Osmanlıcada ''S''ile başlayan kelimelerin anlamları

SEBAHAT
(Bak: Sibâhat)
SEB'A-İ SEYYARE
Yedi seyyar yıldız.
SEBAİK
(Sebika. C.) Eritilip kalıplara dökülmüş mâdenler. Külçeler.
SEBAK
(C.: Esbâk) Ders. * Yarış. * Koşu yapanların aralarında koydukları ödül.
SEBAK-ÂMUZ
f. Ders arkadaşı.
SEBAK-DAŞ
f. Ders arkadaşı.
SEBAK-GÂH
f. Ders öğrenilen yer. Mekteb, medrese.
SEBAK-HÂN
f. Ders okuyan, talebe.
SEBAT
Yerinden oynamamak, dayanmak. Kararlı olmak. * Sözde durmak, ahde vefâ etmek. İman ve İslâmiyete hizmette, Allah'a ibadet ve taatta sâbit ve berkarar olmak. * Bir meslekte, meşru bir kanaatte veya bir fikirde kararlı bulunmak, sağlamlık göstermek.
SEBATA
Saçın kıvırcık olmayıp sarkık olması.
SEBATÎ
Sebatlılık. Sözünde ve kararında durma.
SEBATKÂR
f. Sağlam, yerinden oynamaz. * Ahdine, vefakârlığına sâdık ve sağlam olan.
SEBAYA
(Sebbî. C.) Harbde esir düşenler.
SEBB
Küfür, küfran. Sövüp saymak.
SEBBAB
(Sebb. den) Çok küfür eden. Küfürbaz.
SEBBABE
Şehâdet parmağı. Sağ elin baştan ikinci parmağı.
SEBBABEGEZÂ
f. Şaşarak parmağını ısıran.
SEBBAH
(Sibahat. dan) Suda yüzen, yüzücü. * Yüzgeç.
SEBBAHE
Yüzücü kuşlar sınıfı.
SEBBAK
Eritip kalıba döken, eritici.
SEBBETMEK
Söğmek, sövüp saymak.
SEBC
(C.: Esbâc) Orta vasat.
SEBCA'
(C.: Sübuc) Karnı büyük olan kadın. (Müz: Esbec)
SEBE
Yaşlılıktan dolayı bunamak.
SEBE'
(Sebâ) Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm'ın mucizesi sonunda imana gelen ve onunla evlenen Belkıs'ın Yemen'de hükmü altında bulundurduğu mâmur şehrinin ismi. * Bir Arab kavminin adı. * Bir devlet ismi. * Bir şahıs adı.
SEBE' SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 34. Suresi olup Mekkîdir.
SEBEB
Vâsıta. Âlet. * Alâka. * Bahane. * Edb: Harekeli bir harf ile sâkin bir harften veya iki harekeli harften meydana gelen parça. (Bak: Esbab, Esbabperest)
SEBEB-İ HİLKAT
Yaratılışa sebeb ve gaye, yaratılışa vâsıta ve âlet olan.(... Nasıl ki O Zât, hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vüsulüdür. Öyle de duasıyla, niyazıyla o saadetin sebeb-i vücudu ve vesile-i icadıdır. S.)
SEBEB-İ VÜCUD
Varlık sebebi. Var olmanın sebebi ve gayesi.
SEBEBİYET
İcab ettirme, sebep olma.
SEBED
Sepet. * Az saç, kıl. Başta az tüy olması.
SEBEHLEL
Bâtıl, boş, abes.
SEBEL
Tıb: Bulanık görme hastalığı. * Göze inen perde. * Buluttan çıkıp da henüz yere ulaşmamış yağmur. * Buğday başı.
SEBELE
Bıyık.
SEBENTA
Çeri, öncü. * Ayı.
SEBET
Hüccet, delil.
SEBET
Kıvırcık olmayan saç.
SEBETE
(C.: Sebât) Ot, nebat, bitki. * Otu çok olan yer.
SEBG (SÜBUG)
Nimet bolluğu. * Olgunlaşmak, kemâle yetişmek. Tamam olmak.
SEBH
Atın seğirtmesi. * Sür'atle gitmek. * Maaşında tasarruf etmek. * Suda yüzme.
SEBH
Genişlik. * Hafiflik.
SEBHA
Ot yetişmeyen yer. * Şap taşının çıktığı yer. * Tuzla
SEBHALE
Sübhânallah demek.
SEBİ
(C.: Sebâyâ) Savaşta esir düşen kimse.
SEBİBE
(C.: Sebâib) Atın alın kılı, yele ve kuyruğu. * İnce keten bezi parçası.
SEBİC(E)
Yatık veya sekik adı verilen, ağzı dar şarap testisi. * Gecelik.
SEBİD
Başa yağ sürmeyi terketmek.
SEBİH
Kuş yeleğinin kopup düşeni. * Pamuk ve yün atıldıktan sonra dürüp eğirmek için koydukları bez parçası.
SEBİHA
Gecelik. Geceleyin giyilen elbise.
SEBİKE
Eritilerek kalıba dökülmüş şey, külçe. Kalıba dökülmüş altın veya gümüş. * Hafif, küçük.
SEBİKE-İ HAK
Hak külçesi. * Mc: İşlenmemiş külçe halindeki altın kıymetinin zâhiren görünmemesi gibi; hakkın bâtıl ile mücadelesinin olmadığı zamanda, hakkın kıymet ve lüzumu derecesinin bir cihette bilinememesi.
SEBİKE-İ ZEHEBİYE
Altun külçesi.
SEBİL
Açık ve büyük yol. Büyük cadde. * Allah rızası için su dağıtılan yer.
SEBİLHANE
f. Sebil olarak su dağıtılan yer.
SEBİLULLAH
Allah (C.C.) yolu. Karşılıksız. Allah rızası.
SEBİN
Bir dağın adı.
SEB'ÎN
Yetmiş.
SEB'ÎNE MERRE
Yetmiş defa.
SEBİR
Suret. * Renk. * Asıl. * Heyet.
SEBİR
Mekke civarında bir dağın adıdır.(Resul-i Ekrem (A.S.M.), Mekke'den hicret ettiği ve küffarlar takibe çıktıkları vakit, Sebir namındaki dağa çıktılar. Sebir dedi: "Yâ Resulallah, benden ininiz! Korkarım, benim üstümde sizi vururlarsa Allah beni tâzib eder. Onun için korkarım." Cebel-i Hira çağırdı: "Yâ Resulallah ileyye: Bana gel". Bu sır içindir ki ehl-i kalb Sebir'de havf ve Hira'da da emniyeti hissederler. Bu misalden anlaşılır ki: O koca dağlar birer müstakil abddir, müsebbihdir ve vazifedardırlar. Peygambe'ri (A.S.M.) tanır ve severler, başıboş değillerdir. M.)
SEBİT
Aklın sabit olması, aklın durması.
SEBK
Bir şeyi eritme. Kalıba dökme. * Edb: İbarenin tarz ve terkibi.
SEBK
İleri geçme, ilerleme. Öne göçme. * Vâki olma. * Koşuda kazanan hayvan.
SEBKAT
Geçmek, ilerlemek.
SEBK-İ MEFSUL
Edb: Ayrı ayrı, kesik kesik yazma tarzı.
SEBK-İ MEVSUL
Edb: Cümleleri bağlayarak birleştirme tarzı.
SEBK-İ MÜREKKEB
Edb: Hem kısa, hem uzun ifâde tarzı.
SEBLA'
Uzun kirpikli göz.
SEBLET
(C.: Sibâl) Bıyık.
SEBR
Denemek, imtihan. * Yara, kuyu vesâirenin derinliğini anlamak için yoklamak.
SEBR
Men'etmek, engel olmak. * Helâk etmek. * Hapsetmek.
SEBR VE TAKSİM
Mantıkta bir isbatlama tarzı ve usulüdür. Bu iki kelime beraber kullanıldığı gibi, "delil-i taksim, delil-i münkasım" gibi tâbirlerle de söylenir. Bu isbatlamada bir şeyin aslında bulunan vasıflar, illet olmaktan birer birer ibtal edildikten sonra, tam illet olmaya elverişli olan tesbit edilir. (Lât: Residu: Arkada kalan, bâkiye.) Taksim: Man: Bir bütünü hariçte hiç artmamak şartıyla bölmek.
SEBRE
(C.: Seberât) Pek soğuk olan erken vakit.
SEBSEB
(C.: Sebâsib) Issız büyük çöl. * Kâfirlerin bayramı.
SEBT
Yazma, deftere geçirme, bir yere kaydetme.
SEBT
(C.: Esbât-Sübut-Esbüt) Rahat etmek. * Boyun vurmak. * Saç sarkıtmak. Bir çeşit deve yürüyüşü. * Cumartesi günü. * Şaşırmak, hayrette kalmak. * Çok zeki, dâhiye. * Başı tıraş etmek.
SEBTANE
Tüfek.
SEBTEL
Satıl adı verilen kab. (At bakıcıları onunla davara su verirler.) * Susak. (Pınarlarda su içilir.)
SEBTEL
Ot tohumundan bir tohum.
SEBTEL
Çürük yumurta.
SEBT-İ DEFTER
Deftere geçirme, deftere yazma.
SEBU
f. Testi.
SEBU'
(C.: Sebâ') Yırtıcı hayvan. Canavar.
SEBUÇE
f. Küçük testi. * Küçük kap.
SEBUH
(Sibh. den) Yüzgeç.
SEBUHA
Mekke şehri.
SEBUİYE
Yırtıcıya mensub, canavarlıkla ilgili.
SEBUİYET
Yırtıcılık, parçalayıcılık. Yırtıcı hayvanın fıtri hassası.
SEB'ÛN
(Bak: Seb'în)
SEBÜK
f. Hafif. Ağırbaşlılığı ve ağırlığı olmayan.
SEBÜKBÂR
f. Yükü hafif. Ağırlıksız, eşyası az olan. * Derdi, düşüncesi olmayan.
SEBÜK-ENDİŞ
f. Derin düşünmeyen, sathi düşünen.
SEBÜKHÎZ
f. Çabuk kalkan, hareket eden.
SEBÜKÎ
f. Hafiflik.
SEBÜK-İNÂN
f. Çabuk koşan.
SEBÜKMAĞZ
f. Hafif beyinli, düşüncesiz. Ahmak. Akılsız.
SEBÜKMÂYE
f. İtibarsız, değersiz, kıymetsiz.
SEBÜKMİZAC
f. Hafif mizaçlı.
SEBÜKREV
f. Çabuk giden.
SEBÜKRE'Y
f. Düşüncesiz, hafif fikirli.
SEBÜKRUH
f. Hafif ruhlu. * Zarif ve şen olan. Hoşa giden, hoş sohbet. * Mc: Lâübâli.
SEBÜKSER
(C.: Sebükserân) f. Hafif düşünceli. * Sefih, aşağılık.
SE'BÜL
(C.: Sevâbil) Aş havucu. * Pirinç, buğday, nohut, mercimek.
SEB'-ÜL MESANİ
İki defa nazil olan ve yedi âyetten ibaret bulunan Fâtiha Suresi. * Mükerrer okunup tekrarlanan.
SEBY
Harpte esir alınma. * Uzaklaştırma. * Bir yerden başka bir yere sürüp giderme.
SEBZ
f. Yeşil, yeşil renkli.
SEBZEVAT
f. Yeşil bitkiler, yeşil nebatlar.
SEBZEZAR
f. Çayırlık, çimenlik, yeşillik. * Bostan, sebze tarlası.
SEBZFAM
f. Yeşil renkli.
SEBZ-FÂM
Yeşil renkli.
SEBZİN
.f Rengi yeşil. Yeşil renkli.
SEBZPUŞ
f. Yeşil elbiseli, yeşil örtülü.
SEC'
(C.: Escâ-Esâci) Kumru sesi. * Kafiyeli söz.
SEC'A
Kuşların cıvıltısı gibi olan ses. * Edb: Nesir hâlindeki kafiyeli yazı.
SECA'
Yarasa.
SECAÂT
Kuşların ötüşleri, sec'aları. * Nesir halindeki yazının kafiyeleri.
SECAH
Letafet, güzellik. Rıfk. Adl. * Yumuşak yer.
SECAHAT
Mülâyemet, rıfk. Cemalin tenasüp içindeki kemali.
SECAVEND
f. Kur'an-ı Kerim'de doğru okunması için yapılan işaretler.Kur'an-ı Azîmüşşan'ı okurken durularak nefes alınacak yerler, âyet sonları ile secavend mahalleridir. Secavend denilen huruf-u rumuziye ise şunları ifade ederler: $ Durmanın lüzumunu gösterir. Bu lüzum şer'î bir lüzum olmayıp, ıstılahî bir lüzumdur. Meselâ: $ Tilâvet eden $ da durur. Sonra $ den devam eder.
SECAYA
(Seciye. C.) Karakterler, huylar, seciyeler, ahlâk ve tabiatlar.
SECAYA-YI SÂMİYE
Yüksek ve kıymetli seciyeler.
SECC
(Sücuc) Akıcı bir şeyin kesretle dökülüp akması, akıtılması. Su akmak.
SECC
Gayet ince olan nesne. * Duvar sıvamak. * Hoş kokulu nesne ezmek.
SECCAC
Suyu çok olan süt.
SECCAC
Çağlayan. Şarıltı ile akan.
SECCADE
Genellikle üzerinde secdeye varmakta yâni namaz kılmakta kullanılan küçük halı, kilim cinsinden sergi.
SECCAN
(Sicn. den) Gardiyan, zindancı, hapishane memuru.
SECDE
Allah'ın (C.C.) huzurunda yere kapanış. İbadet ve Allah'a (C.C.) memnuniyetini ve itaatini bildirmek veya şükretmek için yere kapanarak alın, burun ucu, eller, dizler ve ayak uçları yere gelecek şekilde yapılan en büyük tazim ifade eden hareket. Namazın bir rüknü.
SECDE SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 32. Suresidir. Mekkîdir.
SECDE-BER-ZEMİN-İ HAYRET VE MUHABBET
Hayret ve muhabbetle yere secde etmek.
SECDEGÂH
f. Namaz kılınıp secde edilecek yer. İbadet yapılacak yer.
SECDE-İ ŞÜKRAN
Şükür secdesi. Şükretmek maksadıyla yapılan secde.
SECDE-İ ŞÜKÜR
Bir lütf-u İlâhîden dolayı veya bir musibetin izn-i İlâhi ile kaldırılmasından sonra hamd ve şükür için edilen secde.
SECDE-İ TİLÂVET
Kur'an okurken veya dinlerken secde âyeti dinlenir veya okunursa secdeye kapanmak vâcibdir. Okuma secdesi mânasiyle bu isim verilmiştir. Abdestli ve bulunduğu yer temiz olmak şartiyle kıbleye müteveccihen secde edilir. (Kur'an-ı Kerim'de, 7, 13, 16, 17, 19, 22, 25, 27, 32, 38, 41, 53, 84 ve 96. Surelerde olmak üzere 14 yerinde secde âyeti vardır.)
SECDETEYN
Birbiri arkası yapılan iki secde.
SECEC
Dökülmüş su.
SECEDE
(Sâcid. C.) Secde edenler.
 
SECEL
Genişlik, vüs'at. * Büyüklük, azamet.
SECENCEL
(Secencele) Ayna.
SECER
Yassı ve enli.
SECES
Bozuk ve bulanık su.
SECFAN
Ev önünde olan perdenin iki kanadı.
SECH
Tırmalama. * Bir şeyin kabuğunu veya derisini soyup sıyırma.
SECİ'
Edb: Nesrin kafiyesidir. Seci'ler, ya cümlelerin sonunda yahut arasında bulunur. Sondaki seci'ler bir kelime vasıtasiyle birbirine bağlanır, onlara "Seci'-i mukayyed" denilir. Aradaki seci'ler ise yekdiğerlerine bağlı olmadıklarından onlara sec'i-i mutlak tâbir olunur. İçiçe olan seci'lere "Seci' ender seci" denir.
SECİC
Su sesi.
SECİC
Asan, kolay. * Yumuşak yer.
SECİF
Perde, setre. * Bir kapıya birbiri üstüne iki perde asmak.
SECİHA
Tabiat. * Miktar.
SECİL
Uzun, tavil.
SECİLE
Büyük kova. * Dökülmüş su.
SECİR
Posa.
SECİR
Dost.
SECİR-İ İNEB
Üzüm posası.
SECİS
Yılın ve zamanın sonu.
SECİYE
Huy, karakter. Huy güzelliği. Ahlâk durumu.
SECİYE-İ AVRÂ
Tek gözlü seciye. Dünyaperestlik.
SECİYE-İ UVERÂ
Tek gözlülerin -yâni sadece bu dünyayı düşünenlerin, âhireti görmeyenlerin- seciyesi.
SECL
(Sicâl) İçi su dolu kova.
SECLA'
Karnı büyük kadın. (Müz: Escel) * Her büyük cisim.
SECLA'
Emziği uzun dişi deve.
SECR
Kızdırmak. * Doldurmak. * İnleyerek çağırmak.
SECSEC
Ne yumuşak ne sert olan yer.
SECUR
Tennur kızdırılan nesne.
SE'D
Zayıf yağan yağmur. * Yaz gecelerinde olan rutubet. * Boğaz ıslatan her cins nesne.
SEDA
Çiy denilen yaşlık, kırağı.
SEDA
(Bak: Sadâ)
SEDA'
(C.: Esdiye) Bezin hatâsı.
SEDACET
Sâdelik.
SEDACET-İ KELÂM
Söz sadeliği.
SEDAD
İstikamet ve kasd. * Haklı ve doğru şey. * Akıl.
SEDAİL
(Sedil. C.) Askılar. Perdeler. Zarlar. Örtüler.
SEDANE
Etlilik, semizlik, besililik.
SEDARE
Sıcaklığın fazlalığından dolayı tenbelleşmek.
SEDAYA
(Sedâ. C.) Memeler.
SEDC
Yalan.
SEDD
Tıkamak, kapamak, mâni olmak. * Baraj. * Perde, Mânia. * Rıhtım. * Set, tümsek.
SEDDAD
Tıpa. Şişe tıpası. * Tampon.
SEDD-İ ÂHENİN
Demirden yapılan set.
SEDD-İ BÂB
Kapı örtme.
SEDD-İ NUTK
Susma.
SEDD-İ RASİN
Sağlam set.
SEDD-İ REMAK
Ölmeyecek kadar yeyip içmek.
SEDD-İ SEDİD
Yıkılması zor olan, sağlam sed. Yıkılmayacak derecede sağlam sedd.
SEDD-İ ZERAİ'
Şer'an memnu olan bir şeye vesile teşkil eden mübah fiillerin de men edilmesi. "Def-i mefasid, celb-i menafiden evlâdır." Buna binaen insan, şer'an memnu olan herhangi bir şeye sâik olacak şeylerden sakınması icab eder, o şeyler hadd-i zâtında mennu olmasa da. Bu husus Mâlikî Mezhebinde delil kabul edilen bir mes'eledir.
SEDD-İ ZÜLKARNEYN
(Bak: Zü-l karneyn)
SEDD-İ ZÜLKARNEYN
Zülkarneyn'in yaptırdığı büyük sed.(İkinci sualiniz : Sedd-i Zülkarneyn nerededir? Ye'cüc, Me'cüc kimlerdir?Elcevab: Eskiden bu mes'eleye dair bir risale yazmıştım. O vaktin mülhidleri onunla mülzem olmuşlardı. Şimdilik hem o risale yanımda yoktur, hem kuvve-i hâfızam tatil-i eşgal etmiş, yardım etmiyor. Hem Yirmi Dördüncü Sözün Üçüncü Dalında bir nebze bu mes'eleden bahsedilmiş. Onun için bu mes'elenin yalnız iki üç nüktesine gayet muhtasar bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:Ehl-i tahkikin beyanına göre, hem Zülkarneyn ünvanının işaretiyle, Yemen padişahlarından Zülyezen gibi "zü" kelimesiyle başlayan isimleri bulunduğundan bu Zülkarneyn, İskender-i Rumî değildir. Belki Yemen padişahlarından birisidir ki, Hazret-i İbrahim'in zamanında bulunmuş ve Hazret-i Hızır'dan ders almış. İskender-i Rumî ise, milâddan takriben üçyüz sene evvel gelmiş, Aristo'dan ders almış. Tarih-i beşerî, muntazam surette üçbin seneye kadar gidiyor. Bu nâkıs ve kısa tarih nazarı, Hazret-i İbrahim'in zamanından evvel doğru olarak hükmedemiyor. Ya hurafe-vâri, ya münkirâne, ya gayet muhtasar gidiyor. Bu Yemenî Zülkarneyn, tefsirlerde eskiden beri İskender namiyle iştiharının sebebi, ya o Zülkarneyn'in bir ismi İskender'dir ki, İskender-i Kebir ve Eski İskender'dir. Veyahut âyât-ı Kur'aniye'nin zikrettiği hâdisat-ı cüziyeler, küllî hadisatın uçları olduğu cihetle; Zülkarneyn olan İskender-i Kebir'in nübüvvetkârane irşadatiyle akvam-ı zâlime ile milel-i mazlume ortasında hâil ve gaddarların garetlerine mani olacak meşhur Sedd-i Çin'in binasını kurduğu gibi; İskender-i Rumî misillü müteaddit cihangirler ve kuvvetli padişahlar, maddî cihetinde ve manevî âlem-i insaniyetin padişahları olan bir kısım enbiya ve bazı aktâb dahi manevî ve irşadî cihetinde o Zülkarneyn'in arkasında gidip iktida edip, mazlumları zâlimlerden kurtaracak çarelerin mühimlerinden olan dağlar ortalarında sedleri (Hâşiye), sonra dağlar başlarında kal'aları kurmuşlar. Ya bizzat maddî kuvvetleriyle veyahud irşad ve tedbirleriyle te'sis etmişler. Sonra şehirlerin etrafında surları ve ortalarında kal'aları, tâ son çare olan kırk ikilik topları ve kal'a-i seyyar gibi diritnavtları yapmışlar. Hattâ ruy-i zeminin en meşhur seddi ve kaç günlük uzak bir mesafe tutan Sedd-i Çinî Kur'an lisaniyle Ye'cüc ve Me'cüc'ün ve tabir-i diğerle tarih lisanında Mançur ve Moğol denilen ve âlem-i beşeriyeti kaç defa zir ü zeber eden ve Himalaya Dağlarının arkasından çıkan ve şarktan garba kadar harab eden akvam-ı vahşiye ve garetkâr milletlerin Hind ve Çin'deki akvam-ı mazlumeye tecavüzlerini durdurmak için o Himalaya silsilelerine yakın iki dağ ortasında uzun bir sed yaptığı ve o akvam-ı vahşiyenin kesretle hücumlarına çok zaman mâni olduğu gibi, Kafkas Dağlarında Derbent cihetinde yine çapulcu garetgir akvam-ı Tatariyenin hücumunu durdurmak için Zülkarneyn-misal eski İran padişahlarının himmetiyle sedler yapılmıştır. Bu neviden çok sedler var. Kur'an-ı Hakîm umum nev-i beşer ile konuştuğu için zâhiren bir hâdise-i cüz'iyyeyi zikredip, umum o hâdiseye benzer hâdisatı ihtar ederek konuşuyor.İşte bu nokta-i nazardandır ki, sedde ve Ye'cüc ve Me'cüc'e dair rivayetler ve akvâl-i müfessirîn ayrı ayrı gidiyor.Hem Kur'an-ı Hakîm, münasebât-ı kelâmiye cihetinde bir hâdiseden uzak bir hâdiseye intikal eder. Bu münasebâtı düşünmeyen zanneder ki, iki hâdisenin zamanları birbirine yakındır. İşte seddin harabiyetinden kıyametin kopmasını Kur'anın haber vermesi, kurbiyet-i zaman cihetiyle değil, belki münasebât-ı kelâmiye cihetinde iki nükte içindir: Yâni bu sed nasıl harab olacak, öyle de dünya harab olacaktır. Hem nasılki fıtrî ve İlâhî sedler olan dağlar metindir, ancak kıyametin kopmasıyla harab olurlar; öyle de: Bu sed dahi dağ gibi metindir, ancak dünyanın harab olmasiyle hâk ile yeksan olabilir. İnkılâbât-ı zaman tahribat yapsa da, çoğu sağlam kalır demektir. Evet Sedd-i Zülkarney'nin külliyetinden bir ferdi olan Sedd-i Çinî binler sene yaşadığı halde daha meydanda duruyor. İnsanın eliyle zemin sahifesinde yazılan, mücessem, mütehaccir, mânidar tarih-i kadîmden uzun bir satır olarak okunuyor. L.)(Hâşiye): Ruy-i zeminde mürur-u zamanla dağ şeklini almış, tanınmayacak bir surete gelmiş çok sun'î sedler vardır.
SEDEF
Karanlık ve aydınlığın karışması. * Gece ve sabah. * Sabahın evveli.
SEDEF
(Bak: Sadef)
SEDEL
(C.: Südul-Esdâl-Esdül) Bir kuş adı. * Örtmek, setretmek.
SEDEM
Hüzün, keder, tasa. * Nedâmet, pişmanlık.
SEDEN
(Sedâne) Hizmet.
SEDENE
(Sâdin. C.) Kapıcılar. Perdedarlar. Kâbe-i Mükerremenin kapıcıları.
SEDG
Baş yarığı. * Baş yarma.
SEDH
Döşemek. * Uçuk hastalığı. * Bir nesneyi açıp yaymak ve arkası üstüne bırakmak. * Deve çökertmek. * Kırba doldurmak.
SED-İ RÂH
Yol kapayan, yola mâni olan.
SEDİD
Doğru. Yanlış ve yalan olmayan. * Müstakil. * Muhkem. Metin.
SEDİF
Deve hörgücü. * Her canlının sırtı.
SEDİL
(C.: Sedâil) Askı. Perde. Örtü. Zar.
SEDİN
Semiz, besili, etli ve cüsseli kimse.
SEDİR
Köşk. * Nehir. * Karyola. * Odanın baş köşesine konulan döşenmiş kerevet.
SEDK
Lâzım olmak, icab etmek, lüzum.
SEDL
İrsal etmek, göndermek, yollamak.
SEDM
Dik fışkıran su.
SEDN
Vücut organlarının anormal biçimde gelişmesi.
SEDN
Tapınak. * Puthane.
SEDR
Tenbel olmak. * İrsal, gönderme. * Gözü hareket ettirmek.
SEDUM
Peygamber Lut Aleyhisselâm'ın kavminin şehri.
SEDV
El uzatmak.
SEDY
Meme.
SEDYA'
Büyük memeli kadın.
SEELE
(Sâil. C.) Dilenciler.
SEF'
Alâmet. İşaret. * Yandırmak. * Kara etmek. * Çekmek.
SEFA'
Buğday başının kılçığı. * Orak. * Kuyu içinden çıkan toprak.
SEFAHET
(Sefeh) Zevk ve eğlenceye ve yasak şeylere düşkünlük. Akılsızlık edip lüzumsuz yere, sonunu düşünmeden, hazz-ı nefs için masraf etmek.
SEFAİN
(Sefine. C.) Gemiler.
SEFAİN-İ HARBİYE
Harp gemileri.
SEFAKA
Katılık. * Sıklık.
SEFALET
Fakirlik, yoksulluk. Fakirlikten gelen sıkıntı. Sefillik.
SEFARE
Süprüntü. * Islah etmek, düzeltmek.
SEFARET
Sefirlik, elçilik.
SEFARETHANE
f. Sefirlik, elçilik. Elçilik konağı.
SEFARİC
(Sefercel. C.) Ayvalar.
SEFASİF
(Sefsâf. C.) Yerden toz kaldırarak esen rüzgârlar.
SEFAT
(C.: Esfât) Sele, sepet. * Ağaç veya balık pulu.
SEFE
Kepek.
SEFEH
Akılsızlık.
SEFELE
(Sâfil. C.) Alçak kimseler. Aşağı kimseler. Alçaklar.
SEFEN
Nasır. * Sertlik, katılık, huşunet.
SEFENC
Yeyni, hafif.
SEFER
Yolculuk. * Muharebe. Harb. Muharebeye hazır bulunma hali. * Def'a, kerre. * Fık: Muayyen bir mesafeye gitmek. (Bak: Mukim)
SEFER
(Safer) Arabi ayların ikincisinin ismi.
SEFERBER
f. Harbe hazırlık hali. * Sefere hazırlık içinde olan asker ve bu askerin durumu.
SEFERCEL
(C.: Sefâric) Ayva.
SEFERE
Yazıcılar.
SEFERGÜZİN
f. Yolculuk yapan, seyahat eden.
SEFERÎ
Seferde olma hali. Harbe ait, muharebe ile alâkalı. * Namazı kısaltmak veya oruç tutmak gibi sefere ait bir hâlde bulunmak. Fık: Ortalama 90 km. lik bir mesafeyi veya daha fazlasını giden seferi (müsafir) sayılır. Zıddı mukimdir. (Bak: Mukim)
SEFF
Dokumak. * Yapmak. * Ahzetmek, almak. * Toz haline getirilmiş ilâç. * İlâcı toz haline getirme.
SEFFAH
Cömert, eliaçık, civanmerd. * Güzel konuşan, hatip. * Kan dökücü, gaddar.
SEFFAK
(Sefk. den) Kan döken, kan dökücü.
SEFFUD
(C.: Sefafid) Kebap pişirilen demir.
SEFH
(C.: Süfuh) Dağ eteği. * Su dökmek. * Kan dökmek.
SEFİ'
Şiddetle tutup çekme.
SEFİD
(Sepid) f. Ak, beyaz.
SEFİDÎ
Beyazlık, aklık.
SEFİF
Deve beline çekilen kolan.
SEFİH
Zevk ve eğlenceye düşkün. Sefahete düşmüş. Malını düşünmeden harcayan.
SEFİHAN
Heybe gibi çatıp içine birşeyler konulan iki çuval.
SEFİHANE
f. Eğlenceye ve lüzumsuz masraflara düşkün olarak.
SEFİK
(C.: Sefâsik) Katı, şiddetli, şedid. * Sık dokunmuş bez.
SEFİL
Sefalet çeken, muhtaçlık içinde olan. Çok sıkıntıda bulunan. * Uslu huy sahibi.
SEFİLE
Mc: Fâhişe. Namussuz kadın.
 
SEFİNE
Gemi. * Çeşitli mevzulara dair kitap. * Göğün güney yarım küresinde bir burç adı.
SEFİNE-İ NUH
Hz. Nuh'un (A.S.) gemisi. (Bak: Nuh)
SEFİR
Elçi. Bir devletten diğer devlete bazı işler için gönderilen memur. * Islık sesi.
SEFİR-İ KEBİR
Büyük elçi.
SEFİT
Keremli, cömert kimse.
SEFİYY
Saçılmış toprak. * Bulut.
SEFK
Dökme, akıtma.
SEFK-İ DEM
Kan dökme.
SEFK-İ DİMÂ'
Kan dökme, kan dökücülük.
SEFN
Keser. * Timsah derisi gibi olan sert deri. * Yutmak. * Kazık.
SEFNE (SİFNE)
(C.: Sifen-Sifnât) Devenin çöktüğünde yere değen yerleri.
SEFR
Arslan. * Deve ferci. * Eyer kuskunu. * Yavaş yürüyen deve.
SEFR
Ev süpürmek. * Yüzünü açmak. * Yazı yazmak. * Islâh etmek, düzeltmek.
SEFSAF
(C.: Sefâsif) Alçak, kemter şey, hakir iş. * Un elerken elekten kalkan toz.
SEFSEFE
Nişasta, un gibi şeyleri eleme.
SEFT
Kabir üstüne koyulan taş. * Tabut.
SEFUF
İlâçlar, devâlar, mâcunlar.
SEFUH
Dökülmüş su.
SEFVA'
Hızlı yürüyen katır.
SEFY
Savurmak. Saçmak.
SEG
f. Köpek, kelb.
SEGA'
Koyun ve keçi sesi.
SEGAB
(C.: Sügbân) Kesmek. * Dere içinde yağmurdan biriken su. * İyi ve tatlı su.
SEGAB
Açlık.
SEGABET
Açlık.
SEGAME
(C.: Sigâm) Beyaz çiçekli bir ot.
SEGAR
(C.: Süğür) Ön dişler. * Ağız. (Dar geçit ağızlarına ve diğer yerlerin boş olan korku yerlerine de denir.) * Yaş hıyar.
SEGBAN
(Bak: Sekbân)
SEG-İ KUY
Sokak, mahalle köpeği.
SEGİL
Yaramaz huylu kimse. * Cüssesi küçük, ayakları ince olan kimse.
SEGPEÇE
f. Köpek yavrusu.
SEHA
Büyük cüsseli. Azim-ül cüsse.
SEHA
(C.: Sihâ) Ev içi. Her nesnenin kabuğu. * Yarasa kuşu.
SEHA
Cömertlik, el açıklığı.
SEHA'
Tıb: Beyin zarı.
SEHAB
Çağırgan, gürültücü kişi.
SEHAB
(C.: Sehâib) Bulut. * Karanlık. * Bulut gibi uçuşan böcekler.
SEHAB-ALUD
f. Bulutlu.
SEHABE
Tek bulut.
SEHAB-I MATİR
Yağmur bulutu.
SEHAB-I RAHMET
Rahmet bulutu.
SEHABÎ
Bulut ile alâkalı.
SEHAB-ÜS SİKAL
Ağır yağmur bulutları.
SEHAH
Yumuşak ve sıcak yer.
SEHAİB
(Sehâbe. C.) Bulutlar.
SEHALE
Altın, gümüş gibi değerli maddelerin kırıntıları.
SEHAM
Sıcak günlerde havada iplik iplik olduğu hayâl edilen nesneler. * Sıcak esen rüzgâr.
SEHAM
Yaş ağaç. * Demir.
SEHANE
Heyet. * Süs, ziynet. * Renk.
SEHANET
Sıcaklık.
SEHANET
Kalınlık. * Sıklık. * Katılık, peklik.
SEHAR
Bir havuç cinsi.
SEHAVET
(Bak: Sahavet)
SEHAY
Nâme üstüne nesne bağlamak. * Keşf etmek. * Kabuk soymak.
SEHAYA
(Sehâ. C.) Beyin zarları.
SEHB
Sahra, çöl. Düz yer. * Çok söylemek, çok konuşmak.
SEHB
Çekmek. * şiddetle yemek ve içmek.
SEHBA
Üç ayaklı küçük masa. * İdama mahkûm olanların idam edildiği üç ayaklı âlet.
SEHBEL
Büyük, iri vücutlu, şişman deve. * Büyük ve geniş tuluk. * Büyük keler.
SEHC
Seyretmek. * Ezmek.
SEHEF
Çok susamak.
SEHEK
Balık kokusu. * Demir pası. * Rüzgârın yerden savurduğu toprak. * Bir şeyin pis pis kokması.
SEHEM
(C.: Sihâm-Eshüm-Sehmân) Ok. * Nâsib.
SEHER
Tan. Sabah olmağa başladığı vakit. * Fık: İkinci fecirden biraz evvel olan vakit."Seherlerde eser bâd-ı tecelliUyan ey gözlerim vakt-i seherde." (S.)
SEHER
Geceleri uyumayıp uyanık durma hastalığı.
SEHERGÂH
f. Sabahlık. Sabah zamanı. Sabah vaktine âit.
SEHERHÎZ
f. Sabahları erken kalkan. Erkenci. * Sabahleyin esen.
SEHF
Maktulün can çekişirken olan ıztırabı, acısı.
SEHH
Dökmek.
SEHHA'
(Sehh'ten mübalağa sigası) "Çok dökücü" mânasına gelir.
SEHHAC
Yeri eliyle veya ayağıyla sıyıran kimse.
SEHHAH
(Mübalağa ile) Semiz ve besili nesne.
SEHHAR
(Sihir. den) Büyü gibi bir kuvvetle çeken. Büyü yapan. * Çok aldatıcı.
SEHİ
f. Düz, doğru. * Fidan gibi boy.
SEHİ-KAMET
f. Düzgün boy.
SEHİL
Bükülmemiş iplik. * Bir kat bükülmüş iplik. * İpliği bir kat olan bez. * Eşeğin göğsünden gelen hırıltı.
SEHİM
Hisse sâhibi. Hissedar.
SEHİN
Altı görünmeyen sık ve kalın nesne.
SEHİNE
Bulamaç aşı.
SEHL
Kolay. * Toprağı yumuşak düz yer. * Sâde.
SEHL
(C.: Sühul) Beyaz pamuk bezinden olan elbise. * Nakit, para. nakit akçe. * İpliği bir kat bükmek. * Ezmek. * Dövmek.
SEHL
Yere yayılmak, döşenmek.
SEHLEN
Kolaylıkla, kolay surette.
SEHL-İ MÜMTENİ'
Edb: "Hem kolay, hem güç" mânasına bir tâbirdir. Yazılışı veya söylenişi kolay göründüğü hâlde taklidine kalkışınca, taklidi imkânsız eser demektir.
SEHLTER
f. En kolay, çok kolay.
SEHL-ÜL ME'HAZ
Kolay olarak alıncak ve elde edilecek şey.
SEHM
f. Dehşet, korku.
SEHM
Ok. * Hisse. nasib * Kısım. * Hazine geliri. * Korku, dehşet. * Hazz. * Yay.
SEHMA'
Dübür, mak'ad, kıç. * Ağaç.
SEHME
Karalık, siyahlık.
SEHM-GİN
f. Korkunç, korkulu.
SEHM-NÂK
f. Korkunç, korkulu.
SEHNA'
Heyet. * Suret.
SEHRAN
Geceleri uyanık duran.
SEHUK
(C.: Sühuk) Uzun. * Çok uzun hurma ağacı.
SEHUM
Hâlin ve durumun değişmesi. Yüzün renginin değişmesi.
SEHV
Hata, yanlış, yanılma.
SEHV
Keşfetmek, bulmak. * İzâle etmek. * Kabuk soymak.
SEHVA'
Geceden bir saat.
SEHVE
Ev önünde yapılan sofa. * Gevşek yürüyüşlü deve.
SEHVEN
Yanlışlıkla, yanılmak suretiyle.
SEHV-İ KALEM
Yanlış yazılış, kalem yanlışı.
SEHV-İ MÜRETTİB
Mürettibin matbaada yaptığı yanlışlık.
SEHV-İ SARİH
Pek açık yanlış.
SEHV-İ TERTİB
Tertib yanlışı, dizme yanlışı.
SEHVİYAT
(Sehv. C.) Yanlışlar, yanlışlıklar, sehivler.
SEK'
Gitmek.
SEKA'
Kulağı olmayan dişi hayvan.
SEKAB
Yakınlık.
SEKAB
Dayanıp itimat edilen, güvenilen.
SEKAF
Uzunluk.
SEKAF
Kabile, soy. Nisbet.
SEKAFE
Akıllılık.
SEKAL
(C.: Eskâl) Misafir. * Mal, mülk, metâ. * Ev metaı, ev eşyası. * İns ve cinnin bir ünvanı. (Bak: Sakalân)(Sekal, meta-i beyt yani ev eşyasıdır. Ayrıca sekal: Misafirin yani yolcunun ağırlık tabir olunan meta ve ailesine ve sahibinin çok zaman kullanmayıp sakladığı kıymetli şeye denir.İns ü cinne sekaleyn denilmesi, arzın içinde ve üzerinde bulunmaları itibariyle onun sekali, ağırlığı gibi olmalarından, yahut amellerinin günahlarının ağırlığındandır denilmiştir.) (E.T.)
SEKAM
Hastalık. İllet. Bozukluk. (Bak: Sakam)
SEKB
Su dökmek. Su dökülme.
SEKBAN
f. Köpek besleyicisi. * Padişahın köpeklerini av yerine götüren seyman. * Vaktiyle Yeniçeri Ordusunda bir asker sınıfının ismi. * Köy düğününde silâhlı ve oyun yapan gençler kafilesi. (Türkçede seğmen denir.)
SEKBE
(C.: Sekebât) Başta olan kepek. * Takke.
SEKEBE
Güzel kokulu bir ağaç.
SEKEL
Musibet, belâ. * Çocuğun ölümü.
SEKEM
Yolun orta yeri. * Lâzım olmak, icab etmek.
SEKEN
Ev ahâlisi. * Mesken, ev. * Kalbin teskin olduğu nesne.
SEKENE
Sâkin olanlar, oturanlar. Bir yerde devamlı oturanlar.
SEKENE-İ ARZ
Yeryüzünde bulunan mahlûkat.
SEKENE-İ KARYE
Köyde oturanlar. Köyün sâkinleri.
 
SEKER
Hurma şarabı.
SEKERAT
Sarhoşluk. * Hayretler. şiddetler. * Mestlikler.
SEKERAT-ÜL MEVT
Ölüm halindeki kimsenin kendinden geçmesi, can çekişmesi hali.
SEKF
Bulmak.
SEKİ
Direğin altında konulan taş ayak, kürsü taşı, kapıların yanlarında ve bahçelerde havuzların etrafında yapılan sed ve peyke, odaların zeminden yüksekçe olarak bir kısmına yapılan döşeme yerlerinde kullanılır bir tabirdir. * Atın ayağındaki beyaz nişana da bu ad verilir. (O.T.D.S.)
SEKİNE(T)
Sükûn ve itmi'nan, temkin. Nefisteki telâşın kesilmesi ile hâsıl olan kalb huzuru ve sükûneti. * Telâş ve hafifliğin zıddıdır. * Kalb rahatlığı, kalb kuvveti veren çok mühim bir duânın ismi. (Bu, Sekine isimli duâ, Hazret-i Ali Radıyallâhü Anh gibi evliyânın bildiği ve içerisinde ondokuz harfli ondokuz âyet bulunan çok mühim, sükûnet ve itmi'nan veren bir duâdır. Hizb-ül Envar-ül Hakaik-ın Nuriye'de mevcuttur.)
SEKİT
Kırağı.
SEKK
(C.: Sukûk-Sikâk) Çuvaldız. Çivi. * Alçaklık. * Dar nesne.
SEKK
Seyahat etmek, gezmek.
SEKKA'
Su ulaştıran.
SEKKAB
Delici, delen.
SEKKAK
Bıçakçı, çakıcı.
SEKKAKÎ
(Hi: 555-626) Harzem'li olup edebiyat ve kelâm ilminde çok kıymetli ve mühim bir İslâm âlimidir. "Miftâh-ül Ulûm" isminde sarf ve nahivden ve aruz kafiyesinden bahseden eseri vardır. Sadeddin-i Taftazanî bu kitabı şerhetmiştir.
SEKKAR
Lânet eden kişi.
SEKKARE
şarap yapan.
SEKLA
Çocuğunu kaybeden kadın.
SEKN
Sâkin olmak.
SEKR
(Sekir) Sarhoşluk.
SEKRAN
Sarhoş, mest olan adam.
SEKR-ÂVER
f. Sarhoş eden, sarhoşluk veren, baş döndüren.
SEKRE
Sarhoşluk. * Şaşkınlık. * Şiddet.
SEKSEKE
Hamakat, ahmaklık.
SEKTE
Durma, kısılma. * Kanın birdenbire durması. * Bir işin görülmesinde kesiklik, durgunluk hâsıl olmak. * Tecvidde: Kıraat esnasında nefes almadan sesi kesmeğe denir.
SEKTEDÂR
Susan, sesini kesen. * Zarara uğramış olan. * Aheng ve düzeni bozulmuş.
SEKTE-İ KALB
Kalbin durması. Kalbin sekteye uğraması.
SEKUB
(Sekabe) Ateşin alevlenmesi. * Yıldızın parlaması. * Işıklı, ışık veren. * Parlamak.
SEKUB
(Bak: Sükub)
SEKUN
Yemen vilâyetinde bir kabile adı.
SEL'
Baş yarmak.
SELA
(C.: Eslâ) Çocuğun ana karnında iken içinde bulunduğu ince deri.
SEL'A
Hıyarcık hastalığı. * Yarmak.
SELA'
Pişirmek. * Eritmek.
SELA'
Bir acı ağaç. * Medine'de bir dağ. * Yarmak. Parçalamak. * Ayak yarığı. (Bu mânâya C.: Sülu)
SELACİKA
(Selçuk. C.) Selçuklular.
SEL'AF
Yutmak.
SELAH
(C.: Selhân) Keklik yavrusu.
SELAHİF
(Sulahfât. C.) Kaplumbağalar.
SELAHİYET
(Bak: Salâhiyet)
SELAİK
(Selika. C.) Güzel söz söyleme ve yazma kabiliyetleri.
SELAK
(C.: Selekân) Yüksek, düz yer. Deve yanırının onulmuş ve yeri ağarmış olan izi. * Çuval kulpunun birisini birisine koymak.
SELALE
Çanak içinde yalanan nesne.
SELALİM
(Süllem. C.) Merdivenler.
SELAM
Ayıplardan, âfetten sâlim oluş. Selâmet, emniyet. Sulh. Asâyiş. Bütün korktuklarından emin olma. * Allah'ın (C.C.) rızasına erişmek için mü'minlerin birbirlerine yaptığı dua. Mü'minler birbirleriyle karşılaştıklarında büyük küçüğe; yürüyen durana; azlık çokluğa; hayvan veya vasıta üzerinde olan yerde yürüyene; yüksekteki aşağıdakine "Selâmün aleyküm" der. Selâmı alan "Ve Aleykümüsselâm ve Rahmetullâhi ve Berekâtühu" diyerek cevap verir. Evvelâ selâm veren daha çok sevap kazanır. Selâm vermek sünnet, almak ise farzdır. İki cemaat birbiri ile karşılaşırsa; onlardan birisinin selâm vermesi sünnet-i kifaye, selâm alacak taraftan birisinin selâm alması farz-ı kifayedir.
SELAMAN
Bir mekânın adı. * Büyük ağaç.
SELAMET
Kurtuluş, tehlikeden sâlim olmak. Korktuklarından, fenalıklardan kurtulmak. * Neticede imân ile kabre girmek. * Edb: Doğruluk, sağlamlık.
SELAMLIK
(Bak: Harem)
SELASE
Üç.
SELASE-AŞER
Onüç.
SELASET
Edb: Anlatıştaki kolaylık ve rahatlık. Açık, kolay, akıcı ve âhenkli ifade.
SELASİL
(Silsile. C.) Silsileler. * Zincir gibi olanlar. Zincirler. * Sıradağlar.
SELASÛN
(Selâsîn) Otuz, 30.
SELATA
Kahır, galebe, hiddet. * Kötü konuşan, gönül inciten, kalb kıran. * Merhametsiz olmak. * Acı söz söylemek.
SELATİN
(Sultan. C.) Sultanlar.
SELB
Zorla alma, kapma, soyma. * Nefy ve inkâr etme. * Kaldırma, giderme, izale. * Man: İki şey arasında nisbet-i vücudiyenin kalkması.
SELB
Ayıp. * "Noksan etmek ve çekmek" mânalarına da mastardır.
SELBEN
İnkâr yoluyla, * Gidererek, kaldırarak, yok ederek.
SELBÎ
Nefiy ile alâkalı, nefye mensub olan.
SELBUB
Bir dere.
SELC
Yutmak.
SELC
(C.: Süluc) Kar.
SELCEM
(C.: Selâcim) Uzun, tavil.* Uzun ok. şalgam.
SELEB
Yemen vilâyetinde yetişen bir ağacın kabuğudur. Ondan ipler ve urganlar yaparlar. * Kişinin malı mülkü ve metâı.
SELECAN
Yutmak.
SELEF
(Self) Eskiden olan. Evvelce bulunmuş olan. * Yerine geçilen. * Önde olmak, ileri geçmek. * Eski adam.
SELEF-İ SÂLİHÎN
Ehl-i Sünnet ve Cemaat'in ilk rehberleri: Tabiîn ile Ashabın ileri gelenleri ve Tebe-i Tabiînden olan müslümanlar.
SELEFİYE
İtikadca Ehl-i Sünnet Mezhebi üzerinde olan Sahabe ve Tâbiîn'in gittikleri yol. Ve bu yolda giden fakihler, muhaddisler ve bu mezhebden olanlar. * Cenab-ı Hakk'ın varlığında ve diğer hususlarda Kur'an-ı Kerim aşikâr ne söylemiş ise aynen kabul edenler. Bunlara "Eseriyye" de denir.
SELEL
Helâk olmak, mahvolmak.
SELEM
Teslim etmek. * Ayıplardan uzak olmak. * Selef. * Peşin para ile veresiye mal alma.
SELEM
Diş gediği.
SELENKA'
Yıldırım.
SELENTAH
Geniş, açık yer.
SELF
Yeri düzeltmek. *Büyük dağarcık.
SELFA'
Bahadır. Kahraman ve cesâretli kimse. * Yüzsüz, utanmaz, hayâsız, kötü kadın. * Kuvvetli deve.
SELFE
Ahmak. * Kurt.
SELG
Ayırmak. * Yarmak.
SELH
Soyma, deri soymak. * Her ayın son günü. * Bir yerden bir şeyi çıkarmak.
SELHA
Kıyamet günü.
SELH-HANE
f. Hayvan kesilip yüzülen yer. Mezbâha. (Bu kelime galat olarak, "salhâne" şeklinde kullanılır.)
SELİB
Soyulmuş, giderilmiş, alınmış. * Tıraş olunmuş. * Aklı başından alınmış.
SELİF
Eski zamanda geçmiş olan.
SELİHA
Kabuk. * Soyulmuş veya bozulmuş şey. * Tarçın yerine kullanılan bir ağacın adı.
SELİK
Arpa, buğday ve bunlara benzer hububatın yarması.
SELİKA
Üstüne binen kişinin, ayaklarını sallamasından dolalyı, devenin yanlarında meydana gelen ayak izleri. * Tabiat.
SELİKA
Güzel söz söyleme ve yazma istidadı.
SELİL
Netice, semere. * Yeni doğmuş erkek çocuk. * Büyük, geniş dere.
SELİLE
Yeni doğmuş kız çocuğu.
SELİL-İ MEYYİT
Ölü olarak doğmuş çocuk.
SELİM(E)
(Selâmet. den) Sağlam, kusursuz. Refah ve selâmet üzere bulunan.
SELİM-ÜL KALB
Temiz kalbli.
SELİS
Kolay, yumuşak. * Boyun eğmiş, bağlı.
SELİS
Selâsetli. Fasih ve beliğ olan. Düzgün ve akıcı ifade.
SELİT
Kahredici, galebe edici. * Susam yağı. * Kötü sözlü şerli kimse. Ağzı bozuk. * Zeytinyağı.
SELK
Bir yerden haber getirmek. * Yumurtayı rafadan pişirmek. Bir kimseyi başı üstüne bırakmak. * Katı ve sert söylemek. * Çağırmak.
SELK
Çekmek veya çekilmek. * Gitmek. * İthal etmek, içeri sokmak, girdirmek.
SELKA'
(C.: Selâki) Otsuz, susuz ve ıssız yer.
SELL
Yavaşça çekip sıyırma. Sıyrılma. * Çıkarma, çıkarılma. Çekme, çekilme.
SELLAC
Buzcu, buz satan adam.
SELLAH
(Selh. den) Kasaplık hayvan kesen veya yüzen.
SELLAT
(Selle. C.) Sepetler, seleler.
SELLE
(C.: Sellât - Silâl) Sepet, sele.
SELLE
Koyun ve keçi sürüsü. * Yıkmak, hedm. * Kuyu içinden çıkartılan toprak.
SELLEBÂF
f. Sepet, küfe vs. ören kimse. Sepetçi.
SELLEME
Selâm ve selâmet versin, kusur ve ayıptan hâli ve beri eylesin meâlinde duâ.
SELLEMEHÜSSELAM
Gelişi-güzel. Rastgele.
SELL-İ SEYF
Kılıç çekme.
SELM
Barış, sulh. İtaat. Tek kulplu kova. (Bak: Silm)
SELMAN-I FARİSÎ
İran'ın İsfahan şehrinde doğmuş olan büyük bir sahâbe. Evvelce ateşperestti, sonra Hristiyan oldu. Daha sonra papazların nasihatiyle İslâmiyetin geleceğini anlamıştı ve arıyordu. Yeni Peygamber'e (A.S.M.) kavuşmak için Şam'dan Hicaz'a geldi ve orada kendisini köle yaptılar. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm Medine'ye geldiğinde müslüman oldu ve Resulullah onu satın alıp azad etti. İslâmiyete çok hizmetleri vardır. (R.A.)
SELME
Rahne, gedik.
SELMEC
(C.: Selâmic) İnce uzun demir.
SELMET (SİLMET)
Taş.
SELS
Beyaz boncuk dizilen iplik.
SELS
Akmak, seyelân.
SELSAL
Hafif soğuk, tatlı ve lezzetli su.
SELSEBİL
Cennet'te bir çeşme veya ırmak. * Mc: Tatlı, lâtif, leziz su.
SELSEL
Tatlı ve yumuşak su.
SELSELE
Ulaştırmak, vardırmak. * Zincir örmek.
SELT
Karın gürüldemesi.
SELUB
(C.: Süleb) Müddeti tamam olmadan yavrusunu düşüren deve.
SELUC
Rahat olmak. Mutmain olmak.
SELUF
Suya gelen develerin dâima önlerinde gelen deve.
SELUK
Yemen vilâyetinde bir köydür ve "kilâb-ı selukiyye" denilen büyük köpekleriyle meşhurdur.
SELUKİYYE
Kaptan kamarası.
SELUL
Ölü olarak doğmuş çocuk.
SELV
Kanaat vermek.
SELVA
Bal, asel. * Bıldırcının büyüğü.
SELVET
Kalb rahatı. Gönül rahatı.
SEM'
İşitmek. Kulak ile dinlemek. * Kurdun sırtlandan olan eniği.
SEMA
Gök yüzü. Asuman. Gök. * Her şeyin sakfı. * Gölgelik. * Bulut ve emsali örtü.(Resul-i Ekrem'den (A.S.M.) şöyle rivayet olunmuştur. Sema'ya uruç buyurdukları zaman kale burçları gibi bir mevkide bir takım melâike görmüştü. Bunlar birbirlerinin yüzüne doğru, mütekabilen yürüyüp gidiyorlardı. Bunlar nereye gidiyorlar diye Resul-i Ekrem (A.S.M.) Cebrâil'e (A.S.) sordu. Cebrâil: Bilmiyorum. Ancak yaratıldığımdan beri ben bunları görürüm ve evvel gördüğümün bir tânesini bir daha görmem dedi. Onlardan birine, ikisi birden: "Sen ne zaman halk olundun" diye sordular. O da: "Bilmiyorum. Ancak Cenab-ı Hak her dörtyüz bin senede bir yıldız halk eder. Ben yaratıldığımdan beri de dörtyüz bin yıldız halk etti" diye cevap verdi. Melâikenin kesretini ve kudret-i ezeliyenin vüs'at-ı tecelliyatını anlamalı... E.T.)
SEMA'
Yağlı yemek yedirmek. * Baş yarmak. * Ekmeği terid etmek. * Sakalı boyamak.
SEMA'
İşitmek, kulakla dinlemek. * Mevlevilerin zikir esnasındaki dönüşleri.
SEMAAN
(Semaen) İşiterek, dinleyerek, dinlemek suretiyle.
SEMAAT
Dinlemek, kulak vermek.
SEMACET
Kötü görünüş, çirkinlik. * Söz çirkinliği. * Kabahat.
SEMACET-İ İBTİDA
Sözün başlangıcındaki çirkinlik.
SEMAD
Davar tersi. * Gül.
SEMADİR
Sarhoşluk vaktinde veya uyku geldiğinde göze ârız olan zayıflık.
SEMAEN
İşiterek, duyarak.
SEMAHAT
Cömertlik. İyilik severlik. El açıklığı.
SEMAHİC
Deniz içinde bir alanın adı.
SEMAÎ
İşitmekle öğrenilen. İşitmeğe dair ve müteallik. * Gr: Bir kaideye bağlı olmayan, işitilmekle öğrenilen.
SEMAÎ MÜENNES
Bir kaideye bağlı olarak müennes işareti olmayıp kelimenin aslında müenneslik var gibi kabul edilen ve işitilmekle öğrenilen müennes kelime. (Bak: Müennes-i semaî)
 
SEMAKİL
Somak ve tadım denilen ekşi taneler.
SEMALE
(C.: Simâl) Kap veya havuz dibinde olan artık. * Tereyağı. *Araptan bir kabile.
SEMA'MA'
Küçük başlı. * Yular.
SEMAME
(C.: Semâm) Bir nevi kuş. * Sür'atle yürüyen dişi deve.
SEMAN
Sekiz.
SEM'AN
Dinliyerek. * İşiterek, duyarak.
SEMAN-AŞER
Onsekiz.
SEMANE
f. Tavan. * Bıldırcın.
SEMANET
Semizlik, yağlılık, besililik.
SEMANÎN
Seksen. 80
SEMANİYE
Sekiz. 8
SEMANÛN
Seksen. 80
SEMAPARE
f. Gök parçası.
SEMAR
Duru süt.
SEMAR
Meyva, yemiş.
SEMARUG
Başı yumru yumurta gibi olan mantar.
SEMASİRE
(Simsar. C.) Simsarlar, komisyoncular, tellâllar.
SEMAVAT
(Sema. C.) Gökler, semalar.
SEMAVE
Örtü. * Şam yolunda bir bâdiyenin adı.
SEMAVÎ
Gökle alâkalı, semaya dair ve müteallik. * İnsan eseri olmayan, vahiyle gelmiş bulunan.
SEMAVİYYÂT
Semavî olan şeyler.
SEMBOL
Fr. Kararlaştırılmış bir mânası olan işaret. Bir mânanın şekil veya madde halinde gösterilmiş sureti.
SEMCER
Çok su katılmış olan süt.
SEMDAR
f. Zehirli.
SEMED
Devamı gelmeyen sarnıç suyu.
SEMEHDER
Geniş, bol, vâsi.
SEMEK
Balık.
SEMEL
Eski kaftan, eski elbise.
SEMEL
Sarhoşluk.
SEMELE (SÜMLE)
Kap dibinde kalan azıcık su.
SEMELE (SÜMLE)
Kap dibinde kalan artık.
SEMEN
Baha, kıymet. Değer. Tutar. Satılan şeyin fiatı.
SEMEN
Yağ. Erimiş tereyağı. (Bak: Simen)
SEMEN
f. Yâsemin.
SEMEN-BU
f. Yâsemin gibi kokan, yâsemin kokulu.
SEMEND
f. Çevik ve güzel at.
SEMEN-FAM
f. Yâsemin renkli, rengi yâsemin gibi olan.
SEMENÎ
Tereyağı.
SEMEN-İ MİSL
Ehl-i vukuf tarafından hakiki kıymetini tâyin etme.
SEMEN-İ MÜSEMMA
İki tarafın isteğiyle değerlendirilen kıymet.
SEMEN-İ RÂYİC
Geçer değer, o zamanki kıymeti, fiyatı.
SEMER
Geceleyin kıssa söylemek, hikâye anlatmak.
SEMER(E)
Meyve, yemiş mahsul. Verim. Netice.
SEMERÂT
(Semere. C.) Meyveler, faydalar. Kârlar. Menfaatler.
SEMEREDÂR
f. Verimli, semereli, kârlı. * Yemiş veren.
SEMERE-İ FUÂD
Gönül meyvası. * Mc: Evlâd, çocuk.
SEMERREC(E)
Üç defa haraç çıkarmak.
SEMERTUL
Uzun, tavil.
SE'MET
Kederli olmak. Melül olmak. * Bıkmak, usanmak.
SEMG
Yarmak.
SEMH
Cömertlik, keremli olma.
SEMHA
Kolaylık, sühulet.
SEMHAC
Arkası uzun olan at ve eşek.
SEMHAK
Yağmursuz bulut.
SEMHEC
Yağlı tadı azmış süt.
SEMHER
Eskiden süngü ağacı yapan bir kimsenin adı. (Ona nisbet edip "rumh-i semherî" derler.)
SEMHUK
Uzun, tavil.
SEMİ'
İşiten, duyan. * Fık: Allah'ın (C.C.) insanlar gibi zamana, âlete muhtaç olmayarak her şeyi işitmesi ve duyması. (O'nun işitip duyamıyacağı hiç bir şey yoktur.)
SEM'-İ HAMİYET
Hamiyet kulağı, insaf ve hakperestlikle dinleyiş.
SEM'-İ HİKMET
Hikmetli sözleri dinlemek. Hikmetten ibret ve ders almak. En hayırlısına tabi olmak.
SEMİC
(Semc) Çirkin, kötü görüşlü.
SEMİ-İ MUTLAK
Her şeyi şeksiz, şüphesiz, mutlak surette işiten Allah (C.C.).
SEMİK
(C.: Esmika-Sümuk) Zelve. (Öküzün boynuna takılır.)
SEMİL
Sarhoş.
SEMİLE
Artmış, artık şey. * Dere içinde kalan su artığı.
SEMİN
Semiz. Eti yağı bol.
SEMİN
(Semine) Çok değerli, pahalı, kıymetli.
SEMİ'NA VE ATA'NA
İşittik ve kabul ettik, itaat ederiz, baş üstüne meâlindedir.
SEMİR
Arkadaş, refik. * Gece anlatılan kıssa ve hikâye.
SEMİR
Meyvalı, yemişli. Meyva veren. * Sinici olan su.
SEMİRE
Kaymağı çalkalayıp bir yere toplamadan evvel üstünde görünen yağ parçaları.
SEMİT
Temiz pişirilmiş olan kebap. * Arınmış, temizlenmiş ve pâk olmuş. * Doldurulmuş bağırsak. * Birbiri üstüne yığılmış kiremit. * Bir kat sahtiyan.
SEMİ-ÜD DUA
Duayı işiten Allah (C.C.).
SEMİY
Aynı isimde olmak. Adaş, hemnâm.
SEMİYYE
Yüce, yüksek, refia.
SEMİZ
t. Eti, yağı bol. Besili.
SEML
(c.: Esmâl) Sulh etmek, barışmak. * Göz çıkarmak. * Pâk edip temizleyip arıtmak.
SEMLAH
Tadı azmış olan yağlı süt.
SEMLAK
(C.: Semâlik) Düz, yüksek yer.
SEMM
(Simm - Sümm) (C.: Sümum) Delik.
SEMM
Cem' etmek, toplamak. * İyi etmek.
SEMM
Zehir, ağu.
SEMMAK
Balıkçı.
SEMMAN
Süzme yağ yapan. Hâlis yağ yapan veya satan kişi.
SEMMDAR
f. Zehirli.
SEMMÎ
(Semmiye) Zehirle alâkalı. Zehirli.
SEMM-İ KATİL
Öldürücü zehir.
SEMM-ÜL HIYAT
İğne deliği.
SEMN
Semizlik, beslilik, yağlılık. * Tereyağı.
SEMPATİ
Fr. Cana yakınlık, sıcak kanlılık. * Tıb: Her omurilik boyunca olan sağlı sollu yirmi üç boğumdan geçen iki paralel ağ şeklinde sinir sistemi.
SEMRA
(Müe.) Esmer. Kumral renkte olan.
SEMRA'
Yemişli ağaç. Meyveli ağaç.
SEMRE
(C.: Semür-Semürât) Sakız ağacı.
SEMSAK
Yâsemin.
SEMSAM
(C.: Semâsim) Hafif edepsiz kişi. * Aceleci kimse.
SEMSAM
Eline ne alırsa kıran.
SEMSEM
Tilki. * Bir yerin adı.
SEMSERE
Bir kimsenin elbise ve kumaşını satıvermek.
SEMT
Paklık, nezâfet, temizlik.
SEMT
Yön, taraf, cihet. * Koz: Açıklık.
SEMUD
(Sümud) Kur'anda ismi geçen bir kavim adı. Sâlih Peygamber'in kavmi.
SEMUH
(Semahat. dan) Çok cömert.
SEMUM
Zehirli şey. * Sam yeli. * Gündüz vakti sıcak çölde esen pek sıcak rüzgar olup, bitki ve hayvanları mahveder.
SEMUNYUN
Yaban kerevizi.
SEMURE
Dikenli bir ağaç. * Sakız ağacı.
SEMÜVV
Ad koymak, isim vermek.
SENA
Şimşek parıltısı. * Ulviyet. Yükseklik. * Aydınlık. * Bir ot ismi.
SENA
Medihle tarif. Medhetmek, övmek.
SENAA
Cemali güzel.
SENABİK
(Sünbük. C.) At ve katır gibi hayvanların tırnakları.
SENABİL
Sünbüller. Başaklar.
SENA'BUK
Kötü kokulu bir ot.
SENAF
Deve bağlanan ip. * Deve göğüsü.
SENAGÛ
f. Medheden, öven, sena eden.
SENAHAN
f. Medheden, alkışlayan, öven.
SENAKÂR
f. Öven. Medheden.
SENAKÂRANE
f. Senakârlıkla. Övercesine. Medheden birine yakışır şekilde.
SENAM
(C.: Esnâm-Esnime) Deve hörgücü. * Her nesnenin yücesi, yükseği.
SENAN
Parlak, ziyâdar, ışıklı.
SENANİR
(Sinnevr. C.) Kediler.
SENAVER
f. Medheden, öven.
SENAVERÎ
f. Birisini medhedene, övene ait. Senakârane.
SENAYA
Öndeki dört dişler, ön dişler.
SENBER
Her umuru bilen, her işten anlayan.
SENBOL
(Bak: Sembol)
SENC
f. Ölçen, tartan, değerlendiren.
SENCE
(C.: Senecât) Terazi taşı.
SENCEREF
Sülügen adı verilen kızıl taş.
SENCİDE
f. Ölçülmüş, tartılmış, değerli. * Tam yerinde söylenmiş söz.
SENCİLAT
Bir cins koku.
SENCİLEYİN
Senin gibi.
SENDEL
f. Sandal. * Sandal ağacı.
SENDERE
Büyük kile. * Ok yapılan bir nevi ağaç. * Sür'at, hız.
SENDÜVE
(C.: Senâdâ) Meme.
SENE
Yıl.
SENEB(E)
Zamandan bir parça.
SENE-BE-SENE
Yıldan yıla, seneden seneye seneler geçtikçe.
SENED
Kuvvetli olabilecek söz. * Tapu. * Üzerine dayanılacak ve itimad edilecek şey. Mutemed. Melce'. * İki kişi veya çok kimseler arasındaki anlaşmayı tesbit eden ve karşılıklı imzalanan kâğıt, vesika.
SENED-İ HÂKANÎ
Tapu senedi.
SENED-İ MÜSBİT
İsbat edici senet.
SENED-İ RESMÎ
Resmen tasdikli senet, resmî senet.
 
SENE-İ EFRENCİYE
Efrenci (Frenkler, Avrupalılar) takvimine göre yılbaşı Ocak'tan başlayan milâdi sene.
SENE-İ HİCRİYE
Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın Mekke'den Medine'ye hicreti başlangıç sayılan ve Muharrem 1'den başlayan sene. Bu sene-i Kameriye (kamer yılı), Zilhicce ile biter, 354 veya 355 gün sürer.
SENE-İ KUR'ANİYE
(Bak: Eyyam-ı Kur'aniye)
SENE-İ MÂLİYE
1 Mart'tan itibaren başlaması Mâliyece kabul edilen yıl.
SENE-İ MİLÂDİYE
Kânun-i sâni (Ocak) 1'de başlayan sene. Milâdi sene.
SENE-İ RUMİYE
Garp Milâdi takvimini yani Efrenci takvimini kabul etmemiş olan Şark Hristiyanları için 14 Ocak tarihinden başlayan ve eskiden 1 Mart tarihinde başlayan Rumi sene.
SENE-İ ŞEMSİYE
22 Mart'tan ertesi senenin 21 Martına kadar süren İranlıların milli takvimine göre olan nesne.
SENEM
Yüce olmak, yükselmek. * Uzamak.
SENEN
Yol, tarik.
SENER
(C.: Senânir) Kedi. * Ulu kişi. * Boğaz kemiği. * Kuyruk sokumu.
SENETA
Sekenler. Durmalar, duruşlar. Davranışlar.
SENETEYN
İki yıl. İki sene.
SENEVAT
(Sene. C.) Yıllar, seneler.
SENEVÎ
Seneye ait. Bir yıl içinde olan. Senelik. Seneye mensub.
SENG
f. Taş, hacer. * Vezin. Tartı ve temkin. * Sıklet. * Beraberlik. * Ağırlık.
SENGDİL
(C.: Sengdilân) f. Taş yürekli, merhametsiz, acımaz.
SENG-ENDAZ
f. Taş atan. Dokunaklı söz söyleyen.
SENG-İ AS-YÂB
Değirmen taşı.
SENG-İ HARA
Pek sert taş, kaya.
SENG-İ KABİR
(Seng-i mezar) Mezar taşı.
SENG-İ KAZA
Kaza taşı. Belâ, musibet.
SENG-İ MUSALLÂ
Musallâ taşı. Namaz kılınmak için cenaze konan taş.
SENGİN
f. Taştan olan, taştan yapılmış.
SENGİSTAN
f. Taşı çok olan yer. Taşlık yer.
SENGLAH
f. Taşlık yer, taşı çok olan yer.
SENGPARE
f. Taş parçası.
SENGSAR
f. Taşlık yer.
SENGTRAŞ
f. Taş yontucu, taş yontan sanatkâr.
SENGZAR
f. Taşlık yer, taşı çok olan yer.
SENH
Arız olmak.
SENİH
Mübarek fiil, iyi ve güzel hareket.
SENİN
Taşı kazıyıp yonttuklarında dökülen parçaları.
SENİNE
(C.: Senayin) Kumdan tepe.
SENİY
(C.: Sinâ-Seniyyât) Ön dişini burkan hayvan.
SENİYYE
(C.: Senâyâ) Ön dişlerin birisi. * Sarp ve yokuş yerde olan yol.
SENİYYE
(Seniye) Yüksek. Çok mühim ve kıymetli, âli olan.
SENKENDAZ
Eski kalelerde kale dibine sokulan düşmana yukarıdan ağır taşlar vesaire atmak için altı açık cumba gibi çıkmalara verilen addır. Kale kapılarını müdafaa için üst taraflarına da böyle senkendazlar yapılırdı. (O.T.D.S.)
SENN
Zırh çıkarmak. * Halinden döndürmek. * Koymak. * Keskinleştirmek. * Tasvir etmek. * Dökmek.
SENT
Etin kokması.
SENUT
Yere saçılan buğday.
SE-PA
f. Üç ayaklı. Sehpâ.
SEPİD
f. Ak, beyaz.
SEPİDE
f. Tan vakti.
SEPİDEDEM
f. Sabah aydınlığı.
SEPİDÎ
f. Aklık, beyazlık.
SEPTİSİZM
Fr. Fls: Müsbet veya menfi hiçbir kat'i hükme varamıyan ve dâim şüphe içinde olmayı kabul eden sapık felsefe sistemi. Şüphecilik. (Bak: Sofestaî, Sofizm)
SEPÜKPÂY
f. Ayağına çabuk olan.
SER
f. Baş. Tepe. Uç. Nihayet. Zirve. Gaye. * Baş, başkan, reis.
SE'R
İntikam, öç almak. * Kin. * Kısas etmek.
SER'
Üzüm çubuğu. * Yaş ve taze çubuk. * Yumuşak bedenli yiğit. * Uzun boylu adam.
SER'
Yumurtlamak.
SERA
f. "Şarkı söyleyen" mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Nağme-serâ $ : Şarkı söyleyen, nağme söyleyen.
SERA
Yer, toprak. Arz. * Malı çok olmak. Zengin olmak.
SERA'
Yay yapımında kullanılan bir ağaç cinsi.
SERAB
Şaşkın hâle gelme. Çorak yerlerde, çölde sıcak ve ışığın te'siriyle ileride, yakında yahut ufukta su veya yeşillik var gibi görünme hâdisesi.(Ey serab-ı gururu, şarab-ı tahur zanneden Said-i hodfuruş! Hikmet, hayr-ı kesir olduğunu işittin. Fakat yanlış yola gitmiştin. Şu kitab-ı kâinatın hikmetini maânisinde aramadın. Gittin nukuşunda taharri ettin. R.N.)
SERABİL
(Sirbâl. C.) Gömlekler.
SERABİSTAN
f. Serap yeri. (Fâni, bekasız dünyadan kinayedir.)
SERAÇE
f. Küçük saray. Küçük konak. Saraycık.
SERADİK
(Sürâdik) Padişaha mahsus çadır perdesi veya büyük sarayın perdesi. * Cibinlik tarzında yapılan perdeden oda.
SERADİKAT
Padişaha mahsus perdeler.
SERAFİL
(C.: Serâfilât) Şalvar. Don.
SER-AGAZ
f. Yeniden ve baştan başlama.
SERAH
Kıl taramak. * Halâs etmek. * Davar gütmek. * Eşini boşamak.
SERAHİN
(Sirhân. C.) Yırtıcı hayvanlardan olan kurtlar.
SERAHOR
Osmanlı İmparatorluğunun ilk devirlerinde ordunun bir yerden başka bir yere hareketinde yolların yapılması ile beraber ağırlıkların nakil vesairesi veyahut memleket içinde zelzele, deprem gibi bir âfetin vukuuyla harap olan yerlerin hemen tamir edilmesi işlerinde kullanılanlara verilen addır.
SERAİR
(Sır. C.) Gizli şeyler, sırlar.
SERAİR-İ VÜCUD
Yaradılış sırları.
SERAK
Hırsızlık yapmak.
SERAMAC
f. Boyunduruk.
SER-AMED
(C.: Ser-âmedan) f. İleri gelen, başta bulunan.
SER'AN
Evmek, acele etmek.
SERAPA
f. Bir uçtan bir uca. Baştan ayağa kadar.
SERA-PERDE
f. Saray perdesi. Eskiden harem dairesinin önüne çekilen büyük perde. * Padişah çadırı, otağ.
SERAR
Ayın son gecesi.
SERARE
İyilik. * Şeref.
SERARİ
(Süriyye. C.) Câriyeler, odalıklar.
SERASER
f. Baştan başa, bütün, hep mecmuan, külliyen.
SERASİME
f. Sersem.
SERASİMEGÎ
f. Sersemlik.
SERASKER
f. Ordu kumandanı. Komutan. * Harbiye nâzırı, milli savunma bakanı.
SERATÎ
Keskin.
SERAVİL
(C.: Serâvilât) İç donu. * Şalvar.
SERAY
f. Büyük konak, kâşâne. * Saray. * Hükümet konağı.
SERAYA
(Seriye. C.) Düşman üzerine yollanan askerler.
SERAY-DAR
f. Eskiden büyük yerlerde yemek ve sofra işlerine bakan kimse.
SERAYENDE
(C.: Serâyendegân) Şarkıcı, şarkı söyliyen.
SER-AZAD
f. Hür, serbest. Başı boş. * Dertsiz, rahat.
SERB
(C.: Sürub) İçyağı. * Helâk olmak. * Bozulmak, fâsid olmak. * Beğenmeme. Azarlama. Çekiştirme.
SERBALİN
f. Baş yastığı.
SERBAZ
(C.: Serbâzân) f. Korkusuz, cesur, cesâretli. Yiğit.
SERBAZÎ
f. Yiğitlilik, cesurluk, korkusuzluk.
SER-BE-CEYB
f. Kaderden, düşünceden veya hayâdan dolayı başını önüne eğmiş olan.
SERBEHA
f. Baş pahası. Diyet. Haraç.
SERBEND
f. Başa bağlanan veya sarılan şey.
SERBESER
f. Baştan başa.
SERBEST
f. Kayıtsız. Başıboş. İstediği gibi hareket edebilen. * Sıkılmayan. * Engelsiz.
SERBESTÂNE
f. Serbestçe.
SERBESTE
f. Başı bağlı. * Gizli, kapalı, örtülü.
SERBESTÎ
f. Serbestlik.
SERBESTİYET
f. Serbestlik. Serbest oluş.
SERBESÜCUD
f. Secde edici. Başını yere değdirici.
SERBEZEMİN
f. Başı yere eğilmiş olan.
SERBÜLEND
(C.: Serbülendân) f. Yüce. Başı yüksek.
SERBÜLENDÎ
f. Başı yükseklik. Yücelik.
SERC
(C.: Süruc) At takımı, eyer.
SERCEM
Uzun.
SERC-İ FERES
At eyeri.
SERCUC
Ahmak.
SERCÜMLE
f. Hepsi, tamamı, bütün.
SER-CÜNBAN
Baş oynatan, baş sallayan.
SERÇEŞME
(C.: Serçeşmegân) f. Çeşme başı, su başı. Pınar. * Pir, şeyh. Baş. * (Tanzimattan evvel) yardımcı askerlerin maddi işlerine bakan kimse.
SERD
Sözü muttasıl ve güzel bir eda ile söylemek. * Halkaları birbirine geçirmek. * Delmek. * Dikmek. * Vurmak.
SERD
f. Bârid, soğuk, bürudetli olan. * Sert, kaba, hoyrat.
SERD
Çanak içine ekmek doğrayıp ıslatmak.
SERDAB
f. Yer altında olan serin ve soğuk oda, bodrum. Böyle yerler ekseriyetle sıcak bölgelerde, gündüzleri sıcaktan korunmak için yapılırdı. Anadolu'nun bazı yerlerinde buna "zir-i zemin" denilir. * Tar: Padişah saraylarında, sağ ve sol taraflarında birer oda bulunan üç köşeli sofalara verilen addı.
SER-DADE
f. Baş vermiş, baş göstermiş olan.
SERDAH
Geniş ve düz yer.
SERDAR
f. Askerin başı. Kumandan.
SERDARÂN
(Serdâr. C.) f. Kumandanlar, serdarlar, komutanlar.
SERDAR-I EKREM
Başkumandan. Başbuğ.
SERDAR-I ULEMA
Zamanın en bilgili ve en yaşlı âlimi.
SERDARÎ
f. Başkumandanlık, serdarlık.
SERDEFTER
f. Defterin başında yazılı olan. En ileri geçen, en başta bulunan.
SERDENGEÇTİ
Tar: Akıncılardan düşman ordusu içine dalmak veya muhasara altına alınan bir kaleye girmek için fedai yazılan kimseler. Bunlara ellerinde kınlarından sıyrılmış kılıçlarla bu tehlikeli işlere atıldıkları için "dalkılıç" da denilirdi. Düşman ordusuna dalacak veya kaleye girecek olanların dönmelerinden ziyade ölmeleri ihtimâli olduğu için bu adı almışlardı. (O.T.D.S.)
SERDETMEK
Tertipli ve güzel bir şekilde konuşmak.
SERDÎ
f. Soğukluk, bürudet. * Kabalık, sertlik, hoyratlık.
SERD-İ KELÂM
Güzel bir şekilde ifade etmek, söz etmek.
SERDÎ-İ HEVÂ
Havanın sertliği.
SERDÎ-İ TABİAT
Tabiat ve huy sertliği.
SERDÜMEN
Gemilerde baş dümenci, dümen kullanmakla vazifeli tayfa. Eskiden harp gemilerinde çavuştan yüksek bir rütbe.
SERE
Suyun çok olması. * Devenin meme deliğinin geniş olması.
SERE
Başparmağın ucundan şehadet parmağının ucuna kadar germek suretiyle hâsıl olan uzunluk ölçüsü. Karıştan küçüktür ve dört sere bir arşın sayılırdı.
 
SEREB
(C.: Esrâb) Yer altında olan ev. * Kırbadan akan su. * Ot.
SERED
Dudağın yarılması.
SEREF
Boş yere ve lüzumsuz harcamak, israf etmek. * Hatâ etmek. * Âdet, haslet iyi huy.
SER-EFGENDE
(C.: Serefgendegân) f. Başını eğen.
SER-EFRAZ
f. Başını yükselten, yukarı kaldıran. * Benzerlerinden üstün olan. * Baş kaldıran. * Başı dik, alnı açık. * Haklı ve galib.
SEREKA
İpeğin gayet iyisi. * Beyaz ipek. * (Sârik. C.) Hırsızlar.
SEREM
Dişin, ağızda kökünden kırılması.
SERENCAM
f. Başa gelen, baştan geçen ibretli hadise. * Bir işin sonu. * Vak'a.
SER-ENDAZ
(C.: Ser-endazân) f. Çekinmez, pervasız, korkusuz.
SERENDÎ
Katı, şiddetli, şedid. (Müe: Serendât)
SERENDİB
(Hintçe) Hindistan'ın güneyindeki Seylân adasının ismi.
SERER
(C.: Esirre) Ayın son gecesi. * Ebenin doğan çocuğun göbeğinden kestiği parça. * Mantar üstünde olan kabuk, balçık, toprak (Bu mânâya C.: Esrâr ve C: Esârir).
SERES
Zayıf endamlı.
SERETAN
Tıb: Kanser hastalığı. * Yutmak. * Yengeç. * Cevza Burcu ile Esed Burcu arasındaki burcun ismi. (Rumi 9 Haziran'da başlar)
SEREYAN
Yayılma, dağılma. * Geçme, sirayet.
SEREYAN-I SERİA
Sür'atle yayılan, çabuk neşrolan.
SERF
Yemek yemek.
SERFİRAZ
f. Başını yukarı kaldıran, yükselten. Benzerlerinden üstün olan.
SERFİRAZÎ
f. Serfirazlık.
SERFÜRU
f. Baş eğme. Söz dinleme. İtaat, inkıyad. * Mütezellil olan.
SERFÜRU-BÜRDE
f. Baş eğmiş. * Düşünceye dalmış.
SERGERDAN
f. Başı dönmüş, şaşkın. Hayran.
SERGERDE
f. Kötü işlerde elebaşı olan. * Başı bozuk. * Reis.
SERGERM
f. Kızgın, öfkeli. Kafası kızmış. * Neşeli. Sarhoş. Mest.
SERGEŞTE
f. Sersem. Başı dönmüş. Avâre ve mütehayyir olan. Hayrette kalmış.
SERGİN
f. Gübre, fışkı.
SER-GİRAN
f. Başı ağır. * Mc: Çok sarhoş.
SERGÜZEŞT
f. Macera, baştan geçen hâller.
SERH
Kıl taramak. * Halâs etmek, kurtarmak. * Uzun, büyük ağaç. * Güdülen davar ve sığır sürüsü. * Otlak, mera. * İrsal etmek.
SERHAD
Hudut başı. İki devlet toprağının birleştiği sınır.
SERHADLÛ
Hudut boylarını bekleyen, hudutlardaki kalelerde vazife gören askerler.
SERHAN
Canavar. Kurt.
SERHAS
Sivri uçlu bitki.
SERHAYL
f. Kervan veya kafile başı. * Baş, başkan.
SERHED
Hörgüç yağı. * Semiz, yağlı, besili.
SERIK
Hırsızlık.
SER-İ FRENK
Avrupalıların, Frenklerin başı.
SER-İ MUY
Pek az şey. * Kıl ucu.
SERİ'(A)
Çabuk, hızlı. * Az vakitte çok iş yapan.
SERİAN
Çabuk, tez elden, acele.
SERİD
Yağla ıslanmış ekmek. (Terid derler.)
SERİH
(C.: Serâyih) Nâlin kayışı.
SERİKA
Çalınmış. Çalınmış şey.
SERİR
Tahta karyola. * Üzerinde oturulan yüksekçe yer. * Taht.
SERİRARA
(Serir-ârâ) f. Tahtı süsliyen. Tahtta oturan. Pâdişah. Hükümdar. Şah.
SERİRE
(C.: Serâir) Gizli şey, gizli sır. Gizli hal veya fikir. * Yatak.
SERİREDÂN
f. İçteki sırrı bilen.
SERİRÎ
Yatırarak hastaya bakma, klinik.
SERİR-İ HÜKÜMET
Hükümet tahtı. Makam sandalyesi.
SERİR-İ TEDRİS
Ders verme makamı.
SERİR-NİŞİN
f. Tahtta oturan, padişah.
SERİ-ÜL HAREKE
Hızlı giden.
SERİ-ÜL İNTİKAL
Çabuk anlayan, çok zeki.
SERİ-ÜS SEYR
Çok sür'atle akan veya giden.
SERİ-ÜT TEESSÜR
Çabuk müteessir olan.
SERİ-ÜZ ZEVAL
Devamsız, çabuk giden. * Çabuk ölen. * Dünyanın hali.
SERİYY
Çok, kesir.
SERİYY
(C.: Esriye-Seryân) Nefis. * Kavi, kuvvetli. * Reis. * Küçük nehir, ırmak.
SERİYYE
Düşman üzerine gönderilen süvari müfrezesi.
SERKÂR
f. Müdür, iş başı, kâhya.
SERKAT
(Bak: Sirkat)
SERKÂTİB
f. Baş kâtib. Hükümdarların başkâtibleri.
SER-KÂTİB
Başkâtip.
SER-KERDE
f. Bir güruhun, bir takımın başı, reisi. * Şaki, haydut.
SERKEŞ
f. İnatçı, isyan eden. Kafa tutan. Asi.
SERKEŞÂNE
f. İtaatsizlikle, dikbaşlılıkla, inatla.
SERKEŞÎ
f. İtaatsizlik, inatçılık, serkeşlik, dikbaşlılık.
SERKUB
f. Başa vuran, başa kakan. * Başa vuracak şey.
SERKUÇE
f. Sokak başı.
SERKUY
f. Yol, sokak veya mahalle başı.
SERLEVHA
f. Yazıda başlık.
SERM
Birinin dişlerini kırma.
SERMA
f. Kış. Soğuk.
SERMA-DİDE
f. Çok üşümüş. Donmuş.
SERMAK
Pazı otu.
SERMAYE
f. Ana mal. Esas para. İlk elde mevcut olan para. * Kazanılmış ilim. * Hayat. Ömür.
SERMAYEDÂR
f. Sermâyesi olan.
SERMED
Dâimî, sürekli, ebedî, ezelî. * Uzun gece.
SERMEDEN
Ebedî olarak.
SERMEDÎ
Daimî, ebedî, sürekli.
SERMEDİYET
Daimlik, süreklilik. Sonsuzluk, ebedîlik. * Rabbanîlik ve uluhiyyet.
SERMELE
Yemeği sakalına döküp ellerini bulaştıra bulaştıra yemek.
SERMENZİL
f. Durak yeri.
SERMEST
f. Başı dönmüş, kendinden geçmiş.
SERMESTÎ
f. Sarhoşluk.
SERMEST-İ VAHŞET
Vahşilik. İslâmiyet ve insaniyet dışı zevkle kendinden geçme hali.
SERMEŞK
f. Talebenin öğrenmesi için yazılan örnek yazı.
SERMETA
Yaş balçık.
SERMUHARRİR
f. Baş muharrir. Baş yazar.
SERNAME
f. Mektup, kitap vs. nin başına yazılan yazı. Önsöz.
SERNİGÛN
f. Baş aşağı olmuş. * Tersine dönmüş. * Bahtsız.
SERNÜVİŞT
f. Yazı başlığı. * Başa yazılan, alın yazısı. Kader, mukadderat.
SERPAŞ
f. Gürz. Çomak. * Eskiden muhârebelerde giyilen demir başlık.
SERPENÇE
f. Güçlü kuvvetli kimse.
SERPUŞ
f. Başa giyilen başı örten külâh, takke, sarık.
SERPUŞE
f. Başörtüsü.
SERR
Çocuğun göbeğini kesmek. * Göbekte ağrı olmak. * Şâdlık, neşeli ve sevinçli olma.
SERRA
Kolaylık, rahatlık, genişlik. * Sevinçli oluş. * Bolluk.
SERRİŞTE
f. İp ucu. Emâre, delil. Vesile. * Başa kakmak. * Maksad.
SERSAM
f. İnsana sersemlik veren bir hastalık. * Sersem.
SERSAR
Çok sözlü, çok konuşan. Herze ve hezeyan söyleyen. * Büyük bir nehrin adı.
SERSERE
Bir kimse konuşurken söz katmak.
SERSERİ
f. Ötede beride gezen, başı boş. İşi gücü olmayıp boşta dolaşan, haylaz, derbeder, avare. * Boş söz.
SERSERİYÂNE
f. Serserice.
SERŞAR
f. Ağzına kadar dolu. Dökülecek derecede dolu. * İleri giden, sınırı aşan.
SERŞİKESTE
f. Ucu kırılmış olan. Başı kırık.
SERT
Aşağı getirmek. * Yutmak.SERT $ : Çiriş mâaunu.
SERTAB
f. İnatçı, muannid.
SERTAC
f. Baş tacı olan. Çok sevilen. Hürmet edilen. En ileri.
SERTAK
f. Evin üstünde bulunan etrafı açık oda veya daire.
SERTAPA
f. Baştan ayağa. Baştan aşağı.
SERTASER
(Serteser) f. Baştan başa, bütün, hep.
SERTEM
Uzun, tavil. * Yumuşak sözlü kişi. * Hışmını ve gadabını süratle yenen kimse.
SERTİYE
Zayıf vücutlu, ahmak adam.
SERTİZ
f. Baştarafı sivri olan, ucu sivri, keskin.
SERU
f. Boynuz. * şarap kadehi.
SERUPA(Y)
f. Tas: Dervişin, tarikat ve mevlevihâne ile bağını kesmek.
SERÜVEN
Başa gelen, heyecan verici hâdise. Sergüzeşt, macera.
SERV
f. Selvi, servi. * Cömertlik, mürüvvet.
SERV
Mal artırmak. * Suyun çok olması.
SERVA
f. Masal. * Söz.
SERVAKT
f. Kimse bulunmayan boş oda veya daire. * Yalnız görüşülecek yer.
SERVAN
Malı çok olan kimse.
SERV-ENDAM
f. Selvi boylu. Uzun ve biçimli boylu olan kimse.
SERVER
f. Reis. Baş. Seyyid.
SERVERAN
(Server. C.) f. Başlar, başkanlar, serverler, reisler, ulu kimseler.
SERVERÎ
f. Başlık, başkanlık, serverlik, reislik. Ululuk.
SERVET
f. Mal, mülk, zenginlik.
SERVET-İ AKL
Akıllılık. Akıl zenginliği.
SERVET-İ FÜNUN
Fenlerin (ilimlerin) zenginliği mânasına gelen bu tabirde, 1891-1900 tarihleri arasında çıkmış olan bir mecmua ve bu mecmua etrafında toplanmış olan kimselerin 1895'den 1901'e kadar meydana getirmiş oldukları Edebiyat-ı Cedide denilen edebî çığıra verilen addır.
SERVET-İ İLMİYE
Bilgililik, âlimlik, ilim zenginliği.
SERV-İ HİRÂMÂN
Nazlı sallanan selvi.
SERV-İ NÂZ
Dalları yana sarkan selvi.
SERY
Davarı iyi gütmek. * Yıldırımın parlayıp çakması. * Kurt, eşine çıkmak. * Hiddetlenmek, kızmak.
SERYE (SERYÂ)
Yaş yer.
SERZAKİR
f. Başta gelen zâkir, zikredenlerin başı. (Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dan kinâye olur.)
 
SERZEDE
f. Baş göstermiş, uç vermiş, çıkmış.
SERZEMİN
f. Başını yere koyarak.
SERZENİŞ
f. Takaza, tekdir. Başa kakma, çıkışma, azarlama.
SE'SE'
Defetmek, kovmak.
SE'SEE
Suya kandırmak.
SE'SEM
Kara abnus ağacı.
SE'T
Boğmak.
SETA
Hamakat, ahmaklık.
SETA'
Boyunun uzun olması.
SETAİR
(Sitâre. C.) Örtünülecek veya perdelenecek şeyler.
SETAT
Sakalın hafif olması.
SE'TE
(C.: Set) Kara balçık.
SETE'
Bezin hatâsı.
SETEH
(C.: Estâh) Oturak yeri.
SETEL
Her nesnenin kötüsü, yaramazı.
SET'ET
Böy denilen zehirli böcek.
SETH
Bir kimsenin arkasına vurmak.
SETİH
Arkası üstüne yatmış. * Dağarcık. * Büyük tulum.
SETİR
Örtülmüş, kapalı. Mestur.
SETİRE
Parmak otu.
SETL
(C.: Estâl) Pınarlarda su içmeye mahsus susak. * Hamam tası. * Bakıcıların hayvanlara su verdikleri kap.
SETL
Birbiri ardınca bir bir çıkmak.
SETR
(Setir) Örtme, kapama, gizleme.
SETR
Hat. * Saf. * Yazmak.
SETRE
Yarı resmi ceket. * Düz yakalı ilikli çuha elbise.
SETR-İ AVRET
Başkalarına gösterilmesi haram olan yerleri örtmek. Şer'an örtülmesi lâzım gelen yerlerini örtmek. (Bak: Avret-Tesettür)
SETR-İ GAYB
Gizlilik perdesi.(Demek, sefihâne lezzette sen hayvanlara yetişemezsin. Binler derece aşağı düşersin! Çünkü hayvana nisbeten gaybî olan şeyleri senin aklın görüyor, elemini alıyor. Setr-i gaybda bulunan istirahat-i tâmmeden bilkülliye mahrumsun. Hem senin medar-ı fahrin olan uhuvvet ve hürmet ve hamiyet gibi güzel hasletlerin, incecik bir zamana, büyük bir sahradan bir parmak kadar yere inhisar ve hadsiz zamanda yalnız hazır saate mahsus olduğundan, sun'î ve muvakkat ve sahtekâr ve asılsız ve gayet cüz'î olup, senin insaniyetin ve kemâlâtın o nisbette küçülür, hiçe iner.Fakat iman ehlinin uhuvveti ve hürmeti ve muhabbeti ve hamiyeti, iman cihetiyle mevcut bulunan mazi ve müstakbeli ihata ettiğinden, insaniyeti ve kemalâtı o nisbette teâli eder. R.N.)
SETR-İ HÜSN
Güzelliği örtüp gizleme.
SETR-İ UYUB
Ayıpları örtmek, kusurları ifşa etmemek.
SETTAR(E)
Örten, kapayan gizleyen. En çok gizleyen ve örten.
SETTAR-ÜL UYUB
Ayıpları, kusurları örten. Kusurları göstermeyen, günahları bağışlayan Allah (C.C.)
SETTUKA
İki tarafı gümüş ve içi bakır olan akça.
SETV(E)
(C.: Setavât) Hamle etmek. * Kahretmek. * Hiddetlenmek, kızmak, gadap etmek.
SE'V
Niyet. * Vatan. * Çekişme, kavga, niza.
SEV'
Akmak.
SEVA
Mukim olmak, ikamet etmek, oturmak. * Zayıf olmak.
SEVA
Beraber olma. Beraberlik. Denk, müsavi.
SEVAB
Hayır. Hayırlı iş. Allah (C.C.) tarafından mükâfatlandırılacak doğruluk ve iyilik karşılığı. Allah'ın (C.C.) rızasını kazanmağa mahsus iyi amel.
SEVABIK
(Sâbıka. C.) Geçmiş şeyler. Geçmiş haller. Geçmişte işlenmiş suç ve kabahatlar.
SEVABİT
(Sâbite. C.) Merkezlerinden ayrılmaz görünen yıldızlar. * Sâbit olanlar, sâbitler.
SEVAD
Karaltı. Uzakta karaltı halinde görülen kalabalık. * Ekseri insanlar. * Şehir. Kasaba. Karye. Köy. * Karartı. Yazı karalama.
SEVAD-I A'ZAM
Büyük şehir. * Mekke-i Mükerreme. * İnsanların ekseriyeti.(Maişetçe neden bu kadar muktesit yaşıyorsun? diyenlere cevaben: Ben sevad-ı azama tâbi olmak isterim, sevad-ı azam ise; bu kadar tedarik edebilir. Ben ekalliyet-i müsrifeye tâbi olmak istemem, demişlerdir.) (Tarihçe-i Hayat)
SEVAD-I MÜSLİMÎN
İslâm cemaatı.
SEVAD-ÜL AYN
Göz bebeği.
SEVAD-ÜL KALB
Kalbin ortasında var olduğu farzedilen kara leke. (Bak: Süveyda-ül kalb)
SEVAFİL
(Sâfil. C.) Alçaklar. (İnsan ve yer hakkında kullanılır)
SEVAHİL
(Sahil. C.) Sahiller, yalılar. Deniz veya ırmak kenarları.
SEVAÎ
İpek kumaş.
SEVAİD
(Sâid. C.) Dirsekten bileğe kadar olan kısımlar.
SEVAİM
(Sâime. C.) Otlak hayvanları. Çayıra başı boş salınan hayvanlar. * Zekâtı icab eden koyun, keçi, sığır, deve gibi çift tırnaklı hayvanlar.
SEVAİYE
Yaramaz olmak. * Kederli ve gamkin olmak.
SEVAKIB
(Sâkibe. C.) Parlak yıldızlar.
SEVAKIT
(Sâkıta. C.) Düşükler, düşmüşler.
SEVAKÎ
(Sakıye. C.) Su yerleri, sâkiyeler.
SEVAKİN
(Sâkin. C.) Bir yerde oturanlar, sakin olanlar.
SEVALİF
(Sâlif ve Sâlife. C.) Geçmişler. Geçmiş insanlar.
SEVAM
Yabanda otlayıp gezen hayvan. * (Sâmme. C.) Zehirli hayvanlar.
SEVANİ
(Saniye. C.) Saniyeler. * İkinci derecede şeyler.
SEVANİH
(Sâniha. C.) İçe doğan fikirler.
SEVATI'
(Sâtı. C.) Belli ve yüksek olan şeyler.
SEVATİR
(Sâtur. C.) Büyük bıçaklar, satırlar.
SEVAZİC
(Sâzec. C.) Sâde ve basit şeyler.
SEVB
(C.: Siyâb-Esvâb-Esvüb) Elbise. Giyilecek eşya. Kaftan. Bez. (Bunların sahibine "sevvab" derler.) * Rücu' manasına mastar.
SEVDA
f. Fazla sevgi sebebiyle meydana gelen bir çeşit hastalık. Aşk. * Hırs. Tama. * Heves, istek. *Siyah. * Balgamdan, kandan ve safradan başka vücuddan çıkan bir nevi ifrazat. * Gam. Keder, Sıkıntı.
SEVDAFEZA
f. Sevda artıran.
SEVDAGER
(C.: Sevdagerân) f. Sevdalı, âşık. Meftun.
SEVDAGERÎ
f. Âşıklık, sevdalılık.
SEVDA-İ MENFAAT
Menfaat hevesi.
SEVDAKÂR
f. Sevdalı. Âşık.
SEVDAPEREST
f. İfrat derecede düşkün, tutkun. * Tamahkâr.
SEVDA-ÜL KALB
Kalbdeki siyah nokta. (Bak: Süveyda)
SEVDAVÎ
Kuruntulu, meraklı. * Sevda ile âlâkalı.
SEVDAZEDE
f. Âşık, meftun, sevdalı.
SEVDE
Karalık, siyahlık.
SEVDED
Ulu olmak.
SEV'E
Kabiha ve fâhişe hasleti. * Ut yeri.
SEVEBAN
Hastalığın iyileşmesi.
SEVEL
Koyunlarda olan bir hastalıktır. Hasta koyun sürüye uymaz, otlak yerinde döner durur.
SEVERAN
Tozun, dumanın kalkması.
SEVF
Koklamak.
SEVG
Aşağı batmak. Suyun boğaza girmesi. * Kolay, âsan ve yumuşak olmak.
SEVGEND
f. Yemin, kasem, and.
SEVH
Batmak.
SEVHAK
Uzun.
SEVİK
(C.: Esvika-Sevik) Kavut adı verilen kavrulmuş un. Kavut satıcısına "sevvâk" denir.
SEVİLE
İnsan topluluğu.
SEVİM
Sevme. * Câzibe.
SEVİŞ
Misafire yemek ve azık vermek.
SEVİT
Karışmış, muhtelit.
SEVİYY
Bir, beraber. * Düz, doğru.
SEVİYYE
(C.: Sevâyât) Koyun yatağı.
 
SEVİYYE
Müsavilik, birlik, beraberlik. * Düzlük, doğruluk.
SEVİYYEN
Müsavi olarak. Bir düziye. Eşit olarak.
SEVİYYET
Eşitlik, müsavilik, denklik.
SEVK
Önüne katıp sürmek, ileri sürmek. Yollamak, göndermek. * Neticeye bağlamak.
SEVK
Misvak yapmak.
SEVK-İ TABİÎ
Hayvan veya insanların düşünmeksizin Cenab-ı Hakk'ın sevki ile olan hikmete uygun hareketi. Sevk-i kaderî, ilham veya sevk-i İlâhî demek daha doğrudur.
SEVKİYAT
Asker gönderme ve eşyasını te'min ve sevketme işleri.
SEVK-ÜL CEYŞ
Askerî birliklerin lüzumlu yere sevkini ve geri çekilme işini idare etme.
SEVL
Bal arısı.
SEVL
Karnı göbeğinden aşağıya sarkmak.
SEVLA'
Sürüye uymayıp otlakta dönüp duran hasta veya delirmiş koyun. (Müz: Esvel)
SEVLA'
(C.: Süvül) Karnı sarkık kadın. (Müz: Esvel)
SEVLEB
(C.: Sevâlib) Tilki.
SEVM
Satılık bir şeye kıymet takdir etme, paha biçme. * Su-i kasd. Zulüm ve minnete giriftar etmek. Derde sokmak. * Dağlamak. * Başına buyruk olup istediği yere gitmek. * Kuş havada dolaşmak. * Satışa arzetmek. * Satın almak istemek. * Fâide yetiştirmek. * Davarın yabanda gezip otlaması. * İstemek, talep etmek.
SEVMELE
Leğen.
SEVR
Öküz, boğa. * Koz: Boğa burcu. * Dünyaya müekkel melâikeden birisinin ismi. (Bak: Sahretullah)
SEVRET
Kızgınlık, hiddet, öfke. * Hücum. Dövüş. * Hükümdarın şiddet veya kudreti. * Tezlik.
SEVS
Arpaya, buğdaya ve ona benzer hububata bit düşmesi.
SEVSEN
Susam.
SEVVA
Seviyelendiren, düzelten. * Doğruya götüren.
SEVVAB
Elbise satan, elbiseci.
SEVVAM
(Sâmme. C.) Akrep ve yılan gibi zehirli hayvanlar.
SEVVİB
Geri çekmek. * Men'etmek, engel olmak.
SEVZAK (SEVZENİK)
Çakır doğan kuşu.
SEY'
Meme başında olan süt.
SEYAHAT
Yolculuk, gezi.
SEYAHİN
Basra ırmağının adı.
SEYB
(C.: Süyub) Su akmak. * Bahşiş, hediye, atâ. * Medfun mal, gömülü mal.
SEYDA
Efendi, hoca, şeyh, seyyid mânasına talebelerin hocalarına karşı söylediği bir hürmet lâfzıdır.
SEYEHAN
(Vapur v.s.) batma.
SEYEHAN
Gezi, seyahat. * Gölgenin güneşle birlikte dönmesi.
SEYELAN
Akma. Cereyan. * Sel felâketi.
SEYELAN-I DEM
Kan akma.
SEYERAN
(Bak: Seyran)
SEYF
Kılıç.
SEYF İBN-İ ZÎYEZEN
Yemen padişahlarındandır. Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bi'setinden evvel onun evsafını evvelki mukaddes kitaplarda görmüş ve iman etmiş ve müştak olmuştu.(Resül-i Ekrem'in (A.S.M.) Ceddi Abdülmuttalib; Yemen'e kafile-i Kureyş ile gittiği zaman, Seyf İbn-i Zîyezen onları çağırmış, onlara demiş ki: "Hicaz'da bir çocuk dünyaya gelir. Onun iki omuzu arasında hatem gibi bir nişan var. İşte o çocuk umum insanlara imam olacak."Sonra gizli, Abdülmuttalib'i çağırmış: "O çocuğun ceddi de sensin" diye kerametkârane, bi'setten evvel haber vermiş... M.)
SEYFEDDİN
(Seyf-üd din) Dinin kılıcı, dinin askeri.
SEYFÎ
(Seyfiye) Askerliğe ait, kılıçla alâkalı. * Kılıç şeklinde.
SEYF-İ BETTÂR
Çok keskin kılıç.
SEYF-İ HADİD
Keskin kılıç.
SEYF-İ MESLUL
Kınından çıkmış kılıç.
SEYF-İ SÂRİM
Keskin kılıç.
SEYFULLAH
Allah'ın (C.C.) kılıcı, askeri. *Ashab-ı Kiram'dan Hz. Hâlid İbn-i Velid'e (R.A.) verilen ünvan.
SEYH
Helâk edici, mahveden. * Ayağın batması.
SEYH
Yere batmak. * Sefer. * Akarsu. * Dikilmiş aba. * Atâ etmek, hediye vermek. * Çizgili elbise.
SEYHEC
(Seyhuc) : Katı, şiddetli şedid.
SEYHEK
Katı yel. Şiddetli rüzgâr.
SEYİS
Atın tımarına, yemine vesairesine bakan adam, uşak.
SEYKANE
İnce bellilik.
SEYL
Sel. şiddetle gelen şey.
SEYLAB
(Seylâbe) f. Taşkın su, sel.
SEYLABE-İ HUN
Kan seli.
SEYLHİZ
f. Taşkın ve coşkun su.
SEYL-İ HURUŞÂN-I ZAMAN
Zamanın gürültü ve coşkunluklarının seli.
SEYL-İ ŞUUNÂT
İcraat-ı Rabbaniyenin dâima görünmesi ve hakiki müessir olan Allah'ın (C.C.) iradesiyle devamlı olan, cereyan eden her çeşit hâdiseler. Hâdiseler akıntısı, seli.
SEYNA'
Bir ağacın adı. * Ağaç, şecer.
SEYR
Yürüyüş. * Eğlenme ve ibret için bakma. Gezip görme. * Görülecek şey ve yer. * Uzaktan bakıp karışmama. * Yolculuk.
SEYR Ü SEFER
Gidiş geliş. Trafik.
SEYR Ü SEYELÂN
Devamlı akıp gitme ve değişme.
SEYR Ü SÜLUK
Tas: Takib edilecek usûl. Bir terbiye yoluna girip devam etme. Tarikata devam etme.
SEYRAN
(Aslı: Seyeran) Gezme, gezinme. Bakıp görme. * Hareket etme. * Açılma, ferahlanma, teferrüc.
SEYRANGÂH
f. Seyir yeri. Gezme ve eğlenme yeri.
SEYR-İ ÂFÂKÎ
Terbiye ve mâneviyatta tekâmül yollarında, hariç âlemden, âfaktan başlamak suretiyle bulunan delillerle tekâmül edip nefsini ıslâh ve imâni ve Kur'âni hakikatlarda terakki etmek usulü.(Tarikatta "seyr-i enfüsi" ve "seyr-i âfâki" tâbirleri altında iki meşreb var.Enfüsi meşrebi; nefisden başlar, hariçten gözünü çeker, kalbe bakar, enaniyeti deler geçer, kalbinden yol açar, hakikatı bulur. Sonra âfâka girer. O vakit âfâkı nurâni görür. Çabuk o seyri bitirir. Enfüsi dairesinde gördüğü hakikatı, büyük bir mikyasta onda da görür. Turuk-u hafiyyenin çoğu bu yol ile gidiyor. Bunun da en mühim esası; enaniyeti kırmak, hevayı terketmek, nefsi öldürmektir.İkinci meşreb; âfaktan başlar, o dâire-i kübranın mezâhirinde cilve-i Esmâ ve Sıfâtı seyredip, sonra dâire-i enfüsiyyeye girer. Küçük bir mikyasta, dâire-i kalbinde o envârı müşahede edip, onda en yakın yolu açar. Kalb, âyine-i Samed olduğunu görür, aradığı maksada vâsıl olur.İşte birinci meşrebde süluk eden insanlar nefs-i emmareyi öldürmeye muvaffak olamazsa, hevâyı terkedip enaniyeti kırmazsa, şükür makamından, fahr makamına düşer; fahirden gurura sukut eder. Eğer muhabbetten gelen bir incizab ve incizabtan gelen bir nevi sekir beraber bulunsa, "şatahat" nâmiyle haddinden çok fazla dâvalar ondan sudur eder. Hem kendi zarar eder, hem başkasının zararına sebeb olur. M.)
SEYR-İ ENFÜSÎ
Hafî tariklerin çoğunda takib edilen ve nefsinin iç âlemindeki delillerle, vasıtalarla tekâmüle gidenlerin usûlü. (Bak: Seyr-i âfâkî)
SEYR-İ FİLMENÂM
Uykudaki veya rüyadaki seyr. (Bak: Seyr)
SEYR-İ ŞUUNÂT
Kâinattaki hâdiseleri seyredip, görüp hakikatını anlamağa çalışmak. * Hâdiselerin bir halde kalmayıp akışı, değişmesi.
SEYRURET
Yürümek, gezmek.
SEYTEL
Vahşi sığır.
SEYTERE
Havâle olunmak.
SEYYAD
Avcı. (Bak: Sayyad)
SEYYAF
(Seyf. den) Kılıçlı. * Kılıç yapan, kılıççı. * Cellât.
SEYYAH
(Siyâhat. tan) Seyahat eden, dolaşan, gezen. Turist, yolcu.
SEYYAHÎN
(Seyyahûn) Seyyahlar. Gezip âlemi seyredenler. Turistler, dolaşanlar, gezenler.
SEYYAL(E)
Akıcı şey, su gibi sıvı olup akan. Çokça akan su. * Yer değiştiren her şey.
SEYYALÂT
(Seyyale. C.) Akıcı olanlar, yerinde durmayıp gidenler, akanlar. Seyyal maddeler.
SEYYALE-İ BERKİYYE
Şimşek akımı. Elektrik akımı. * Şimşek gibi akıcı ve parlak.
SEYYAR(E)
Bir yerde durmayıp yer değiştiren. * Gökte veyâ güneş etrâfında dolaşan yıldız. Gezegen. * Kervan, kafile. * Otomobil.
SEYYARAT
(Seyyare. C.) Seyyareler, gezegenler.
SEYYİ'
Kötü, fena.
SEYYİAT
(Seyyie. C.) Kötülük, günahlar, suçlar. Kötülüğe karşı çekilen sıkıntılar.(Kur'an-ı Kerim tahliye-i seyyiatı üç mertebesi ile zikretmiştir. Birincisi şirki terk, ikincisi maasiyi terk, üçüncüsü mâsivâullahı terk.) (İ.İ.)
SEYYİB(E)
Kadın görmüş erkek, erkek görmüş kadın. Dul kadın.
SEYYİBÂT
(Seyyib. C.) Dul kalmış kadınlar.
SEYYİD
Efendi. * Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) soyundan olan, onun izinden giden. * Temiz ve fazilet sâhibi Müslüman zât. * Resül-i Ekrem (A.S.M.) herkesin imamı, büyüğü, önderi olduğundan kendisine bu isim de verilmiştir. (Bak: Sâdât)
SEYYİD ŞERİF-İ CÜRCANÎ
(Bak: Cürcanî)
SEYYİDE
Peygamber (A.S.M.) sülâlesinden gelen ve O'nun izinden giden temiz kadın, hanım.
SEYYİD-ÜL BEŞER
İnsanların seyyidi, efendisi olan Hz. Muhammed (A.S.M.)
SEYYİD-ÜL ENAM
Bütün mahlukatın efendisi. Muhammed (A.S.M.)
SEYYİD-ÜL KEVNEYN
İki âlemin efendisi, seyyidi. Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir nâmı.
SEYYİD-ÜL MÜRSELÎN
Resüllerin Seyyidi. (Bak: Fahr-i âlem, Muhammed (A.S.M.), Münacat, Resül)
SEYYİE
Kötülük, günah, suç. Yaramazlık, fenâlık.
SEZA
f. Lâyık, münasip.
SEZAB
Sedef otu.
SEZASE
Kötü huylu ve yaramaz dirlikli olmak.
SEZAVAR
f. Münâsib, uygun, lâyık, şâyân.
SEZA-YI TAKRİZ
Övmeye, medhetmeğe lâyık.
SEZA-YI TEZLİL
Tahkir edilip alçak görülmeğe lâyık olan.
SEZZE
Seyâ denilen gün. Keferenin ateş gecesi günü.
SIAB
(Sa'b. C.) Güçlükler, zorluklar. Zor ve çetin şeyler.
SIBA'
Tulu etmek, doğmak. * Kalbin meyli.
SIBAG
(C.: Esbiga) Boya. * Yaradılış.
SIBAH
Güzel şeyler. Güzel olanlar. şule.
SIBGA
Boya, renk, levn. * Din, mezheb.
SIBGATULLAH
Cenab-ı Hakk'ın dilediği tarz, manevî renk, biçim ve şekilde yaratması. İslâmî ahlâk ve karakteri halketmesi. * Allah'ın dini.
SIBHAL
Şişman, büyük keler. * Deve. * Kırba. * Câriye.
SIBHALE
Azası iri ve uzun olan.
SIBR
(C.: Esbâr) Beyaz bulut. * Taraf, yön, cânip. * Çoğul, cemi.
SIBT
(C.: Esbât) Torun.
SIBTEYN
İki torun.
SIBTIR
(C.: Sibetrât) Uzun, tavil. * Uzun boyunlu bir kuş.
SIBYAN
(Sabi. C.) Çocuklar, sabiler.
SIDAK
Kadın eşe verilen nikâh parası. Nikâh akçesi.
SIDAR
Küçük gömlek. * Başa örttükleri bez, baş örtüsü. * Devenin göğsünde olan nişan ve alâmet.
SIDDÎK
Çok samimi, dâimâ doğruluk üzere ve Allah'a ve Peygamberine çok sâdık olan erkek. Sözü ile işi bir olan.
SIDDÎKA
Doğruluk ve samimiyette çok sâdık olan kadın. * Allah yolunda çok sâdık olan Hazret-i Aişe (R.A.) vâlidemiz ve Hazret-i Meryemin vasıf ve isimlerdir.
SIDDÎKÎN
Sıddık olanlar, Hazret-i Ebubekir (R.A.) gibi olanlar. Hazret-i Ebubekir (R.A.) gibi olanlar ve Onun izini takib edenler. Allah yolunun sadakatte en ileri olanları.
SIDDÎKİYET
Sadâkat ve doğrulukta en ileri oluş. Çok sâdık olma hâli. Velilik mertebesinin nihâyeti. Peygamberlik mertebesinin bidâyeti olan makam. * Aşere-i Mübeşşere'nin birincisi ve ilk halife olan Hz. Ebubekir'in (R.A.) nâmı ve sıfatıdır. * Çok doğru olup, hiç yalan söylememek.
SIDK
Doğru söz. Hakikata muvâfık olan. Bir şeyin her hususu tam ve kâmil olması. * Ahdinde sâbit olmak. * Peygamberlere mahsus en mühim beş hasletten birisi. * Kalb temizliği.(İslâmiyetin esası sıdktır. İmanın hassası sıdktır. Bütün kemâlâta îsal edici sıdktır. Ahlâk-ı âliyenin hayatı sıdktır. Terakkiyatın mihveri sıdktır. Âlem-i İslâmın nizamı sıdktır. Nev-i beşeri kâbe-yi kemâlâta îsal eden sıdktır. Ashab-ı Kiramı bütün insanlara tefevvuk ettiren sıdktır. Muhammed-i Hâşimî Aleyhissalâtü Vesselâm'ı meratib-i beşeriyenin en yükseğine çıkaran sıdktır. İ.İ.)
SIDK U SELÂMET
Doğruluk ve selâmetlik için oluş.
SIDK-I CENAN
Kalblerin sâdık oluşu, sadakatlı.
SIDK-I DERUN
Kalb temizliği.
 
SIFAT
Bir kimse veya şeyin hal ve vasfı, keyfiyeti. * Suret, çehre, yüz. Nişan, alâmet. * Bir şeyin keyfiyetini izah için kullanılan kelime.
SIFÂT
(Sıfat. C.) Sıfatlar, vasıflar.
SIFAT TERKİBİ
Sıfat tamlaması. Meselâ: "Kâmil insan" kelimeleri bir sıfat terkibidir. Burada Türkçe ifâdeye göre "kâmil insan" terkibinden birinci kelime sıfat (belirten), ikinci kelime ise mevsuf (belirtilen) dir. Farsça kâideye göre "insan-ı kâmil" diye söylenir.
SIFÂT-I ADEDİYE
Sayı sıfatları.
SIFAT-I AYNİYE
Sadece zâta mahsus olan sıfat. Zatî sıfat. Lafza-i Celalin sadece Cenab-ı Vâcib-ül Vücud olan Rabbimize mahsus olması gibi. (Bak: Sıfât-ı selbiye ve Sıfât-ı sübutiye)
SIFÂT-I CEMALİYE
Lütuf ve merhamet ile daha ziyade alâkalı olan vasıflar. (Bak: Celâl)
SIFÂT-I FİİLİYE
Cenab-ı Hakk'a (C.C.) mahsus fiilî sıfatlar. (İhyâ, icad, in'âm, tasvir, tezyin, terzik... gibi)
SIFÂT-I HÂSSA
Hususi sıfatlar, şahsa ait sıfatlar.
SIFÂT-I İLÂHİYE
Allah'a aid sıfatlar. Kendisini ve mânasının zıddını Cenab-ı Hakk'a nisbet caiz olan vasıflar. (Rıza, Rahmet, Gazab... gibi)
SIFÂT-I İŞARİYE
İşaret sıfatları.
SIFÂT-I SELBİYE
Cenab-ı Hakk'ın vahdaniyet, kıdem, beka, kıyam-ı binefsihi, muhalefetün-lilhavâdis gibi sıfatlarıdır. Mânalarında nefiy olduğu için "Selbî" denir. Meselâ: Vahdaniyet, çokluğun; kıdem, fâniliğin nefyi olduğu gibi. (Bak: Sıfât-ı zâtiye)
SIFAT-I SEMÂİYE
Gr: Kelimeye ait, kaideye, gramere uygun olmaksızın işitilmekle öğrenilen sıfat.
SIFÂT-I SÜBUTİYE
Cenab-ı Hakk'ın sıfatları: Hayat, İlim, Sem', Basar, İrade, Kudret, Kelâm, Tekvin sıfatları. Bunlara "Sıfât-ı semaniye" de denir.
SIFÂT-I ZÂTİYE
(Sıfât-ı lâzime - Sıfât-ı vâcibe) Allah'ın zatından ayrılması mümkün olmayan ve zatına lâzım ve vâcib olan sıfatlar. * Tecvidde: Harflerin zâtından ayrılması mümkün olmayan sıfatlarıdır. (Bak: Sıfât-ı ayniye)
SIFFÎN
Hazret-i Ali (R.A.) ile Hazret-i Muaviye (R.A.) arasında vuku bulan muharebelere meydan olmakla şöhret bulmuştur. Sıffîn muharebesinde Hazret-i Ali'nin maiyyetinde 120.000 Hazret-i Muaviye'nin maiyyetinde 90.000 kişi vardı. Hazret-i Ömer'in (R.A.) oğlu Hz. Abdullah da şehid olanların arasında idi. Sıffîn vak'ası 110 gün sürmüş ve doksan muharebe olmuştur.(Hazret-i İmam-ı Ali'nin Vak'a-i Sıffîn'de, Hazret-i Muaviye'nin taraftarlariyle muharebesi ise, hilafet ve saltanatın muharebesidir. Yâni: Hazret-i İmam-ı Ali ahkâm-ı dini ve hakaik-ı İslâmiyeyi ve âhireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise; hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi, saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp, ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hatâya düştüler. M.)
SIFIR
Hiç. Olmayan bir şeyin ismi. * Hiç bir sayı olmamak. * Müsbetle menfi ortası, eksi ile artının arası. * Fiz: Suyun donma derecesi.
SIFIR-ÜL YED
(Sıfr-ül yed) Mahrum, eli boş.
SIFRİD
(C.: Safârid) Toygar adı verilen küçük kuş.
SIFSIL
Bir ot cinsi.
SIFTİT (SIFTÂT)
Kavi, kuvvetli, iri yarı, cesim kimse.
SIGAR
Çocukluk hali. Küçüklük. Zelli oluş.
SIGAR
Küçükler.
SIGAR-I NEFS
Zelil ve hakir olma hali. Küçüklük, kıymetsizlik.
SIGREB
Küçük dişler.
SIHAF
(Sahfe. C.) Geniş düz kaplar.
SIHHAT
Sağlamlık. Doğruluk. Sağlık. * Edb: Sözün yanlış ve eksik olmamasıdır. (Sözün sağlamlığı diye tercüme edilebilen sıhhat-ı ifade: Bir ibarede zâf-ı te'lif, ta'kid, garabet, tetabu-u izafet, tekrar, tenafür, şivesizlik v.s. gibi kusurlar bulunmamakla tahakkuk eder...)
SIHHÎ
Sıhhata, sağlamlığa, doğruluğa dâir ve müteallik.
SIHHİYE
Sağlık ve hekimlik işleriyle uğraşan dâire. * Sağlık işleri.
SIHLE
(C.: Sehil) Yoğun, büyük nesne.
SIHNA'
(Sıhnat) Balık yahnisi.
SIHR
Damat yahut enişte. * Huk: Karı-kocadan biri ile diğerinin kan hısımları arasındaki akrabalık.
SIHRE
Kaynana, kayınvâlide.
SIHRÎ
Evlenmelerden meydana gelen akrabalık.
SIHRİYET
Evlenmek suretiyle meydana gelen akrabalık.
SIHRİZ
Kızıl hurma.
SIHTİT
Katı, şiddetli, şedid. * Çok yükselen toz. * Katıksız kavut denilen kavrulmuş un.
SIHVE
(C.: Sahevât) Dağ üstünde yapılan burc.
SIKA'
Kadınların, kirlenmemesi için başörtülerinin üstüne örttükleri ikinci örtü.
SIK'AL
Suda ıslanmış kuru hurma.
SIKKE
Bağlamak, sağlamlaştırmak, muhkem etmek. * Ulaştırmak.
SIKKİF
Çok keskin sirke.
SIKLET
Ağırlık. Mânevi sıkıntı.
SIKT
Ana karnından ölü olarak düşen çocuk. * Çakmaktan düşen ateş.
SIKY
Yer sulamak. Sulu ekin.
SILA
Kavuşmak, ulaşmak, vuslat. * Âşıkın mâşukuna kavuşması. * Doğduğu yeri, hısım akrabayı gidip görme. * Bahşiş, hediye. * Gr: Cümlenin içinde ism-i mensub bulunmasıyla, dahil olduğu cümlenin evvelce mâlum olması iktiza eder. İçinde bulunduğu cümleyi sonradan gelen cümleye bağlamaya yarayan (edip, ederek, ederken) gibi fiil şekli rabt sigası.
SILA'
Kebap. * Isınmak için yakılan ateş.
SILAH
Musâlaha mânâsına mastar.
SILA-İ RAHİM
Hısım akrabayı ve mü'minleri ziyaret etme, onlarla görüşme ve mektuplaşma; alâkayı devam ettirme. * Akrabanın kusurlarını affetme.
SILAL
Yaş ot.
SILAME
(C.: Sılâmât) Bölük, cemaat, topluluk, fırka.
SILAT
(Sıla. C.) Sılalar. * Bahşişler, armağanlar, hediyeler.
SILE
Bir şâire, yazdığı medhiye karşılığı olarak verilen para.
SILL
(C.: Aslâl) Bir nevi ot. * Bir nevi yılan.
SILLE
(C.: Sılât) Vuslat, kavuşma. * Hediye, atâ.
SILYANE
(C.: Salayan) Bakla.
SIMAD
Şişe tıpası.
SIMAG
Ağızın bir tarafı.
SIMAH
Kulak deliği, kulak.
SIMAH-I CÂN
Can kulağı.
SIMAM
Tıpa. Şişe tıpası.
SIMAME
Kan damarlarında tıkanıklık yapan kan pıhtısı.
SIME
(C.: Sumem) Bahâdır, kahraman kimse. * Berk, muhkem nesne. * Büyük erkek yılan.
SIMLAH
Kulak kiri.
SIMM
Belâ, âfet. * Arslan.
SIMME
Hâlis ve temiz.
SIMSAM(E)
Keskin kılıç. * Kılıcın keskin olması.
SIMSIM
(C.: Semâsım) Şişman ve etli adam.
SIMT
(C.: Sümut) Dizi. Dizilmiş şey.
SINAAT
(C.: Sanâyi') San'at, mahâret, ustalık.
SINAB
Hardal. * Hardal ve kuru üzümden yapılan bir cins kuru boya.
SINAÎ
(Sınâiyye) San'atla ve sanayi ile alâkalı. * İnsan yapısı.
SINAİYYAT
(Sınâi. C.) Sanatla ilgili olan şeyler. * İnsan yapısı şeyler.
SINAR
Çınar.
SINARE
Demir iğ. * İğ başı. * Yay kabzası. * Kulak.
SINDİD
(C.: Sanâdid) Baş, başkan, reis, ileri gelen.
SINF
Söğüt yaprağı.
SINIF
Kısım, bölüm, tabaka.
SINIFÎ
Sınıfla alâkalı, kısıma ait.
SINN
Berd-i acûz günlerinden bir gün. * Seleye benzer bir nesnedir, içine ekmek koyarlar. * Deve sidiği.
SINV
Dal, budak. Bir kökten çatallanan dallar. * İki kardeş. * Misil. Şebih, benzer. * Amca. * Oğul.
SINVU EBÎ
Babamın kardeşi.
SIR
(Bak: Sırr)
SIRAF (SARUF)
Hayvanın kızmakla erkeğini araması.
SIRAM
Hurma ve yemiş toplayacak vakit. * Toplanmış hurma ve yemiş.
SIRAR
Devenin sütü çok olsun ve yavrusu emmesin diye emziğinin dibine bağladıkları ip.
SIRAT
Etrafı hudutlu ve işlek cadde. Geniş yol.
SIRAT KÖPRÜSÜ
Cennet'e gidebilmek için herkesin üzerinden geçmeğe mecbur olduğu ve Cehennem üzerine kurulmuş olan köprü.(İ'lem Eyyühel Aziz! İnkılâblar neticesinde, her iki taraf arasında geniş geniş dereler husule geliyor. O dereler üstünde her iki âlemle münasebettar köprüler lâzımdır ki, her iki âlem arasında gidiş geliş olsun. Lâkin o köprülerin inkılâbat cinslerine göre şekilleri, mâhiyyetleri mütebayin; isimleri mütenevvi olur. Meselâ uyku âlemi, yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprüdür. Berzah, dünya ile âhiret arasında ayrı bir köprüdür. Ve misal, âlem-i cismani ile âlem-i ruhanî arasında bir köprüdür. Bahar, kış ile yaz arasında ayrı bir nevi köprüdür. Kıyamette ise, inkılâb bir değildir. Pek çok ve büyük inkılâblar olacağından, köprüsü de pek garib, acib olması lâzım gelir. M.N.)
SIRAT-I MÜSTAKİM
En doğru yol, İslâmiyet yolu. Hak yolu. Allah'ın râzı olduğu en doğru yol. Peygamberlerin, evliya ve sâlihlerin, sıddıkinlerin gittikleri meslek.(Sırat-ı müstakim, şecâat, iffet, hikmetin mezcinden ve hülâsasından hasıl olan adl ve adâlete işârettir. Şöyle ki: Tegayyür, inkılâb ve felâketlere ma'ruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskân edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdâs edilmiştir. Bu kuvvetlerin birincisi: Menfaatleri cezb ve celb için kuvve-i şeheviye-i behimiye. İkincisi: Zararlı şeyleri def' için kuvve-i sebuiyye-i gadabiyye. Üçüncüsü: Nef' ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için kuvve-i akliye-i melekiyedir.Lâkin insandaki bu kuvvetlere şeriatça bir had ve bir nihayet tayin edilmiş ise de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan bu kuvvetlerin her birisi, tefrit, vasat, ifrat nâmiyle üç mertebeye ayrılırlar. Meselâ: Kuvve-i şeheviyenin tefrit mertebesi, humuddur ki, ne helâle ve ne de harama şehveti, iştihası yoktur. İfrat mertebesi, fücurdur ki; nâmusları ve ırzları pâyimal etmek iştihasında olur. Vasat mertebesi ise iffettir ki, helâline şehveti var, harama yoktur.İhtar: Kuvve-i şeheviyenin; yemek, içmek, uyumak ve konuşmak gibi füruatında da bu üç mertebe mevcuttur.Ve keza kuvve-i gadabiyyenin tefrit mertebesi, cebanettir ki, korkulmayan şeylerden bile korkar. İfrat mertebesi, tehevvürdür ki, ne maddî ve ne manevî hiç bir şeyden korkmaz. Bütün istibdatlar, tahakkümler, zulümler bu mertebenin mahsulüdür. Vasat mertebesi ise şecaattır ki, hukuk-u diniye ve dünyeviyesi için canını feda eder, meşru olmayan şeylere karışmaz.Ve keza kuvve-i akliyenin tefrit mertebesi, gabavettir ki, hiç bir şeyden haberi olmaz. İfrat mertebesi, cerbezedir ki, hakkı bâtıl, bâtılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekâya mâlik olur. Vasat mertebesi ise; hikmettir ki, hakkı hak bilir, imtisal eder; bâtılı bâtıl bilir, ictinab eder...Hülâsa : Şu dokuz mertebenin altısı zulümdür, üçü adl ve adalettir. Sırat-ı müstakimden murad, şu üç mertebedir. İ.İ.)
SIRAVARİ
f. Sıralı halde, sıra gibi.
SIRDAŞ
(Bak: Sırrdaş)
SIRF(E)
Sadece, yalnızca. * Sâfi ve hâlis şey. Karışık olmayan.
SIRHAK
Çağırmak.
SIRKATİBİ
Eskiden hükümdarların yanlarında bulundurdukları hususi kâtib.
SIRM
(C.: Esrâm-Esârım) Ağaçtan yemiş düşürmek. * Ekin biçmek. * Cem'olmuş beytler.
SIRME
(C.: Sırm) Bulut parçası. * Deve ve koyun sürüsü.
SIRP
Yugoslavya'da yaşayan bir kavim adı. Veya o kavimden birisi.
SIRR
Gizli hakikat. Gizli iş. Herkese söylenmeyen şey. * Müşâhedetullah'ın mahalli bulunan kalbdeki lâtife. * İnsanın aklının ermediği şey. Allah'ın hikmeti.(Sırrını kimseye fâş etme sırrın fâş olur.Sen kendi sırrını saklayamazsanEl sana nasıl sırdâş olur.)
SIRR
Şiddetli ateş veya soğuk.
SIRRAN
Gizli olarak, gizlice.
SIRRDAŞ
Birbirinin sırrını bilen. * Sır saklıyan.
SIRRE
Soğuk rüzgâr. Şiddetli soğuk. * Şiddetli sayha, çığlık.
SIRR-I EHADİYET
Ehadiyetin sırrı, mânası, kuvvet ve te'siri.
SIRR-I TEKLİF
İnsanların dünyaya gelip, Allah (C.C.) tarafından vazifelendirilmelerinin hikmeti. Dünyaya gelip vazife sahibi olmanın sırrı. (Bak: Teklif)
SIRRÎ
(Sırriyye) Sır ile, gizlilik ile ilgili.
SIRSIR
Çekirgeye benzer bir hayvan.
SI'SIA
Sığınacak yer, sığınak, melce'. * Her nesnenin aslı. * Horozun baldırında çıkan fazlalık parmak.
SITAT
Husumet, düşmanlık.
SI'V
Saat.
SI'VA'
Saat.
SIVAD-I A'ZAM
(Bak: Sevad-ı a'zam)
SIVAR
(C.: Sirân-Asvire) Sığır sürüsü. * Misk kabı.
SI'VENN
Deve kuşunun erkeği.
 
Geri
Top