• Merhaba Ziyaretçi.
    "Hoşgeldin sonbahar "
    konulu resim yarışması başladı. İlgili konuya BURADAN ulaşabilirsiniz. Sizi de beğendiğiniz 2 resmi oylamanız için bekliyoruz...

Türk ve Osmanlı Kurumları...A dan Z ye.

Mülkiye
Siyasal Bilgiler Fakültesinin eski adı. Mekteb-i Mülkiye, Mülkiye de denir. Asker olmayan memur sınıfı.

Osmanlı Devletinde ilk Mekteb-i Mülkiye, kaymakam, müdür gibi devletin idârî kademelerinde görev alacak kimseleri yetiştirmek maksadıyla, 28 Ocak 1859 da kurulmuştur. Öğretim süresi iki yıl olan okula, öğrenciler imtihânla alınırdı. Öğretim programlarında kültür ve meslek dersleri, yâni kânunlar ve iktisat dersleri de konulmuştur. Bir müddet sonra okulun öğretim süresi dört yıla çıkarıldı. Coğrafya, hesap, ekonomi ve politika derslerine ilâve olarak muhâsebe, devletler hukûku ve Fransızca öğretilmeye başlandı. 1891’de okulun öğretim seviyesi biraz daha iyileştirildi.

Sultan İkinci Abdülhamîd Han, talebeleri çalışmaya teşvik etmek için, Mekteb-i Mülkiyeyi birincilikle bitireni saraya kâtip olarak alırdı.

1900 yılında, Mülkiye’nin çatısı altında Dârül-fünûnun İlâhiyat, Edebiyat, Riyâziyât (Matematik), Tabakat (Jeoloji) şûbeleri (fakülteleri) açıldı. Bu düzenleme ile Mülkiye, Dârülfünûnun bir fakültesi durumuna geldi. 1915’e kadar yatılı olan okul, bu târihten 1918’e kadar yatılı olmaktan çıkarıldı ise de, kuruluş gâyesiyle bağdaşmadığından 1918’de tekrar yatılı hâle getirildi.


Müslüman Türklerde Medrese
Câmilerden ayrı olarak kurulan eğitim müesseselerine; Emevîler devrinde “Mektep”, Abbâsîler devrinde “Beytülhikme”, “Beytülilim”, “Darülilim”, Türkler (Karahanlılar, Selçuklular ve Osmanlılar) döneminde “Medrese” adı verilmiştir.

İslâm târihçilerinin medresenin ilk kurucusu olarak Nizâmülmülk üzerinde ittifak ettikleri ileri sürülürse de bundan önce, Nişabur’da Beyhakiye Medresesinin varlığından bahsedilir. Gerçekte Nizamülmülk’ten önce Gazneli Mahmûd (M. 999-1030) Gazne’de ve kardeşi Nasır bin Sebüktekin, M. 1033 yılında Nişabur’da medrese yaptırmışlardır. Ancak bunlardan önce de bâzı husûsî mâhiyette medreselerin mevcûd olduğu bilinmektedir. Ebû Hâtimü’l-Bustî (v. 965) kendi kütüphânesini medrese hâline getirmiş, yanına da yabancı talebelerin barınacakları bir tesis kurmuştu. Nişabur’da Şâfiî fakîhi En- Nîşâbûrî (v. 960) için medrese yapılmıştı. Diğer taraftan Ebû Aliyyü’l- Hüseynî (v. 1002) din fıkıh kürsüsü, bunlar arasında sayılabilir. “El-Medresetü’l-Ehliyye” denilen hususî medreseleri teşkil eden bu eğitim kurumları, o devirde yaygın olan Şiîlik cereyânına karşı Sünnîliği müdafaa ve yaymak için kurulmuş müesseselerdi.

İslâm dünyâsında medrese teşkilâtının kuruluş ve gelişmesinde en büyük hisse şüphesiz büyük Selçuklu Türklerine âitti. Gerçekten medreselerin geniş anlamda, devlet eliyle kurulması, tahsilin parasız olması ve medrese teşkilâtının en küçük ayrıntılara kadar tesbiti, Selçukluların eseridir. Selçuklular medreseleri, hem ilmin gelişmesini sağlamak, hem ilmiye mensuplarına maaş bağlayarak onları devletin yanında tutmak husûsiyle Fâtimîlerin Şiîlik propagandaları ve diğer râfizî telâkkîlere karşı Sünniliği müdâfaa ve yaymak gâyesiyle kurmuşlardır.

Önce Alparslan’ın, sonra Melikşah’ın veziri olan meşhur Siyâsetnâme adlı kitabın yazarı Nizâmülmülk, ilk medresesini Nizâmiye Medresesi adı ile Bağdat şehrinde kurdu. Dicle kenarında 1064 yılında temeli atılan medrese, iki sene sonra tamamlanarak 1067’de eğitim ve öğretime açıldı. Medresenin müderrisliğine de ilk olarak zamanın en büyük âlimlerinden olan Ebû İshak Şirazî tâyin edildi. Bundan sonra İslâm dünyâsında medrese kurma faaliyetleri hızlanmaya, köylere varıncaya kadar Nizamiye Medreseleri açılmaya başlandı. Türk milletinin bu örnek müesseseleri, küçük farklarla, İslâm dünyâsının her tarafına birer feyz kaynağı biçiminde yayıldı. Daha sonra Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar da, bu müesseseleri geliştirerek devam ettirdiler. Medreselerde yalnız din ilimleri tahsil edilmezdi. Yerine göre, zamanın hey’et (astronomi), hesap (matematik), hendese (geometri), hikmet, tıp gibi ilimlerine de mühim yer verilirdi.

Selçuklular döneminde Nizâmiye Medreseleri adıyla kurulan umumî medreselerin yanında ihtisas eğitimi yapan, medreseler kuruldu. Bunlar hizmet ve gâyeleri bakımından; Dârülhadîs, Dârülkurrâ ve Dârüttıb diye üçe ayrılırdı:

1. Dârülhadîs medreseleri; hadîs-i şerîflerin tedrîs ve tedkikine tahsis edilen medreselerdir. Bu medreselerin ilki, Haleb Atabeklerinden Nûreddîn Mahmûd bin Zengî tarafından Şam’da açılan En-Nûriyye Medresesidir. İkincisi, Musul’da açıldı. Daha sonra pekçok yerde Dârülhadîs medreseleri açılmıştır. Türkiye Selçukluları vezîri Sâhib Atâ’nın Konya’da açtığı İnce Minâre Medresesi ile İlhanlı vezîri Şemseddîn Cüveynî’nin Sivas’ta açtığı Çifte Minâre Medresesi bunlardandır.

2. Dârülkurrâ medreseleri, Kur’ân-ı kerîm ile alâkalı ilimlerin öğretildiği medreselerdir. Çok öncelerde kurulan bu medreseler, Anadolu Selçukluları ve Karamanoğullarında da devâm etmiş ve bunlara; Dârulhuffâz denmiştir. Bu medreselerden sâdece Konya’da Sâhib Atâ, Ferhûniye, Sa’deddîn Ömer, Nâsuh Bey, Hacı Yahyâ Bey, Hoca Selmân ve Hacı Şemseddîn gibi çeşitli Dârulhuffâz medreseleri açılmış ve diğer İslâm beldelerinde de yaygınlaştırılmıştır.

3. Dârüttıb medreseleri ise, tıb eğitimi ve hasta tedâvisinin birlikte yapıldığı medreselerdir. Bunlara; Dârüttıb, Dârüşşifâ, Dârussıhha, Dârulmerza, Dârulâfiye, Mâristân, Bîmâristân gibi adlar verilmiştir. Bilhassa Anadolu’da birçok Dârüşşifâ kurulmuştur. Selçuklular döneminde: Kayseri’de Gevher Nesîbe (1205), Sivas’ta Birinci Keykâvus (1217), Divriği’de Turan Melike Hanım (1288); İlhanlılar devrinde: Amasya Dârüşşifâsı (1308) açılmıştır. Silvan’da Bîmâristân-ı Fârûkî ve Mardin’de Artukoğullarından Necmeddîn İlgâzi’nin (1108 ve 1122) Mâristân adlı dârüşşifâsı hizmet veriyordu. Osmanlılar döneminde de dârüşşifâ yapımına devâm edilerek, bilhassa Bursa’da Yıldırım Dârüşşifâsı, İstanbul’da Fâtih, Haseki Sultan, Atik Vâlide, Edirne’de İkinci Bâyezîd, Manisa’da Vâlide Sultan dârüşşifâları kuruldu. Hele Süleymâniye Tıp Medresesi, başlı başına bir merhâle kabûl edilmektedir. Bu dârüşşifâlar aynı zamanda hastahâne olarak faaliyet göstermiştir.

Osmanlı medreseleri: Bütün İslâm dünyâsında olduğu gibi, Osmanlılarda da eğitim ve öğretim umûmî ölçüde medreselere dayanmaktadır. Osmanlılarda medreseye gidecek bir talebe, beş altı yaşında sıbyan mekteplerine alınır ve alfabe (elifba), yazı okuma, Kur’ân-ı kerîm ve “âmâl-i erbaa” denilen dörtişlem problemleri öğretilirdi. Osmanlılarda sıbyan mektepleri, köylere varıncaya kadar her yere yayılmıştı. On beş ve on altıncı asırlarda sâdece İstanbul’da iki bin sıbyan mektebi vardı. Koskoca Osmanlı Devletinde, o geniş sınırları içinde düşünecek olursak, ülkedeki sıbyan mekteplerinin yüz binleri bulacağı kolaylıkla tahmin edilebilir. On altıncı asırda Osmanlı ülkesinin pekçok kısmını gezen bir Fransız seyyahı, her köyde mektebe rastlamış ve ilk tahsilin Osmanlılarda garp (batı) memleketleriyle mukâyese edilemeyecek derecede çok ileri olduğunu hayretle görmüştür. Buralara câmi ve mescidlerde yapılan ilköğretim ve eğitim faaliyetleri de ilâve edilirse, Osmanlılarda yaygın bir eğitim ve öğretimin varlığı anlaşılır.

Osmanlı maarif teşkilâtında yüksek seviyede eğitim ve öğretimi gerçekleştiren müesseseler, şüphesiz medreselerdi. Osmanlı medreseleri sıbyan mekteplerine dayalı orta ve yüksek öğretim kurumlarıydı. Tapu ve evkaf kayıtlarına göre, orta ve yüksek öğretim yapan medrese sayısı binden fazlaydı. İstanbul’da: Süleymâniye, Fâtih, Ayasofya, Şehzâde, Haseki, Eyüp, İkinci Bâyezid, Mihrimah Sultan, Yavuz Selim, Atik Ali Paşa, Cafer Ağa, Yahya Efendi, Zeyrek, Vefa, Vâlide-i Cedîd Üç Baş Medreseleri; Edirne’de: Selimiye, Üç Şerefeli medreseleri; Bursa’da: Murâdiye, Yıldırım Bâyezîd, Çelebi Mehmed medreseleri; Şam’da: Süleyman Han Medresesi; Bosna’da: Hüsrev Bey Medresesi; Amasya’da: Hüsamiye, İkinci Bâyezîd medreseleri; Manisa’da: Murâdiye ve Hâtuniye medreseleri; Trabzon’da: Hâtuniye Medresesi; Mekke’de: Sultan Süleyman Han Medresesi; İznik’te: Orhan Gâzi Medresesi; Diyarbakır’da: Mesudiye Medresesi; Konya’da: Nalıncı, Karatay ve Sahip Ata Medresesi; Halep’te: Hüsrev Paşa Medresesi; Üsküp’te: İshak Paşa Medresesi; Ankara’da: Safiyye ve Ak Medrese ile memleketin daha birçok şehrinde çeşitli medreseler vardı.

Osmanlı medreselerinde teşkilâtlanma: Osmanlı medreseleri, teşkilâtlanmada kendinden önceki İslâm medreselerinde olduğu gibi, gâye ve gördüğü hizmetler bakımından birbirinden farklı özellikler göstermiş olsalar bile, esasta umûmî ve ihtisâs medreseleri olarak ikiye ayrılır.

Umûmî Medreseler: Umûmî olarak kadı, müderris ve müftü yetiştirmek maksadıyla kurulmuşlardır. Kendi aralarında; Yirmili, Otuzlu, Kırklı, Ellili, Altmışlı ve Altmış Üstü medreseleri olarak isimlendirilmişlerdir.

İhtisas medresesi ise, doğrudan doğruya ayrıca ihtisâsı gerektiren din ilimlerinden birini, yahut da fen ilimlerinden birini hedef alan ve o ilmin tahsiline mahsus metodla öğretim faâliyetinde bulunan medreselerdir. İhtisas medreseleri de kendi aralarında üç gruba ayrılırdı:

1. Dârülhadîsler: Özellikle Muhammed (aleyhisselâmın) söz, fiil ve takrirlerinden meydana gelen hadîslerin tahsil edildiği yerdir. Osmanlılarda Dârülhadîs, ilk defâ Birinci Murâd devrinde Çandarlı Hayreddin Paşa tarafından İznik’te ve İkinci Murâd tarafından Edirne’de yaptırılmıştır. Bunları tâkiben sonraki asırlarda çeşitli Dârülhadîsler tesis edilmiştir. Kurulan Dârülhadîsler içerisinde en önemlisi, İstanbul’daki Süleymâniye Dârülhadîsiydi. Osmanlı Dârülhadîslerinde ders kitabı olarak hadis’ten; Sahîh-i Buhârî, Sahîh-i Müslîm ve Meşârik gibi eserlerle bunların şerhleri ve Usûl-i Hadise dâir eserler okutulurdu. Öğretim üyelerine de hadîsle meşgul olduklarından dolayı “muhaddis” veya “müderris” denirdi. Buralarda talebe olabilmek için umûmî medreseleri tamamlamak gerekirdi.

2. Tıp medreseleri (Dârüşşifâlar): Bunlardan dâhiliye, göz ve diş doktoruyla eczâcılar yetişirdi. Tedrisâtta ders kitabı olarak Osmanlı devri tabiplerince yazılmış eserler okutulurdu. Eğitim ve öğretim tatbikatlı olarak yapılırdı. Osmanlılarda tıp medreseleri, Bursa, İstanbul, Edirne ve Manisa’da kurulmuştu. İçlerinde en önemlisi, İstanbul’da kurulan ve müstakil olup, tıp târihinde önemli bir merhale kabul edilen Süleymâniye Tıp Medresesidir.

3. Dârülkurrâlar: Bu medreselerden câmi görevlileri yetişirdi. Sıbyan mektebini bitiren bir öğrenci önce aşağı seviyede bir dârülkurrâya alınır, burayı bitirince yüksek seviyedeki darülkurrâlara devâm ederdi. Buralarda ilm-i kırâat ve ilm-i meharici’l-hurûf (tecvit ilmi ve hâfızlık) öğretilirdi. Buradan diploma alanlar; hâfız, hatip, imam ve müezzin olurdu. Bu medreselerde; ilm-i kırâattan Ebû Muhammed Şâtıbî’nin Şâtıbî diye şöhret bulan Kaside-i Lâmiye’si ve Cezerî’nin ona yazdığı Fethü’l-Vâhid adlı şerhi okutulurdu. Evliyâ Çelebi’nin beyânına göre, Osmanlılarda ilk dârülkurrayı Yıldırım Bâyezîd Bursa’da açmıştır. İstanbul’da ise bütün selâtin câmilerin yanında birer dârülkurrâ bulunurdu. Bunlardan en önemlisi de Süleymâniye Dârülkurrâsı idi. Dârülkurrâlarda okunan dersler, tekrar sûretiyle ve câmilerde tatbikatlı yapılırdı.

Osmanlılarda yüksek ihtisâs yapılan Mütehassisîn medreseleri de vardı. Bir tânesi İstanbul’da Yavuz Selim Câmii yanındaydı.

Osmanlı medreselerinde okunan dersler ve kitaplar: Bâzı otobiyografilerden ve Fâtih Kânunnamesi’nden tesbit edilebildiğine göre on beş ve on altıncı asır Osmanlı medreselerinde şu temel ilimler ve eserler okutuluyordu:

Yirmili Medreseler (Hâşiye-i Tecrid medreseleri): Bu medreselerde ders kitabı olarak Kelâm’dan Hâşiye-i Tecrid’in okutulmasından dolayı bu ismi almıştır. Bunların tahsil müddeti iki yıldır. Okunan ders ve kitaplar: Belâgat dersinden Mutavvel; Kelâm’dan: Hâşiye-i Tecrid; Fıkıh’tan: Şerh-i Ferâiz. Bu eserlerden Mutavvel ve Şerh-i Ferâiz’i tamâmıyla; Hâşiye-i Tecrid’i, başından Umûr-i Amme bölümüne kadar okuturlardı. Ancak talebelerin bu ilim ve kitapları anlayabilmeleri için Sarftan, Emsile, Bina, Maksud, İzzi, Merâh; Nahv’den Avamil, İzhar, Kâfiye gibi gramer kitaplarını; Şerh-i Şemsiyye, Şerh-i Tevâlî, Şerh-i Metâli, Şerh-i İsâgûci gibi mantık kitaplarını ve usûl-i fıkha âit Telvih gibi eserlerin tamâmı veya bir kısmı okutuluyordu.

Otuzlu Medreseler (Miftah Medreseleri): Bu medreselerde, Belâgattan Şerh-i Miftâh’ın okutulmasından dolayı bu ismi almıştır. Bunların tahsil müddeti, önceleri iki seneyken sonradan bir seneden daha aza düşürülmüştür. Bu medreselerde okutulan ders kitapları: Fıkıh’tan: Tenkîh ve Tavzîh; Belâgat’tan: Şerh-i Miftâh; Kelâm’dan: Hâşiye-i Tecrîd; Hadis’ten: Mesâbih kitaplarıydı. Bu eserlerden Hâşiye-i Tecrid’i, Umur-i Amme’den Vücud ve İmkân bahsine kadar; Sadr-us-Şeria’yı, Kitab-ı Bûyu’a kadar; Şerh-i Miftah’ı, Mebâhîs-i İcâb ve İtnâb’a kadar ve Mesâbih’i iki kere okuturlardı.

Kırklı Medreseler: Bunların tahsil müddeti iki üç yıl arasında değişirdi. Sonradan bu müddet azaltıldı. Bu medreselerde okutulan ders ve kitaplar: Belâgat’tan; Miftâhu’l-Ulûm; Usûl-i Fıkıh’tan; Tavzîh (Teftezânî); Fıkıh’tan; Sadru’ş-Şeria, Meşarik; Hadis’ten; Mesâbih (Begâvî) okutulurdu. Bunlardan başka başlangıçta; Meâni’den Şerh-i Miftâh; ortasında Kelâm’dan Şerh-i Mevâkıf ve yüksek derecesinde Fıkıhtan Hidâye ile İbn-i Hâcib’in Nahve âit El-Kâfiye fi’n-Nahv adlı eseri okutulurdu. Bu eserlerden Hadis’ten Mesâbih’i başından Kitâb-ı Büyu’a kadar; Kelâm’dan Şerh-i Mevâkıf’ın, Vücud ve İmkân bahsinden İrâz bahsine kadar; Fıkıh’tan Sadru’ş-Şeria’nın bir kısmı ve Şerh-i Miftâh’ın bâzı yerleri okutulurdu.

Ellili Medreseler: Bu medreseler Hâriç ve Dâhil medreseler olarak ikiye ayrılmaktadırlar. Hâriç Medreseleri: Bunlarda okutulan ders ve kitaplar Fıkıh’tan, Hidâye; Kelâm’dan, Şerh-i Mevâkıf; Hadis’ten, Mesâbih (Begâvî) okutuluyordu. Dâhil Medreseleri: Bu medreselerde tahsil müddeti önceleri bir yılken sonra altı aya indirildi. Tedrisatta okutulan ders ve kitaplar: Fıkıh’tan, Hidâye; Usul-i Fıkıh’tan, Telvîh; Hadis’ten, Buhârî; Tefsirden, Keşşâf ve Beydâvî okutuluyordu. Bu eserlerden Buhârî’nin birinci cildi; Hidâye’nin “Kitab-ı Zekât’tan, Kitab-ı Hacc’a kadar olan bölümü ve Telvîh baştan Taksim-i Evvel’e kadar okutuluyordu.

Sahn-ı Seman Medreseleri: Önceleri tahsil müddeti bir seneyken sonradan altı aya indirilen bu medreselerde şu ders kitapları okutuldu. Fıkıhtan, Hidâye; Usul-i Fıkıh’tan, Telvîh ve Şerh-i Adûd; Hadis’ten; Sahih-i Buhârî; Tefsir’den, Keşşâf ve Beydâvî okutuluyordu. Bu eserlerden Sahih-i Buhârî’yi baştan sonuna kadar; Hidâye’nin Kitab-ı Nikâh bölümünden, Kitâb-ı Büyû’a kadar olan kısmını ve Telvîh’in Taksim-i Evvel’inden Mebâhis-i Ahkâm’a kadar; Kâdı Beydâvî Tefsiri’nden de başta Bakara Sûresi olmak üzere belli sûreler okutuluyordu.

Altmışlı Medreseler: Bu medreselerin tahsil müddeti bir senedir. Fıkıhtan, Hidâye ve Şerh-i Ferâiz; Kelâm’dan; Şerh-i Mevâkıf; Hadisten, Buhârî; Tefsir’den, Keşşâf; Usul-i Fıkıh’tan, Telvîh okutulan belli başlı eserlerdir. Bunlardan: Buhârî’nin üçte birini; Hidâye’nin, Kitâb-ı Büyû’dan Kitab-ı Şufaya kadar olan kısmını; Telvîh’ten Mebâhîs-i Ahkâm kısmından sonuna kadar olan bölümünü; başından Tashih bahsine kadar Şerh-i Feraiz’i ve Şerh-i Mevâkıf’ın tamâmı okutulurdu. Altmış üstü medreselerde durum altmışlı medreseler gibiydi.

Medreselerde fen eğitimi: Osmanlı medreselerinde yüksek din bilgileri yanında zamanın yüksek fen bilgileri de öğretiliyordu. Fen bilgilerinden şu kitaplar okutuluyordu: Hendese (Geometri)den: Allame Şemseddin Semerkandî’nin Eşkâlü’t-Te’sîs isimli geometri prensipleri ve üçgenlerin hususiyetlerini anlatan eseri; Aritmetik ve Cebir’den, Yine aynı müellefin Muhtasar fi’l-Hisâb isimli eseri; Hesap’tan, Bağdatlı İmadüddin bin Abdullah tarafından yazılan Risâle-i Bahâiye (El-Fevâidü’l-Behâiye) adı ile anılan meşhur hesap kitabı; yine Hesaptan meşhur âlim Ali Kuşçu’nun Risâle-i Muhammediye adlı eseri; Hey’et (Astronomi)ten, Cagminî’nin (Çayminî adıyla meşhurdur), El-Mülahhas isimli eseri ile şerhleri ve Ali Kuşçu’nun Arapça Risâle-i Fethiyesi okutulurdu. Ayrıca Kadızâde-i Rûmî’nin o devrin meşhur fen kitaplarına yazdığı şerhler okutulurdu. Kadızâde-i Rûmî, Hocası Gıyâsüddin’in eserine şerh olarak yazdığı Risâle fi İstihraci’l-Ceyb Derece Vahide isimli kitabında, bir derecelik yay sinüsünün hesabını yapmıştır. Osmanlı medreselerinde bu fen derslerinin yanında ayrıca coğrafya, târih ve İlm-i Hikmet de okutulurdu. Osmanlılarda tıbba dair ilk eser 1390’da İshak bin Murat tarafından Edviye-i Müfrede adıyla Türkçe yazılmıştır. Bundan sonra 1397’de Ahmed-i Dâî’nin Kitab-ı Tıb eseri ile aynı tarihlerde Ahmedî’nin Müntehabât-ı Şifâ isimli eseri, Sinoplu Mü’min bin Mukbil’in Kitab-ı Tıbb’ı, Dâvûd-i Antakî’nin Tezkire-i Antâkî’si ve Emir Çelebi’nin Enmûzecet-üt-Tıb isimli eseri yazılmıştır. Bu eserler, Osmanlı medreselerinde okutulmuş, ayrıca tercüme eserlerden de istifâde edilmiştir.

Medreselerdeki eğitim tarzı: Medreseler, umumiyetle, bir dershane ve etrafında yeteri kadar talebe odalarından meydana gelirdi. Yaptıranın isteği ve mâlî gücüne göre, bunların dışında imâret, kütüphâne, hamam vs. ilâve edilirdi. Her medresenin bir vakfiyesi bulunurdu ve bu kurum tarafından yazdırılırdı. Vakfiyede medresenin çalışma şekli ile vazifelilerin yevmiyeleri ve medresenin masrafını karşılamak için yapılar vakıflar gösterilirdi.

Medreselerde, bütün talebenin ortak ders yapabileceği umumî ve büyük bir dersâne onun etrâfında dizili olarak her talebe için ayrı bir oda vardı. Müderrisler, umûmî mevzuları ortadaki büyük dersânede işler, daha sonra, her talebe kendi hücresine çekilir ve müderrisi ile başbaşa kendi sahasında çalışırdı. Medresede ders veren öğretim görevlisine “müderris” denirdi. Müderrisler, imtihânla seçilirdi. Müderrisin derslerini tekrarlayıp îzah eden müderris yardımcılarına “müzâkereci” veya “muid” denirdi. Medresede ders gören talebelere de tahsillerine göre değişik olarak, “dânişmend”, “fakîh”, “mülâzım”, “suhte” ve “talebe” denirdi. Medreseden imtihanla mezun olan her talebeye verilen diplomaya “icâzetnâme” denirdi. İcazetnâmede, medresede okunan derslerin ve müderrislerin adları yazılırdı. Henüz muîdliğe (müderris yardımcılığına) kadar çıkamamış talebenin de bir hocanın dersini bitirdikten sonra, diğer bir hocaya devam edebilmesi için mutlaka elinde “temessük” yâni o dersi başarı ile bitirdiğine dair bir belgenin bulunması şarttı.

Medreselerde tatbik edilen eğitim ve öğretim prensipleri: İçinde bulundukları zaman ve mekân bakımından değerlendirildiğinde medreselerin Osmanlı Devletinin yükseliş devrinde dünyânın en mükemmel tâlim ve terbiye müesseseleri olduğu görülür. Yine aynı devirde Osmanlı Devleti her bakımdan dünyânın en büyük ve en mükemmel devletidir. O devirde Osmanlı Devletine bu mükemmelliği kazandıran unsur, hiç şüphesiz medreselerdir. Bunun da sebebi; medreselerin, bir mânâ ve madde bütünlüğü içinde idrâk ettiği insana, din ve dünyâ ilimlerini, hassas bir denge içinde kazandırmasıdır.

İnsanı dünyâperest olmadan dünyânın fâtihi ve sâhibi yapmak için, Osmanlı Devletinin temel taşı olan din ve devlet adamlarını en mükemmel şekilde yetiştirmeyi sağlayan medreselerdi. Medreseler, bütün dünyâya örnek teşkil eden din ve devlet adamlarını yetiştirirken, şimdi, modern pedagojinin kabul ettiği, Dalton Plânı ve Vinetka Sistemi adıyla uygulamaya koyduğu ferdî kabiliyete göre ferdî öğretim yapmayı hedef alan plân ve programları benimseyen bir metod geliştirmiş, bütün medreselerde bu metod tatbik edilmiştir. Bu metoda göre medreseler, bugün modern pedagojinin de tavsiye ettiği bir tarzda sınıf geçme yerine dersten geçme yolunu seçmiş, mezuniyeti yıllara değil, kâbiliyet ve çalışkanlığa bağlamıştı. Bu bakımdan medreselerde okuma süresi hoca ve talebenin gayretine bağlı olarak uzayıp kısalırdı.

Zeki ve çalışkan bir öğrenci tahsilini çabuk tamamlayıp kısa zamanda mezun olabilirdi. Ancak devlet memuru olabilmesi için belli bir yaş aranırdı. Medreselerde umûmî derslerin yapıldığı sınıflarda talebe sayısı yirmiyi geçmezdi. Bu durum, derslerin sık sık tekrarlarla ve karşılıklı soru sorulup cevap verilme imkânını sağlar ve en iyi şekilde öğrenmeye imkân hazırlardı. Bu husus günümüzde de çok önemli kabul edilir. Bugün Amerikan okullarında talebe sayısı yirmiyi geçmez. Medreselerde, günde beş saat, haftada dört gün ders yapılırdı. Dersler sabah namazından sonra başlar, öğleye kadar devam ederdi. Öğleden sonra talebe serbest bırakılırdı. Haftanın Salı, Perşembe ve Cuma günleri tatil yapılırdı. Fâtih Kanunnâmesi’ne göre, medreselerin denetimi mahallî müftülüklere bırakılmıştı. Bu durum, eğitim ve öğretim faaliyetlerinin mahallî ihtiyaç ve şartlara göre organize edilmesine faydalı olmakta, halkın eğitim ve öğretim faâliyetlerine ilgi duymasına, medreselere mâlî katkılarda bulunmalarına yardım etmekteydi.

Medreseler bundan asırlar önce, eğitim ve öğretimi, bir sınıf ve zümre imtiyâzı olmaktan çıkarmak ve toplumda sosyal adâleti, fertler arasında fırsat ve imkân eşitliğini sağlamak için, parasız tedrîsât yaparlardı. Talebenin ve öğretim elemanlarının masraflarını zenginler ve çok defâ bu maksatla kurulmuş vakıflar karşılardı. Böylece eğitim ve öğretimin finansmanı işinde devletin yükü, mümkün mertebe hafif tutulurdu.

Medreseler, sâdece din ve dünyâ ilimlerini öğretmekle kalmamış, ruh ve beden terbiyesini birlikte yürütmüşlerdir. Bu sebeple medreselerde yüzme, güreş, koşu, ok atma, cirit oyunu, ata binme gibi sporlara da yer verilmiştir. Bunlardan başka yine; hüsn-i hat, tezyinât, hitâbet ve kitabet olmak üzere çeşitli bediî (estetik) faaliyetlere medreselerde mühim yer verilmiştir. Bizim kültür ve medeniyet târihimizde şerefli birer yer tutan hattatlar, nakkaşlar, mimarlar, hatipler vs. hep medreselerden yetişmişlerdir.

Medreseler, devlet eliyle kurulduğu gibi, şahıslar tarafından da kurulabilirdi. Bu bakımdan memleketimizde padişahların, sadrazamların, vezirlerin ve diğer devlet adamlarının yanında, ilim adamlarının zengin ve orta halli Müslümanların da kurduğu pekçok medrese vardı. Bu durum, günümüz devlet okulları ile özel okulların kuruluş şekline model olmuştur.

Medreselerde yüksek zekâ ve kâbiliyete ehemmiyet verilirdi. Bilhassa, Osmanlılar zamânında, devlet hizmetleri için kurulan “Enderun-i Hümâyûn” müessesesi, bu konuda tipik bir örnektir. Enderun-i Hümâyûn’a önceleri devşirme çocukları alınırken, daha sonra İstanbul ve Anadolu’dan Müslüman çocukları da alındı. Buraya alınan çocuklar ister devşirme, ister Müslüman çocukları olsun, hepsi çeşitli tetkik ve müşâhadelerden geçirilerek seçilirdi. Bu çocuklar, Enderun’a sekiz ilâ on beş yaşlarında alınır, seçkin hocalar elinde ders görürlerdi. Bunlara önce sağlam bir İslâm terbiyesi verilir. Sonra başta Türkçe olmak üzere Arapça ve Farsça ile çeşitli spor, sanat ve askerlik bilgileri öğretilirdi. Tahsil süreleri yedi-sekiz yıl sürerdi. Osmanlılarda ilk Enderun Mektebi, Murâd-ı Hüdâvendigâr tarafından Edirne’de açtırılmıştı. Daha sonra Fâtih zamanında Fâtih Kânunnâmesi ile Enderun Mektepleri tam bir teşkilâta kavuşturuldu. Bilhassa ilk kuruluş ve Osmanlı Devletinin yükselme devrinde bu mektepler önemli vazife gördüler ve Osmanlı devlet idâresine altmış Sadrazam, üç Şeyhülislam, yirmi beş Kaptan Paşa yetiştirdiler. Bu okullarda ders olarak; tefsir, hadis, fıkıh (Hanefî fıkhı), ferâiz, şiir ve inşâ, astronomi, geometri, hesap, coğrafya, ilm-i kelâm, mantık, meânî, bediî ve beyân ile hikmet dersleri okutulurdu.

Yirminci asrın tanınmış psikologlarından Amerikalı Terman test konusundaki araştırmalarında, Enderun Mektebine alınan talebelerle ilgili olarak, “Zekâ ölçmek, test usulünü kullanmak, dünyâda ilk defa Osmanlılarda, Enderuna seçilen talebelerde uygulanmıştır” demektedir.

Osmanlı medreselerinin son zamanları ve kaldırılmaları: İslâm âleminde, medreselerde okutulan yüksek din ve fen bilgileri sâyesinde Müslümanlar, ilim ve medeniyette çok ileri gitmişlerdir. Avrupalılar ise aksine, ilim ve medeniyette geri kalmışlardı. Bilhassa Osmanlılar zamanında ordularımız, Viyana kapılarına dayanmıştı. Bu durum karşısında Avrupa, Müslümanlar tarafından fethedilme endişesine kapılmıştı. Avrupa’nın Müslümanlarca fethedilmesi onlara göre, Hıristiyanlığın yok edilmesi demekti. Bu endişe sebebiyledir ki, Avrupalılar (Hıristiyan âlemi), başta papalık olmak üzere hepsi, aralarında gizlice anlaşarak, Osmanlı Devletini her ne pahasına olursa olsun mutlaka yıkma kararı almışlardı. Bu karar sonrası Avrupalılar, Osmanlı Devletine karşı yıllar boyu süren harpler açmışlar, onu yıkmağa uğraşmışlardır. Fakat Osmanlı Devleti, başlangıçta sağlam temeller üzerine kurulduğu ve medreseler vasıtasıyla din ve fen âlimleri yetiştirdiği, medreselerin bir kolu olan Enderun mektepleriyle de, sağlam karakterli devlet adamı, disiplinli kumandan ve vatansever askerî erkân yetiştirmede Avrupalılardan çok üstün olduğu için harplerle yıpranmış olsa bile, yıkılmıyordu. Avrupalılar, Osmanlı Devleti yıkılmadığı müddetçe, kendilerini tehdit altında kalmağa mahkum hissediyorlardı. Tehlikeyi bertaraf etmek için Avrupalılar, senelerce uğraştıkları halde harp gücü ile yıkamadıkları Osmanlı Devletini fesat ve hile ile yıkabileceklerini anladılar.

Birgün İstanbul’da bulunan İngiliz elçisi, gece yarısı İngiltere’ye gizli bir şifre çekti. Elçi şifresinde; “Buldum, buldum Osmanlıları zaferden zafere ulaştıran sebebi vebunları durdurmanın, Osmanlı Devletini yıkmanın çaresini buldum!” diyor ve bulduğu çareleri şöyle anlatıyordu: “Osmanlılar harpte aldıkları esirlere hiç kötülük yapmıyor, onlara kardeş gibi davranıyorlar. Hangi milletten hangi dinden olursa olsun küçük çocukların zekâlarını ölçüyorlar. Keskin zekâlı çocuklar seçilerek, saraydaki (Enderun) denilen mekteplerde, değerli öğretmenler tarafından okutuluyor. İslâm bilgileri, İslâm ahlâkı, fen, kültür dersleri verilerek, kuvvetli, başarılı bir Müslüman olarak yetiştiriliyorlar. Osmanlı ordularını zaferden zafere ulaştıran değerli kumandanlar, Sokullular ve Köprülüler gibi seçkin siyaset ve idare adamları, hep böyle yetiştirilen keskin zekâlı çocuklardı. Osmanlı akınlarını durdurmak ve böylece Osmanlı Devletini yıkmak için, onların açtığı bu Enderun mekteplerini ve bunların kolları olan medreseleri yıkmak, Osmanlıları fende ve diğer ilimlerde geri bırakmak lâzımdır.”

İngiliz elçisinin müjde olarak gizlice bildirdiği bu görüş ve planları, Tanzimata yakın Osmanlıların Avrupa’ya tahsil maksadıyla göndermiş oldukları bâzı kimselerin orada okurken kendi şahsiyetlerini ve millî hislerini unutacak kadar Avrupa kültürü tesiri altında kalmaları ve daha sonraki yıllarda Avrupa devletlerinin himaye ve baskısı ile Osmanlı Devletinin kilit noktalarına yerleştirilmeleriyle gerçekleşme imkânı bulmuştur. Jöntürk adı verilen bu kimseler, bulundukları makamlarından istifade ederek, Avrupa devletlerinin de kendilerini desteklemesiyle medreselerden, önce, fen bilgilerini, bunun arkasından da yüksek din bilgilerini kaldırttılar (Bkz. Jön Türkler). Bu durum, medreselerin fonksiyonunu kaybetmesine sebep oldu, aynı zamanda Osmanlıların ilim ve fende Avrupa’dan geri kalmasına ve Osmanlı Devletinin yıkılmasına zemin hazırladı. Medreseler 3 Mart 1924 târihli Tevhid-i Tedrisat (Eğitimde eşitlik) kânunuyla tamâmen kaldırıldı.
 
N, O
Nakîbü'l-Eşrâf
İslâm devletlerinde seyyidlerin ve şerîflerin doğum ve vefât kayıtlarını tutan ve işleriyle ilgilenen müessesenin idârecisi.

Hazret-i Fâtımâ ile Hazret-i Ali’nin evlâdından Hazret-i Hüseyin’in soyundan gelenlere seyyid; Hazret-i Hasan’ın soyundan gelenlere şerîf denir. Evlâd-ı Resûl olan bu kıymetli insanlara Abbâsîler, Memlûkler gibi İslâm devletlerinde hürmet gösterilirdi. Osmanlı Devletinde de gösterilen hürmetin yanında, onlara âit işleri görmek için vazîfeli memur tâyin edilmiştir. Nakîbüleşrâf adı verilen ve sâdâttan (seyid ve şerîflerden) seçilen bu memûr, Peygamber efendimizin torunlarının işlerine bakar, neseplerini kayd ve zapteder, doğumlarını ve vefâtlarını deftere geçirir, onları âdî işlere ve şânlarına uygun olmayan sanatlara girmekten men ederdi. Fenâ hâllere düşmelerine mâni olur, haklarını korurdu. Fey ve ganîmetten onların hisselerini alıp aralarında dağıtırdı. Bu sülâleden olan kadınların küfvü, dengi olmayanlarla evlenmelerini men eylerdi. Nakîbüleşrâf bütün bu vazîfeleriyle, Peygamber efendimizin torunlarının umûmî bir vasîsi durumunda idi.

Osmanlı sultanları, Osmanlı topraklarına gelen seyyid ve şerîflere, başka memleketlerde misli görülmeyen bir sevgi ve saygı gösterirlerdi. Onların râhat ve huzur içinde yaşamaları için gereken her türlü hizmeti yaparlardı. Onları her çeşit vergiden muâf tutarak, bunları belgeleyen birer berât verirlerdi.

Osmanlı Devletinde Nakîbüleşrâf olarak ilk tâyin edilen zât, Emîr Sultan’ın talebelerinden olan Seyyid Ali Natta bin Muhammed’dir. Seyyid Ali Natta, Yıldırım Bâyezîd Han zamânında, devlet dâhilindeki sâdâtın (seyyidlerin ve şerîflerin) Osmanlı Devletiyle münâsebetlerini temine başlamıştır. Tâyin berâtı ile birlikte bu zâta Bursa’daki İshâkiye Zâviyesi vakfının idâreciliği de verilmiş ve bu vazîfenin evlâtlarına intikâli şart olarak, berâtta belirtilmiştir. Seyyid Ali Natta’nın vefâtından sonra yerine Seyyid Zeynelâbidîn tâyin edildi.

Nakîbüleşrâflık bir ara lağvedildiyse de, seyyid ve şerîf olmadıkları hâlde hürmet görmek için bu iddiâda bulunan bâzı sahtekârların ortaya çıkması üzerine, Sultan İkinci Bâyezîd Han devrinde 1494 yılında yeniden ihdâs edildi. Nakîbüleşrâf ismi de bu târihte verildi. Bu teşkilâtın başına Seyyid Mahmûd tâyin edildi. Zamanla nakîbüleşrâflar yeni tahta çıkan pâdişâha kılıç kuşattılar.

Nakîbüleşrâflık müessesesi ilmiye sınıfından olmakla berâber, tâyinler on yedinci asırda mutlaka yüksek dereceli ulemâdan olmazdı. Bu asırdan îtibâren seyyid ve şerîf olup da, İstanbul kâdısı veya kazasker olanlardan emekliye ayrılan zâtlar, nakîbüleşrâf tâyin edilmeye başlandı. Bu makâmda kalmanın muayyen bir süresi olmadığından, tâyin edilenler uzun müddet vazîfe yaparlardı. Nakîbüleşrâflık vazîfesine yeni tâyin edilecek olan zât, Paşa Kapısına yâni Bâb-ı âlîye dâvet edilir, burada Sadrâzam tarafından ayakta karşılanır, kahve, gülsuyu ve buhûr ikrâm edildikten sonra, samur erkân kürkü giydirilerek, memuriyeti îlân edilir ve berâtı kendisine takdim edilirdi.

Nakîbüleşrâfın resmî kıyâfetleri kazaskerlerin kıyâfetinin aynısı olup, sarıkları farklı idi. Kazaskerler örf denilen sarığı, nakîbüleşrâflar ise küçük tepeli denilen sarığı sararlar, sâdâtta yeşil renkli tülbentle sararlardı. Seyyid ve şerîfler ise, halk arasında belli olmaları ve gerekli hürmetin gösterilmesi için, kıyâfet olarak yeşil sarık sarar ve yeşil cübbe giyerlerdi. Bu usûl ilk defâ Hârun Reşîd ve oğlu halîfe Me’mûn zamânında âdet olmuştu. Zamanla unutulmuşsa da Türk-Memlûk Sultanlarından Melik Eşref Şâban, sâdâtın gerekli hürmeti görmesini temin için yeniden yeşil sarık sarmalarını istemiştir. Yeşil sarık ve cübbe anânesi Osmanlı Devletinde de devâm etti. Osmanlılar seyyidlerin başlarına sardığı yeşil sarığa “emir sarığı” ismini vermişlerdir. Osmanlı Devletinde sâdâttan biri şeyhülislâm olursa, ancak o zaman yeşil sarığını çıkarıp şeyhülislâmlık makâmına mahsûs beyaz sarık sararlardı.

Nakîbüleşrâfların resmî dâireleri, kendi konaklarında bulunur, maiyetinde çalışanlar da bu konaklarda hizmet ederlerdi. Taşrada da yine sâdâttan olmak üzere, nakîbüleşrâf kaymakamları, seyyid ve şerîflerin isimlerini ihtivâ eden defterler tutarlardı. Merkezde ve taşrada tutulan bu defterlere Secere-i Tayyibe defteri denilirdi. Buraya bütün seyyidlerin ve şerîflerin isimleri Peygamber efendimize kadar silsileleri, evlâdı, ahfâdı, ikâmetgâhları kaydedilirdi.

İstanbul’da nakîbüleşrâftan sonra en yüksek rütbe alemdârlık idi. Vazîfeleri, sefere çıkılacağı zaman, pâdişâh tarafından nakîbüleşrâfa teslim edilen sancak-ı şerîfin taşınması idi. Pâdişâh sefere gittiğine, nakîb efendi, berâberinde seyyid ve şerîfleri de götürürdü. Sefer sırasında nakîbüleşrâf Sancak-ı şerîfin dibinde yürürdü. Savaş sırasında seyyid ve şerîfler Sancak-ı şerîf altında tekbîr ve salevât-ı şerîfe getirirlerdi.

Nakîbüleşrâflar, yaptıkları kıymetli hizmet dolayısı ile iltifât görürlerdi. Pâdişâhlar tarafından kendilerine yazılan ferman ve berâtlarda, makâmlarına ve yaptıkları hizmetlerin üstünlüğüne uygun tâzim ifâdeleri kullanılırdı. Onlara sikâyet, yâni zemzem dağıtma vazîfesi ve dîvân-ı mezâlim, yâni adâlet dîvânı reisliği gibi yüksek memûriyetler verilirdi.

Nişancı
Osmanlı devlet teşkilâtında, Dîvân-ı Hümâyûn üyelerinden olup, pâdişâh adına yazılacak fermanlara, beratlara, nâmelere, hükümdârın imzâsı demek olan tuğrayı çekmekle görevli memur.

Bâzı târihî kaynaklarda “muvakkî, tevkıî ve tuğrâî” isimleriyle de anılır. Pâdişâhın emrini ihtivâ eden ve baş tarafına tuğra çekilmiş vesikalar, Osmanlı teşkilât dilinde “Nişan-ı şerîf-i sultânî, nişan-ı hümâyûn, tuğra-i garrâ-i hakânî, tevki-i hümâyûn, tevki-i refî” gibi isimlerle anılırdı. Ancak yaygın bir şekilde bu evraklar kısaca “nişan” olarak isimlendirilirdi. Ayrıca on sekizinci yüzyılın başına kadar nişancılar devlet tarafından yeni çıkarılan kânunların İslâm Hukûkuna uygunluğunu kontrol ettiklerinden, kendilerine “müftî-i kânûn” da denirdi. Devletin arâzi kayıtlarını ihtivâ eden tahrîr defterlerindeki düzeltmeler ve değiştirmeler de, nişancıların önemli vazîfelerindendi.

İslâmiyetin ilk devirlerinde, halîfelere verilen istidâlara (dilekçelere), devlet reisi tarafından verilen cevâba, “tevkî” denilirdi. Hazret-i Ömer istidâları bizzat kendisi cevaplandırırdı. Amr ibni Âs’a verdiği bir cevapta; “Emirinin senin hakkında nasıl olmasını istiyorsan, sen de halk hakkında öyle ol.” diye yazmışlardı. Tevkiler aynı zamanda devlet başkanının imzâsını taşıdığından, geçen zaman içinde özel şekiller almışlardır. Abbâsîlerden îtibâren, tevkî yazılma işi için “divânü’l-inşâ” denilen dâire kurulmuştur. Bu dâire, Büyük Selçuklu Devletinde Türkçe olan “tuğra” kelimesi kullanılarak “divânü’t-tuğra” ismini almıştır. Anadolu Selçuklu Devletinde, Büyük dîvânda bulunan ve arâzi defterlerine bakan ve dirlik tevcih beratlarını hazırlayan dâirenin başkanına “pervâneci” denilmiştir. Bu memur, Osmanlı devlet teşkilâtındaki nişancıya tekâbül etmekteydi. Uygur ve Karahanlı devletlerindeki “Uluğ bitigci” de aynı işlerle vazîfeli memur idi.

Osmanlı Devletinde, nişancıların Orhan Gâzi zamânından îtibâren var olduğu, bu pâdişâha ve haleflerine âit berat ve tuğraların mevcudiyetiyle anlaşılmaktadır. Nişancı kelimesi, Sultan İkinci Murâd devrinde, Arapça Müvekki’nin yerine kullanılmaya başlanmıştır.

Nişancıya âit derli toplu ilk bilgiye Fâtih Kânunnâmesi’nde rastlanır. Kânunnâme’ye göre, merkezde vezirlik, kâdıaskerlik ve başdefterdârlıktan sonra en yüksek memuriyet nişancılıktı. Devletin dışarıyla yazışmasını temin ve tuğra çekmek, en başta gelen vazîfesiydi. Dîvân toplantıları esnâsında diğer yüksek memurlarla berâber çadırda oturur, dîvândan sonra verilen yemekte vezirler ve defterdarlarla aynı sofrada otururdu. Nişancılık vazîfesine, edebî şahsiyetlerden ve âlimlerden tâyin yapılması usûldendi ve bu sebeple nişancılığa en çok müderrisler getirilirdi.

Tesbit edilebilen ilk nişancı olan Muhammed Asgar’dan îtibâren, bu memuriyette vazîfe yapan bütün inşancılar, devletin nizamlarına, teşkilâtına ve müesseselerine dâir kânunların toplanmasında, neşredilmesinde büyük rol oynadılar. Gerçekten, Leyszâde Mehmed bin Mustafa, Fâtih Kânûnnâmesi diye bilinen Kânûnnâme-i Âl-i Osman’ın bir araya getirilmesinde ve yazılmasında en büyük pay sâhiplerindendir. Nişancılık vazîfesinde bulunanların teşkilâtın işleyişine diğer bir katkıları da, dîvândan çıkan fermanların tertip, imlâ ve inşâ tarzlarında koydukları kâidelerdir. Konulan bu kâideler, haleflerince de aynen tatbik edilmiştir. Meselâ, Tâcîzâde Câfer Çelebi, Koca Nişancı Celâlzâde Mustafa Çelebi, Ramazanzâde, Okçuzâde ve Hamza Paşanın kendilerine mahsus ferman ve menşur yazış tarzları vardır.

On yedinci asır sonlarında kaleme alınmış Tevkiî Abdurrahmân Paşa Kânunnâmesi’nde, nişancılara mahsus olan kıyâfet şöyle târif edilmektedir. Mücevveze sarık sarar, sof üstlük, lokmalı kutnî, iç kaftanı ve orta abayı giyer, orta raht vururdu. Ayrıca bu kânunnâmede nişancıların 400 akçelik hasları olduğu ve sadrâzamla her vakit görüşebildikleri kayıtlıdır. Bundan başka Eflak-Boğdan Voyvodalıkları ile Erdel kralının tevcihinden dolayı muayyen bir gelirleri mevcuttur.

On sekizinci yüzyıla kadar önemini muhâfaza eden bu memuriyetin îtibârı sonradan azaldı. On sekizinci yüzyıl sonlarında vazîfeleri yalnız sadrâzamların mührünü basmaktan ibâret oldu. 1836’da kaldırılan nişancılığın görevi defter eminliğine verildi. Önemli fermanlara bâb-ı âlî, diğer fermanlara ise defter eminliğinde “tuğra-nüvis” denilen memurlar tarafından tuğra çekilmeye başlandı. 1838’de tuğra-nüvislik kaldırıldı ve bab-ı âlî ile birleştirilerek tuğra çekme işi, bâb-ı âlî dâirelerinde yapılmaya başlandı. Daha sonra, nişancılık sâdece pâye olarak verildi.

Tanzimâttan sonra ise, nişancılığın vazîfeleri birkaç memuriyete dağıtıldı. Aslî vazîfeleri mâbeyn başkâtipliğiyle hâriciye nâzırlığına devredilirken, ikinci derecedeki vazîfeleri mâliye ve defter-i hâkânî dâirelerinde görülmeye başlandı.




 
Osmanlılarda Basın
Osmanlı Devletinde İbrahim Müteferrika tarafından 1727’de ilk Osmanlı resmi matbaasının kurulmasından sonra, belli bir çevre içinde haberleşme, risaleler aracılığıyla olmuştu. Matbaanın kullanılışından yaklaşık bir asır sonra Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa tarafından Kahire’de 1828’ yılında Türkçe ve Arapça olarak Vakayi-i Mısriyye adlı resmi vilayet gazetesi yayınlandı.

İkinci Mahmud Han devrinde 11 Kasım 1831 yılında İstanbul’da Takvim-i Vekayi adlı resmi gazete çıkarıldı. Türkçenin yanında; Arapça, Fransızca, Rumca ve Ermenice de yayınlanan Takvim-i Vekayi’nin basılması için İstanbul’da Takvimhane matbaası kuruldu. Takvimhane nazırı olarak da Es’ad Efendi tayin edildi. Haftalık olan bu gazetede resmi devlet haberlerinden başka iç ve dış dünya hadiselerine de yer verildi. Ancak Sultan İkinci Mahmud Hanın vefatından sonra sadece resmi devlet haberlerine yer verildi. Yıllık abonesi 120 kuruş olan bu gazete beş bin adet basılıyor, belli başlı devlet adamlarına ve memurlara şehir ve kasaba ileri gelenlerine, yabancı devlet temsilciliklerine dağıtılıyordu. Önemli hadiseler olduğu zaman Varaka-i Mahsusa adıyla özel ilaveleri de yayınlanıyordu. Tanzimattan sonra bir ara yayını durdurulan Takvim-i Vekayi, 1855'ten sonra, Meclis-i Ali-yi Tanzimat Nizamnamesi'ni ve bu müessesenin hazırladığı nizamnameleri yayınlamakla resmi gazete olma hüviyetine daha çok yaklaştı. 1860’tan sonra tamamen devletle ilgili belge ve nizamnameleri yayınlayan Takvim-i Vekayi 1878’de kapandı. Ancak üç yıl sonra 1881’de yeniden yayınlanmaya başladı. 4 Kasım 1922 tarihine kadar 4609 sayısı yayınlandı. Ankara hükumeti tarafından 2.1.1922’de Resmi Ceride 1.2.1928’de Resmi Gazete adını alarak yayınına devam etti.

Takvim-i Vekayi’den başka, yabancı devletler nezdinde Osmanlı menfaatlerini korumak için Sultan Mahmud Han, Alexander Blacque Bey’e Le Moniteur Ottoman adlı Fransızca bir gazete de çıkarttırmıştı. Bu gazetenin, Takvim-i Vekayi’nin Fransızcası olduğu da söylenmektedir.

Sultan Abdülmecid Han tahta geçince, 1840’ta Türkçe yayınlanan Ceride-i Havadis adlı gazeteyi neşrettirdi. Başında, William Churchill adlı bir İngiliz gazetecisi vardı. 1850 yılından sonra bu iki Türkçe gazeteden başka Fransızca, İtalyanca, Rumca, Ermenice ve Farsça olmak üzere on altıya yakın gazete yayınlanmaya başladı. 1864 yılında William Churchill’in ölümünden sonra oğlu, Ceride-i Havadis gazetesini kapatıp Ruzname-i Ceride-i Havadis adlı gazeteyi çıkarmaya başladı.

Türkler tarafından çıkarılan ilk özel gazete, 21 Ekim 1860’ta neşredilen Tercüman-ı Ahval’dir. Sahibi Çapanoğlu Agah Efendi, başyazarı Şinasi olan bu gazete, bir haber gazetesi olmaktan ziyade, hükumet tenkidine kadar bugünkü gazetecilikte görülen pekçok şeyin menşeini teşkil eden hususlara yer verirdi. İlk zamanlar haftada bir, sonra üç, sonra Cuma hariç her gün yayınlandı. Ancak siyasi şartlar ve basında giderek artan rekabet karşısında 11.3.1866’da yayın hayatına son verdi. Tercüman-ı Ahval gazetesinden ayrılan Şinasi, 27 Haziran 1862’den itibaren Tasvir-i Efkar’ı çıkarmaya başladı. Osmanlı ülkesinde Avrupai fikirlerin yayılmasına, dil tartışmasını ortaya atarak devletin bölünüp parçalanmasına yönelik akımların gelişmesi için çalışan, devletin temel politikalarını ve hükumetin icraatını tenkid eden muharrir ve yazarların çalıştığı Tasvir-i Efkar gazetesi, daha çok fikir gazetesi özelliğini taşıyordu.

Bu özelliği sebebiyle gazeteye ilgi artıp, trajı yükseldi. Şinasi ve Namık Kemal Avrupa’ya kaçınca, Recaizade Ekrem tarafından çıkarıldı. Fakat kamuoyundaki etkisini giderek kaybeden Tasvir-i Efkar 830 sayı çıktıktan sonra 1866’da kapandı.

İlk Türk dergisi ise, 1850’de yayınlanmaya başlayan Vekayi-i Tıbbiye’dir. Meslek dergisi özelliğinde olan bu dergiden başka Temmuz 1862’de Münif Paşa tarafından Mecmua-i Fünun yayınlanmaya başladı. Ancak 1864’te kolera salgını yüzünden yayınını durduran Mecmua-i Fünun, 1866’da yeniden yayınlanmaya başladıysa da kısa bir müddet sonra yayına ara verdi. Üçüncü defa 1883 yılında tekrar yayınlanmaya başladı. Fakat yeniden kapandı. Mir’at-ı Mecmua-i İber-i İntibah ve devamı olan İbretnüma ile Ceride-i Askeriyye de ilk çıkan dergilerdendir.

1860’tan sonra Türkçe basınının, devlet ve hükumet ile hükumet ricaline karşı tutum alması, diğer dillerde yayınlanan gazetelerin de Osmanlı Devletinin bütünlüğünü bozmaya yönelik yıkıcı yazılar neşretmeleri üzerine, saltanatı, hükumeti, Osmanlı toplumunu meydana getiren milletleri ve dinlerini saldırılardan koruyabilmek için bazı tedbirler alındı. 1860’ta özellikle yabancı basından şöyle bir taahhütname alınmaya başlandı:

“Osmanlı hükumetini, diğer devletlerle münasebetlerini, memurların çalışmalarını tenkid etmemek; başyazıları önceden Basın Bürosuna bildirip tasdik ettirmek, Basın Bürosunun tasdik etmediği haberleri yayınlamamak, Avrupa gazetelerinde çıkan yazıları düzeltmek gayesiyle Basın Bürosunca verilecek yazıları aynen yayınlamak...” gibi.

Bu doğrultuda yapılan uygulamalar birçok şikayetlere sebeb oldu. Tanzimatın getirdiği eşitlik ve kanunlara dayanan uygulama ilkelerinin çiğnendiğini ileri süren yabancı basın mensupları, kapitülasyonlardan faydalanmak istediler. Yabancı gazeteleri ve gazetecileri cezalandırma veya yasaklama teşebbüsleri karşısında, yabancı devlet elçilerinin basın hürriyetinin sınırlarını belirleyici bir kanun bulunmaması ve kendi konsolosluk mahkemelerinde muhakeme edilmek istemeleri sebebiyle kanuni düzenlemeye gidildi. 1864’te Matbuat Nizamnamesi çıkarıldı.

Bu dönemde İstanbul’da devletin yarı resmi gazetesi olan Fransızca Journal de Costantinople, İngilizce The Levant Herald, Fransızca Courier d’Orient, Rumca Bizantis, Bulgarca Bulgaria, Ermenice Megs, Masis, Avedapar ve Tar gazeteleri çıkıyordu. İzmir, Kahire, Beyrut gibi şehirler başta olmak üzere diğer şehirlerde de azınlıklar ve Müslümanlar tarafından hayli gazete yayınlandı. Ayrıca yine İstanbul’da Mecmua-i Havadis ve Münad-i Erciyas adlı Anadolu gazeteleri de yayınlanıyordu.

1864’te Matbuat Nizamnamesi'nin düzenlenmesinden sonra, Türk basın hayatı yeni bir devre girdi. Bu nizamname, ön sansürü bütünüyle kaldırıp, yabancı basının sorumsuzluklarına da sınırlar getirmişti. Nitekim Nizamname'nin üçüncü maddesi, yabancıların da yerliler gibi muamele göreceklerini hükme bağladığından, kapitülasyonların basın alanına da yayılması önlenmiş oluyordu.

Nizamname ile daha önce kurulmuş olan Babıali Tercüme Odası, Matbuat Müdürlüğü gibi kurumlara yeni vazifeler veriliyordu. Siyasi özellikteki yayınlara ruhsat vermek, yayınların muhtevasını kontrol etmek, gazetelere verilecek resmi ilanları hazırlamak, Avrupa’da Osmanlı Devleti aleyhinde yayın yapan gazete ve kitapların ülkeye girmesine mani olmak, bu kaidelere aykırı davrananlar hakkında para ve hapis cezalarını uygulamak bu vazifeler arasındaydı.

Nizamname, bir ön sansür koymuyordu ama, ağır para ve hapis cezalarıyla, başta padişah olmak üzere, bütün idareyi (bakanlar, meclisler, mahkemeler, devlet kurumları ve memurlar), yabancı devlet başkanları ve temsilcilerini, suçlayıcı ve kötüleyici yayınlardan koruyordu. Nizamname, umumi çizgileriyle 1909 yılına kadar yürürlükte kaldı.

1867 senesinde Ali Süavi de çıkardığı Muhbir Gazetesi'nde hükumeti daha sert bir dille tenkid etmeye başladı ise de, kısa süre sonra kapandı.

Matbuat Nizamnamesi'nin boşluklarından faydalanan basının hükumet erkanını sert bir şekilde tenkid etmesi üzerine 1867’de basını kontrol maksadıyla bir kararname çıkartıldı. Sadrazam Ali Paşa tarafından, aynı zamanda kendi mevkiini kuvvetlendirmek düşüncesi ile hazırlanan bu kararnameye Ali Kararnamesi denildi. Bundan sonra basına karşı sert tedbirler uygulandı. 1867 yılında İngilizce olarak çıkan The Levant Herald gazetesi de, Yunanlıların, Girit ihtilalcilerini destekleyen hareketlerini övdüğü için kapatıldı. İstanbul’daki İngilizce gazetelerden, The Levant Times, bir de Bulgarca nüsha çıkarıp, Bulgar kavmiyetçiliğini destekleyen yazılar yayınlayarak Osmanlı Devletinin parçalanmasına çalıştı. Bu dönemde Arap kavmiyetçiliğini teşvik için Avrupa’da Arapça yayınlanan gazetelere karşı, Babıali’nin maddi desteğiyle İstanbul’da Arapça El-Cevaib gazetesi yayınlandı.

Hükumetin kendilerine verdiği vazifelere gitmeyerek Avrupa’ya kaçan Ali Süavi, Namık Kemal ve Ziya paşalar, gittikleri yerde Prens Mustafa Fazıl Paşa ve Agah Efendi ile buluşarak; Muhbir, Ulum, Hürriyet, İttihad adında çıkardıkları gazetelerde Babıali’nin aleyhinde yazılar yazdılar. Dergilerin mali kaynağını mason locasına kayıtlı olan Mustafa Fazıl Paşa karşılıyordu. Bu sırada İstanbul’da; Eğribozlu Mehmed Arif tarafından Ayine-i Vatan, Şakir Efendi tarafından Muhib, Andon Efendi tarafından Muhibb-i Vatan gazeteleri de yayınlandı. Daha sonra bu gazeteler de çeşitli sebeplerle kapatıldılar.

Mustafa Fazıl Paşa, Sultan Abdülaziz’den affedilmesini isteyerek yurda dönünce, yurtdışına kaçmış olan ve sürgünde bulunan Yeni Osmanlılar, 1870 sonundan başlayarak yurda dönmeye başladılar. Saraydan gördükleri para yardımı ile Basiret adlı gazeteyi neşreden Yeni Osmanlıların ılımlı grubunu teşkil eden Basiretçi Ali ve arkadaşları, Türk ve Müslüman unsurların çıkarlarını savundular. Basiret Gazetesi bu sebeple 1871’de on binlik bir tiraja ulaştı. 1870-1871 Alman-Fransız savaşında Almanya’yı destekleyen yazılar neşreden ve Alman hükumetinden destek gören Basiret, Çırağan Vak’asından sonra Ali Süavi’nin bir makalesini yayınladığı için 20 Mayıs 1878’de kapatıldı. Aynı dönemde Ali Raşit ve Filip Efendi tarafından Terakki Gazetesi çıkarıldı. Haftada altı gün yayınlanan ilk gazete olarak dikkat çeken Terakki Gazetesi, hukumete yönelik aşırı tenkitlerinden dolayı 1870 ve 1874'te iki defa kapatıldı. Ebüzziya Tevfik, Ayetullah Bey, Recaizade Mahmut Ekrem gibi imzaların yeraldığı Terakki, mizahi Letaif-i Asar ve hanımlar için Hanımlara Mahsus adlı haftalık ilaveler neşretti. Hakayık-ül-Vekayi adıyla yayın hayatına devam ettiyse de aynı iddialı tutumunu sürdüremedi. 1870’te bütün yazıları Ahmed Midhat Efendi tarafından yazılan, sonraları Bedir adını alan Devir Gazetesi neşredildi.

1872 Haziranında Ahmed Midhat Efendinin idaresine geçen ve daha önce İskender Efendi tarafından yayınlanan İbret Gazetesi, Yeni Osmanlıların sözcüsü haline geldi. Namık Kemal’in baş yazarlığını yaptığı bu gazete 25.000 gibi o güne kadar görülmemiş bir tiraja ulaştı ve yayın hayatı boyunca 12.000'den aşağı düşmedi. Yazarları çeşitli sebeplerle İstanbul’dan uzaklaştırılan İbret Gazetesi, Namık Kemal’in Magosa’ya gönderilmesiyle 1873 yılında kapandı. Bu müddet içinde Aşir Efendi tarafından çıkarılan ve yazı işlerini Ebüzziya Tevfik’in yürüttüğü Hadika, Ahmed Midhat Efendi tarafından yayınlanan ve okuyuculara faydalı bilgiler veren Dağarcık Dergisi, Ravdat-ül-Mearif ve Ceride-i Tıbbiye-i Askeriyye dergileri ile Diyojen’i çıkaran Teodor Kasap Efendi tarafından çıkarılan Hayal ve Çıngıraklı Tatar gibi mizah dergileri de neşredildi.

1873 yılında Ebüzziya Tevfik’in siyasi yazılarıyla dikkati çeken ve kısa süre içinde kapatılan Sirac adlı gazete, yirmi beşinci sayısında kapatılan ve bir mizah gazetesi olan Latife, haberlere geniş yer ayırmasıyla tanınan ve akşam ilavesi çıkaran Hülasat-ül-Efkar Gazetesi, Ahmed Midhat Efendinin çeşitli fıkra ve hikayelerden başka roman tefrikalarına da yer verdiği Kırkanbar Dergisi, Dolap, Mecmua-i Nevadir-i Asar, Müteferrika, Revnak adlı gazete ve dergiler yayınlamışsa da ömürleri kısa ve tesirleri az olmuştur.

1873 yılında memleketin içine düştüğü siyasi ve ekonomik sıkıntılara ortak ve yardımcı olması beklenen basın ve yayın organları tamamen devletin karşısında yer alınca, memleketin içine düştüğü sıkıntılar gözönüne alınarak basına karşı bazı tedbirler alındı. Bu tedbirler üzerine, Amerikan ve İngiliz misyonerlerinin mali desteği ile geniş bir Arapça yayın merkezi haline gelen Beyrut’taki basın çevreleri, 1874’ten sonra kendilerine daha rahat çalışma imkanı veren Mısır’a gittiler. Midhat Paşanın sadrazamlığı zamanında İstanbul basınına karşı zecri tedbirler uygulandı. Bu tarihte vilayetlerde yayınlanan gazetelerin sayısı yirmiyi buldu. Ayrıca devletçe masrafları karşılanarak kurulan vilayet basımevlerinde yerli ve özel gazete ve kitapların basılmasına da izin verilince; kültür faaliyetlerini destekleme yolunda oldukça müsbet adımlar atıldı. Yine aynı dönemde ülkenin dört bir yanında yayınlanan gazetelerin toplu halde okuyucuların incelemesine sunulduğu kıraathaneler (okuma salonları) açıldı. Ancak o zamana kadar hiçbir vergi ve rüsuma tabi olmayan gazetelere, 1874’te, her gazeteye iki paralık pul yapıştırma mecburiyeti getirildi.

Gazetelerin memleket şartlarını dikkate almamaları, tenkit ve hicivde ileri gitmeleri üzerine Haziran 1875’te siyasi özellikteki kitap ve dergilerin ön sansürden sonra yayınlanmasına karar verildi. Aynı yılın Eylül ayında, 1864 Nizamnamesi’ne “İlave baskıların sadece resmi ilanlar için kullanılabileceği” maddesi eklendi.

1874’te Münif Paşa tarafından çıkartılan, sanat ve ilim yazılarına yer veren haftada birkaç defa yayınlanan Mecmua-i Maarif, Agop Baronyan tarafından yayınlanan ilk tiyatro gazetesi olan Tiyatro, Basiretçi Ali Efendi tarafından çıkarılan mizah dergisi Kahkaha, Mehmed Arif Bey tarafından çıkarılan Medeniyet Dergisiyle, Şafak, Afitab-ı Maarif ve Misbah-ı Felah dergileri de yayınlandı. 1875 yılında, Tevfik Bey tarafından çıkarılan ve bir mizah dergisi olan Geveze, yine bir başka mizah dergisi Meddah, Mehmed Efendinin günlük çıkardığı dini bilgiler neşrederek ilgi gören Sadakat Gazetesi, Teodor Kasap tarafından yayınlanan günlük İstikbal Gazetesi, Filip Efendinin yayınladığı Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde de çeşitli şahıslar tarafından devam ettirilen Vakit Gazetesi, Şemseddin Sami’nin başyazarlığını yaptığı, Rum asıllı Papadapulas tarafından yayınlanan, daha sonra Mihran Efendi tarafından devralınan Sabah Gazetesi, Mehmed Tevfik Bey tarafından çıkarılan haftalık mizah dergisi Çaylak ile; bunların dışında Müsavat, Ümran, Selamet, Mirat-ı İber, Muharrir, Mecmua-i Maarif gibi kısa ömürlü gazete ve dergiler yayınlandı.

1877’de Midhat Paşanın sadrazamlığı zamanında bir matbuat kanunu hazırlandı. Bu tasarı mecliste kanunlaşmadan önce meclis dağıldı. İki bölümden meydana gelen bu kanunun birinci bölümü matbaalara, ikinci bölümü ise basına ait hükümleri ihtiva ediyordu. Aynı yıl içinde basın suçlarını yargılayan Meclis-i Ahkam-ı Adliye kuruldu. Harb hali sebebiyle gazetelerin hükumeti tenkide yönelik yayınlar yapmaları yasaklandı. Bu suretle Osmanlı basını yeni bir döneme girdi.

1876-1878 senelerinde pekçok gazete ve dergi çıkarıldı. Bunların belli başlıları; başyazarlığını Ahmed Midhat Efendinin yaptığı Çaylak, Tevfik Mehmet Bey tarafından çıkartılan Osmanlı Gazetesi, Şemseddin Sami’nin başyazarlığını yaptığı ve Mihran Efendinin yayınladığı kısa süreli Tercüman-ı Şark Gazetesi, Türk basınının en dikkate değer gazetelerinden olan, Ahmed Midhat Efendinin çıkardığı Tercüman-ı Hakikat Gazetesi, mizah gazetesi Karagöz, çocuk gazetesi Bahçe’dir.

1878’de memleketin içinde bulunduğu harb hali sebebiyle, Osmanlı birliğini ve ülkesinin bütünlüğünü bozmaya yönelik yayınlara karşı bazı tedbirlere ihtiyaç duyuldu. Maarif Nezareti, Matbuat Müdürlüğü ve Zabtiye Nezaretinin katkısıyla gazeteler üzerinde sansür uygulamasına gidildi. Hariciye Nezaretinde de dış basınla ilgili Matbuat-ı Hariciye Müdürlüğü kuruldu.

1878’de çıkmaya başlayan Tercüman-ı Hakikat Gazetesi, Ahmed Mithad Efendinin başarılı kalemi ile ve hükumeti tenkid etmeyen büyüklere şantaj, sansasyon özelliğinde olmayan ciddi haberciliğiyle bu devrin en uzun ömürlü ve itibarlı gazetesi oldu. Daha sonraki senelerde Ahmed Midhat Efendinin damadı Muallim Naci’nin idare ettiği bir edebi ilave verdi. Bu son derece ciddi ve terbiyevi bir edebiyat mecmuasıydı. Çocuklar için haftalık ilaveler verdi. Bu gazetede telif romanlar tefrika edildiği gibi, batı klasikleri de veriliyordu. Midhat Efendi bu arada 150’den fazla roman ve ilmi kitap yayınladı. Kitaplar, çekici ve akılcı bir üsluba sahib olduğundan, okutucu ve öğreticiydi. On dört ciltlik Avrupa Tarihi, üç ciltlik Dünya Tarihi serileri, o devirde halk tarafından merakla okundu.

1879’da Ebüzziya Tevfik Bey tarafından Mecmua-i Ebüzziya Dergisi çıkarıldı. Ebüzziya Tevfik, pekçok kitaplar, yıllıklar yanında bazı klasik eserler yayınladı. Kütüphane-i Ebüzziya adlı bir kolleksiyon meydana getirdi. 1879’da Mehmed Ali tarafından iktisadi ve zirai konulara yer veren 15 günlük Vasıta-i Servet ve 1880’de Vakayi-i Tıbbiye adlı meslek dergileri de yayınlandı. 1881’de Encümen-i Teftiş ve Muayene, Maarif Nezareti’nde de Tetkik-i Müellefat Komisyonu kuruldu. 1888’de matbaaların bastığı bütün yayınlara önceden izin aldıktan sonra basma şartı getirildi.

1891’den önce Tercüman-ı Hakikat’ten başka; on iki bin tirajlı Sabah, Saadet ve Tarik gazeteleri de çıkarıldı. Jön Türkler hareketinin belli başlı simalarından olan Murad Bey, 1885 yılında haftalık Mizan Dergisini çıkarmaya başladı. Bir ara Avrupa’ya kaçan Mizancı Murad, yayınına Paris’te devam etti. İkinci Meşrutiyetin ilanı üzerine İstanbul’da tekrar yayınlanmaya başladıysa da uzun ömürlü olmadı; 1909’da tekrar kapandı.

Kadrosunda Namık Kemal, Abdülhak Hamid Tarhan’ın da bulunduğu Gayret Gazetesi, 1886 yılında yayınlanmaya başladı. Abdülhalim Memduh, Tepedelenlizade Kamil, Cenab Şehabeddin gibi kimselerin yazı yazdığı Muhit Gazetesi 1888’de çıktı. İlkokul çocuklarına temel bilgiler vermek gayesiyle eğitim ve öğretime yönelik olan Mekteb Dergisi 1891'de kitapçı Karabet tarafından çıkarıldı. Bir müdet böyle yayınlandıktan sonra 1894 yılında edebiyat dergisi haline geldi, Edebiyat-ı Cedidecilerin toplandığı bu dergi, okuyucuların ilgisini çekmek için çeşitli edebi anketler düzenledi. Edebiyat tarihi açısından önemli bir yer işgal eden Servet-i Fünun Dergisi, Ahmed İhsan (Tokgöz) Bey tarafından 27 Mart 1891’de çıkarılmaya başlandı. Aynı dönemde yayınlanan Malumat adlı edebi dergiyle edebi tartışmalara giren Servet-i Fünun Dergisinde, Edebiyat-ı Cedideciler olarak adlandırılacak şair ve yazarlar bir araya geldi. Ocak 1895’te mecmuanın idaresini Tevfik Fikret aldı ve altı yıllık bir yayından sonra 1901’de ayrılmasına rağmen yayınına devam etti.

Servet-i Fünunla tartışmalara giren ve önce Artin Efendi tarafından yayınlanan Malumat Dergisi, 1894’te kapatıldı. 1895’te Baba Tahir tarafından tekrar yayınlanan Malumat Dergisinde eski edebiyatı savunan edebiyatçılar toplandılar. 5 Temmuz 1894’te Ahmed Cevdet (Oran) tarafından yayınlanan ve Türk basınının uzun ömürlü ve tesirli gazetesi olan İkdam, Latin harflerinin kabulüne kadar devam etmiştir. İkdam’ı yayınlayan Ahmed Cevdet’e bu yüzden "İkdamcı" takma adı verilmiştir. 1895’te ilk kadın gazetesi Kadınlara Mahsus Gazete çıkarıldı. 1899’da Mehmed Rıza tarafından yayınlanmaya başlayan Resimli Gazete, 1916 yılına kadar yayınını sürdürdü. Daha çok tercümeye yer veren ve resimli bir gazete olan Musavver Terakki 1900’de yayınlanmaya başladı.

Yurt dışındaki basın: Padişaha ve Babıali hükumetlerine karşı olan, çeşitli vesilelerle Avrupa’ya kaçan devlet aleyhinde bulunan ve kendilerine; Genç Osmanlılar, Jön Türkler ve İttihatçılar adını veren kimseler, Avrupa’da çeşitli cemiyetler kurdular. Bu cemiyetlerin ilki Şinasi, Namık Kemal, Nuri, Refik ve Ayetullah Bey tarafından kurulan Yeni Osmanlılar Cemiyetidir. Bu cemiyetin reisi Mir’at Gazetesi sahibi Refik Bey idi. Daha sonra kurulan İttihat ve Terakki Cemiyeti, Yeni Osmanlıların yurt dışındaki basın faaliyetlerinin çok üstünde faaliyet gösterdi. İngiltere, Fransa, Avusturya, İsviçre, Belçika, Bulgaristan, Romanya, İtalya, Yunanistan, Kıbrıs, Mısır, Amerika ve Brezilya’da, Abdülhamid Han ve Babıali hükumetleri aleyhinde yayın yaptılar. Dış kaynaklardan ve Mısırlı Prens Mustafa Fazıl Paşadan destek gören bu kimseler, çeşitli gazeteler çıkardılar.

Yurt dışında çıkan bu muhalif basının ekseriyeti Türkçe olmakla birlikte; Fransızca, Arapça, Almanca, İngilizce ve hatta İbranice olarak yayın yapıyordu. Bu gazetelerin en eskisi, Ali Süavi’nin Avrupa’ya kaçmasından sonra Londra’da yayınlamaya başladığı Muhbir’dir. Fransızca ve İngilizce ekler de veren Muhbir, Mustafa Fazıl Paşanın maddi desteğiyle 1867-1868 yıllarında 50 sayı kadar yayınlandı. Muhbir’den sonra Yeni Osmanlıların yayın organı olan Hürriyet, Ziya Paşa ve Namık Kemal tarafından 1868-1869 yıllarında Londra’da seksen dokuz sayı çıkarıldı. Ali Süavi’nin, Sadrazam Ali Paşa hakkındaki bir yazısı üzerine, İngiltere adliyesi tarafından takibata uğrayınca, 1870 yılında Cenevre’de Ziya Paşa tarafından on bir sayı olarak çıkarıldı. Altmış üçüncü sayıdan itibaren Namık Kemal gazeteden ayrıldı ve 1869’da yurda döndü. Ziya Paşa ise 1871’de döndü. Ali Süavi, Mustafa Fazıl Paşanın verdiği para ile Paris’te Ulum adlı bir gazete çıkarmaya başladı. 1870’de Cenevre’de Hüseyin Vasfi Paşa ve Mehmed Bey tarafından yayınlanan İnkılab (Paris 1878), Hayal (Londra 1879), İstikbal (Cenevre 1880), Gencine-i Hayal (Paris 1881), Yeni Osmanlılar döneminin yurt dışında yayınladığı basın organlarıdır. 1895 yılında Ahmed Rıza tarafından yayınlanan Meşveret, 1897’de Fransızca nüsha da yayınlamaya başladı. Hükumetin takibi neticesinde Paris’ten ayrılmak zorunda kalan Ahmed Rıza, Meşveret’i, İsviçre ve Belçika'da yayınlamaya devam etti. Jön Türk hareketinin ileri gelenlerinden olan Mizancı Murad, 1877’de Mizan Gazetesini Kahire’de yayınlamaya başladı. Bu gazetede, Hıristiyan Arap kavmiyetçilerinden Halil Ganem, Fransa’da Türkiye aleyhtarı yazılarıyla tanınan Albert Koda gibi şahıslar yazı yazdı.

Daha sonra Cenevre’de yayınlanan Mizan bir ara Fransızca olarak da çıkarıldı. 1897’de İttihad ve Terakki mensuplarından olan İshak Sükuti ve Abdullah Cevdet tarafından Türkçe ve Fransızca olarak Osmanlı Gazetesi çıkartıldı. 1900 yılından sonra Londra’da ve Kahire’de yayınlanan Osmanlı Gazetesi, Abdullah Cevdet’in Viyana sefaretine doktor, İshak Sükuti’nin ise Roma sefaretine sefir olarak tayin edilmeleri üzerine, bir müddet kapandı. 1902’den sonra yeniden yayınlanmaya başladı. Jön Türklerin ikiye ayrılmalarından sonra, Paris’te toplanan Ahrar Grubuna karşı ortaya çıkan Ekseriyet Fırkasının yayın organı oldu. Bu dönemde yazı işleri müdürü Hüseyin Siret, idare müdürü ise İsmail Hakkı Paşa idi. 1896’da Tunalı Hilmi tarafından Cenevre’de çıkarılan Ezan, 1897’de Kahire’de yayınlanan Kanun-i Esasi ve el-Katib, 1899’da Cenevre’de yayınlanan İntikam, 1899’da Londra’da yayınlanan Hilafet, 1900’de Kahire’de Leon Efendi tarafından çıkarılan Sada-yı Millet, 1901’de Brüksel’de Avlonya mebusu İsmail Kemal tarafından yayınlanan Selamet Gazeteleri de Padişahın ve hükumetin yardımları ile hayatlarını idame ettirdikleri halde, Abdülhamid Hana ve Babıali hükumetlerine karşı çıkan dış basındandır. 1904’te Abdullah Cevdet tarafından Cenevre’de çıkarılan İctihad Gazetesi bir ara Mısır’da ve daha sonra İstanbul’da yayınlandı. Prens Sebahaddin ve Ahmed Fazıl tarafından 1906’da Kahire’de çıkarılan Terakki Gazetesi, adem-i merkeziyetçilerin yayın organı oldu. Yine bu fikri savunan Şura-yı Osmani, Yeni fikir ve Hilafet gibi gazete ve dergiler de vardı.

Sultan İkinci Abdülhamid Han, çoğu gayri müslim azınlıkların ve yabancıların elinde olan ve devlet adına tahsile gidip Avrupalıların kontrolüne girerek, yaşadığı toplumun değerlerine yabancılaşan sözde aydınların elindeki basın ve yayın organlarına karşı zamanın siyasi şartları sebebiyle bazı tedbirler aldı. Müslim, gayri müslim ve Türk olmayan çeşitli unsurlardan meydana gelen Osmanlı Devletinin dünya konjonktürü içindeki o günkü yeri bunu icab ettiriyordu. Sultan İkinci Abdülhamid Han, basını tam serbest bırakıp bazı tedbirler uygulamasaydı, 1908 sonrasında olan hadiseler otuz yıl öncesinden patlak verirdi. Osmanlı toplumunu sömürmek için bütün yolları deneyen ve bu kirli maksadlarını gerçekleştirebilmek için türlü hilelere başvuran Hıristiyan Avrupa devletlerinin saldırılarına, çok daha hazırlıksız yakalanılırdı. Sultan İkinci Abdülhamid Hanın, aldığı bu tedbirler, Osmanlı toplumu içindeki Müslümanlara ve Türklere otuz yıllık bir hazırlanma ve dinlenme dönemi sağlamıştır.

 
Abdülhamid Hanın basın politikası; devletin parçalanmasını, milletin düşman kamplara ayrılmasını önlemek gayesine yönelik şuurlu bir adımdır. Ayrıca Osmanlı Devletini yıkmak için asırlardır uğraşan Hıristiyan Avrupa devletlerinin tehditleri ve oyunlarıyla, Osmanlı ülkesinin sosyo-ekonomik yapısından kaynaklanan nazik durum ve 1876-1878 yıllarında meydana gelen, Abdülaziz Hanın hal’i ve şehid edilmesi, Beşinci Murad’a karşı yapılan hareketler, Ali Süavi baskını ve Rusların Yeşilköy’e kadar gelmeleri de bu basın politikasını etkilemiştir.

Abdülhamid Hanın uyguladığı bu basın politikasına karşı çıkan ve İkinci Meşrutiyetin verdiği serbestlikten istifade ederek bir baskınla iktidara gelen İttihat ve Terakki Fırkası ve daha sonraki iktidarlar, bu tedbirlerin çok daha şiddetlisini uygulamışlardır. Bunun yanında Abdülhamid Hanın, matbuata verdiği önem pek fazladır. Şahsına karşı olsa bile zamanındaki dergi ve gazetelerin mükemmel ve en güzel şekilde çıkmasını sağlamak için Servet-i Fünun gibi bazı gazete ve dergilere yardımda bulunduğu, hatta onlar için Avrupa’dan usta elemanlar getirttiği de bir başka hususiyettir.

İttihat ve Terakki devri: Meşrutiyetin ikinci defa ilanı üzerine, yurt dışına kaçmış olanlar yurda döndüler ve yurt dışında yayınladıkları gazeteleri, İstanbul’da çıkarmaya başladılar. İkinci Abdülhamid Hanın İkinci Meşrutiyeti ilan ettiği 24 Temmuz 1908 günü toplanan gazeteciler, gazete müsveddelerini sansüre vermeme kararı aldılar. 25 Temmuz 1908 günü gazeteleri ön kontrolden geçirtmeden piyasaya sürdüler. Bu gazeteler; Sultan ikinci Abdülhamid Han döneminde yayınlanan İkdam, Sabah, Tercüman ve Saadet gazeteleriydi ve her biri alelacele meşrutiyet ve hürriyet savunuculuğuna girip, kadrolarını yenilediler. 24 Temmuz günü, daha sonra Gazeteciler Bayramı olarak kabul edildi. Kanun-i Esasi'deki; “Matbuat, kanun dairesinde serbesttir.” hükmü; “Hiçbir şekilde kablettab’ı (baskıdan önce) teftiş ve muayeneye tabi tutulamaz.” şeklinde değiştirildi. Sansürün kaldırıldığı bu şekilde ilan edilirken, 1877 (Ramazan-ı mübarek 1294) tarihli İdare-i Örfiyye ve Askeri Mehakim Kanunu kasten yerinde bırakıldı. 1919 tarihine kadar bu kanuna dayanarak sansürü aratacak uygulamalarda bulunuldu. Bir çok dergi ve gazete defalarca kapatıldı. Mesela 1910 yılında Baha Tevfik’in çıkardığı, Eşek adlı mizahi dergi, kırk bini bulan ilk sayısından sonra kapatıldı. Ancak Baha Tevfik birkaç defa Divan-ı Harb-ı Örfi karşısına çıkmak bahasına yılmadı ve dergilerinin biri kapanınca diğerini çıkardı. Eşek’i; Yuha, El-Malum, Kibar, Alafranga Eşek takib etti. Bu devirde en fazla gazetesi kapatılan ve mahkemeye çıkan Lütfi Fikri Bey oldu. 1911 ila 1913 tarihleri arasında çıkarmış olduğu Tanzimat Gazetesi tam on altı defa kapanıp yeniden yayına başlamıştır.

Bu dönemin en bariz özelliği, pekçok gazete ve derginin hep birlikte Abdülhamid Hanın memleketin içinde bulunduğu nazik durumlar sebebiyle tatbik ettiği Meşrutiyet öncesi icraatı tenkid etmekti. Sadece İstanbul’da 1908-1909 senelerinde 353 gazete ve dergi yayınlandı. Bu sayıya ülkenin dört bir yanında yayınlanan Türkçe gazetelerle yabancı dilde yayınlananlar da eklenince, birdenbire binlerce yayın ortaya çıktığı görülür. Bunlar arasında Osmanlı Devletinin parçalanmasını ve yıkılmasını isteyen her fikrin savunucusu ve sözcüsü olan yayın organları ortaya çıktı. Böylece memlekette bir fikir anarşisi doğdu.

Eski gazeteler kendilerini yenilemeye çalışırken, Abdullah Zühdü ile Mahmud Sadık Yeni Gazete’yi; Tevfik Fikret, Hüseyin Cahit (Yalçın) ve Hüseyin Kazım (Kadri) Tanin’i kurdular. İktidara muhalif yayınlar yapan Tanin Gazetesi birkaç defa kapatıldıysa da; Cenin, Renin, Senin ve Hak gibi değişik isimler altında yeniden çıktı. Yeni Tasvir-i Efkar Gazetesi de, İttihatcıları destekler mahiyette yayınlar yaptı. Kısa ömürlü Hukuk-i Umumiyye ile Selanik ve Manastır'da yayınlanan Şura-yı Ümmet, Rumeli ve Silah gibi gazeteler de İttihat ve Terakki fikirlerinin savunuculuğunu yaptı. Bunların yanında İttihat ve Terakkinin fikir ve icraatlarına karşı çıkan partilerin yayın organı şeklinde gazeteler de ortaya çıktı. Ahrar Partisinin Osmanlı, Mevlanazade Rıfat’ın Hukuk-ı Umumiyye, Serbesti gazeteleri, Mizancı Murad’ın Mizan’ı, Ali Kemal’in başına geçtiği İkdam, 31 Mart Vak’asını kışkırtan Derviş Vahdeti’in Volkan’ı, Cemiyet-i İlmiyye-i İslamiyye’nin Beyan-ül-Hak adlı gazeteleri bu kısımda sayılabilir. Bu arada çıkan sayısız mizah dergisi de, kamuoyuna tesir etmeye çalıştı.

Ayrıca bu dönemde, her türlü düşünce, doğudan ve batıdan kaynaklanan her türlü akım yazıya dökülüp kamuoyuna sunuldu. Her milletin, her azınlığın, hem kendi dilinde, hem de Türkçe olarak yayınlanan gazeteleri ortaya çıktı. Komünizmi ve sosyalizmi öven, İştirak, Sosyalist, İnsaniyet, Medeniyet, İdrak gibi yayın organları bu dönemde yayın hayatına girdi.

İkinci Meşrutiyetin ilanının ilk aylarında serbestlik içinde bulunan, dilediklerini yazan, milleti padişah ve devlet adamları aleyhinde isyana teşvik eden gazete ve dergiler üzerinde, 31 Mart Vak’asından sonra iktidarı ele geçiren İttihat ve Terakki komitesince, kontrol sıklaştırıldı. 5 Nisan 1909’da İttihatçılara karşı olan Serbesti Gazetesi yazarı Hasan Fehmi öldürüldü. Meclise 28 Nisan 1909’da bir Matbuat Kanunu getirildi. Meşrutiyetin yıldönümünde kanunlaşan ve Fransız Basın Kanunu esas alınarak hazırlanan bu kanuna göre, gazete çıkarmakta beyanname esası getiriliyordu. Bu kanunda devletin temelini sarsmaya yönelik, padişahı, dinleri ve Osmanlı milletini koruyucu, suçu ve ayaklanmayı kışkırtıcı yazıları frenleyen maddeler de vardı.

31 Mart Vak’asında Tanin başyazarı Hüseyin Cahit zannedilerek bir milletvekili öldürüldü. 31 Mart Vak’ası bastırılınca kışkırtıcılardan olan Derviş Vahdeti idam edildi ve İttihatçılara muhalif olan gazetesi Volkan kapatıldı. İttihatçılara muhalif olan Sadayı Millet Gazetesi yazarı Ahmed Samim, 9 Haziran 1910’da; Şehrah Gazetesi yazarı Zeki ise 10 Temmuz 1911’de öldürüldüler.

Bu dönemde yayınlanan gazetelerden biri de 1903’te çıkmaya başlayan Sırat-ı Müstakim’in devamı olan; camilere sandalye konulmasını, müzikli ibadet edilmesini, İslam dininde reform yapılmasını isteyen Şemseddin Günaltay, İzmirli İsmail Hakkı, Sa’id Halim Paşa gibi dinde reformcuların ve Mehmed Akif, Ahmed Hamdi (Aksekili) gibi yazarların yazdığı Sebil-ür-Reşad Dergisidir. Bu dergi yayımını aralıklarla Cumhuriyetten sonra da sürdürdü. Bu dönemde yayınlanan dini yazıların neşredildiği, Ceride-i Sufiye, Sıyt-i Hilafet, İlmiye, Mikyas-ı Şeriat, Hikmet, Beyan-ül-Hak ve İslam Mecmuası gibi yayın organları da sayılabilir. İttihat ve Terakkinin Selanik’te yayınlattığı Bağçe, İstanbul’da yayınlanan İttihat ve Terakki taraftarı Yeni Tasvir-i Efkar, Milliyet, Hak Yolu, Hürriyet, İttihad, İttifak gazeteleriyle mizah gazetesi Karagöz, 1909’da çıkmaya başlayan Alemdar, Tazminat, Teşkilat, Maşrik, Te’sis, Te’minat, Tanzimat gibi adlarla çıkan muhtelif gazeteler sayılabilir.

İttihat ve Terakki Fırkasının 1913 yılında gerçekleştirdiği Babıali baskınıyla iktidarı tekrar ele geçirmesinden sonra başlayan Birinci Dünya Harbi ile birlikte, harb hali sebebiyle basın üzerine mecburi kontrol getirildi. Sıkı yönetim ve kağıt sıkıntısının etkisiyle pekçok gazete kapandı ve kapatıldı. Sadece iktidarda bulunan İttihat ve Terakki yanlısı Tanin, Sabah ve Tasvir-i Efkar gazeteleri ayakta kalabildi. Bu devirde gazetelerde hususiyetle Türkçülük teması işlendi. Savaş boyunca iktidarın açıklamaları dışında bir şey yazmak yasaklandı. Sadece “Nihai zafere kadar harb!” sloganı işlendi. Uygulanan yanlış iç ve dış politikalar sebebiyle ortaya çıkan kötü neticelerin yazılması yasaklandı. Savaşın beklenenden uzun sürmesi üzerine 1917’den sonra umumi barış temasının işlenmesine başlandı. 1917’de Asım ve Hakkı Tarık Us tarafından Vakit, ertesi yıl yayınlanmaya başlayan Akşam gazeteleri uzun ömürlü oldular. 1918 yılında Celal Nuri İleri tarafından Ati (daha sonraları İleri), Yunus Nadi tarafından yayınlanan Yeni Gün gazeteleri özellikle milli mücadele sırasındaki yayınlarıyla önem taşırlar. 1917’de Afyon’da yayınlanmaya başlayan Öğüt, önce Konya’ya 1919’dan sonra Ankara’ya taşınarak yayınını sürdürdü. Bu dönemde yayınlanmaya başlayan Türk yurdu, Milli Tetebbular Mecmuası, Osmanlı Tarih ve Edebiyatı Mecmuası, İctimaiyyat Mecmuası, Yeni Mecmua, ilmi, fikri ve edebi ağırlıklarıyla dikkati çektiler. Mizah gazeteleri arasında ise; Kalem, Davul, Püsküllü Bela, Curcuna, Coşkun Kalender, Hokkabaz, Dalkavuk, Zevzek, Hoca Nasreddin, Geveze, Meddah, Hacıvat, Hayal-i Cedid, Şaka, Eşek vb. sayılabilir.

İttihatcı hükumetin düşmesi ve Mondros Mütarekesinin imzalanması üzerine, Anadolu’da bulunan muhalif gazeteciler İstanbul’a döndüler. Yeni bir basın patlaması ve İttihatçılıktan arınma akımı başladı. 13 Kasım 1918’de galip devlet donanmalarının İstanbul’a girmesiyle mütareke dönemine girildi. Osmanlının mirası ve Türk milletinin geleceği, 1918-1922 yılları arasında mütareke basınıyla, milli mücadele basını arasında uzun uzun tartışıldı. Merkezi Ankara’da olan Kuva-yı Milliye hareketini Akşam, Vakit, İleri, Yeni Gün, Tercüman, Dergah, Tasvir-i Efkar, Albayrak, İkdam gazeteleriyle Anadolu’nun ve Trakya’nın değişik yerlerinde yayınlanan çeşitli gazete ve dergiler desteklediler. Ankara hükumetine cephe alanlar ise, Peyam-i Sabah, İstanbul, Aydede, Alemdar, Güleryüz, Ümit, Aydınlık, Zincirbent, Cumhuriyet, İrşad, Tan, Yeni Dünya, Şarkın Sesi, Ferda, Zafer, Hatif gibi gazete ve dergilerdi.

Osmanlı Devleti zamanında, faydalı yayınlar yaparak devlet ve millet menfaatlerini savunarak güzel hizmetler vermesi gereken basın, çoğu yabancıların ve azınlıkların elinde bulunması sebebiyle az bir kısmı hariç, devletin ve devlet adamlarının karşısında ve Osmanlı Devletinin parçalanmasını ve yıkılmasını isteyen düşmanlar yanında yer aldılar. Faydalı yayınlarla milleti aydınlatacakları yerde, yangına körükle gidercesine hadiseler üzerine gidip devlet ile milletin arasını açtılar. Bazı zamanlar basın ve yayın hayatıyla ilgili serbestlikten ve imtiyazlardan faydalanarak azınlıkların ve halkın haklarını savunmak bahanesiyle altı yüz yıl adaletle hüküm sürmüş olan Osmanlı Devletinin yıkılışını hızlandırdılar. Böylece millet nazarındaki itimat ve prestijlerini kaybettiler.

Özel gazete ve mecmualar yanında bizzat devletin çıkardığı yayınlar da bir hayli yekün tutuyordu. İkinci Mahmud Han tarafından çıkarılmaya başlanan Takvim-i Vekayi’den başka çeşitli devlet kuruluşları tarafından bir senelik hadiseleri içinde toplayan salnameler (yıllıklar) tertib ve neşredildi. Osmanlılarda ilk resmi salname 1847 senesinde neşrolundu. Bu salnameyi düzenlemekle Hayrullah Efendi vazifelendirildi ise de Ahmed Vefik Paşaya yaptırdı. Sonraları Cevdet Paşa, daha sonraları da Meclis-i Mearif Başkatibi Behçet, Meclis azasından Rüşdi beyler tarafından yapılan salname, bilahare Mearif Nezareti Mektubi Kalemi Hey’etine, 1888’den sonra da Me’murin-i Mülkiye Komisyonuna bağlı Sicill-i Ahval idaresi tarafından tanzim edildi. Resmi salname, saltanatın sonuna kadar bu idare tarafından tertib edildi.

İlk zamanlar yüz küçük sayfayı geçmeyen salnameler, sonraları iki-üç yüz, en nihayet yedi-sekiz yüz sayfayı bulmuştur. Bunlarda, devletin resmi teşkilatından başka; memurların isimleri, tayin tarihleri, rütbeleri, nişanları gösterilir, birer vesika mahiyetini taşırlardı. Umumi salnamelerden başka, yine resmi mahiyette olmak üzere nezaretler (bakanlıklar), vilayetler (valilikler) de salname çıkartırlardı. Bunlardan 1915-1916 senesinde neşr edilen İlmiye Salnamesi geniş bilgileri ihtiva etmektedir. Nezaretlerin bir kısmı sadece bir tane salname düzenlemekle yetinmeyip, birden fazla salname neşretmişlerdir. İlk sene 1257 sayfalık bir salname çıkaran Maarif Nezareti, 1900-1901’de üçüncü defa olarak bastırdığı salnamedeki sayfa sayısını 1678’e çıkarmış ve memleketin bir de haritasını koymuştur. 1907-1908’de son olarak çıkartılan Altıncı Maarif Salnamesi 742 sayfa idi.

Vilayetlerce ilk salname, 1866-67 senesinde tertib edildi. Vilayetlerin bazılarında yalnız bir tek salname neşredildiği halde, bazılarında yirmiye yakın salname çıkarılmıştır. En çok salname çıkaran vilayetler ise, Hüdavendigar (Bursa) ve Selanik’tir.

Salnamelerden başka kanun ve nizamnameleri ihtiva eden Düstur adı verilen kitap ve mecmualar da çıkarıldı. Osmanlılarda ilk kanun mecmuası Cevdet Paşa tarafından hazırlanarak 1863 senesinde o zamanın devlet matbaası olan Matbaa-i Amirede bastırılıp, resmi dairelere dağıtılmış ve satışa çıkarılmıştır.
 
R
Redif Teşkilatı
Osmanlı Devletinde ihtiyat askerine verilen ad. Sultan İkinci Mahmud Han, 1826 târihinde Yeniçeri Ocağını kaldırarak yerine Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye adıyla yeni bir ordu teşkilâtı kurdu. Daha sonra da, Osmanlı ordusunun muvazzaf birliklerine, ihtiyaç hâlinde kaynak olması için yeni terhis edilmiş askerlerden faydalanma yoluna gidilerek devlete mâlî bakımdan fazla yük yüklemeyecek Redîf Teşkilâtı kuruldu. Redîf-i Asâkir-i Mansûre adı verilen bu ihtiyât kuvvetlerinin tertip tarzı Sultan İkinci Mahmûd Han tarafından Serasker Hüsrev Paşaya havâle edildi. Ancak halkın yeni kurulmuş Asâkir-i Mansûre ve Hassa Teşkilâtına iyice intibak etmesi için Redîf teşkilâtı kurulması biraz geciktirildi. Bu esnâda Redîf teşkilâtı hakkında halka bilgi verilip, redîf (ihtiyat) yazılmaya heveslendirildi.

24 Mayıs 1834 târihinde Sultan İkinci Mahmûd Hanın kızı Sâliha Sultanın düğünü vesîlesiyle taşrada bulunan vezirlerle âlim ve eşraftan bâzıları dâvet edilerek, Redîf Teşkilâtı konusunda istişârî mâhiyette görüşmeler yapıldı. Bunu ikinci ve üçüncü toplantılar tâkip etti. Bâb-ı fetvâda Kânunnâme okunup, kabul olundu ve pâdişâhın irâdesi alınarak 8 Temmuz 1834 târihinde Redîf Nizamnâmesi yürürlüğe girdi. 28 Temmuz 6 Ağustos 1834 târihli hükümlerle de durum Redîf Teşkîlâtı kurulacak yerlerin vâli, mutasarrıf ve diğer ilgililerine bildirildi.

Redîf kuvvetlerinin alay ve merkezleri şu şekilde tanzim ve tespit edilmişti:

1. Hassa ordusu redîf alayları: Merkezleri sıra ile İzmit, Bursa, İzmir, Aydın, Afyonkarahisar ve Isparta’da bulunan altı piyâde alayı; Bursa, Aydın ve Isparta’da üç süvârî alayı ve yine Isparta’da bir topçu alayı.

2. Dersaâdet (İstanbul) ordusu redîf alayları: MerkezleriEdirne, Bolu, Ankara, Çorum, Konya ve Kayseri’de altı piyâde alayı; Bolu, Ankara ve Kayseri’de üç süvârî alayı ile Çorum ve Edirne’de birer topçu alayı.

3. Rumeli redif alayları: Merkezleri Manastır, Selânik, Yanya, Üsküp, Sofya ve Şumnu’da altı piyâde alayı.

4. Anadolu ordusu redif alayları: Merkezleri Sivas, Tokat, Harput (Elazığ), Erzurum, Diyarbakır ve Kars’ta altı piyâde alayından kurulmuştu. Her dört ordudaki redîf piyâde alayları dörder taburluydular.

Dörder bölükten meydana gelen redîf taburlarında başlangıçta 1308 nefer bulunması gerekmekte ve her bölüğün ilk üç onbaşısına 28, diğer dokuz onbaşısına ise 27’şer nefer isâbet etmekteydi. Şubat 1835 târihinde alınan bir kararla redîf taburlarında bulunması gereken nefer sayısı 1200’e indirildi. Bu değişiklikle bölüklerde bulunan onbaşılar arasında eşitlik sağlandı. Böylece her onbaşıya 25 nefer verildi.

1836’da Redîf Teşkilâtında bâzı yenilikler yapıldı. Redîf süvârî alayları teşkil edildi. 1869’da çıkarılan yeni bir kânuna göre muvazzaflık hizmet süresi dört yıla indirildi ve bir yıl muvazzaf ihtiyattan sonra, altı yıl sürecek bir redîflik hizmet dönemi esas kabul edildi. Rediflik süresi 1887’de sekiz yıla çıkarıldı.

Redîf Teşkilâtına kumanda edecek subaylar, muvazzaf ordu subaylarıyla aynı niteliklere sâhip bulunuyorlardı. Ancak bunlar, rediflerin bulundukları yerleşim bölgelerinde sulh zamânında askerlik şûbelerinde vazîfelendirilmişlerdi. Redîf teşkilâtı 1912’de kaldırıldı.


Reisülküttap
Osmanlı Devletinde, dîvân-ı hümâyunda, doğrudan doğruya vezîriâzama bağlı yazı işleriyle meşgul kalemlerin ve buradaki kâtiplerin faaliyetine nezâret eden dâire reisi.

Osmanlılarda ilk defâ Fâtih Sultan Mehmed Kânûnnâmesinde görülen reîsülküttap tâbirinin daha evvelki târihlerde de mevcut olduğu anlaşılmaktadır. Bu kânunnâmeye göre, reîsülküttap, dîvânda vezîriâzamın önünde durarak muâmele görecek yazıları okurdu.

Reîsülküttap, dîvân-ı hümâyunda kitâbet sınıfında yetişir ve muayyen kademeleri geçtikten sonra bu makâma getirilirdi.

Reîsülküttap bütün dîvân kâtiplerinin reisiydi. Tâyin ve tevcih beratları, idârî emirler ve hükümler, kâtipler tarafından yazıldıktan sonra ona gösterilirdi. Bütün beyler ve ulemâ ile diğer mansıp sâhipleri, beratların ve dîvân hükümlerinin yazılmasında onun dediğine îtimâd etmek zorunda idiler. Reîsülküttap, bu çeşitli vazîfelerini yerine getirebilmek için, emrindeki kâtipleri; 1) Beylikçi veya dîvân kalemi, 2) Tahvil veya nişan kalemi, 3) Rüûs kalemi adı verilen üç dâirede çalıştırırdı. Sonraları dördüncü bir dâire olarak âmedî kalemi kuruldu.

Reîsülküttap ve dîvân-ı hümâyun kâtipleri dîvân sırasında ikinci ve üçüncü kubbeler arasında otururlardı. Dîvân toplanırken, reis, defterdâr yönünden gelip vezîriâzamın sağ tarafına telhis kesesini koyar ve söylenecek bir şey varsa, kulağına yavaşca söyledikten sonra yerine çekilirdi. Onun arkasında reîse tâbi dîvân kâtiplerinden divitdâr efendi vezîrin önüne divit koyardı. 16. yüzyıl sonlarına kadar dîvân toplantılarında arz-ı hâlleri reîsülküttaplar yüksek sesle bizzat okudukları hâlde, sonraları bu işi birinci ve ikinci tezkireciler görmeye başladı. Ancak tezkirecinin dîvânda bulunmadığı zamanlar arz-ı halleri reis efendi okurdu.

Gizli yazılar kâtiplere bırakılmayıp, bizzat reis tarafından yazılır ve muhâfaza edilirdi. Bu arada yeniçerilere ulûfe dağıtımına âit telhisi, sadrâzamın ağzından reis bizzat yazar ve bir destmal (mendil veya havlu) içinde kapıcılar kethüdâsı ile pâdişâha gönderirdi. Daha sonra, pâdişâhın hatt-ı hümâyûnu ile geri gelen telhisi sadrâzam alır ve okuması için reise verirdi.

Muâhedeler ve pâdişâh irâdeleri reis tarafından husûsî torba ve sandıklarda saklanır, bu torbalara harita adı verilirdi. On sekizinci asırda her yıl sadrâzamın huzûrunda yapılan yıllık tevcihat merâsiminde, memuriyetleri bildirme vazîfesi reîsülküttâba âitti. O, nezâreti altında hazırlanmış olan beratları kendi eliyle sadrâzama verirdi.

Reîsülküttâbın surre-i hümâyûnun gönderilmesi sırasında da vazîfesi vardı. Surrenin gönderilmesinden bir gün evvel dârüsseâde ağası tarafından dâvet edilen reis efendi, Bâbıâlîde Mekke emîrine hitâben yazılan nâme-i hümâyûnu saraya götürüp bizzat dârüsseâde ağasına teslim ederdi.

Reîsülküttap sadrâzamla birlikte sefere gittiği zaman, pâyitâhtta sultanın yanına rikâb reisi ünvânıyle bir kaymakam tâyin edilirdi. Bu memuriyete rikâb-ı hümâyûn riyâseti denilirdi. Rikâb reisleri merâtip göz önünde tutularak umûmiyetle büyük tezkirecilerden seçilirdi.

Reîsülküttap terfî ederse, Fâtih Kânununa göre; nişancı veya defterdâr olabilirdi. Nitekim nişancı veya defterdârlıktan beylerbeyliğe veya vezirliğe yükselen pekçok reîsülküttap vardır. Abdurrahmân, okçu Mehmed, Abdürrezzâk Bâhir, Feyzi Süleymân paşalar beylerbeyliğine; Râmi Mehmed, Râgıb Mehmed, Nâili Abdullah, Halîl Hâmid ve Mehmed Emîn Vâhid gibi paşalar da vezirliğe yükselen reîsülküttaplardır.

Azledilen reîsülküttaplar, çok defâ eminlerden birine ve husûsiyle meşakkatli ve masraflı bir iş sayılan tersâne-i âmire emânetine tâyin edilirlerdi.

Reîsülküttapların ehemmiyeti, 18. asırdan îtibâren önemli ölçüde artmıştır. Nitekim bu asırda dîvân kalemi reisliği de üzerinde olmak kaydıyla bütün hâricî işler reislere havâle edilmiştir. Bu görevleri dolayısıyla ecnebî muharrir ve seyyahları, reîsülküttâbı, devlet sekreteri ve hâriciye nâzırı olarak târif etmişlerdir.

Sultan İkinci Mahmûd Han tarafından 1835 senesinde reîsülküttap ismi ve teşkilâtı kaldırılarak Umûr-i hâriciye nezâreti kuruldu. Son reîsülküttap olan Yozgatlı Mehmed Âkif Efendi de müşirlik rütbesiyle hâriciye nâzırı oldu.


Rumeli Eyaleti
Osmanlı Devletinin Avrupa topraklarındaki en büyük idârî birimi. Osmanlılar Rumeli’de ilk fetihlerini yaparken (1353-1359), Süleyman Paşa, bu kuvvetlerin başkumandanı sıfatı ile beylerbeyi durumunda idi. Daha sonra Sultan Birinci Murâd Han döneminde, Edirne merkez olmak üzere, Rumeli eyâleti kuruldu. Lala Şâhin Paşa da beylerbeyi tâyin edildi. Bu beylerbeyliğin vazîfesi, idârî olmaktan ziyâde, fetih harekâtını devâm ettirmek, yâni İslâm dînini yaymaktı. Bu yüzden beylerbeyiliğin sınır bölgelerine en seçkin komutanlar tâyin edildi.

Avrupa’daki Osmanlı toprakları genişledikçe, Rumeli Beylerbeyliğinin devlet içindeki nüfûzu da arttı. Bu eyâlet, Sultan İkinci Bâyezîd Han devrinde devletin en mühim idârî birimi olurken, Rumeli Beylerbeyine de akranları arasında en üst rütbe verildi. Vezir pâyesiyle, paşalık ünvânı ve divan toplantılarına katılma hakkı tanındı. Bâzı Rumeli Beylerbeyleri, aynı zamanda, veziriâzamlık da yaptılar.

Beylerbeyiler, ilk zaptedilen yerleri Paşa Sancağı hâlinde bizzât idâre ettikleri gibi, stratejik ehemmiyeti ön plânda olan ve idârî bir merkez olmaya elverişli bulunan kale ve şehirleri de, ehliyet ve kâbiliyet sâhibi beyler vâsıtasıyla hâkimiyetleri altında tutuyorlardı. On altıncı asır ortalarına kadar bölgedeki fethedilen bütün yerler, stratejik ehemmiyetlerine göre sancak hâline getirilerek, Rumeli Beylerbeyliğine bağlandı. Kânûnî Sultan Süleymân Han devrinin sonlarında, Macaristan’da yeni eyâletler teşkil edildi.

Osmanlı fethinden önce bölge halkı, zâlim kral ve imparatorların zulümlerinden kaçıp, Rumeli’yi boşaltmaya başlamıştı. Bu yüzden kayda değer büyüklükte bir şehre tesâdüf edilmeyen Rumeli bölgesinde ufak-tefek bâzı yerleşim birimleri vardı. Fetihten sonra Aksaray tarafındaki yörükler, topluca Rumeli’nin boş arâzisine yerleştirildi. Fethedilen yerlerde kimse aç ve açıkta bırakılmadı. Her taraf kısa zamanda îmâr edildi. Elde edilen vergi gelirinin iki-üç misli harcama yapılarak Rumeli âdetâ yeniden inşâ edildi. Câmisi, medresesi, imâreti, hamamı, köprüsü mektebi, çeşmesi, kışlası, insanların ihtiyâcı olan her şeyiyle Rumeli şenlendi. Temizlik ve güzellik, adâlet ve güzel ahlâk her tarafta yayıldı. Bâzı Hıristiyan köylerinden Rumeli Ağası nezâretinde devşirilen çocuklar, Müslüman köylülerin yanlarına verilip bilâhare acemi ocağına alınarak yetiştirildiler.

Beylerbeyilik merkezlerine (paşa sancağı), sancak merkezlerine ve kazâlara kâdılar tâyin edildi. Nâhiyelere nâibler vazîfelendirildi. Köy ve mahallelerde ise imamlara mesûliyet verildi. Kazâ ve nâhiyelerde sübaşılar âsâyişi temin ettiler. Tımar sâhipleri iyi muâmeleleriyle toprakları şenlendirdiler.

Aynî Ali Risâlesi’nde verilen rakamlara göre 16. asrın sonlarına doğru Rumeli toprakları 9274 kılıç olarak dirlik sâhiplerine dağıtıldı. Rumeli eyâletinden cebelüleriyle birlikte 33.000 kişi sipâhî ordusuna katılırdı. Ayrıca Rumeli’den on binin üzerinde yörük ve müsellem eşkinciyle bir o kadar da akıncı çıkardı. Rumeli Beylerbeyinin emrinde yaklaşık 60.000 kişilik bir ordu teşekkül ederdi.

Rumeli eyâleti, Kânûnî devrinde; Paşa livası (sırasıyla; Edirne, Sofya, Manastır), Gelibolu, Silistre, Niğbolu, Vize, Sofya, Köstendil, Midilli, Semendire, İskenderiye (İşkodra), Avlonya, İlbasan, Ağrıboz, Tırhala, Prizen, Alacahisar, Vidin, Florina, Mora, Vilçitrin, Yanya, Karlıili, İzvornik, Hersek, Bosna, Selânik, Kızılca Müsellem, Voynuk, Çingâne, Karadağ, Kefe veOhri sancakları olarak teşkilâtlandırılmıştı.

On yedinci asırda Mora ve çevresindeki sancaklar, Rumeli’den ayrıldılar. On dokuzuncu asırda ise; Üsküp, Bosna, Selânik ve Yanya, Rumeli eyâletlerinden ayrılarak ayrı birer vilâyet hâline getirildi. Rumeli de, Ohri, Kesriye ve İşkodra’dan ibâret bir eyâlet hâline geldi. 1864’te vilâyet sistemine geçilince de; Varna, Niş, Sofya, Tırnova, Rusçuk, Tolçu ve Vidin mutasarrıflıklarından meydana gelen Tuna vilâyeti kuruldu. İşkodra ve Edirne 1878’de ayrı birer vilâyet hâline getirilince, Rumeli eyâleti tamâmen ortadan kalktı ve Rumeli coğrafî bir tâbirden ibâret kaldı.
 
S, Ş
Sadâret Kaymakamı
Arapça “vekil” demektir. Osmanlılarda, sadrazam, hükümet merkezinden ayrıldığı zaman kendisine kubbe vezirlerinden “vezir-i sâni” vekâlet eder, bu vekâleti müddetince ona “sadâret kaymakamı” “kaymakam paşa” veya sâdece “kaymakam” denildiği gibi “kaymakam-ı rıkâb-ı hümâyûn” veya “kaymakam-ı âsitâne-i seâdet” de denirdi.

Kaymakam paşalar, vekâleti müddetince asıl gibi hareket eder, sadrazamın bütün salâhiyetlerini (yetkilerini) kullanırdı. Yalnız, seferin olduğu ve ordunun bulunduğu bölge, yetkisi dışında kalırdı. Buralardaki ilgili hüküm ve beratları veremezdi; bunların verilmesi doğrudan doğruya padişaha ve sadrazama âitti. Yabancılarla ilgili işlere de sadrazam bakardı.

Padişahlar sefer yerlerine sadrazamı gönderdikleri zaman merkezde sadrazama vekâlet edecek ve padişahla olan irtibatı sağlayacak bir memura ihtiyaç hasıl oldu. Bu makama sadrazamın itimat ettiği kimsenin tayin olması gelenek haline gelmişti. Göreve getirilen vezir, sadrazam ile birlikte padişah tarafından kabul olunur, kendisine samur kürk giydirilerek memuriyeti ilan edilirdi. Ayrıca, padişah Edirne’de olursa, İstanbul’a kaymakam veya muhafız tayin ederdi.

Kaymakamın başkanlığında toplanan dîvâna “kaymakam dîvânı” denirdi. Kaymakamlar, sadrazam gibi, dîvân günlerinde, evlerinde dîvân kurarlardı. Dîvâna katılan vezirlerle, kazaskerler, şıkk-ı evvel defterdarı, nişancı ve reisülküttâb, ordu ile birlikte gittiklerinden, kaymakamın kurduğu dîvânda İstanbul kadısı, şıkk-ı sâni ve sâlis defterdarları ile nişancı ve reisülküttap vekilleri bulunurdu.

Çarşamba dîvânına ise, İstanbul kadısından başka Galata, Üsküdar ve havass-ı Kostaniyye kadıları ile sekbanbaşı gelir, fakat sekbanbaşı yeniçeri ağasının vekili olarak fazla kalmayıp geri dönerdi. Cuma dîvânına sadece sekbanbaşı gelmezdi.

Kaymakam paşaların, kendine mahsus kıyafetleri vardı. Kaymakamlar, sadrazam gibi zaman zaman gezerek eşya fiyatlarını kontrol ederler, narha riâyet edilip edilmediğine bakarlar ve yine sadrazam gibi tersaneye gidip bahriye işlerini teftiş ederlerdi.

Osmanlı ordusunda, bugünkü yarbay karşılığında olan rütbeye de kaymakam denirdi.




Sadâret Kethüdâsı
Sadrâzamın yardımcısı.

On sekizinci yüzyıldan îtibâren resmî sıfat kazandı. Tâyinleri, sadrâzamın teklifiyle yapılırdı. Zamanla, sadâret kethüdâlığından, sadrâzam tâyin edilenler oldu. Çoğu zaman da, sadrâzamlar azledilince, sadâret kethüdâları da azledilirlerdi.

Bütün devlet işleri, sadrâzamdan önce, sadâret kethüdâsının elinden geçer, Bâbıâlî’den çıkan emirler onun tavsiyesine göre tatbik olunurdu. Daha çok dâhilî işlerle meşgûl olan sadâret kethüdâlığı, 1835 yılında Mülkiye, 1837’de de Dâhiliye Nezâreti adını aldı.

Sadrazam
Osmanlı devlet teşkilâtında pâdişâhtan sonra devletin en yüksek rütbeli idârecisi. Sadrâzam, “vezîriâzam” diye de bilinir ve padişahın mutlak vekîli olarak devlet işlerini idare ederdi. Sadrazamlara ayrıca “sadr-ı âlî, vekil-i mutlak, sâhib-i devlet, zât-ı âsafî” gibi unvanlar da verilirdi.

Osmanlı Devleti'nin kuruluş devresinde, sadrazama sâdece vezir denilirdi. Devletin ilk vezirleri hep ilmiye sınıfına mensup devlet adamları arasından seçilirdi. Orhan Gâzi devrindeki Vezir Alâeddin Paşa, Ahmed Paşa bin Mahmud, Hacı Paşa ve Sinâneddin Yûsuf Paşa ilmiye sınıfından vezirliğe getirilmişler; aynı şekilde Çandarlı Kara Halil ile oğulları da kazaskerlikten vezir olmuşlardır. Devletin ilk zamanlarında bir vezir bulunmaktayken, Sultan Birinci Murâd Han zamanından itibaren vezir sayısı artınca hükümdarın vekili olan veziri, diğerlerinden ayırmak üzere “vezîriâzam” veya “sadrâzam” unvanı ortaya çıktı. Tarihlerde belirtildiğine göre, ilk vezîriâzam, Çandarlı Halil Hayreddin Paşadır. On beşinci asır sonlarına kadar, vezir adedi üçü geçmedi. Vezirler; Dîvân-ı hümâyûn'da, Kubbealtı'nda toplanıp kendilerine verilen işlere baktıkları için, “kubbe vezîri” veya “kubbenişîn” adını da almışlardır.

Fâtih devrinde sadrâzamlık, devşirme yoluyla devlet kadrolarına giren liyakatli devlet adamlarına da verilmeye başlandı ve bu usul on sekizinci asra kadar devam etti.

Vezîriâzam veya sadrâzamlar hükümdarın mutlak vekîli olduklarından, onun beyzî ve yüzük şeklindeki tuğralı mührünü taşırlardı. Bu sebeple sözü ve yazısı padişahın irâdesi ve fermanı demekti. Nitekim Fâtih Kanunnâmesi’nde sadrâzamın devlet içindeki yeri şu şekilde yazılıdır:

“Bilgil ki vüzerâ (vezirler) ve ümerânın (emirler), vezir-i âzam, başıdır, cümlenin ulusudur, cümle umûrun vekîl-i mutlakıdır ve malımun vekîl-i defterdârıdır ve ol vezir-i âzam nâzırıdır ve oturmada ve durmada ve mertebede vezir-i âzam cümleden mukaddemdir (önce gelir).”

Sarayda toplanan ve önemli devlet işlerinin görüşülüp karara bağlandığı Dîvân-ı hümâyûnda, Fatih Sultan Mehmed Hana kadar bizzat padişahlar reislik ederken, bu görev daha sonra veziriâzamlar tarafından yerine getirilmeye başlandı. Veziriâzamlar, Dîvân-ı hümâyunda neticeye kavuşturulmayan veya arza lüzum görülmeyen işleri, kendi konaklarında Pazartesi, Çarşamba, Cuma, Cumartesi ve Pazar günleri ikindi ezanından sonra topladıkları dîvânda görüşürlerdi ki buna “ikindi dîvânı” adı verilirdi.

Osmanlı Devleti dâhilindeki bütün tâyin, azil, terfi ve yükselmelerde birinci derecedeki merci “sadâret” olup, bu işlerin hepsi sadrâzamın emri ile yapılırdı. Sadrâzam, sâdece Enderûn ile ilgili işlere karışamazdı. Pâdişâhın seferde olmadığı zamanlarda bâzı yüksek dereceli memurların muamelelerinde, hükümdârın izni alınırdı. On yedinci asra kadar pâdişâhın mutlak vekîli olma husûsiyetlerini korudular. Ancak, bu devirden sonra sadrâazamların tesir alanları daraldı.

Sadrâzamların, devletin ekonomik hayâtında da önemli rolleri vardı. 5999 akçeye kadar timarları, pâdişâhın irâdesini almaksızın hak sâhiplerine verebilirlerdi. Ayrıca timarın zeamete veya bir hasın zeâmete çevrilmesi gerektiğinde pâdişâhın irâdesi alındıktan sonra, verilen beratın tuğrasını mutlaka sadrâzam çekerdi.

Pâdişâhların sefere çıkmadığı durumlarda, Serdâr-ı ekrem (Başkumandan) sıfatıyla orduyu sadrâzamlar kumanda ederlerdi. Büyük yetkilere sâhip olduklarından sefer esnâsındaki bütün muâmeleleri yürütürlerdi. Sefere gidilirken hazîne ve defterhâne kayıtları da birlikte götürülür, devlet işleri ordugâhtan idâre edilirdi.

İstanbul’un emniyeti, halkın temel ihtiyaç maddeleriyle ilgili işler de sadrâzamın vazîfeleri arasındaydı. Bu işlerle İstanbul kadısı, yeniçeri ağası ve bostancıbaşı vazîfeliydi. Ancak birinci derecede mesul sadrâzamdı. Bunun için diğer görevlilerle birlikte sık sık İstanbul’u teftişe çıkarlar, âsâyiş ve esnafı kontrol ederlerdi. Vazîfe bittiğinde, vaziyet bir raporla pâdişâha arz edilirdi. Denetleme esnâsında dul, yetim ve ihtiyârlara da atiyyeler (hediyeler) dağıtılarak, hayır duâları alınırdı.

Sadrâzamın önemli görevlerinden biri de, kapıkulu ocaklarının üç ayda bir verilen maaşlarının dağıtılmasıydı. Yeniçerilerin ulûfeleri dîvân-ı hümâyûnda, ocaklarınki paşa kapısında sadrâzamın huzûrunda verilirdi.

Vezîriâzamların “iç ve dış halkı” denilen kalabalık maiyetleri ve kendilerinin besledikleri askerî kuvvetleri vardı. Buna “kapı halkı” denilirdi. Ayrıca maiyetinde bulunan kethüdâ, reisülküttâb, çavuşbaşı, tezkireci, mektupçu, amedci, teşrifâtçı, divitdâr ve telhisçi gibi vazîfeliler de sarayla irtibâtı sağlarlardı. Vezîriâzamların kapı halkı, asker olanlar hâricinde 300 ile 1000 kişi arasında değişirdi. Sadrazamların bu kadar kalabalık maiyetleri dolayısıyla masrafları çoktu. Bu sebeple sadrazama gelir olarak haslar tahsis edilirdi. Has bölgesindeki vergiler olan bu gelir, iki milyon sekiz yüz bin akçe civarında olurdu. Bundan başka “câize” denilen padişaha gelen haraçlarda, sadrâzamın bir miktar hissesi vardı. On sekizinci asırda Kıbrıs geliri sadrâzama verilmişse de, bu gelir devamlı olmamıştır. Emekli olması hâlinde, yüz elli bin akçe senelik maaş alırdı. Bazen da bir yerin geliri “arpalık” olarak buna eklenebilirdi.

Sadrâzamlar, dîvân günlerinde ve sefer esnâsında mücevveze kavuk giyerlerdi. Arasıra ise kallavî kavuk kullanırlardı. Elbise olarak da kumaş üstlük ve lokmalı kumaştan iç kaftan giymeleri kânundu. Fes giyilmeğe başlanılmasından sonra ise, merâsimlerde kenarı sırmalı fes ve yakası som, sırmaları beyaz çuhadan harvanî ve çuha elbise giymeye başladılar.

Sadrâzamlık unvânı, 1838 senesine kadar devâm etti. Sultan İkinci Mahmûd Han (1808-1830), devlet teşkilâtında yaptığı değişiklikler sırasında, sadrâzam yerine başvekil’in kullanılmasını emretti. Ancak bir sene sonra tekrar sadrâzam unvânı kullanılmaya başlandı. 1878’de tekrar başvekil unvânı konuldu. 1882 senesinde ise, sadrâzam kelimesine dönüldü ve 1922 senesinde Osmanlı Devleti'nin yıkılışına kadar kullanıldı. Osmanlı Devletinde 215 kişi sadrazamlık makamına getirildi. Tekrarlarla 292 defa sadrazam tayini yapılmıştır.

Osmanlı Sadrazamları, Sadâret Tarihleri ve Müddeti:

1. Alâeddin Paşa bin Hacı Kemâleddin (Takriben 1320-1331, on bir yıl)
2. Mahmûdoğlu Nizâmeddin Ahmed Paşa (Takriben 1331-1348, on yedi yıl)
3. Hacı Paşa (Takriben 1348-1349, bir yıl)
4. Sinâneddin Yûsuf Paşa (Takriben 1349-1364, on beş yıl)
5. Çandarlızâde Kara Halil Hayreddin Paşa bin Ali (?.9.1364-22.1.1387, yirmi iki yıl, dört ay)
6. Çandarlızâde Ali Paşa (22.1.1387-18.12.1406, on dokuz yıl, on ay, yirmi yedi gün)
7. İmamzâde Halil Paşa (18.12.1406-1413, yedi yıl)
8. Amasyalıoğlu Bayezid Paşa (1413-?.7.1421, sekiz yıl)
9. Çandarlızâde Birinci İbrâhim Paşa (?.7.1421-25.8.1429, sekiz yıl, bir ay)
10. Dânişmendoğlu Mehmed Nizâmeddin Paşa (28.8.1429-1438, dokuz yıl)
11. Çandarlızâde İkinci Halil Hayreddin Paşa (1438-1.6.1453, on beş yıl)
12. Veli Mahmud Paşa (1.6.1453-1466, 1472-1474, on beş yıl)
13. Rûm Mehmed Paşa (1466-1469, üç yıl)
14. İshak Paşa (1469-1472, 4.6.1481-1482, dört yıl)
15. Gedik Ahmed Paşa (1474-1477, üç yıl)
16. Karamânî Mehmed Paşa (1477-4.5.1481, dört yıl)
17. Davud Paşa (1482-8.3.1497, on beş yıl)
18. Hersekzâde Ahmed Paşa (8.3.1497-8.3.1498, 1503-7.9.1506, 1511-1512, 18.12.1514, 4.3.1515-25.4.1516, yedi yıl, altı ay, yirmi yedi gün)
19. Çandarlızâde İkinci İbrâhim Paşa (?.8.1498-?.8.1499, bir yıl)
20. Mesih Paşa (?.8.1499-1501, iki yıl)
21. Şehid Hâdim AliPaşa (1501-1503, 7.9.1509-?.7.1511, altı yıl, on ay)
22. Koca Mustafa Paşa (1511-?.12.1512, bir yıl)
23. Dukakinoğlu Ahmed Paşa (?.12.1512-4.3.1515, iki yıl, üç ay)
24. Şehid Hâdım Sinan Paşa (26.4.1516-22.1.1517, bir yıl, sekiz ay, yirmi altı gün)
25. Yûnus Paşa (22.1.1517-27.6.1523, yedi ay, yirmi iki gün)
26. Pîrî Mehmed Paşa (13.9.1517-27.6.1523, beş yıl yedi ay, on dört gün)
27. Damad Makbul Maktul İbrâhim Paşa (27.6.1523-15.3.1536, on iki yıl, sekiz ay, on sekiz gün)
28. Ayas Mehmed Paşa (15.3.1536-13.7.1539, üç yıl, üç ay, yirmi dokuz gün)
29. Damad Lütfi Paşa (13.7.1539-27.4.1541, bir yıl, dokuz ay, on beş gün)
30. Hadım Süleyman Paşa (27.4.1541-28.9.1544, üç yıl, yedi ay, bir gün)
31. Rüstem Paşa (28.9.1544-6.10.1553, 29.9.1555-10.7.1561, on dört yıl, dokuz ay, on dokuz gün)
32. Kara Ahmed Paşa (6.10.1553-29.9.1555, bir yıl, on bir ay, yirmi üç gün)
33. Semiz Ali Paşa (10.7.1561-28.6.1565, üç yıl, on bir ay, on dokuz gün)
34. Sokullu Mehmed Paşa (28.6.1565-12.10.1579, on dört yıl, üç ay, on beş gün)
35. Semiz Ahmed Paşa (12.10.1579-28.4.1580, altı ay, on altı gün)
36. Lala Kara Mustafa Paşa (28.4.1580-7.8.1580, üç ay, dokuz gün)
37. Koca Sinan Paşa (7.8.1580-24.12.1582, 2.4.1589-1.8.1591, 28.1.1593-16.2.1595, 7.7.1595-19.12.1595, 1.12.1595-3.4.1596; yedi yıl, dört ay, yirmi bir gün.
38. Siyâvuş Paşa (24.12.1582-28.7.1584, 15.4.1586-2.4.1580, 4.4.1592-28.1.1595; beş yıl, üç ay, on altı gün)
39. Özdemiroğlu Osman Paşa (28.7.1584-30.10.1585, bir yıl, üç ay, üç gün)
40. Mesih Paşa (30.10.1585-15.4.1586, beş yıl, on altı gün)
41. Ferhad Paşa (1.8.1591-4.4.1592, 16.2.1595-7.7.1595, bir yıl, yirmi iki gün)
42. Lala Mehmed Paşa (19.11.1595-28.11.1595, dokuz gün)
43. Damad İbrâhim Paşa (4.4.1596-27.10.1596, 5.12.1596-3.11.1597, 6.1.1599-10.7.1601, üç yıl, on bir ay, yirmi yedi gün)
44. Cağaloğlu Yusuf Sinan Paşa (27.10.1596-5.12.1596, bir ay, dokuz gün)
45. Hadım Hasan Paşa (3.11.1597-9.4.1598, beş ay, alt gün)
46. Cerrah Mehmed Paşa (9.4.1598-6.1.1599, sekiz ay, yirmi yedi gün)
47. Yemişci Hasan Paşa (10.7.1601-16.10.1603, iki yıl, üç ay, yedi gün)
48. Malkoç Ali Paşa (16.10.1603-26.7.1604, dokuz ay, on bir gün)
49. Sokulluzâde Lala Mehmed Paşa (26.7.1604-21.6.1606, bir yıl, on ay, yirmi altı gün)
50. Derviş Mehmed Paşa (21.6.1606-9.12.1606, beş ay, on sekiz gün)
51. Kuyucu Murâd Paşa (9.12.1606-5.8.1611, dört yıl, yedi ay, yirmi yedi gün)
52. Damad Gümülcineli Nasuh Paşa (5.8.1611-17.10.1614, üç yıl, iki ay, on üç gün)
53. Kara Mehmed Paşa (17.10.1614-17.11.1616, 18.1.1619-23.12.1619; üç yıl, yedi gün)
54. Damad Halil Paşa (17.11.1616-18.1.1619, 1.12.1626-6.4.1628; üç yıl, yedi ay, yedi gün)
55. Çelebi AliPaşa (23.12.1619-9.3.1621, bir yıl, iki ay, on yedi gün)
56. Ohrili HüseyinPaşa (9.3.1621-17.9.1621, altı ay, dokuz gün)
57. Dilâver Paşa (17.9.1621-19.5.1622, sekiz ay, iki gün)
58. Kara Davud Paşa (19.5.1622-13.6.1622, yirmi beş gün)
59. Mere Hüseyin Paşa (13.6.1622-8.7.1622, 5.2.1623-30.8.1623, yedi ay, on sekiz gün)
60. Lefkeli Mustafa Paşa (8.7.1622-21.9.1622, iki ay, on dört gün)
61. Hâdım Mehmed Paşa (21.9.1622-5.2.1623, dört ay, on dört gün)
62. Kemankeş Ali Paşa (30.8.1623-3.4.1624, yedi ay, dört gün)
63. Çerkes Mehmed Paşa (3.4.1624-28.1.1625, dokuz ay, yirmi beş gün)
64. Müezzinzâde Hâfız Ahmed Paşa (28.1.1625-1.12.1626, 25.10.1631-10.2.1632, iki yıl, bir ay, yirmi gün)
65. Hüsrev Paşa (6.4.1628-25.10.1631, üç yıl, altı ay, on dokuz gün)
66. Receb Paşa (10.2.1632-18.5.1632, dört ay, on beş gün)
67. Tabanıyassı Mehmed Paşa (18.5.1632-2.2.1637, dört yıl, sekiz ay, on beş gün)
68. Bayram Paşa (2.2.1637-26.8.1638, bir yıl, altı ay, yirmi iki gün)
69. Şehid Mehmed Paşa (26.8.1638-23.12.1638, üç ay, yirmi sekiz gün)
70. Kemankeş Kara Mustafa Paşa (23.12.1638-31.1.1644) beş yıl, bir ay, sekiz gün)
71. Semih Mehmed Paşa (31.1.1644-17.12.1645, bir yıl, on ay, on yedi gün)
72. Sâlih Paşa (17.12.1645-16.9.1647, bir yıl, dokuz ay)
73. Kara Mûsâ Paşa (16.9.1647-21.9.1647, beş gün)
74. Hezârpâre Ahmed Paşa (21.9.1647-7.8.1648, on ay, on altı gün)
75. Mevlevi Mehmed Paşa (7.8.1648-21.5.1649, dokuz ay, on beş gün)
76. Kara Dev Murâd Paşa (21.5.1649-5.8.1650, 11.5.1655-19.8.1655, bir yıl, beş ay, yirmi dört gün)
77. Melek Ahmed Paşa (5.8.1650-21.8.1651, bir yıl, on yedi gün)
78. Siyâvuş Paşa (21.8.1651-27.9.1651, 5.3.1656-26.4.1656, iki ay, yirmi dokuz gün)
79. Gürcü Mehmed Paşa (27.9.1651-20.6.1652, sekiz ay, yirmi üç gün)
80. Tarhuncu Ahmed Paşa (20.6.1652-21.3.1653, dokuz ay, bir gün)
81. Derviş Mehmed Paşa (21.3.1653-28.10.1654, bir yıl, yedi ay, sekiz gün)
82. İbşir Mustafa Paşa (28.10.1654-11.5.1655, altı ay, on dört gün)
83. Süleyman Paşa (19.8.1655-28.2.1656, altı ay, on gün)
84. Deli Hüseyin Paşa (28.2.1656-5.3.1656, altı gün)
85. Zurnazen Mustafa Paşa (5.3.1656, bir gün)
86. Boynueğri Mehmed Paşa (26.4.1656-15.9.1656, dört ay, on dokuz gün)
87. Köprülü Mehmed Paşa (15.9.1656-30.10.1661, beş yıl, bir ay, on beş gün)
88. Fâzıl Ahmed Paşa (30.10.1661-3.11.1676, on beş yıl, dört gün)
89. Kara Mustafa Paşa (3.11.1676-15.12.1683, yedi yıl, bir ay, on iki gün)
90. Kara İbrâhim Paşa (15.12.1683-18.12.1685, iki yıl, dört gün)
91. Sarı Süleyman Paşa (18.12.1685-23.9.1687, bir yıl, dokuz ay, altı gün)
92. Abaza Siyâvuş Paşa (23.9.1687-2.3.1688, beş ay, dokuz gün)
93. Ayaşlı İsmail Paşa (2.3.1688-2.5.1688, iki ay, bir gün)
94. Bekri Mustafa Paşa (2.5.1688-25.10.1689, bir yıl, beş ay, yirmi dört gün)
95. Köprülüzâde Şehid Fâzıl Mustafa Paşa (25.10.1689-19.8.1691, bir yıl, dokuz ay, yirmi beş gün)
96. Arabacı Ali Paşa (19.8.1691-27.3.1692, altı ay, yirmi dokuz gün)
97. Hacı Ali Paşa (27.3.1692-27.3.1693, bir yıl, bir gün)
98. Bozoklu Mustafa Paşa (27.3.1694-14.3.1694, on bir ay, on sekiz gün)
99. Sürmeli Ali Paşa (14.3.1694-2.5.1695, bir yıl, bir ay, on dokuz gün)
100. Şehid Elmas Mehmed Paşa (2.5.1695-11.9.1697, iki yıl, dört ay, on gün)
101. Amcazâde Hüseyin Paşa (11.9.1697-4.9.1702, dört yıl, on bir ay, on altı gün)
102. Daltaban Mustafa Paşa (4.9.1702-24.1.1703, dört ay, yirmi gün)
103. Râmi Mehmed Paşa (24.1.1703-22.8,1703, altı ay, yirmi altı gün)
104. Nişancı Ahmed Paşa (22.8.1703-17.11.1703 iki ay, yirmi altı gün)
105. Damad Enişte Hasan Paşa (17.11.1703-28.9.1704, on ay, on bir gün)
106. Kalaylıkoz Ahmed Paşa (28.9.1704-25.12.1704, iki ay, yirmi yedi gün)
107. Baltacı Mehmed Paşa (25.12.1704-3.5.1706, 18.8.1710-20.11.1711, iki yıl, yedi ay, on iki gün)
108. Çorlulu Ali Paşa (3.5.1706-16.6.1710, dört yıl, bir ay, on dört gün)
109. Köprülüzâde Damad Numan Paşa (16.6.1710-18.8.1710, iki ay, iki gün)
110. Ağa Yusuf Paşa (20.11.1711-12.11.1712, on bir ay, yirmi iki gün)
111. Silahtar Süleyman Paşa (12.11.1712-6.4.1713, dört ay, yirmi dört gün)
112. Hoca İbrâhim Paşa (6.4.1713-27.4.1713, yirmi bir gün)
113. Şehid Ali Paşa (27.4.1713-5.8.1716, üç yıl, üç ay, sekiz gün)
114. Hacı Ali Paşa (5.8.1716-26.8.1717, bir yıl, yirmi iki gün)
115. Nişancı Mehmed Paşa (26.8.1717-9.5.1718, sekiz ay, on dört gün)
116. Damad İbrâhim Paşa (9.4.1718-1.10.1730, on iki yıl, dört ay, yirmi iki gün)
117. Silahtar Mehmed Paşa (1.10.1730-22.1.1731, üç ay, yirmi bir gün)
118. Kabakulak İbrâhim Paşa (22.1.1731-10.9.1731, yedi ay, on dokuz gün)
119. Osman Paşa (10.9.1731-12.3.1732, altı ay, iki gün)
120. Hekimoğlu Ali Paşa (10.3.1732-12.8.1735, 21.4.1742-23.9.1743, 15.2.1755-18.5.1755, beş yıl, dört gün)
121. İsmail Paşa (12.7.1735-9.1.1736, beş ay, yirmi sekiz gün)
122. Seyyid Mehmed Paşa (9.1.1736-6.8.1737, bir yıl, altı ay, yirmi sekiz gün)
123. Abdullah Paşa (6.8.1737-19.12.1737, dört ay, on dört gün)
124. Yeğen Mehmed Paşa (19.7.1737-22.3.1739, bir yıl, üç ay, dört gün)
125. İvaz Mehmed Paşa (22.3.1739-23.6.1740, bir yıl, üç ay, iki gün)
126. Hacı Ahmed Paşa (23.6.1740-21.4.1742, bir yıl, dokuz ay, yirmi sekiz gün)
127. Seyyid Hasan Paşa (23.9.1743-9.8.1746, iki yıl, on ay, on altı gün)
128. Tiryaki Hacı Mehmed Paşa (9.8.1746-24.8.1747, bir yıl, on altı gün)
129. Seyyid Abdullah Paşa (24.8.1747-3.1.1750, iki yıl, dört ay, on gün)
130. Mehmed Emin Paşa (3.1.1750-1.7.1752, iki yıl, beş ay, yirmi dokuz gün)
131. Çorlulu Mustafa Paşa (1.7.1752-15.2.1755, 1.4.1756-11.1.1757, 1.11.1764-28.3.1765, dört yıl, dokuz ay, yirmi bir gün)
132. Nâilî Abdullah Paşa (18.5.1755-24.8.1755, üç ay, yedi gün)
133. Nişancı Bıyıklı Ali Paşa (24.8.1755-25.10.1755, iki ay, iki gün)
134. Mehmed Said Paşa (25.10.1755-1.4.1756, beş ay, yedi gün)
135. Koca Râgıp Paşa (11.1.1757-8.4.1763, altı yıl, iki ay, yirmi sekiz gün)
136. Hamza Hamid Paşa (8.4.1763-1.11.1763, altı ay, yirmi üç gün)
137. Muhsinzâde Mehmed Paşa (28.3.1765-7.8.1768, 11.12.1771-4.8.1774, altı yıl, dört gün)
138. Hamza Mâhir Paşa (7.8.1768-20.10.1768, iki ay, on dört gün)
139. Hacı Mehmed Emin Paşa (20.10.1768-12.8.1769, dokuz ay, yirmi üç gün)
140. Moldovancı Ali Paşa (12.8.1769-12.12.1769, dört ay, bir gün)
141. İvaz-zâde Halil Paşa (12.12.1769-25.10.1770, on ay, on dört gün)
142. Silahtar Mehmed Paşa (25.10.1770-11.12.1771, bir yıl, bir ay, on yedi gün)
143. İzzet Mehmed Paşa (4.8.1774-6.7.1775, 20.2.1781-25.8.1782; iki yıl, beş ay, altı gün)
144. Derviş Mehmed Paşa (6.7.1775-5.12.1777, bir yıl, altı ay)
145. Cebecizâde Mehmed Paşa (5.12.1777-1.9.1778, bir yıl, beş gün)
146. Kalafat Mehmed Paşa (1.9.1778-21.8.1779, on bir ay, yirmi gün)
147. Seyyid Mehmed Paşa (21.8.1779-20.2.1781, bir yıl, altı ay)
148. Hacı Mehmed Paşa (25.8.1782-31.12.1782, dört ay, altı gün)
149. Halil Hamid Paşa (31.7.1782-31.3.1785, iki yıl, üç ay)
150. Hazinedar Ali Paşa (31.3.1785-24.1.1786, dokuz ay, yirmi dört gün)
151. Koca Yusuf Paşa (24.1.1786-7.5.1789, 15.2.1791-4.5.1792; dört yıl, yedi ay, bir gün)
152. Kethüda Hasan Paşa (7.6.1789-3.12.1789, beş ay, yirmi altı gün)
153. Gâzi Hasan Paşa (3.12.1789-30.3.1790, üç ay, yirmi sekiz gün)
154. Şerif Hasan Paşa (30.3.1790-15.2.1791, on ay, on altı gün)
155. Melek Mehmed Paşa (4.5.1792-19.10.1794, iki yıl, beş ay, on altı gün)
156. İzzet Mehmed Paşa (19.10.1794-30.8.1798, üç yıl, on ay, on iki gün)
157. Yusuf Ziyâeddin Paşa (30.8.1798-24.4.1805, 1.1.1809-10.4.1811; sekiz yıl, on bir ay, dört gün)
158. Hâfız İsmâil Paşa (24.4.1805-14.11.1806, bir yıl, altı ay, yirmi gün)
159. İbrâhim Hilmi Paşa (14.11.1806-18.6.1807, yedi ay, dört gün)
160. Çelebi Mustafa Paşa (18.6.1807-28.7.1808, bir yıl, bir ay, on gün)
161. Alemdar Mustafa Paşa (28.7.1808-15.11.1808, üç ay, on sekiz gün)
162. Çavuşbaşı Memiş Paşa (15.11.1808-1.1.1809, bir ay, dokuz gün)
163. Aziz Ahmed Paşa (10.4.1811-5.9.1812, bir yıl, dört ay, yirmi beş gün)
164. Hurşid Ahmed Paşa (5.9.1812-1.4.1815, iki yıl, altı ay, yirmi yedi gün)
165. Rauf Paşa (1.4.1815-5.1.1818, 18.2.1833-2.7.1839, 8.6.1840-4.12.1841, 30.8.1842-28.9.1846, 26.1.1852- 5.3.1852; on dört yıl, dokuz ay, yirmi beş gün)
166. Derviş Mehmed Paşa (5.1.1818-5.1.1820, iki yıl, bir gün)
167. Seyyid Ali Paşa (5.1.1820-26.3.1821, bir yıl, iki ay, yirmi dört gün)
168. Benderli Ali Paşa (28.3.1821-30.4.1821, bir ay, üç gün)
169. Hacı Sâlih Paşa (30.4.1821-10.4.1822, bir yıl, altı ay, on gün)
170. Bostancıbaşı Abdullah Paşa (10.11.1822-10.3.1823, dört ay)
171. Turnacızâde Silahdar Ali Paşa (10.3.1823-13.12.1823, dokuz ay, dört gün)
172. Gâlip Paşa (13.12.1823-14.9.1824, dokuz ay, iki gün)
173. Selim Sırrı Paşa (14.9.1824-24.10.1828, dört yıl, bir ay, on gün)
174. İzzet Mehmed Paşa (24.10.1828-28.1.1829, 4.12.1841-30.8.1842; bir yıl, iki gün)
175. Reşid Mehmed Paşa (28.1.1829-18.2.1833, dört yıl, yirmi bir gün)
176. Mehmed Hüsrev Paşa (2.7.1839-8.6.1840, bir ay, yedi gün)
177. Reşid Paşa (28.9.1846-29.4.1848, 12.8.1848-26.1.1852, 5.3.1852-6.8.1852-23. 11.1854-2.5.1855, 1.11.1856- 6.8.1857, 22.10.1857-7.1.1858; altı yıl, on ay, on dokuz gün)
178. İbrâhim Sârim Paşa (29.4.1848-12.8.1848, üç ay, on üç gün)
179. Mehmed Emin Ali Paşa (6.8.1852-3.10.1852, 2.5.1855-1.10.1856, 7.1.1858-18.10.1859, 6.8.1861-22.11.1861, 11.2.1867-7.9.1871; sekiz yıl, üç ay, on dokuz gün)
180. Damad Mehmed Ali Paşa (3.10.1852-14.5.1853; yedi ay, on iki gün)
181. Mustafa Nâilî Paşa (14.5.1853-10.7.1853, 10.7.1853-29.5.1854, 6.8.1857-22.10.1857; bir yıl, üç ay, dört gün)
182. Kıbrıslı Emin Mehmed Paşa (29.5.1854-23.11.1854, 18.11.1859-24.12.1859, 28.5.1860-6.8.1861; bir yıl, on ay, on bir gün)
183. Mütercim Mehmed Rüşdi Paşa (24.12.1859-28.5.1860, 5.6.1866-11.2.1867, 19.10.1872-15.3.1873, 12.5.1876- 19.12.1876, 28.5.1878-4.6.1878; iki yıl, yirmi üç gün)
184. Keçecizâde Fuâd Paşa (22.11.1861-5.12.1863, 1.4.1863-5.6.1866; dört yıl, bir ay, on yedi gün)
185. Yusuf Kâmil Paşa (5.1.1863-1.6.1863, dört ay, yirmi yedi gün)
186. Mahmud Nedim Paşa (7.9.1871-31.7.1872, 26.8.1875-12.5.1876; bir yıl, yedi ay, on bir gün)
187. Midhat Paşa (31.7.1872-19.10.1872, 19.12.1876-5.2.1877; dört ay, altı gün)
188. Ahmed Esad Paşa (15.2.1873-15.4.1873, 26.4.1875-26.8.1875; beş ay, yirmi sekiz gün)
189. Mehmed Rüşdü Paşa (15.4.1873-15.2.1874, on ay)
190. Hüseyin Avni Paşa (15.2.1874-26.4.1875, bir yıl iki ay, dokuz gün)
191. İbrâhim Edhem Paşa (5.2.1877-11.1.1878, on bir ay, dört gün)
192. Ahmed Hamdi Paşa (11.1.1878-4.2.1878, yirmi dört gün)
193. Ahmed Vefik Paşa 4.2.1878-18.4.1878, 1.12.1882-3.12.1882; iki ay, on bir gün)
194. Mehmed Sâdık Paşa (18.4.1878-28.5.1878, bir ay, on gün)
195. Mehmed Esad Safvet Paşa (4.6.1878-4.12.1878, altı ay)
196. Tunuslu Hayreddin Paşa (4.12.1878-29.7.1879, yedi ay, yirmi altı gün)
197. Ahmed Ârifi Paşa (29.7.1879-18.10.1879, iki ay, yirmi gün)
198. Mehmed Said Paşa (18.10.1879-9.6.1880, 12.9.1880-2.5.1882, 12.7.1882-1.12.1882, 3.12.1882-25.9.1885, 8.6.1895-2.10.1895, 9.11.1901-14.1.1903, 22.7.1908-5.8.1908, 30.9.1911-31.12.1911, 31.12.1911-22.7.1912; yedi yıl, bir ay, yirmi dokuz gün)
199. Mehmed Kadri Paşa (9.6.1880-12.9.1880; üç ay, üç gün)
200. Nureddin Paşa (2.5.1882-12.7.1882, iki ay, on bir gün)
201. Kâmil Paşa (25.9.1885-4.9.1891, 2.10.1895-7.11.1895, 5.8.1908-14.2.1909, 29.10.1912-23.1.1913, altı yıl, dokuz ay, yirmi gün)
202. Ahmed Cevad Paşa (4.9.1891-8.6.1895, üç yıl, dokuz ay, dört gün)
203. Halil Rifat Paşa (7.11.1895-9.11.1901, altı yıl, iki gün)
204. Mehmed Ferid Paşa (14.1.1903-22.7.1908, beş yıl, altı ay, sekiz gün)
205. Hüseyin Hilmi Paşa (14.2.1909-14.4.1909, 5.5.1909-12.1.1910; on ay, altı gün)
206. Ahmed Tevfik Paşa (14.4.1909-5.5.1909, 11.11.1918-13.1.1919-4.3.1919, 21.10.1920-4.11.1922; iki yıl, dört ay, yirmi dokuz gün)
207. İbrâhim Hakkı Paşa (12.1.1910-30.9.1911, bir yıl, sekiz ay, on dokuz gün)
208. Gâzi Ahmed Muhtar Paşa (22.7.1912-29.10.1912, üç ay, sekiz gün)
209. Mahmud Şevket Paşa (23.1.1913-11.6.1913, dört ay, on dokuz gün)
210. Said Halim Paşa (11.6.1917-14.2.1917, üç yıl, yedi ay, yirmi üç gün.
211. Talat Paşa (4.2.1917-14.10.1918, bir yıl, sekiz ay, sekiz gün)
212. Ahmed İzzet Paşa (14.10.1918-1.11.1918, yirmi sekiz gün)
213. Damad Mehmed Ferid Paşa (4.3.1919-2.10.1919, 5.4.1920-21.10.1920; bir yıl, bir ay, on beş gün)
214. Ali Rızâ Paşa (2.10.1919-8.3.1920, beş ay, yedi gün)
215. Hulûsi Sâlih Paşa (8.3.1920-5.4.1920, yirmi sekiz gün)
 
Şehremini
Osmanlı Devletinde İstanbul’daki saray ve devlete âit binâların bakımı ve tâmiriyle uğraşan ve saraylara gerekli olan şeyleri satın alan kimse.

Şehremininin yukarıdaki hizmetlerinden başka, sarayların vekilharçlığı, hastahâne arabalarının tâmiri, surre alayında lâzım olan mühimmâtın tedâriki, enderûnun bâzı ihtiyaçlarının temini ve îcâbında bunların tâmiri, nakliyat ambalajlarının yapılması gibi görevleri vardı. Ayrıca sarayın ve içoğlanlarının bâzı ihtiyaçlarının alınması, hassa ve dârüssaâde ağası matbahına her sene verilmesi lâzım gelen lüzumlu malzemelerin temini ve her sene eski saraya verilen bâzı âletlerin tedâriki gibi görevleri de bulunuyordu.

Fâtih Kânunnâmesi’ne göre, şehremini, teşrifâtta defteremininden sonra ve reisülküttâptan önce gelirdi. Terfi ederse, defterdâr olurdu. Genellikle dîvân-ı hümâyûn hocalarından seçilen şehreminlerinin muayyen maaşları vardı. On beşinci yüzyıl ortalarında yevmiyeleri yüz yirmi akçeydi.

Şehreminlerinin emrinde su nâzırı, kireççibaşı, ambar müdürü, ambar kâtibi, sermîmar ve tâmirât müdürü gibi görevliler vardı. Şehremini dâiresi sarayın birinci avlusunda, yâni Bâb-ı Hümâyûnla orta kapı arasındaki sâhanın solunda bulunmaktaydı. Dîvân-ı Hümâyûn toplantılarında şehreminleri dîvâna gelip diğer eminlerle berâber dışarda muayyen bir yerde otururlar, kendilerinden bir şey sorulacak veya bir emir verilecekse dîvâna çağrılıp mütâlaaları alınır ve icâb eden tebligât yapılırdı.

On yedinci asrın ikinci yarısında, saray mühimmâtı ve enderûn hademeleriyle eski saray hademelerinin yiyecek ve içecekleri ve bâzı tâmirât ve inşaat için şehreminine senede 6900 kese akçe veriliyordu. On sekizinci asırda ise, şehremini mâliyeden senede 850.000 kuruşluk bir tahsisât almaktaydı.

Zaman zaman resmî binâların inşâ ve tâmirlerinde şehreminiyle mîmârbaşıların berâber çalışmaları aralarında ihtilâfa sebep olurdu. Bu sebeple 1831 yılında her iki vazîfe, yâni şehreminliğiyle mîmarbaşılık birleştirilerek Ebniye-i Hâssa Müdürlüğü ihdâs edilmiş ve şehreminliği kaldırılmıştır.

Ebniye-i Hâssa Müdürlüğü 1849 yılına kadar müstakil, bu târihten 1856 yılına kadar da Ticâret ve Nâfiâ Nezâretine bağlı olarak görevini yürüttü. Bu târihten îtibâren ise, şehrin temizliğini sağlamak ve güvenliğini korumak üzere kurulan şehremânetine bağlandı. Bu teşkilât başlangıçta, bir şehremininin başkanlığında iki yardımcıyla İstanbul halkının ve esnafının ileri gelenlerinden kurulu, karma bir şehir meclisinden meydana gelmekteydi. Sonradan bu kuruluşun şeklinde bâzı değişiklikler yapıldı. 1867’de uygulanan teşkilât ve usûllerle bugünkü belediyeciliğin ilk temelleri atılmış oldu. Devletin her şehir ve kasabasında; şehremâneti denilen belediye teşkilâtı kuruldu. Nihâyet Cumhûriyet devrinde kabul edilen bir kânunla şehremâneti tâbiri kaldırıldı (1930).


Sekbanlar
Yeniçeri ocağının altmış beşinci ortası mensubuna verilen ad. Sekban teşkilâtı, Sultan Birinci Murâd zamânında pâdişâhın av maiyeti olarak mevcuttu.

Fâtih Sultan Mehmed Han zamânına kadar bağımsız bir teşkilât olan sekban ocağı, 1451’de, yeniçerilerin taşkınlık etmeleri üzerine itâatsizlik eğilimini kırmak için Fâtih’in emriyle yeniçeri ocağına dağıtıldı. O zaman sayıları, altı-yedi bin civârındaydı. Beş yüz sekban da av hizmeti için alıkonuldu.

Yavuz Sultan Selim Han devrinde bütün sekbanlar, bir orta hâline getirilerek, yeniçeri ocağının altmış beşinci ortasını teşkil ettiler. Piyâde ve süvârî sekbanlar, pâdişahla berâber ava giderler, av köpekleri tedârik ederler, sekban fırınında çalışırlardı. Harp zamânında, diğer yeniçerilerle birlikte muhârebeye giderlerdi.

Sekbanların başında sekbanbaşı bulunurdu. Sekbanbaşı, yeniçeri ağası İstanbul’da bulunmadığı zaman ona vekâlet eder, şehrin inzibâtına nezâret ederdi. 1590 yılından sonra, vezir ve beylerbeyilerine sekbanlardan bir miktar muhâfız verildi. Bunlar, eyâletlerde paşaların kapı halkının çekirdeğini meydana getirdiler. Sekbanlık da, 1826’da yeniçeri ocağının ilgâsıyla kaldırıldı.


Şeyhülislâm
En yüksek dereceli müftî. Fetvâ müessesesinin başkanı. Ulemânın reisi. Kendisine sorulan dînî meseleler ve suâlleri fetvâ ile çözüme kavuşturan kimse.

İslâmiyetin ilk yıllarında fetvâ işlerine bizzat Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem bakarlardı. Peygamberimizin vefâtından sonra dört halîfe devrinde İslâmiyetin yayılması ve sınırların genişlemesi sebebiyle işler çoğaldı. Bu yüzden halîfeler fetvâ işlerine bakacak kimseler tâyin ettiler. Bunlara önce müftî, Hicrî dördüncü asırdan sonra da şeyhülislâm denildi. Fetvâ işlerinin âlimlere verilmesi durumu, Emevî, Abbâsî ve Selçuklular zamânında da sürdürüldü.

Osmanlılarda fetvâ vermekle vazîfeli ilk zât, Osman Gâzinin kayınpederi Şeyh Edebâlî’dir. Onun vefâtı ile talebesi Dursun Fakih, Osmanlılara müftî (şeyhülislâm) olmuştur. Devletin kuruluş devirlerinde müftîlik-kâdılık ve müderrisliğin aynı şahısta toplandığı oldu. Meselâ Hızır Bey ve Molla Hüsrev hem kâdı hem de müftî idiler.

Osmanlılarda ilmiye sınıfına dâhil olan müftîlere reîs-ül-ülemâ ve müftî-yül-enâm gibi ünvânlar da verilmişti. Yavuz Sultan Selim Han zamânında (1512-1520) şeyhülislâmdan Ahmed ibni Kemâl Paşaya Müftî-yüs-sekaleyn (insan ve cinlere fetvâ veren) ünvânı verilmişti. Kânûnî Sultan Süleymân Han zamânına (1520-1566) kadar şeyhülislâmlık tevcihinde uyulması zarûrî bir kânun yokken, Ebüssü’ûd Efendinin hazırladığı bir düstûr (kânun)la Rumeli kazaskerliğinden sonra terfî edilen bir makam hâline geldi. Pek nâdir olarak Anadolu kazaskerlerinden de şeyhülislâmlar görüldü.

Yine bu devirden (1574) îtibâren, şeyhülislâmlar ilmiye sınıfının başkanı oldu ve bütün kâdılar, müftîler ve müderrisler onun emrine verildi.

Şeyhülislâmları bizzât pâdişâh tâyin ederdi. Şeyhülislâmlığa getirilen zâtı, saraydan gelen on beş kadar görevli evinden alarak Paşa kapısına, sadrâzama götürürlerdi. Oradan saraya gelip pâdişâh huzûruna çıkarlardı. Pâdişâh, dîne ve ilme duyduğu saygıdan dolayı şeyhülislâm adayını ayakta karşılardı. Sonra, namzede, kendisini şeyhülislâm tâyin edeceğini söylerdi. O da kabul ederse şeyhülislâmlara mahsus ferve-i beydâ denilen beyâz çuhaya kaplı erkân samur kürk giydirmek sûretiyle tâyin muâmelesini yapar ve aynı sûretle onunla berâber huzurda bulunan sadrâzama da samur hil’at giydirir ve avdetlerine müsâde ederlerdi.

Bu sûretle saraydan çıkan sadrâzamla şeyhülislâm alayla at başı berâber Bâbıâlîye gelirler, bir müddet oturup; kahve, şerbet, gülsuyu ve buhur ikrâm edilir ve bu sırada Bâbıâlîdeki hükûmet erkânı şeyhülislâmı tebrik ederlerdi.

1826 yılına kadar şeyhülislâmların müstakil dâireleri yoktu. Kendi evlerinde veya uygun bir konakta vazîfelerini yerine getirirlerdi. Sultan İkinci Mahmûd Hanın yeniçeri ocağını kaldırmasından sonra, Süleymâniye Câmii yakınındaki Ağakapısı, şeyhülislâmlara dâimî ikâmet olarak verildi. Burası şeyhülislâm kapısı olarak meşhur oldu. 1836’dan îtibâren bu binâya kazaskerlerle İstanbul kâdısı da nakledildi.

Şeyhülislâmlar, dîvân-ı hümâyûn âzâsı olmamakla berâber, dînî bir meselenin halli veya düzeltilmesi gerektiğinde dîvâna dâvet edilir ve görüşleri alınırdı. Yine harp ve sulhe karar verilebilmesi için şeyhülislâmın tasdîki gerekirdi. Seferlerde pâdişâh nerede bulunursa, şeyhülislâmlar da orada bulunur, çadırlarının önüne vezirler gibi üç tuğ dikilirdi. Fakat sadrâzamın serdâr-ı ekrem olduğu seferlere şeyhülislâm katılmazdı.

Şeyhülislâmların en önemli vazîfesi fetvâ vermekti. Çünkü bunlar en büyük müftî kabul edilirdi.

Şeyhülislâmların; çuhadar, telhisçi, kethüdâ ve sâire gibi maiyetinden başka, başlarında fetvâ emîni bulunan ve pek mühim bir dâire olan fetvâ kalemi vardı. Bu dâirede müsevvid, mübeyyiz, mukâbeleci, kâtip, mühürdâr ve müvezziler bulunurdu. Fıkıh, yâni İslâm hukûkuna iyice vukûfu olanlardan tâyin edilmesi îcâb eden fetvâ emîni, fetvâ kaleminin başta gelen âmiriydi. Bu zât, istenilen fetvâyı mûteber fıkıh kitaplarından bulur ve bunun maiyetinde olan yirmi kadar kâtip de fetvâları kâğıda geçirirlerdi. Daha sonra bu, fetvâ emîni tarafından görülür ve mübeyyiz tarafından beyâza çekilerek, şeyhülislâma takdim olunurdu. Şeyhülislâm bunu tedkik eder, ta’lik kırması denilen kendi el yazısıyla cevap kısmını imzâlardı. Bundan sonra müvezzî isimli memur bu fetvâyı mahalline verirdi.

Fetvâ, herhangi bir şeyin (umûmî ve husûsî, dînî veya hukûkî) İslâmiyete uygun olup olmadığını bildirmek demekti. Umûmî hukûka (Hukûk-ı umûmiyeye) âit fetvâların alınması hükûmete âitti. Bunlar da harp îlânı, sulh akdi, askerî kânun tebdili, ıslâhât icrâsı, gayr-i müslim tebeanın isyânı, şakâvette bulunanların (âsîlerin) katli gibi fetvâlardı. Husûsî hukûka (Hukûk-ı husûsiyyeye) dâir olan fetvâlar, dokuz parmak uzunluğunda ve dört parmak genişliğinde bir kâğıda ince harflerle yazılırdı. Meselenin az ve çok, ehemmiyetine göre, verilecek cevap kısaca; vardır veya yoktur, olur veya olmaz, gelir veya gelmez, meşrûdur veya meşrû değildir, câizdir veya câiz değildir şeklinde olurdu. Bâzan da verilen cevap îzâh edilirdi. Fetvâlar, Hanefî mezhebi imâmlarının kavillerine (ictihâdlarına) göre verilirdi.

Şeyhülislâm dâiresinde bulunan kethüdâ, şeyhülislâmın siyâsî ve iktisâdî işlerinde ve şeyhülislâmın nezâretinde bulunan vakıf muâmelelerinde onun vekîli olup, nâmına hareket ederdi.

Telhisçi, şeyhülislâmın hükûmet nezdindeki memuru olup, dînî işlere ve kânunlara âit muâmelelerde hükûmetle temas ederdi. Şeyhülislâmın müderrisleri tâyinleri ve diğer hususlar bunun vâsıtasıyla ve reîsülküttâbın delâletiyle vezîriâzama arz olunurdu.

Mektupçu, şeyhülislâmın dîvân efendisi veya mühürdâr, şimdiki ismiyle yazı işleri müdürüydü. Meşîhattan (şeyhülislâmlık makâmından) çıkan yazılar, tâyin rüûsu ve beratlarıyla icâzetnâmelerin yazıldığı dâireden bu sorumluydu. Şeyhülislâmın mührü de mühürdârda bulunurdu.

Osmanlı donanmasının Haliç’ten denize çıkmak zamânı gelince, reîsülküttâb efendi vâsıtasıyla dâvet edilen şeyhülislâm Yalı köşküne gelir ve pâdişâhla berâber teşyî merâsiminde bulunurdu. Ayrıca şehzâde ve sultan hanımların doğumları münâsebetiyle yapılan tebriklerde, sultanların nişan ve nikâh merâsiminde şeyhülislâmlar da bulunur ve sultanın nikâhını kıyarlardı. Pâdişâh ve şehzâde vefâtlarında da bunların cenâze namazlarını şeyhülislâmlar kıldırırdı.

Osmanlı târihinde sadrâzam olmak için tahsil aranmazdı. Fakat şeyhülislâm olmak hattâ bunun ilk basamağı olan kâdılık, müftîlik ve müderrislik için bile, medreselerin en yükseğini bitirmiş olmak gerekirdi. Bu durum, şeyhülislâmlığa verilen değeri gösterdiğinden önemlidir. Osmanlı şeyhülislâmlarından bir kısmı verilen fetvâları toplamış ve kitap hâline getirmişlerdir. Bunlardan bâzıları basılmış, basılmayanlar da muhâfaza edilmiştir.

Osmanlı Devletinin kuruluşundan îtibâren görülen şeyhülislâmlık makâmı, cumhûriyetin îlânından sonra kaldırılmıştır.

Şirket-i Hayriye
Boğazdaki yolcu nakliyâtı için yurdumuzda kurulan ilk anonim şirket.

Eskiden Boğaziçinin iki yakasında yolcu taşıma birbirinden güzel kayıklarla yapılırdı. Osmanlı oymacılık sanatının ince örnekleriyle süslü piyâde, pazar kayığı, iki çifte, üç çifte vs. adları taşıyan kayıkların ilk ve sonbaharda müşterileri çok olurdu. Gemiler sefere konunca zamanla kayıklar önemini kaybetti.

Şirket-i Hayriye 1850 yılında sermâyesi, her biri üçer bin kuruş olan 2000 hisse senediyle kuruldu. Sultan Abdülmecid Hanın emriyle devlet ileri gelenleri, nâzırlar, zenginler ve halk bu hisse senetlerini satın aldılar. Vâlide Sultanın 50, Abdülmecid Hanın 100 hisse aldığı, eserlerde kayıtlıdır. Kuruluşu bittikten sonra altı yıl süreyle Antuvan Kalaycıyan ve Agop Bilezikçiyan adındaki iki tüccara ihâle edildi. Fakat bu süre tamamlanmadan 1854’te mukâvele feshedilerek şirket adına çalıştırılmaya başlandı.

İngiltere’deki Robert White fabrikasına ısmarlanan altı vapur 1853 yılında geldi ve seferlere başladı. Bu vapurların tahmini mâliyetleri sekiz bin altın civârındaydı. Yeni vapurlara; Rumeli, Trakya, Göksu, Beylerbeyi, Tophane, Beşiktaş adları verildi. Halkın bu vapurlara rağbeti neticesinde 1858 yılında İstinye, Mîrgûn, Anadolu, 1859 yılında Kandilli, Beykoz, Sudaver adı konan vapurlar satın alınarak hizmete kondu. Altmış beygir gücünde olan vapurların elektrik ve kaloriferi yoktu. Kamaralarda soba yakılarak ısıtılırdı.

Şirket-i Hayriye vapurlarında öğrenci, memur ve siviller için ayrı ücret târifeleri uygulanıyordu. Yedi yaşından küçük çocuklardan ücret alınmazdı. 1860 yılındaki Şirket-i Hayriye yolcu târifesine göre İstanbul’dan Kandilli’ye hizmetçisiyle gidecek bir şahsın aylık ödeyeceği ücret 250 kuruştu. Uzak iskeleler için böyle iki kişinin ödediği aylık ücret ise 300 kuruştu.

Şirket, 1868’de İngiltere’den getirttiği bir arabalı vapurla Kabataş-Üsküdar arasında seferlere başladı. Çalışma sahasını gün geçtikçe genişleten Şirket-i Hayriye, İzmit’ten sonra 1904’te Tekirdağ’a da vapur işletmeye başladı. Cumhûriyet kurulduktan sonra da faaliyetine devam eden şirket, 19 Haziran 1944’te, üyelerini olağanüstü bir toplantıya çağırdı. Bu toplantıdan sonra, şirketin Ulaştırma Bakanlığına devri kararlaştırıldı. Alınan karar gereğince, 12 Mayıs 1944 târihinden îtibâren Ulaştırma Bakanlığına devredildi. Böylece 94 yıllık bir geçmişi olan Şirket-i Hayriye, fiilen 1 Temmuz 1944’ten îtibâren Deniz Yolları İdâresine geçmiş oluyordu. Bu gemiler, uzun zaman deniz yollarında kullanıldıktan sonra, daha modernleriyle değiştirildi.


Solaklar
Subaşı

Türk-İslâm devletlerinde askerî bir unvan.

Subaşı, Büyük Selçuklularda çok önemli bir unvân olup, başkomutan yardımcısı, vekili olarak başkomutanlığı üstlenen kişi bu unvânla anılırdı. Türkiye Selçuklularında timarlı sipâhînin mühim vilâyet merkezlerindeki kumandanlarına subaşı denilirdi. Bunlar vilâyet merkezlerinde bulunup hem o mıntıkaların emniyet ve âsâyişiyle meşgûl olurlar ve hem de muhârebe zamanında kazâ, nâhiye ve köylerdeki timarlı sipâhîye kumanda ederlerdi.

Osmanlı Devletinin kuruluşunda subaşılık kâdılıktan sonra gelen bir makamdı. Osman Gâzi, Karahisar’ı fethettikten sonra kardeşi Gündüz Beyi subaşı olarak atayarak, şehrin îmârıyla vazîfelendirmişti. Devletin hudutlarının genişlemesiyle subaşılar büyük merkezlerin idârecisi olarak önem kazandılar. Nitekim Fâtih Sultan Mehmed, İstanbul’u alınca, Süleymân Beyi şehre subaşı tâyin etti. Onun vazifesi şehrin tâmir ve îmâr işleriyle ilgilenmekti. Yine Fâtih döneminde subaşılık mîrî subaşı (şehir subaşısı) ve timar subaşısı olarak ikiye ayrıldı. Mîrî subaşılar, gündüzleri kol gezerek çarşı pazar, mahalle aralarının temizliğine bakar, bozulmuş kaldırımların tâmiri, oturulamayacak binâların yıktırılarak yaptırılması için mimarbaşına haber verirdi. Ayrıca geceleri teftiş ve arama çalışmaları da yapardı. Kadının verdiği hükümlerin infazı da subaşıya âitti.

Timar subaşısı ise sancak beyinin yardımcısı olarak sancak merkezine bağlı kazâ ve nâhiyelerde görev yapardı. Timar subaşılarına geçimlerini karşılamak üzere dirlik verilir ve bunlar öteki timarlı sipâhîlerin her türlü haklarından da faydalanırlardı.

Kendine has giyimi ile diğer vazîfelilerden ayrılan subaşı, sırtına sarı çuhadan biniş, ayağına mavi şalvar, başına beyaz tülbentten yapılmış başlık ve ayağına sarı yemeni giyerdi.
 
T
Teşrifatçılık
Osmanlı Devletinde çeşitli merâsimler esnâsında, protokol işlerinin görülmesi.

Teşrifât, resmî günlerde devlet rical ve memurlarının bulunacakları sıra ve sınıflar demektir. Arapça teşrifin çoğuludur. Günümüzde protokol olarak kullanılmaktadır. Bu işi yapana, teşrifâtçı, teşrifâti veya teşrifâtî-i dîvân-ı hümâyûn denirdi.

Teşrifâtçılığı ilk önce Kânûnî Sultan Süleyman Han kurmuştur. Teşrifâtçı, Dîvân-ı hümâyûna bağlı olup, burada yapılan merâsimlerin protokol kurallarına göre icrâ edilmesini sağlardı. Resmî gün ve merâsimlere katılacak olan dâvetlilere, teşrifât dâiresince dâvet tezkiresi yazılırdı. Merâsimin hangi gün ve saatte olacağını gösteren teşrifât defterleri vardı. Başta pâdişâh ve sadrâzam olmak üzere diğer devlet erkânının ayrı ayrı teşrifat defterleri bulunurdu.

Pâdişâhın cülusu, bayram tebrikleri, donanmanın denize inmesi, Mısır hazînesinin gelmesi, tâyin olanlara hil’at giydirilmesi vs. gibi merâsimlerden teşrifâtçı sorumluydu.

Teşrifâtçının emrinde bir teşrifât kalemi olup, kendisi bu kalemin şefiydi. Bu kalemde sırasıyla, teşrifât kesedârı, teşrifât halîfesi, kaftancıbaşı ve teşrifât kesedârı yamağı bulunurdu. Teşrifât halîfesi ve kesedârı, teşrifâtçının muâvinlerinden olup, merâsimlerin bütün sicillerini korumakla görevliydiler. Kaftancıbaşıysa, pâdişâh veya sadrâzamın huzurlarına kabul ettiklerine giydirecekleri hil’atleri muhâfaza ederdi.

Sultan Üçüncü Ahmed Han zamânında Dîvân-ı hümâyûndan paşa kapısına nakledilen teşrifâtçılık eski önemini burada da muhâfaza etmiştir. Bundan dolayı teşrifâtçı üzeri menekşe ipek kumaşla dikili üst kürkü giyerdi. Halbuki bu kürkü sadrâzamın maiyeti olan amedci ve kethüdâ beyin maiyeti dahi giyemezlerdi.



Timar
Osmanlı Devletinin; geçimlerine ve hizmetlerine âit masrafları karşılamak üzere bir kısım asker ve memurlara, muayyen bölgelerde, kendi nâm ve hesaplarına tahsil selâhiyetiyle birlikte tahsis etmiş olduğu vergi kaynaklarına verilen umûmî isim. İktâ ve dirlik diye de terminolojide anılır. Bu sistemde arâzî, timar verilen kimsenin mülkü değildir. Timar sâhibi (sâhib-i arz), arâziyi, reâyâya (vergi vermekle mükellef olan vatandaşa) işletmek üzere verir, mahsûlden ve reâyânın şahsından devletin alacağı vergileri toplar.

Timar müessesesi, yâni eski İslâm devletlerinde kullanılan ismiyle iktâ; sünnet, icmâ ve Hulefâ-i Râşidînin tatbikatıyla sâbittir. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem devrinde görülen bu uygulama Emevîler ve Abbâsîler zamanlarında da devâm edip, fethedilen topraklar, çeşitli şahıslara verildi. Abbâsîler zamânında askerî hizmetlerin Türkler eline geçmesinden sonra, Türk kumandanlar, maiyetlerindeki askerlerin masraflarına karşılık, kendilerine iktâ olarak verilen yerlerin gelirlerini topladılar. İktânın bu şekilde askerî bir mâhiyet almasından sonra bu sistem diğer İslâm memleketlerinde de kullanıldı. Asker, Gazneliler ve Büveyhîlerde maaşlı olmasına rağmen, maaş verilemediği zamanlar kumandanlar, muayyen bir mıntıkanın devlete âit vergilerini toplamakla vazîfelendirilirler; topladıkları vergiler de senelik olarak kendilerine tahsis edilirdi. Selçuklular, sistemi geliştirip bundan farklı bir iktâ usûlü ortaya koydular. İdâreleri altındaki yerlerde, mal toplayıp dağıtmak ve maaş vermek yerine, bir veya birkaç köyü askere iktâ olarak verdiler. Yâni ilgili köylerdeki halkın devlete vereceği vergiler o mıntıkadaki askere tahsis edildi.

Türkiye Selçuklu Devletinin yıkılmasından sonra kurulan Osmanlı Devletinde iktâ usûlünün daha gelişmiş bir şekli olan ve timar adı verilen sistemin uygulanmasına, Osman Gâzinin fetihleriyle başlandı. Fethettiği arâziyi timar olarak askerlerine dağıtan Osman Gâzi, Karacahisar’ı da oğlu Orhan Gâziye verdi ve:

“Timarların sebepsiz yere sâhiplerinden geri alınmaması, timar sâhibinin ölümü hâlinde arâzinin bu kimsenin oğluna intikâl etmesi ve oğul küçükse, hizmet edecek yaşa gelinceye kadar onun yerine hizmetkârlarının sefere gitmesi.” gibi şartlar koydu.

Orhan Gâzi zamânında da bir takım kumandanlar sınıra yerleştirilerek kendilerine timar verildi. Rumeli fütûhâtı başladıktan sonra Gelibolu havâlisi Yâkub Ece ile Gâzi Fâzıl’a verilerek timar sistemi Trakya’da uygulanmaya başlandı.

İlk teşkilâtlanma safhasını Murâd-ı Hüdâvendigâr Han zamânında tamamlayan timar sistemi gelişiminin zirvesine Kânûnî Sultan Süleymân Han zamânında ulaştı. Kânûnî, mîri arâzi ve timar sistemlerine âit hukûku belirleyen kânunlar koydu. Beylerbeyinin timar verme haklarını da sınırlayarak tezkereli ve tezkeresiz timar ayrımını ortaya çıkardı. Kânûnî Sultan Süleymân Hanın yaptığı düzenlemeler sonunda timarlı sipâhîlerin ve cebelülerin miktarı 200.000’e kadar çıktı.

Osmanlı Devletinde timar sâhibi, sâhib-i arz ismini de taşımış olmasına rağmen ne timar dâhilindeki toprakların, ne de bu toprakları işleyen köylünün toprak sâhibine veya devlete vermekle mükellef bulunduğu hak ve resimlerin (vergilerin) mülkiyetine sâhip değildi. Ancak muayyen hizmetleri yaptığı müddetçe, devlete âit çeşitli vergileri kendi nâm ve hesâbına toplamak hakkından faydalanabiliyordu. Bu hak görülen vazîfeye bağlı bir maaş mahiyetinde olup, timar sâhibinin mülkiyetine giren bu sıfatla satılması, vakfedilmesi veya mîras olarak vârislerine bırakılabilmesi mümkün olan bir gelir mülk durumunda değildi. Gerçi timar sâhibinin ölümü halinde devlet, sipâhînin hizmete yarar evlâtlarından bir veya birkaçına timar vermeyi prensip olarak kabul etmiş bulunuyordu. Fakat bu şekilde sipâhînin çocuklarına verilen timar, ölen babanın timarı olmadığı gibi, kıymet îtibâriyle de aynı değildi.

Sipâhî timarının kılıç tâbir edilen ve sipâhîlik hizmetine giren herkes için bir başlangıç kadro maaşı olarak kabul edilen çekirdek kısmı vardı. Bu kısmın, sipâhînin, zamanla göstereceği yararlıklara göre yapılacak terakkî zamlarıyla büyümesi mümkündü. Fakat sipâhînin ölümü hâlinde oğullarına babalarının timarının ancak kılıç (çekirdek) kısmı verilebilir ve bu başlangıç gelirine vaktiyle diğer timarlara dâhil yerlerin gelirlerinden çıkarılan, hisseler hâlinde yapılmış olan zamlar geri alınırdı. Böylece yararlılığı görülen timar sâhiplerine yapılan zamlar bu sûretle açığa çıkmış olan gelirlerden temin edilirdi. Bu uygulama ile timar arâzisinin zamanla türlü fırsatlardan faydalanılarak büyütülmüş olan şekilleriyle bir âile mülkü hâlinde nesiller boyunca aynı soydan gelen kimseler elinde kalması önlenirdi.

Has ve zeâmet şeklindeki büyük timarlarsa, kişi yerine makâma verilirdi. Bunların sâhipleri olan vezir ve beyler sık sık değişmekte olduğundan, değişen sâhiplerinin bu timarlarla âilevî bir münâsebet ve yakın bir alâka tesis etmeleri imkânsızdı.

Her timar sâhibinin bir kılıç yerine tâyin edilmiş olması lâzımdı. Babalarının timarı müşterek bir beratla iki kardeşe verilme hâlleri hâriç, bir kılıç yerine iki kişi tâyin edilemezdi. Daha büyük bir timar vücûda getirmek için iki kılıç yeri bir kişiye verilmez, bu sûretle tımar kadrolarında daraltma yapılamazdı.

Hayatta olan timar sâhiplerinin oğullarına dirlik verilmesi âdet değildi. Ama ihtiyarlık veya hastalık sebebiyle hizmet kudreti kalmayan sipâhî, yetişmiş ve hizmete yarar oğluna timarını devredebilirdi. Bu takdirde de timarın ancak kılıç kısmı oğula intikâl ederdi. Yalnız atadan ve dededen ocak ve kadîm-i yurt (eski yurt) olan mülk timarlar istisnâ teşkil eder, bunların bütünlüğü bozulmazdı.

Babasının ölümüyle timar sâhibi olmaya hak kazanan bir çocuk, sefere gidebilecek yaşa geldiği hâlde, yedi yıl timar talebinde bulunmazsa, her türlü hakkını kaybetmiş olurdu. Babaları timarından kendilerine timar verilmiş olan sipâhî oğulları eskiden on yaşına gelinceye kadar sefer zamânı yerlerine bir cebelü gönderebilir ve ancak on yaşından sonra bizzat kendilerinin gelmesi îcâb ederken, seferlerin uzaklarda yapılmaya başlanmasıyla bu yaş haddi on altıya çıkarılmıştı.

Timar her ne kadar belli bir hizmet karşılığında timar sâhibinin devlete âit vergileri kendi hesâbına toplaması demekse de, timarların nevilerine göre timar sâhibinin devlete karşı olan mükellefiyetleri değişmektedir. Devlete karşı olan mükellefiyetleri açısından, timarlar beş kısımda incelenebilir.

1. Arâzinin mülk olarak verilip verilmediğine göre: a) Mülk timarlar: Bu tür timarlarda devlet, türlü hak ve vergi (resim)leri toplama yetkisini timar sâhibine bütün hayâtı boyunca ve ölümünden sonra da mîrâsçıları tarafından tam bir mülk olarak tasarruf edilebilecek bir gelir hâlinde bırakmış bulunmaktadır. Bu gibi haklar vaktiyle devletten bir mülk olarak satın alınmış yâhut fevkalâde durumlarda bir hizmete bağlı olmayarak bağışlanmış serbest mülkler olduğu hâlde zamanla devlet tarafından askerî hizmet şartı koyulmuştur.

Mülk timarlarının sâhipleri sefere bizzat gitmek veya mükemmel silâhlanmış bir miktar asker (cebelü) göndermek mecbûriyetindedirler. Eğer bu tip timar sâhipleri sefere bizzat gelmezler veya yerlerine cebelü göndermezlerse, diğer timarlar gibi dirlikleri ellerinden alınıp bir başkasına verilmez, sâdece timarın bir yıllık gelirine devlet tarafından el konulurdu. Sâhipleri ölünce de bu tip timarlar bütünüyle erkek evlâda verilir, erkek evlâd olmadığı takdirde, erkek veya kadın diğer mîrâsçılara intikâl ederdi. Onlar da hisseleri nispetinde gönderilecek cebelülerin masraflarına iştirak ederlerdi. Bu gibi timarlar, diğer mülkler gibi serbestçe alınıp satılabilir ve aynı mükellefiyetlerle vakfedilebilirdi.

b) Mülk olmayan timarlar: Bu tip timarlarsa hizmet karşılığı timarın gelirlerinin bir kısmının tahsîsi sûretiyle verilen timarlardır ki, Osmanlı Devletinde timarların çoğu bu türdendi. Bunlar timar sâhibine mülk olarak verilmediğinden satılamaz, vakfedilemez, mîras bırakılamazdı.

2. Arâzinin gelirine göre: a) Has: Senelik geliri 100.000 akçe ve daha fazla olan timarlara denirdi. Pâdişâha verilenler havass-ı hümâyûn adını taşırdı. Haslar, pâdişâhtan başka hânedâna mensup kişilere, vezirlere, beylerbeylerine, sancakbeylerine, defterdârlara vs. verilirdi. Pâdişâh ve hânedâna mensup olmayanlara verilen haslar makâma mahsus olduğundan, vazîfede bulundukları süre içinde kendilerine âitti. Azillerinde veya ölümleri hâlinde bu dirliği kaybederlerdi.

Haslar voyvoda denilen kimseler vâsıtasıyla idâre edilirdi. Has olarak verilen yerin öşür ve diğer resimleri has sâhibine âit olup, köylü zirâat yapmazsa toprak elinden alınarak bir başkasına verilirdi. Has sâhibi gelirlerinin her 5000 akçesi için devlete bir cebelü adı verilen atlı, zırhlı ve silâhlı bir asker beslemek zorundaydı.

b) Zeâmet: Senelik geliri 20.000 akçeden 100.000 akçeye kadar olan dirliğe denirdi. Zeâmetler, eyâlet merkezlerinde bulunan hazîne ve tımar defterdârlarına, zeâmet kethüdâlarına, sancaklardaki alay beylerine; kale dizdârlarına, kapucu başılarına, dîvân kâtiplerine, defterhâne ve hazîne-i âmire kâtiplerine verilirdi. Ayrıca timar sâhipleri büyük hizmetlerde bulundukları zaman, terakki (zam) alarak zeâmet sâhibi (zâim) olabilirdi. Zâimler hayatta oldukları müddetçe ellerinden alınmazdı. Zâimler de haslardaki gibi ilk beş bin akçesi hâriç, sonraki her 5000 akçe gelir için bir cebelü beslemek mecburiyetindeydiler. Zeâmetlerin 50.000 akçeden yukarı olanlarına ağır zeâmet adı verilirdi.

Zeâmet sâhipleri zeâmetlerindeki vergileri bütünüyle kendileri alır, sancakbeyi ve subaşılar müdâhale edemezlerdi. Savaş zamanlarında cebelüleriyle birlikte sancak beylerinin kumandası altında sefere iştirak ederlerdi. Savaş olmadığı zaman da, kimseye bağlı olmazlar, hattâ toprakları içindeki suçluları kendileri yakalarlar, başkaları karışamazdı. Zeâmetin bâzan birkaç kişiye müşterek olarak verildiği de olurdu.

c) Timar: Senelik geliri 2000 akçeden başlıyarak 20.000 akçeye kadar olan dirliğe timar ismi verilmiştir. Timar sâhipleri senelik gelirden kılıç adı verilen muayyen bir kısmın ayrılmasından sonra geriye kalan gelirin her 3000 akçesi için bir cebelü (tam teçhizatlı asker) beslemeye mecburdular. Kılıç bedeli, sipâhînin kendi aylığına karşılıktır. Kılıç bedelinin miktarı illere ve timarların tezkereli veya tezkeresiz oluşuna göre 2000, 3000, 6000 akçe arasında değişirdi. Herhangi bir gelir kademesinde bulunan sipâhînin harbe katılmak için getirmesi lâzım gelen silâhlarla zırh ve çadırların nevi, berâberinde gelecek cebelü tâbir edilen yardımcı silâh arkadaşlarının adedi ve techizatı bütün teferruâtıyla tespit edilmiş bulunmaktaydı. Harbe girmeden evvel beylerbeyi tarafından bu bakımdan sıkı bir teftişe tâbi tutularak kusurlu görülen sipâhîlerin ellerinden timarı alınıyordu. Orduların harpten evvelki toplanma yerlerinde techizâtın gözden geçirilmesiyle birlikte, türlü silâhların kullanılma tâlimleri ve bu arada bilhassa yeni çağlarda ehemmiyet kazanmış olan, tabanca kullanan sipâhîlere at sırtında seyir hâlinde silâhlarını sür’atle doldurup boşaltma tâlimleri yaptırıldığı da görülmekteydi.

Timar sâhipleri ölünce timarının kılıç kısmı oğluna veya oğullarına müşterek timar olarak verilir, diğer kısmı terakki sağlayan timar sâhiplerine dağıtılırdı. Cephede ölen timar sâhibinin oğluna, yatakta ölen timar sâhibinin oğluna verilenden daha büyük dirlik verilmesi de kânunda açıkça belirtilmişti.

3. Timar sâhiplerinin gördükleri işlere göre: a) Eşkinci timarları: Bunların sâhipleri harp zamânında alay beyinin kumandası altında cebelüleriyle birlikte bilfiil sefere gitmekle mükelleftiler. Osmanlı timarlarının ekserîsi bu türdendi.

b) Mustahfız timarları: Bunlar kale askerlerine verilirdi. Bu timarların sâhipleri mensup oldukları kalenin müdâfaasıyla mükelleftiler. Aslında askerî olmakla birlikte bu tür timarlar kale komutanlarına ve kaledeki görevli askerlerle her türlü hizmetlilere verilirdi.

c) Hadere (Hizmet) timarları: Bu timar sâhipleri saraya ve dînî kurumlara belli hizmetlerde bulunmakla mükelleftiler. Bu timarların sayısı çok azdı.

4. Veriliş şekillerine göre:

Kânûnî Sultan Süleymân Han devrine gelinceye kadar, ölmüş olan timar sâhiplerinin oğluna beylerbeyi tarafından timar veriliyordu. Fakat 1530’da bu usûl değiştirildi ve beylerbeyinden ancak düşük gelirli timarları verebileceği, daha büyük gelir sağlayan timarlarınsa beylerbeyinin tezkiresi üzerine İstanbul’dan fermanla verilebileceği esâsı kabul edildi. Beylerbeyinin tezkiresini alan sipâhî, İstanbul’a giderek, altı ay zarfında beratını almak mecbûriyetindeydi. Aksi takdirde timarının gelirinden faydalanamazdı. Bu esasların kabul edilmesi üzerine tezkireli-tezkiresiz timar ayırımı ortaya çıktı.

a) Tezkireli timarlar: Beylerbeyinin doğrudan doğruya vermeye yetkili olmadığı timarlar olup, İstanbul’dan verilirdi. Ayrı vilâyetlerdeki timarların kılıç kısımları aynı büyüklükte olmadığından, tezkireli ve tezkiresiz timarların büyüklükleri beylerbeyliğine göre değişmekteydi. Meselâ Rumeli, Budin, Bosna, Tameşvar beyliğinde geliri 6000 akçeden fazla olan timarlar tezkireliydi. Buna karşılık Kıbrıs Adasında ve Kocaeli, Biga sancaklarında 5000, Karaman, Zülkadriye ve Rum eyâletlerinde de 3000 akçenin üzerinde gelire sâhip timarlar tezkireliydi.

b) Tezkiresiz timarlar: Beylerbeyinin doğrudan vermek yetkisine sâhip olduğu timarlardı. Bunların kıymeti ekseriyâ düşüktü.

5. Mâlî yapısına göre: a) Serbest timarlar: Timar sâhibinin, gerdek, tapu, kışlak, yaylak, cürüm ve cinâyet resimleri (vergileri) gibi miktarları önceden belli olmayan ve bâdihevâ denilen bu vergileri almak hakkına sâhip olduğu timarlardı. Subaşı, çeribaşı ve benzeri bir takım vazîfe sâhiplerinin timarları ve büyük devlet memurlarının görev sürelerince devâm eden has ve zeâmetleri serbest timardı.

b) Serbest olmayan timarlar: Sâhibinin bâdihevâ denilen vergileri almak hakkına sâhip olmadığı timarlardı.

Osmanlı Devletinde yurtluk ve ocaklık tâbir edilen timarlar da vardı. Bunlar, tersâne masraflarını, yâhut bir kalenin muhâfızlarının veya bir kasaba, bir şehir memurlarının aylıklarını karşılamak için verilen dirliklerdi. Bunların sâhipleri birkaç bölgenin öşrünü tahsil ederlerdi. Ocaklık tevcihi, timar sâhibine öşürden başka ayrıca gümrük vergisi gibi bâzı vergilerin tahsiline selâhiyet verirdi. Yurtluk ve ocaklık alan kimseler, hudutları korumak ve bilhassa âni savaşlarda asıl ordu gelinceye kadar düşmanla mücâdele ve asıl ordu gelince ona iltihak etmek vazîfelerini görürlerdi. Sâhipleri ölen yurtluk ve ocaklık timarları, ölen kimsenin oğullarına intikâl ederdi.

Kânûnî Sultan Süleymân Han devrinde gelişmenin zirvesine erişen timar sistemi, bu Pâdişâhın vefâtından sonra bozulma belirtileri göstermeye başladı. On altıncı yüzyılın sonlarında, bilhassa, timar teşkilâtının yüksek emir ve kumanda kadrolarını teşkil eden sancakbeyliklerinin umûmiyetle âdet olduğu üzere kapu kulları arasında yetişmiş ocak mensuplarına verilecek yerde, uzun süren savaşların sebep olduğu ağır mâlî külfetin karşılanabilmesi için iltizam usûlüyle peşin gelir karşılığı alınarak satılması netîcesinde, henüz İstanbul’u görmemiş ve pâdişâhın ekmeğiyle beslenmemiş, âdab ve usûlden haberi olmayan beceriksiz kişilerin eline geçmesi bozulmayı hızlandırdı. Bu âdâb ve erkân bilmez kişiler başa geçince, timar sâhiplerinin seferlerde yapılması gerekli yoklamaları, iyi bir şekilde yapılamadı. Yapılması gereken bu yoklamalar daha sonraki devrelerde timar dağıtımı ve terakkîlere temel teşkil ettiğinden hak etmemiş kişiler timar sâhibi olmaya başladı. Ayrıca ölen veya azledilenlerden boş kalan timarların, yeni istihkak sâhiplerine devredildiği esnâda ruznâmçelerdeki kapatılması gereken eski kayıtların kapatılmaması, buralara defâlarca yeni tâyinler yapılması gibi hatâlar, timarı haketmeyenlerin yanında hak edenlerin de mağdur olmasına sebep oldu.

Yine bu yıllarda devâmlı harplerin ve Celâlî isyânlarının meydana getirdiği tahrip ve masraflar, timarlı sipâhî zümresinin fakirliğine sebep olarak, bunların beslediği asker sayısında önemli ölçüde düşmeler meydana geldi. Öyle ki, zamânında yirmi iki sancaktan teşekkül etmekte olan Rumeli eyâletinin eski timar kadrolarına göre, her an sefere hazır vaziyette bulunması gereken asker mevcûdu 33.000 iken, 17. yüzyılın ortalarında Rumeli beylerbeyinin harbe giderken emri altındaki timarlı sipâhî mevcudu hiçbir zaman 2000’i bulmadı. Anadolu beylerbeyinin maiyetinde de 18.700 mevcutlu bir timarlı sipâhî ordusu yerine 1000 kişiden fazla bulunamadı. Böylece elli-altmış yıl önce sayıları 200.000’i bulan timarlı sipâhî ve cebelüler, 1768’de 20.000 kişiye kadar düştü.

İyi işlediği müddetçe devletin kuvvet unsurlarından birini teşkil eden dirlik sistemi, iyice dejenere olması üzerine gözden düşünce, ilk olarak 1703’te Girit Adasında ortadan kaldırılıp, burada maaşlı memurluk düzenine geçildi. Ülkenin diğer yerlerindeki timarlarsa, 1812’den îtibâren boş kaldıkça yeniden verilmemeye başlandı. 1839’da yayınlanan Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnuyla tamâmen ortadan kaldırıldı. Fakat dirlik sistemini kaldırırken, tamâmen batının liberal fikirlerinin tesiri altında kalıp, taklitçilikle hareket eden tanzimatçılar, bu teşkilâtın yerine yeni bir sistem koyamadılar.





Timarlı Sipahi
Timar sâhibi süvâri askeri.

Osmanlı ordusunun esâsı ve en büyük kısmını timarlı sipâhi denilen atlı ordusu teşkil etmekteydi. Timarlı sipâhiler kapıkulu sınıfları gibi maaşlı değildi. Leventler ve akıncılar gibi ganimetlerle geçinmezler, yaşamaları için devlet toprak verirdi. Toprağın üzerinde köylü vardı. O köylüden vergiyi timarlı sipâhi toplar. Bununla hem kendini geçindirir, hem de atları ve silâhları devamlı hazır bulundururdu. Timar, ordunun er ve subaylarına sürekli askerlik hizmetlerine ve kendilerinin ve adamlarının harbe hazır olmaları, sefere çıkarıldığında hazineye yük olmadan getirdikleri silâh, malzeme ve yiyeceklere karşılık ödenen bir maaş gibiydi.

Selçukluların Arapça ıktâ dedikleri böyle toprağa Osmanlılar, tâbiri Türkçeleştirerek dirlik demişlerdir. Dirlikler gelirleri bakımından üçe ayrılırdı. Yıllık geliri 19.999 akçaya kadar olan dirliğe, timar; 20.000 akçadan 99.999 akçaya kadar olan zeâmet; 100.000 akçadan îtibâren gelir getirene de has denilirdi. Burada gelir tamâmen vergi mânâsındadır. Yâni ürünün gerçek değeri değil, üründen köylünün devlete verdiği vergi değeridir. Bu vergiyi, diğer bâzı vergilerle berâber toplamak hakkı dirlik sâhibi sipâhiye âitti.

“Ednâ” denilen küçük timar sâhipleri er ve erbaş; “evsâf” denilen orta timar sâhipleri astsubay; “âlâ” denilen büyük timar sâhipleri küçük rütbeli subay derecesindeydiler. Küçük zeâmet sâhipleri binbaşı, orta zeâmet sâhipleri yarbay, büyük zeâmet sâhipleri albay derecesinde yüksek rütbeli süvâri subaylarıydı. Bu sonunculara alay beyi deniliyordu ki, sonradan Farsçalaştırılarak miralay ve bugün aynı mânâda albay olmuştur. Sancakbeyi tümgeneral ve beylerbeyi orgeneral rütbesindeki kişilerin dirliğine “hâs” deniliyordu. Vezirlerin, hânedan üyelerinin de hâsları vardı. En büyük hâslar pâdişâha âitti.

İki türlü tımarlı olurdu: Tezkireli ve tezkiresiz. Tezkireli tımarlılar, tımarı merkezden, yâni İstanbul’da Dîvân-ı Hümâyundan doğrudan doğruya alanlardır. Tezkiresiz timarlılar ise dirliklerini Beylerbeyinin arzı üzerine alırlardı.

Bir tımarın ilk üç bin akçalık çekirdek kısmına kılıç gerisine terakki denilirdi. Zîrâ her üç bin akça için sipâhi yanında kendisi gibi atlı ve teçhizatlı bir asker getirmeğe mecburdur. Cebeli denilen bu erler, sipâhinin çocukları, kardeşleri, akrabâsı olacağı gibi, toprağı işleyen herhangi bir kimse de olabilirdi. Bâzı tımarlarda kılıç iki bin akçaya, hatta daha aza düşebiliyordu. Bâzı timarlarda ise en çok altı bin akçaya kadar çıkabiliyordu.

Sipâhi, timarın bulunduğu topraklarda yaşar, köylülerden vergisini genellikle mal olarak alır ve bu geliri kendisini ve cebelilerini geçindirmek için kullanırdı. Köylerdeki düzeni korurdu. Sipâhilerin, tımarları içindeki devlet topraklarını, çiftçilere dağıtırken, verdikleri vesikaya sipâhi senedi denirdi. Birinci Murâd Han zamânında tesis edilen sipâhilerin Anadolu ve Rumeli’nin Türkleşmesinde ve İslâmlaşmasında büyük hizmetleri görüldü.

Rumeli tımarları, Anadolu tımarlarından dahaverimliydi. Anadolu’da üç bin akçaya kadar olan tımarlar orduya bir cebeli verdiği hâlde, Rumeli’de üç bin akçaya kadar olan tımarlardan iki, hatta üç cebeli çıktığı olurdu. Tabiî tımarların üzerinde yaşayan köylü çiftçilerin Anadolu eyâletlerinde büyük çoğunluğu Türk olduğu halde, Rumeli eyâletlerinde ancak yarıya yakını Türk, yarıdan fazlası, bâzı bölgelerde çok daha fazlası Hıristiyan Ortodoks, bâzı bölgeler de Katolikti.

Sefer ilân edilince sipâhiler, Seraskerin bulunduğu yere gelir, yoklama olurlar, dirlik sipâhileri ve cebelileri ayrı ayrı deftere yazılırdı. “Sipâhi ve cebeli falanca paşanın defterlisidir” diye bilinirdi. Sefere dâvet olunup da sefere iştirak etmeyen sipâhinin elindeki timar zaptolunur, başkasına verilirdi. Kânunen götürmek mecburiyetinde oldukları cebeli ve gulâmı getirmeyenler ve götürüp de kaçanların yerlerine diğerlerini tedârik edemeyenler hakkında da aynı muâmele tatbik olunurdu.

Yığınak emri gelince her tımar sâhibi, cebelileriyle berâber, kendi kazâsının belirli yerinde toplanırdı. O kazâdaki timarlılar, çeribaşı denilen sipâhi yüzbaşısının emrinde bulunurlardı. Çeribaşı da alay beyinin emrine giriyordu. Alayını toplayan alay beyi, sancak beyine gidip hazır olduğunu bildiriyordu. Kendi mâliyet askerini de alan sancak beyi, bu sipâhi alayıyla berâber, beylerbeyine katılmak üzere harekete geçiyordu. Bu iş büyük bir süratle yapılıyordu.

Beylerbeyilerin izin vermesiyle sancak beyleri tarafından bir kısım sipâhiler memleket muhâfazası için yerlerinde bırakılabilirdi. Sipâhi sefere gittiğinde yerine vekil olarak bıraktığı korucu, dirlik sâhibinin yokluğunda toprağın muntazaman işlenmesine nezâret ederdi. Eğer sipâhi harbin uzaması hâlinde kışı hudutta geçirmek emri alırsa, dirliğine harçlıkçı denilen bir vekil göndererek, yıllık gelirini bulunduğu yere getirtirdi.

Timar ve zeâmet; sâhibi ölünce, ekseriya büyük oğluna, yoksa kardeşine veya yeğenine verilirdi. Fakat bunun için timar ve zeâmetin bağlı olduğu alay, vârisin toprağı idâre edebilecek kâbiliyet ve şartlara hâiz olduğuna şehâdet ederlerdi. Zâten bir sipâhi subayı, yerine geçecek birini yıllar boyunca hazırlayıp, yetiştirirdi. Bu sûretle dirlik tecrübesiz insanların eline geçmezdi.

Timar ve zeâmet sâhipleri, arâzileri üzerindeki toprakları üç yıldan fazla işlemezlerse, dirliklerini kaybederlerdi. Toprak işlememek, Allahü teâlâya karşı bir günah sayılırdı. Zîrâ toprak sâyesinde Allahü teâlânın kulları beslenirdi. Timar her eyâlette bulunmazdı. Meselâ Cezâyir, Tunus, Trablusgarb, Mısır, Yemen, Bağdat gibi eyâletlerde timar ve zeâmet yoktu. Çoğunlukla Türk nüfûsunun bulunduğu eyâletlerde timar ve zeâmet teşkilâtı yapılmıştır. Timarlı sipâhi tamâmen Türk soyundan gelirdi.

Sultan Birinci Süleyman Han (1520-1566) zamânında timarlı sipâhiler, en parlak devrini yaşadı. Bu zamanda 166.200 timarlı sipâhi vardı; bunun 74.000’i Rumeli, 91.600’ü Anadolu timarlı sipâhisiydi. Bu sûrette Türk atlı ordusu, iki orduya ayrılırdı: Rumeli atlı ordusu ve Anadolu atlı ordusu. Meydan muhârebelerinde ordu düzeninin sağ ve sol kanatlarını bu iki ordu teşkil ederdi. Kapıkulu askerleri merkezde bulunurdu. İlk zamanlarda, Rumeli timarlı ordusunun kumandanı Rumeli Beylerbeyi, Anadolu timarlı ordusunun kumandanı da Anadolu Beylerbeyi idi. Fakat sonradan bu iki kanada da pâdişâh tarafından seçilen vezirler kumanda etmeye başladı. Sultan Süleyman Han devrinde bu iki ordu o derece büyüdü ki, sefer Avrupa’da olduğu zaman çok defâ Anadolu sipâhi ordusu çağrılmaz veya bâzı birlikler çağrılırdı. Sefer Asya’da ise, Rumeli askerleri ya çağrılmaz veya bâzı birlikleri sefere katılmak için istenirdi.

Timarlı sipâhiler 17. yüzyıla doğru bozulmaya başladı. Kuruluşlarından beri Osmanlı Devletinin târihinde büyük bir rol oynayan timarlı sistemi, yeniçeriler için olduğu gibi kanlı ve ızdıraplı bir tasfiyeden ziyâde, sessiz sedâsız bir sûrette ve herhangi bir sarsıntıya sebep olmadan ortadan kalktı.

Asırlar boyunca sipâhiler, memleketin en uzak köşelerine kadar yayılıp, köylüyle iç içe yaşadı ve uzun müddet zirâî iktisâdiyatın ve devlet toprak siyâsetinin faal mümessilleri rolünü oynamıştı. Pâdişâhın, devletin en ücrâ köşelerindeki sâdık temsilcileriydiler. Köylerin şenlenmesinde, bayındır hâle gelmesinde her türlü yardımda bulunurlardı.

Timarlı sipâhilerin 17. asrın son yıllarında, hele 18. asırdan îtibâren sayıları önemli ölçüde azaldı.

Kapıkulu süvârilerinin ehemmiyet kazanması ile Sultan Abdülmecîd Han (1839-1865), 19 Ocak 1841 fermanı ile birçok timarlı sipâhiyi emekliye sevk etti. Fakat timarlarını hayatlarının sonuna kadar ellerinde bıraktı. 1844’te bir kısım timarlı sipâhisi, atlı jandarma olarak hizmete alındı. Zâten uzun müddetten beri ne sipâhi olarak, ne saray mensubu olarak kimseye timar verilmiyordu. Ölen timarlı sipâhilerin çocukları İstanbul’a getirilip, askerî mekteplere veriliyordu. 1850’den sonra timar da, sipâhi de kalmadı.









Top Arabacıları Ocağı
Osmanlılarda kapıkulu ocaklarının yaya kısmından büyük topları cepheye taşımak için kurulan teşkilât.

Muhtemelen 15. yüzyılın sonlarında kurulmuştur. Önceleri acemi ocağından neferler alınırken, 17. asırdan îtibâren ocak arabacılarının evlâtlarından ve kul kardeşlerinden alınmaya başlanmıştır. İstanbul’da ikâmet ettikleri gibi nöbetleşe kalelere de giderlerdi. Kapıkulu topçusunun bulunduğu yerlerde, top arabacıları da bulunuyordu. Tophâne’de îmâlâthâneleri, Ahırkapı’da ahırları, Şehremini’de kışlaları vardı. Ocakta; arabacıbaşı, kethüda, başçavuş, kethüda yeri, ocak kâtibi, bölükbaşı, odabaşı ve halife ünvanlı subaylar görev yapardı. Arabacıbaşı nezâretinde; nefer sayıları birle-elli iki arasında değişen, altmış üç top arabacıları bölüğü vardı.

Topçu Ocağı
Osmanlılarda kapıkulu ocaklarının yaya kısmından olup, top dökmek ve top kullanmakla vazifeli askerlerin mensup olduğu ocağa verilen ad.

Sultan Birinci Murâd devrinde yeniçeri ocağının teşkilinden az sonra, acemi ocağından alınan neferlerle ilk olarak topçu ocağı kuruldu. İstanbul’un fethinden sonra, Galata suru dışında Tophâne denilen yerde topçu kışlaları ve sâbit top dökümhânesi yapıldı. Sonraları; Belgrad, Budin, Temaşvar, İşkodra, Gülamber, Provişte gibi yerlerde ihtiyaca göre tophâneler kurulup top döktürüldü.

Topçu ocağına sertopi nâmıyla da anılan topçubaşı nezâret ederdi. Onun emrinde bulunan dökücübaşı (serihtegân), dökümhâneden sorumluydu. Onun da maiyetinde; yardımcısı, tâmirci, dökümcü, burgucu, yamacı, demirci, marangoz gibi sanatkarlar bulunurdu.

Tophânenin; hesap ve alım-satım işlerine tophâne emîni bakardı. Îmâlât ve ihtiyaçlarından da Tophâne Nâzırı mesuldü. Topları kullanmak ise, ağa bölükleriyle cemaat ortalarının vazifesiydi. Beş ağa bölüğü ve yetmiş cemaat ortası vardı. Her orta veya bölükte bir çorbacı, bir odabaşı ve diğer küçük rütbeli subaylar bulunurdu. Ocak kethüdâsı, ocak çavuşu ve kâtibi de, bu ocağın büyük âmirleriydi. Topçu ocağı, sarı-kırmızı bayrak taşırdı.

 


Topkapı Sarayı
İstanbul’da Sarayburnu sırtlarında yaklaşık 400 yıl Osmanlı Devletinin idâre merkezi olan saray.

Sultanahmed ile Haliç ve Boğaz sâhilini kaplıyordu. Asıl alanı 700.000 m2 kadardı. İnşâsına Fâtih Sultan Mehmed Han (1451-1481) zamânında 1465 yılında başlandı. Osmanlı teşrifâtında ilk adı “Saray-ı Cedîd-i Âmire” olup, “Yeni saray” demekti. Fâtih, sarayın tek binâdan değil, birçok köşk ve dâirelerden meydana gelmesini istiyordu. Saray inşâatına bu istek üzerine başlandı. Osmanlılar devrinde devâmlı ilâve ve tâdilât yapılıp, genişletilerek, ihtiyaca cevap verilecek hâle getirildi. Sultan İkinci Mahmûd Han zamânında, 1825 yılında ahşap olarak “Topkapı Sarayı” adıyla yeni bir saray yapıldı. Bütün yeni saraya“Topkapı Sarayı” denildi. Yangınlar ve demiryolu inşâatı sebebiyle pekçok köşk ve dâire tahrip olup, yıkıldı. 3 Nisan 1924 târihinde müze hâline getirildi.

İstanbul’un fethinden on iki yıl sonra 1465’te inşâsına başlanılan sarayın ilk kısmı 1472’de bitirildi. “Sırçasaray” denilen “Çiniliköşk” ile “Hasoda” ve “Arz Odası” ilk yapılan kısımlarıdır. Sarayın etrafını çeviren surlarda da inşâsından îtibâren devamlı tâdilât yapıldı.

Deniz tarafındaki sur, Sirkeci İskelesi ve Sepetçiler Köşkünden başlayarak Ahırkapı’ya kadar gelir. Uzunluğu ikibuçuk kilometre kadardır. Ahırkapı’dan îtibârense, İshakpaşa Yokuşunu tâkip ederek Ayasofya Câmiinin yanına açılan Fâtih’in yaptırdığı Bâb-ı Hümâyunu geçip, Soğukçeşme tarafında dikaçı teşkil eder. Bunun üzerinde Sultan Üçüncü Murâd Hanın yaptırdığı “Alayköşkü” vardır. Salkımsöğüt Caddesinden Demirkapı’ya varıp, buradan denize kadar uzanırdı. Tam sâhilde “Yalı Köşkü” bulunurdu.

Pâdişâh, donanma sefere çıkarken Kaptan paşaları Yalı Köşkünde kabul ederdi. Sur kulelerinin üstünde Sepetçiler Köşkü, bundan sonra Hamlacılar Ocağı ve Kayıkhâne, odun ve erzak anbarıyla Topkapı gelirdi. Kapıya bu adın verilme sebebi, limanın ağzının müdâfaası için toplar yerleştirilmiş olmasıdır. Bu mevkide Sultan Üçüncü Ahmed Han tarafından 1709’da bir köşk ve odaları bulunan kâşâne ve Sultan İkinci Mahmûd Han tarafından 1825’te ahşap olarak Topkapı Sarayı yapıldı. Topkapı Sarayı 1862’de yanıp, yıkılmasına rağmen, Yeni Sarayın bütünü bu adla anılmaya başlandı. Bunun arkasında, Sultan Üçüncü Selim Han (1789-1807)ın annesi Mihrişah Sultan için yaptırdığı “Serdâb Kasrı” vardı. Bundan sonra, Sarayburnu’ndan başlayarak Hasbahçe ve deniz kenarında Değirmen Kapısı ve üst kısmında Gülhâne Meydanı yer alır. Gülhâne Meydanında “İshakiye Köşkü” ile “İncili Köşk” bulunurdu. İncili Köşk 1827’de yıkıldı, bunun üst kısmında Sultan Dördüncü Murâd Han (1623-1640) ve Sultan İkinci Mahmûd Han (1808-1839) tarafından yaptırılan köşkler vardı.

SultanMahmûd Han Köşkü, Sultan Abdülazîz Han (1861-1876) zamânında “Arslanhâne” adını aldı. Cebehâne ve İki Nişantaşı vardır. Nişantaşları Sultan Üçüncü Selim Han ve Sultan İkinci Mahmûd Hana âit olup kitâbelerini meşhur hattat Yesârî Efendi yazmıştır.

Cebehâne Meydanının sâhil kısmında Sultan İkinci Bâyezîd Han (1481-1512) zamânında yaptırılan “Sinan Paşa Köşkü” ve hizâsında Yavuz Sultan Selim Han (1512-1520) zamânında yapılan “Mermer Köşk” vardır. Mermer Köşkten sonra Tabhâne Kapısı ve yanında TabhâneCâmii gelir. Nekahathâne de denilen Tabhâne’de, sonradan GülhâneHastânesiyle Askerî Rüştiye yapıldı. Tabhane’den sonra fener olup, yanında Ahırkapı ile Balıkhâne Kapısı vardır.

Topkapı Sarayı, Birûn, Enderûn ve Harem olmak üzere üç kısımdan meydana gelirdi. Bu kısımlar surun içinde olup, sarayın kendisini meydana getirirdi.

Birûn kısmı: Sarayın dışı olup Bâb-ı hümâyûndan Bâb-üs-saâdeye kadar uzanan, birinci ve ikinci yer diye anılan kısımları ihtivâ eder.

Birinci yer; Bâb-ı hümâyûnla Ortakapı da denen Bâb-üs-selâm arasındaki sahadır. Bugün Topkapı Sarayına buradan girilir. Bâb-ı hümâyûndan girilince sağ tarafta Mâliye Nezâretinin binâsı vardı. Bunun yanında şimdi mevcut olmayan Çizme Kapısından yokuş vâsıtasıyla Cebehâne Meydanına inilirdi. Çizme KapısındanOrtakapıya kadar olan kısımdaysa Has Fırın ile Fodla Fırını, iki kapının ortasında Siyâset Çeşmesi vardı. Ortakapının önünde Seng-i ibret denilen ibret taşı bulunurdu. Sol tarafta silâh ambarı ve askerî müze olarak kullanılan Ayaİrini Kilisesi yer alırdı. Bununla sur arasında, divanda hizmet eden Sim Sakalarla Hasırcıların koğuşları vardı. Askerî Müzenin yanında, 1716’da nakledilen Darphâne bulunurdu. Darphâneden Soğukçeşme’ye inen yolun ortasında Darphâne Kapısı, Darphâne yanındaki yokuşla Ortakapı arasında Deâvi Kasrı vardı. Kubbealtı’nda divan toplandığı zaman, kubbe vezirlerinden birisi nöbetle buraya gelerek verilen dilekçeleri toplar ve mürâcaat sâhiplerini dinleyip, dâvâlarını hülâsa ederek divana bildirirdi.

Deâvi Kasrı, bugün mevcut değildir. Ortakapının iki tarafında iki kule ve bunların altında kapıcılara mahsus odalar vardı. Ortakapı geçilince Birûnun “İkinci Yer” tâbir edilen mahalline gelinirdi.

İkinci Yer; yüz seksen metre uzunlukla yüz otuz metre genişliktedir. Burada bayram alayları merâsimi yapıldığı için “Alay Meydanı” da denir. Meydanın dört tarafı mermer direkli ve revaklıydı. Meydanda dört yol vardır. Sağdaki yol, sağdaki sarayın mutfağı Matbâh-ı âmireye; ortadaki Enderûnun kapısı olan Bâb-üs-saâdeye; soldaki dünyâ siyâsetine yön veren Kubbealtına; en soldaki de Meyyit Kapısı denilen kapıya giderdi. Meyyit Kapıdan sonra mescit ve bunun karşısında has ahır memurlarına mahsus uzun binâ vardı. Uzun binâ, kısım kısım Harem Ağaları Hastahânesi,Bahçıvanlar Koğuşu, Yakalı Baltacılar Ocağı olarak kullanılırdı. Sol taraftaki revakların sonundaysa Harem Dâiresinin kapısı vardı. Bu kapının yanındaki kapıdan, Zülüflü Baltacıların koğuşlarına gidilirdi. Zülüflü Baltacılar Koğuşunun duvarları güzel çinilerle süslüydü.

Sarayın dış kısmı olan Birûn, herbiri birer hizmet için yapılan bu binâlardan meydana geliyordu.

Enderûn: Sarayın iç kısmı olup, saray üniversitesi mâhiyetindeydi. Hânedan mensupları ve özel testlerle seçilen ülkenin en zeki ve kâbiliyetli şahsiyetlerinin eğitim öğretim müessesesiydi. Çok muazzam bir teşkilâta ve seçme bir kadroya sâhipti.

Enderûn, Bâb-üs-saâde diye anılan Akağalar Kapısıyla başlar. Bâb-üs-saâdede iç içe iki kapı olup, burada Akağalar vazife yaptığından Akağalar Kapısı da denir. Kapının ön kısmında mermer sütunlara dayanan bir revak vardır. Pâdişâhın tahta geçiş merâsimi olan cülûslarda, ayak dîvânı gibi fevkalâde hâllerde ve bayramlarda, pâdişâhın tahtı buraya çıkarılırdı. Bâb-üs-selâmda bayramlaşma merâsimi de yapılırdı. Sefere çıkıldığında, Sancak-ı şerîfin sadrâzama bu kapının önünde verilmesi âdetti. Sancak-ı şerîfin konması için yerde bir delik açılmıştı. Burası ayak basılmaması için mermer taşla örtülürdü. Bâb-üs-saâdenin iki kapısının arasında sağda Kapıağası Dâiresi, solda Akağalar Koğuşu vardı.

Bab-üs-saâde kapısından “Üçüncü Yer” denilen meydana girilirdi. Kapının karşısında Arz Odası bulunur. Pâdişâh, dîvândan sonra vezirleri ve gerektiğinde elçileri Arz Odasında kabul ederdi. Arz Odasında Sultan Üçüncü Mehmed Han tarafından 1596’da yaptırılan Tahtla tunçtan bir ocak, iki tekneli bir çeşme vardı. İçerideki konuşmaların duyulmaması için çeşme açılarak, suyun çağıltısı gizliliği sağlardı. Arz Odasının duvarları güzel çinilerle süslüydü. Arz Odasının arkasında Sultan Üçüncü Ahmed Han (1703-1730) tarafından yaptırılan kütüphâne vardır. Üçüncü Yer Meydanının sahası dört bin metrekaredir. Sağ kenarında Enderun odalarından Seferli Koğuşu ile Hazine Dâiresi vardır. Karşı kenarında Kiler Odası ve Hazine Kethüdâlığı Odası yer alır. Bunun solunda Hazine Koğuşu ve ikisinin arasında Dördüncü Yer Meydanına inen üstü kapalı bir merdiven bulunmaktadır.

Üçüncü Yer Meydanının sol kenarında Hırka-i Saâdetle diğer mübârek emânetlerin muhâfaza olunduğu dâireyi ihtivâ eden Hasoda Koğuşu ile Akağalar Mescidi ve üst tarafında Kuşhâne Mutfağı ve Harem Kapısı vardır. Hırka-i Saâdet Dâiresi pek muhteşem olup, duvarları kıymetli çinilerle süslüdür. Topkapı’daki Hırka-i Saâdet Dâiresinde 25 Temmuz 1518’den, 3 Mart 1924 târihine kadar dört yüz altı seneden fazla aralıksız Kur’ân-ı kerîm okunmuştur. Daha sonra 19 Mart 1991’den îtibâren tekrar Kur’ân-ı kerîm okunmaya başlanmıştır.

Hırka-i Saâdet Dâiresi; mukaddes emânetlerin muhâfaza edildiği odadan başka büyük bir salonla Arzhâne adlı diğer bir salonu, bir de Silâhtarağa hazînesini ihtivâ eder. Bugün bu dört odadan üçü ziyâretçilere açık olup, Hırka-i Saâdetin bulunduğu oda kapalıdır. İçi aydınlatılmış olan bu odayı ziyâretçiler ancak dışarıdan Hâcet penceresinden görebilirler. Hırka-i Saâdet Peygamber efendimizin hırkası olup, bir başka hırkası da Hırka-i Şerîf Câmiindedir. Bu ikincisini ayırmak için Hırka-i Şerîf denilmektedir.

Mukaddes emânetlerin en değerlisi Hırka-i Saâdet sayılmaktadır. Burası, Yavuz Sultan Selim’den sonra dört yüz yıl belirli günlerde, pâdişâh tarafından, büyük bir hürmetle ziyâret edilmiştir. Hırka-i Saâdet Dâiresinde ayrıca Kâbe’den getirilen tövbe kapısı, hazret-i Ömer’e ve hazret-i Osman’a âit birer kılıç, Peygamber efendimize âit bir yay, hazret-i Ali’nin el yazması Kur’ân-ı kerîmi, hazret-i Fâtıma’nın seccâdesi, İmâm-ı A’zâm hazretlerinin cübbesiyle İslâm büyüklerinden yirmi birinin kılıcı bulunmaktadır. Hırkâ-i Saâdet Dâiresinin Harem’e açılan bir de kapısı olup, pâdişâhlar Harem’den, doğru buraya gelirlerdi. Hasoda’da bir koğuş, bir yemekhâne, ayrıca silahtarağa, hasodabaşı ve diğer ileri gelen ağaların ve sır kâtibinin dâireleri vardı. Bâb-üs-saâdeden girilince sağ tarafta bugün nakışhâne olarak kullanılan Büyükoda, Kuşhâne Mutfağıyla Hasoda arasında Küçükoda vardır.

Dördüncü yer, Boğaziçi’ne bakar. Sağda doğu köşesinde Sofa Câmii bulunur. Boğaz’a ve Marmara’ya bakan merdiveni de olan Sultan Abdülmecîd Han Köşkü ise, uzun bir binâdır. Lâle bahçesine mermer merdivenden çıkılır. Lâle Bahçesinin yanındaki seddin sağında Hekimbaşı odası, bundan sonra da “Sofa Köşkü” gelir. Lâle Bahçesinin iç tarafına doğru olan yönde Sultan Dördüncü Murâd Hanın yaptırmış olduğu “Revan Köşkü” yer alır. Murâd Han tarafından yaptırılan ve Sarık Odası da denilen Revan Köşkü, geniş saçaklı ve dışı pek zarif çinilerle kaplı bir binâdır. Revan Köşküne bitişik güzel fıskıyeli bir havuz, sonra bir set, sol tarafta da sünnet odası vardır. Seddin kenârında “İftâriye Köşkü” olup, yaldızlı bakırdan yapılan kubbeli bir kameriyedir. Seddin sağ tarafına, Sultan Dördüncü Murâd Han, Bağdat Seferi hâtırası olarak, “Bağdat Köşkü”nü yaptırmıştır. Bağdat Köşkünün içerisi pek kıymetli mâvi çinilerle kaplıdır. Köşkün önündeki mermerlikten bir kapı ile Hırka-i Saâdet Dâiresine girilir. Dördüncü yerden, üçüncü kapı da denilen bir kapıdan Sarayburnu’na çıkılır.

Enderûn, sağlam temeller üzerine kurulan, yüksek kadroya ve geniş, muazzam teşkilâta sâhip bir müesseseydi. Burada yüksek din ve fen bilgileri, İslâm ahlâkı, yabancı diller, kültür dersleri verilerek, talebeler tam bir Müslüman olarak yetiştirilirdi. Enderûn’da çok sıkı bir intizâm ve teşrifât vardı. Burası, Osmanlı kültür ve medeniyetiyle teşkilâtının beşiğiydi. Üç kıtaya hâkim olan Osmanlı Devletinin mülkî, askerî, adlî ve diğer bütün sâhalarda yükselmiş en mümtâz şahsiyetlerinin vazîfe yapıp, devlet adamlarının yetiştirildiği eğitim ve öğretim müessesesiydi. Fâtih’ten sonraki Osmanlı sultanları, Birinci Selim Handan sonraki İslâm halîfeleri, pekçok sadrâzam, vezir, kumandan, devlet adamı hep Enderûn’da yetişti.

Harem Dâiresi: Sarayın asıl ikâmet yeridir. Harem-i hümâyûn da denir. Pâdişâhlar, zevceleri, câriyeleri, hizmetkârları, şehzâdeleri, sultanları (kızları) ve varsa anneleriyle berâber kalırlardı. İkâmet yeri yanında bütün zarûrî ve sosyal ihtiyaçları en güzel şekilde karşılayan bölümler de vardır. Harem mensuplarının yetiştirilmesi için bölümlerle küçük yaştaki pâdişâh çocukları, yeğenleri ve amcaoğulları, Şehzâdeler Mektebinde eğitim ve öğretim görürlerdi.

Harem’de mahremiyet ve ahlâk kâidelerine çok dikkat edilip, burada güzel ahlâk ve iffet timsâli şahsiyetler yetişip, ikâmet etmiştir. Muazzam bir teşkilât, teşrifat (protokol), âdâb-ı muâşeret, umûmî ahlâk kâideleriyle âdâb ve erkâna riâyet vardı.

Harem Dâiresine, Zülüflü baltacılar Koğuşunun yanında bulunan ve Araba Kapısı diye anılan yerden girilir. Araba Kapısı denmesine sebep, Sultan Efendiler ve Kadınefendilerin bu kapıdan arabaya binip şehre inmeleridir.

Dolaplı Kubbenin çevresi dolaplarla çevrilidir. Fıskıyeli Şadırvan da denen Fıskıyeli Havuz geometrik şekildedir. Sağda Kule Kapısı, solda da Perda Kapısı vardır. Kule Kapısından Âdil Kulesine çıkılır. Âdil Kulesi, kırk iki metre yüksekliğinde, yüz beş basamaklıdır. Perde Kapısından sonra geçitten Haremağalarına mahsus hamam ve “Kızlarağası Köşkü”ne geçilir, ilerisinde Haremağalarına mahsus dâirelerle Şehzâdeler Mektebi, Başmuhasip Ağa ve Başhazinedâr Ağa dâireleri vardır. Haremağaları Dâiresi üç katlı olup, rütbelerine göre Haremağalarının dâireleri sıralanır. Kızlarağası Köşkü ve Şehzâdeler Mektebi çok güzel binâlardır. Şehzâdeler Mektebinin salon ve koridorları pek muhteşem olup, altın yaldızlı nakışları, çinilerle kaplı duvarları göz kamaştırır.

Veliahd Dâiresinden sonra Ocaklı Sofa gelir. Buradaki iki kapıdan biri Çeşmeli Sofaya, öteki Hasekiler Dâiresine açılır. Çeşmeli Sofa, genişce bir hol olup, çinilerle kaplıdır. Üstü kubbeli olup, bir duvarında da çeşme vardır. Çeşmeli Sofadan Hünkâr Sofasına geçilir.

Hünkâr Sofası, en güzel yerlerdendir. Mermer sütunları salonu ikiye böler. Üstte, parmakları sedef kakmalı bir balkon vardır. Üç tarafında üç çeşme olup; su, çini, sedef ve mermer ihtişamı gözleri kamaştırır. Soluna birkaç kapı açılır. Pâdişâhlar, bayram tebriklerini bu salonda kabul ederdi. Sonra Sultan Üçüncü Murâd Han Odasına geçilir. Bu oda Mîmar Sinân’ın eseri olup, Osmanlı mîmarlık sanatının şâheserlerindendir. Baştan başa kırmızının hâkim olduğu çinilerle örtülüdür. İlerisinde Sultan Birinci Ahmed Han Kütüphânesi ve Sultan Üçüncü Ahmed Hanın Yemişlik Odası, sonra Hünkâr Hamamı ve çinilerle süslü Vâlide Sultan Dâiresi gelir. Daha sonra Asmabahçe denen, içinde Sultan Üçüncü Osman Hanın köşkü de bulunan Havuzlu Taşlık’a geçilir. Koridordan Sultan Birinci Abdülhamîd Hanın Yatak Odasına gelinir; devamında Sultan Üçüncü Selim Han Odası vardır. Haremde daha pekçok oda olup, sayısı üç yüz seksen kadardır. Haremdeki dâire, oda ve diğer bölümlerin bugün hepsi mevcut değildir. Topkapı Sarayı yangın, yıkım, tahribât ve yüzyılların zaman aşımına uğradığından asıl şekli ve fonksiyonunu kaybetmiştir. Bugün müze olarak kullanılmaktadır.

Topkapı Sarayı Müzesi, mîmârî sanat eseri kompleksi olup, binâları ve içindeki paha biçilmez hazine ve kolleksiyonlarıyla yerli ve yabancıların hayranlık dolu alâkasını üzerinde toplar. Bütün İslâm âleminin hürmetine şâyân herkesin gıptayla seyrettiği, maddî ve mânevî paha biçilemiyecek kadar kıymetli Mukaddes Emânetler, büyük bir îtinâyla muhâfaza edilmektedir.

Topkapı Sarayındaki köşklerin herbiri birer sanat âbidesi mâhiyetindedir. Topkapı Sarayında onbinlerce nâdide parçadan meydana gelen pekçok eşyâ kolleksiyonu mevcuttur. 10.700 parçadan meydana gelen Çin porselenleri, 4000 parçadan meydana gelen Seladon porselenleri, Japon porselenleri, Avrupa krallarının Osmanlı pâdişâhlarına gönderdikleri paha biçilmez porselen ve diğer eşyâ takımları, asırlık İstanbul porselenleri, billurlar ve çeşm-i bülbüllerin herbiri birer hazine kıymetindedir.

Muhteşem saltanat arabalarından bâzıları mevcut olmasına rağmen, çoğu da yağmalanmıştır. Saltanat arabaları, eyer takımları ve koşumları çok alâka çekicidir. Saraydaki tabloların târihî ve sanat kıymeti çoktur. Saraydaki tablolar resim galerisinden çok müze karakterindedir.

Saraydaki Silâh Müzesi, çok zengin olup, Osmanlıların her devrine âit ateşli, kesici ve vurucu silâhların yanında çeşitli yüzyıllara âit ganimet eşyâsı veya İslâm ve Avrupa devletlerinden hediye olarak gelen silâhlar vardır. Osmanlı sultanlarının kılıçları, zırhları ve takımları da mevcuttur. Silâh Müzesinde târihî bozdoğanlar, şeşperler, salıklar, tulgalar (miğfer), kılıçlar, hançerler, tüfekler, tabancalar, piştovlar, mızraklar, harbeler, yaylar, oklar ve daha pekçok silâh mevcuttur.

Topkapı Sarayında dünyânın en ünlü yazma eserleri vardır. Binlerce Osmanlıca, Farsça, Arapça kitabın çoğu minyatürlü, tezyinâtlı, yâni süslemelidir. Hârika ciltler, mücevherler, inciler kakılmış ciltler ve en eski İslâm yazmalarının tek nüshaları burada bulunmaktadır. Kütüphânede iki bin büyük hattatın levhâsından meydana gelen nâdide bir hat kolleksiyonu mevcuttur. Sarayın Arşiv Dairesinde binlerce kaynak belge vardır. Bu kaynaklar bütün dünyâ târihini alâkadar eder mahiyette belgelerdir.


Tulumbacılar
Yangın çıkınca etrafa yayılmadan söndürmek ve mahsur kalanları kurtarmak için kurulan bir Osmanlı dönemi teşkilâtı.

1720 senesine kadar İstanbul’da çıkan yangınları, yeniçeriler kanca, balta, su kovası vesaire gibi itfâiye âletleriyle söndürürlerdi. Gerektiğinde yeniçerilere acemi ocağı efradı da yardım ederdi. Yangın söndüren yeniçerilerle acemilerin gayretlerine mükâfat olarak ikrâmiye verilir; içlerinde iyi hizmeti görülenler terfi ettirilirdi. Yangın söndürme levazımâtı ilk zamanlarda bedesten dellalında durur ve yangın olduğu vakit gelişi güzel kim isterse bunları alıp, yangın söndürmeye giderdi. Zaman zaman kargaşalık ve çapulculuğa sebep olan bu hizmet, Yavuz Sultan Selim Han zamânında kaldırılarak tamâmen yeniçeri ocağına verildi. Bu usûl tulumbacı ocağının kuruluşuna kadar devam etti.

On sekizinci asrın başlarında Müslüman olup, Dâvûd adını alan bir Fransız teknisyen, yangın söndürmek için tulumba yaptı. 1714’te Tüfekhâne ve Tophâne yangınlarında denenen bu tulumbaların yerine daha kullanışlı ve hafifleri yapıldı. 1720 yılında ise yangın tulumbalarının ilk nümunesini yapan Dâvûd Ağanın nezâreti altında acemi ocağına yamak olmak üzere ayrıca Dergâh-ı âli Tulumbacı Ocağı ihdas edildi. Dâvûd Ağanın maiyetinde bir kethüda, bir kâtip, bir çavuş yamağı, bir odabaşı, elli tulumbacı ve saka vardı. Tulumbacı neferlerin, üzerlerinde numaraları bulunan miğfer denilen bakırdan başlıkları mevcuttu. Zamanla ocaktaki görevlilerin sayıları artarak 1804 senesinde 531 kişiye ulaştı.

Ancak yeniçeriliğin 1826’da kaldırılmasıyla bu ocak da lağv edildi. 1827 yılında yarı askerî bir İtfâiye Teşkilâtı kuruldu. 1869’da belediye dâire ve merkezlerine, mahallelere tulumbalar verilerek semt tulumbacı ocakları kuruldu. Bu yıllarda çıkan İstanbul yangınından sonra Macaristan’dan getirilen Kont Secini’ye, Askerî İtfâiye Teşkilatı kurduruldu (1874). 1923’ten sonra itfaiye teşkilatı belediyelere devredildi.

Tulumbacılar, şehrin yüksek yerlerinde inşâ edilen yangın kulelerindeki gözcüleri vâsıtasıyla yangınları haber alırlar, başta reisleri, omuzlarında su tulumbaları ve yangın söndürme âletleriyle yangın yerine koşarlardı. Yangına koşar adım gidildiğinden neferlerin yorulmaması ve gidiş hızının azalmaması için uygun yerlerde takım değiştirilirdi. Her semtin tulumbacıları, kendi ekibinin daha faydalı olması, daha önce varıp hizmete ulaşması için yarışır, zamânın imkânları nispetinde yangını söndürmeye çalışırdı. Yangın yerine koşan tulumbacılara yaptıkları hizmete göre fenerci, borucu, kökenci ve hortumcu gibi isimler verilirdi. Tulumbayı yangın yerlerine sırtlarında koşar adım taşıyanlara ise uşak adı verilirdi. Fenerci, tulumba takımının ağası ve yol göstericisi olup yangına en önde giderdi.

Uşaklar arasında bir anlaşmazlık çıkarsa bunu halletmek de fenercinin göreviydi. Borucu su sıkılan boruyu taşır ve alevlere su sıkardı. Kökenci borucunun kullandığı boruyu tutarak düşmemesini sağlar hortumcu da hortumları kullanırdı.

Yangını söndüren tulumbacılar dönerken hangi sınıf veya mahallenin tulumba ocağından olduklarını belirtmek için halkın kalabalık olduğu yerlerde “Haaayt... karada aslan, denizde kaplan, yetmiş iki buçuk millete duman attıran, yaman gelir yaman gider. Kasımpaşa’nın yiğitleri bunlar!” gibi naralar atarlardı. Yangın söndüren tulumba takımına kurtardıkları evin sâhibi tarafından genellikle kurbanlık bir koyun olmak üzere hisse denilen hediye verilirdi. Hisse, reis tarafından tulumba takımındakilere bölüştürülürdü.



Türk Ocakları
Osmanlı Devleti ve Cumhûriyet döneminde faaliyet gösteren Türk kültür dernekleri.

İlk defâ 1912 yılında kuruldu. Yirminci asrın başlarında Osmanlı Devleti içinde yaşayan azınlıklar, devlete karşı birtakım bölücü faaliyetlere giriştiler. Dış devletler de onlara destek oldu. Avusturya-Macaristan, Bosna-Hersek’i topraklarına kattı; Bulgaristan bağımsızlığını îlân etti ve Girit 1908’de Yunanistan’a katıldı. Böylece bir tarafta Osmanlı Devletinden kopmalar, diğer tarafta iç karışıklıklar başlamıştı. Hedef, Türk Devletini yıkmaktı. İşte Türk ocakları, bu tür faâliyetleri önlemek, birlik ve berâberliği sağlamak gâyesiyle kurulmuştu.

Türk Ocaklarının kuruluşunda tıbbiyeli gençler faal rol oynadılar. Öte yandan bu tıbbiyeli gençlere mülkiyeli gençler de katıldılar. İlk kuruluşunda; Mehmed Emin, Yusuf Akçura, Ahmed Ferit (Tek), Ağaoğlu Ahmed, Fuad Sâbit, Emin Bülent gibi yazarlar ve fikir adamları yer aldı. Daha sonra bunlara; Ahmed Hikmet, Âkil Muhtar, Hüseyinzâde Ali, MehmedAli Tevfik, Köprülüzâde Mehmed Fuad, Hamdullah Suphi gibi yeni isimler katıldı. 1912 senesinde ilk toplantı yapıldı ve geçici bir tüzük hazırlandı. Fuad Sâbit’in teklifiyle derneğe “Türk Ocakları” adı verildi. Başkanlığına Ahmed Ferid (Tek), İkinci başkanlığına Yusuf Akçura, genel sekreterliğe Mehmed Ali Tevfik getirildi.

Kısa bir süre içinde faaliyetlerini hızla geliştiren Türk Ocaklarının ertesi yıl başkanlığına Hamdullah Suphi (Tanrıöver) seçildi. Kısa zamanda Türk aydınları ve gençleri arasında hızla benimsendi. Ülkenin her tarafında şûbeler açıldı. Derneğin 1923 yılında 43 şûbesi mevcuttu, Ocak, yayın faaliyetlerine Türk Yurdu dergisiyle başladı ve 1923 yılında Yeni Mecmua ocağın resmî yayın organı oldu.

1932 yılında CHP’nin bir yan organı olan Halkevlerinin kurulmasıyla Türk Ocakları kapatıldı.
 


Türk Ordusu
Türk milleti gibi, Türk ordusunun da şanlı, şerefli bir tarihi vardır. Türklerde siyasî hayat, orduyla birlikte doğmuş ve gelişmiştir. Ordu-millet bütünlüğü, tarihin her devrinde değişmeyen bir gelenektir. Türk tarihinin bu geleneği, Orta Asya’daki ana yurtlarında ve göçlerden sonra dünya tarihinde önemli roller oynamıştır. Orta Asya’da kurulan Hun İmparatorluğu, ilk Türk Devleti kabul edilir. Bunu, Göktürk ve Uygur devletleri takip etmektedir.

Orta Asya’da hüküm süren Türk devletlerinin düzenli orduları vardı. Süvari birlikleri, ordunun esasını teşkil ediyordu. Cesur ve cengâver askerlere sahip bu ordular, Asya’ya hakim oldukları gibi, Avrupa’nın içlerine kadar ilerlemişlerdir. Hun Türkleri, Hakan Mete’nin kumandasında 400.000 süvariyle, M.Ö. 201’de Çin karargâhını kuşatmıştır. Bunlardan sonra gelen Türk devletleri daha batıdaki topraklar üzerine kurulmuştur. İslâmiyet'in yayılmasıyla, Türkler kitleler hâlinde Müslüman olmuş, böylece İslâmiyet'in şerefi, Türklüğün asaletiyle yan yana gelince tarihe şan veren büyük devletler kurulmuştur. Bu devletlerin ordularının müşterek gayesi; İslâmiyet'i insanlara duyurmak, onları dünyada ve ahirette rahat ettirecek bir yolu onlara bildirmek olmuştur. 1040 yılındaki Dandanakan Savaşından sonra Oğuz Türkleri tarafından kurulan Büyük Selçuklu Devleti ve 1071’de Malazgirt’te büyük kuvvetlere sahip Bizans hükümdarı Diyojen’i yenen Alparslan, aynı inançla hareket etmişlerdir. Büyük Selçukluları, Beylikler, Anadolu Selçukluları ve Osmanlı Devleti zamanı takip etmiştir. Bu devletlerin devamı ve ülkeler fethetmeleri, hep orduları sayesinde olmuştur. Bir ideal için savaşan Türk orduları, tarih boyunca Asya, Afrika ve Avrupa’da bayrak ve sancaklarını dalgalandırmışlar, inanç, örf ve âdetlerinin o beldelerde yerleşmesinde öncülük etmişlerdir. Bu idealin Allah tarafından kendilerine verildiğine inanan Türkler, tarih boyunca bunu hiç kaybetmemişlerdir. Bu bakımdan, hiçbir zaman gelişi güzel yapılmayan savaşlarda, milyonlarca Türk evlâdının kanı, katî surette boş yere dökülmemiştir. Türk ordularını kıtadan kıtaya dolaştıran hep bu ideal olmuştur.

Türkler, bulundukları her yerde, ıstırap çeken, hor görülen, yanlış inançlara sapmış milyonlarca insanı korumuş, oralarda hak ve adaletin temelini atmışlardır. Türk ordusunda; sömürü, soygun, katliam ve ahlâksızlık yoktur. Aksine, insanlık, hamiyet, şefkat, hakka saygı ve adalet vardır. Zalimlerin karşısında, mazlumların yanında, hakkın müdâfii olan Türk ordusu, gittiği her yerde kurtarıcı olarak karşılanmıştır.

Selçuklular; eski Türk onlu sistemi, ıkta sistemi, lüzumunda ücretli askerler ve uclarda Türk beyliklerinin emrindeki Türkmenlerle muhteşem bir ordu kurmuşlardı. Anadolu Selçuklularının askerî teşkilâtı da, Büyük Selçuklu askerî teşkilâtı gibiydi. Maaşlı asker, hükümdarın maiyetinde bulunurdu; bunlar yaya ve atlı olurlardı. Timarı olan askerle ümerânın beslemeye mecbur olduğu asker, ordunun esasını teşkil ediyordu.

Ateşli silahların bulunmasıyla, Türkler bu yeniliği derhal askerî sahada kullanmasını bildiler. Selçuklu ordusunda top kullanılmıştır. Osmanlılar, kendilerinden önceki Türk devletlerinin ordularının kuruluş teşkilatlarından istifade ederek kendilerine has bir ordu meydana getirdiler.

Osmanlı Devleti, modern manâda ilk daimi orduyu Birinci Murad Han zamanında Yeniçeri ordusu adıyla kurdu. Yeniçeri ordusu, disiplin, cesaret ve teşkilât bakımından zamanının en mükemmel ordusu unvanını kazandı. Osmanlılarda, 1389 yılında Kosova Muhârebelerine topçu birliği katılmıştır. Fatih Sultan Mehmed Han zamanında Osmanlı ordusunda topçuluk çok gelişmiş ve İstanbul’un fethi sırasında en ileri teknikte toplar kullanılmıştır.

Osmanlı ordusu; Kapıkulu, Eyalet ve Deniz Kuvvetleri olarak üç kısımdı. Kapıkulu askerleri; yaya sınıfından olan Yeniçeri, Cebeci, Topçu ocaklarıyla, yine bir ocak olan Atlı Bölüklerden meydana geliyordu. Bu iki sınıf asker, padişahın şahsına mahsus maaşlı merkez kuvvetleriydi ve padişah nerede bulunursa onunla beraber bulunurlardı. Eyalet askerleri ise başlıca Topraklı ve Timarlı Sipâhi denilen süvarilerle, Yaya, Müsellem, Azab ve bir de Rumeli sınırlarındaki Akıncılardan meydana gelmekteydi. Osmanlı Devleti, yaptığı fetihlerde timar usulünü uygulayarak geliştirmiş ve bu suretle dirlik sahipleri, bırakılmış olan bu gelir karşılığı, devletin korunmasını sağlayan ordunun bir kısmının hazırlanmasını üzerlerine almışlardır. Timarlı Sipâhiler, her sancakta bölüklere ayrılmışlardı. Her on bölük, Alay Beyinin komutası altında toplanırdı. Alay Beyleri savaş olduğunda, bölgesindeki Sancak Beylerinin, onlar da Şehzâdelerin veya Beylerbeyilerin komutası altında sefere giderlerdi. Sipahilerin onda biri, sefer esnasında hem bölgelerinin korunması hem de âsâyişin sağlanması ve giden arkadaşlarının işlerini görüp, toprağın işletilmesi için sırayla nöbetleşe ülkede kalırlardı.

Çaka Beyin İzmir’de tersane kurmasıyla Türklerde başlayan denizcilik, Osmanlılar zamanında çok gelişti. On altıncı yüzyılda Türk donanmaları, Akdeniz, Kızıldeniz ve Umman Denizinde serbestçe dolaşabiliyordu. Bu yıllarda Osmanlı Devletinin Donanması; Devlet Filosu, Derya Beyleri Filosu ve Garp Ocakları (Cezâyir, Tunus, Trablusgarb) Filosu olmak üzere üç filodan kurulu bir kuvvet halindeydi. On sekizinci yüzyılda duraklama devresine giren deniz kuvvetleri, 19. yüzyılda süratle makine devrine geçti. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurulmasıyla zamanın deniz kuvvetleri kuruluşuna geçilmiş, modern deniz araçları yapım ve alımına devam edilmiştir.

On dokuzuncu asrın sonunda, 20. asrın başında dünya ordularında Hava Kuvvetlerinin kurulması ve gelişmesi neticesinde Türk Hava Kuvvetlerinin temelleri 1911 yılında atıldı. Balkan Savaşında ilk defa savaş görevi yapan pilotlar, Birinci Dünya ve İstiklâl savaşlarında ellerindeki imkânların azlığına rağmen, büyük hizmetlerde bulundular.

Daima düzenli, tertipli ve uzun ömürlü devletler kurma özelliğine sahip olan Türkler, yurtlarında iç güvenlik ve huzurun sağlanması için kanunlar koymuşlar ve teşkilâtlar kurmuşlardır. Göktürklere ait Orhun Kitâbelerinde 'yargan' kelimesiyle ifade edilen bir zabıta teşkilâtının, hakanın emrinde olarak, emniyet ve âsâyişi sağladığı bilinmektedir.

Büyük Selçuklularda Şahne ve Anadolu Selçuklularında Subaşı, zabıta teşkilâtı ve faaliyetlerini yürüten sorumlu memuriyet ve makamlar arasında bulunuyordu. Osmanlı İmparatorluğunda zabıta görevini yapan kuruluşlar birleştirilerek 1846’da Serasker makamına bağlı Zaptiye Müşirliği kurulmuştur. 1880 yılında Zaptiye adı Jandarma olarak değiştirilmiştir.

Türk ordusunda, kanunlara saygı eksiksiz ve tamdı. Bunun yanında geleneklere titizlikle riayet edilirdi. Osmanlı ordusunda, padişaha büyük saygı duyulurdu. Onun büyük otoritesi sayesinde zaferlere erişilirdi. Bunun yanında bayrağa saygı sarsılmaz askerî geleneklerdendi.

Osmanlı ordusunun kuruluş ve yükselme devrinde tam uyguladığı görevi; iç ve dış düşmana karşı devleti savunmaktır. Bu görevin mesuliyeti çok ağır, başka işle uğraşmaya izin vermeyecek kadar kutsaldır. Ordu politikayla uğraşmaz. Politikaya bulaşan ordu, devleti savunacağı yerde politikacı olarak onu yıkacaktır. Osmanlı ordusunun politikaya karışması 1876 yılından sonra önü alınmaz bir hâle geldi. İlk defa subaylarda başlayan bu hal, 1908 yılından sonra bütün orduya sirayet etti. Bâbıâli Baskını, Balkan Harbi üniformaların siyaset meydanlarına asılmasına sebep oldu. Bu ise ordunun mahvında, devletin yıkılmasında önemli rol oynadı. İstiklâl Harbinde bundan arınan ordu, yıkılmayan inancıyla zor şartlar altında istiklâlini yeniden kazandı.

Bilhassa 1950 yılından sonra modern silahlarla teçhiz edilen Türk ordusu, her geçen gün gelişen silah teknolojisinden istifade ederek kendini yenilemekte, dostlarına güven, düşmanlarına korku vermektedir. Kanunî zamanında fevkalâde büyükelçi olan, amansız Türk-İslâm düşmanı Baron Von Busbecq, Türk ordusu için şöyle diyor:

“Türk sistemini kendi sistemimizle mukayese ettiğim zaman, istikbalin başımıza getireceği şeyleri düşünerek titriyorum. Bir ordu galip gelecek ve payidar olacak, diğeri de mahvolacaktır. Çünkü şüphesiz, ikisi de sağlam surette devam edemezler. Türklerin tarafında, kuvvetli bir imparatorluğun bütün kaynakları mevcut; hiç sarsılmamış bir kuvvet var. Sefer görmüş askerler, zafer itiyatları, meşakkatlere tahammül kabiliyeti, birlik, düzen, disiplin, kanaatkârlık ve uyanıklık var. Bizim tarafta ise, umumî fakirlik, hususî israf, sarsılmış kuvvet, bozulmuş maneviyat, tahammülsüzlük ve idmansızlık var. Askerlerimiz serkeştir, subaylarımız tamahkârdır. Disiplini hor görüyoruz. Sebatsızlık, serkeşlik, sarhoşluk, sefahat, bizde bol bol mevcuttur. Bütün bunların en kötüsü, düşmanın (Türklerin) zafere, bizim de hezimete alışkın bulunmamızdır... Bizim askerlerimiz arasında olduğu gibi, hiçbir tarafta bir sarhoşluk, cümbüş yâhut kumar gibi şeylere tesadüf edemezsiniz. Türkler, kâğıt ve zar oyunu bilmezler...”

Meşhur İngiliz diplomatı Ricault, ordu-yu hümâyun ile Uyvar Seferine katılmıştır. Müşahedelerini şöyle anlatır:

“...Ordugâhta en küçük bir gürültü ve münakaşa duymak mümkün değildir. Halk, ordularının geçişi sırasında en ufak bir endişe hissetmez. Ordu geçtiği yerde herşeyi peşin para ile satın alır, hanlarda geceleyen asker parasını öder. Türk ordugâhında, kızlarına tecavüz edildiği için şikâyete gelen anneler görmek mümkün değildir. Malının asker tarafından yağma edildiğini, hoş olmayan herhangi bir davranışla karşılaştığını söyleyerek şikâyete gelen de yoktur. Zira böyle şeyler olmaz. Bu düzen, Türk ordusunu muzaffer kılmış ve imparatorluklarını muntazam şekilde büyütmüştür. Biz Hıristiyanların ordularına ise şarap, Türk ordusunda görülenlerin tamamen aksini husule getirmiştir...”

Aynı konuda Iorga ise şöyle demektedir:

“Bir Avrupa ordusunun bir ülkeden geçmesi, o ülkenin halkı için felâket, bir Türk ordusunun geçişiyse saadetti. Halk, Türk ordusunun kendi memleketlerinden geçmesini dört gözle beklerdi. Zengin Türk askerleriyle geniş ölçüde alış veriş yaparlardı. Balkanlarda genç Hıristiyan kızları, tek başlarına, mal satmak için, endişesizce Türk ordugâhına girerlerdi. Aynı durum Avrupa orduları için hayal bile edilemezdi.

On sekizinci asrın başlarında ise Kont Bonneval; “Mâhir bir kumandan, Türk askeri ile dünyayı bir kutuptan diğer kutba kat edebilir...” demektedir.
 
Geri
Top