V,Y,Z
VakıfMükellef kimsenin; kendi mülkü olan belli ve dayanıklı malının menfaatini bir şarta bağlamadan Müslüman veya zımmî fakirlere bırakması. Vakıf; lügatte habs ve men etmek, alıkoymak mânâlarına gelir. Vakf yapana vâkıf, vakf edilen şeye mevkûf denir.Vakfı idâre edene mütevellî, mütevellîyi kontrol edene nâzır, vakıf şartlarının yazılı olduğu belgeye de vakfiye denir. Vakfedilen mal, sâhibinin mülkünden çıkar. Satılmaz, bağışlanmaz, mîras bırakılmaz. Vakıf, dünyâda insanlara ihsân ve ikrâm etmek gâyesiyle kurulur.
Müslümanlar, “Bir kimse ölünce, ameli kesilir, amel defteri kapanır. Yalnız şu üç kimsenin amel defteri kapanmaz: Sadaka-i câriyesi, ilmî bir eseri, kendisine duâ eden hayırlı bir evlâdı olan” meâlindeki hadîs-i şerîfte haber verilen bir sadaka-i câriye bırakabilmek için âdetâ birbirleriyle yarış ettiler. Anadolu Selçukluları, Dânişmendliler, Gazneliler, Atabegler, Eyyûbîlerle Hindistan,Afganistan ve diğer Müslüman ve Türk devletlerinde birçok vakıf kuruldu. Mısır’daki Memlûkler döneminde iyice gelişip yaygınlaştı.
Vakıflar, en büyük gelişmeyi Osmanlılar zamânında gösterdi. “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olanıdır” hadîs-i şerîfini rehber edinen Osmanlılar, her sâhada olduğu gibi, bu sâhada da muazzam ve kalıcı eserler meydana getirdiler. Vakıf yoluyla tesis edilen bu sayısız eserler, muazzam Osmanlı ülkesini bir baştan diğer başa ağ gibi ördü. 1530-1540 seneleri arasında yapılan vakıflarla ilgili tahrirlere göre; yalnız Anadolu eyâletinde vakıf yoluyla 45 imâret, 342 câmi, 1055 mescit, 110 medrese, 154 muallimhâne, 1 kalenderhâne, 1 mevlevîhâne, 2 dârülhuffâz, 75 büyük han ve kervansaray kuruldu. Bu müesseselerde vazîfe yapan 121 müderris, 3756 hatîb, imâm ve müezzinle 3229 şeyh, şeyhzâde, kayyım, talebe veya mütevellînin iâşe giderleri ve maaşları vakıf gelirlerinden karşılandı.
Yine aynı târihlerde Karaman eyâletinde vakıf yoluyla 3 imâret, 75 câmi, 319 mescit, 45 medrese, 272 zâviye, 2 dârülhadîs, 31 dârülhuffâz, 4 muallimhâne, 2 dârüşşifâ, 14 kervansaray, Rûmeli eyâletindeyse; 10 imâret, 93 câmi, 218 mescit, 35 medrese, 275 zâviye, 13 muallimhâne ve 17 kervansaray tesis edildi.
Tesis edilen bu vakıflar gördükleri hizmetlere göre değişiklik arz ederdi. Yukarıda zikredilenlerden başka, su yolları, su kemerleri, çeşme ve sebiller, yollar, kaldırımlar, aşevleri, dul ve yetim evleri, çocuk emzirme ve büyütme yuvaları gibi vakıf eserleri tesis edilmiştir. Bunlardan başka namazgâh, kütüphâne, dükkân, misafirhâne, kuyular, çamaşırhâne, helâ, han, hamam, bedesten, türbe, iskele, deniz feneri,ok ve güreş meydanları, esir ve köle âzâd etmek, fakirlere yakacak temin etmek, hizmetçilerin efendileri tarafından azarlanmaması için kırdıkları kâse ve kapların yerine yenilerini almak, gâzilere at yetiştirmek, ağaç dikmek, borçtan hapse girenlerin borcunu ödemek, dağlara geçitler kurmak, öksüz kızlara çeyiz hazırlamak, borçluların borçlarını ödemek, dul kadınlara ve muhtaçlara yardım etmek, çocukları baharda açık havada gezdirmek, mektep çocuklarına gıdâ ve yiyecek yardımı, fakirlerin ve kimsesizlerin cenâzesini kaldırmak, bayramlarda çocukları ve kimsesizleri sevindirmek, kalelere, istihkâmlara veya donanmaya yardımda bulunmak, kış aylarında kuşların beslenmesi, hasta ve garîb leyleklerin bakımı ve tedâvisi gibi pekçok maksatla çeşitli vakıflar kurulmuştur. Müslümanların iki mukaddes beldesi olan Mekke ve Medîne şehirlerine, İslâm dünyâsının her tarafında binlerce vakıf tesis edilmiştir. Bilhassa Osmanlı sultanlarının, devlet adamlarının ve diğer hayırsever kimselerin meydana getirdikleri vakıflarla, her sene Osmanlı ülkesinden buralara ulaştırılan vakıf gelirleri, bütün İslâm dünyâsının şükrân hislerini kabartacak seviyeye ulaşmıştır.
Din ve ırk farkı gözetmeksizin bütün insanlığın hizmetine tahsis edilmiş olan, insanların bedenî ve rûhî hastalıklarını tedâvi etmek gâyesiyle kurulmuş vakıf hastaneler, dârüşşifâlar ve tımarhâneler de önemli vakıf müesseseleridir. Bu sağlık kuruluşlarıyla ilgili bâzı vakfiyelerde birtakım ilâçların formülleri bildirilmiş, bu formüllere göre yapılan ilâçların hastaların tedâvisinde kullanılması istenilmiştir. Sosyal hizmetler yönünden pek önemli olan imâretlerse, seyâhatin meşakkati altında yorgun düşen yolcuların istirâhatını temin ederek, din ve kültür birliğinin kurulmasını sağlamış, açlık tehlikesiyle karşı karşıya bulunan ümidsiz kimselere bir sığınak vazîfesi görmüş, dînî ve insânî vecîbeleri en iyi şekilde yerine getirmiştir. İmâretler bünyesinde yer alan dârüşşifâlar, halkın poliklinik ve hastâne hizmetlerini görmüştür. Bu hizmetler devrin en selâhiyetli tıp otoriteleri eliyle parasız olarak yapılırdı. İmârethâneler yüzlerce yetime maaş bağlamak, binlerce fakirin karnını doyurmak, dul kadınları himâye altına almak, yetim ve fakir çocuklarını okutmak üzere mektepler açmak gibi hizmetlerle gerçekten Türk hayırseverliğinin takdirle yâd edilecek birer şefkat âbidesi hüviyetindeydiler.
Şehirlerarası nakliyenin sağlanması için pek çok yol, köprü ve kalenin inşâsı önemli ticâret yolları üzerindeki konak yerlerinde kervansaraylar kurulması vakıflar sâyesinde gerçekleşmiştir. Sokakların aydınlatılıp temizlenmesi ve bâzı şehirlerin muhtelif yerlerinde bahçeler açılması gibi hizmetler de vakıf yoluyla yaptırılmıştır.
Osmanlı iskân siyâsetini kolaylaştıran önemli unsurlardan biri olan ve Osmanlı Devletinin başlangıcından îtibâren; ülkenin çeşitli yerlerinde kurulan tekkeler, ahî ocakları ve bunların masrafları vakıflar yoluyla karşılanmıştır. Ahîler, yerleştikleri yerlerde devlet politikasının propagandasını yaptıkları gibi, gelip gidenleri misâfir etmişler, gerektiğinde harbe katılmış, halkı da bu işe teşvik etmişlerdir.
Yüzyıllar boyunca İslâm ve Türk dünyâsında içtimâî nizâmın korunmasına fertler arasında yardımlaşma ve dayanışma yoluyla karşılıklı sevgi bağının kurulmasına, başka bir ifâdeyle insanlığın dünyevî ve uhrevî saâdetine hizmet eden birer sosyal kuruluş olarak önemli bir yer tutan vakıflar, Osmanlı devlet nizâmının kurulmasında ve devâm etmesinde temel faktörlerden biri olmuştur.
Osmanlılar zamânında kurulan vakıf müesseseleri iki kısımda incelenmektedir. Birincisi; vakfedilen şeyin bizzat kendisinden faydalanılan vakıflardır. Müessesât-ı hayriye de denilen, câmiler, medreseler, mektepler, imâretler, zâviyeler, kütüphâneler, misâfirhâneler, köprüler, hastaneler, çeşmeler, sebiller ve kabristanlar bu kısma girer. İkincisi ise; vakfedilen şeyin bizzat kendisinden faydalanılmayan, fakat birincilerin sürekli ve düzenli bir şekilde işlemesini temin eden binâ, arâzi, nakit para vs. gelir kaynaklarının teşkil ettiği vakıflardır. Bunlara asl-ı vakf denilmektedir. Vakfedilen bu nesneler arasında bâzı köylerin tamâmı, her türlü zirâat işletmeleri, çiftlikler, tarlalar, üzüm bağları, bahçeler, mesken olarak kullanılan binâlar, dükkanlar ve iktisâdî gâye için yapılmış başka yapılar gibi gayr-i menkuller ve hayvan derisi, gemi, nakit para gibi menkuller görülmektedir. Mülkiyeti devlete âit olan ve arâzî-i mîriye adı verilen toprakların da vakıf hâline getirildiği görülmektedir; buna vakıf-ı irsâdî adı verilmektedir. Ancak vakfedilen şey bu arâzilerin çıplak mülkiyeti değil, ya üzerinde çalışan kimselerin devlete ödemek zorunda oldukları vergiler veya arâzinin tasarruf hakkıydı. Tahsis ve irsâd kâbilinden evkâf adı da verilen bu vakıflarda esas olan, vakfedilen gelirlerin devlet bütçesinden karşılanması, gereken hizmetlere tahsîs edilmesidir.
Osmanlılardaki toprak vakıfları da üç kısma ayrılmıştır:
Birincisi; sâhiplerinin mülkü olan öşürlü ve harâclı toprakların vakfedilmesiyle meydana gelen toprak vakıflarıdır. Bunlar, mülkiyeti devlet tarafından satılmış veya îmâr ve ihyâ maksâdıyla kolonizatör Türk dervişlerine ve zâviye sâhiplerine mülk olarak terk edilen boş toprakların vakıf hâline getirilmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu toprakları vakıf sâhiplerinin kendileri veyâ adamları işlemektedir. Kirâya verildiği takdirde vakıf idârecisi toprağı işleyen köylülerden sâdece toprak kirâsı isteyebilmekte bunun dışında onlar üzerinde idârî ve inzibâtî selâhiyetleri ve resmî sıfatları bulunmamaktadır.
İkincisi; mâlikâne-dîvânî sistemine bağlı toprakların vakfedilmesi hâlinde, vakfedilen şey, topraktan ve toprak üzerinde yaşayan köylülerden alınan her türlü vergiler olmayıp, sâdece toprağın kuru bir mülkiyet hakkıdır. Bu mülkiyet hakkına mâlikâne hissesi denilmekte olup, umûmiyetle mahsûlün beşte biri, yedide biri veya onda biri olarak kabul edilmektedir. Vakfedilen bu haktır.
Üçüncü kısmı ise; bilcümle hukûk-ı şer’iye ve rüsûm-ı örfiyesiyle ve serbestiyât üzere vakfedilen topraklardır.
Burada söz konusu edilen vakıflardan birinci ve ikincisi vakf-ı sahîh, üçüncüsü ise vakf-ı irsâdîdir.
Osmanlılarda, önceleri pâdişâh ve Harameyn vakıfları için teşkilâtlı nezâretler kurulmuş, 1839’da kurulan ve taşrada teşkilâtlandırılan Evkâf-ı Hümâyûn Nezâreti, imparatorluktaki bütün vakıfları merkezî bir idâreye kavuşturmuştur.
Vezir
Osmanlı Devletinde askerî ve idârî sâhalarda geniş selâhiyetlere sâhip en üst derecedeki memurlara verilen ünvân. Vezir kelimesi, lügatta “yardımcı” mânâsına gelmekte olup, devlet başkanı olan pâdişâhın hemen hemen bütün işlerini yüklenen ve hükümdârlıkla ilgili meselelerde görüş ve tedbiriyle ona yardımcı olan kimsedir. Vezirlerde, doğruluk, sabır, metânet ve yücelik gibi dört haslet bulunurdu.
Vezir ünvânı ilk defâ Abbâsî Devletinde, daha sonraları da çeşitli İslâm devletlerinde kullanılmaya başlandı. Büyük Selçuklu, İlhanlı, Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar da bu ünvânı kullandılar.
Osmanlılarda vezirlik müessesesi ilk defâ, Orhan Gâzi zamânında (1324-1362) kurulan dîvân teşkîlâtının başına vezir ünvânıyla bir zâtın getirilmesiyle teşekkül etti. İlk vezir ulemâ sınıfından gelmiş olan Alâaddîn Paşa olup, bunu yine aynı sınıftan Ahmed Paşa bin Mahmûd, Hacı Paşa ve Sinâneddîn Yûsuf Paşa tâkip ettiler. Yûsuf Paşa, Orhan Gâzinin son ve Murâd-ı Hüdâvendigâr’ın ilk vezîriydi. Onun vefâtından sonra Sultan Murâd, Çandarlı Kara Halîl’i vezârete getirmiştir.
Orhan Gâzi zamânında tek vezir olup, dîvân; vezir, kâdı ve hükümdâr olmak üzere üç kişiden teşekkül ediyordu. Devletin büyümesi ve işlerin artması üzerine, vezirleri de arttırmak îcâb etti. Böylece sayıları artan vezirlerden biri vezîriâzam ismiyle baş vezir tâyin edildi. Kânûnî Sultan Süleymân Han (1520-1566) zamânından îtibâren vezîriâzam yerine sadrâzam ünvânı kullanılmaya başlandı.
Vezirlik rütbesine yükselebilmek için mükemmel hizmet etme, iktidâr ve ehliyet sâhibi olma özellikleri aranırdı. Mîr-i mîrân da denilen bir beylerbeyinin vezir olabilmesi için, sancakbeyliğiyle eyâletlerde uzun müddet hizmet ettikten sonra Rumeli beylerbeyi olması lâzımdı. Ancak oradan vezirliğe geçebilirdi.
Kânûnî Sultan Süleymân zamânının sonuna kadar merkezdeki vezir adedi dörtten yukarı çıkmamıştı. Bundan sonra artarak yediye kadar çıktı. Sonradan vezir adedi daha da artınca, kubbe vezirliğinden hâriç olarak bâzı mühim eyâletlere (Bağdat, Budin, Yemen gibi) vâli olarak vezirler gönderildi. Daha sonra bu da kâfi gelmediğinden eyâletler parçalandı ve birkaç sancak birleştirilip bir vezire verildi.
Vezirliğe tâyin edilenler evvelâ pâdişâh huzûrunda ve sonra da sadrâzam tarafından kabullerinde hil’at giyerlerdi. Bundan sonra vezir tâyin edilen zâtın vezâret menşûr veya berâtı reîsülküttâb; nişân-ı hümâyûn takımı da nişancı tarafından alınarak konağına götürülürdü. Bu hizmetlerinden dolayı yeni vezir; reis efendiye, nişancı, mîr-i âlem ve çavuşbaşıya kânûnen muayyen ve münâsip hediyeler verirdi.
Kubbe vezirleri dîvân toplantıları sırasında vezîriâzamın sağında otururlardı. Dîvân-ı hümâyûnda işler çok olduğu zaman kubbe vezirleri vezîriâzamın izniyle tuğra çekerek nişancıya yardım ederlerdi.
Kubbe vezirleri zaman zaman serasker veya serdâr ünvâniyle sefere memur edilirlerdi. Böyle durumda maiyetine kapıkulu askerinden münâsip miktarda yeniçeri, cebeci, topçu ve süvârî askeri verilirdi. Ayrıca mâlî işlerini görmek üzere bir defterdâr veya defterdâr makâmında bir hazîne kâtibi bulunur ve kendi tezkirecisi de reîsülküttâb vazîfesi görürdü.
Serdâr vezir hareketinden îtibâren dîvân kurar, dâvâ dinlerdi. Maiyetindeki vazîfe sâhipleriyle gideceği mıntıkalardaki azl ve tâyin husûsunda selâhiyeti vardı. Dönüşünde yaptığı işler hakkında dîvân-ı hümâyûna bilgi verirdi.
Yine vezirler bir vazîfeyle taşraya çıktıklarında, eyâletine gidinceye kadar yol üzerinde dâvâlara bakmak ve karar almak selâhiyetine sâhiptiler. Aynı durum İstanbul’a dönen vezirler için de geçerliydi. Ancak, kendisi bir vezîrin eyâletine uğrarsa orada dâvânın hâllini ona havâle ederdi.
Vezirler gelir bakımından büyük imkânlara sâhip olup, bunların başlıca gelir kaynaklarını kendilerine tahsis edilen haslar teşkil ederdi. Fâtih Kânunnâmesi’ne göre; bir vezîrin haslarının yıllık geliri 1.200.000 akçeydi. Bunlar diğer Türk İslâm devletlerinde olduğu gibi ganîmetlerden de pay alırlardı. Vezir, kendi hasının her beş bin akçelik geliri için sefere bir cebelü asker götürmeye mecburdu.
Yaşı îtibâriyle hizmet yapamayacak bir dereceye gelen veyâhut uzun tecrübelerle idârî ve askerî aczi anlaşılan bir vezir, tekâüd edilerek kendisine geçinebilecek kadar tekâüd hasları veya bir mahallin mukâtaasından veya başka bir yerden muayyen bir para verilirdi.
Vezirler hakkında şikâyet olur ve hakkındaki şüpheler sâbit olursa, kendisinden vezirlik alâmetleri ve rütbeleri alınarak belli bir mahalde ikâmete mecbûr tutulurlardı. Eğer halka zulüm ettikleri duyulursa, muhâkeme edilerek cezâlandırılırlardı.
Kalabalık maiyetlere sâhip olan vezirlerin emirleri altında en az üç yüz kişi bulunurdu. Kapı halkı denilen bu maiyetin kalabalığı vezîrin derecesini gösteren bir ölçüydü.
Her vezîrin dokuz kat mehterhânesi vardı. Fakat bu mehterhânede pâdişâhlık alâmeti olan kös bulunmazdı.