Osmanlıcada ''S''ile başlayan kelimelerin anlamları

SIYAGAT
Kuyumculuk.
SIYAH
(Sayha. C.) Bağırmalar, çığlıklar, haykırışlar, feryadlar.
SIYAH-I MÂTEM
Mâtem feryadları.
SIYAL
(Sıyâlet) Saldırma, hamle etme, üzerine atılma.
SIYAM
(Savm. C.) Oruçlar. (Bak: Oruç, Ramazan)
SIYAN
Elbise saklama yeri, sandık.
SIYANET
Koruma veya korunma. Himaye veya muhafaza.
SIYAR
(C.: Sirân-Asvire) Misk kabı. * Sığır sürüsü.
SIYAS(İ)
(Sıysa. C.) Kaleler, kal'alar. * Köşkler. * Sığınacak yerler.
SIYDANE
(C.: Saydân) Taş çömlek.
SIYK
(Sevk. den) Sevk olunan (meâlinde).
SIYK
Kesif toz ve fena ter kokusu.
SIYSA
(C.: Sıyâs) Kale. Kal'a. * Sığınacak yer. * Köşk.

f. Otuz.
SİA
Genişlik, bolluk. * Açlıklık. Zenginlik.
SİA-İ HÂL
Rahatlık, genişlik, bolluk.
SİAYET
Dedikodu, gıybet, koğuculuk.
SİB
Suyun aktığı yer.
SİB
f. Elma.
SİB'
Susuzluk.
SİBA'
Cima. * Kesret-i cima ile iftihar edişmek. * (Sebu. C.) Canavarlar, yırtıcı hayvanlar.
SİBA'
Esir etmek.
SİBAB
Sövme, küfretme, şetm.
SİBAH
Tuzlu ve çorak yerler.
SİBAHAT
Suda yüzmek.
SİBAK
(Sebk. den) Bir şeyin öncelik hali. Birisinden ileri geçmek. Bir şeyin geçmişi. * Bağ, bağlantı.
SİBAK U SİYAK
Sözün gelişi. Sözün (öncesinin sonraya olan) uygunluğu.
SİBAK-UL KELÂM
Sözün ilk halindeki bağlantısı, sözün evvelinde geçenden çıkan mânâ.
SİBAR
Cerrahların yara yokladıkları mil.
SİBB
Tülbent. Baş örtüsü.
SİBD
(C.: Esbâd) Belâ, zahmet, meşakkat, dahiye.
SİBKAN
Bitlis veya Van vilâyetleri civarında bir aşiret adıdır.
SİBT
Palamutla dibağat olunmuş sığır derisi.
SİBT
(C.: Esbât) Kişinin oğlundan ve kızından olan evladı. * Torun.
SİCAL
Münavebe. Arab ata sözlerinde: "Harp sicaldir" denir. Yani: Bazan galibiyet ve bazan mağlubiyet ile devam eder. * (Secl. C.) Büyük ve içleri dolu su kovaları.
SİCCİL
Kumlu çamurun taşlaşmış hâli. Kumlu çamurdan terekküb ve tahaccür etmiş taş. * Ateşte pişerek taş gibi olmuş tuğla.
SİCCİN
Sert, şiddetli olan şey. * Dâim olan. * Fâsık ve fâcirlerin amel defterlerinin konulduğu yer. * Cehennemde bir vâdi'nin adı. Fâcirlerin ruhunun gittiği yer.
SİCİL
Resmi vesikaların kaydedildiği kütük denen büyük defter. * Memurların durumu hakkında tutulan dosya.
SİCİSTAN
Bir cins darı.
SİCL
Turp.
SİCLAT
Bir güzel kokulu çiçek.
SİCM (SİCÂM)
Seyelân etmek, akmak.
SİCN
(C.: Sücun) Hapis, zindan.
SİD(E)
(C.: Sidân) Kurt, * Yaşlı keçi. * Arslan.
SİDA'
Sahrâ, çöl. * Yazı.
SİDAD
Şişe tıpası. Yarık kapatacak şey.
SİDDER
Bir oyun adı.
SİDN
Etli ve gövdeli şişman kimse.
SİDR
Tenbel kimse. * Bir deniz adı. * (Sidre. C.) Arabistan kirazları.
SİDRE
Ağaca teşbih edilen, yedinci kat gökte bir makam ismi.
SİDRE AĞACI
Arabistan kirazı denen bir ağaç.
SİDRET-ÜL MÜNTEHA
Mahlukat ilminin ve amelinin kendisinde nihayet bulup kevn âlemini hududlandıran bir işaret. Yedinci kat gökte olduğu rivayet edilen ve Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ulaştığı en son makam.
SİF
(C.: Esyâf) Deniz sahili. * Hurma lifi.
SİF'
Toprak. * Buhmâ otunun dikeninin az olması.
SİFAD
Hayvanların çiftleşmesi.
SİFAH
Zina.
SİFAL
Değirmen altına döşenen deri. * Değirmen süpürgesi.
SİFAL
(Sifâle) f. Topraktan yapılmış (çanak, çömlek, testi gibi) şey. * Orak. * Fıstık, ceviz, bâdem kabuğu.
SİFANET
Marangozluk.
SİFAR
Deveye burunduruk yapılan demir. * Sefer. Islâh, düzeltme. * Misafirlik.
SİFARE
Habercilik.
SİFF
Kuru deri.
SİFLE
Adi, alçak, zelil, terbiyesiz.
SİFLEKÂM
f. Adi kişilerin işine yarayan.
SİFLEPERVER
f. Alçak ve âdi kimseleri koruyan ve kullanan.
SİFR
Yazılmış nesne, mektup.
SİFSİR
(C.: Sefâsir-Sefâsire) Simsar. Bir şeyi alıp satan. * Zarif, zerâfetli. * Hizmetçi, hâdim. * Tabi, itaat eden, uyan.
SİGA
Gr: Fiilin tasrifinden (çekiminden) meydana gelen çeşitli şekillerden her biri. Kip.
SİGA-İ MÜBÂLAĞA
Bir şeyin pek çok, pek büyük, pek ileri olduğunu gösteren kelime hâli. Fiilin mübâlağalı çekimi. Hallâk, Rezzak, Kahhar, Rauf gibi. (Bak: Mübâlağa)
SİGAL
f. Düşünce, fikir. * Kuruntu, endişe.
SİGALİŞ
f. Düşünüş, kuruş.
SİGAR
(Bak: Sıgar)
SİGAR Ü KİBAR
Küçükler ve büyükler.
SİH
f. Demir şiş. * Kebap şişi.
SİHAB
Miskten ve karanfilden yapılan gerdanlık.
SİHAE
(C.: Sihâ-Eshiye) Nâme bağı.
SİHAM
(Sehm. C.) Oklar. * Sehimler, hisseler.
SİHAM-I KAZA
Kaza okları. * Şâir Nefi'nin eserinin ismidir.
SİHAN
Kalınlık. * İçi boş zarf. * Soba borusu gibi bir şeyin kalınlığı. * Sımsıkı madde.
SİHİR-ÂMİZ
f. Sihir gibi tesir eden, büyüleyici.
SİHİRBÂZ
Büyü yapan, büyücü. Sâhir, neffase.
SİHLE
İri taneli kum.
SİHR
(Sihir) Büyü, gözbağıcılık, büyücülük, hilekârlık. * Aldatmak. * Haktan uzaklaşmak. Bâtıl şeyi hak diye göstermek. * Lâtif ve dakik olan şey. Büyü kadar te'siri olan şey. * Şiir ve güzel söz söyleme gibi, insanı meftun eden hüner. (Buna sihr-i helâl da denir)Sebebi gizli olan ince şey. Örf-i şer'îde sihir: Sebebi gizli olmakla hakikatın hilâfına tahayyül olunan, yaldızcılık, şarlatanlık, hilekârlık yolunda cereyan eden herhangi bir şey. Bunda esrarengiz bir surette bâtılı hak, hakkı bâtıl göstermek vardır. Mukayyed olarak memduhu olan ve hakkı izhar için kullanılan lâtif hususâttaki istimali vardır. Buna sihr-i helâl denir. Sebebi herkes için bilinmediğinden hârika telâkki olunur. (E.T.)
SİHR-İ BEYANÎ
Beyanın büyü gibi olan tesiri. (Hadis-i Şerife telmih var.)
SİKA
(C.: Sıyak) Yel, rüzgar, riyh. * Ses.
SİKA
(C.: Sikat) (Vüsuk. dan) İnanç, güven, itimad, emniyet. * Güvenilir ve inanılır kimse.
SİKA'
Sakaların içine su doldurdukları köseleden yapılmış kap, kırba.
SİKA'
Devenin burnuna bağladıkları nesne. * Kadınların örtündükleri peçe.
SİKA'
(C.: Eskiye-Eskıyât-Esâk-Esâki) Su kurbağası.
SİKAB
Su çeken. Su çekici.
SİKAF
Rende. * Süngü ağacını düzeltecek ağaç.
SİKAL
Ağır olan, ağır şeyler. (Bak: Sekal)
SİKALİŞ
(Bak: Sigâliş)
SİKAT
(Sika. C.) İnanılır kimseler. İtimad edilen, kendilerine güvenilen kimseler.
SİKAYE
Su içilen kap. Maşraba. * İçme suyunun toplanması için yapılan yer.
SİKAYET
Birine içecek su verme.
SİKBAC
Ekşi aş.
SİKEC
Başı kızıl olan zehirli bir yılan.
SİKEK
(Sikke. C.) Sikkeler.
SİKKE
Damga. Nereye ve kime ait olduğunun bilinmesi için konulan işaret, mühür. Umumi damga. * Dirhem. * Para üstüne vurulan damga. * Düz, doğru yol. * Mevlevilerin keçe külâhlarının ismi. * Basılmış madeni para.
SİKKEHANE
f. Para basılan yer.
SİKKE-İ EHADİYET
Her şeyin bir elden çıktığını gösteren damga, işaret. (Bak: Ehadiyyet)
SİKKEZEN
f. Madeni para basan.
SİKKÎN
Bıçak.
SİKKÎR
Devamlı sarhoş kimse.
SİKR
Rüzgârın eserken dinmesi.
SİKSAK
Hamâkat, ahmaklık.
SİL'
(c.: Eslâ) Dağ yarığı.
Sİ'LA'
(C.: Seâli) Helâk. * Cin sâhirleri.
SİL'A
Bedende olan ur. * Ticaret malı. * Sülük.
SİLA'
Arınmış, temizlenmiş nesne.
SİLAB
(C.: Sülüb) Kara mâtem donu.
SİLAHDAR
Tar: Sarayın ileri gelen erkânından birinin ünvanıdır. "Silahdar-ı şehriyarî" de denilirse de mâruf olan "Silahdar Ağa"dır.
SİLAHENDAZ
Silah atan. * Tüfekli piyade neferi, harp gemilerinde gemicilik ile mükellef olmayıp silah taşıyan bahriye askerleri.
SİLAHHANE
f. Askerî depo. Silahların saklandığı yer.
SİLAHŞÖR
Silahları karıştırıcı, silahlarla oynayıp uğraşıcı. * Eski zamanda bir sınıf silahlı asker, hususiyle muhtelif silahları kullanmakta fevkalâde meleke ve maharet ile mümtaz olup, maiyyette istihdam olunanlara verilen addı. Yeniçeri Ocağı zâbitlerinin bir takımı hakkında da kullanılır bir tabirdi. Padişahın maiyyetinde muhafız olarak kullanılanlara da bu ad verilirdi.
SİLAK
Diş dibinde olan kabarcıklar. * Belâgatla okuyan hatip.
SİLAL
(Selle. C.) Sepetler, seleler.
SİLAM
Hamd, şükür. * Taş. * Su.
SİLAN
Sapına girmiş olan kılıç ve bıçak ucu.
SİLB (SELEBE)
(C.: Silebe) Dişleri kütelmiş ve kuyruğu dökülmüş yaşlı deve.
SİLFED
Ahmak kimse. * Kurt.
SİLHEM
Bir kimsenin cisminde değişiklik olması.
SİLİ
f. Tokat. Şamar.
SİLİF
Bacanak.
SİLİZEN
f. Tokat vuran, şamar atan, döven.
SİLK
Dizi, sıra. * Yol, tarik. * İplik, hayt.
 
SİLK(A)
Çöğenler adı verilen havuç. * Pancar. * Kurt, zi'b. * Şerli, ahlâksız kadın.
SİLKA'
Arkası üstüne yatmak.
SİLL
Bir çıban. * Sırtmadan zayıflamak. Erime. * Verem.
SİLLE
f. Tokat. Şamar.
SİLM
Barışmak, sulh, barışıklık. * İtaat. İslâm, müslim olmak.
SİLSİL
Kapı halkası.
SİLSİLE
Birbirine bağlanan, bir sıra meydana getiren şey. Zincir. Zincir gibi birbirine ekli ve bitişik olan. * Soy, sop. * Sıradağ. * Seri. Dizi. * Ard arda gelen şeylerin meydana getirdiği sıra.
SİLSİLE-İ CİBAL
Dağ silsilesi. Sıra dağlar.
SİLSİLE-NAME
f. Meşhur ve mühim kimselerin soyunu, silsilesini gösteren cetvel.
SİLV
Gamdan, tasadan ve aşktan hâli olmak.
SİM
f. Gümüş. Gümüş para. * Gümüşten. Sırmadan.
SİM Ü ZER
Gümüş ve altın.
SİMA
Yüz, çehre. Beniz. * Eser, alâmet.
SİMA'
Dinlemek, kulak vermek. İşitmek. * Çalgı dinlemek. * Herkesin işitmesi istenilen güzel zikir ve sözler. * Mevlevilerin ve sair dervişlerin "ney" veya "def" ile berâber ilâhi okuyarak raksları ve nağme terennüm etmeleri, dönmeleri. (Bak: Semâ')
SİMAD
Az su.
SİMAH
(Bak: Sımah)
SİMAK
(Semek. C.) Balıklar. * Parlak yıldız. * İki parlak yıldızdan birisi. * Bir şeyi yükseltip kaldıracak âlet.
SİMAL
Medet etmek. * Medetçi, yardımcı ve mutemed kişi.
SİMAM
(Semm. C.) Zehirler.
SİMAN
(Semin. C.) Semizler, besililer, yağlılar.
SİMAR
(Semere. C.) Meyveler, yemişler. * Mc: Faydalar.
SİMAT
Damga, iz. Nişan, alâmet.
SİMAT
(C.: Sümut) Sofra. Yemek masası. * Yemek. * Ziyâfet.
SİMATOĞRAF
(Bak: Sinematoğraf)
SİMAVÎ
Çehreye ait, yüz şekline dair. * Simavlı.
SİME
(C.: Simât) Damga, alâmet, nişan.
SİMEN
Semizlik, yağlılık, besililik. (Bak: Semen)
SİMENDUD
(Sim-endud) f. Gümüş kaplı. Gümüş yaldızlı.
SİMER (SEMER)
(C.: Esmâr) Kıssa, hikâye. * Akşamdan sonra olan.
SİMİN
f. Gümüşten. * Gümüş gibi, gümüşe benzer.
SİMİN-TEN
f. Gümüş tenli. Gümüş gibi beyaz ve parlak vücutlu.
SİMK
Yüce olmak, yükselmek.
SİMM (SEMM-SÜMM)
(C.: Simâm-Sümum) Küçük dar delik. * İğne deliği. * Ağu, zehir. *Kast. * Düzeltme, ıslah. * Set.
SİMMÎ
(C.: Esmiyâ) Adaş, isimleri aynı olan kişilerin herbiri.
SİMN
(Simâne) : Semizlik, yağlılık, besililik, şişmanlık.
SİMSAR
(C.: Semâsire) Komisyoncu, tellâl, aracı.
SİMSİM
Susam.
SİMT
(C.: Sümut) Boncuk veya inci dizilmiş iplik.
SİM-TEN
f. Gümüş tenli.
SİMURGA
Kanatlı ve çok büyük hayvan olup eski devirlerde yaşadığı rivâyet edilir. (Bak: Anka)
SİMYA
Nişan, işâret, alâmet.
SİMYA
(Fr: Alşimi) Kim: Adi madenleri altın madenine çevirmek gayesini güden bir çalışma. Bu çalışma bir takım maddelerin bulunmasına sebep olduğu için kimya ilminin ilerlemesine hizmeti dokunmuştur.
SİMYAN
(Simân) (Süryanice) Hak.
SÎN
Çin. * Kirli olan ve kokan deve yünü.
SİNA
Musâ Peygamberin (A.S.) Allah (C.C.) kelâmına nâil olduğu, Süveyş ile Akabe Körfezi arasındaki bir yer ve bir dağ ismi. Cebel-i Musa veya Tur-u Sinâ da denir. * İbn-i Sinâ'nın ceddinin ismi. (Bak: İbn-i Sinâ)
SİNA
İki kere iâde olunan nesne.
SİNA'
Deve ayağına bağladıkları ip.
SİNAD
Muhkem, dayanıklı, kuvvetli dişi deve. * Yüce. * Yüce yer, yüksek yer.
SİNAN
(C.: Esinne) Mızrak, süngü.
SİNAN-İ ÜMMİ
(Vefatı: Hi: 1075) Halveti Tarikatı Yiğitbaşı kolu ileri gelenlerinden olup Kutb-ül Meâni adında Türkçe mensur bir eseri ile matbu ve müretteb bir divanı vardır. Muhammed Sinan-ı Ümmi, Konya vilâyeti dahilinde Elmalı'dan olup orada dâr-ı bekaya hicret etmiştir. (R. Aleyh) (Osmanlı Müellifleri sh: 187)
SİNAYE
Yünden ve kıldan yapılan ip.
SİNDAN
Örs.
SİNDİBAN
Pelit ağacı.
SİNE
f. Göğüs. Sadır. Kalb.
SİNE
An. Bir lahzacık. * İki ağızlı balta.
SİNE
Uyuklama, uykuya dalma başlangıcı. Uyku ile uyanıklık arası. (O anda insan, sesi duyduğu halde anlamaz.)
SİNE-BEND
f. Göğüs bağı, sütyen.
SİNE-ÇÂK
Göğsü, yüreği yaralı.
SİNE-GÂH
f. Göğüs.
SİNEMATOĞRAF
Fr. Hareket yazmak demek olup kısaltılmış şekliyle sinema demektir.
SİNEPÜRYAN
(Sinebiryan) Kalbi yanmış, sinebiryan olmuş, çok hasret çekmiş.
SİNESAF
f. Sarılıp kucaklaşmış.
SİNESUZ
f. Yürek yakan.
SİNET
Uyuklamak.
SİNH
(C.: Esnâh-Sünuh) Diş çukuru, diş yuvası.
SİNH
(C.: Esnâh) Her nesnenin aslı ve kökü.
SİNİ
f. Büyük tepsi, sini.
SİNİMMAR
Ay, kamer. * Gece uyumayan erkek. * Harami. * Tar: Rum milletinden bir üstâdın adıdır. Numan bin Münzir için Hira'da bir köşk yapmıştı. Bunun bir eşini daha kimseye yapmasın diye Numan bin Münzir o köşkün üstünden attırıp öldürdü. (Ahter-i Kebir'den)
SİNİN
(Sene. C.) Sünun. Seneler. * Sina Dağı.
SİNİN-İ SÂLİFE
Geçen yıllar.
SİNN
(C.: Esnân) Yaş. Yaşanmış olan zaman. * Diş. * Medine'de bir dağın ismi. * Yaban öküzü.
SİNN
Ot kurutmak.
SİNNE
(C.: Sinen) Kalem başı. * Sapan demiri.
SİNNEN
Yaşça, yaş bakımından.
SİNNEVR
(C.: Senânir) Kedi.
SİNN-İ İYAS
(Sinn-i ye's) Kadınların "âdet görmekten" kesildiği yaş. En çok 55 yaşına kadar veya daha evvel âdet görmekten kesilmesi zamanı ki; bundan sonra çocukları olmaz. Böyle bir kadına âyis denir.
SİNN-İ TEKLİF
Erginlik, büluğ çağı. Bir kimsenin aklı başına geldiği; haramı helâli ayırt edebildiği, kadınlık veya erkeklik hâlini bildiği, ergin hâle geldiği yaşı. (Ortalama 12-15 kabul edilir.)
SİNN-İ TEMYİZ
Hak ile bâtılı farketme yaşı.
SİNSİN
(C.: senâsin) İyeği kemiklerinin arka tarafının ucu.
SİNTAH
Büyük karınlı kuvvetli deve.
SİNTEL
Kısa boylu.
SİNY
(C.: Esnâ) Her nesnenin büklümü. * Dağın kısıkdar yeri. * Orta, vasat.
SİNYAL
Fr. Kararlaştırılmış bir haberi verme işareti. İşaret.
SİPAH
(C.: Sipâhan) Asker, leşker, nefer. * Ordu.
SİPAHDAR
f. En büyük asker, serasker.
SİPAHİ
Ask: Osmanlı askerlik teşkilâtında "Timar" namiyle öşür ve rüsumunu aldıkları araziye mukabil, harp zamanlarında kendi hayvanları ve kanunen götürmeğe mecbur oldukları silâhlı askerlerle birlikte sefere iştirak eden bir sınıf süvari askeri. Bunlar akıncılık, çapulculuk ve karakol hizmetlerini ifa ederler ve düşman karşısında piyadelerin muhafazasını te'min ettikleri gibi, icabında hücum işlerini de yaparlardı.
SİPAHSALAR
f. Askerlerin en büyüğü. Serasker.
SİPAR
f. Veren, fedâ eden.
SİPARE
(Si-pâre) f. Kur'an-ı Kerimin herbir cüz'ü. * Küçük kitap, mecmua. * Otuz cüz.
SİPARİŞ
f. Ismarlamak, ısmarlayış.
SİPAS
f. Şükretme, dua etme.
SİPAS-DÂR
f. Hamdeden, şükreden.
SİPEH
f. Asker, leşker. * Ordu.
SİPEH-BÜD
f. Başbuğ, başkomutan, başkumandan.
SİPEH-KEŞ
f. Başkumandan, başbuğ.
SİPENC
f. Konaklama yeri, misafirhane, otel. * Dünya. * Misafir.
SİPER
f. Arkasına saklanılacak şey. Koruyan. * Mânia. Sığınak veya set arkası, duvar altı gibi kuytu yerler. * Okun, giderken kabzayı zedelememesi için sol elin üzerine konulan âlet. * Muharebede askerin kurşun ve gülleden korunması için toprak kazılarak açılan ve ön tarafına, çıkan topraklar yığılmak suretiyle vücuda getirilen korunma yerleri. * Kalelerin üstünde ok ve kurşun atmağa mahsus mazgallar yanında duracak askerlerin korunmaları için insan boyunda olan ve uzaktan diş diş görünen arkalıklı duvar parçalarına verilen addır.
SİPER-İ SÂİKA
Yıldırımdan korunmak için gemilerle, minarelere ve büyük binalara konan âlet. Paratoner.Gemilerde direklerin şapkalarına konulur ve üzerlerine, bir ucu denize kadar sarkıtılmış bakır tel bağlanır. Direkleriyle teknesi ağaç olmayan gemilerde tel yoktur. Telin gördüğü nakil hizmetini geminin demir kısmı yapar. Minarelerle büyük binaların en yüksek noktalarına konularak sarkıtılan bakır tel, toprağa gömülüdür.
SİR
Yarık. Delik. * Balık yahnisi.
SİR
f. Tok, kanmış, doymuş. * Sarımsak.
SİRA'
Hızla gitmek, acele etmek.
SİR-AB
f. Suya kanma. Suya tok olmak. * Sulu. * Körpe, tâze.
SİRAC
Işık. Lâmba. Fener. Mum. Kandil. * Şevk veren şey. * Güneş ve ay mânâsına veya Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) "Nur saçan" meâlinde verilen bir isimdir.(Hem o Bürhan-ı Hak ve Sirac-ı Hakikat öyle bir din ve şeriat göstermiştir ki, iki cihanın saadetini te'min edecek desatiri câmi'dir. M.)
SİRAC-I RÂH-I HİDÂYET
Hidayet yolunun ışığı.
SİRAC-ÜN NUR
Nurun lâmbası. * Risale-i Nur Külliyatından bir mecmuanın adı.
SİRAC-ÜS SÜRC
Lâmbaların lâmbası. En parlak nur. En parlak ışıklı eser.
SİRAD
Gön, sahtiyan.
SİRAN
(Sur. C.) Kaleler, kal'alar, hisarlar.
SİRAR
(C.: Esirre) Sürur, sevinç. * Sırayla konuşmak. * Ay sonu.
SİRAYET
Yayılmak, bulaşmak, geçmek.
SİRB
(C.: Esrâb) Çekirge ve balık yumurtası. * Sığır sürüsü.
SİRBAL
(C.: Serâbil) Gömlek, kamis.
SİRCİN
Kurumuş davar tersi.
SİRDAB
(C.: Seradib) Yer altında su soğutacak yer.
SİRE
(C.: Sıyer) Koyun ağılı.
SİRET
Bir kimsenin içi, hâli, hareketi, ahlâkı. * İnsanın tutmuş olduğu mânevi yol.
SİR'ET
Nefis. * Koyun. * Geyik. * Kadınlar.
SİRET-İ HASENE
Güzel ve iyi ahlâk.
SİRET-ÜN NEBİ
Siyer-i Nebi veya Siret-i Nebi de denir. (Bak: İlm-i hadis, Siyer-i Nebi)
SİRHAN
(C.: Serâhin) Vahşi hayvanlardan olan kurt.
 
SİRİŞK
f. Göz yaşı. * Ateş şeraresi.
SİRİŞT
f. Yaradılış, hilkat, huy, tabiat.
SİRİŞTE
f. Yoğrulmuş, karıştırılmış.
SİRKAT
(Serkat) Çalma. Hırsızlık.
SİRKE-FURUŞ
f. Sirkeci, sirke satan kimse. * Mc: Ekşimiş yüzlü kişi.
SİRKİN
Kuru davar tersi.
SİRR
(C.: Esrar-Esirre) El ayasında ve alında olan hatlar. * Gizli nesne. * Cima etmek. * Zikir. * Hâlis. * En iyi, en faziletli.
SİRVAL
(c.: Serâvil) şalvar.
SİRVE
(C.: Sirâ) Küçük ok. * Çekirge yumurtası.
SİSA
(C.: Sıyas-Sıyasâ) Köşk. * Kale. * Sığınacak yer. * Çulha mekiği. * Horoz mahmuzu. * Sığır boynuzu.
SİSA'
(C.: Seyâsi) Davar arkası. * Omuz başı.
SİSMOĞRAF
Fr: Zelzelenin yerini, saatini, yön ve hızını kaydeden âlet.
SİSTEM
Fr. Bir bütün meydana getirecek şekilde, karşılıklı olarak birbirine bağlı unsurların hepsi. * İlimde bir bütün meydana getirecek esasların hepsi. * Bir nizâm dâiresinde çalışan takım. * Proğramlı çalışmak. * Manzume.
SÎT
Çatırtı, patırtı, gürültü. * Ün, şöhret, nam.
SİTA'
Deve boynunda uzunluğuna olan alâmet. * Ev direği.
SİTAD
f. Alma, alış.
SİTAM
Kılıcın ağızı.
SİTAN
f. Alan, alıcı. Can-sitan $ : Can alan.
SİTAN
(-istan) f. Mekân adı yapmağa yarayan ek. Meselâ: Gül-sitan $ : (Gül-istan) Gül bahçesi, güllük.
SİTARE
f. Yıldız, kevkeb.
SİTARE
(Setr. den) (C.: Setâir) Örtünülecek, perdelenecek şey.
SİTARE-GÂN
Yıldızlar.
SİTARE-İ RAHŞÂN
Parlak yıldız.
SİTAYİŞ
f. Övme, medhetme. Medih.
SİTAYİŞ-KÂR
f. Medheden, öven.
SİTAYİŞ-KÂRÂNE
Överek, medhetmek suretiyle.
SİTEBR
f. Kalın, kaba, yoğun.
SİTEM
f. Haksızlık, zulüm. * Nâzikâne çıkışma. * Eziyet, cefa.
SİTEM-ÂMİZ
f. Hâin. İnsafsız, haksız.
SİTEM-DİDE
(C.: Sitemdidegân) Zulme uğramış, haksızlık görmüş.
SİTEM-KÂR
(C.: Sitemkârân) f. Haksızlık ve zulüm yapan. Zâlim.
SİTEM-KEŞ
f. Zulme ve haksızlığa uğrayan. Zulüm çeken. Mazlum.
SİTEM-RESİDE
f. Siteme uğramış, zulme uğramış. Zulüm çekmiş.
SİTİZ
(Sitize) f. Kavga, cidal, çekişme.
SİTİZE-CU
f. Kavgacı.
SİTİZE-KÂR
f. Kavgacı.
SİTR
(C.: Estâr) Örtü. * Perde.
SİTT
Hanım. (Aslı seyyidet iken muharref ve âmi arapçada sitt ve sitte olarak kullanılır.)
SİTTE
Altı. (6) Altılık.
SİTTE-İ SEVR
Güneş'in Sevr burcunda bulunduğu Nisan ayında fırtınalariyle meşhur olan altı gün.
SİTTÎN
(Sittûn) Altmış. 60
SÎV
f. Elma.
SİVA
Başka, gayrı, diğer. Kasd. (Bak: Mâsiva)
SİVAD
Gizli söz, sır.
SİVAK
(C.: Süvük) Misvak. * Dişini yıkamak.
SİVAR
(C.: Esvire - Esâvir-Suur) Bilezik.
SİVAR-I ZERRİN
Altun bilezik.
SİVCAR
Tazı ve köpeğin boynuna halka geçirmek. Tasma takmak.
SİVİL
Fr. Asker olmayan. * Başı bozuk. * Mülkî. * Tebdil-i kıyafetle gezen polis. * Medeni.
SİYA'
Samanlı balçık.
SİYAB
(Sevb. C.) Elbiseler, giyecek şeyler.
SİYABE
Kızlığın bozulması, bekâretin zâil olması.
SİYAC
Dikenli duvar.
SİYADET
Seyyidlik. (Bak: Seyyid)
SİYAFET
Kılıççılık sanatı.
SİYAH
f. Kara, esved. * Zenci.
SİYAHA
Suyun akması. * Oruç tutmak.
SİYAHAT
(Seyyehân - Siyâh - Süyuh) İbret, terehhüb ve ibadet için yer yüzünde gezip yürümek. (Dervişlerin seyahatı bundandır.)
SİYAHBAHT
f. Tâlihsiz, kara bahtlı.
SİYAHÇERDE
f. Esmer, karayağız olan.
SİYAHFAM
f. Siyah renkli.
SİYAHÎ
f. Siyahla alâkalı. * Zenci. * Siyahlık, karalık.
SİYAHKÂR
(C.: Siyâhkârân) f. Günah işlemiş, suçlu.
SİYAHKEDE
f. Kapkara yer.
SİYAHLİKA
f. Kara yüzlü.
SİYAHPUŞ
f. Siyahlar giymiş. Karalar giymiş. * Mâtemli, yaslı.
SİYAHRUZ
f. Tâlihsiz, şanssız, bahtsız.
SİYAK
Söz gelişi, ifade tarzı. * Üslub, tarz, yol. * Sürmek, sevk. * Ruhun çıkması.
SİYAK VE SİBAKA MÜLÂYEMET
Sözün evveline güzel bir netice, sonrasına iyi bir başlangıç olması.
SİYAKAT
Binek hayvanını arkasından sürme.
SİYAK-I KELÂM
Sözün gelişi, sevkediliş.
SİYAM
Oruç. (Bak: Sıyam)
SİYANET
Koruma, muhafaza, hıfz.
SİYASET
Memleket idare etme san'atı. Devlet idare tarzı. * Dünya ve âhirette necatlarına sebeb olacak bir yola, insanları irşad ile beşeriyetin salâhına çalışmak. * Diplomatlık. Politika. * Seyislik, at idare işleriyle uğraşma. (Bak: Hilafet)
SİYASETEN
Siyaset bakımından, siyasî bakımdan.
SİYASÎ
Siyaset icabı olan. * Siyaset adamı. * Politik.
SİYASİYYUN
Politikacılar, siyasetçiler. Devlet idaresine çalışanlar.
SİYAT
(Savt. C.) Kırbaçlar, kamçılar.
SİYE
Koyun yatağı.
SİYER
(Siret. C.) Tarzlar, gidişler, yollar.
SİYERA'
İbrişimle karışık alaca bez.
SİYER-İ ENBİYA
Peygamberlerin (Aleyhimüsselâm) hayatlarından ve onların ahlâkından bahseden kitap.
SİYER-İ NEBİ
Mevzuu Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) hayatı, ahlâkı ve yaşayışı olan, O'nun gaye ve cihanı irşad eden mesleğinden bahseden kitap.(Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ahvâl ve evsâfı, Siyer ve Tarih suretiyle beyan edilmiş. Fakat o evsaf ve ahvâl-i galibi, beşeriyetine bakar. Halbuki o Zât-ı Mübarek'in şahs-ı manevîsi ve mahiyet-i kudsiyesi o derece yüksek ve nuranidir ki; Siyer ve Tarih'te beyan olunan evsaf, o bâlâ kamete uygun gelmiyor, o yüksek kıymete muvâfık düşmüyor. Çünki: $ sırrınca: Hergün, hattâ şimdi de, bütün ümmetinin ibadetleri kadar bir azim ibadet sahife-i kemalâtına ilâve oluyor. Nihayetsiz rahmet-i İlâhiyeye, nihayetsiz bir surette, nihayetsiz bir istidat ile mazhar olduğu gibi, her gün hadsiz ümmetinin hadsiz duasına mazhar oluyor. Ve şu kâinatın neticesi ve en mükemmel meyvesi ve Hâlik-ı Kâinat'ın tercümanı ve sevgilisi olan o Zât-ı Mübarek'in tamam-ı mahiyeti ve hakikat-ı kemalâtı, Siyer ve Tarih'e geçen beşeri ahval ve etvâra sığışmaz. Meselâ: Hazret-i Cebrâil ve Mikâil, iki muhafız yâver hükmünde Gazve-i Bedir'de yanında bulunan bir Zât-ı Mübarek; çarşı içinde, bedevi bir arabla at mübâyaasında münâzaa etmek, bir tek şâhid olan Huzeyfe'yi şahid göstermekle görünen etvârı içinde sığışmaz.İşte yanlış gitmemek için; her vakit mahiyet-i beşeriyeti itibariyle işitilen evsaf-ı âdiye içinde başını kaldırıp, hakiki mahiyetine ve mertebe-i Risalette durmuş nurani şahsiyet-i maneviyesine bakmak lâzımdır. Yoksa, ya hürmetsizlik eder veya şüpheye düşer. M.)
SİYER-İ SENİYYE
Yüksek ahlâk ve yüksek vasıflar. Hazret-i Peygamberin (A.S.M.) yüksek ahlâk ve vasıflarına dair yazılan kitab.
SİYONİST
(Kudüs'ün eski adı olan Sion. dan) Filistin'de bağımsız bir Yahudi devleti kurmak isteyen. Yahudi fikrinin taraftarı. Bir şeyi Yahudilerin gaye ve menfaatına göre değerlendiren. Yahudilik. * Yahudi dinine giren.
SİYY
Arz-ı Arabdan bir yer. * Çöl, sahra. * Benzer, misil.
SİYYAN
(Siyy. C.) Birbirine denk ve eşit. Müsavi.
SİYYANEN
Birbirine denk ve eşit olarak. Müsavi bir tarzda.
SİYYE
Yay başı.
SKOLASTİK
Lât. Kurun-u vustâda (Orta çağlarda) Hristiyan âleminde, papazların dinî görüşüne ve onların baskısı altındaki dinî fikirlerine göre yapılan tedrisat usulü.
SLOGAN
ing. Kısa ve te'sirli propaganda sözü.
SOFESTAÎ
(Sevfestâi) Kâinatın yaratıcısını, Cenab-ı Hakkı kabul etmemek için herşeyi inkâr eden. Müsbet veya menfi hiç bir hükme varmayan, daima şüphe içinde kalmayı esas alan felsefi bir doktrinin (Septisizm) mensubu. Septik. Alemde hakikat namına hiç bir şey tanımayan ve hakikatı araştırmaktan sarf-ı nazar ederek zevk ü safa, şiir ve edebiyatla eğlenen safsatacılar. (Bak: Sofizm)(..O Vahid-i Ehad'i kabul etmeyen ya nihayetsiz ilâhları kabul edecek veyahut ahmak sofestâi gibi hem kendini, hem kâinatın vücudunu inkâr edecek. M.)
SOFİ
Ehl-i tasavvuf. Riyazet ve nefisle mücahede ile hakikate ermeğe çalışan. Tarikata mensub, mânevi kemâlât için çalışan. * Yanıltıcı, safsatacı. (Bak: İşrakiyyun)
SOFİZM
Fr. Fls: Sofestaiye. Safsatacılık. Alemde hakikat olarak hiç bir şey tanımayan ve hakikatı araştırmaktan sarf-ı nazar ederek zevk ü safâ ve şiir gibi şeylerle eğlenmeği tercih eden bâtıl bir meslek. İnâdiye, indiye ve Lâedriye "Septizm" adlarıyla üç kısma ayrılırlar. (Mesail-i İlm-i Kelâm'dan)
 
SOHBET
Konuşma, sevdiği kimselerle yapılan toplantı. * Birlikte oturup tatlı tatlı hakikat üzerine konuşmak.(Sohbet-i Nebeviye öyle bir iksirdir ki; bir dakikada ona mazhar bir zât, senelerle seyr ü süluka mukabil hakikatın envarına mazhar olur. Çünkü sohbette insibağ ve in'ikâs vardır. Malumdur ki; in'ikâs ve tebaiyyetle o nur-u âzam-ı Nübüvvetle beraber en azim mertebeye çıkabilir.Nasılki, bir sultanın hizmetkârı ve onun tebaiyyeti ile, öyle bir mevkiye çıkar ki, bir şah çıkamaz. İşte şu sırdandır ki, en büyük veliler sahabe derecesine çıkamıyorlar. Hattâ Celâleddin-i Süyuti gibi, uyanık iken, çok def'a sohbet-i nebeviyeye mazhar olan veliler, Resul-i Ekrem (A.S.M.) ile yakazaten görüşseler ve şu âlemde sohbetine müşerref olsalar, yine sahabeye yetişemiyorlar. Çünki: Sahabelerin sohbeti, Nübüvvet-i Ahmediye (A.S.M.) nuriyle, yâni Nebi olarak onunla sohbet ediyorlar. Evliyâlar ise vefat-ı Nebeviden sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ı görmeleri, velâyet-i Ahmediye (A.S.M.) nuriyle sohbettir. Demek Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın, onların nazarlarına temessül ve tezahür etmesi, velâyet-i Ahmediye (A.S.M.) cihetindedir; Nübüvvet itibariyle değil. Mâdem öyledir; nübüvvet derecesi, velâyet derecesinden ne kadar yüksek ise, o iki sohbet de o derece tefavüt etmek lâzım gelir.Sohbet-i Nebeviye ne derece bir iksir-i nurâni olduğu bununla anlaşılır ki: Bir bedevi adam; kızını sağ olarak defnedecek bir kasavet-i vahşiyânede bulunduğu halde gelip, bir saat sohbet-i Nebeviyeye müşerref olur, daha karıncaya ayağını basamaz derecede bir şefkat-i rahimaneyi kesbederdi. Hem câhil, vahşi bir adam, bir gün sohbet-i Nebeviyeye mazhar olur; sonra Çin ve Hind gibi memleketlere giderdi. Mütemeddin kavimlere muallim-i hakaik ve rehber-i kemâlât olurdu. S.)
SOHBET-İ İHVAN
Din kardeşleri ile faydalı hakikatlar üzerine sohbet etmek.Resül-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm buyurmuştur ki: Üç şey müstesna, dünyada rahat yoktur:1- Tilâvet-i Kur'an2- Münacat-ı Rahman3- Sohbet-i İhvan.
SOKRAT
Eski bir Yunan Feylesofu. (M.Ö. 470-400) Vahdaniyete ve ruhun bakiliğine inanmış ve bu fikrini yaymağa çalışmış. "Dünyada yalnız bir şey öğrenebildim, o da hiç bir şey bilmediğimdir." sözü meşhurdur. Devrinin inanışına zıd fikirlerinden dolayı mahkemece kendisine idam kararı verilmiş, baldıran otunun zehirini içirmek suretiyle idam edilmiş. Sonra Eflâtun, Sokrat'ın fikirlerini müdafaa etmiştir.
SOLCU
(Bak: Ashab-ı Şimal)
SORGUÇ
Başa takılan tuğ. * Bazı kuşların tepelerinde bulunan tüyden süs.
SOSYAL
Fr. İçtimaî. Cemiyete ait.
SOSYALİST
Fr. Sosyalizm taraftarı olan.
SOSYALİZM
Fr. İktisadî teşebbüsleri ve teşekkülleri devlete vermek isteyen görüş. İştirakiyecilik. Güya, herkese müsavi mal verme esasını idare sisteminde yerleştirmeyi ve mal birliğini iddia eden ve insan fıtratına zıt olarak hürriyetleri daraltıcı ve din aleyhdarı bir sistem. Serserilere, zenginlerin mallarını mübah edip isyâna sevkeden ve ehl-i nâmusun ahlâkını yıkarak fuhşiyatı teşvik eden bir bâtıl anlayış. (Sosyalizm nazariyesinin nâşirleri komünistlerdir.) (Bak: İktisad, Kapitalizm, Komünizm)(Tabaka-i avâmın intibahiyle ve galebesiyle tezahür eden tam sosyalizm ve bolşevizm düsturları, bizim daha ziyade işimize yaradığı için, o sosyalizm düsturlarını kabul ettiğimiz halde, senin vaziyetin bize ağır geliyor. Prensiplerimize muhalif düşüyor. Onun için sana verdiğimiz sıkıntıdan şekvâya ve küsmeye hakkın yoktur?Elcevap: Hayat-ı içtimâiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvâfık hareket etmezse; hayırlı işlerde ve terakkide muvaffak olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer. Mâdem kanun-u fıtrata tatbik-i harekete mecburiyet var; elbette fıtrat-i beşeriyeyi değiştirmek ve nev-i beşerin hilkatındaki hikmet-i esasiyeyi kaldırmakla, mutlak müsavat kanunu tatbik edilebilir. Evet, ben, neseben ve hayatça avam tabakasındanım. Ve meşreben ve fikren, "müsâvât-ı hukuk" mesleğini kabul edenlerdenim. Ve şefkaten ve İslâmiyetten gelen sırr-ı adalet ile, burjuva denilen tabaka-i havassın istibdat ve tahakkümlerine karşı eskidenberi muhalefetle çalışanlardanım. Onun için bütün kuvvetimle adalet-i tâmme lehinde zulüm ve tagallübün ve tahakküm ve istibdadın aleyhindeyim.Fakat nev-i beşerin fıtratı ve sırr-ı hikmeti, müsâvât-ı mutlaka kanununa zıddır. Çünki Fâtır-ı Hakim, kemal-i kudret ve hikmetini göstermek için az bir şeyden çok mahsulât aldırır ve bir sahifede çok kitabları yazdırır ve birşey ile çok vazifeleri yaptırdığı gibi, beşer nev'i ile de binler nev'in vazifelerini gördürür.İşte o sırr-ı azimdendir ki: Cenab-ı Hak, insan nev'ini binler nevileri sünbül verecek ve hayvanatın sair binler nevileri kadar tabakat gösterecek bir fıtratta yaratmıştır. Sair hayvanat gibi kuvâlarına, lâtifelerine, duygularına had konulmamış; serbest bırakıp hadsiz makamatta gezecek istidat verdiğinden, bir nevi iken binler nevi hükmüne geçtiği içindir ki, Arzın halifesi ve kâinatın neticesi ve zihayatın sultanı hükmüne geçmiştir.İşte nev-i insanın tenevvüünün en mühim mâyesi ve zenbereği; müsabaka ile hakiki imanlı fazilettir. Fazileti kaldırmak, mahiyet-i beşeriyenin tebdiliyle, aklın söndürülmesiyle, kalbin öldürülmesiyle, ruhun mahvedilmesiyle olabilir. L.)
SOSYOLOĞ
Fr. İçtimaî bilgilerle uğraşan, toplu insan yaşayışı ve onların idare işlerinde bilgi sahibi olmaya çalışan. İçtimaiyatçı.
SÖMESTR
Fr. Okullarda bir ders yılının ayrıldığı iki dönemin herbiri.
SPİKER
ing. Konuşmacı. Radyo programlarını takdim eden, haber bültenlerini okuyan kişi.
SPİRİTUALİZM
Fr. Fls: Ruh gibi maddî olmayan varlıkları kabul eden görüş ve düşünüş. Ruhiyatçılık.
STAJ
Fr. Mesleki bilgisini artırmak maksadıyla başka birinin nezareti altında yapılan çalışma.
STAJYER
Fr. Staj yapan kimse.
STRATEJİ
yun. Askeri sevk ve idare ilmi, sevk-ul-ceyş.
STRATOSFER
Fr. Atmosferin ortalama 30 km. kalınlığındaki ikinci tabakası.
SU'
Kötülük. * İyi olmayan. Kötü, fena.
SU(Y)
f. Cihet, yön, taraf. Semt. Yan.
SUADA'
Sıkıntıdan dolayı uzun uzadıya solumak. * Ev ortası.
SUADÎ
Topalak otu.
SUAL
Öksürük.
SUAL
İsteme. İstek. * Soru. Sorulan şey. * Dilencilik.
SUALÂT
(Suâl. C.) Suâller, sorular. İstemeler, istekler.
SUB'
Yedide bir.
SUB'
(Bak: Sübu')
SUBA (SABÂ)
(C.: Esbâ) Gece ile gündüz eşit olduğunda gündoğusundan esen rüzgâr.
SUBABE
Kap içinde kalan su. * Bir nesnenin bakiyesi. Artık.
SU'BAN
(C.: Saâbin) Büyük yılan. Ejderha. * Koz: Semanın kuzey yarım küresinde bulunan Tinnîn Burcu'nun çevirdiği büyük kavisin ortasında ve küçük ayı dörtgeninin tam karşısında bulunan en parlak yıldız. (Alpha Draco)
SUBARE
Taş.
SUBAŞI
Şimdiki zabıta ve daha ziyade belediye memurlarının gördükleri işleri gören ve kasabaların idaresi başında bulunan memurun ünvanı idi.
SUBAT
(Bak: Sübât)
SUBBAH
(Sâbih. C.) Yüzenler, yüzücüler (suda).
SUBBÛHUN KUDDÛSÜN
Allah (C.C.) subbûhtur, kuddûstür. Zâtına ve sıfatına fena, noksan ve kusur yanaşamaz. Her zaman ve her dilde, her mahluk onu tesbih ve takdis eder. gibi mânâları ifade eder.
SUBE
At sürüsü. * Yirmi ile kırk arasında olan keçi sürüsü. * Kabın içinde kalan su. Artık su.
SU'BE
Yeşil başlı kertenkele.
SUBESU
f. Taraf taraf. Her tarafa. Her yanda.
SUBH
Sabah vakti. Sabah. Tan vakti. Şafak zamanı.
SUBHA
Sabah uykusu.
SUBHA
Nur ve azamet. * Sabahla öğle arası, kuşluk vakti. (Bak: Sübha)
SUBHDEM
f. Sabah vakti.
SUBHGÂH
f. Sabah vakti. Tan yeri.
SUBH-U KIYAMET
Kıyametten sonraki sabah. Kıyamet sabahı.
SUBJEKTİF
(Bak: Sübjektif)
SUBR
Her cismin tek kenarı ve yoğunluğu. * Ufak taşlı yer.
SUBRE
Birikinti, yığın.
SUBU'
Dinini terk edip başka dine girmek.
SU'BUB
(C.: Seâbib) Saf su akan yer.
SUBUHAT
(Subha. C.) Secdeler ve cemal-i İlâhî nurları ve celal ve azamet-i İlâhiye. (Bak: Azamet, Cemal)
SUD
(Sevda. C.) Rengi kara olan şeyler. * Sevdalar.
SUD
f. Kâr, faide, kazanç.
SUD'A
Deve ve koyun bölüğü.
SUDA'
Baş ağrısı. * Rahatsız etme, sıkıntı verme, sıkma.
SUDA-GER
f. Bezirgân, tüccar.
SUDA-GERÎ
f. Ticaret.
SUDAGÎ
Zülüfte olan nişan ve alâmet.
SUDAH
Horozun ötmesi.
SUDAM (SIDÂM)
Hayvanların başında olan bir hastalık.
SUDD
Dağ.
SUDDAD
(C.: Sadâyid) "Sâm-ı ebras" denilen kertenkele. * Suya varacak yol.
SUDE
f. Ezilmiş, dövülmüş. Sürmüş, sürülmüş.
SUDEKA
(Sadik. C.) Doğru ve hakiki dostlar.
SUDG
(C.: Esdâg) şakak. * şakaklardan sarkan saç.
SUDKAN
(Sadîk. C.) Hakiki ve doğru dostlar. Sadîkler.
SUDMEND
f. Kazançlı, faydalı, kârlı.
SUDRE
Acem gömleği.
SUDUD
Men'etmek, engel olmak.
SUDUR
Olma, meydana gelme. Sâdır olma. * (Sadr. C.) Göğüsler, sadırlar.
SUEDA
(Said. C.) Saidler. Allah'ın (C.C.) rızâsına erenler. Mes'ud olanlar.
SUF
(C.: Evsâf) Yün dokuma. Yünden yapılmış dokuma. * Yün, yapağı, ibrişim.
SUFAR
Yürekte sarı suların toplanması.
SUFAR
f. Ok gezi. * İğne deliği.
SUFARİYE
Sarı asma adı verilen bir kuş.
SUFEF
(Sofa. C.) Sofalar.
SUFFA
(Suffe) Sofa, avlu. * Set. Seki.
SUFFAH
Enli uzun taş.
SUFİ
(C.: Sufiyyun) Tasavvuf ehli. Sofu. Mutasavvıf.
SUFN
Çobanların dağarcığı.
SUFR
(Sıfr) : Bakır. Tunç.
SUFRET
Sarı renk, sarılık. * Beniz solukluğu.
SUFRİT
(C.: Safârit) Fakir.
SUFRUF
Üzüm çöpü. * Hurma çöpü.
SUFUF
(Saf. C.) Saflar. Sıralar.
SUFUN
(Süfun) (Sefine. C.) Sefineler. Gemiler.
SUFVAN
Atın, üç ayak üzerine durup dördüncünün tırnağını yere dikip durması.
SUGRA
(Suğra) Daha küçük, pek küçük. * Man: Hadd-i asgarın bulunduğu cümle. Birinci kaziyye. Küçük önerme. (Bak: Hadd-i asgar)
 
SUGRE
(C.: Sügur) Göğüs çukuru. * Boğaz çukuru. * Gedik.
SUGUR
Düşmana yakın hududlar, serhadler. * Mağara. * Ön dişler. * Ağızlar.
SUGV
Meyletmek, yönelmek, eğilme.
SUGVAR
f. Kederli, acılı.
SUH
Duvar.
SUHAF
Akciğer veremi.
SUHAN
f. Törpü.
SUHANSERA
(C.: Suhanserâyân) f. Ahenkli söz söyleyen.
SUHAR
Umman kasabası. * Bir erkek ismi.
SUHARE
Başkasıyla alay eden.
SUHARE
Yağ kıkırdağı.
SUHD
(C.: Eshâd) Çocukla birlikte çıkan sarı su.
SUHEN
(Sehun - Suhun) f. Söz.
SUHF
Akıl ve fikrin zayıf olması.
SUHK
Uzak olmak. * Cehennemde bir derenin adı. * Mahrumiyet.
SUHME
Karalık, siyahlık.
SUHNAN
Sıcak, kızgın. * Sıcak gün.
SUHNE
Kızgınlık. * Gözü yaşlı, dertli olmak.
SUHRE
Maskara, gülünç, eğlenceli. * Zoraki iş gören, ücretsiz zoraki çalışan kimse ve hayvan.
SUHRE
(C.: Suhar) Geniş ve düz olan iki dağ aralığı. * Kırmızıya benzer renk.
SUHREKÂR
f. Maskaralık yapan. Maskara.
SUHRİYEN
(Sıhriyya) Musahhar kılınan, hizmette çalıştırılan. * Gülünç olan.
SUHRİYYE
Maskaralık.
SUHT
Haram mal, her nevi haram. * Yok eylemek. Gidermek. Bir şeyin kökünü kazımak (mânasına saht'dan alınmıştır. Haramın bereketi olmadığından hânumânlar yıktığı için suht denilmiştir.)
SUHT
Kızgınlık, gadab. (Rızânın zıddı)
SUHTE
f. Yanmış, tutuşmuş. Yanık. * (C.: Suhtegân) Softa. Medrese talebesi.
SUHUB
(Sehâb. C.) Bulutlar.
SUHUF
(Sahife. C.) Sahifeler. * Bâzı Peygamberlere gelen sahife halindeki kitap.
SUHULET
Kolaylık. (Bak: Sühulet)(...Senin küçük bahçeni halk ettiği gibi, cenneti dahi senin için halk edebilir ve halk etmiş ve sana va'd etmiş. Ve va'dettiği için, elbette seni onun içine alacak. Mâdem bilmüşahede görüyoruz; her senede, yeryüzünde, hayvanat ve nebatatın üçyüz binden ziyade enva'larını ve milletlerini, kemal-i intizam ve mizan ile, kemal-i sür'at ve sühuletle haşr edip, neşreder. Elbette böyle bir Kadir-i Zülcelâl, va'dini yerine getirmeye muktedirdir... M.)
SUHUN
(Sahne. C.) Sahneler.
SUHUR
(Sahr. C.) Kayalar, büyük taşlar.
SU-İ AHLÂK
Ahlâk kötülüğü. Allah'ın, peygamberin râzı olmayacağı işleri yapanın ahlâkı.
SU-İ HAL
Fena hareket tarzı. Kötü hal.
SU-İ HAREKET
Kötü hareket, kötü iş.
SU-İ HAZM
Sindirim bozukluğu.
SU-İ HULK
Kötü ahlâk. Dine, ahlâka yakışmayan fena ahlâklılık.
SU-İ İHTİYAR
Kötü arzu, fena istek.
SU-İ İSTİMÂL
Kötüye kullanma. Eldeki nimeti veya fırsatı boşuna yahut kendi menfaatine kullanma.
SU-İ KASD
Bir kimsenin aleyhinde tertib alma. * Adam öldürmeğe tertib alma. * Kötü kasd.
SU-İ MİZÂC
Sıhhat bozukluğu, huy fenalığı.
SU-İ NİYET
Kötü ve bozuk niyet.
SU-İ TEDBİR
Yanlış tedbir. Kötü yol. Tam düşünüşle, akıllıca hareket etmeyiş.
SU-İ TEFEHHÜM
Kötü anlayış. Yanlış anlama.
SU-İ TELÂKKİ
Lâzım olduğu şekilde anlamama. Kötü anlayış. Kötü telâkki etme.
SU-İ ZAN
Kötü zanna sahib olma, başkasının hareketini kötü zannetme.(Dördüncü hastalık su-i zandır. Evet insan, hüsn-ü zanna me'murdur. İnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan su-i ahlâkı, su-i zan saikasıyla başkalara teşmil etmesin. Ve başkaların bazı harekâtını, hikmetini bilmediğinden takbih etmesin. Binaenaleyh eslâf-ı izâmın hikmetini bilmediğimiz bazı hâllerini beğenmemek su-i zandır. Su-i zan ise, maddi mânevi içtimâiyâtı zedeler. M.N.)
SUK
Çarşı, pazar. Alım satım yeri.
SUK'
Taraf, yön. * Nahiye.
SUKA
Çarşı adamı, esnaf.
SUK'A
Başın ortasındaki beyazlık.
SUKA'
Horoz sesi, horoz ötüşü.
SUKAB
(Sukbe. C.) Delikler.
SUKATA
Kırıntı, döküntü, artık.
SUKATAÇİN
f. Kırıntı, döküntü toplayan. Artık toplayan.
SUKATAHÂR
f. Kırıntı, artık yiyen.
SUKAYBE
Küçük delik, delikçik.
SUKB
(C.: Sükub) Delmek. * Yırtmak.
SUKBE
(C.: Sukub - Sukab - Sukabât) Delik.
SUKÎ
Çarşı ve pazarla alâkalı. * Çarşılı, pazarlı.
SUKL(E)
Böğür. * Taraf, yön.
SUKM (SEKAM)
(C.: Eskâm) Zahmet, meşakkat. Hastalık, maraz.
SUKUB
(Sakb ve Sukb. C.) Delmeler veya delinmeler. * Bir tarafdan diğer tarafa kadar açık olan delikler.
SUKUB
(Sukbe. C.) Delikler.
SUKUF
(Sakf. C.) Tavanlar, ev örtüleri. * Uzun ve sarkık şeyler. * Semavat.
SUKUF-U BÜYUT
Evlerin damları.
SUKUK
şeriat mahkemesince verilen ilâmlar ve onda geçen tabirler.
SUKUT
Düşme. Yukardan aşağıya birden iniverme. * Değerini kaybetme. Bozulma. * Devrilme. * Mahvolma. * Ahlâk bakımından alçalma. * Büyük bir vazifeden ayrılma. * Sarkma. * Çocuğun eksik veya ölü olarak doğması.
SUKUT-I HAKK
Hakkın sukutu. Hakkın kaybolması.
SUKUT-I MUSAMMEM
Düşmesi kararlaştırılmış. İktidardan düşürmek için hakkında karar alınmış.
SUKUTİYE
Paraşüt.
SUKUT-U MUTLAK
Mânen iyice tefessüh etme, iyi hasletlerin tamamen kaybolması.
SUKVE
Toprak kap.
SUKYA
(Saky. den) Sulamak.
SU'L
(C.: Süul) Devede sonradan çıkan küçük meme. * Koyunda küçük meme. * Asıl dişin yanında çıkan fazlalık diş.
SULAHFAT
(C.: Selâhif) Kaplumbağa.
SULB
Sert, katı. Taş gibi olan. * Omurga kemiği. * Sülâle, zürriyet.
SULBÎ
Birinin sulbünden gelme. Kendi evlâdı. Kendi oğlu.
SULBİYE
Nesebi hâlis olan.
SULBİYET
Katılık, sertlik. Taş gibi olmak. * Cisimlerin katı hâli. * Mc: Duygusuzluk.
SULEHA
(Sâlih. C.) Salihler. Salâhiyetli, günah işlemeyen iyi insanlar. İlim ve amelde, ibâdet, taat ve takvâda terakki ve teâli eden büyük zâtlar.
SULFATO
(Sulfata) Fr. Kinin. Sıtma hapı.
SULH
Barış. Uyuşma. * Muharebeyi terk için anlaşma. * Rahatlık.
SULH-ÂMİZ
f. Ara bulucu, barıştırıcı.
SULHEN
Sulh tarzında, barış yoluyla. Anlaşmak suretiyle.
SULH-NÂME
f. Sulh, barış kâğıdı.
SULH-PERVER
f. Sulhçu. Dâimâ sulh ve sükun isteyen. Harp ve çarpışmak istemeyen. Barışsever.
SULİYY
Ateşin yanması.
SULLA'
(C.: Sıllâ) Enli yassı taş. * Ot bitmeyen mevzi.
SULLAA
Büyük, enli taş. * Ot yetişmeyen yer.
SULSUL
(C.: Salâsıl) Üveyik kuşu.
SULSULE
Havuz veya kap dibinde kalan su artığı.
SULT
(C.: Eslât) Büyük bıçak.
 
SULTA
Baskı, otorite.
SULTAN
Reis. İslâm Hükümdarı. Hâkimiyet sahibi. Padişah. * Allah. (C.C.) * Kuvvet, kudret ve hâkimiyet sâhibi. * Hükümdar âilesinden olan anne, kız gibi kadınlardan her biri. * Hüccet ve delil. * Kahr ve tegallüb mânasında masdardır. Her şeyin yavuz, şiddet ve satvetine denir. Kelimenin aslı "selit" olup, cem'i sultandır. Selit ise, zeytinyağının ismidir. Zeytinyağı kandilinin ışığıyla ışıklandırma yapıldığı gibi, padişâh ve vali dahi şule-i adl ve zabt ü ihtimamıyla memleketini tenvir etmek münâsebetiyle onlara da bu mâna ıtlak olunmuştur. (Kamus-u Okyanus'tan hülâsadır.)(Sultan-ı kâinat birdir. Her şeyin anahtarı O'nun yanında, her şeyin dizgini O'nun elindedir. Her şey O'nun emriyle halledilir. O'nu bulsan her matlubunu buldun, hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun. M.)(Bu gördüğün insanlar, Sultan-ı Ezelî'nin kudretiyle, yokluk karanlıklarından, ziyadâr varlık âlemine çıkarılan mahluklardır. Sultan-ı Ezelî, bütün mevcudatı içinde biz insanları seçmiş. Ve emanet-i kübrayı bize vermiştir. Biz, haşir yoluyla saadet-i ebediyeye müteveccihen hareket etmekteyiz. Dünyadaki işimiz de o saadet-i ebediye yollarını te'min etmekle re's-ül mâlımız olan istidatlarımızı nemâlandırmaktır. Ve şu azîm insan kervanına, bundan sonra Sultan-ı Ezelî'den risalet vazifesiyle gelip, riyaset eden benim. İ.İ.)
SULTAN REŞAD
(Mi: 1844-1918) Meşrutiyet devri Osmanlı Padişahıdır. Merhametli ve halim tabiatlı olan bu dindar ve abdestsiz gezmiyen padişah, Mevlevi Tarikatına bağlı idi. Boş vakitlerini Mesnevi okumakla geçirirdi.
SULTAN SELİM HAN
(Bak: Yavuz Sultan Selim)
SULTAN SÜLEYMAN HAN
(Hi: 900-974) Osmanlı Padişahlarının onuncusu, İslâm Halifelerinin yetmişbeşincisidir. Yavuz Sultan Selim Han'ın oğludur. Avrupa-vari bir kısım kanunlar yapılmasına vesile olduğundan Kanuni nâmı ile de tanınır. Padişahlık yılları Osmanlı Devletinin en haşmetli devri olup, Avrupa, Asya Osmanlıların emrinde idi. İstanbul payitahttı. Bir fikir vermek için o zaman İstanbuldaki eserlerden bir kaç misal vereceğiz. İlk olarak o zamanda yapılan bir sayıma göre: 485 câmi, 4494 mescid, 100 imâret, 417 kervansaray, 1653 ilk mekteb, 335 tekke, 4985 çeşme, 874 hamam, 743 kilise, onbir binden ziyade sokak ve cadde tesbit edilmişti.İstanbul böyle iken Avrupa'lı bir muharrir; Avrupa'yı şöyle anlatır: "Avrupalılar bin sene banyosuz kaldı. Orta çağda pis ve kirli bulunmak bir faziletti. Bu çağlarda Avrupa baştan aşağı kaşınıyordu."
SULTAN-I MAZLUM
Mâsum, zulme uğramış sultan. (Bundan kinaye II. Abdulhamid Han'dır.)
SULTAN-ÜD DEM
Vücutta kanın galeyanı.
SULUH
Sahte olmayıp geçer akçalar. Sağlam ve hakiki paralar.
SU'LUK
(C.: Saâlik) Fakir. * Dilenci. * Serseri.
SULUL
Bozulup fena kokmak.
SUM
Sarımsak.
SUM'
Pervane denilen kelebek.
SUM'A
İhlâssızlıktan çıkan, işitilsin ve bilinsin için yapılan iş, gizli riyakârlık.
SUMARİ
Dübür.
SUMAT (SUMT)
Susmak, sükut etmek.
SUME
Koyuna yapılan işaret ve nişan.
SUMLUH
Kulak kiri.
SUMM
İşitmez olanlar, sağır olanlar. Duymayanlar.
SUMMAKİ
Gayet sert, değerli ve parlak olan bir taş.
SUMNAT
f. Kilise, puthane.
SUMSUM
Çok katı olan.
SUMUG
(Samg. C.) Zamklar.
SUMUL
Sertlik, kuruluk, katılık.
SUMUT
Susma, sükut. * Somurtma.
SU'N
(C.: Seâne) Yarısı kesilmiş kırba.
SUN'
Yapmak. * Eser, yapılan iş. * Te'sir. * Güzel iş yapmak.
SUNAFİR
Her nesnenin hâlisi. Her şeyin iyisi ve doğrusu.
SUNAN
Koltuk kokusu.
SUNBUR
(C: Sanâbir) Demirden veya kalaydan olan ibriğin emziği. * Havuzun çevresine yapılan lüle ve oluk.
SUN'Î
İnsan yapısı, uydurma, takma, sahte, yaradılıştan olmayan.
SUN'-İ BEDİ'
Güzel eser.
SUN'-İ İLÂHÎ
Cenab-ı Hakk'ın san'atı, eseri.
SUNUAT
Yapılanlar. San'atlı yapılan şeyler.
SUNUF
(Sınıf. C.) Sınıflar. * Dereceler, mertebeler. * Nikablar, yaşmaklar. * Soylar, neviler.
SUNUF-İ ÂLİYE
Yüksek sınıflar.
SUPLES
Fr. Yumuşaklık, esneklik.
SUR
Keş parçası.
SUR
f. Şenlik. Düğün. Ziyafet.
SUR
(Suret. C.) Kıyamet günü İsrafil Aleyhisselâm'ın çalacağı boru. Buna Sur-u İsrafil de denir. * Boynuzdan yapılan düdük.
SUR
Bir şehri kuşatan yüksekçe kale duvarı. Yüksek duvar. Kale. Hisar.
SU'R
(C.: Es'âr) Yiyecek, içecek artığı.
SUR'A
Bahadırlık, kahramanlık. * Güreşçilik.
SURAA
Pehlivan ve bahadır kimse.
SURAH
Bir tavus kuşu ismi. * Kapının gıcırdaması. * Ses. * İnlemek.
SURAH
f. Delik. Gedik.
SURAHİ
Su şişesi, sürahi.
SURAM
Zillet ve hastalık. * Emzikten son çıkan süt.
SURE
Kur'an-ı Kerim'in 114 bölümünden her biri. * Derece. * Duracak yer. Menzilet. * Şeref ve şan. * Güzel inşa edilmiş bina. Sur. * Refi'. * Alâmet, nişan.
SURED
(C.: Surdân) Göçgen adı verilen küçük kuş. * Davar arkasında yanırdan olan beyazlık.
SURENCAN
Şekil ve kabuğu kestaneye benzeyen bir ot kökü.
SURET
(C.: Sur - Suver) Biçim, görünüş. * Kılık. Tarz. * Yol. Gidiş. Hal. * Tasvir. Dıştan görünen şekil. * Çare.
SURETÂ
Görünüşte. Zâhiren.
SURETBEND
f. Tasvir yapan. Resimci.
SURETEN
Suret itibariyle, suret olarak, görünüşte. Sanki.
SURETGER
f. Suret yapan, resim çizen, ressam.
SURET-İ SUUD
Yükselme tarzı.
SURET-İ TESVİYE
Hal çaresi.
SURET-İ ZAİFE-İ VÂHİYE
Hakikatsız, saçma sapan zayıf suret ve vesvese.
SURETPEREST
f. Görünüşe, surete çok kıymet veren. Esasa kıymet vermeyen. * Resimleri çok seven ve meftun olan. (Bak: Sanem-perest)
SURET-PERESTLİK
Bir şeyin dış görünüşüne ve tertibine önem verip, ruhuna ve mânasına kıymet vermemek. * Resimlere meftuniyet. (Bak: Sanem-perest)(Sanem-perestliği şiddetle Kur'an men'ettiği gibi, sanem-perestliğin bir nevi taklidi olan suretperestliği de men'eder. Medeniyyet ise, suretleri kendi mahasininden sayıp Kur'ana muâraza etmek istemiş. Halbuki: Gölgeli gölgesiz suretler, ya bir zulm-ü mütehaccir veya bir riya-yı mütecessid veya bir heves-i mütecessimdir ki, beşeri zulme ve riyaya ve hevâya, hevesi kamçılayıp teşvik eder... S.)
SURETPEZİR
f. Meydana çıkan, hâsıl olan, şekillenen.
SURET-ÜL ASR
Kur'an-ı Kerim'in yüzüçüncü suresi.
SURET-ÜL İNFİTAR
Kur'an-ı Kerim'de seksenikinci Sure olup Mekkidir.
SURETYÂB
f. şekil bulan, suretlenen, meydana gelen.
SURÎ
Surete ait, görünüşe ait ve müteallik. Hakiki, ciddi ve samimi olmayan. Zâhirî.
SUR-NA(Y)
f. Zurna.
SUR-NAÎ
f. Zurnacı.
SUR-NAME
(Suriye) f. Edb: Düğün, ziyafet, şenlik gibi halleri tasvir için yazılan yazılar.
SURNA-PA
f. Zürafa.
SURRAD
Yağmuru olmayan ince bulut.
SURRE
(C.: Surer) Para kesesi, para çıkını. * Hac zamanında İslâm Devletinin pâdişahı tarafından fakir ve muhtaçlara dağıtılması için Mekke ve Medineye her yıl gönderilen para ve sâir şeyler.
SURSUR
Büyük kuvvetli deve.
SURUD
Soğuk yer.
SURUF
(Sarf. C.) Dilbilgisi kitapları, gramerler.
SURUH
(Sarh. C.) Köşkler, yüksek binalar.
SU'RUR
Ağaç sakızı parçası.
SUS
Yemeği yalnız başına yiyen kötü insan.
SUS
Huy, tabiat, tıynet. * Buğday ve arpa biti. Hububata düşen kurt. Güve. * Miyan kökü.
SUSEN
f. Susam.
SUSMAR
f. Kertenkele denen küçük bir hayvan. Keler.
SUT
(C.: Suvâ-Esvâ) Yolda ve sahrada işaret için dikilen taş.
SUTU'
Yükselme, yukarı çıkma. * Belli olma. (Toz, koku v.b) yayılma.
SUTUR
(Satır. C.) Satırlar, yazı dizileri.
SUTUR-U HÂDİSAT
Hâdiselerin satırları. Mânidar hâdiseler.
SUTUR-U KÂİNAT
Âlemdeki mânalar, kâinat satırları.
SUTUR-ÜL GAYB
Bizce bilinmeyen işler ve hâdiseler, mânalar.
SUUBET
Zorluk, güçlük.
SUUD
Mübarek. * Mübarek sayılan yıldızlar.
SUUD
Yükselmek. Yukarı çıkmak. Derece artmak.
SUUDE
İyi addetmek. Mübarek saymak.
SUUR
(Sivâr. C.) Bilezikler.
SUUT
Enfiye.
SUVA'
Sa' denilen ve ahkâm-ı İslâmiyede muteber olan ölçek. * Su içmek için kullanılan taş. Maşraba.
SUVAB
(C.: Su'bân) Bit sirkesi.
SUVAN (SIVÂN)
(C.: Esvine) Kaftan ve giyecek eşya koyup saklanılan yer veya kap.
SUVAR
(Bak: Süvar)
SUVER
Boynuz. * (Suret. C.) Suretler.
SUVEYDA
(Bak: Süveyda)
SUVVAM
(Sâim. C.) Oruç tutanlar.
SUY
Kurumak.
SUY
f. Cihet, yön, taraf.
SUYUF
(Sayf. C.) Yaz mevsimleri.
SUZ
f. Yanma, tutuşma. Ateş. Sıcaklık.
SUZ
f. (Suhten: Yanmak mastarından) "Yakan, yakıcı, yanmak, tutuşmak" mânâlarına gelerek mürekkeb kelimeler yapar.
SUZAN
f. Yakan, yakıcı. Ateşli.
SUZEN
f. İğne.
SUZENDE
f. Yakan. Yakıcı.
SUZENGER
f. İğne yapan, iğneci.
SUZER
(C.: Suzerât) Necis, pis, murdar.
SUZÎ
f. Yanma ile, tutuşma ile ilgili.
SUZ-İ CİĞER
Ciğerin yanması. Ciğer yanıklığı.
SUZİŞ
f. Yakma. Yanma. * Dokunma, te'sir etme, etki yapma. * Büyük acı. Yürek yanması.
SUZİŞ-İ NİHAN
İçin için yanma. Gizli yanma.
 
SÜAC
Koyun avazı, koyun sesi.
SÜAL
Bir kabile ismi.
SÜAL
Öksürük.
SÜAR
Ateşin harareti. * Çok acıkmak.
SÜ'B
Akıl geri gelmek. * Gittikten sonra yine eski yerine dönmek, mekânına gelmek.
SÜB'
Yedide bir.
SÜBAÎ
Yedi harfli, yedili.
SÜ'BAN
(Bak: Su'ban)
SÜBAT
(Sübe. C.) Cemaatler, bölükler.
SÜBAT
Dalgınlık. * Uzun dinlenme. * İstirahat zamanı. * Uzun uyku şeklinde olan baygınlık. Koma. * Dehir, zaman.
SÜBATA
Süprüntülük, virâne.
SÜBBET
İnsanın oturak yeri.
SÜBBUH
Tesbih edilen (Allah. C.C.)
SÜBE
On kişiden fazla olan erkek cemaatı. * Havuzun ortası.
SÜBHA
Çekilen tesbih, tesbih tânesi. * Duâ ve nâfile namaz.
SÜBHA
Uyku, nevm. * Fâriğ olmak, vazgeçmek, çekilmek. İşi bitirmek.
SÜBHAKEŞ
f. Tesbih çeken.
SÜBHAN
Allah (C.C.)
SÜBHANALLAH
Cenab-ı Hakk'ın mahlukatı ve eserleri karşısında duyulan hayret ve taaccübü ifade etmek için söylenir. Cenab-ı Hakkın zâtında, sıfâtında ve ef'alinde bütün kusurlardan münezzehiyetini ifade eder.(Sübhanallah ve Elhamdülillah cümleleri Cenab-ı Hakk'ı Celal ve Cemal sıfatlarıyla zımnen tavsif ediyorlar. Celal sıfatını tazammun eden Sübhanallah, abdin ve mahlukun Allah'dan baid olduklarına nazırdır.Cemal sıfatını içine alan Elhamdülillah, Cenab-ı Hakk'ın rahmetiyle abde ve mahlukata karib olduğuna işarettir. Meselâ: Biri kurb, diğeri bu'd olmak üzere bize nâzır şemsin iki ciheti vardır. Kurb cihetiyle hararet ve ziyayı veriyor. Bu'd cihetiyle, insanların mazarratlarından tâhir ve sâfi kalıyor. Bu itibarla insan, şemse karşı yalnız kabil olabilir, fâil ve müessir olamaz.Kezâlik, bilâteşbih, Cenab-ı Hak rahmetiyle bize karib olduğu cihetle Ona hamdediyoruz. Biz Ondan uzak olduğumuz cihetle Onu tesbih ediyoruz. Binâenaleyh, rahmetiyle kurbüne bakarken hamdet. Ondan baid olduğuna bakarken tesbih et. Fakat her iki makamı karıştırma. Ve her iki nazarı birleştirme ki, hak ve istikamet mültebis olmasın. Lâkin iltibas ve mezc olmadığı takdirde her iki makamı ve her iki nazarı hem tebdil, hem cem' edebilirsin. Evet, Sübhanallâhi ve bihamdihi her iki makamı cem'eden bir cümledir. M.N.)(Cenab-ı Hakkı şerikten, kusurdan, noksâniyetten, zulümden, acizden, merhametsizlikten, ihtiyaçtan ve aldatmaktan ve kemal ve cemal ve celaline muhalif olan bütün kusurattan takdis ve tenzih etmek mânası ile saadet-i ebediyeyi ve celal ve cemal ve kemal ve saltanatının haşmetine medar olan dar-ı âhireti ve ondaki cenneti ihtar edip delâlet ve işaret eder. Ş.) (Bak: Bakiyat-ı sâlihat)
SÜBHANÎ (SÜBHANİYE)
Allah (C.C.) ile alâkalı. İlâhî. Allah'a mahsus, Onun eserlerine âit ve müteallik. Allah'ın Sübhan sıfatına âid.
SÜBJEKTİF
Fr. Bilen akıl ile alâkalı. * Eşyanın hakikatına değil de ferdin düşünce ve duygularına dayanan. Şahsî görüşe göre olan. İndî, nefsî olan.
SÜBJEKTİVİZM
Fr. Fls: Akıldan başka realite kabul etmeyen, yanlış bir nazariye.
SÜBRUT
(C.: Sebâriyet) Az. * Otsuz ve susuz yer. * Fakir adam.
SÜBT
Hatmi gibi bir otun adı.
SÜBT
Ayıp.
SÜBUR
Helâk, helâket. Mahvolmak. * Men olmak, kovulup sürülmek.
SÜBUT
(Sebt. C.) Cumartesiler. Cumartesi günleri.
SÜBUT
Sâbit, berkarar ve pâyidar olup durmak. Oynak ve müteharrik olmamak. Kat'i olarak meydana çıkmak. Sâbit oluş.
SÜBUTÎ
Varlığı kat'iyyen isbat edilene ait. Müsbet, isbatlı olan. (Bak: İman-ı bil-âhiret)
SÜBÜHA
(C.: Sübühât) Nur. * Azamet, büyüklük.
SÜBÜL
(Sebil. C.) Yollar, caddeler.
SÜCCAD
(Sâcid. C.) Secde edenler.
SÜCCED
(Sâcid. C.) Secde edenler. Secde edip yere kapananlar.
SÜCFE
Geceden bir saat.
SÜCLE
Karnın geniş ve büyük olması. Şişmanlık.
SÜCRE
(C.: Sücür) Yağmur suyundan biriken su.
SÜCRE
Derenin orta geniş yeri.
SÜCUD
Secdeye varmak. Cenab-ı Hakk'ın huzurunda hiçliğini, aczini bilip teslimiyetle yere kapanıp duâ ve tesbih etmek. (Bak: Secde) * (Sâcid. C.) Secde ederek yere kapananlar, secde edenler.
SÜCUF
(Secf. C.) Perdeler, örtüler.
SÜCUL
(Secl. C.) Büyük su kovaları.
SÜCUN
(Sicn. C.) Hapishaneler, zindanlar, ceza evleri. * Mc: Dünyanın sıkıntıları.
SÜCV
Gece sükuneti, gecenin sessizliği. * Zulmet istikrarı.
SÜDA
Kendi kendine çobansız gezen hayvan. * Bir şeyi kendi kolayına bırakmak.
SÜDA'
Geçmek.
SÜDA'
Bir otun adı.
SÜDASÎ
Altılı. Altılık. Altı harfli.
SÜDD
Dağ. * Bulut. * Mâni, engel.
SÜDDE
(C.: Süded) Kapı, eşik.
SÜDED
(Südde. C.) Kapılar, eşikler.
SÜDG
(C.: Esdâg) Göz ile kulak arası ve onun üzerine sarkan zülüf.
SÜDS
(Südüs) Altı kısımda bir kısım.
SÜEBA'
Esnemek.
SÜEDA
(Bak: Suedâ)
SÜF'A
Kırmızılığa yakın olan siyahlık.
SÜFAE
(C.: Süfâ) Bir ot cinsi.
SÜFAL
Yavaş giden deve. Geç yürüyüşlü deve.
SÜFEHA
(Sefih. C.) Sefihler. İçkici, müsrif ve günahkâr kimseler.
SÜFELA
(Sefil. C.) Sefiller.
SÜFERA
(Sefir. C.) Sefirler, elçiler.
SÜFERA-Yİ ECNEBİYE
Yabancı devlet sefirleri. Yabancı devlet elçileri.
SÜFFAR
(Sâfir. C.) Yolcular.
SÜFL
Tortu, çöküntü.
SÜFLA
(Sâfil. den) Daha alçak, adi. * Günah ve basit işlere mahsus. * Kılıksız, kıyafetsiz.
SÜFLÎ
Aşağıda bulunan. * Alçak, pek aşağı olan.
SÜFLİYAT
Fâni dünya ile alâkalı işler. Nefsâni, heva ve hevese tabi olan kimselerin işleri.
SÜFLİYYET
Alçaklık, bayağılık, âdilik.
SÜFRE
Sofra, mâide. * (C.: Süfür) Misafire yolda yemesi için hazırlanan azık.
SÜFTE
f. Delinmiş, delikli.
SÜFTECE
(C.: Süfâtic) İçi kovuk boş cisim. * Bir yerden bir yere armağan olarak gönderilen şey. * Yol korkusundan emin olmak için tâcirlere borç olarak verilen para.
SÜFTE-GUŞ
f. Kulağı delinmiş olan. Kulağı delik.
SÜFUL
Alçaklık. * Alçaklığa meyil ve teveccüh etmek. Alçaklığa yönelmek.
SÜFÜL
(C.: Esfâl) Her şeyin köpüğü ve tortusu. * Örtmek. * Yemek.
SÜFÜN
(Bak: Sufun)
SÜFÜVV
Yürümeye ve uçmaya başlamak.
SÜFYAN
Âhir zamanda geleceği ve ümmetin karanlık günler yaşamasına vesile olacağı sahih hadislerle bildirilen dehşetli dinsiz ve münâfık bir şahıs. (Bak: Deccal)(Rivâyetler, deccalın dehşetli fitnesi, İslâmlarda olacağını gösterir ki, bütün ümmet istiâze etmiş. $ Bunun bir te'vil şudur ki: İslâmların deccalı ayrıdır. Hattâ bir kısım ehl-i tahkik, İmam-ı Ali'nin (R.A.) dediği gibi, demişler ki: Onların deccalı Süfyan'dır, İslâmlar içinde çıkacak aldatmakla iş görecek. Kâfirlerin büyük deccalı ayrıdır. Yoksa, büyük deccalın cebr ve ceberut-u mutlakına karşı itaat etmeyen şehid olur ve istemeyerek itaat eden kâfir olmaz. Belki günahkâr da olmaz. ş.)
SÜFYAN İBN-İ UYEYNE
(Bak: İbn-i Uyeyne)
SÜFYAN-I SEVRÎ
(Hi: 91-161) Büyük âlim ve müçtehidlerdendir. Kûfe'de doğmuştur.
SÜFYANÎ
Süfyan'dan olan, Süfyan'a mensub, Süfyan'a müteallik. Zübdet-ül Buharî Tercemesine göre, Süfyanî: Müslümanlara kötülük eden, sefil, kötü, alçak olan kimse demektir.
SÜHA
Bir yıldız ismi. Dübb-ü ekber (Büyük Ayı) yıldız kümesinden gözü kuvvetli olan kimselerin görebileceği en küçük yıldız.
SÜHAD
Uyanıklık.
SÜHAF
Verem hastalığı.
SÜHAL
Çocuk doğunca beraber çıkan su. * Zayıf adamlar.
SÜHALE
Küçük tavşan.
SÜHAM
Yabanda biten ot. * Yaz ısısı. * Sıcak yel. * Tegayyür, değişme. * Ziyan, zarar.
SÜHAM
(Sühamî - Sühamiye) Lezzetli, sindirici, hoş içilecek şey. * Kuş yelekleri arasındaki yumuşak tüyler. * Yumuşak kumaş, elbise.
SÜHAN
f. Söz, kelâm. Kavl, lâfz.
SÜHAN-ÂRÂ
f. Düzgün ve güzel söz söyleyen.
SÜHAN-ÇİN
f. Söz getirip götüren, söz toplayan, dedikoducu.
SÜHAN-DÂN
f. Güzel söz söyleyen.
SÜHAN-FEHM
f. Sözün, kelâmın değerini takdir eden.
SÜHAN-GÛ
f. Söz söyleyen, söz söyleyici.
SÜHAN-GÜZAR
f. Güzel konuşan, güzel söz söyleyen.
SÜHAN-PERDAZ
f. Güzel ve düzgün söz söyleyen.
SÜHAN-PİRA
f. Süslü konuşan, süslü söz söyleyen.
SÜHAN-RÂN
f. Güzel söyleyen, güzel konuşan.
SÜHAN-SENC
(C.: Sühansencân) f. Hesaplı ve ölçülü konuşan, lüzumsuz konuşmayan.
SÜHAN-ŞİNAS
f. Söz bilen, sözün kıymetini takdir eden.
SÜHAN-VER
f. Fasih bir şekilde ve düzgün konuşan.
SÜHBE
Derin.
SÜHEYL
Kolay, uygun ve yumuşak. * Semânın güney tarafında ve Yemenden daha iyi görülen bir yıldız adı. (Bunun için buna Süheyl-i Yemâni denir. Kuzey kutup yıldızının naziri, benzeridir.)
SÜHEYLA
Yumuşak huylu kadın.
SÜHL
Eşeğin göğsünden çıkan hırıltı.
SÜHME
Nasip. * Hısımlık, akrabalık, karâbet.
SÜHNUN
Rüzgârın ve yağmurun evveli.
SÜHRE
Seher vaktinin evveli. * Fecr-i kâzib zamanı.
SÜHUD
Uyanıklık.
SÜHUH(A)
Dökülmek. * Semiz ve besili olmak.
SÜHUK
Kaftanın eskimesi.
SÜHUK(E)
Şiddetli rüzgâr. Katı yel.
SÜHULET
Kolaylık. Kolaylık vasıtası. * Yavaşlık. Nâzik muamele. * Elverişli. Kullanışlı. * Paraca kolaylık. (Bak: Suhulet)
SÜHULET-BAHŞ
f. Kolaylık veren. Kolay kullanılan. Pratik.
SÜHUM
Demirci çekici.
SÜHUMET
Akrabalık, hısımlık.
SÜHUNET
Katılık, peklik.
SÜHUNET
Sıcaklık, hararet. Hararet derecesi.
SÜHUR
Uyanık olmak.
SÜHÜD
Uyanıklık.
SÜHVE
Yumuşak. Sükun, sessizlik.
SÜKALA'
(Sakil. C.) Ağırlar. Kabalar. Çirkinler. Sözü sohbeti çekilmeyen kimseler.
SÜKARA
(Sekren. C.) Sarhoşlar.
 
SÜKAT
Yüksek yerden düşen nesne.
SÜKK
Meşhur bir Arap tabibin adı. * Ağzı ve dibi dar olan kuyu.
SÜKKÂN
(Sâkin. C.) İkamet edenler, oturanlar. * Gemi kuyruğu.
SÜKKÂN-I BELDE
Şehirde oturanlar. Şehir sâkinleri.
SÜKKÂN-I HÂNE
Evde oturanlar. Hâne sâkinleri.
SÜKKER
şeker.
SÜKKERÎ
şekerden yapılma tatlı. * Şekerle alâkalı.
SÜKL
Kadının çocuğunu kaybetmesi.
SÜKN
Yolun ortası.
SÜKNA
Oturacak yer. Mesken.
SÜKNE
Kuş sürüsü. * Boyna takılan heykel ve halka. Boyna vurulan demir.
SÜKTE
Çocukları avutup susturmada kullanılan şey.
SÜKUB
Yetişmek.
SÜKUB
(Sekub) Kendi kendine dökülen su. Suyun dökülmesi.
SÜKUB
(Sakb. C.) Delikler.
SÜKUK
(Bak: Sukuk)
SÜKUL (SÂKİL)
Evlâdı ölüp yalnız kalan kadın.
SÜKÛN
Durgunluk. Sâkin olmak. Hareketsizlik. * Dinmek, kesilmek. * Gr: Bir harfin (a,e,i,o) okunmayıp yalnız ses vermesi, harfin harekesiz olarak kendi sesi ile okunması. (Bak: Cezm)
SÜKÛNET
Vakarlılık, ciddiyet. * Durgunluk. Rahatlık. * Hareketsizlik.
SÜKÛNETGÂH
f. Dinlenme yeri. * Mc: Kabir, mezar.
SÜKÛNETPERVER
f. Dinlendirici, rahatlandırıcı.
SÜKÛNETYÂB
f. Durgunlaşan, sükûnet bulan, duran.
SÜKÛN-İ DEM
Soğukkanlılık.
SÜKÛN-İ MU'TADÎ
Her zamanki sessizlik.
SÜKUREDYUN
Yaban sarmısağı.
SÜKÛT
Susma. Konuşmama.
SÜKÛTÎ
Sessizlikte olan. Çok ses çıkarmayan. Az konuşan.
SÜKÛT-İ İSTİFHAM
İstifham sessizliği.
SÜLAE
Hurma yaprağının, başında olan dikeni.
SÜLAH
Necis, pis.
SÜLAL
İshal olmak.
SÜLALE
Soy, sop. Bir kimsenin soyu.
SÜLALE
Sıkınca parmakların arasından dışarı çıkan safi balçık. * Meni akıntısı.
SÜLALE-İ TÂHİRE
Temiz sülale olan Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) soyu.
SÜLAM
El arkası.
SÜLAMA
Parmak kemiği. * Küçük içi boş kemik.
SÜLAS
Akıl gitmek. * Delirmek.
SÜLASA'
Salı.
SÜLASÎ
Üçlü. Üçe mensub. * Gr: Harf-i aslîsi üç harf olan kelime.
SÜLASÎ MEZİD
Esası, kelime kökü üç harften ibaret olduğu halde, başka harfler ilâvesiyle, başka masdar teşkil edilmiş olur. Aslı üç harfli masdar demektir.
SÜLASÎ MEZİDÜN FİH
Gr: Zaid harf almış ve kökünde üç aslî harf bulunan kelime.
SÜLASÎ MÜCERRED
Gr: Üç harfli aslî kelime kökü.
SÜLEHFAT
(C.: Selâhıf) Kaplumbağa.
SÜLEK
Cemaat, topluluk.
SÜLEK
(C.: Sülekân) Keklik kuşunun erkeği. (Müe: Süleke)
SÜLEYMAN (A.S.)
Beni İsrail Peygamberlerindendir. Davud (A.S.) ın oğludur. Babasının vasiyyeti üzerine Beyt-ül Makdisi yedi senede inşa ettirdi. Kudüste büyük bir hükümet sarayı yaptırdı. Şark ve garb melikleri kendisine itaate geldiler. Kırk sene hem peygamberlik, hem padişahlık yaptı. Beni İsrailden Yahuda ve Bünyamin oğulları kendi hâkimiyeti altındaydılar. Diğer on kabile diğer İsrail Devletini teşkil ettiler. Yahuda Devleti Süleyman (A.S.) oğulları elinde ve merkezi Kudüs idi. (Bak: Belkıs, Davud)(Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm, cin ve şeytanları ve ervah-ı habiseyi teshir edip, şerlerini men' ve umûr-u nâfiada istihdam etmeyi ifade eden şu âyetler: $ ilâ âhir... $ ilâ âhir... âyetiyle diyor ki: Yerin, insandan sonra, zişuur olarak en mühim sekenesi olan cin, insana hizmetkâr olabilir. Onlara temas edilebilir. Şeytanlar da düşmanlığı bırakmaya mecbur olup, ister istemez hizmet edebilirler ki Cenab-ı Hakk'ın evamirine musahhar olan bir abdine, onları musahhar etmiştir. Cenab-ı Hak mânen şu âyetin lisan-ı remziyle der ki: "Ey insan! Bana itaat eden bir abdime cin ve şeytanları ve şerirlerini itaat ettiriyorum. Sen de benim emrine musahhar olsan, çok mevcudat, hattâ cin ve şeytan dahi, sana musahhar olabilirler."İşte beşerin, san'at ve fennin imtizacından süzülen, maddi ve manevi fevkalâde hassasiyetinden tezahür eden ispirtizma gibi celb-i ervah ve cinlerle muhabereyi şu âyet, en nihayet hududunu çiziyor ve en faideli suretlerini tâyin ediyor ve ona yolu dahi açıyor. Fakat şimdiki gibi; bazan kendine emvat nâmını veren cinlere ve şeytanlara ve ervâh-ı habiseye musahhar ve maskara olup oyuncak olmak değil, belki tılsımat-ı Kur'aniye ile onları teshir etmektir, şerlerinden kurtulmaktır. S.)
SÜLEYMAN ÇELEBİ
İlk mevlid yazan ve bunda en çok muvaffak olan ehl-i velâyet bir zât olup, hicri 780'de Bursa'da vefat etmiştir. "Vesilet-ün Necât", meşhur mevlid kitabının esas adıdır.
SÜLFE
Kişinin aceleyle hazırladığı yemek.
SÜLLAF
(Selef. C.) Selefler. Önce gelip geçmiş olanlar.
SÜLLE
Cemaat, topluluk, çok cemaat. * Çok para.
SÜLLEM
Merdiven, basamak. * Derece. * Tıb: Kulağın içindeki içiçe daireler şeklinde olan boşluğun adı.
SÜLME
Çatlak, gedik.
SÜLT
Hububattan buğdaya benzer bir tanenin adı.
SÜLTA
Uzun ok.
SÜLTAH
Düz kaypak taş.
SÜLUC
(Selc. C.) Karlar.
SÜLUK
(Silk. den) Belli bir gruba girme. Bir yolu takib etme. Bir tarikata bağlanma. Mânevi terakki mertebelerinde devam etme.
SÜ'LUL
Meme başı. * Vücutta meydana gelen siğil, sivilce.
SÜLÜS
Üçte bir. Üç parçadan biri. * Bir yazı çeşidi.
SÜLÜSAN
Üçte iki. Üç kısımdan iki kısım.
SÜLÜSEYN
Üç parçada iki parça, üç kısımda iki kısım. Üçte iki.
SÜLÜSÎ
Sülüsle, yani üçte birle ilgili. * Bir yazı sitili.
SÜM
f. Dört ayaklı hayvanların tırnağı.
SÜM'A
(Bak: Sum'a)
SÜMAK
Hâlis, sâfi.
SÜMAME
(C.: Sümâm) Bir zayıf ot. * Cem etmek, toplamak, biriktirmek.
SÜMANAT
(C.: Sümâni-Sümâniyât) Bıldırcın kuşu.
SÜMENİYYE
Puta tapanlardan bir fırka.
SÜMKAT
Kızıl, kırmızı, ahmer.
SÜMM
Kumaş. * Şey. * Atıf harflerinden bir harf.
SÜMMAK
Türkçede "tadım" denilen ekşi taneler.
SÜMME
Bir tutam ot.
SÜMME
Sonra, ba'dehu gibi mânalara gelen bir zarftır. Bazan istiâre olarak "vav" mânâsına da kullanılır. * Harf-i atıftır. Sonraki mânayı evvelkiyle bağlar veya tertib, mühlet iktizasını ifade eder.
SÜMMEHA
Yalan ve bâtıl nesne. * Yer ile gök arası. * Her tarafa dağılıp gitmek.
SÜMMET-TEDARİK
Sonradan, başka yerlerden tedarik edilmiş olan. Sonradan düşünülmüş, uydurulmuş.
 
SÜMN
Sekizde bir.
SÜMNE
Kadınların şişmanlamak için kullandıkları bir ilâç.
SÜMPARE
Zımpara.
SÜMR
Mal.
SÜMRE(T)
Esmerlik, karayağızlık.
SÜMU
Yücelik, yükseklik.
SÜMUD
Taganni eylemek. * Eğlenmek. * Kibirlenip somurtmak. * Kafa tutmak. * Sersem olmak.
SÜMUH
Atın yorulduğunu bilmeden yürümesi.
SÜMUHAT
El açıklığı, cömertlik.
SÜMUK
Yüce olmak, yükselmek. * Uzamak.
SÜMUL
Kaftanın eskimesi, elbisenin yıpranması.
SÜMUM
(Semm. C.) Zehirler, ağular.
SÜMUT
(Simt. C.) Taburlar, saflar. * Diziler, sıralar.
SÜMUT
(Semt. C.) Semtler, yönler.
SÜMUT
(Simât. C.) Sofralar, yemek masaları. * Sofraya veya masaya gelmiş yemekler.
SÜMÜN
Sekizde bir.
SÜMÜR
Gümüş.
SÜMÜVV
Yücelik. Yükseklik.
SÜNAÎ
İkili. * Gr: Aslî harfi iki harf olan kelime.
SÜNAT (SİNÂT)
(C.: Sünut Esnât) Sakalı olmyaan veya bir maktar çenesinde olup başka yerinde olmayan köse kimse.
SÜNBADE
f. Zımpara.
SÜNBAZİH
Zımpara.
SÜNBE
Suret.
SÜNBÜK
(C.: Senâbik) At, eşek gibi tek tırnaklı hayvanların tırnağı.
SÜNBÜLÂT
(Sünbül. C.) Sünbüller, başaklar.
SÜNBÜLE
Başak.
SÜNDÜS
Sırmadan kabartma deseni. Eski bir çeşit ipekli kumaş. Parlak renkli, çiçekli, işlemeli, nakışlı olarak dokunmuş ipek kumaş. Altun veya gümüş tellerle işlemeli ve nakışlı olarak dokunmuş ipek kumaşlardan biri.
SÜNDÜSÎ
Sündüsten yapılmış.
SÜNDÜS-MİSAL
f. Sündüsten yapılmış gibi.
SÜNEN
Sünnetler. * Ehl-i hadis ıstılahında: Ahkâm hadislerine Sünen tâbir edilir. (Bak: Kütüb-ü sitte, Sünnet)
SÜNEN-İ EBU DÂVUD
(Bak: Kütüb-ü sitte-i hadisiyye)
SÜNEPE
Miskin, mıymıntı. Üstü başı kirli, pis.
SÜNNET
Kanun, yol, âdet. * Siret-i hasene. * Ist: Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sözü, emri, hal ve takriri. Müslümanların ittibâında ve dinlemesinde maddî ve manevî pek çok fazilet bulunan, tatbikinde mühim sevablar, terkinde mühim zararlar bulunan İslâmî emirler. Sünnet'e Farz-ı Nebevî de denir.( $ âyetinde i'cazlı bir icaz vardır. Çünkü: Çok cümleler, bu üç cümlenin içinde dercedilmiştir. Şöyle ki: Şu âyet diyor ki: "Allah'a (C.C.) imanınız varsa, elbette Allah'ı seveceksiniz. Mâdem Allah'ı seversiniz, Allah'ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise, Allah'ın sevdiği zata benzemelisiniz. Ona benzemek ise, Ona ittiba etmektir. Ne vakit Ona ittiba etseniz, Allah da sizi sevecek. Zâten siz Allahı seversiniz, tâ ki Allah da sizi sevsin."İşte bütün bu cümleler, şu âyetin yalnız mücmel ve kısa bir meâlidir. Demek oluyor ki: İnsan için en mühim âli maksat, Cenâb-ı Hakkın muhabbetine mazhar olmasıdır. Bu âyetin nassıyla gösteriyor ki; o matlab-ı âlânın yolu, Habibullah'a ittibadır ve Sünnet-i Seniyyesine iktidadır...L.)(Resül-i Ekrem'in (A.S.M.) Sünnet-i Seniyyesinin menbaı üçtür: Akvali, ef'ali, ahvâlidir. Bu üç kısım dahi üç kısımdır: Ferâiz, nevâfil, âdât-ı hasenesidir. Farz ve vâcib kısmında ittibaa mecburiyet var; terkinde, azab ve ikab vardır. Herkes ona ittibaa mükelleftir. Nevafil kısmında, emr-i istihbabî ile yine ehl-i iman mükelleftir. Fakat, terkinde azab ve ikab yoktur. Fiilinde ve ittibaında azim sevablar var; ve tağyir ve tebdili, bid'a ve dalâlettir ve büyük hatâdır. Âdât-ı seniyyesi ve harekât-ı müstahsenesi ise, hikmeten, maslahaten, hayat-ı şahsiye ve nev'iyye ve içtimaiyye itibariyle onu taklid ve ittiba etmek, gayet müstahsendir. Çünkü: Herbir hareket-i âdiyesinde, çok menfaat-ı hayatiye bulunduğu gibi, mutâbaat etmekle o âdâb ve âdetler, ibadet hükmüne geçer. Evet mâdem dost ve düşmanın ittifakıyle Zât-ı Ahmediye (A.S.M.) mehâsin-i ahlâkın en yüksek mertebelerine mazhardır. Ve mâdem bil-ittifak nev-i beşer içinde en meşhur ve mümtaz bir şahsiyettir. Ve mâdem binler mu'cizâtın delâletiyle ve teşkil ettiği âlem-i İslâmiyetin ve kemalâtının şehâdetiyle ve mübelliği ve tercüman olduğu Kur'ân-ı Hakimin hakaikının tasdikıyla, en mükemmel bir insan-ı kâmil ve bir mürşid-i ekmeldir. Ve mâdem semere-i ittibaiyle milyonlar ehl-i kemâl, meratib-i kemalâtta terakki edip saâdet-i dâreyne vasıl olmuşlardır. Elbette o zâtın sünneti, harekâtı, iktida edilecek en güzel nümunelerdir ve tâkib edilecek en sağlam rehberlerdir. Ve düstur ittihaz edilecek en muhkem kanunlardır. Bahtiyar odur ki: Bu ittiba-ı sünnette hissesi ziyâde ola. Sünnete ittiba etmiyen, tembellik eder ise, hasâret-i azime; ehemmiyetsiz görür ise, cinâyet-i azime; tekzibini işmam eden tenkid ise, dalâlet-i azimedir. L.)
SÜNNET
Göbekle kasık arası. * Atın bileğinin ardındaki uzunca kıllar.
SÜNNET-İ GAYR-I MÜEKKEDE
Peygamber'in (A.S.M.) ibadet maksadıyla ara-sıra yapmış olduğu ameldir.
SÜNNET-İ MÜEKKEDE
Peygamberin (A.S.M.) devam edip pek az terk buyurmuş olduğu sünnettir.
SÜNNET-İ SENİYYE
Hz. Peygamber'in (A.S.M.) sözlerine, emirlerine ve harekâtına dâir en yüksek ve kıymetli hâller, tavırlar, hareket düsturları.(...İşte O Zâtın şefaatı altına girip ve nurundan istifade etmenin ve zulümat-ı berzahiyeden kurtulmanın çaresi: Sünnet-i seniyyeye ittiba'dır. L.)
SÜNNETULLAH
İlâhî kanunlar. * Kanun, âdet. (Bak: Âdetullah)
SÜNNÎ
Sünnet ehlinden olan kimse. Peygamberimiz Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) izinden giden, bütün düsturlarını Şeriat-ı İslâmiyeden alan, Ehl-i Sünnet denen ve Fırka-i Nâciye ismiyle yâdedilen zümreden olan.
SÜNUD
Dayanmak, güvenmek, itimad.
SÜNUH
(Sinh. C.) Diş çukurları. Diş yuvaları.
SÜNUH
Sâbit olma. Sağlam ve emin olma. * İyice bilme.
SÜNUH
(C.: Sünuhat) Çok düşünmeden akla ve kalbe gelen mânâ. * Zuhur etmek. Vaki olmak. * Sözü kinâye ve târiz ile söylemek. * Kolay olmak. * Birini güçlüğe düşürmek.
SÜNUH (SENÂHA)
Fâsid ve mütegayyer olmak. Bozulmak ve değişmek.
SÜNUHAT
(Sünuh. C.) Kalbe gelen mânalar, doğuşlar. (Bak: Sâniha)
SÜNUN
(Sene. C.) Seneler, yıllar.
SÜNUSÎ
(Seyyid Muhammed bin Ali) (Hi: 1206 - 1276) Şâzelî (Şazilî) Tarikatının sonradan teşekkül eden kollarından birisinin kurucusudur. Cezayir'in büyük velilerindendir. Memleketinin bir çok yerlerini ve Mekke-i Mükerreme'yi ziyaret etmiş; Mısır'da, Bingazi'de tederrüsle iştigal etmiştir. Bingazi'de zaviye te'sis etmiş, ibâdette ve tedriste bir çok hizmetleri ile büyük çapta muvaffak olmuştur. Vefatından evvel bir mağarayı makarr ittihaz etmiş, dâr-ı bekaya irtihalinden sonra oğlu Muhammed Mehdi (Seyyid), halefi olmuştur. Muhammed Mehdi evlâd bırakmadığından kendisinden sonra meşihat seccâdesinde biraderzâdesi Seyyid Ahmed Es-sünusî bin Es-seyyid Ahmed-üş-Şerif bin Es-seyyid Muhammed Es-sünusî oturmuştur. Müşarünileyh Birinci Cihan Harbinin sonlarında Bingazi'den gelen Saltanat tebeddülünde son Osmanlı Padişahı VI. Mehmed Vahidüddin'in kılıç alayında yeni Padişaha kılınç kuşatmış olan son Sünusî şeyhidir. (R.A.) (Kamus-ul A'lâmdan)
SÜNYA
İstisnadan bir isim.
SÜNYAN
(C.: Süniyye) Ednâ, alçak, rezil, kepâze.
SÜPARE
(Bak: Sipare)
SÜPÜRDE
f. Ismarlanmış, sipariş olunmuş. * Bırakılmış, verilmiş.
SÜ'R
Arslanın bir kimseye hamle etmesi, saldırması.
SÜRA
Gece seyri.
SÜR'A
Evmek, acele etmek.
SÜRADİK
(Serâdik) Saray perdesi. Padişaha mahsus sarayın veya çadırın perdeleri.
SÜRAG
f. İz, işaret, eser.
SÜRAKA
(Ebu Süfyan Sürâka b. Mâlik) Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hz. Ebu Bekir ile beraber hicret için Mekke'den çıktıklarında, Kureyş Rüesasının mühim bir mal mukabilinde onları öldürmek için gönderdikleri cesur bir adam olup, Hz. Peygamber'in mu'cizesiyle atının ayakları kuma saplanmış ve bu üç def'a tekerrür etmiştir. O vakit anladı ki elinden bir şey gelmez. "El Aman!" diyerek, Resulüllâh'ın duasına mazhar olmuş ve Mekke'nin fethinde şeref-i İslâmla müşerref olmuştur. Hz. Osman'ın (R.A.) hilâfeti zamanında, Hicri 24. senesinde vefat etmiştir.
SÜRAT
Her nesnenin üstü ve ortası.
SÜR'AT
Çabukluk. Hız.
SÜR'ATEN
Sür'atle, hemen, derhal, çabuk.
SÜR'AT-İ İNFİÂL
Çok çabuk gücenen, çabuk darılan.
SÜR'AT-İ İNTİKAL
Çabuk anlayıp intikal etme. Kavrama çabukluğu.
SÜR'AT-İ MÜMKİNE
Mümkün olan çabukluk.
SÜR'AT-İ SEYR
Gidiş hızı.
SÜRB
f. Kurşun, kalay. Kurşun ve kalay karışımı.
SÜRBE
(C.: Süreb - Sürüb) Güruh, cemaat. * Yığın, küme. * Sürü. * Gidecek yer.
SÜRCUCE
Tabiat. * Tarikat.
SÜRDAH
(C.: Serâdih) Semiz etli dişi deve. * Ufak otlar yetişen yumuşak yer.
SÜRDAK
(C: Sürâdikat) Kapıya asılan perde ve çardak. * Çadır. Bezden olan ev.
SÜRDE
Ekmeği yağla ıslamak.
SÜREHA'
(Sarih. C.) Saf ırklar.
SÜREYCÎ
Bir demirci adı. (İyi kılıçları ona nisbet edip "süreycî" derler.)
SÜREYYA
Ülker (Pervin) yıldızı. Yedi (veya altı) yıldızlardır ki; ikişer ikişer karşılıklı dururlar ve Ayın geçtiği yerlere yakın görünürler. Gerdanlığa benzemesinden Felekiyâtta "Ikd-ı Süreyya" tabir edilir.
SÜRFE
f. Öksürük.
SÜRH
Kırmızı, kızıl, ahmer. * Kırmızı mürekkeb.
SÜRH
Seri nesne.
SÜRHA
Su yolu.
SÜRH-ÂB
f. Kırmızı su. * Mc: Kan veya şarap.
SÜRHÎ
Kırmızılık, kızıllık.
SÜRHUB
Uzun, tavil.
SÜRİYYE
(C.: Serâri) Cariye, odalık.
SÜRM
(C.: Esrem) Necisin çıktığı yer.
SÜRM
Ön dişlerin dökülmesi.
SÜRMÜLE
Tilkinin dişisi. * Sırtlanın dişisi. * Bir erkek ismi.
SÜRPRİZ
Fr. Beklenilmeyen bir anda meydana gelen ve şaşırtarak insanı sevindiren veya üzen hâdise. Umulmadık şey.
SÜRR
Yeni doğmuş çocuğun kesilmiş göbeği.
SÜRRAK
(Sârik. C.) Hırsızlar, sârikler.
SÜRRE
(C.: Sürer - Sürrât) Göbek.
SÜRRÎ
Göbekle alâkalı. Göbeğe ait.
SÜRRİYYE
Sahibi tarafından başka yerde oturtulan cariye.
SÜRSUR
Âlim ve akıllı kişi.
SÜRTÜM
Kap içinde kalan yemek artığı.
SÜRUB
Taşraya gitmek.
SÜRUB
(Serb. C.) İçyağları. * Çekiştirmeler, azarlamalar.
 
SÜR'UB
Gelincik adı verilen hayvan.
SÜRUC
(Serc. C.) Eyerler, at takımları.
SÜRUD
f. Terennüm. Şarkı, türkü.
SÜRUD-İ HEZAR
Bülbül nağmesi.
SÜR'UF
Yumuşak, hafif.
SÜRUN
Kalça başı.
SÜRUR
(Serir. C.) Tahtlar. Yatacak yerler.
SÜRUR
Sevinç. Neş'eli olmak.
SÜRUŞ
(C.: Süruşân) f. Melek. * Cebrâil (A.S.)
SÜRÜ
Tar: Devşirme suretiyle alınan Hristiyan çocuklarının yüzer, yüzellişer, ikiyüzer veya daha fazla kişilik kafileler halinde sevkedilmeleri. Sürü adı verilen bu kafileler, sürücülerle muhafızların nezareti altında hükümet merkezine sevkedilirlerdi. (O.T.D.S.)
SÜRYANÎ
Eski Suriye halkından. Sâmilerin Aramî kolundan ve garb kısmından olan ve bunların dininden olan.
SÜRYE
Gece seyri. * Ulaşmak, varmak.
SÜST
f. Gevşek, tembel, sölpük.
SÜSTÎ
f. Gevşeklik, uyuşukluk, tembellik.
SÜTA'
Nezle.
SÜTAHÎ
Oturak yeri büyük olan kişi.
SÜTRE
Perde. Örtü. Perdelenecek şey. * Namaz kılarken kıble cihetinde duvar ve sâir olmadığından, önden geçenlerin namaza zarar vermemeleri için, ön tarafa dikilen şey. (En az altmış cm. yükseklik)
SÜTRE-İ BEYZÂ
Beyaz perde.
SÜTRE-İ HADRÂ
Yeşil perde.
SÜTU'
Zâhir olmak, görünmek. * Yükselmek, yüksek olmak.
SÜTUDE
(C.: Sütudegân) f. Övülmüş, medhedilmiş. * Övülüp medhedilmeğe değer.
SÜTUH
f. Yorgun, bezgin. * Sıkıntılı, kederli. * Beceriksiz.
SÜTUN
f. Direk, amud, rükün. Silindir biçiminde destek. * Gazete veya kitap sahifelerinde yukarıdan aşağıya olan bölünmüş kısımlardan herbiri. Kolon.
SÜTUR
f. Binek ve yük hayvanı.
SÜTUR
(Bak: Sutur)
SÜTUR
(Sitr. C.) Örtüler. Perdeler.
SÜTURBÂN
f. Hayvana bakan. Seyis.
SÜTURDÂN
f. Ahır.
SÜTUT
Zulmet, karanlık. * İnsanlara zahmet verenler.
SÜTÜRDE
f. Tıraş edilmiş. Yontulmuş.
SÜTÜRE
f. Ustura.
SÜTÜRG
f. Büyük, iri, muazzam.
SÜVA'
Geceden bir parça. * Nuh Aleyhisselâm'ın kavminin taptıkları put.
SÜVAF
Fena, helâk, mahvolma. * Hayvanların ölümü.
SÜVAR
f. Ata binmiş. Binici.
SÜVAR OLMAK
Ata binmek. Yola çıkmak.
SÜVARÎ
Atlı asker, atlı. * Gemi kaptanı.
SÜVBA'
Gittikten sonra yine dönmek.
SÜVER
(Sure. C.) Sureler.
SÜVEYDA
Siyahlık.
SÜVEYDA-ÜL KALB
(Sevâd-ül kalb, Sevdâ-ül kalb) Kalbin ortasında varlığı kabul edilen siyah nokta. Kalbdeki gizli günah. Buna Habbet-ül kalb, Esved-ül kalb de denir. Kalbdeki basiret mahalli diye bilinir. Eskiden bir kısım muhakkikler, kalbin mezkur mahalline; Mahall-i ulum-u diniyye demişler. Ekseriyyetle mahall-i idrak ve basiret olarak kabul edilir. Bir kısım âlimler de "Kalbin dahili olan akıldan ibarettir" demişler. (Kamus)Kalbdeki bu mezkûr nokta: Kâfirler ve Allaha isyan edenler için şekavet ve günah, mü'minler için ise: Basiret ve idrak mahalli olarak bilinir.
SÜVEYŞ
Akdeniz'le Kızıl Deniz'i birbirine bağlayan büyük kanal.
SÜVRE
(C.: Sivere-Sire) Dişi sığır.
SÜVÜM
f. Üçüncü.
SÜYU'
Suyun akması.
SÜYUF
(Seyf. C.) Kılıçlar.
SÜYUH
(Seyh. C.) Akarsular, nehirler, ırmaklar. * Çizgili elbiseler.
SÜYUL
(Seyl. C.) Seller.
SÜYUM
Emin, mahfuz.
SÜYUTÎ
(Bak: Celaleddin-i Süyutî)
 
Geri
Top