Velid gibi heriflere İlm-i Kelâm'ın büyük allâmesi olan Sa'deddin-i Taftazanî, "Yezid'e lânet câizdir" demiş; fakat "Lânet vâcibdir" dememiş. "Hayırdır ve sevabı vardır" dememiş. Çünki, hem Kur'anı, hem peygamberi, hem bütün sahabelerin kudsi sohbetlerini inkâr eden hadsizdir. Şimdi onlardan meydanda gezenler çoktur. Şer'an bir adam, hiç mel'unları hatıra getirmeyip lânet etmese, hiçbir zararı yok. Çünki zem ve lânet ise, medih ve muhabbet gibi değil; onlar, amel-i salihde dahil olamaz. Eğer zararı varsa daha fena... R.N.)(İmam-ı Ali (kerremallahü veche)nin şahsına ve hayatına ve adalet-i hakiki üzerine giden siyasetine ilişmek, darbe vurmak başkadır. Şahsiyet-i zâhirîsinden ve hayat-ı dünyeviyesinden ve siyaset-i içtimaiyesinden binler derece daha yüksek olan şahsiyet-i mânevîsine ve kemalât-ı ilmiyesine ve makamat-ı velâyetine ve varisliğine darbe gelmez ve gelmemiş ve gelemiyor. Kimin haddi var? Onun için, iki ciheti birleştirmek tevehhümüyle karşısında muarazaya çalışanların taarruzu pek dehşetli görünüyor. Ehl-i iman ortasında nasıl böyle vukuat olabilir? diye hayret veriyor. Halbuki Yezid ve Velid gibi habis herifler müstesna, ötekilerin kısm-ı azamı, İmam-ı Ali'nin (R.A.) hârika kemalâtına ve kerametlerine ve verasetine ilişmek değil; belki yalnız hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye ait idaresine darbe vurmağa çalışmışlar, hatâ etmişler. R.N.)
SAHABET
Sâhib olma, sâhib çıkma. * Sohbetinde bulunmuş olma. * Yardım etme, koruma, arka olma.
SAHABETKÂR
f. Koruyan, sahib çıkan, arka olan.
SAHABİ
(Bak: Sahâbe)
SAHABİYE
Peygamberimiz Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmı sağ iken görmüş olan ve mü'mine olarak vefat etmiş bulunan kadın müslüman. (Bak: Ashab)
SAHAD
Yakmak.
 
SAHAFET
Zayıflık, bozukluk. * Hafiflik.
SAHA-İ ZUHUR
Görünme meydanı.
SAHAİF
(Sahife. C.) Sahifeler.
SAHA-KÂR
f. Eli açık, cömert, sahi.
SAHAM
(Bir kimse) güneşte yanma.
SAHANET
Kızgınlık, sıcaklık.
SAHARİ
(Sahrâ. C.) Çöller, sahrâlar, kırlar.
SAHARÎ
Kaya cinsinden. Kaya ile alâkalı.
SAHARÎ
(Sahrâ. C.) Sahrâlar. Çöller.
SAHAT
(Sâha. C.) Sâhalar, meydanlar, açık yerler, alanlar.
SAHAVET
Cömertlik, el açıklığı, muhtaç olanlara çok ihsan etmek.(İhsan ihsandır. Eğer nev'e olsa; veya muhtaca ve fakire olsa, sahavet o vakit tam sahavettir. Eğer, millet için olsa, yahut milleti tazammun eden bir ferde olsa güzeldir. Şayet muhtaç olmayan şahsa olsa, şahsı tenbel eder, çingeneliğe alıştırır. Elhâsıl, millet bâkidir, fert fâni. Münazarât)
SAHAVETKÂR
f. Eli açık, cömert olan. Herkese ihsan eden.
SAHB
(Sâhib. C.) Yakın dostlar. Sâhipler.
SAHB
(Sahab) Figan, seslerin birbirine karışması, gürültü, patırtı.
SAHB(ET)
Şarabın kırmızı olması. * Saç kılının kırmızıya yakın olması.
SAHC
Bağırsağın yaş olup cerahat vermesi. * Kaşımak. * Tırmalamak.
SAHE
İnce ve zayıf deve.
SAHF
Süngü demirinin keskin olması. * Soymak. * Yüzmek.
SAHFE
(C.: Sıhâf) Küçük çanak.
SAHFE
Arka derisine yapışan yağ.
SAHFE
Zayıf akıllılık ve az fikirlilik.
SAHH
şiddetinden kulaklar tutulan çığlık. * Sağlam bir şeyle vurmak. * Cemetmek, toplamak.
SAHH
(Sıhhat. den) Eskiden resmi yazılara konulan ve "doğrudur, yanlışsızdır" mânasına gelen bir işâretti.
SAHHA
Kulakları sağır eden şiddetli bağırış ve çığlık.
SAHHAB
Gürültücü, patırtıcı.
SAHHAF
(Sahf. dan) Eski kitap alıp satan kimse.
SAHHAKA
Sevici kadın.
SAHIB
Yoldaş, yol arkadaşı. *Gözcü. (C.: Sıhab-suhban) (Sahıb'in C: Sahb Sahb'ın C: Eshab-Eshab'ın C: (Esâhıb))
SAHIRE
(C.: Savahır) Topraktan yapılmış bir kap.
SAHIT
Dargın, kırgın.
SAHİ
Cömert, eli açık, herkese iyilik etmek isteyen.
SAHİ
(Sehv. den) Hata işleyen.
SÂHİB
(Sohbet. den) Sohbet edilen kimse. * Bir şeyi koruyan ve ona mâlik olan. * Bir iş yapmış olan. * Bir vasfı olan.
SÂHİBAT
(Sâhibe. C.) Kadın sâhibler.
SÂHİBE
(Müe.) Bir şeyin sahib ve mâliki olan kadın.
SÂHİBE-İ CEMÂL
Güzellik sahibi kadın. Güzelliği olan kadın.
SÂHİBE-İ HÂNE
Ev sahibi kadın.
SÂHİBET-ÜL BEYT
Ev sâhibesi. * Kadın ev sâhibi.
SAHİB-FIRAŞ
f. Hasta. Yatağa düşmüş.
SAHİB-HURUC
f. Ayaklanmış, isyân etmiş, âsi. Ayaklanıp isyân ederek idâreyi ele geçirmiş kimse.
SÂHİB-İ ARZ
Devleti temsil eden zât.
SÂHİB-İ HÂNE
Ev sâhibi. Sahib-ül beyt.
SÂHİB-İ HAYRÂT
Câmi, yol, çeşme vs. gibi hayırlı işler yapıp bırakmış kimse. Hayrat sâhibi.
SÂHİB-İ HURUC
f. İsyan edip ayaklanarak idareyi ele geçirmiş olan kimse. * Büyük kahraman. * Şarktan zuhuru beklenen mehdi.
SÂHİB-İ İMTİYAZ
İmtiyaz sahibi.
SÂHİB-İ KEMÂL
Kemal sahibi, olgun insan.
SÂHİB-İ NUN
(Sâhib-i Zünnun) Hz. Yunus Peygamber'in (A.S.) bir nâmı.
SÂHİB-İ TAHRİC
(Bak: Tahric)
SAHİB-KEMAL
f. Olgun, kemal sahibi.
SAHİB-KIRAN
f. Her zaman muvaffak olan ve üstünlük kazanan hükümdar.
SAHİB-NAZAR
f. Görüşü, tecrübesi ve düşüncesi kuvvetli olan.
SAHİBU BİL-CENB
Arkadaş. Refik.
SÂHİB-ÜL BEYT
Ev sâhibi.
SÂHİB-ÜL HUT
Peygamber Hazret-i Yunus'un (A.S.) bir nâmı. (Bak: Yunus)
SÂHİB-ÜL YED
Mal sahibi, malı elinde tutan kimse.
SÂHİB-ÜS SEYF
Kılınç sahibi. Maddeten kuvvetli olup, maddi cihad ile vazifeli olan.
SÂHİB-ÜT TÂC
Tâc, sâhibi, İncil'de mezkur Hz. Muhammed'in (A.S.M.) ismi.
SÂHİB-ÜZ ZAMAN
Zamânın sahibi. Zamânında İnd-i İlâhide en makbul insan. Müceddid. *Mehdi-i zaman.
SAHİB-VÜCUD
Sözü geçer, mevki sâhibi kimse.
SAHİB-ZUHUR
Baş kaldıran, isyan eden, ayaklanan. Başa geçen.
SAHİD
Uyanık.
SAHİF
(Sahâfet. den) Zayıf akıllı. Az fikirli kimse. * Gevşek dokunmuş. Boş.
SAHİFE
Sayfa, kitap sayfası. *Mc: Bir mâna ifade eden her hangi bir şeyin hâli.
SAHİFE-İ HÂLİYE
Boş sahife.
SAHİH
Fık: Rükünleri ve şartları tamam olan herhangi bir ibâdet ve muâmele. * Hâlis, kusursuz, şüphesiz. * Edb: Gerek söz bakımından ve gerek mânâca noksanları bulunmayan ifade. * Gr: Kelimenin kök harfleri (Huruf-u asliye) : 1- Hemzeden; 2- İki aynı harf yanyana geldiği zaman, yalnız biri yazılıp üzeri şeddelenmekten; 3- Harf-i illet "vay-ye" ve bunlardan dönen "elif"den sâlim bulunursa kelime sahih olur.
SAHİHAN
Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim'in birlikte adı.
SAHİHAN
Doğru olarak, cidden, hakikaten, gerçekten.
SAHİH-İ MÜSLİM
(Bak: Kütüb-ü sitte-i hadisiyye)
SAHİK
Ezip döğen.
SAHİK
Uzak. * Müretteb olan söz. * Hemen anlaşılmaz derece. * Çok karışık ve anlaşılmaz söz.
SAHİL
At kişnemesi.
SAHİL
Kişneyen. Kişneyici.
SAHİL
Deniz, göl veya akarsu kenarı. Kıyı, yalı.
SAHİLHANE
f. Yalı evi.
SAHİLNİŞİN
f. Sâhilde oturan.
SAHİLRESİDE
f. Sâhile varmış, kıyıya ulaşmış.
SAHİLSARAY
Deniz kenarındaki kâşâne, büyük yalı.
SAHİME
Zayıf dişi deve.
SAHİMET
Kin, çekememezlik. * Hased.
SAHİN(E)
(Sihan. dan) Sık. * Kalın, sıkı. * Katı, pek.
SAHİN(E)
(Suhunet. den) Sıcak, kızgın, ısınmış.
SAHİR
Büyücü, büyü yapan, sihir yapan.
SAHİR
Maskaralık eden, maskara eden.
SAHİR
(Seher. den) Uykusuz kalan. Uyuyamayan.
SAHİRÂNE
f. Büyülercesine olan. Büyüleyici gibi.
SAHİRE
İçine kızmış taş koyup kaynatılan ve üstüne yağ döküp içilen süt.
SAHİRE
Büyücü kadın.
SAHİRE
Yer yüzü, arz. * Kıyamet günü, Cenab-ı Hakk'ın haşir meydanı için tecrid edeceği Arz-ı Beyza. * Aslâ insan ve hayvan ayak basmadık yer yüzü. Çöl. * Cehennem.
SAHİR-PİŞE
f. Sihirbazlığı meslek edinmiş olan.
SAHK
Dövmek. * Ezmek. * Eski kaftan, eski elbise.
SAHK
Döğüp yumuşatma. Döğme, döğülme. * Kırma, kırılma. * Sürtme.
SAHL
Az az vermek.
SAHL
Ses kısıklığı. Ses bozukluğu. * Boğazını boğup şiddetle çağırmak.
SAHLE
(C.: Sühul-sihâl) Koyun kuzusuna ve keçi oğlağına derler. (Doğduğu vakitten dört aylık olana kadar.)
SAHMEM (SAHMİM)
Hâlis (hayırda ve şerde kullanılır.) *Yaramaz huylu deve.
SAHN
Evin ortasındaki açıklık, avlu, oyuk. * Boşluk. Boş yer. Orta, meydan, aralık. * Sahne. * Cami ve medreselerdeki umumun toplanmasına âit üstü kubbeli ve örtülü yer. * Büyük kâse. Sahan. * Zil.
SAHN
Sıcaklık, harâret.
SAHN
Kırma. Kesr.
SAHNAN
Çifte zil.
SAHNE
Cerahat, yara.
SAHNE
Manzara. * Tiyatro oynandığı yer. Oyun yeri.
SAHN-İ DURENG
Dünya.
SAHN-İ GÜLŞEN
Gül bahçesinin ortası.
SAHN-İ LÂLE-ZÂR
Lâle bahçesinin ortası.
SAHR
Örtmek.
SAHR
Masharaya almak.
SAHR
(Sahar - Saharat - Suhur) Kaya. Büyük taş. * Maden kütlesi. * Hazret-i Süleyman (A.S)'in mühürünü çalan ifrit.
SAHRA
(C.: Sahârâ-Sahravât) Kır, ova, çöl. * Yazı. * Kızıl dişi eşek. (Müz-Eshar)
SAHRA-NEVERD
f. Çölde dolaşan. Göçebe.
SAHRA-NİŞİN
f. Çölde oturan. Sahrada hayat geçiren.
SAHRAVAT
(Sahra. C.) Sahralar, çöller. Ovalar. Kırlar.
SAHRA-YI KEBİR
Büyük çöl. Cezayir, Tunus ve Libya'nın güneyinden Çat Çölü hizasına kadar uzanan Afrika'nın en büyük çölü.
SAHRE(T)
Büyük ve sert taş.
SAHRETULLAH
Kudüs'te, Beyt-i Mukaddes'te çok eski ve tarihî bir kaya. Hazret-i Peygamber (A.S.M.), Mir'ac gecesinde bu kayadan uruc ettiği hakkında rivayet vardır. Bu kayaya "Hacer-i Muallak" da denir.(Felsefenin ruhsuz kanunları pek karanlık ve vahşetli gösterdikleri hilkat-i arziye ve vaziyet-i fıtriyesini bu meyve ile nurlu, ünsiyetli bir tarzda, "Sevr ve Hut" namlarındaki iki meleğin omuzlarında, yani nezaretlerinde ve Cennet'ten getirilen ve fâni Küre-i Arz'ın bâki bir temel taşı olmak, yani ileride baki Cennet'e bir kısmını devr etmeğe bir işaret için Sahret nâmında uhrevî bir madde, bir hakikat gönderilip "Sevr ve Hut" meleklerine bir nokta-i istinad edilmiş, diye Benî-İsrail'in eski peygamberlerinden rivayet var ve İbn-i Abbas'tan dahi mervidir. Maatteessüf bu kudsi mânâ, mürur-u zamanla bu teşbih, avamın nazarında hakikat telâkki edilmekle aklın hâricinde bir suret almış. Madem melekler havada gezdikleri gibi, toprakta ve taşta ve yerin merkezinde de gezerler, elbette onların ve Küre-i Arz'ın, üstünde duracak cismanî taş ve balığa ve öküze ihiyaçları yoktur. Ş)
SAHRINÇ
Yağmur sularını biriktirmek için bina altında ve toprak içinde yapılan etrafı duvarlı veya çimento sıvalı su mahzeni.
SAHSAH
Geniş, düz yer.
SAHSAH
Yağmurun sert ve katı yağması.
SAHSAH
(C.: Sahâsıh) Düz yer.
SAHSAH(A)
Döndürmek. * Evin ortası.
SAHSALİK
Katı, şiddetli, şedid. * Yaşlanmış, ihtiyar kadın. * Şiddetli ses.
SAHT
Boğazlamak.
SAHT
Zor güç, * Sert, katı, çetin. * Güçlü, kuvvetli, sağlam.
SAHT (SUHT)
Hışım, hiddet, kızgınlık, gadap.
SAHTDİL
f. Katı yürekli.
SAHTE
f. Düzme, yapmacık, yalandan, taklit. * Kalp, karışık.
SAHTEGÎ
f. Sahtelik, yalan, düzme.
SAHTEKÂR
f. Sahte iş yapan, hilekâr. Kalpazan.
SAHTEKÂRÎ
f. Hilekârlık, sahtekârlık.
SAHTEVEKAR
f. Yapmacık tavırlar takınan, kendini satmaya çalışan.
SAHTGİR
f. Bir şeyi sıkıca tutan.
SAHTİ
f. Sertlik, katılık. * Güçlük. * Sıkıntı.
SAHTİYAN
f. Boyanmış, cilâlanmış deri. Tabaklanmış deri.
SAHT-LİGAM
f. Gem almaz, sert başlı at.
SAHTRU
f. Suratı asık, dargın, kırgın.
SAHUN
Adım tutan eşek.
SAHUN
Gafiller. Allah'ın (C. C.) emrinden gaflet edenler.
SAHUR
Gece uyanıklığı, uykusuzluk. * Ayın etrafındaki hâle. * Yer yüzünün gölgesi.
SAHUR
Temcid yemeği. Ramazan'da şafaktan önce yenen yemekr.
SAHV
Ateş ve ocaktan kül çıkarmak.
SAHV(E)
Ayılma, ayıklık, aklı başında olmak. * Hastanın iyileşmesi. * Tas: Kendinden geçme hâlinin sona ermesi, his âlemine tekrar dönmek. * Uyanıklık.
SAHVA'
(C.: Sehâvât) Yumuşak, geniş, bol yer.
SAHVE
En yüksek dağ. * Atın sırtı, eğer konulan yeri. * Su menbaı.
SAHY
Nemli olmak. * Islaklık, rutubet.
SAİ
Çalışan. * Devletçe posta idaresinin kurulmasından evvel mektup ve emanet götürüp getiren kimseler. * Bir yere vâli olan. * Cemaat başı. * Yan yan giden. * Hızlı yürüyen. * Koğuculuk yapan.
SÂ-İ MÜSELLES
Üç noktalı sâ' harfi. (Se harfi de denir.)
SAİB
Ak saçlı, beyaz saçlı.
SAİB
Yağmur getiren bora.
SAİB
(Savab. dan) Maksada uygun. * Hedefe doğru ulaşan. * Doğru. Yanlışsız. Yanlışlık yapmayan.
SAİB
Bir yerle veya bir şeyle ilişiği ve alâkası olmayan.
SAİBE
Başı boş bırakılmış hayvan. Sâime.
SAİD
Yukarıdaki temiz toprak, pislikten uzak pâk toprak. Yeryüzü. * Yol, tarik. * Mezar, kabir. * Yüksek. * Yukarı çıkan.
SAİD
Kolun, bilek ile dirseği arasındaki kısmı. Mirfak.
SAİD
(Suud. dan fâil) Yukarı çıkan, yükselen, kalkan.
SAİD
(Sa'd. dan) Saadetli. Allah (C.C.) kendisini sevmiş. O'nun rızasına ermiş olan. Ahireti için çalışan kimse. Mes'ud. Mübarek. Bahtiyar.
SAİD BİN ZEYD (R.A.)
Hz. Ömer'in (R.A.) amcasının oğluydu. Aşere-i Mübeşşere'den ve Ashabın ileri gelenlerindendi. Vazifeli olarak Habeşistan'a hicret edenlerdendi. Şam'ın fethine ve bir çok mühim muharebelere iştirak etti. Hicri 51 yılında vefat etti.
SAİDAN
Kol ve bacak.
 
SAİD-İ NURSÎ
(Bediüzzaman) (Mi: 1876 - 1960, Hi: 1293 - 1379) Babası Mirza, Annesi Nuriye olan bu büyük mütefekkir zât, Bitlis vilâyetimizin Hizan kazası, Nurs köyünde doğmuştur. Ateşîn zekâsı ve takvası ve dinine sadakatı kısa zamanda etrafta tanınmasına sebeb olmuştur. Bir müddet Van'da kaldı. Başta Vâli Tahir Paşa olmak üzere bütün halk kendisine hürmet ediyordu. Kısa zamanda ilmi ile hocalarına ders verecek hale gelmişti. İslâmiyete bütün varlığıyla hizmet etmek cehdi içerisinde idi. İhsan-ı İlâhî olan hârika kabiliyeti ile mütâlaa ettiği kitapları kısa zamanda ezberden okuyabiliyordu. Cesaret ve şecaatta da hârikaydı. Rusların Şark vilâyetlerimize tecavüzü sırasında Enver Paşa Kumandasında Milis Teşkilâtı Gönüllü Alay Kumandanı olarak talebeleriyle birlikte harbe iştirak etti. Büyük fedakârlıklar gösterdi. Hiçbir zaman birlik ve İslâmî beraberlikten ayrılmadığı gibi dâima millî vahdetimiz için bütün gücüyle çalışıyordu.31 Mart isyan hareketinde yatıştırıcı ve müsbet rol oynamış; bir nutukla, isyan eden sekiz taburu itaate getirmişti. (31 Mart Olayı, 1970 SBF. Yayınları sh: 129 - 253 Doktor Sina Akşin'in eserinden.)Kendisini verdikleri Divan-ı Harb-i Örfî'de Mahkeme Reisi Hurşid Paşa'nın "Sen de şeriat istemişsin" sualine karşı şöyle cevap veriyordu:"Şeriatın bir hakikatına bin ruhum olsa feda etmeğe hazırım. Zira şeriat sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil!.."1327 (Mi: 1911) tarihinde Şam'da Cami-ül Emevî'deki hutbesinde İslâm Âlemindeki hastalıkları teşhis ederek anlatıyor ve bir bir tedavi çarelerini söylüyordu. O hutbede hülâsa olarak İslâmî uyanışı ve çarelerini anlatmıştır. O hutbeden birkaç satır:"Hâsıl-ı kelâm : Biz Kur'an şakirdleri olan müslümanlar, bürhana tâbi oluyoruz. Akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-ı imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları gibi ruhbanları taklid için bürhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fennin hükmettiği istikbalde elbette bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur'an hükmedecek."Aynı zamanda şark vilâyetlerinde müsbet ilimlerle ve dinî bilgilerle mücehhez Medreset-üz Zehra nâmında büyük bir üniversite açılmasına çalışıyordu ve Sultan Reşad kendisine bu iş için 19 bin altun lira vermeyi kabul etmişti. Van Gölü kenarında Artemid'de temeli atılan bu müessese 1. Cihan Harbi sebebi ile geri kalmıştı.Bediüzzaman Said Nursî, İstanbul'da 25 Ağustos 1918'de kurulan Dar-ul Hikmet-il İslâmiye'ye Erkân-ı Harbiye-yi Umumiyye'nin teklifi neticesinde âzâ kabul edildi.Bu yüksek ilmî hey'ette bütün İslâm Âlemini alâkadar eden mes'eleler görüşülüyordu. Devrin hastalığını ve milletin maddî, manevî ihtiyaçlarını o zamanda bilen ve teşhis eden bu zat, eserlerini neşretmeğe başladı. İşârât-ül İ'caz, Münâzarat, Muhâkemât, Tuluât, Lemaât, Nokta, Rumuz, Hutuvât-ı Sitte, Sünühât, Şuâât gibi eserlerinde ecnebilerin İslâm Âlemini parçalamak, mânen ve maddeten yıpratmak için ortaya attıkları bâtıl fikirleri çürüten, Kur'anî İslâmî hakikatleri neşrediyor, ilân ediyordu.Millî hükümetin Ankara'da teşkiline ve İstanbul'daki kuvvetlerin bu hükümete yardımlarına bütün gücüyle çalışıyordu. İngiliz ve Fransız gibi emperyalistlerin ye's verecek fikirlerine, neşriyatlarına karşı milleti uyandıracak faaliyette bulunarak, "Hutuvât-ı Sitte" gibi neşriyatıyla millî birlik ve beraberlik, İslâmî gayret ve şecaate kuvvet vermeğe çalışıyordu.En büyük tehlikenin ilim nâmı altında Avrupa emperyalistlerinin ortaya attıkları, milleti birbirine düşürecek, imanı zedeleyecek, Kur'an'dan ve imandan, millî birlik ve beraberlikten ayıracak fikirler olduğunu biliyor ve bunların ilmî esaslarla, müsbet delillerle çürütülmesi yolunda çalışıyordu. (Tarih Sohbetleri 1966, Cilt: 4)Diyarbekir havalisinde din nâmına ihtilâle teşebbüs eden (15 Şubat 1925) Şeyh Said, Bediüzzaman'ın büyük nüfuzundan istifade için mücadeleye iştirake davet ettiğinde cevaben onlara mektubunda şöyle demişti:"Türk milleti asırlardan beri İslâmiyete hizmet etmiş ve çok veliler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılınç çekilmez, siz de çekmeyiniz. Teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Millet irşad ve tenvir edilmelidir." (Bediüzzaman Said Nursî Tarihçe-i Hayatı)Ecnebilerin propagandasının te'siri altında kalanlar bu büyük mücahide çeşitli iftiralarda bulundular. Fakat O, hakikatları ilândan, milli birlik ve beraberliği te'mine çalışmaktan aslâ vaz geçmedi. 130 parçadan fazla olan bütün eserlerinde, siyasetten tecerrüd ederek ve bilhassa menfî ve tarafgir siyasetçiliklerden, şeytandan kaçar gibi kaçıp, müslümanlar arasında kardeşlik şuuruyla ve bîtaraf bir makamda Kur'an'a hizmet etmeyi bu zamanda en mühim bir vazife olarak kabul etmiş ve bu hakikatı iman hizmetindeki talebelerine değişmez bir düstur halinde tesbit etmiştir.Eserlerinin muhtelif yerlerinde tekrarla üzerinde durduğu mesleğinin bu düsturuna dair birkaç bahsi nümune olarak aşağıya dercediyoruz.şöyle ki:"Risale-i Nur şakirdlerinin mümkün olduğu kadar siyasete ve idare işine ve hükümetin icraatına karışmamak bir düstur-u esasîleridir. Çünki hâlisane hizmet-i Kur'aniye, onlara her şeye bedel, kâfi geliyor..... Hem milletin her tabakası; muvafıkı ve muhalifi, memuru ve amisinin o hakikatlarda hisseleri var ve onlara muhtaçtırlar. Risale-i Nur şakirdleri, tam bîtarafane kalmak için siyaseti ve maddî mübarezeyi tam bırakmak ve hiç karışmamak lâzım gelmiş." Şualar: 362"...Nur şakirdleri hiç siyasete karışmadılar, hiç bir partiye girmediler. Çünki iman, mal-ı umumîdir. Her taifede muhtaçları ve sahipleri vardır. Tarafgirlik giremez. Yalnız küfre, zendekaya, dalâlete karşı cephe alır." Emirdağ Lâh: 180"...Ben de Nur-u Kur'anı elde tutmak için euzubillahi mineşşeytani vessiyaseti deyip, siyaset topuzunu atarak iki elim ile nura sarıldım.Gördüm ki: Siyaset cereyanlarında; hem muvafıkta hem muhalifte o Nurların âşıkları var. Bütün siyaset cereyanlarının ve tarafgirliklerin çok fevkinde ve onların garazkârane telâkkiyatlarından müberra ve sâfi olan bir makamda verilen ders-i Kur'an ve gösterilen envar-ı Kur'aniyeden hiçbir taraf ve hiçbir kısım çekinmemek ve ittiham etmemek gerektir...Elhamdülillâh siyasetten tecerrüd sebebiyle, Kur'anın elmas gibi hakikatlarını propaganda-i siyaset ittihamı altında cam parçalarının kıymetine indirmedim..." Mektubat : 49"... Otuz seneden beri siyaseti terkettiğime sebep; bir mübarek âlimin tâkib ettiği cereyanın tarafgirlik damarı ile sâlih ve büyük bir âlimin onun fikrine muhalif olmasından tefsik derecesinde tahkir edip ve cereyanına ve kendi fikrine muvafık meşhur ve mütecaviz bir münafığı gayet medh ü senâ etti. Ben de bütün ruhumla ürktüm. Demek tarafgirlik hissine siyasetçilik de karışsa, böyle acib hatalara sebebiyet veriyor diye Eûzü billahi mineşşeytani vessiyaseti dedim, o zamandan beri siyaseti terkettim." Emirdağ Lâh: 272Bediüzzaman siyasetten bu kadar çekinmesine rağmen yine de gizli din düşmanlarının iftira ve iğfalatiyle (siyasî maksad taşımak ve cemiyet kurmak) gibi iddialarla müteaddid defalar mahkemeye verilmiş ve zamanımıza kadar bine yakın mahkeme ve beraet teselsülen olagelmiştir ki, dünya hukuk tarihinde böyle bir hâdise mevcud değildir.Son derece mütevazi ve fakirane bir hayat yaşadığı, maddî manevî hiçbir makam iddia etmediği halde, yabancıların te'siri altında ve hariçten içimize girmiş cereyanlar sebebiyle muhtelif yerlere nefyedildi. Fakat yine, o felsefecilerin ve kendisini münevver telâkki edenlerin bâtıl fikirlerini köküyle ortadan kaldıracak ilmî, aklî, müsbet delilleri yazmak ve neşretmekten bir an bile geri durmadı. Eserleri köy odalarından başlıyarak üniversite muhitlerine kadar elden ele, dilden dile dolaştı. Kur'an-ı Kerim ve onun tefsiri etrafında bir Hizb-ül Kur'an meydana geldi.Bu lügatta Bediüzzaman Said Nursî'ye geniş yer verilmesinin sebepleri şunlardır:Bu zât eserlerinde Âmentü'nün altı esasını ilmî ve delilli olarak izah etmiştir. Bu sebeple pek çok kimsenin Sünnet-i Seniyyeyi yaşamasına sebep olmuştur. Din büyüklerini tanımak ve tanıtmak, şahıslara bağlanmak için değil, İslâmiyete bağlanmak yönünden önemlidir.Din düşmanları dine hizmet eden âlimleri, mürşidleri çürüterek halkı dinden uzak bırakmak istediklerinden, dindar kimseler de İslâmiyete hizmet edenleri tanımak, onlardan faydalanmak zorundadır. İslâmiyet ilim dinidir, âlimler sayesinde devam eder. Âlimleri yok kabul edersek, din de nazariyede kalır. Bunun için âlimlerimize sahip çıkmalıyız.Her İslam âlimine geniş geniş yer vermek isterdik. Fakat Said Nursî herkesten daha fazla hücuma uğramış. Kendisi, talebeleri ve eserleri hakkında bine yakın mahkeme açılmış, 780 beraet kararı alınmıştır. Elbette ki en çok hücum edileni, en fazla tanıtmak, hakikatı ortaya çıkarmak için lüzumludur.Biz, Bediüzzaman Said Nursî'yi övmedik. Sadece hayatının ve eserlerinin bir kısmına ayna tuttuk. Daha geniş bilgi almak isteyenler, onun hayatı hakkında yazılmış kitapları ve Risale-i Nur Külliyatını tetkik edebilirler.Din büyüklerini tanıtmak, bir bakıma İslâmiyeti tanıtmak demektir. Din büyüklerini tanıtmak, Peygamberimiz Sallallahü Aleyhi Vesellem'i takdimdir. Çünkü İki Cihan Serveri Peygamberimiz olmasaydı, din büyükleri de olamazdı. Meyvayı övmek, ağacı tanıtmaktır. Peygamberimizin övdüğü âlimleri övmemek, Peygamberimizin sevdiği âlimleri sevmemek, İslâmiyetten uzaklaşmaktır. En çok hücum edileni en çok korumak, aklın ve ilmin gereğidir.Bir İslam büyüğü buyuruyor ki: Ya Rabbi ne hikmettir ki, Sen'i sevenleri bulmak, Sen'i sevmektir. Sen'i sevmek ise, Sen'i sevenleri bulmaktır.
SAİG
Boğazdan kolay ve hoş geçen yiyecek veya içecek.
SAİGAN
Boğazdan kolayca geçerek.
SAİH
Seyahat eden. * Çok zaman oruçla veya ibadetle meşgul olan.
SAİK
Kırağı, çiğ.
SAİK
Dürten, sevkeden, sürükleyen, götüren. * Sebep.
SAİK
(Bak: Saak)
SAİKA
Sürükleyen, sevkeden, götüren hal, sebep.
SAİKA
Yıldırım. Ölüm, mevt. * Nüzul ateşi. * Semadan gelen şiddetli ses. * Mühlik ve azab. * Bulutları sevke vazifeli melek.
SAİKA-VARİ
f. Yıldırım gibi. Şiddetli korkutarak.
SAİKA-ZEDE
f. Yıldırım çarpmış.
SAİL
(Savlet. den) Saldıran. Kibirli olup başkasına tecavüz eden.
SAİL(E)
(Sual. den) Dilenci. * Fakir. * Soran. * İsteyen. * Akan, seyelan eden.
SAİLİYET
Akıcılık. * Dilencilik.
SAİM
(Savm. dan) Oruçlu, oruç tutan.
SAİME
Çayıra başı boş olarak salıverilen hayvan.
SAİMÎN
(Sâim. C.) Oruç tutan kimseler.
SAİR
Seyreden, harekette olan. * Bir şeyden geri kalan. * Maadâ. Geçen, dolaşan. * Yolcu. Seyyar. * Başkası, diğeri.
SAİT
(Savt. dan) Sesli. Ses çıkartan.
SAİYAN
(Sâi. C.) Haberciler, haber götürenler. * Çalışanlar.
SAK
Bir şeyin aslı. * Topuktan baldıra doğru bacağın incik yeri. * Mc: Şiddet.
SAK'
Horozun ötmesi. Bir kimseye vurmak. * Udul etmek, geri dönmek, vazgeçmek.
SAK'
Kuşun, kanadını çırparak öttürüp uçması.
SA'K(A)
Ansızın düşmek. * Çağırmak. * Helâk olmak.
SAKA
Ordunun gerisi, ordunun gerisinde bulunan asker takımı. * Üzengi kayışı.
SA'KA
Bayılma. Baygınlık.
SAK'A
Güneş. * Başın ortası. * Beyaz renkli tavşancıl kuşu.
SAK'AB
Uzun, tavil.
SA'KA-İ ŞEDİDE
Şiddetli baygınlık.
SAKALAN
(Sakaleyn) İnsanlar ve cinler.
SAKAM
(Sekam) İllet, hastalık, dert. * Hata ve yanlış. * Zillet.
SAKAMET
Bozukluk, ziyan, noksan, zarar, eksiklik. * Keyifsizlik. * Dert.
SAKAR
(C.: Sükur-Sakâr-Sıkâre-Sukure-Eskur) Çakır kuşu. * Çok ekşimiş süt ve pekmez. * Bir şeyi kırmak.
SAKAR
Cehennem'in bir ismi. (Bak: Cehennem)
SAKARE
Kâfir. * Koğucu, dedikoducu, nemmam. * Müstehak olmayana lânet eden. * Pekmezci.
SAKAT
Bir tarafı bozuk, eksik veya asla bir işe yaramaz olan. * Yanlışlık (yazıda veya sözde).
SAKATÎ
Yanlışları çok olan muharrir veya şâir.
SAKAYN
İkizkenar.
SAKB
(C.: Sukub) İnce, uzun. * Ev ortasında olan direk. * İçi boş olmayan kuru cisme vurmak. * Yakınlık.
SAKB
(C.: Sukub) Delinme, delme. * Bir taraftan diğer tarafa kadar açık olan delik. * Sütü çok olan deve. * Çok kırmızı, koyu kırmızı.
SAKBE
Çadır direği. * Oklava.
SAKEK
At kusurlarından bir kusur.
SAKF
Hızla almak. Sür'atle ahzetmek.
SAKF
Dam, çatı, tavan. Asuman, gökyüzü.
SAKF-I MERFU'
Yükseltilmiş dam, tavan.
SAKF-I MUALLÂ
Yüksek gökyüzü.
SAKIA
(C.: Savâkı) Yıldırım.
SAKIB
Parlak. * Bir yandan bir yana delip geçen.
SAKIT
Düşen, düşük. Kıymetsiz, sukut eden. Ölü olarak düşmüş çocuk.
SAKIYE
(C.: Sevâki) Su arkı, su dolabı.
SAKIYY
(C.: Eskiye, Sakiyye) İri taneli yağmurlu bulut. * Hurma ağacı.
SAKİ
(Saky. dan) Sulayan, içecek su veren, sucu. * Kadeh sunan. İçki sunan.SAKİ' : Kırağı, şebnem, çiğ.
SAKİB
(Sâkibe) Dökülen.
SAKİF
Nüfuz eden, sözünü dinletip geçiren.
 
SAKİL
Cilâ yapan, parlatan.
SAKİL
Ağır, can sıkıcı. Çirkin. * Gr: Ağır ve kalın okunur harf veya hece.
SAKİL
(Sıklet. den) Ağır, can sıkan, sıkıcı. Çirkin kaba.
SAKİM
Hasta, keyifsiz, sağlam olmayan. * Yanlış.
SAKİN
Hareketsiz, kendi hâlinde. Bir yerde oturan. Kararlı. * Gr: Harekesi olmayıp cezimli (sakin okunan) harf.
SAKİNAN
(Sâkin. C.) Bir yerde oturanlar. Sâkinler.
SAKİNÂNE
f. Sâkin olana yakışır şekilde. Sessizce.
SAKİT(E)
Susan, ses çıkarmayan.
SAKİTÂNE
f. Ses çıkarmayarak, sessizce.
SAKK
(C.: Sukuk-Sıkâk-Esak) Kitap. * Kapı yapmak. * Vurmak, darbetmek.
SAKK
Kin tutmak.
SAKKA
Çok su dağıtan, çok sulayan, sucu.
SAKKA'
Kulağı çok küçük olan koyun.
SAKL
Törpü ile eğeleme. Cilâlama.
SAKME
şiddetle ve kakarak vurmak.
SAKN
Timsah derisi gibi katı ve sert olan deri.
SAKO
Üst tarafa giyilen elbise. (Ceket, aba, palto gibi)
SAKRE
Güneşin çok olan tesiri. * Çakır kuşunun dişisi.
SAKSAKA
Sığırcık kuşunun ötmesi. * Çok söylemek, çok konuşmak. * Serçenin terslemesi.
SAKTA
(C.: Sakatât) Sözdeki bozukluk veya yanlışlık.
SAKTA (SIKAT)
Kapmak. * Düşmek.
SAKUR
Deyyus.
SAKUR
Sivri burunlu büyük balta. Külünk.
SAKY
Sulamak. Su içirmek. * Bedende su toplamak.
SAKY-I MÂ
Su dağıtma.
SAL
f. Sene, yıl.
SA'L
Başı küçük olan kimse. * Başı küçük deve kuşu. * Tüyü gitmiş eşek.
SAL'
Baş tepesinin saçsız oluşu, kellik.
SA'LA
Küçük başlı kadın.SA'LA : Zâid dişli kadın. (Müz: Es'al)
SAL'A
Belâ, âfet. * Ağaç olmayan kumlu yer.SALA' : Kuyruğun sağı veya solu.
SALA'
Kellik. Baş tepesinin saçı dökülüp açık olması.
SALÂ
Namaza davet için çağırmak. Minarede okunan salavat, dua. (Kelimenin aslı "Essalât" veya "Salât" dır.)
SALAA
Tepenin saçı dökülüp açık kalan yeri.
SALABET
Metanet, katılık, sulbiyet. * Peklik, dayanma. Sağlamlık. * Mukaddesatı korumak hususunda cesaret, metanet ve sebat gibi sıfatlarla muttasıf olmak. (Bunun zıddı: Lâübalilik) (Bak: Dimağ)
SALABET-İ DİNİYE
Dinini ve dinin emirlerini korumak ve tatbik etmekteki ciddiyet ve sağlamlık.
SALAET
(C.: Salâât) Ezme işindeki kullanılan yassı düz taş.
SALAH
Bir şeyin en iyi hâli. Rahatlık, sulh, iyileşme, düzelme, iyilik. Dine olan bağlılık. Her hayra câmi faziletlerin toplanmasında hâsıl olan yüksek bir sıfat. (Mukabili fesad ve fücurdur)
SALAHADDİN-İ EYYUBÎ
(Doğumu: Hi: 532, Mi: 1137) Ehl-i Salib zihniyetinin İslâm dünyasına açtığı Haçlı seferlerini maddeten durduran şarkın en kahraman kumandanlarından ve sultanlarından olan bu zât hakkında bir Avrupalı tarihçi: "İslâmın en saf kahramanı" diye bahseder.Düşmanın çokluğundan bahsederek geri dönmek isteyen kumandanlarına şöyle hitab etmiş ve az bir kuvvetle Haçlı kuvvetlerini perişan etmiştir.- Madem ölümden korkuyoruz, niçin evlerimizde oturup da çocuklarımızla keyfimize bakmadık, askerliğe girdik... Bizim borcumuz, düşmanın azlığını çokluğunu kıyaslamak değil, ona karşı durmaktır...Sultan Salahaddin, Eyyübiye Devletinin başında 24 sene kaldı. Avrupa'nın Haçlı ordularını iman ve şecaatla çok defa perişan hale getirdi. Onlara mağlub olmadı. Namazını vaktinde ve cemaatla kılardı. Kerim, sabur, halim ve mütevazi idi. 57 yaşında Şam'da vefat etti. (R. Aleyh)
SALÂ-HAN
f. Minarede cuma veya cenaze namazına davet için salâvat okuyan kimse. * Meydan okuyan kişi.
SALAHAT
Sâlihlik, günahsız ve temiz oluş, dindarlıkta çok ileri olmak hâli.
SALAHATTİN
(Bak: Salah-üd din)
SALAHDEM
Katı, şiddetli, şedid.
SALAHDİ
Kavi, sağlam, dayanıklı ve muhkem.
SALAH-İ HAL
Durumun düzelmesi.
SALAHİYET
Bir işe karışmağa veya o işi yapmağa hakkı olmak, vazifeli olmak, bir iş için emir almış olmak. * Bir dâvaya bakabilmek.
SALAHİYETDAR
f. Vazifeli, salahiyet sâhibi.
SALAH-ÜD DİN
Salâhattin şeklinde yaygın olan bu kelime, "dine bağlı" mânasına gelir.
SÂLÂR
f. Kafile veya kabile reisi. Baş. Başkan. Reis. En büyük âmir. Başkumandan.
SÂLÂR-I BEYT-ÜL HARAM
Beyt-ül Haram'ın reisi ve başkumandanı olan Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm.
SÂLÂR-I RUSÜL
Resüller kafilesinin reisi, kumandanı. Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm.
SALAT
Namaz. Belirli vakitlerde Kur'an'da emredildiği tarzda ve Hz. Peygamber'in tarifi vechi ile yapılan ibadet. * Tebrik, tezkiye. * Dua. Peygamberimize (A.S.M.) yapılan dua. * İstiğfar. * Rahmet. (Bak: Namaz)(Namaz, dinin direği ve kıvamı olduğu gibi, bütün hasenata fihrist ve örnektir. Kul ile Allah arasında yüksek bir nisbet ve ulvi bir münasebet ve nezih bir hizmettir. İ.İ.)
SALÂT-I FECR
Sabah namazı.
SALÂT-I HAMSE
Beş vakit namaz.
SALÂT-I HAVF
Muharebeden evvel kılınan iki rekât namaz.
SALÂT-I İSTİHÂRE
İstihareden evvel kılınan iki rekât namaz.
SALÂT-I İSTİSKA
Yağmur duasına çıkıldığı zaman kılınan namaz.
SALÂT-I SEFER
Yola çıkıldığı zaman kılınan iki rekât namaz.
SALÂT-I VUSTA
(Bak: Vusta)
SALATÎN
(Sultan. C.) Sultanlar.
SALÂT-ÜL ASR
İkindi namazı.
SALÂT-ÜL FECR
Sabah namazı.
SALÂT-ÜL ÎD
Bayram namazı.
SALÂT-ÜL İŞÂ
Yatsı namazı.
SALÂT-ÜL MAĞRİB
Akşam namazı.
SALÂT-ÜL VİTR
Vitir namazı.
SALÂT-ÜZ ZUHR
Öğle namazı.
SALAVAT
(Salât. C.) Namazlar. * Bütün dualar. İhtiyaçtan gelen ricalar. * Nimetten çıkan şükürler. İbadetler. * Hazret-i Muhammed'e (A.S.M.) memnuniyet ve bağlılık için yapılan dualar. * Nasârâ kilisesi.
SALAVATULLAH
Allah'ın rahmet ve inayeti, kusur ve günahları aff u mağfiret etmesi.
SALAYE
(C.: Salâyât) Bir şey ezmede kullanılan yassı düz taş.
SALAYIK
Yufka yapmak.
SALB
Asmak. Darağacına çekmek. Çarmıha germek. * Kemikten yağ çıkarmak.
SALBEN
Asarak, asmakla öldürmek suretiyle.
SALBETMEK
Asarak öldürmek.
SALD
Kaypak taş. * Taş gibi çok dayanıklı şey. * Dağa çıkmak. * Şiddetle ellerini yere vurmak.
SALDAH
Sağlam ve katı nesne.
SAL-DİDE
f. Yaşlı, ihtiyar. * Tecrübeli, gün görmüş.
SALE
Âfet, belâ, musibet, dâhiye.
SALE
f. Yıllık, senelik.
SA'LE
Eğri hurma ağacı. * Küçük başlı dişi devekuşu.
SA'LEB(E)
(C.: Seâlib) Tilki. * Süngü demirinin ağaç geçirecek yeri.
SALEF (SALF)
Kibirlilik. Tekebbürlük hali. * Kin tutmak, buğz etmek. * Zevci indinde zevcenin kadri olmamak. * Misafir için olan yemeğin yetmemesi.
SALEHBA
Dayanıklı ve kuvvetli deve. (Müe: Salehebât)
SALENBAC
Uzun ince balık.
SALFA'
Sağlam ve sert yer.
SALHA
(Sâl. C.) f. Yıllar. Seneler.
SALHHANE
f. (Bak: Selhhane)
SALHURDE
f. Çok yaşlı, pek ihtiyar.
SAL-İ HAL
İçinde bulunulan yıl.
SALİB
(C.: Sulub-Salbân) Haç. * Şiddetli, şedit. * Heybetli.
SALİB
Titreten. * Hareketli.
SALİB(E)
Bir şeyin vücudunu veya vukuunu inkâr eden. * Kapıp götüren, zorla alan. * Alan. * Bir şeyin vücudunun olmadığını veya meydana gelmediğini söyleyip isbat eden.
SALİBE
Ayakları yarık olan kadın.
SALİBE-İ KÜLLİYE
Man: Bir şeyin nefyine delâlet eden kaziye. Bir şeyin bütün bütün olmadığını veya mevcudattan hiç birisine hâkim ve müessir olmadığını iddia ve isbat eden hüküm.(Halk-ı eşya hakkında "mucibe-i külliye" sâdık olmadığı takdirde "salibe-i külliye" sâdık olur. Yâni ya bütün eşyanın Hâlikı Allah'tır veya Allah hiçbir şeyin Hâlikı değildir. Çünkü: Eşyanın arasında muntazam tesanüd ile halk ve yaratmak, tecezziyi kabul etmez bir küldür. Baziyet yoktur. Ya "mucibe-i külliye" olacaktır veya "salibe-i külliye" olacaktır. Başka ihtimal yok. Her şeyde illetin ademini tevehhüm eden vehmin vâhi hükmünde bir kıymet yok. Binaenaleyh, ednâ bir şeyde Hâlıkiyet eseri göründüğü zaman, bütün eşyada tahakkuk eder. Ve keza Hâlık ya birdir veya gayr-ı mütenahîdir, evsat yoktur. Zira sani' vâhid-i hakiki olmazsa, kesir-i hakiki olacaktır. Kesir-i hakiki ise gayr-i mütenahîdir. Maahaza nuru neşredenin nursuz, icad edenin vücudsuz, icab ettirenin vücubsuz olması muhaldir.Ve keza ilim sıfatını ihsan edenin ilimsiz, şuuru ihsân edenin şuursuz, ihtiyarı verenin ihtiyarsız, iradeyi verenin iradesiz, kâmil şeylerin sani'i gayr-ı kâmil olduğunu telâkki etmek muhaldir.Ve keza, aynı tersim, basarı tasvir ve nazarı tenvir edenin basarsız olduğunu düşünmek, ancak basar ve basiretten mahrum olan adamın işidir. Maahaza, masnu'daki kemalât tamamen Sâni'deki kemalden akan bir feyizdir. Fakat kuşlardan yalnız sineği gören, tanıyan bir mikrop, kartalı gördüğü zaman "bu kuş değildir" der. Çünkü, sinekteki şeyler onda yoktur. M.N.)
SALİBİYYUN
Hristiyanlar.
SALİD
Pak, temiz.
SALİF
Boynun genişliği, kalınlığı.
 
SALİF(E)
Evvelce geçen, geçmiş. Mukaddem.
SALİF-ÜL ARZ
Dünyanın ve arzın evveli veya geçmiş zamanı. * Evvelce arz olunan.
SALİF-ÜL BEYAN
Bildirilmiş, beyanı geçmiş.
SALİF-ÜZ ZİKR
Bildirilen, zikri geçen, mezkûr. Yukarıda ismi geçen. Yukarıda, daha evvel söylenen.
SALİG
(C.: Sulag) Altı yaşındaki sığır.
SALİH
Kara yılan.
SALİH (A.S.)
Büyük peygamberlerden olup Hicaz ile Şam arasında oturmuş olan Semud kavmine gönderilmişti. Semud kavmi Âd kavminden sonra Arap yarımadasında kuvvet ve ma'muriyet bulup küfür ve dalâlete meyl ile putlara ibadet ediyorlardı. Salih (A.S.) kendilerini hak dine davet etmiş ise de, inanmayıp kendisinden mu'cize istemeleri üzerine; Allah, bir kayadan bir dişi deve çıkarmış ve deve derhal yavrulamış; bu hayvanla yavrusuna bakılması Salih Peygamber tarafından kavmine tavsiye olunduğu halde, bunlar deveyi dahi öldürdüklerinden Allah'ın gazabına uğramışlardı. İmana gelen küçük bir kısmın gerisi, mahv ve helâk olmuştu. Hz. Salih (A.S.), bir rivayette Mekke'ye ve bir rivayette de Kudüs'e çekilip orada vefat etmiştir. Enbiya-i Arab'dan olduğu halde Tevrat'ta zikredilmiştir.
SALİH(A)
(Salâh. dan) İşe yarar, elverişli, uygun, iyi. Haklı olan, itikatlı, dindar, dinî emirlere uyan. * Faziletli, ehl-i takva olan.
SALİHA
Safi gümüş. * İyi, sâlih kimse.
SALİHAT
Dine uygun iyi hareketler. Cenab-ı Hakk'ın ve Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın beğeneceği işler, iyilikler. * Hayır ve hasenat sâhibi müslüman kadınlar.
SALİHÛN
Salih kimseler, günahkâr olmayanlar, salihler.
SÂLİK
(Sülûk. dan) Bir yolda giden. Belli bir yol tutup giden. * Bir tarikat yolunda olan.
SÂLİKÂN
(Sâlik. C.) Sâlikler. Bir tarikata girmiş veya bir şeyhe bağlanmış kimseler.
SÂLİKÛN (SÂLİKÎN)
(Sâlik. C.) Sâlikler. Sülûk edenler.
SALİL
Demirden çıkan ses. Demir sesi.
SÂLİM(E)
Sağlam. * Sıhhatli. Sağ. Noksansız, eksiksiz. * Her türlü tehlikeden uzak olan. Emin ve korkusuz olan. * Gr: Kelimelerdeki harfler bozulmadan cemi' eki katılarak yapılan çoğul hali. Sâlimûn, sâlihât, sâdıkûn, sâdıkât gibi yapılan cemiler. * İçinde harf-i illet bulunmayan kelime.
SÂLİMEN
Sağ, sağlam ve sıhhatta olarak. * Emin olarak, emniyetle.
SÂLİMÎN
(Sâlim. C.) Sağ, sağlam ve sıhhatta olanlar. Sâlimler.
SÂLİS(E)
Üçüncü. * Sâniyenin altmışta biri.
SÂLİSÂT
(Sâlise. C.) Sâliseler. Sâniyenin altmışta biri kadar olan vakitler.
SÂLİSEN
Üçüncü olarak.
SALİYE
Edb: Yeni yılı tebrik maksadıyla sene başında yazılan tarihli medhiye.
SALK
Şiddetli ses. * Vurmak. * Hâmile kadının ağrısı tutup bağırması.
SALKAME
Azı dişlerinin birbirine dokunması.
SALL
(C.: Sellât) Dar su yolu.
SALL
Demirlerin birbirlerine sürtünmelerinden çıkan ses.
SALLA
(Salli) Duâ olsun, şânı yücelsin meâlinde söylenir.
SALLALLÂHÜ TEÂLÂ ALEYH
Allah (C.C.) onun şanını yüceltsin; duasını, isteklerini kabul etsin; her isteğini versin meâlinde Peygamberimiz (A.S.M.) hakkında söylenilen duadır.
SALLE
(C.: Sılât) Kuru yer. * Deri, cild.
SALM
Kesmek.
SALMA'
Kesmek.
SALNAME
f. Yıllık, senelik.
SALSAL
Kuru balçık. Kumla karışıp kurumuş olan balçık. * Çok anırgan eşek.
SALSALE
Demirlerin birbirine dokunmaktan ses çıkarmaları.
SALT
Bileyi taşı. * Kişinin kendi öz kızı. * Erkek ismi. * Geniş alın. * Vurmak mânâsına mastar.
SALTANAT
Kudret, kuvvet. * Hâkimiyet, padişahlık. * Tantana, gösteriş, debdebe. * Şatafatlı hayat. Bolluk. Zenginlik. (Bak: Siyaset)
SALTANAT-I SENİYYE
Osmanlı İmparatorluğunun bir adı.
SALUS
f. İkiyüzlü, riyakâr.
SALUSÎ
f. İkiyüzlülük, riyakârlık.
SALV
Uyluk.
SALVELE
Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'a okunan salavat ve dua.
SALY
Pişirmek. * Yakmak.
SAM
Ölüm, mevt. * Yer altındaki altın damarı. * Gök kuşağı. * Ateş. * Sersemlik hastalığı. * Hazret-i Nuh'un (A.S.) oğullarından birinin ismi.
SA'M
Soymak.
SAM'A
Küçük kulaklı kadın. (Müz: Asmâ) * Kuvvetlenip olgunlaşan ot.
SAMAHMAH
Uzun ve çok yoğun olan madde.
SAMAM
Belâ. * Zahmet, meşakkat.
SÂMÂN
f. Servet. Zenginlik. * Rahmet. * Dinçlik. * Düzen, tertip. * Bir kimsenin varı-yoğu, serveti.
SÂMÂNSUZ
f. Rahat ve huzuru bozan.
SAM'AR
Katı şiddetli, şedid.
SAM'ARE
Sağlam ve dayanıklı, sert.
SAMD
Kasdetmek. * Yüksek yer. * Galiz, yoğun.
SAMECE
(C.: Samec) Kandil.
SAMED
Her şeyin kendine muhtaç olup, kendisi hiç kimseye ve hiç bir şeye muhtaç olmayan. (Allah) *Pek yüksek, dâim. * Refi' ve âli ve içi dolu şey. * Kavmin ulusu.
SAMEDANÎ
Samed olan Allah (C.C.) ile alâkalı. İlahî. Allah'a mahsus.
SAMEDİYET
Allah'ın (C.C.) hiç bir şeye muhtaç olmadığı gibi hazinesinden hiçbir şey eksilmemesi ve kudretine de hiç bir şey ağır gelmemesi.
SAMEKMEK
Çok kuvvetli adam.
SAMEM
Sağırlık.
SAMER
Bozulup fena kokmak.
SAMEYAN
Sıçramak. * Kalkmak. * Yürekli, cesaretli, kahraman, bahadır kişi.
SAMG
Zamk, ağaç sakızı.
SAMGÎ
Zamk gibi, zamk halinde olan.
SAMHA
Kolaylık. Asânlık. Sühulet.
SAMİ
Sertlik, katılık. Kuruluk.
SAMİ
Yüksek, yüce, refi'.
SAMİ'
İşiten, duyan, dinleyen.
SAMİA
Duyma, işitme duygusu, işitme kuvveti.
SAMİD
Yükselen, başını kaldırıp göğsünü kabartan. * Hayrette kalan. * Gafil.
SAMİH
Cömert, eli açık sahavet sahibi ve civanmert olan.
SAMİÎN
(Samiûn) Dinleyiciler. * Bir nevi icraatta alâkadar olmayıp dinleyici olanlar, devam edenler.
SAMİL
Kuru, yâbis.
SAMİM
İç, asıl, öz.
SAMİMÂNE
f. Samimi olarak. İçten duyarak, riyasızlıkla.
SAMİMÎ
İçten, gönülden, candan. * İçli, dışlı.
SAMİMİYET
İçten ve kalbden olan sevgi ve bağlılık.(Niyet-i hâlisenin dahi kerameti vardır. Samimiyetin dahi kerameti vardır. Bahusus lillâh için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde; ciddi, samimi tesanüdün çok kerametleri olabilir. Hatta şöyle bir cemaatın şahs-ı manevîsi bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir. İnayata mazhar olur. M.)
SAMİM-ÜL KALB
Kalbin içi.
SAMİN
Semiz, yağlı, besili.
SAMİN(E)
Sekizinci.
SAMİNEN
Sekizinci olarak. Sekizinci derecede.
SAMİR
Yemişli, meyvalı ağaç.
SAMİR
Gece toplantıları.
SAMİRÎ
Hz. Musa Peygamber zamanında Yahudileri şirke sevk eden. Hz. Musa'nın (A.S.) bulunmadığı yerde kavmini yaptığı buzağı heykeline taptırmağa çalışan bir yahudi.
SAMİT
Tatsız bayat süt. * Tuzsuz ekmek.
SAMİT(E)
Susan, sükût eden. * Ses çıkarmaz, sessiz. * Gr: Sessiz harf.
SAMİTANE
f. Sessizce, ses çıkarmaksızın, sâkitane.
SAMİTE-İ MEYYİTE
Ses çıkarmayan ölü. * Hareketsiz. * Haksızlıklar karşısında gayrete gelmeyen, ölü gibi sükût eden.
SAMKUK
Kaba adam.
SAML
Katılık, sertlik. * Dimdik olmak. * Pekişip kaskatı olmak.
SAMLAH
Kulak deliği. * Kulak kiri.
SAMM
Sağır olmak. * Şişenin ağzını tıkamak. * Katı, sağlam ve sert madde. * Vurmak.
SAMM(E)
Zehirleyen. Ağulu. * Sam Yeli denen öldürücü rüzgâr.
SAMMA
Sesi çıkmayan, sessiz. * Sağır ve dilsiz. * Katı ve son kaya. * Sağlam ve sert yer. * Belâ. * Zahmet, meşakkat.
SAMME
(C.: Sevvâm) Zehirli hayvan.
SAMSAM
Keskin olmak. * Keskin kılıç. Seyf-ü sârim.
SAMSAME
Cemaat, topluluk. * Bölük.
SAMT
Susma, sükût.
SAMU
İyi olma, afiyet bulma.
SAMUT
(Samt. dan) Az konuşan. * Susmuş. Surat asarak susan.
SAMYELİ
Sıcak memleketlerde esen bunaltıcı rüzgâr.
SAN
f. "Benzer, andırır" mânâlarına gelerek birleşik kelimeler yapılır.
SAN'
Sağlam ve muhkem yer.
SAN'A
Yemen diyarında bir şehrin adı.
SANABİR
Şiddet.
SANADİD
Bahadır ve şeci' olanlar. Kahramanlar. İleri gelenler, reisler, padişahlar.
SANADİD-İ KUREYŞ
Kureyş'in ileri gelenleri, seraskerleri, büyükleri.
SANADİK
(Sunduk. C.) Sandıklar.
SANAİ'
(Sania. C.) Tertibli, uydurma işler. Tuzaklar. * Sanayi.
SAN'AT
Ustalık, hüner, mârifet.
SAN'ATGER
f. San'atçı.
SAN'ATKÂR
f. Usta, san'atçı.
SAN'ATKÂRANE
f. San'atlı olarak, özenip meharetle yapılmak suretiyle, sanatkâra yakışır şekilde.
SAN'ATNÜMA
San'atkârlığını gösteren, san'at gösteren.
SAN'ATPERVERANE
f. San'atkârcasına, san'atkârlığına çok kıymet vererek.
SAN'AT-ÜT TEDELLİ
İlm-i belagatın bir kaidesi. En âlâdan başlayıp ednaya doğru gitme, yukarıdan aşağıya inme san'atı. (Bak: Tedelli)
SANAVBER
Çam fıstığı kozalağı veya onun şeklinde olan. Çam fıstığı.
SANAVBERÎ
Kozalak biçiminde. Koni şeklinde.
SAN'AVÎ
(San'aviye) San'atlı oluş. San'ata mensub. Muntazam yapılı.
SANAYİ
San'atlar.
SANAYİ-İ LAFZİYE
Söz ile, lâfızla yapılan san'at şekilleri. (Cinas, tenasüb ve tezad gibi.)
SANAYİ-İ MANEVİYE
Mâna delâletiyle olan san'at. (Teşbih ve istiâre gibi.)
SANAYİ-İ NEFİSE
Güzel san'atlar. insanın çok hoşuna giden ve çok üstün san'atkârlıkla yapılmış eserler.
SANBUR
Yalnız olan hurma ağacı. * Oğlu, kızı, kavmi ve kabilesi olmayan kişi.
SANC
Zil.
SANCAK BEYİ
Eyalet teşkilâtıyla timar usulünün cari olduğu zamanlarda beş on kazalık yerin mutasarrıfı ile sipahisinin kumandanına verilen addır. Osmanlıların ilk zamanlarında beylere yahut hükümdar evlâtlarına has olarak verilen mıntıkalara "Sancak" denilir, bu sancaklara tasarruf edenlere de "Sancak Beyi" adı verilirdi.
 
SANCAKDAR
f. Sancak taşıyan. Alemdar.
SANCE
(C.: Sanecât) Terazi. * Taş.
SAND
Bendetmek, bağlamak.
SANDAL
(C.: Sanâdil) Büyük başlı deve. * Güzel kokulu bir ağaç.
SANDİD
Bela. * Meşakkat, zahmet. * Şiddetli yağmur ve rüzgâr.
SANDUK
(C.: Sanadik) Sandık.
SANDUKA
Türbelerde mezarların üzerine tahtadan sandık şeklinde yapılan ve üstüne yeşil çuha örtülen yerin adıdır. Kadın sandukaları düz olduğu halde, erkek sandukalarının baş tarafına bir ağaç konarak üzerine kavuk, taç, sikke gibi sağlığında giydikleri başlık konurdu. Açık mezarlıklarda sandukalar taştan yapılır, baş ve ayak uçlarına taş dikilerek baştakinin üzerine kitabe yazılırdı. (O.T.D.S.)
SANDUKÇE
f. Küçük sandık.
SANDUKKAR
Veznedar.
SA'NEB
Başı küçük olan kimse. Küçük başlı kişi.
SANEM
Kâfirlerin, önünde ibadet ettikleri heykel, put. * Mc: Çok güzel olan. * Putperestlerin İlâhı.
SANEM-HANE
f. Tapınak, puthane.
SANEM-PEREST
f. Puta tapan.(Sanem-perestliği şiddetle Kur'an men'ettiği gibi, sanem-perestliğin bir nevi taklidi olan suret-perestliği de meneder. Medeniyet ise; suretleri kendi mehasininden sayıp Kur'ana muaraza etmek istemiş. Halbuki gölgeli, gölgesiz suretler, ya bir zulm-ü mütehaccir veya bir riya-yı mütecessid veya bir heves-i mütecessimdir ki; beşeri zulme ve riyaya ve hevaya, hevesi kamçılayıp teşvik eder. S.)
SA'NET
Et yağı. * Yağ.
SANEVBER
(Bak: Sanavber)
SANEVÎ
İkinci. İkinci derecede.
SANİ
İkinci.
SANİ'
Görülen iş.
SANİ'
(Sun'. dan) Sanatkârca yapan. Yaratan. San'at eseri olarak meydana getiren. İşleyen, yapan. (Allah)
SÂNİ AŞER
Onikinci.
SANİA
Uydurma, düzme. Tuzak, hile. * İş, amel, fiil.
SANİFE
Bez kenarı.
SANİH
Mübarek fiil, iyi iş.
SANİHA
Zihne gelen fikir. Mütâlâa. Çok düşünmeden gelen fikir.
SANİHA-ÂRÂ
f. Hatıra gelen, akla gelen.
SANİHÂT
(Sâniha. C.) Çok düşünmeden akla, fikre gelen şeyler. (Bak: Sünuh)
SANİ'-İ HAKİKÎ
Doğrudan doğruya, hiç bir şeye muhtaç olmadan her şeyin aslını, esasını ve teferruatını yapan, yaratan. Allah (C.C.).
SÂNİ'-İ HAKÎM
Hikmet sâhibi olan yaratıcı. Allah (C.C.)
SANİ'İYYET
Ustaca ve tertibli yapıcı oluş. Sâni'lik.(Eğer eşya kendi nefislerine isnad edilirse, herbir zerreye bir uluhiyet lâzımdır. Meselâ, Ayasofya'nın bânisi inkâr edildiği takdirde her bir taşı Mimar Sinan olması lâzım geliyor. Öyle ise kâinatın Sânia olan delâleti, kendi nefsine olan delâletinden daha vâzıh, daha zâhir, daha evlâdır. Öyle ise kâinatın inkârı mümkün olsa bile, Sâniin inkârı mümkün değildir. M.N.)
SANİYE
Dakikanın altmışta birisi. Çok kısa bir zaman.
SANİYE
(C.: Sevâni) Su taşıyan deve. Su yükledikleri ve su çektirdikleri deve.
SA'NİYE
Takkenin tepesi.
SANİYEN
İkinci olarak. İkinci derecede.
SANSÜR
Fr. Neşr olacak şeylerin (kitap, film veya mektubların) hükümetçe kontrol edilmesi işi.
SANTİT
Ulu, kerim kişi.
SANTRİFÜJ
yun. Merkezden uzaklaşan kuvvet. Merkezkaç kuvvet. (Bak: Kuvve-i an-il merkeziye)
SANVAN
(Sunvân) (C.: Esvane) Kaftan. * Giyecek eşyaların muhafaza edildiği dolap veya sandık.
SAR
İntikam, öç.
SAR
f. Yer, mekân bildiren, birleşik kelimeler yapılan bir ek'tir. Bir şeyin kesretle bulunduğunu gösterir. Meselâ: Kühsar $ : Çok dağlık yer.
SA'R
Ateşin alevlenmesi.
SA'R
Katil zehiri. * Kısa boylu adam. * Küçük hıyar. * Yaban soğanının kökü.
SAR'
Düşmek. * Yıkıp yere çalmak. * Edb: Şiirin beytini iki mısra' veya iki kafiyeli yapmak. * Tıb: Bir hastalık ki, teneffüs cihâzını his ve hareketten meneder.
SARA
f. Hâlis, saf, katıksız. *Hz. İbrahim'in (A.S.) birinci zevcesinin ismi.
SARA
Rengi değişmiş olan su.
SAR'A
Tıb : Bir nevi baygınlık hastalığı.
SARA'
Sararmış hanzal otu.
SARAD
Yer bağırsağı.
SARAH
Her şeyin hâlis ve safisi.
SARAHAT
Sarih olmak, zâhir olmak. Açıklık. * Kaymağı alınmış süt.
SARAHATEN
Açık ve sarih olarak. Açıktan açığa.
SARAMET
Yiğitlik, mertlik.
SA'RAN (SA'REVÂN)
Koyunun memesinin etrafında olan ve memeye benzeyen sivilceler.
SARARÎ
(C.: Sarariyyûn) Gemici.
SARASIR
(Sarsar. C.) şiddetli ve gürültülü rüzgârlar.
SARASIRA
Şam vilâyetinde yetişen bir otun adı.
SARAT
Suyun çok durmaktan dolayı renginin ve kokusunun değişmesi.
SARAY
(Seray) f. Büyük kimselerin veya padişahların oturduğu yüksek ve büyük bina. Büyük, muntazam ve tantanalı konak, ev.
SARB (SAREB)
Sütü birbiri üstüne sağmak. * Bevlini hapsetmek. * Çok ekşimiş süt. * "Zamk-ı talh" denilen ağaç sakızı.
SARBAN
f. Deve sürücüsü. Deveci.
SARD
Nüfuz etmek, sözü geçer olmak. * Katıksız, saf, hâlis. * Soğuk.
SARDAH (SIRDÂH)
Düz yer. * Sahrâ, çöl.
SARE
(C.: Savâr) Hâcet, ihtiyaç. * Susuzluk.
SARE
Cemaat, topluluk.
 
SARE
(Sayr : Olmak. dan) Oldu (meâlinde fiil).
SARF
(C.: Süruf) Harcama, masraf, gider. * Fazl. * Hile. * Men etme. Bir kimseyi yolundan ve işinden ayırıp başka tarafa yöneltme. * Farz. * Gr: Bir lisanı meydana getiren kelimelerin değişmesinden, birbirinden türemesinden bahseden ilim şubesi. Kelime bilgisi. Kelime şekli bilgisi. Morfoloji. Tasrif çeşitlerini, isim ve fiil nevilerini öğreten ilim. * Para bozma.
SARF U NAHİV
Dilbilgisi. Gramer.
SARFE
Boncuk. * Nurlu bir yıldız ismi.
SARFE MEZHEBİ
Kur'an-ı Kerim'in mu'cize olduğuna dair ikinci mercuh bir mezheb ismi.(İ'caz-ı Kur'an'da iki mezheb var. Mezheb-i ekser ve râcih odur ki, Kur'an'daki letaif-i belâgat ve mezaya-yı meâni, kudret-i beşerin fevkindedir.İkinci mercuh mezheb odur ki:Kur'an'ın bir suresine muâraza, kudret-i beşer dâhilindedir. Fakat Cenab-ı Hak, mu'cize-i Ahmediye (A.S.M.) olarak men etmiş. Nasıl ki bir adam ayağa kalkabilir, fakat eser-i mu'cize olarak bir Nebi dese ki: "Sen kalkamıyacaksın." O da kalkamazsa, mu'cize olur. Şu mezheb-i mercuha, Sarfe Mezhebi denilir. Yâni Cenab-ı Hak cin ve insi men'etmiş ki; Kur'an'ın bir suresine mukabele edemesinler. Eğer men'etmeseydi, cin ve ins bir suresine mukabele ederdi. İşte bu mezhebe göre "Bir kelimesine de muâraza edilmez" diyen ulemânın sözleri hakikattır. Çünkü mâdem Cenab-ı Hak i'caz için onları men'etmiş, muârazaya ağızlarını açamazlar. Ağızlarını açsalar da, izn-i İlâhî olmazsa, kelimeyi çıkaramazlar. M.)
SARF-I MEHÂRET
Maharet sarfetme.
SARF-I NAZAR
Bir şeyden vazgeçme, cayma. * Nazar-ı itibare almama.
SARF-I ZİHN
Akıl sarfetme, akıl harcama.
SARFÎ
(Sarfiye) Masrafa, sarfa ait, gidere dair. * Gr: Sarf kaidesine dair, gramere ait, dilbilgisiyle ilgili.
SARFİYYAT
Masraflar, giderler.
SARH
(C.: Suruh) Büyük köşk, yüksek yapı.
SARHA
Çağırmak, bağırmak, feryad etmek.
SÂRIK
(Sârıka) Çalan, hırsızlık yapan. Hırsız.
SÂRIKANE
f. Hırsız gibi, hırsızcasına.
SARİ
f. Süren, sürücü.
SARİ
(Sâriye) Sirayet eden, bulaşıcı, geçici olan. Genişleyip başkasına da geçmeğe, yayılmağa müstaid olan.
SARİ'
Düşmüş. Yere düşmüş sar'alı kimse.
SARÎ
(C.: Surrâ) Gemici.
SAR'Î
Sar'a hastalığı ile ilgili.
SARİB
Yol, tarik.
SARİF
Kapı gıcırtısı. * Diş gıcırtısı. * Makara sesi.
SARİF
(Sarf. dan) Değiştiren. * Harcayan, sarf eden.
SARİFE
(C.: Savârif) Değişiklik. Değişme.
SARİH
Açık, belirli âşikâr. Sâf ve hâlis olan.
SARİH
Kurtaran, maded veren. İmdad eden. * Çağırılan, kendisinden meded beklenen. * Meded isteyen.
SARİHAN
Açık ve belirli olarak. Açıkça. Meydanda ve âşikâr olarak.
SARİK
(Bak: Sârık)
SARİM
Kesilmiş. * Biçilmiş ekin, döğülmemiş harman.
SARİM
Kesen, kesici. * Şecaatlı.
SARİME
Ekini biçilmiş yer.
SARİR
(Kapı, kalem vs. de) Cızırtı, gıcırtı.
SARİR-İ HÂME
Kalem cızırtısı.
SARİYE
(C.: Sevari) Direk. * Gece yağmur yağdıran bulut.
SARM
(Surm) Bağ kesmek. Meyve toplamak. Bir şeyi kökünden ayırmak.
SARMA'
Susuz sahra. Suyu olmayan çöl.
SARNIÇ
(Bak: Sahrınç)
SARR
Kesenin ağzını bağlamak. * Hıfzetmek. * Cem'etmek, toplamak. * Yukarı kaldırmak. * Zammetmek, artırmak.
SARR
Sevindiren, sürura sebeb olan.
SARRAF
Sarfeden. Para işleri ile uğraşan. * Cevherci, kuyumcu. Cevherin kıymetini san'atı ile azaltan veya çoğaltan.
SARRAFÂN
(Sarraf. C.) Sarraflar.
SARRAM
Ham deri satıcısı.
SARRAR
Orak kuşu denilen ve yaz sıcaklarında öten bir hayvan.
SARRE
Kapı, kalem ve semer cızıldaması. * Çağırıp söylemek. * Sayha, yüksek ses.
SARSAR
Gürültü ile gelen pek soğuk rüzgâr, yel. Kasırga. * Ağustos böceği.
SARSARA
Doğan sesi. * Horoz sesi.
SARSARANİ
(C.: Sarsaraniyyât) Bir deve cinsi. * Bir cins balık.
SARUC
Alçı. * Hamam otu.
SARY
Kalem ve kapı cızıltısı.
SA'SA
İnci, sedef.
SA'SA
Dağılmış develer.
SA'SAA
Perakende etmek, dağıtmak.
SA'SAA
Keçiyi sağmak için çağırmak.
SA'SAE
Köpek eniğinin gözü açılmadan gözünü depretip bakmak istemesi.
SASANİLER
İran'da ikibin yıl önce devlet kuran bir sülâledirler. İlk meşhur hükümdarları Erdeşir'dir. Devleti kuvvetlendirdi ve Doğu Anadolu'yu Romalılardan aldı. Ünlü pâdişahlarından ve âdil ismi ile tanınan Nuşirevan İslâmiyetten önce yaşamıştır. Altıyüz seneden ziyade devletleri devam eden Sâsâniler, İslâmiyetin karşısında sarsılmışlar, nihayet 636'da Nihavend muharebesi ile ortadan kaldırılmışlardır.
SA'SEA
Âciz olmak. * Sözünde kasır olmak.
SASİM
Kara ağaç. * Abnus ağacı.
SAT'
Yüksek olmak. Kesmek, kat'etmek.
SA'TER
Güvey otu. * Kekik otu.
SA'TERÎ
şen ve keyifli kimse. * Kekik otu ile alâkalı. * Soytarı.
SATH
(Bak: Satıh)
SATHEN
Dış yüzden, dıştan.
SATH-I ARZ
Yer yüzü. Ruy-i zemin.
SATH-I DERYA
Denizin yüzü.
SATHÎ
Görünüşe göre, derinliğine dalmadan, üstünkörü olarak, satha dâir ve âit.
SATHİYÂT
Sathi ve âdi şeyler.
SATHİYYEN
Dıştan, dış yüzden. * Üstten. Derinleştirmeden.
SATI'
(Sâtı'a) Yükselerek meydana çıkan. * Yükselerek görünen. Nur saçan. Parlak.
SATIH
Düz. Bir şeyin dış yüzü, üstü. * Evin damı. * Yayıp döşemek. * Genişlik.
SATİ
Adımlarını geniş atan at.
SATİH
(Bak: Şıkk)
SATİM
(C.: Sutem) Galiz, kaba.
SATİR
Setreden, örten, kapatan. * Günahları, kusurları örten.
SATİT
Ses. * Topluluk, cemaat.
SATL
Kova, tas, küçük leğen.
SATR
(C.: Sutur) Satır. Yazı sırası.
SATRANÇ
32 taşla, 64 haneli bir tahta üzerinde, iki kişi arasında muhakemeye dayanılarak oynanan ve meşru olmayan bir oyundur.
SATT
Cemaat, topluluk. * Cesediyle tokuşmak. * Kovmak, def'etmek. * Zor bir işe giriftar etmek.
SATUR
Satır.
SATUR
(C.: Sevâtir) Satır, büyük bıçak.
SATV
Yürürken sıçramak.
SATVET
Ezici kuvvet. Hışım ve şiddetle kavrayıp almak. Birisinin üzerine şiddetle sıçramak ve hamle etmek. * Zorluluk.
SAUD
İnişli ve yokuşlu yer.
SAUR
Ocak. Fırın.
SAUT
Enfiye gibi burna çekilen ilâçlar.
SAV
Vatan. * Niyyet.
SA'V
Duymak. İşitmek. * Zayıf adam. * Serçeden küçük bir kuş.
SAV'
Perâkende etmek, dağıtmak, parça parça yapmak.
SAVAB
Doğruluk. Yanlış olmayan. Doğru dürüst.
SAVABDİDE
f. Doğru ve haklı görülmüş. Beğenilmiş.
SAVAB-ENDİŞ
Düşünce ve görüşü doğru olan.
SAVAB-NÜMA
f. Doğruyu gösteren.
SAVAFIK
Havadis. * Yeni meydana gelen şeyler.
SAVAİK
Saikalar, yıldırımlar.
SAVAİK-İ RAHMET
Rahmet yağmur ve yıldırımları.
SAVALİC
Cirit oynanan eğri sopalar.
SAVARIM
(Sârım. C.) Keskin kılıçlar.
SAVARİF
(Sârife. C.) Değişmeler. Değişiklikler.
SAVARİF-İ DEHR
Dünya değişiklikleri.
SAVAT
(Aslı: Sevâd'dır) Gümüş üstüne kurşunla yapılan kara kalem nakışlar. * Derede hayvanlara su içirilen yer.
SA'VAT
(Sa've. C.) Kuyruk sallıyan kuşlar.
SAVB
Taraf, cihet, yön. * Dökülmek, nüzul etmek. * Savab. Doğruluk, dürüstlük.
SAVB-I ÂLÎ
Yüksek taraf.
SAVB-I HAK
Hak ciheti.
SA'VE
(C.: Sa'vât) Kuyruk sallıyan kuş.
SAVER
Eğri boyunlu olmak.
SAVG
Batmak, * Kuyumculuk yapmak.
SAVH
Yarmak. * Ayırmak. * İşitmek, duymak.
SAVİ
Kuru, yâbis.
SAVL
Saldırma, atılma. Saldırış, atılış.
SAVLEC
Misk. * Gümüş.
SAVLECAN
(C.: Savâlic) Cirit oynanılan eğri sopa.
SAVLET
Saldırma. Ani ve şiddetli atılış.
SAVM
Oruç. İkinci fecirden başlıyarak güneşin batmasına kadar yemekten, içmekten ve cinsi mukarenetten nefsi men'etmek suretiyle yapılan ibâdet.
SAVMAA
(Savmea) (C.: Savâmi') İbadet yeri, hususan Yahudilerin ibadet ettikleri yer. * Hücre.
SAVM-I DAVUDÎ
Bir gün oruç tutup bir gün iftar etmek.
SAVM-I DEHR
Aralıksız, bir sene mütemadiyen nehyedilen bayram günlerinde dahi iftar edilmeksizin oruç tutmağa denir. Bu nevi oruç bayram günleri tutulmazsa câizdir.
 
SAVM-I VİSAL
İki gün iftar etmeden oruç tutmak. (Bu, zaruret olmadan mekruhtur)
SAVN
Koruma, muhafaza, sıyanet.
SAVR
(C.: Savâri) Hamle yapmak. * Parçalamak, pâre pâre etmek. * Bir yerde toplanmış küçük hurma ağaçları.
SAVRE
Uyuza benzer bir hastalık.
SAVT
Ses. Bağırmak.(Şeriatça bazı savtlar helâl, bazıları da haram kılınmıştır. Evet ulvi hüzünleri, Rabbani aşkları iras eden sesler helâldir. Yetimâne hüzünleri, nefsanî şehevâtı tahrik eden sesler, haramdır. Şeriatın tayin etmediği kısım ise, senin ruhuna, vicdanına yaptığı te'sire göre hüküm alır! İ.İ.)
SAVT
(C.: Siyât-Esvât) Kamçı, kırbaç. * Bir şeyi diğerine karıştırmak.
SAVTAL
Havuç cinsinden çöğender adı verilen bir bitki.
SAVT-I AZAB
Daima elem verici azab.
SAVT-I BÜLEND
Yüksek ses.
SAVT-I HAZİN
Hüzünlü ses.
SAVVAG
Kuyumcu.
SAVVANE
(C.: Savân) Bir cins çakmak taşı.
SA'Y
Çalışma, Çalışıp çabalama. Gayret sarfetme. Bir maksadın meydana gelmesi için elden geleni yapma. * Hızlı yürüme. * Cür'et etme. * Ziyaret etme. * Gammazlık yapma. * Ist: Hac veya Umre'de Safâ ile Merve arasında usulüne göre yedi defa gelip gitmektir. (Bak: Himmet)
SAY'
Suyun akması.
SAYADİD
Belâ. * Zahmet, meşakkat.
SAYAKILE
(Saykal. C.) Cilâ yapanlar, cilâcılar. * Cilâ âletleri.
SAYARİF
(Sayrefî. C.) Sarraflar. * Kurnaz ve işini bilir kimseler.
SAY'ARİYYE
Boyunda olan işaret.
SAYASİ
(Sisâ. C.) Dağın uçları. * Herhangi bir şeyin asılları. * Çulha tarakları. * Muhkem ve yüksek kaleler.
SAYB
İnmek.
SAYD
Av. Avlanmak, sayda gitmek, ava gitmek.
SAYDA'
Çömlek yapılan toprak. * Kaba ve galiz yer. * Belde ismi.
SAYDANİ
Bir küçük canlı. * Tilki. * Mülk.
SAYDELAN
(C.: Sayâdile) Boncuk ve hırdavat satan çerçi.
SAYDELANÎ
Boncukçu, çerçi.
SAYDELE
Eczahane.
SAYDELÎ
Eczacı.
SAYDENANİ
Bir küçük canlı.
SAYDGÂH
f. Av yeri.
SAYDGER
f. Avcı. Sayyad.
SAYD-I MAHÎ
Balık avı.
SAYE
f. Gölge. * Mc: Himaye, sahip çıkma, koruma. * Muavenet, yardım.
SAYE
(C.: Sâyât) Koyun yatağı. Nişan için dikilen taş. Yolun tanınması için bir yere yığıp höyük yapılan taş.
SAYE- ZAR
f. Gölgelik.
SAYE-BAN
Gölgelik. Büyük çadır. Şemsiye. * Mc: Koruyan, himaye eden.
SAYED
Başını yukarı kaldırıp kibirlenmek ve sağına soluna iltifat etmemek.
SAYE-DAR
f. Gölge eden, gölgesi olan, gölgeli. * Sâhip çıkan, koruyan, himâye eden.
SAYE-ENDAZ
f. Gölge salan. * Mc: Koruyuculuk eden, himâyecilik yapan.
SAYE-FİKEN
Gölge düşüren.
SAYE-GÂH
f. Gölgeli yer. Gölgelik.
SAYE-GÜSTER
f. Gölge eden. * Koruyan, muhafaza ve himaye eden.
SAYE-HAH
Koruma ve himaye isteyen.
SAYEHAN
Çağırmak.
SAYE-İ MEDİD
Uzun gölge.
SAYE-NİŞİN
f. Gölgede oturan. * Bir şeyin gölgesine sığınan. Korunan, himaye gören.
SAYE-PUŞ
Ağaçlık, gölgelik.
SAYF
Yaz, yaz mevsimi.
SAYFÎ
Yaza ait. Yaz mevsimiyle alâkalı.
SAYFİYE
Yazlık. Gezinecek ve yazın yaşanacak yer.
SAYFUFET
Udûl etmek. Yoldan çıkmak, vazgeçmek.
SAYH(A)
(C.: Siyâh) Çağırış. Çığlık. Feryad. Nâra. * Azab, eziyet.
SAYHA-İ GURÂB
Karga bağırışı.
SAYHED
Uzun.
SAYHUD
Çok sıcak olan gün.
SA'Y-İ BELİĞ
Emek harcayarak gereği gibi çalışma.
SA'Y-İ DİMAĞÎ
Kafa çalışması, fikrî çalışma.
SAYİBE
(C.: Siyeb) Adak için ayrılıp üstüne binilmeyen ve sütü içilmeyen dişi deve. * "Ümm-ül bahire" adı verilen ve peşpeşe üç dişi deve doğuran deve. Bu deveye de binilmez, sütü sağılmaz. Yabana salarlar, ölünceye kadar gezer.
SAYİDE
f. Eskimiş, yıpranmış. * Ezilmiş, sürülmüş.
SAYİFE
(C.: Sayifât) Ufak, yumuşak kum.
SAYİFET
Rum gazası. (Çünki çok yağmurlu ve karlı yer olduğundan yaz günlerinde gaza yaparlardı.)
SAYİL
Alında olan beyazlık. * Burun kamışı.
SAYİME
(C.: Sevâyim) Yılın ekserinde yabanda yürüyen davar.
SAYİR
Bakan, seyreden. Seyredici.
SAYİS
(Siyaset. den) At uşağı, seyis. Koyun güdücü.
SAYİS-HANE
f. Üzerine yük yüklenip yolcunun da bindiği hayvan.
SAYK
(Bak: Sıyk)
SAYKAL
Cilâ. Cilâ yapan âlet. Parlatan. * Kılıç bileyen.
SAYKAL VURMAK
Cilâ vurmak, parlatmak.
SAYKALZEDE
f. Cilâlı. Cilâlanmış.
SAYKALZEN
f. Yaldızcı.
SAYLEM
Zorluk, meşakkat.
SAYREF
(C.: Seyârif) Sarraf. * İşini, çıkarını, hesabını bilir, kurnaz kimse.
SAYREFÎ
(C.: Sayârife) Sarraf.
SAYREM
Bir lokma yemek.
SAYRURET
(Sayr. dan) Bir hâlden diğer hâle intikal etmek. Bir şeyin bir şeye dönmesi. * Olmak, edilmek. * Vücud, kevn.
SAYSA
Ham hurma çekirdeği. * İçi boş olan hanzal tanesi.
SAYYAD
Avcı, avcılık yapan.
SAYYAD-I BÎ-İNSAF
f. İnsafsız avcı.
SAYYAG
(Sıyâgat. dan) Kuyumcu.
SAYYERE
(Sayruretin fiili) Oldu, olur (meâlinde).
SAYYİB
Yağmur veren bulut.
SAYYİHANÎ
Medine hurmalarından bir cins.
SAYYUR
Bir işin âkibeti, sonu, neticesi, serencâmı. * Akıl, fikir.
SAZ
f. Kamış. * Bir çalgı âleti. * Takım, silâh, edevat. * Ustalık. * At takımı. * Düzen, tertip, sıra. * Öğrenme. * Kuvvet, kudret. * Menfaat. * Benzer, misil, eş. * Hile.
SAZ
f. (Sâhten: Yapmak mastarından emir köküdür) Eden, yapan, uyduran, düzen mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Evham-saz $ : Evham veren.
SAZEC
(C.: Sevâzic) Sâde, basit.
SAZENDE
(C.: Sâzendegân) f. Çalgıcı. * Düzenleyici, yapıcı.
SAZÎ
f. Düzenleyicilik, yapıcılık.
SAZKÂR
f. Uygun, muvafık.
SAZKÂRÎ
f. Uygunluk, muvafakat.
SE
f. Üç.
SE
Kur'an alfabesinin dördüncü harfidir. Ebced hesabında 500 sayısının karşılığıdır.
SEA
Güç, iktidar.
SEAB
(C.: Sâbân) Sel yolu. Su akıtmak mânasına mastar.
SEABİB
(Su'bub. C.) Saf su akan yerler.
SEABİB
Salya.
SEABİN
(Su'bân. C.) Büyük yılanlar, ejderhalar.
SEAF
Devenin ağzında olan bir hastalıktır ve burnunun ve gözlerinin kılları dökülür. O devenin erkeğine esaf, dişisine nâfâ denir. * Tırnağın çevresinin kopup ayrılması.
SEALİL
(Sü'lul. C.) Memeler. * Vücudda meydana gelen siğiller.
SEAM
Bir çeşit deve yürüyüşü.
SEARİR
Bir ot cinsi. * Burun içinde olan yarık.
SEAT
Kokmak.
SE'B
Tuluk. * Genişletmek. * Boğmak.
SEB'
Yırtmak. * Parçalamak. * Kahretmek. * Sökmek.
SEB'
İçmek için şarap satın almak. * Yakmak. * Bir kimseyi değnek veya kamçı ile dövmek.
SEB'
(Seb'a) Yedi.(7)
SEB'A SEMAVAT
Yedi kat gökler.(Üçüncü Mes'ele: kelimesi hakkındadır.Ey arkadaş! Semavatın dokuz tabakadan ibaret olduğu, eski hikmetin hurafelerinden biridir. Onların o hurafe-vâri fikirleri, efkâr-ı âmmeyi istilâ etmişti. Hattâ bazı müfessirler, bazı âyetlerin zâhirini onların mezheblerine meylettirmişlerdir. Hikmet-i cedide ise, feza denilen şu boşlukta yalnız yıldızların muallâk bir vaziyette durmakta olduklarına kaildir. Bunların mezhebinden semavatın inkârı çıkıyor. Ve bu iki hikmetin birisi ifrata varmışsa da, ötekisi tefritte kalmıştır. Şeriat ise, Cenab-ı Hakk'ın yedi tabakadan ibaret semavatı halketmiş olduğuna hâkimdir ve yıldızların da balık gibi o semalar denizlerinde yüzmekte olduklarına kaildir. Hadis ise, semanın $ den ibaret bulunduğunu emrediyor. Şu hak olan mezhebin, "Altı Mukaddeme" ile tahkikatını yapacağız.Birinci mukaddeme: Şu geniş boşluğun Esir ile dolu olduğu, fennen ve hikmeten sâbittir.İkinci Mukaddeme : Ecram-ı ulviyenin kanunlarını rabteden ve ziya ve hararetin emsalini neşr ve nakleden fezayı doldurmuş bir madde mevcuddur.Üçüncü Mukaddeme: Madde-i Esiriyenin, yine Esir olarak kalmak şartiyle, sâir maddeler gibi muhtelif teşekkülâtı ve ayrı ayrı nevi'leri vardır. Buhar ile su ve buzun teşekkülâtları gibi.Dördüncü Mukaddeme: Ecram-ı ulviyeye dikkat edilirse, tabakaları arasında muhalefet görünür. Evet, yeni teşekküle ve in'ikada başlamış milyarlarca yıldızlardan ibaret Kehkeşan ile anılan tabaka-i Esiriye, sabit yıldızların tabakasına muhaliftir. Bu da, manzume-i şemsiyenin tabakasına ve hâkeza yedi tabakaya kadar birbirine muhalif tabakalar vardır.Beşinci Mukaddeme: Araştırmalar neticesinde sâbit olmuştur ki: Bir maddede teşkil, tanzim, tesviyeler vâki olursa, birbirine muhalif tabakalar husule gelir. Bir mâdenden kül, kömür, elmas meydana gelir; ateşden alev, duman husule gelir. Müvellidülmâ' ile Müvellidülhumuzanın imtizacından su, buz, buhar tevellüd eder.Altıncı Mukaddeme: Şu müteaddid emarelerden anlaşıldı ki; semavat müteaddittir; şeriat sahibi de, yedidir demiştir; öyle ise yedidir. Maahaza yedi, yetmiş, yediyüz sayıları arab üslublarında kesret için kullanılır.Arkadaş! Pek geniş bulunan Kur'an-ı Kerimin hitablarına, mânalarına, işaretlerine dikkat edilmekle bir âmiden tut bir veliye kadar bütün tabakat-ı nâsa ve umum efkâr-ı âmmeye olan müraatları, okşamaları fevkalâde hayrete, taaccübe mucibdir.Meselâ: $ kelimesinden bazı insanlar havâ-i nesimiyyenin tabakalarını fehmetmiştir; öbür bazı da, arzımız ile arkadaşları olan hayattar küreleri ihata eden nesimî küreleri fehmetmiştir; bir kısım da seyyarât-ı seb'ayı fehmetmiştir; bir kısmı da, manzume-i şemsiye içinde Esirin yedi tabakasını fehmetmiştir; bir kısım da, şu bildiğimiz manzume-i şemsiye ile beraber altı tane daha manzume-i şemsiyeyi fehmetmiştir; bir kısım da Esirin teşekkülâtı yedi tabakaya inkısam ettiğini fehmetmiştir.Hülâsa : Herbir kısım insanlar, istidatlarına göre feyz-i Kur'an'dan hisselerini almışlardır. Evet Kur'an-ı Kerim, bütün şu mefhumlara şâmildir diyebiliriz. İ.İ.)
 
Geri
Top