Osmanlıcada ''M''ile başlayan kelimelerin anlamları

MEZAR
Ziyaret yeri. Ziyaretgâh. * Mezar. Kabir. Ölünün gömüldüğü yer. Makber.
MEZARAT
(Mezar. C.) Kabirler. Mezarlar.
MEZARE
Kalb katılığı. * Büyüklük, azamet.
MEZARET
Kalbin şiddeti.
MEZAR-I ZÂR
f. Ağlayan mezar.
MEZARİ'
(Mezraa. C.) Tarlalar, bostanlar. Zirâat olunacak yerler.
MEZARİ'
(Mezru. C.) Sürülüp tohum atılmış ve zirâat olunmuş yerler, tarlalar.
MEZARİB
(Mızrâb. C.) Mızraplar. Kanun, ud gibi çalgı âletleri.
MEZARİ-İ MÜNBİTE
Münbit ve verimli tarlalar.
MEZARİK
(Mızrâk. C.) Mızraklar, kargılar.
MEZARİSTAN
f. Mezarlık.
MEZARRE
Isırmak.
MEZAYA
Meziyyetler. İyilikler. Hasletler.
MEZAYA-YI GALİYE
Çok kıymetli, yüksek meziyetler.
MEZAYIK
Dar ve sıkıntılı yerler.
MEZBAHA
Hayvanları kesecek yer.
MEZBELE
(C: Mezâbil) Otun sıcaktan solacak olduğu yer.
MEZBELE
Çöplük. Pis şeylerin bulunduğu süprüntü yeri.
MEZBUB
Sinekli.
MEZBUBE
Sineği çok olan yer.
MEZBUH
Kesilen. Zebhedilen. Boğazlanmış. * Kurban edilmiş.
MEZBUHÂNE
f. Boğazlanır gibi. Boynundan kesilircesine. * Çırpınarak, son ümid ve son kuvvetle.
MEZBUL
Solmuş çiçek. * Zayıf, arık ve zebun olmuş olan.
MEZBUR(E)
Adı geçen. İsmi yukarıda geçen. (Bak: Merkum) * Taş ile örülmüş kuyu.
MEZC
Katma. Karıştırma.
MEZCEN
Karıştırmakla. Katma suretiyle.
MEZCETMEK
Katmak. Karıştırmak.
MEZCÎ
Katıp karıştırmakla alâkalı. Mezce dair.
MEZC-İ İTTİHAD
İttihadın verdiği imtizac. Kuvvetli birlik ve beraberlik.
MEZCUC
Süngülenmiş. Süngü ile dürtülmüş.
MEZD
Misvak ağacının yemişi.
MEZE
Tad. Çeşni. Zevk. * Eğlence, alay, lâtife.
MEZEBBE
Sinekli yer. * Dizin aşağısındaki kaba etlerin etrafı.
MEZELLET
Alçaklık. Zelillik.
ME'ZEM
(C: Meâzim) Dağ içinde olan dar yol. Cenk yeri, dövüş meydanı.
MEZEMMET
Ayıplama. Kınama. Yerme. * Kınanacak, yerilecek iş.
MEZEN
Usul, kaide. Yol. Âdet. Örf.
ME'ZENE
(C.: Meâzin) (Ezan. dan) Ezan okunacak yer.
ME'ZER
(C: Meâzir) Sığınacak yer, melce.
MEZFUFE
Gönderilmiş.
MEZG
Yemeği ağızda çiğnemek.
MEZH
(Müzâh-Müzâha-Mizâh) : Lâtife, şaka. * Mezc, katma, karıştırma.
MEZHAR
(C: Mezâhır-Mezâhir) Karın içi. * Damar.
MEZHEB
Yol. Gidilen yol. Tutulan çığır. * Dinin esaslarında ve esas temel mes'elelerde bir olmakla beraber, teferruatta bazı muhtelif mes'eleler olması sebebiyle birbirinden az farklı müctehidlerin yolları. Müctehidlerden, kendilerine tâbi olunanların seçtikleri meslekleri. Füruatta Hanefi ve Şâfii; ve Akaidde Mâturidi ve Eş'ari gibi... Bu "Mezheb" kelimesi asıl ve esas mânasına da kullanılır. Beyn-el ulemâ ve mukakkiklerce ince tedkik neticesinde Kur'ân-ı Kerim'in esaslarından, Peygamber'in (A.S.M.) emir ve sünnetlerinden ayrılmamış "Dört Mezheb" Hak olarak seçilmiştir: 1- Hanefî Mezhebi, 2- Şâfiî Mezhebi, 3- Hanbelî Mezhebi. 4- Mâlikî Mezhebi. (Bak: İmam)(Eğer desen: Hak bir olur; nasıl böyle dört ve oniki mezhebin muhtelif ahkâmları hak olabilir?Elcevab: Bir su, beş muhtelif mizaçlı hastalara göre nasıl beş hüküm alır; şöyle ki: Birisine, hastalığının mizacına göre su, ilâçtır, tıbben vacibdir. Diğer birisine, hastalığı için zehir gibi muzırdır; tıbben ona haramdır. Diğer birisine az zarar verir; tıbben ona mekruhtur. Diğer birisine, zararsız menfaat verir; tıbben ona sünnettir. Diğer birisine, ne zarardır, ne menfaattir; âfiyetle içsin, tıbben ona mübahtır. İşte hak burada taaddüd etti. Beşi de haktır. Sen diyebilir misin ki: "Su, yalnız ilâçtır; yalnız vacibdir, başka hükmü yoktur."İşte bunun gibi, ahkâm-ı İlâhiyye; mezheplere, hikmet-i İlâhiyyenin sevkiyle ittiba edenlere göre değişir, hem hak olarak değişir ve herbirisi de hak olur, maslahat olur. Meselâ, hikmet-i İlâhiyyenin tensibiyle İmam-ı Şâfiî'ye ittiba eden, ekseriyet itibariyle Hanefîlere nisbeten köylülüğe ve bedeviliğe daha yakın olup, cemaatı birtek vücud hükmüne getiren hayat-ı içtimaiye de nâkıs olduğundan, herbiri bizzat dergâh-ı Kadıy-ül-Hâcat'ta kendi derdini söylemek ve hususi matlubunu istemek için, imam arkasında, Fâtiha'yı birer birer okuyorlar. Hem ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir. İmam-ı A'zama ittiba edenler, ekseriyet-i mutlaka itibariyle, İslâmî hükümetlerin ekserisi, o mezhebi iltizam etmesiyle, medeniyete, şehirliliğe daha yakın ve hayat-ı içtimaiyeye müstaid olduğundan; bir cemaat, bir şahıs hükmüne girip, birtek adam umum namına söyler; umum, kalben onu tasdik ve rabt-ı kalb edip, onun sözü, umumun sözü hükmüne geçtiğinden, Hanefî mezhebine göre imam arkasında Fâtiha okunmaz. Okunmaması ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir.Hem meselâ, mâdem, şeriat, tabiatın tecavüzatına sed çekmekle onu tâdil edip nefs-i emmareyi terbiye eder. Elbette ekser etbâı, köylü ve nim-bedevi ve amelelikle meşgul olan Şâfiî Mezhebine göre: "Kadına temas ile abdest bozulur; az bir necaset zarar verir." Ekseriyet itibariyle hayat-ı içtimaiyeye giren, nim-medeni şeklini alan insanlar, ittiba ettikleri mezheb-i Hanefîye göre: "Mess-i nisvan abdesti bozmaz, bir dirhem kadar necasete fetva var."İşte, bir amele ile bir efendiyi nazara alacağız. Amele, tarz-ı maişet itibariyle; ecnebi kadınlarla ihtilâta, temasa ve bir ocak yanında oturmaya ve mülevves şeylerin içine karışmaya mübtelâ olduğundan; san'at ve maişet itibariyle, tabiat ve nefs-i emmaresi meydanı boş bulup tecavüz edebilir. Onun için, şeriat onların hakkında, o tecavüzata sed çekmek için, "Abdest bozulur, temas etme; namazını ibtâl eder, bulaşma" mânevi kulağında bir sada-yı semâvi çınlattırır. Amma o efendi, namuslu olmak şartiyle, âdât-ı içtimaiyesi itibariyle, ahlâk-ı umumiye namına, ecnebi kadınlara temasa mübtelâ değil, mülevves şeylerle nezafet-i medeniye namına kendini o kadar bulaştırmaz. Onun için şeriat, mezheb-i Hanefî namiyle ona şiddet ve azimet göstermemiş; ruhsat tarafını gösterip, hafifleştirmiştir. "Elin dokunmuş ise, abdestin bozulmaz; hicab edip, kalabalık içinde su ile istinca etmemenin zararı yoktur. Bir dirhem kadar fetva vardır" der, onu vesveseden kurtarır. İşte, denizden iki katre sana misal... S.)
MEZHER
Çiçeklik. Bir çiçeği içine alan şeylerin hepsi.
MEZHERE
Çiçek yeri. Çiçek bahçesi.
MEZHÜVV
Kibirli, gururlu.
MEZİ
İlm-i Halde: Kadınla oynamak veya şehvetle yanına gelmek gibi hâllerde erkeğin tenasül cihazında zuhur eden yapışkan renksiz akıcı cisim. (Bu hâl abdesti bozar, gusül icab ettirmez)
MEZÎD
Çoğalma. Ziyade etme.
MEZÎK
Su ile karışık süt.
MEZİL
Daralıp gönlündeki sırrı ifşâ eden, sıkıntıdan içindeki sırrı açıklayan. * Ayağı uyuşmuş. * Malını ve sırrını herkese gösterip açıklayan. * Küçük cüsseli, zayıf, hafif kimse.
MEZİLLET
Yanlışlığa sebeb olacak şey. * Ayak kayacak yer.
MEZİR
Fâsid olmak, fesatçılık yapmak.
MEZİR
Zarif kimse. * Katı kalbli ve cesur. * İşlerinde nüfuzlu olan.
MEZİYYAT
(Meziyyet. C.) Meziyyetler. Üstünlük vasıfları.
MEZİYYET
İyilik. İyi ve salih hareket ve faaliyet.(Dünyaca havas tanınan insanlardaki meziyet, sebeb-i tevazu' ve mahviyet iken, tahakküm ve tekebbüre sebep olmuştur. Fukaranın aczi, avâmın fakrı, sebeb-i merhamet ve ihsan iken; esaret ve mahkûmiyetlerine müncer olmuştur. M.)
MEZİYYET-İ İFÂDE
İfâde meziyeti.
MEZK
(Mezâk-Mezka) : Tatmak, tadına bakmak. * Tadacak yer.
MEZK
Yarma, yırtma. Kesme.
MEZKUM
Zükâm hastalığına tutulmuş. Nezle olmuş, nezleli.
MEZKÛR
Zikri geçen. Zikredilmiş. Evvelce bahsi geçmiş olan. (Bak: Mezbur-Merkum)
MEZL
Muztarib olmak, acı ve ıztırab çekmek.
MEZLAKA
Ayak kayacak yer. Kaypak yer. * Mc: Yanlışlığa düşmeye sebeb olan hal.
MEZMERE
Çok şiddetli hareket ettirmek.
MEZMUM
Zemmolunmuş. Makbul olmıyarak ayıplanmış. Kötü.
MEZMUN
(Bak: Mazmun)
MEZMUR
Terennümle okunan kaside, ilâhi ve münâcat. * Hz. Dâvuda (A.S.) inen "Zebur"un Surelerinden herbiri.
MEZNEB
(C: Mezânib) Kepçe. * Suyun akacak olduğu yer.
MEZR
Fâsit olma. Bozuk olma. * Pis. * Ayrılık.
MEZR
(Mezra) Zarif adam. * Bir kimseye düşmanlık etmek. * Parmakla çimdiklemek. * Su kırbasını tamamen doldurmak. * Tadını anlamak için biraz ağzına almak, içmek.
MEZRAA
Tarla. Ekilip mahsul alınan mülk, yer.
MEZREVAN
Dizin aşağısındaki kaba etlerin etrafı.
MEZRU'
(C.: Mezruât) (Zirâ. dan) Arşınlanmış, ölçülmüş. Arşınla ölçülmüş.
MEZRU'
Ekilmiş. Tohum ekilmiş yer.
MEZRUAT
(Mezru. C.) Arşınlanmış şeyler. Ölçülmüş nesneler.
MEZRUAT
Ekili olan şeyler. Ekili yerler.
MEZ'UB
Koyununa kurt gelen.
MEZ'UK
Mesrur, neşeli, sürurlu. * Tuzlu.
ME'ZUN
İzinli, izin almış. Salâhiyetli. * Diplomalı. İcâzetli.
ME'ZUNEN
İzinli olarak.
ME'ZUNÎN
(Me'zun. C.) Mezunlar. İzin almış kimseler. Salâhiyetliler. İcâzet sahibleri. Diplomalılar.
ME'ZUNİYET
Me'zun olma. İzinli ve salâhiyetli olma. Diplomalı olma.
ME'ZUNİYET-İ KAT'İYE
Kat'i mezuniyet, kesin izin.
ME'ZUNİYET-İ RESMİYE
Resmi izin ve selâhiyet.
MEZ'UR
(Mez'ure) Korkmuş, çekinmiş.
MEZZ(E)
Emmek, mass.
MEZZA'
(C.: Mezâyi) Koğucu. * Yalan. * Sırrını gizlemeyen kişi.
MEZZAH
Lâtifeci, şakacı.
MEZZER
Halep vilâyetinden getirilen siyah taş.
MI'CAZ
Mak'adı büyük olan.
MIGREFE
(C: Megârif) Kepçe.
MIGŞA
Bahadır, kahraman.
MIGTAS
Burun, göz çanağı.
MIHBASA
(C: Mehâbıs) Helva küreği.
MIHBAT
Davar için ağaçtan yaprak dökmekte kullanılan sopa.
MIHBAZ
(C: Mehâbız) Hallaç tokmağı.
MIHCEN
(C: Mehâcin) Çomak. * Başı eğri ağaç.
MIHDAME
Hizmeti çok olan kişi.
MIHFAK
Enli yassı kılıç.
MIHKAN
(Mıhkana) Şırınga. Tenkıye âleti.
MIHLAC
Yufka oklavası. * Yün ve pamuk atacak âlet, hallaç tokmağı.
MIHSAL
Kilit. * Zenbil.
MIHTAB
Balta gibi odun kesmekte kullanılan âlet.
MIHTAT
Cetvel tahtası.
MIHZAK
Makat.
MIKASS
(C: Makâs) Kesecek âlet, mikrâz.
MIKATTA
Üzerinde kamış kalemlerin uçları kesilen sedef, kemik, ağaç, fil dişi veya mâdenden yapılan âlet.
MIKBES (MIKBÂS)
(C: Mekâbis) Ateş parçası.
MIKDEHA
(C: Mekâdih) Kepçe. * Çakmak.
MIKLA'
(Mıklât) (C: Mekâli) Çelik çeldikleri ağaç. * Kebap tavası.
MIKLA'
Sapan.
MIKLAD
(C.: Mekâlid) Anahtar, miftah. Kilit dili. * Hazine.
MIKLAT
Evlâdı yaşamayan kadın. * Bir kez doğuran ve daha hâmile olmayan deve.
MIKLEB
Eski kitap ciltlerinin sol kenarındaki kapak. Ekseriya okunan yer belli olsun için araya konurdu.* Saban demiri.
MIKLEM (MIKLEME)
(C: Mekâlim) Kalem koyacak kap, kalemlik.
MIKMA'
(C: Mekami') Fil başına vurdukları demir çomak.
MIKMAA
(C.: Mekami') Gürz ve topuz gibi parçalayıcı ve yarıcı silâh.
MIKNA'
(Mıknaa) (C.: Mekani') Başörtüsü.
MIKNATIS
yun. Demir ve benzeri mâdenleri kendine çekici hususiyeti bulunan câzibe. * Başka te'sir altında kalmadan kuzey ve güney kutuplarına doğru yönünü değiştiren demir çubuk. (İki kutbu bulunan bu mıknatıslı çubuğun şimale bakan kısmına şimal (kuzey) ucu, cenuba çekilen ucuna da cenub (güney) ucu diyoruz. * Mağnetik oluş.
MIKNATISİYYET
Mıknatıs kuvveti ve hassası.
MIKNEB
(C: Mekanib) Otuz kırk kadar olan at sürüsü. * Avcılar torbası.
MIKNEVA
Hizmet eden, hizmetçi.
MIKRA'
Hekimlerin, hastanın vücudunu dinledikleri âlet.
MIKRA'
Balta gibi bir âlet olup, onunla taş parçalanır.
MIKRAME
Nakışlı eşarp. Mendil. Havlu. Peştemal.
MIKRAZ
(C.: Mekariz) Makas. Kesecek âlet.
MIKTAL
(C.: Mekâtıl) Bıçkı.
MIKTARE
Kuş ayağına yapılan köstek. * Kelepçe.
MIKVEM
(C: Mekâvim) Saban ağacının tutulacak yeri.
MIKVES
Yay kabı.
MIKZAF
Kayık küreği.
MIKZEF
Tanbur.
MI'LA
Çulhaların çukur içinde ayak ile basıp oynadıkları nesne.
MI'LAK (MA'LUK)
(C: Meâlik) Üzengi kayışı. * Üzüm hevneği. * Et ve üzüm asılan çengel.
MINKARÎ
Gaga biçiminde. Gagaya benzer olan. * Gaga ile alâkalı.
MINTAKA
(Mıntıka) Muayyen bir yer. Havali. Taraf. Kısım. Kuşak. Kenar. Yeryüzünde bir kısım. Bölge.
MINTAKA-İ MEMNUA
Yasak bölge.
MINTIKA-İ HARRE
Sıcak mıntıka. Ekvator iklimi olan yerler. Hatt-ı istiva mıntıkası.
MINTIKAT-ÜL BÜRUC
Burçlar mıntıkası. Coğ: Oniki burcun bulunduğu tutulma dairesi. (Bak: Büruc)
MINTÎK
Çok düzgün konuşan.
MINZAR
Röntgen. * Bakma âleti.
MIS'AD
Merdiven. Yükseğe çıkmakta kullanılan âlet. Asansör.
MI'SAM
(C: Meâsım) Kolun bilezik takacak yeri.
MI'SAR
(C: Meâsır) Yeni hayız görmüş ve büluğuna yetişmiş olan kız.
MISBAH
Kandil. Çıra. Meş'ale. Lâmba. (Aya, güneşe, yıldızlara ve mecâzen de Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) bu isim verilmiştir.)Sabah ve sabahat maddesinden ism-i âlettir ki; sabah gibi lâtif ve kuvvetli aydınlık veren lâmba demektir. (E.T.)
MISBAH-ÜL MESHUR
Sabahlayan, sabahlamış.
MISDAGA
Yüz yastığı.
MISDAK
(Sıdk. dan) Bir şeyin doğru olduğunu isbata yarayan şey. Tasdik âleti. * Alâmet. Tavır. Tarz. Düstur. * Değer ölçüsü.
MISDAKIYYÂT
Mısdak ilmi.
MISFAT
Süzgeç. Tasfiye âleti.
MISGAR
Sarı yüzlü.
MISKA'
(C: Mesâki) Fasih dilli, güzel sesli kişi.
MISKAB
Delme âleti.
MISKAL
Cilâlayan, parlatan âlet. * İnce. Zarif.
MISKAT
Su kovası.
MISR
(C.: Emsâr) İki şey arasındaki perde, hâil. * Memleket. Şehir. * Afrika'nın şimalinde bir memleket ismi. * Bir hububat adı.
MISRA'
Kapı kanadı. * Edb: Bir manzum yazının her bir satırı. Tam bir vezin ölçüsüne göre tanzim edilmiş söz.
MISRÂ-İ ÂZÂDE
Edb: Başlıbaşına mânası bulunan mısra.
MISRÂ-İ BERCESTE
Edb: En güzel ve en kuvvetli olan mısra.
 
MISRAM
(C: Mesârim) Orak.
MISRAN
Basra ile Kufe şehirleri.
MISRÎ
(Mısriyye) Mısırlı. * Mısır ülkesiyle alâkalı.
MISTABA
(C.: Mesâtıb) Peyke, sedir.
MISTABANİŞİN
f. Sedirde oturan.
MISTAR
Yazının güzelliğine, düzgünlüğüne yarayan âlet. Yazı yazarken satırları doğru gösterebilmek için lâzım olan çizgileri yapmağa yarayan âlet. * Sıvacıların bir âleti.
MISTAR-I HİKMET
Hikmetin mıstarı.
MISVA
Uylukları zayıf ve etsiz olan kadın.
MISVAT
Çok haykıran, çok bağıran. * Ses kuvveti.
MISVELE
(C: Mesâvil) Harman süpürgesi.
MISYAF
Yaz günlerinde çok yağmur yağan yer. * Sakalı ağarmayınca evlenmeyen erkek.
MISYED(E)
Av avlamağa mahsus âlet. Tuzak, kapan.
MIŞAT
(Mışt. C.) Taraklar.
MIŞMIŞ
Zerdali, erik veya kayısı.
MIŞRAK
Güneşi bol olan yer.
MI'TA
(C: Mıât-Mıâtâ) Bahşişi ve hediyesi çok olan kişi.
MIT'AM
Çok yeyici, fazla yiyen.
MIT'AM
Çok yemek yediren.
MIT'AN
(C.: Metâin) At sürücüsü.
MI'TAR
(C: Meâtır) Devamlı güzel kokular sürünen.
MITFEHA
Kevgir.
MITHAN
Değirmen.
MITHAR
Uzağa giden ok.
MITHERE
Su kabı. Matara.
MI'TÎR
Güzel kokular sürünen.
MITLA
(C: Metâli) Dikenli otlar biten yumuşak yer.
MITLAK
Sık sık kadın boşayan erkek.
MITMER
Yapı ipi.
MITRAB
Neşeli adam. Neşesi bol kimse.
MITRAK(A)
(C.: Metârık) Sopa, değnek. * Tokmak. * Mızrak. * Çekiç.
MITRED
(C: Metârıd) Avın ardından atılan kısa süngü.
MITREDE
Yünden veya haz denilen kumaştan yapılan elbise.
MITRÎ
Cendereci.
MITV
(C: Mitâ) Hurma salkımı.
MITVA'
Çok muti', çok itaatli.
MI'VEL
(C: Meâvi) Sivri külünk ve balta.
MIZFAR
Zafer kazanan. Galib. olan. Asma çubuğuna sarmaşık gibi sarılan filiz.
MIZMAR
(C.: Mezâmir) Koşu meydanı. Yarışma sahası.
MIZRAB (MIZRÂB)
(C.: Medârib) Saz zahmesi. (Onunla saz çalarlar).
MIZRAK
Ucu sivri uzun saplı harp âleti. Kargı.
MIZREB
Büyük çadır, oba.
MIZYA'
Malını çok harcayan kimse. Malını fazlaca zâyi eden adam.
MIZZ
Yemeğin lezzetinden ağzını şapırdatmak.
MİA
Günlük adı verilen zamk.
MİÂ'
(C.: Em'â) Bağırsak.
MİAD
Vaad edilen gelecek zaman veya yer. * Müsaade edilen zaman. * Kıyâmet. Mahşer. * Vaad. Müddet.
MİÂÎ
(Miâiyye) Bağırsakla alâkalı.
MİÂ-İ A'VER
Körbağırsak.
MİÂ-İ GALİZ
Kalınbağırsak.
MİÂ-İ İSNÂ-AŞER
Oniki parmak bağırsağı.
MİÂ-İ RAKİK
İncebağırsak.
MİAT
(Mie. C.) Yüzler. Yüz sayıları.
Mİ'BER
(Mi'bere) İğne kutusu, iğne kabı.
Mİ'BER
Suyu geçmeğe yarıyan kayık, sal gibi vâsıtalar. * Köprü. Su geçme geçidi.
MİBLA'
(Bel'. den) Obur.
MİBNAH
Heybe.
MİBRED
Eğe. * Eğe cinsinden bir yazı âleti.
MİBREE
Kalemtraş. Kalem açmağa yarıyan âlet.
MİBTAN
Çok yemekten karnı şişen etli ve yağlı kişi.
MİBVEL
(Mibvele) Sidik kabı. Küçük abdest edilecek delikli taş veya oluk.
MİBZA'
Kan almakta kullanılan âlet. Neşter.
MİBZAG
Nişter, kan alacak âlet.
MİBZEL
(C: Mebâzil) Süzgeç.
MİBZELE
(C: Mebazil) Her gün giyilen kaftan, günlük elbise.
MİBZER
Tohum ekmekte kullanılan bir âlet.
MİCDAF
(C: Mecâdif) Sandal, kayık küreği.
MİCDAH
(C: Mecâdih) Kavut karıştırdıkları ağaç. * Menazil-i Kamerden bir yıldız.
MİCDAR
Bostan korkuluğu. Korkuluk.
MİCDEL
(C.: Mecâdil) Köşk, kasır, kâşâne.
MİCENE
(C.: Mevâcin-Meyâcin) Kassar tokmağı.
MİCENN
Kalkan, siper.
Mİ'CER
Bir cins kadın başörtüsü. Eşarp.
MİCERR
Gem çenberi. * Matkap kayışı.
MİCERRE
(C: Mecirr) Yer düzeltilen sürgü. * Demir kürek. ("Bel" denir)
MİCESSE
Ağaç budamada kullanılan keskin demir.
MİCEŞŞ
El değirmeni.
MİCHAR
Yüksek sesle konuşan.
MİCLAT
Ağaç budamada ve bağ filizini kesmekte kullanılan demir.
MİCMER
İçinde tütsü yakılan bakır yahut bronzdan küçük şamdan şeklindeki aletin adıdır. "Buhurdan" da denilir.
MİCR
Çenber.
MİCREFE
(C: Micref-Mecarif) Ateş küreği.
MİCSED
Cesede yapışık olan elbise.
MİCVAD
Güzel şiirler söyliyen şâir.
MİCVEB
Bir şey kesmeye yarıyan demir.
MİCVEL
Gömlek. * Küçük esvap. * Kalkan.
MİCZAF
(C: Mecâzif) Gemi küreği.
MİCZAM
Pek keskin kılıç.
MİCZEM
Çok keskin kılıç.
MİDA'
Bir şeyin son bulduğu yerin sonu. * Yolun sıklaştığı yeri.
MİDA' (MİDEA)
(C.: Mevadi') Eski kaftan, eski elbise.
MİD'A(T)
Şehrin burcu.
MİDAD
Yazı mürekkebi. Mürekkeb.
MİDADİYE
Mürekkep konan şey. Mürekkep hokkası.
MİDAE
Kırba. Deriden su kabı. İbrik. Matara. * Çeşme lülesi. * Abdest alınan yer.
MİDAKA (MİDAKKA)
Kendisiyle bir şey dövülüp ezilen şey. Havan.
MİDANEM
f. Biliyorum.
MİDARE
Çuvaldız gibi bir demir. (Kadınlar onunla saç düzeltirler.)
MİDAS
Pabuç.
MİD'AS
Çok işlek olduğundan yumuşamış olan yol.
MİDDE
Cerahat, irin.
Mİ'DE
(C.: Miad) İnsan ve hayvanlarda, yenen şeyleri hazmetmek vazifesi olan bir iç uzvu.
MİDE-NÜVAZ
Mide okşayan (maydanoz).
MİDEVÎ
Mide ile alâkalı mideye ait. * Mideye yarar.
MİDFA'
(C.: Medâfi') Ask: Top.
MİDHANE
Buhurdan.
MİDHAT
Medhetme, övme.
MİDHATGER
f. Övücü, medhedici.
MİDİLLİ
At cinsinin küçük çaptaki nev'ine verilen addır. Bu türlü atlar Midilli adasında yetiştirildiği için bu adı almıştır.
MİDKAS
İpek.
MİDLES
(C: Medâlis) Def'edecek yer.
MİDMAK
Binanın iskeleti.
MİDMEK
(C: Medâmik) Ziynet verecek âlet. * Haberi şâyi eden, duyuran nesne.
MİDRA
Boynuzdan veya demirden çuvaldız gibi bir nesne. (Kadınlar onunla saçlarını düzeltip islâh ederler ve tarakla da tararlar.)
MİDRAR
Yağmur yağdıran bulut. * Çok su döken.
MİDRAS
Okuma yeri. * İçinde Tevrat dersi verilen ev.
MİDRE
Bahadır, kahraman.
MİDREBE
Demir yerine ucuna boynuz takılan süngü.
MİDVEK
Bir şey ezmekte kullanılan taş.
MİDYAN
(C.: Medâyin) Daima borç eden kimse.
MİE
Yüz. Yüz sayısı.
MİETEYN
İki yüz. (200)
MİFAD
Kebap demiri.
MİFER
Hizmetkâr, hizmetçi.
MİFEZZA
Tokmak.
MİFRAK
(C: Mefârik) Başın ortası (saçın bölük olduğu yerdir.)
MİFRAS (MİFRÂS)
(C: Mefâris) Gümüş kesecek âlet. * Demir.
MİFSAD
Kan almakta kullanılan âlet. Neşter.
MİFSAL
Dil, lisan.
MİFTAH
Açan âlet. Anahtar. Kilidleri açan anahtar.
MİFTELE
Yün eğirmekte kullanılan çatal değnek.
MİFZAL
Gündelik iş elbisesi.
MİFZAL
Fazilet ve şeref sahibi.
MİG
f. Duman, sis, duhân. * Kara bulut.
MİGDAD
Çok gadaplı, çok kızgın.
MİGFER
Ateşli silâhların icadından evvel, muharebede kılıç, mızrak ve ok gibi harp âletlerinden korunmak için başa giyilen bir nevi başlık idi. Miğfer, zırh ile beraber bir bütün teşkil ederdi. Osmanlı miğferleri çeşitli şekillerde olmakla beraber genel olarak iki kısma ayrılırdı. Bir kısmı ince bakırdan, diğer kısmı ise çelikten yapılırdı. Miğfer; tepesi sivri fes biçiminde idi. Asıl tepeye gelecek yer temrenle süslenir, temrenin ucu kâh sivri olur, bazan da lâfza-i Celâl ve bazı kere de hilâl ile son bulurdu.
MİGFERÎ
Miğfer şeklinde olan, miğfer biçiminde olan. * Miğferle ilgili.
MİGLAK
(C.: Megalik) Kilit, mandal.
MİGNAK
f. Dumanlı, sisli. Bulutlu.
MİGSEL
Tas, ibrik. Yıkanmada kullanılan kab.
MİGVEL
(C.: Megavil) İnce kılıç. Hançer.
MİGZEL
(C.: Megazil) İplik eğirmekte kullanılan âlet. iğ.
MİH
(C.: Mihâ) f. Ulu, büyük. Azim, kebir.
MÎH
f. Çivi, mıh. Kazık.
MİHA
Yaş değnek.
MİHAD
Yer. Arz. * Beşik. * Döşeme. Döşek.
MİHADDE
Baş ve yüz altına koydukları yastık. * Kazma. * Balta.
MİHAFFE
Mahfe. Katır veya develerin sırtına konulan ve iki kişinin oturabileceği büyüklükte olan sepet.
MİHAH
(Muhh. C.) Beyinler. * İlikler.
MİHAİL
Resul-i Ekremin (A.S.M.) geleceğini haber veren ve bir ismi de Mişâil olan eski zaman Peygamberlerinden bir Zâttır. Kitabının 4. bab'ında: "Ahir zamanda bir ümmet-i merhume kaim olup, orda hakka ibadet etmek üzere, mübarek dağı ihtiyar ederler. Ve her iklimden oraya birçok halk toplanıp Rabb-ı Vâhide ibadet ederler. O'na şirk etmezler." diye bahsetmiştir.(İşte şu âyet, zâhir bir surette dünyanın en mübarek dağı olan Cebel-i Arafat ve orada her iklimden gelen hacıların tekbir ve ibadetlerini ve ümmet-i Merhume nâmıyla şöhret-şiar olan ümmet-i Muhammediyeyi (A.S.M.) tarif ediyor. M.)
MİHAK
(Mahâk-Muhâk) Her arabi ayın son üç gecesi.
MİHAL
Kuvvet. Azab. Ukubet.
MİHAMME
Yer süpürgesi.
MİHAMME
Küçük bakır ibrik.
MİHAN
(Mih. C.) Ulular, büyükler.
MİHAN
(Mihnet. C.) Mihnetler, sıkıntılar.
MİHANİKÎ KIRAET
Kelimeleri, terkibleri doğru telâffuz etmekle beraber ezber dersi dinletiyormuş gibi çabuk çabuk okumaktır. Böyle okuyuş dinleyene bir şey anlatmaz. Ancak okuyanın mevzuu kavramış olduğunu anlatır. Öyle kıraet bir makinanın duygusuz işlemesine benzetilir.
MİHANİKİYYET
yun. (Mihanik. den) Makine sanayiini ihate eden fen ve ilimler. Makine gibi cansız şeyler. * Cansız ve duygusuz fakat ahenkli hareket ve hareket kabiliyeti.
MİHAR
(Mühür. C.) At yavruları. Taylar.
MİHAŞŞ(E)
Ot biçtikleri âlet. Orak ve tırpan. * Ot koydukları kap.
MİHATT
Deriden kıl ve yün yolacak demir.
MİHAZ
Çizme mahmuzu.
MİHBAZ
(C.: Mehâbiz) Hallaç tokmağı.
MİHBEB
Tâne tâne kesecek âlet.
MİHBERE
(C.: Mehâbir) Mürekkep koydukları kap.
MİHCEM(E)
(C.: Mehâcim) Hacamat şişesi. * Çekip emmeğe mahsus âlet.
MİHDA
İçine hediye konulan kap.
MİHEK
f. Küçük çivi. * Karanfil.
MİHEN
(Bak: Mihan)
MİHENK
(Mihek) Altının ayarını anlamaya mahsus bir taş. Ölçü. İyiyi kötüyü ayıran, ayar âleti. * Mc: Bir insanın kıymetini, ahlâkını anlamaya yarayan vasıta.
MİHFAR
Toprak kazan âlet. Kazma.
MİHFEN
Değirmen sepeti.
MİHFER(E)
(C.: Mahâfir) Kazma. Bel.
MÎHÎ
f. Çivi şeklinde. Çiviye âit.
MİHÎN
(Mihine) Daha büyük, daha ulu.
MÎHKADEM
f. Ayağı kırık.
MİHLA(T)
İçine yulaf koyup davara vermekte kullanılan torba.
MİHLAF
Vaadinde çok hilâf eden, sözünde durmayan kimse.
MİHLAK
Ustura.
MİHLEB
İçine süt sağılan kap.
MİHLEB
(C.: Mehâlib) Yırtıcı kuşların tırnağı, pençesi. * Orak, bıçak.
MİHMAN
f. Misafir.
MİHMANDAR
f. Misafire hizmet ve yardım eden. Misafiri ağırlayan.
MİHMANDAR-I KERİM
Dünya misafirhanesinde kullarına yardım ve in'am eden Rabbimiz, Allah (C.C.). * Müslümanlara dünya misafirhanesinde rehberlik eden, Hazret-i Peygamber (A.S.M.)
MİHMANDARÎ
f. Mihmandarlık. Misafir ağırlayıcılık.
MİHMANHANE
f. Misafirhane. Misafir edilecek yer. Otel. * Mc: Dünya.
MİHMANÎ
f. Mihmanlık, misafirlik.
MİHMANNEVAZ
f. Misafire iyi muamele ederek ikram eden. Misafir ağırlayan.
MİHMANPERVER
f. Misafir ağırlayan, misafire ikram eden, misafir seven.
MİHMANPERVERÎ
f. Misafirperverlik, misafir ağırlayıcılık.
MİHMANSERAY
f. Misafirhane. Otel. * Mc: Dünya.
MİHMEL
(C.: Mehâmil) Kılıç bağı. * Büyük mahfe.
MİHMER
(C.: Mehâmir) Semer atı.
MİHMEZ (MİHMÂZ)
Çizme mahmuzu.
MİHNEKA
(C.: Mehânık) Maktul. * Gerdanlık. * Boğacak âlet.
MİHNET
Zahmet. Eziyet. Dert. Belâ. * Mc: Tecrübe, sınamak.
MİHNET-ÂBÂD
f. Keder, mihnet ve gam dolu olan yer. * Mc: Dünya.
MİHNETDİDE
f. Musibete uğramış. Keder ve mihnet görmüş.
MİHNETGÂH
f. Keder, gam ve mihnet çekilen yer. * Mc: Dünya.
MİHNETKEDE
f. Gam ve keder çekilen yer. Nihnet yeri. * Mc: Dünya.
MİHNETKEŞ
f. Keder, eziyet ve mihnet çeken.
MİHNETZEDE
f. Afet ve belâya uğramış. Keder, mihnet ve musibete giriftar olmuş.
MİHR
(Bak: Mehr)
MİHRAB
Camide imamın namaz kılarken cemaatin önünde durduğu yer. * Şiddetli harbeden cengâver. Bahadır. * Evin şerefli yüksek yeri, çardak. * Meclisin sadrı ve ekrem mevzii. * Mc: Harb âleti. * Orman. * Melikin hususi makamı. * Mc: Şeytan ve hevâ ile muharebe edecek yer. * Ümit bağlanan yer.
MİHRAB-I CEMŞİD
Güneş, Şems.
MİHRACE
(Hind'ce: Mahraca) Hindistan'da Hindu dininden olan hükümdarların büyüklerine verilen ünvandır. Hindu kral.
MİHRAF
Hekimin yarayı muâyene ettiği âlet.
MİHRAK
Fiz: Küre içi biçiminde (içbükey) bir aynaya müvâzi (paralel) gelen ışıkların, aksettikten sonra toplandıkları nokta. Yakıcı nokta. * Hareket merkezi.
MİHRAK
Çok hareket eden. * Hareket âleti. Karıştıracak nesne.
MİHRAK
(C.: Mehârik) Ağaç kılıç. * Yırtıp parçalayacak âlet.
MİHRAKÎ
Mihrak noktasına âit.
MİHRAS
(C.: Mehâris) Dibek taşı.
MİHRAT
(C.: Mehârit) Her yıl derisi kavlayıp soyulmak âdeti olan yılan.
MİHRAT
Tennur odunu karıştırdıkları âlet. * Çiftçi sabanı.
MİHRBAN
f. Merhamet ve şefkat sahibi. Muhabbetli, sevimli, yumuşak huylu ve güleryüzlü.
MİHRBANÎ
f. Dostluk, muhabbet, sevgi.
MİHRE
f. Acemi ördekleri avlamak için su kenarlarına bağlanan ördek.
MİHREF
(C.: Meharif) İçine yemiş koydukları kap.
MİHREZ
İğne, ibre.
MİHRGAN
f. Sonbahar. Güz mevsimi. * Eski İranlıların iki büyük bayramlarından birinin adı.
MİHRNAZ
f. Naz güneşi. Çok nazlı.
MİHSAD
Ekin orağı.
MİHSAF
(C.: Mehâsıf) Biz dedikleri ince uzun demir.
 
MİHSAL
Keskin kılıç.
MİHSAL
Ok yapılan demir.
MİHSARRE
Bir kimsenin elinde tuttuğu sopa veya değnek.
MİHSERE
Süpürge.
MİHŞAH
(C.: Mehâşi) Kaba kilim.
MİHTAB
Balta. Odun kesmekte kullanılan âlet.
MİHTAT
Cetvel tahtası.
MİHTER
(C.: Mihterân) Daha büyük. Daha ulu.
MİHTERÂN
(Mihter. C.) f. Daha büyükler.
MİHTERÎ
f. Büyüklük, ululuk, azimlik.
MİHVAL
Çok hilekâr. Hileci. Dolandırıcı.
MİHVEKA
Süpürge.
MİHVER
Dünyanın kuzey ve güneş kutbu arasından geçtiği farz olunan hat, dönen bir şeyin ortasından geçen mil. Düzgün geometrik şekilleri iki eşit kısma ayıran doğru çizgi. Çark ve tekerlek gibi dönen şeylerin ortasından geçen mil. Merkez. * Mat: Üzerinde bir müsbet ciheti var farzedilen sonsuz hat. * Kağnı arabasının dingili.
MİHVER-İ ÂLEM
Arzın merkezinden geçerek semâ küresini her iki tarafta kesen mevhum hat.
MİHVER-İ ARZ
Arzın kuzey ve güney kutupları arasında uzanıp, merkezden geçtiği farz olunan hat.
MİHVER-İ HAREKÂT
Askeri harekâtın yapıldığı yer.
MİHVER-İ NEBAT
Kök, gövde ve yaprakların tamamı.
MİHYAC
Şiddetli. * Çok, ziyâde, fazla.
MİHYAF
Tez susayan davar.
MİHYAL
Bir yıl ekilip, bir yıl ekilmeyen arazi.
MİHYAT
İğne.
MİHZA (MİHZAB)
Ateş karıştırmakta kullanılan ağaç.
MİHZAB
Boyacıların elbise boyadıkları küp.
MİHZAC
Çamaşır tokacı.
MİHZAK
Çok gülen kadın.
MİHZAR
Mânâsız ve saçma sapan sözler konuşan.
MÎK
Çabuk ağlayan, yufka yürekli olan.
MÎK
f. Çekirge.
MİKA
Muhabbet, sevgi.
MİKAA
Kassarların üzerinde bez döğdükleri ağaç. * Kassarlar tokmağı. * Yaşlı ve uzun boylu kimse.
Mİ'KAB
Kızdan sonra oğlan doğuran kadın. Bir oğlan sonra bir kız doğuran.
MİK'AB
Geo: Küb. * Mat: İki defa kendisi ile çarpılan sayı.
MİK'AB
(C.: Mekâıb) Topuk mesti.
MİKÂİL
Rezzakıyyet arşının hamelesi olan büyük Melek. Dört Büyük Melekten birisi. (Bak: Melâike)
MİKAMME
Süpürge.
MİKAT
Bir iş için tayin edilen zaman veya yer. * Mekke-i Mükerreme yolu üzerinde hacıların ihrama girdikleri yer.
MİKAT
Bağırdak ipi, (oğlancıkları beşikte onunla bağlarlar.) * Kesilme ânında koyunun ayağını bağladıkları ip.
MİKAT SÜNNETİ
Hacca niyet edenin ihrama girmesi.
MİKATÎ
Hacc mevsimini beklemek üzere Mekke-i Mükerreme'de kalan kimse.
MİKATT
(C.: Mikât) Üzerinde kalem kesecek âlet.
MİKDAD
Demir kesme âleti.
MİKDAM
(C.: Makadim) Çok ayaklı. * Kıdemli. * Çok çabalayıp uğraşan. Fazlaca gayret sarfedip ikdâm eden.
MİKDAR
Parça. Kısım. Bölük. * Kıymet. Değer. Derece.
MİKDAR-I KÂFİ
Yeter derecede.
MİKDAR-I KAMET
Namaza başlamak için okunan kamet zamanı kadar.
MİKELE
Sofra takımı.
MİKHAL
(C.: Mekâhil) Göze sürme çekmekte kullanılan âlet.
MİKLEB
Eskiden ciltlenen kitapların sol tarafındaki fazlalık parçanın adı.
MİKLEME
Kalemlik, kalem konacak âlet.
MİKNE
(C: Mekenât) Süpürge.
MİKNESE
Süpürge.
MİKNET
Güç, kudret, kuvvet.
MİKRA'
Balta gibi bir alettir ve onunla taş parçalarlar.
MİKRAA
(C: Mekâri) Davul çomağı. * Çoban değneği.
MİKRAM
Çok ikram ve kerem eden. Bağışlayan, ihsan eden.
MİKRAM (MİKRAME)
(C: Mekârim) Kadınların başını ve yüzünü örttükleri nakışlı bez.
MİKRAT
(C: Mekârâ) Su mecrâsı. (Her taraftan gelen yağmur suyu orada toplanır.) * Büyük havuz. * Büyük çanak.
MİKRAZ
(C.: Mekariz) Makas.
MİKREB
(C.: Mekârib) Çift sürmede kullanılan saban.
MİKRON
Fr. Metrenin milyonda biri. Milimetrenin binde biri.
MİKROSKOP
Fr. Gözle görülmeyecek kadar küçük cisimleri, çok defa büyük göstermeye yarayan âlet.
MİKSAHA
(C.: Mekâsih) Süpürge.
MİKSAL
Çok keskin kılıç.
MİKSAR
Çok konuşan, sözü uzatan, geveze. * Çoğaltan, teksir eden.
MİKSEFE
(Kesâfet. den) İçine elektrik enerjisi yığılan âlet. (Kondansatör)
MİKSEHA
(C.: Mekâsih) Süpürge.
MİKSİR
Çok söyleyici, çok konuşan.
MİKŞAT
Hattatların, kamış kalemlerinin kabuğunu soymakta kullandıkları âlet.
MİKTA'
Kesecek âlet.
MİKTEBE
Tabak üstüne örttükleri nesne.
MİKTEL
Onbeş sa' miktarı nesne alır ölçek.
MİKVAL
Çok konuşan.
MİKVED
(C.: Mekavid) Yular.
MİKVEL
Lisan. Dil.
MİKYAL
(C.: Mekâyil) (Keyl. den) Ölçek. Tahıl ölçeği.
MİKYAS
Kıyas edecek, ölçecek âlet. Ölçü âleti. Uzunluk ölçüsü. Ölçek.
MİKYAS-I KUVVET
Kuvvet ölçer. Dinamometre.
MİKYAS-I MÂ
Hidrometre.
MİKYAS-I ZELAZİL
Yer sarsıntısının şiddet ve yönünü gösteren âletler.
MİKYAS-ÜL HARARE
Harâret derecesini ölçen âlet. Termometre.
MİKYAS-ÜL MÂYİAT
Sıvıların yoğunluk derecesini ölçen âletin adı.
MİKYAS-ÜR RİYAH
Rüzgâr hızını tâyin eden âlet.
MİL
İğne gibi ince ve uzun bir âlet. * Göze sürme çekecek âlet. * Ucu sivri çelik kalem. * Sivri dağ tepesi. * Bir çarkın, üzerinde döndüğü mihver, eksen. * Elektromotordan iş tezgâhına kuvvet nakleden uzun çelik çubuk. * Selin bıraktığı en verimli münbit toprak. * Mesafeyi gösteren işaret çubukları. * Bir kilometreden fazla mesafe, uzaklık.
MİLA
Bir kap dolusu nesne.
MİLAD
(Velâdet. den) Doğum günü. * Hz. İsa'nın (A.S.) doğum günü kabul edilen yıl başı.
MİLADÎ
Milada ait. Milada dayanan. Ekser Avrupalıların takvim başlangıcı yaptıkları Milad yılına ait. * İsa'nın (A.S.) doğumundan itibaren başlayan takvim ki, miladî tarih denir.
MİLAH
(Milh. C.) Milhler, tuzlar.
MİLAHAT
Gemicilik. Gemicilik bilgisi.
MİLAK
Bir nesnenin kıyam ve sebâtına sebep olan nesne.
MİL'AKA
(C.: Melâik) Tahta kaşık.
MİL'AKA-TIRAŞ
f. Tahta kaşık yapan.
MİLAT
Duvara yaptıkları çamur. Sıva balçığı.
Mİ'LAT
(C: Meâli) Yas tuttuğunda, kadınların gözyaşı sildikleri bez.
MİLBEN
Kerpiç kalıbı. * Süt sağacak kap.
MİLDEM (MİLDÂM)
Çekirdek dövdükleri taş. * Ahmak ve iri vücutlu kimse.
MİLDES
Hurma çekirdeğini dövdükleri büyük taş.
MİL'E
Dolu, dolusu. * Cemaat. (Bak: Mele') * Havuz.
MİLEL
(Millet. C.) Milletler. Bir millet sayılan topluluklar. * Bir din veya mezhebde olan topluluklar.
MİLEL-İ MÜTEMEDDİNE
Medenileşmiş milletler.
MİLEL-İ SÂİRE
Başka, diğer milletler.
MİLEZZ
Katı, şiddetli, şedid.
MİLG
Ahmak.
MİLH
(C.: Emlâh-Milha-Milah) Tuz.
MİLHA
Kutu. Dağarcık.
MİLHA
(Milh. C.) Tuzlar.
MİLHA
(Milhât) (C.: Melâhi) Eğlence, oyun, cümbüş.
MİLHAB
(C.: Melâhib) Kesecek âlet. * Ber nesnenin kabuğunu soyacak âlet.
MİLHAFE
Bürünecek şey. Yorgan.
MİLHE
Güzel kelâm, lâtif söz.
MİLHEZ
Mürekkep karıştırmakta kullanılan bir âlet.
MİLHÎ
(Milhiye) Tuzla alâkalı. Tuzdan.
MİLİ
f. Kedi.
MİL-İ BAHRÎ
İngiliz deniz mili. (1852 metre)
MİL-İ BERRÎ
Kara mili. (1609 metre)
MİLİS
Fr. Orduya yardımcı halk kuvveti.
MİLK
Mal cinsinden olan yer. Birisinin tasarrufu altında bulunan yer. Mülk.
MİLKA
Eskiden mürekkep hokkalarına konulan ham iplik.
MİLKAT
(C: Melâkıt) Tandırdan ekmek çıkaracak âlet.
MİLKAT
Cerrah cımbızı.
MİLKDAR
f. Hükümdar, pâdişah. Mülk sâhibi.
MİLKED
Nesne dövecek âlet.
MİLK-İ YEMİN
Köle, cariye.
MİLLET
Bir dinden olanların topluluğu. Din, dil ve târih beraberliği bulunan insan cemaatı. Sınıf. Topluluk. * Bir sülâleden gelenlerin hepsi. * Maddi, mânevi bir unsurdan sayılıp beraber yaşayanların hepsi.
MİLLET-İ BEYZA
Bütün Müslümanlar.
MİLLET-İ HÂKİME
Hâkim millet.
MİLLET-İ MERHUME
Müslümanlar, İslâm Milleti. (Allah'a ve onları ebedi saadete sevkeden emirlerine itaat ettiklerinden, kendileri rahmete mazhar olmuşlardır.)
MİLLÎ
(Milliye) Din ve millete âit, milletle alâkalı, millete mensub.
MİLLİYET
Ümmet. Aralarında din, dil ve tarih birliği olan topluluktaki hâl. Millet olma. Aralarında maddi mânevi birlik ve beraberlik râbıtaları bulunan topluluktaki vasıf. (Milliyetimiz bir vücuddur. Ruhu, İslâmiyyet; aklı, Kur'ân ve imândır.)(Kimin himmeti milleti ise, o tek başiyle küçük bir millettir. M.)(Fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zâlimleri, bunu İslâmlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar, tâ ki, parçalayıp, onları yutsunlar.Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsâni var; gafletkârâne bir lezzet var; şeâmetli bir kuvvet var. Onun için şu zamanda hayat-ı içtimaiye ile meşgul olanlara, "Fikr-i milliyeti bırakınız!" denilmez. Fakat, fikr-i milliyet iki kısımdır. Bir kısmı menfîdir. Şeâmetlidir, zararlıdır; başkasını yutmakla beslenir, diğerlerine adâvetle devam eder, mütayakkız davranır. Şu ise, muhâsamet ve keşmekeşe sebebdir. Onun içindir ki, hadis-i şerifte ferman etmiş: $Ve Kur'an da ferman etmiş: $ İşte şu hadis-i şerif ve şu âyet-i kerime; kat'i bir surette menfî bir milliyeti ve fikr-i unsuriyeti kabul etmiyorlar. Çünki: Müsbet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti, ona ihtiyaç bırakmıyor... M.) (Bak: Türk)(Menfî milliyette ve unsuriyet fikrinde ifrat edenlere deriz ki:Evvelâ: şu dünya yüzü, hususan şu memleketimiz, eski zamandan beri çok muhaceretlere ve tebeddülâta mâruz olmakla beraber; Merkez-i Hükümet-i İslâmiyye bu vatanda teşkil olduktan sonra, akvâm-ı sâireden pervane gibi çokları içine atılıp, tavattun etmişler. İşte bu halde Levh-i Mahfuz açılsa ancak hakiki unsurlar birbirinden tefrik edilebilir. Öyle ise, hakiki unsuriyet fikrine, hareketi ve hamiyeti bina etmek mânasız ve hem pek zararlıdır. Onun içindir ki: Menfî milliyetçilerin ve unsuriyet-perverlerin reislerinden ve dine karşı pek lâkayd birisi mecbur olmuş; demiş: "Dil, din bir ise; millet birdir." Mâdem öyledir. Hakiki unsuriyete değil; belki dil, din, vatan münâsebatına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dâhildir. M.)
MİLLİYETPERVER
f. Milliyetini seven.
MİLSAH
(C.: Melâsıh) Keten tarağı.
MİLT
Nesebi bilinmeyen.
MİLTAN
Yağ değirmeni.
MİLTAT
Dimağa ermiş olan baş yarası. * Deniz kenarı.
MİLVAH
Tuzak yanında koydukları kuş. * Semiz olmayan hayvan.
MİLVAT
Mala.
MİLZAB
(C.: Melâzib) Aşırı derecede cimri, pek hasis.
MİM
Kur'ân-ı Kerim alfabesindeki yirmidördüncü harf olup, ebced hesabında kırk sayısının karşılığıdır. * Tarih yazarken bazan Muharrem ayına bir işaret olabilir. * Bir kitap veya ibarenin sonuna veya altına temme (bitti) yerine ve "mâlum oldu, görüldü" makamında konulan bir harftir. (Bak: Ebced)
Mİ'MAR
İmar eden. Hüner sâhibi. İnşaat plânlarını yapan ve bunların kurulmasına bakan san'atkâr. Binâ inşa eden mühendis.
Mİ'MARÂN
f. Mimarlar.
Mİ'MARÎ
(Mi'mariyye) Mimarlıkla alâkalı. Mimarlığa âit. * Bir yapı için mimara verilen para.
MİMHA
Meni silmeye mahsus bez parçası.
MİMHAZA
Yayık. (Onunla yoğurttan yağ çıkarırlar.)
MİMÎ
(Mimiyye) Mim harfi ile alâkalı. İçinde mim harfi bulunan kelime.
MİMLAKA
Yer düzeltecek taş.
MİMLEHA
Tuzlu yer.
MİMRAZ
Hastalıklı, illetli.
MİMSAH
Yalancı.
MİMSAHA
Adi basacak nesne. * Yüz silecek mendil.
MİMSİZ MEDENİYET
Vahşilik, denîlik. Alçaklık. * Medeni kelimesinin, Kur'ân alfabesine göre "mim" harfini kaldırırsak, denî kelimesi kalır. Buna binaen, "mimsiz medeniyyet" de denî, alçak ve zâlim yerinde kullanılmıştır.
MİMTAR
Yağmurluk.
MİN
Arabçada harf-i cerrdir. 1- Mekân ve bir şeye başlamayı ifâde eder.Meselâ: $ "Haftadan haftaya" da olduğu gibi.2- Teb'iz için olur. Meselâ: $"Kim bir kavme benzemeğe özenirse onlardan sayılır" cümlesinde olduğu gibi. Bazılarını, bir kısmını ifâde ediyor. 3- Cinsi beyan için olur. Meselâ: $ "İşlediğiniz hayrı Allah bilir" cümlesinde "min" tebyine (açıklamaya) vesile oluyor.4- Bedel-i ivâz (karşılık) için olur. Meselâ: $ "Ahirete bedel, dünya hayatına râzı mı oldunuz" cümlesinde olduğu gibi.5- Tâlil (sebeb bildirmek) için olur. Meselâ: $ "Allah'tan korktuğu için ağlıyor." cümlesinde olduğu gibi. Önündeki kelime mef'ulün leh olur.6- İstiğrak ifadesi için olur. Gâyet, hiç bir, hiç... gibi. "Bize hiç bir yorgunluk dokunmadı" cümlesinde olduğu gibi. $ Bâzı fiiller mef'ul-ü bihini, "min" ile alır. Bu takdirde... den, dan... manası ile tercüme edilmez.7- Tahsis-i alel umum (katiyyet ifadesi) için olur. Bu da zâidedir. Meselâ: $ "Hiç kimse bana gelmedi" cümlesinde olduğu gibi. Bunlardan başka "min" harf-i icerri;fasıl mânasına, birbirine zıd iki kelimeden ikincisine dahil olur. Bâ-i cerreye, an $, fi $, ind $, alâ $'ya müradif olur. $ Rubbemâ, mânasına ve sıla olur. Lâm-ı zâide ve $ müz ve ba-i kasem yerinde de kullanılır.
MİN GAYR-I HADDİN
Had harici, edeb dışı olarak. * Haddim olmayarak.
MİN KÜLL-İL VÜCUH
Her yönden. Her cihetle.
MİN.. İLA
den... ye kadar.
MİNA
Şişe, cam, billur. * Parlak saray. * Sırça. Kuyumcuların kullandıkları lâcivert renkli sırça.
MİNA'
(C.: Miyâni) Liman.
MİNAFAM
f. Cam mavisi, sırça renkli.
MİN'AM
Çok in'am ve ihsan eden.
MİNARAT
(Minare. C.) Minareler.
MİNARE
(C.: Minarat) (Aslı menare'dir) Nur mevzii. Ezan mevkii.
MİNA-RENK
f. Gök mavisi.
Mİ'NAS
Kız doğuran kadın.
MİN-BA'D
Bundan sonra, bundan böyle.
MİNBAZ
Hallaç tokmağı.
MİNBER
Camide hatibin hutbe okumasına mahsus kürsü. (Rif'at mânasına olan nebr'den ism-i âlettir.) (Bak: Hutbe)(... Minber, Vahy-i İlâhinin tebliğ makamı olduğundan, o vesvese-i siyasiyenin hakkı yoktur ki o makâm-ı âliye çıkabilsin. S.)
MİNBEZE
Yastık.
MİNCAB
Zayıf kimse. * Yeleği ve temreni olmayan ok.
MİNCAR
Havan. Havan eli.
MİNCEDE
Küçük asâ, küçük sopa. * Yorgancı çubuğu.
MİNCEL
(C.: Menâcil) Orak. Ekin orağı.
MİNCEM
(C.: Menâcim) Terâzi kolu.
MİNCERE
Soğuk suya harâret veren kızmış sıcak taş. (O suya "necire" derler.)
MİN-CİHETİN
Bir cihetten, bir bakıma göre.
MİNCİLAB
Murdar su, pis su.
MİNDAG
Hücum edecek âlet.
 
MİNDAS
Yeyni avret, hafif kadın.
MİNDEF
(C.: Menâdif) Hallaç yayı.
MİNDEL
Hırslı, doymaz ve açgözlü insan. Yırtıcı kimse. * Zorba, eşkiya.
MİNDİF
Atılmış pamuk.
MİNDİL
(C: Menâdil) Peşkir. Mendil. Bez parçası.
MİN-EL EVVEL
Evvelden beri.
MİN-EL EZEL
Ezelden beri.
MİN-EL KADİM
Çok evvelden. Eskiden beri.
MİN-EL MÜHLİKAT
Helâk edenlerden. Mühlik olanlardan.
MİN-EL-ARŞ İLE-L-FERŞ
Arştan yeryüzüne kadar.
MİNEN
(Minnet. C.) Minnetler.
MİNESSERA İLESSÜREYYA
(Mines serâ il-es süreyyâ) Yerden göğe kadar.
MİN-EŞ ŞEMS
Güneşten.
MİNFAH
(C.: Menâfih) Körük.
MİNFAK
Çok fazla nafaka veren.
MİNFEHA
Peynir mayası.
MİNH (MİNHÜ)
(C.: Minhüm) Ondan. (Müzekker hâli.)
MİNHA
(C: Minah-Menâyih) Atiyye, bahşiş.
MİNHA
(C.: Minhünn) Bundan, ondan. (Müennes hâli)
MİNHAC
Meslek. Yol. Açık ve belli yol. * f. Büyük ve işlek cadde.
MİNHAC-I HİDAYET
Doğru yol. Hidayet yolu.
MİNHAC-ÜS SÜNNET
Sünnet yolu. Sünnet caddesi. Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) gittiği, emrettiği şeriat yolu.
MİNHAR
Misafirperver. Misafir kabul edip ağırlayan.
MİNHAS
(C.: Menâhis) Uğursuz şey.
MİNHAT
(C.: Menâhit) Dülger rendesi. Taş veya tahta yontmada kullanılan âlet.
MİN-HAYSÜ-LAYAHTESİB
Hesab edilmedik ve umulmadık yerden veya kadar (mânasında).
MİNHÜM
Onlardan.
MİNKAA
Küçük taş çömlek.
MİNKAB
Delecek âlet. Ateş yakmak ve tutuşmak.
MİNKAL
(C: Menâkıl) Çamur teknesi.
MİNKALE
Geo: Yarım dâire şeklinde dereceli geometri âleti. İletki.
MİNKAR
(C.: Menâkir) Yırtıcı kuşların gagası. * Taşçı kalemi. Taş yontmağa mahsus kalem.
MİNKAR-I MAHRUT
Gagaları konik biçimde ve kuvvetli olan kuşlar. (Serçe, karga gibi)
MİNKAR-I MEŞKUK
Kırlangıç ve çobanaldatan gibi gagaları kısa ve çok yarık olan kuşlar.
MİNKARÎ
Gaga biçiminde. Gagayı andırır tarzda.
MİNKAŞ
(Minkaşe) Cımbız, kıskaç. * Demir kalem.
MİNKAZ
Uzunluğuna yarılmış, boylamasına bölünmüş.
MİN-MA
(Mimmâ okunur) Şey, nesne. O şeyden.
MİNMAS
Kıl yolacak âlet.
MİNNET
İyiliğe karşı duyulan şükür hissi. * Birisine iyilik etmek. * Yapılan iyilikleri sayarak başa kakmak.
MİNNETDAR
f. Bir iyiliğe karşı minnet duyan. Yük altında kalır gibi birisinin iyiliğine karşı mahcubiyet.
MİNNETDARANE
f. Minnetli olarak. Minnet eder surette.
MİNNETDARÎ
f. Minnetdarlık.
MİNNETDİDE
f. Minnet ve iyilik görmüş.
MİNNETKEŞ
(C.: Minnetkeşân) f. Minnet altında bulunan. Minnet çeken.
MİNNETKEŞÂN
(Minnetkeş. C.) Minnet altında bulunanlar, minnet çekenler.
MİNNETŞİNÂS
(C.: Minnetşinâsân) İyilik tanıyan. Minnet bilir.
MİNNETŞİNÂSÎ
f. İyilik tanıyıcılık, minnet bilirlik.
MİNSAF
(C: Menâsıf) Hizmetkâr, hizmetçi.
MİNSAR (MİNSİR)
Yardımı çok olan kimse. * Yardım edecek âlet.
MİNSEC
(C: Menâsic) Çulhaların bez tarağı.
MİNSEE (MİNESSEE)
Asâ, sopa.
MİNSEF
(C: Menâsif) Elek. Kalbur. Külünk.
MİNSEGA
(C: Menâsıg) Ekmekçilerin ekmek tozunu sildikleri nesne. * Yufka yuvarlağı.
MİNSER
(C: Menâsir) Yırtıcı kuşların gagası. * Taşçı kalemi. * Yüz ile ikiyüz adet arasında olan asker. * Önlerinde ne bulunur yıkıp yakıp târumar eden asker. * Otuz ile kırk arasında olan at. * Kırktan elliye veya altmışa; ve yüzden ikiyüze kadar olan at.
MİNŞAA
Çulha mekiği.
MİNŞAKKA
Yarık, çukur, oyuk.
MİNŞAR
(C.: Menâşir) Testere, biçki.
MİNŞEFE
Sünger, bez gibi su silmeğe mahsus nesne.
MİNŞEGA
Ot ve yem koydukları kap.
MİNŞEL (MİNŞÂL)
(C: Menâşil) Yemek çatalı.
MİN-TARAFİLLAH
Allah tarafından. Cenâb-ı Hakk'ın emriyle.
MİNTAŞ
(C: Menâtiş) Kıl yolacak âlet. Cımbız.
MİNU
Şişe, sırça, cam. * Zümrüt. * Cennet, firdevs.
MİNU-YU HÂK
Mezar, kabir.
MİNVAL
Hareket tarzı, davranış. Usul, yol. * Fayda. * Uslub, tarz. * Bez dokuyan cüllah.
MİN-VECHİN
Bir bakımdan, bir cihetten.
MİNYATÜR
Eski el yazısı kitapları süslemek için sulu boya ile yapılan ince resimler hakkında kullanılır bir tâbirdir. İtalyanca "minyatura" kelimesinden alınmadır. Buna vaktiyle küçük nakış demek olan "hurde nakış" denilirdi. (O.T.D.S.) * İnce bir san'atla yapılmış küçük resimler.
MİNZAR
Ayna. Bakma âleti. Gözlük.
MİR
Amir. Bey. Baş. Kumandan. Vâli.
MİRA'
(Riya. dan) Riya etme, riyakârlık yapma. * Başkasının sözüne itiraz edip mücâdele etme. * İçindekinin aksini söyleme.
MİR-AB
f. Bir kentin su işlerine bakan kişi.
Mİ'RAC
Merdiven, süllem. * Yükselecek yer. * En yüksek makam. * Huzur-u İlâhî. Peygamberimiz Hz. Muhammed (A.S.M.) Efendimizin, Receb ayının 27. gecesinde Cenab-ı Hakk'ın huzuruna ruhen, cismen, hâlen çıkması mu'cizesi ki; en büyük mu'cizelerinden birisidir.(Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, nasılki Arz ahâlisine inşikak-ı Kamer mu'cizesini göstermiş; öyle de: Semâvat ahâlisine, Mi'rac mu'cize-i ekberini göstermiştir. İşte Mi'rac denilen şu mu'cize-i âzamı, Otuzbirinci Söz olan Mi'rac Risalesi'ne havale ederiz. Çünki o risale, o mu'cize-i kübrâyı, ne kadar nurani ve âli ve doğru olduğunu kat'i bürhanlarla, hattâ mülhidlere karşı da isbat etmiştir. Yalnız, mu'cize-i Mi'racın mukaddimesi olan Beyt-ül-Makdis seyahatı ve sabahleyin Kureyş kavmi, Ondan Beyt-ül Makdis'in târifatını istemesi üzerine hâsıl olan bir mu'cizeyi bahsedeceğiz. Şöyle ki:Mi'rac gecesinin sabahında, Mi'râcını Kureyş'e haber verdi. Kureyş tekzib etti. Dediler: "Eğer Beyt-ül Makdis'e gitmiş isen, Beyt-ül Makdis'in kapılarını ve duvarlarını ve ahvâlini bize târif et." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman ediyor ki: $Yâni: "Onların tekziblerinden ve suâllerinden pek çok sıkıldım. Hattâ öyle bir sıkıntı hiç çekmemiştim. Birden Cenab-ı Hak, Beyt-ül-Makdis'i bana gösterdi; ben de Beyt-ül-Makdis'e bakıyorum, birer birer herşey'i târif ediyordum." İşte o vakit Kureyş baktılar ki: Beyt-ül-Makdis'ten doğru ve tam haber veriyor...Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Kureyş'e demiş ki: "Yolda giderken sizin bir kafilenizi gördüm kâfileniz yarın filân vakitte gelecek. Sonra o vakit kâfileye muntazır kaldılar. Kâfile bir saat teehhür etmiş. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ihbarı doğru çıkmak için, ehl-i tahkikın tasdikıyla, Güneş bir saat tevakkuf etmiş. Yâni Arz, O'nun sözünü doğru çıkarmak için; vazifesini, seyahatını bir saat tâtil etmiştir ve o tâtili, Güneş'in sükunetiyle göstermiştir. İşte Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'ın birtek sözünün tasdikı için, koca Arz vazifesini terkeder; koca Güneş şâhid olur. Böyle bir Zâtı tasdik etmeyen ve emrini tutmayanın, ne derece bedbaht olduğunu.. ve O'nu tasdik edip emrine $ diyenlerin ne kadar bahtiyar olduklarını anla. M.)
Mİ'RAC GECESİ
Leyle-i Mi'rac da denir. Arabî aylardan Receb-i şeri'fin yirmiyedinci gecesidir.
Mİ'RACİYYE
Mi'raca âid. Mi'rac hakkında. Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) Mi'rac mu'cizesi hakkında yazılmış manzume veya bu hususta yazılan eser.
Mİ'RAC-UN NEBİ
Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) huzur-u İlâhîde yükselmesi.(Mi'râc-un Nebi : Zât-ı Ahmediyye (A.S.M.) Efendimizin seyr-i sülukundan ibârettir. Zât-ı Muhammediye'nin bütün kâinatın fevkine çıkıp, bütün mevcudattan geçip, bütün mahlukatın Hâlikı ile umumî, küllî, ulvî bir sohbetidir.)(Mi'rac meselesi erkân-ı imaniyyenin usulünden sonra terettüb eden bir neticedir. Ve erkân-ı imaniyyenin nurlarından medet alan bir nurdur. Erkân-ı imaniyyeyi kabul etmeyen dinsiz mülhidlere karşı elbette bizzat isbat edilmez. Çünkü Allah'ı bilmeyen, peygamberi tanımayan ve melâikeyi kabul etmeyen veya semâvatın vücudunu inkâr eden adamlara Mi'rac'dan bahsedilmez. Evvelâ o erkânı isbat etmek lâzım geliyor. S.) (Bak: Bast-ı zaman)
MİRADE
Mancınık taşı.
MİRADES
(C: Merâdis) Kuyu içinde su var mıdır diye bilmek için bıraktıkları taş. * El değirmeni.
MİRAH
Sürur, neşat, sevinç.
MİR-AHUR
f. Sarayda at işlerine bakan memurun ünvanıdır.
MİRALAY
Alay kumandanı. Albay.
MİRAN
(C: Mârin) Vahşi canavar yatağı.
MİRAN
(Mir. C.) Beyler.
MİRAN AŞİRETİ
Cizre havalisinde Bühti ismi ile de anılan bir aşiret adı.
MİRAR
Kerreler. Def'alar.
MİRAREN
Defalarca, birçok kere.
MİRAS
Ölen kimseden akrabalarına ve yakınlarına kalmış olan mal, mülk.( $ olan hükm-ü Kur'anî, mahz-ı adâlet olduğu gibi, ayn-ı merhamettir. Evet adâlettir. Çünki; ekseriyet-i mutlaka itibariyle bir erkek, bir kadın alır, nafakasını taahhüt eder. Bir kadın ise, bir kocaya gider, nafakasını ona yükler; irsiyetteki noksanını telâfi eder. Hem merhamettir, çünki: O zaife kız, pederinden şefkate ve kardeşinden merhamete çok muhtaçtır. Hükm-ü Kur'ana göre o kız, pederinden endişesiz bir şefkat görür. Pederi ona, "Benim servetimin yarısını, ellerin ve yabanilerin ellerine geçmesine sebeb olacak zararlı bir çocuk" nazariyle endişe edip bakmaz. O şefkate, endişe ve hiddet karışmaz. Hem kardeşinden rekabetsiz, hasedsiz bir merhamet ve himayet görür. Kardeşi ona, "hânedanımızın yarısını bozacak ve malımızın mühim bir kısmını ellerin eline verecek bir rakib" nazariyle bakmaz; o merhamete ve himayete bir kin, bir iğbirar katmaz. Şu halde o fıtraten nazik, nâzenin ve hilkaten zaife ve nahife kız, sûreten, az bir şey kaybeder; fakat ona bedel akaribin şefkatinden, merhametinden, tükenmez bir servet kazanır. Yoksa rahmet-i Hak'tan ziyade ona merhamet edeceğiz diye hakkından fazla ona hak vermek, ona merhamet değil, şedit bir zulümdür. Belki zaman-ı câhiliyette gayret-i vahşiyaneye binaen kızlarını sağ olarak defnetmek gibi gaddarâne bir zulmü andıracak şu zamanın hırs-ı vahşiyanesi, merhametsiz bir şenâate yol açmak ihtimali vardır. M.)
MİRASHAR
f. Mirasyedi. Kendine kalan mirası yiyen. Mirashor.
MİR'AŞ (MER'AŞ)
Çok yüksekten uçan güvercin.
MİR'AT
Ayine. Ayna. * Meşhur bir cins lâle.
MİR'AT-ÜL AYN
Bir şeyin dış görünüşü.
Mİ'RAZ
Süs için giyilen güzel elbiseler.
Mİ'RAZ
(C: Meâriz) Zıpkın adı verilen yeleksiz uzun ok. * Bir sözün gizli mânâsı. Ta'riz.
MİRAZZA
Harmanı sürecek döven.
MİRBA
Ganimet malının dörtte biri.
MİRBA (MİRBÂE)
Gözcülerin üstüne çıkıp baktıkları yüksek yer.
MİRBAA
Asâ, değnek, sopa.
MİRBAT
Davar bağlanacak bağ.
MİRBED
(C: Merâbid) Ev içinde olan küçük hücre (içine esvap koyarlar). * Davar ahırı. * Davar duracak yer. * Hurma kuruttukları yer.
MİRCEL
(C.: Merâcil) Kazan.
MİRDA
Gemicilerin kullandıkları uzun ağaç.
MİRDİYAN
(Mirdiyane) Mersin ağacı.
Mİ'RE
(C: Miâr) Kin, adâvet, düşmanlık.
MİREMME
Sığır ve deve gibi tırnaklı hayvanların dudağı.
MİRFA(T)
İttifak etmek, bir olmak, birleşmek.
MİRFAK
Dirsek. * Mutfak. Kiler. * Semânın şimal tarafında bir yıldız ismi.
MİRFAKA
Dirsek yastığı.
MİRFED
Büyük kâse.
MİRFEŞE
Kürek.
MİRGAH
Kaymak alacak âlet.
MİRHA
İrhâ denilen yelmekle yelip seğirten at.
MİRHA(T)
Salıverilmiş, bırakılmış perde.
MİRHA(T)
(C.: Merâhâ) Yürüyücü at.
MİRHAZ (MİRHÂZA)
Gasilhâne, abdesthâne, kenif. * Çamaşır tokmağı.
MİR'IZZA (MİR'IZÂ)
Keçi kılının altında olan tiftik.
MİRÎ
Devlete âid. Devlet hazinesine mensub.
MİR-İ KELÂM
Güzel ve zarif konuşan.
MİRİLU
Uzayan harblerde ve askerin kifayetsizliği zamanlarında aylıkla toplanan askerler. Bunlar talimsiz, intizamsız oldukları için "Nefer-i âm: Bütün halkın cenge sürülmesi" hükmünde kalıyor, bir istifade te'min olunamıyordu. Yeniçeri Ocağı'nın ilgasıyla muntazam askerî teşkilât yapılınca bu türlü asker istihdamından vaz geçilmiştir. * Hükümete ait gelir menbaları yerinde de mirilu tabiri kullanılırdı.
MİRKAK
Oklava.
MİRKAM
(C.: Merâkım) Kalem.
MİRKAT
Merdiven. Basamak. Derece.
MİRKEN
(C: Merâkin) Don yıkayacak kap. * Küçük leğen.
MİRLİVA
Tugay kumandanı. Tuğgeneral.
MİRMA(T)
(C: Merâmâ) Nişan oku.
MİRRE
Kuvvet. * Öd. * Akıl. * Kat. * Sağlamlık.
 
MİRRİD
Müfsid, kötü ve şerir kimse.
MİRRİH
Uzun ok. ("Pertev oku" derler) * Yeleği olmayan ok. * Bir yıldız adı.
MİRRİH
Şâd, neşeli ve mesrur kimse.
MİRSAD
Gözetleme yeri. Rasad yeri. * Gözetleme âleti. * Suçluları gözleyip duran. * Pusu. * Suçlular için hazır bekleyen.
MİRSAD
(C: Merâsıd) Geniş yol.
MİRSAD-I İBRET
İbretle seyretme yeri.
MİRSAD-I TEFEKKÜR
Tefekküre sebep olan.
MİRSAL
(C: Merâsil) Tenbel yürüyüşlü davar. * Küçük ok.
MİRSAT
Gemi demiri. Lenger.
MİRŞAH
(Mirşaha) Süzgeç.
MİRŞAHA
Eyer altına konulan keçeyi davardan almak.
MİRŞEKA
(C: Merâşik) Terzi yüksüğü.
MİRŞEM
Ekmek tozunu silecek tüy süpürge.
MİRT
(C: Mürât) Yünden veya haz denilen kumaştan elbise. * Kadınların, esvapları üstüne giydikleri elbise.
MİRTAC
Yarış atlarının beşincisi.
MİRTAC
Kapı kilidi. * Dar yol.
MİRTAL (MİRTALE)
Bulaşmak.
MİRTAZ
Dinin yasaklarından sakınan kimse.
MİRVAHA
(C.: Merâvih) (Rih. den) Yelpaze.
MİRVAHA CÜNBÂN
f. Yelpaze sallıyan.
MİRVED
(C.: Merâvid) Milve makara ortasındaki demir, mihver.
MİRYE
Şek, şüphe. * Münazara. Cedel. (Bak: Temâri)
MİRZA
Reis. Bey. * Büyük kimselerin çocuğu. Beyzâde. * Bazı İslâm topluluğunda iyi sülâleden olanlara, şehzâdelere, seyyidlere verilen ünvân olmakla beraber, bugün bir isim olarak çokca kullanılmaktadır.
MİRZAB
(C: Merâzib) Ululuk. * Uzun ve büyük gemi.
MİRZAH
Üzüm çubuğunu yerden kaldırıp bağlayıp sardıkları ağaç.
MİRZAH
(C: Merâzıh) Çekirdek ve ona benzer şeyleri dövüp ezdikleri taş.
MİRZAZ
Havan eli.
MİRZEBE
(C: Merâzib) Tokmak.
MİS
f. Bakır.
MİS'
Şimal yeli, kuzey rüzgârı.
MİS'AB
(C: Mesâib) Değirmen oluğu. * Havuz oluğu.
MİSAFİR
Seferde olan. (Bak: Müsafir-Mukim)
MİSAHA
Ölçmek, miktarını bilmek.
MİSAK
Sürme, gütme, sevketme. * Havada uçarken kanadını birbirine vurup uçan güvercin.
MİSAK
Anlaşma. Sözleşme. Yeminleşme. Verilen söz.
MİSAL
Bir şeyin benzer hali. Benzer. Örnek. * Düş. Rüya. * Ahlâk ve âdâbla ilgili kıssa ve hikâye. * Bir şeyin örneği ve sıfatı. Kısas. * Gr: İlk harfi harf-i illet olan (yani; elif, vav veyahut da yâ olan) fiil veya kelime.
MİSAL-İ VAVÎ
İlk harfi "vav" olan kelime.
MİSAL-İ YAYÎ
İlk harfi "ye" olan kelime.
MİSALİYYE
Misale dair.
Mİ'SAM
Nabız yeri. Bilek.
MİSANE
Dizgin kayışı.
Mİ'SAR
(Mi'sara) Mengene.
MİS'AR (MİS'ÂR)
(C: Mesâir) Uzun. * Ateş küsküsü yapılan ağaç. Ateş karıştırmağa mahsus âlet.
MİSAS
El sürme, değme, dokunma. * Cima etmek. * Almak.
MİSBAH
Yüzgeç.
MİSBAH
Lâmba. (Bak: Mısbah)
MİSBAH-I SADRÎ
Göğüs yüzgeçi.
MİSBAH-I ZENEBÎ
Balıkların kuyruğu.
MİSBAR
(C.: Mesâbir) Yaraya konulan fitil.
MİSBEKE
Mâden eritilip dökülecek kap.
MİSDAK
(Bak: Mısdak)
MİS'EB
Bal konulan tulum, bal tulumu.
Mİ'SELE
(Asel. den) Arı kovanı.
MİSELLE
(C: Misâl) Çuvaldız.
MİSELLÎ
Çuvaldızcı kimse.
MİSEM
Dağlama eseri. * Dağ yapılan âlet. * Güzelin çehresindeki cemâl eseri.
MİSENN
Bileği taşı.
MİSFAT
Süzgeç. Tasfiye âleti.
MİSFEN
Törpü.
MİSFERE
Süpürge.
MİSHA(T)
(C: Mesâhi) Demir kürek, bel.
MİSHAB
(C: Mesâhib) Sacayak.
MİSHAB
Bel âletinin sapı.
MİSHAL
Eğe, törpü gibi yontma aletleri.
MİSHANE
Taş parçaladıkları nesne.
MİSHAT
Şarap koyacak kap.
MİSHEB
Siyah at.
MİSHEL
Dil, lisan. * Eğe, törpü. * Ziynet verecek nesne. * Yabâni eşek. * Dizgin.
MİSHELÂN
Geminin iki tarafındaki iki halka.
MİSİL
(Misl) Benzer. Eş. Nâzır. Tıpkısı.
MİSİLLİ
(Misillü) Benzeri. Gibi. Aynısı.
MİSK
Bir cins güzel koku ismi. (Asya'nın büyük dağlarında yaşayan bir cins erkek ceylanın karınderisi altındaki bir bezden çıkarılır.)
MİSK İLE ANBER
Tamamıyla isteğe uygun. (Misk ü anber de denir).
MİSKÂ'
Sıklık vermek.
MİSKA(T)
(C: Mesâki) Su bardağı. Su kovası.
MİSKAB
(C: Mesâkıb) Mâden, kemik veya tahta gibi şeyleri delmekte kullanılan âlet, matkap.
MİSKAL
Devamlı tenbel olmak.
MİSKAL
Yirmidört kıratlık (4,5 gr. kadar) bir ağırlık ölçüsü. (Bir kırat, beş normal arpa ağırlığında olup, bir dirhemin 1/14 üdür.)
MİSKAM
Hastalıklı, illetli.
MİSKATA
Düşürtücü ilâç veya sebep.
MİSKET
Fr. Alaybozan tüfeği. Patlayan bombadan etrafa sıçrayarak tahribe, yaralanmaya ve ölüme vesile olan sert parça. Eskiden kullanılmış geniş çaplı bir silâh. * Güzel kokulu meyve. (Elma, üzüm vs.)
MİSKİN
Uyuşuk, tenbel, hareketsiz. Zavallı. * Cüzzam hastası. * Fık: Kendi kendini idâre edemiyen, iktisabtan âciz, mal ve mülkü hiç olmayan kimse.
MİSKİNÂNE
f. Tenbelcesine, miskincesine.
MİSL
(Bak: Misil)
MİSLAH
Ham iken hurması dökülen hurma ağacı.
MİSLAK
Fesih, beliğ konuşan kimse.
MİSLAK
Fesih lisanlı, güzel konuşan. * Kırkbeş sene yaşayan adam.
MİSLAT
(C: Mesâlit) Anahtarın bir dişi.
MİSLİYET
Benzeri ve misli olmak. Benzerlik.
MİSMA'
(C.: Mesâmi') (Sem'den) Kulak. * Hastanın iç organlarını dinlemeğe yarıyan âlet.
MİSMAK
Çadırı yükseğe kaldıracak ağaç.
MİSMAR
Ensiz çivi, mıh. Demir kazık.
MİSMAR-I ÂHENİN
Demir kazık.
MİSMAS
Karıştırmak.
MİSMAZ
Deyyus kimse.
MİSRED
Büyük taş, çanak.
MİSSİK
Çok cimri. Hasis ve tamâhkâr.
MİSTAH
Yatık bardak. * Çadır direği. * Hurma yayıp kuruttukları yer.
MİSTAR
(Bak: Mıstar)
MİSTİK
Fr. Mistisizm ile âlâkalı. * Fls: Bâtıni. Kalben çok dindar. Sofi.
MİSVAK
Kullanılması pek çok faydalı olan ve Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) ehemmiyetle tavsiye ettiği, diş fırçası vazifesini de gören, hoş kokulu ve meyvesiz bir ağacın dallarından kesilip kullanılan parça.
MİSVAT
Kazan kepçesi.
MİSVAT
Ekincilerin sürgüsü.
MİSYON
Fr. Bir vazife ile bir yere gönderilen hey'et. * Bir şahıs veyâ hey'ete verilen vazife.
MİSYONER
Fr. Hıristiyanlığı neşre ve tanıtmağa çalışan kimse.
MİŞ
f. Koyun, ganem.
MİŞ'
Aşı dedikleri kızıl balçık.
MİŞA'
Kumsuz yer.
Mİ'ŞAB
Otu bol olan çayırlık yer.
MİŞAİL
(Bak: Mihâil)
MİŞ'AL
(C: Meşâıl) Köylülerin deriden yaptıkları ayaklı küp.
MİŞAR
Testere.
Mİ'ŞAR
Mat: Onda bir. (1/10) * Bâzılarınca da binde bire denir.
MİŞ'AR
Şan, şeref, haysiyet ve vakar.
Mİ'ŞAR (MİŞÂR)
(C: Meâşir) Dülger testeresi.
MİŞAT
(Meşt. C.) Taraklar, baş taramağa mahsus taraklar.
MİŞ'AT
(C: Meşâi) Kuyunun toprağını çıkardıkları zenbil.
MİŞATİYE
Tarak kılıfı.
MİŞCEB
(C: Meşâcib) Üzerinde çamaşır kuruttukları kafes. * Yüksek yere erişmek için yapılan sandalye.
MİŞCER
(C: Meşâcir) Çamaşır asacak yer. * Mahfe ağacı. * Ağaçlık.
MİŞEZAR
f. Küçük koruluk, ağaçlık, meşelik.
MİŞHAZ
Bileği taşı.
MİŞİN
f. Meşin.
MİŞK
Aşı dedikleri kızıl toprak.
MİŞKA
Tarak.
MİŞKAS
(C: Meşâkıs) Ensiz uzun demir.
MİŞKAT
İçine lâmba konan küçük hücre. Duvarda içine ışık konulan yer. * Kandil.
MİŞMAA
Şamdan.
MİŞMAK
Kağnının iki kolu. * Bir nevi araba.
MİŞMEL
Kaftan altında götürüldüğü hâlde görünmeyen küçük kılıç.
MİŞMİŞ
Zerdali yemişi.
MİŞRAK
Her zaman güneşli olan yer.
MİŞRAT
(C.: Meşârit) Keskin bıçak.
MİŞTAT
Kış günlerinde oturulacak yer.
MİŞVAR
Tarz, tavır, gidiş, gidişât. * Gümeçten bal peteği sağılan âlet. * Davar satılacak yer.
MİŞVARE
Testi, çömlek.
MİŞVARGÂH
f. Gösteri yeri. * Pehlivanların güreştikleri saha. * At pazarı. Satılık atların koşturulduğu meydan.
MİŞVAZ
Sarık.
MİŞVEL
Orak.
MİŞVERE
Minder.
MİŞVEZ
(C: Meşâviz) Tülbend.
MİŞYA'
Boşboğaz. Çok konuşan.
MİŞYE
Bir yürüme çeşidi.
MİŞZEB
Dişli orak. * Bağcıların asma çubuğu kesecek âletleri.
MİTA'
Bir şeyin son bulduğu yerin sonu. * Geniş yol. * Yolların birleştiği yer.
MİTADE
Matkap başı.
MİTAM
Her zaman ikiz doğuran kadın.
MİT'AM
(C.: Matâim) Çok yemek yiyen. Yemeği bol olan.
MİTAN
(C: Meyâtın) At yarıştırdıkları yer.
MİTAT
(Bak: Midhat)
MİTE
Bir nevi ölmek.
MİT'EM
Bir defalık ikiz doğuran kadın.
MİTHARA
(Tahâret. den) Matara.
MİTİN
f.. Taşları kayaları paçalamada kullanılan büyük çekiç.
MİTİNG
İng. İçtimaî ve siyasî bir mes'ele için yapılan büyük toplantı.
MİTOLOJİ
Fr. Efsane bilgisi.
MİTRALYÖZ
Fr. Makinalı tüfek.
MİTRES
Kapı ardınca koydukları ağaç.
MİV
f. Kıl.
Mİ'VAN
Ahâliye yardım eden, halka yardımı çok olan kimse.
MİVE
Meyve kelimesinin aslıdır.
Mİ'VEL
(C.: Meâvil) Büyük taşları ve kayaları parçalamaya yarıyan sivri kazma.
Mİ'VEZ(E)
(C: Meâviz) Çocuk sardıkları bez, kundak. * Eski kaftan.
MİYAH
(Mâ. C.) Sular.
MİYAH-I CÂRİYE
Akar sular.
MİYAH-I HÂRRE
Kaplıca suları gibi olan sıcak sular.
MİYAH-I MALİHE
Tuzlu sular.
MİYAH-I MERRE
Acı sular.
MİYAN
f. Orta, ara, vasat, meyan.
MİYANBEND
f. Kemer, kuşak.
MİYANBESTE
f. Bel bağlamış. * Mc: Hemen işe hazır.
MİYANE
f. Ara. * Orta, vasat. * Helva gibi bazı yemeklerin pişme kıvamı. * Ortaya serilen halı. * Gerdanlığın ortasındaki büyük inci.
MİYANÎ
(Minâ. C.) Limanlar.
MİYANSER
f. Yarısı kıymetli taşlarla süslü bir cins taç.
MİYANSERA
(Miyânserây) Avlu. Ev meydanı.
Mİ'YAR
Ölçü. Bir şeyin kıymet ve vasfını gösterir olan.
MİYERE
Taam, yemek.
MİYSERE
(C: Mevâsir) Eyer yastığı. * Eyer altına koydukları keçe. * Çul içine koyulan keçe. * Yatacak döşek, yatak.
MİZ
Misâfir. * Sofra, mâide. * Temiz, pak.
Mİ'ZA
Ufak taşlı sert yapılı sağlam yer.
MİZ'A
Ayıracak alet. Kesecek alet.
MİZAB
(C.: Meâzib) Oluk, su yolu.
Mİ'ZAB
(C: Meâzib) Dam oluğu.
MİZAB-I BÂRÂN
Yağmur oluğu.
MİZAC
Huy, tabiat, fıtrat, bünye. * Bir şeyle karıştırılmış olan başka bir şey.
MİZ'AC
Bir yerde karar etmeyen kadın.
MİZAC-DAN
f. Mizac bilen, mizaçtan anlıyan.
MİZACGİR
f. Mizâc ve keyiflere göre hareket eden.
MİZAC-I NÂZİK
İnce yaradılış. Nâzik tabiat.
MİZAD
Sürur, sevinç, neşe.
Mİ'ZAD
Ağaç veya tahta budama bıçağı. * Pazvant, kolçak.
MİZAE
Abdest alacak kap.
MİZAH
Şaka, lâtife. * Edb: Bâzı düşünceleri nükte, şaka veya takılmalarla süsleyip anlatan bir yazı çeşidi. Hoş, nükteli söz. (Zıddı ciddiyettir)
MİZAHÎ
Mizahlı, eğlenceli.
MİZAH-NÜVİS
f. Eğlenceli mizahlı yazılar yazan.
 
Mİ'ZAL
(C: Meâzil) Zayıf ahmak adam. * Silâhsız kimse. * Davarını halktan ayırıp uzak yerlerde otlatan kimse.
MİZAN
Terazi, ölçü, tartı. * Akıl, idrak, muhakeme. Mikyas. * Fık: Mahşerde herkesin amellerini tartmağa mahsus bir adâlet ölçüsü olup, hakiki mâhiyeti ancak âhirette bilinecektir. * Mat: Yapılan hesabın doğruluğunu anlamak için yapılan diğer bir hesap. Sağlama.
MİZAN-ÜL HARARE
Sıcaklığı, soğukluğu ölçen âlet. Termometre. (Mikyas-ul hararet de denir.)
Mİ'ZAR
(C.: Meâzir) Örtü, perde.
MİZBAH
Bıçak.
MİZBAN
(C.: Mizbanân) f. Ev sahibi. Misafir kabul eden kimse.
MİZBANÂN
(Mizban. C.) Misafirleri ağırlayanlar, ev sahipleri.
MİZBED
(C: Mezâbid) Hayvan ahırı.
MİZBER
(C.: Mezâbir) Kamış kalem.
MİZCEL
Harbe denilen küçük kılıç.
MİZDEA
Yüz yastığı.
MİZEBBE
Yelpaze.
MİZEC
Küçük süngü.
Mİ'ZEF
(Mi'zefe. Azf) Çalgı âleti, saz v.s.
MİZEFFE
Gelin mahfesi.
MİZEK
f. İdrar, sidik.
Mİ'ZENE (MİZENE)
Ezan okunacak yer.
Mİ-ZENEND
(f. Fiil) Söylüyorlar, vuruyorlar. " : Zeden" vurmak" masdarındandır.
Mİ'ZER
(C.: Meâzir) Peştemal.
MİZKÂR
Dâima erkek doğuran dişi.
MİZLAC (MİZLÂK)
El ile açılan kilit.
MİZLAKA
Uzun burunlu ışık fitili makası.
MİZMAN
f. Misâfiri ağırlıyan, misâfire ikram eden ev sâhibi.
MİZMAR
Düdük, kaval. * Mukaddes Zebur Kitabının her bir suresi. * Hançere, nefes borusu. (Bak: Mezâmir)
MİZMAR
(C: Mezâmir) Meydan. At yarıştıracak ve at oynatacak yer. * İnce belli at.
MİZMAR-ZEN
f. Düdük çalan.
MİZR
Bir nevi meşrubat. * Ahmak kimse.
MİZRA
(C: Mezâri) Yaba, kürek.
MİZRAK
(C: Mezârık) Harbe, kısa kılınç.
MİZRAKA
Küçük şırınga.
MİZVAC
Çok koca değiştiren kadın. Çok kocalı kadın.
MİZVED
(C: Mezâvid) Azık koyacak kab.
MİZVED
Dil, lisan.
MİZZ
Bir şeyin diğeri üzerine olan fazlı, üstünlüğü.
MODA
Fr. Geçici yenilik. Elbise ve süslenmede geçici hevesler ve fantezi düşkünlüğü sebebiyle çıkartılan yeni tarz ve şekiller. Bunlar israfı artırır ve iktisada aykırıdır.
MODEL
Fr. Biçim, örnek, şekil. * Resim yâhut heykel yapılırken bakarak benzetilmeğe çalışılan şey veyâ şahıs.
MODERN
Fr. şimdiki zamana uygun, asri. (Bak: Medeniyet)
MOĞOL
Turâni milletlerinin en büyüklerinden bir kabile olup Türkler ve Mançurlarla cinsi yakınlıkları vardır. Asyanın ortalarında bugün Çin Devletine tâbi olan ve Moğolistan ismiyle bilinen geniş bir çölde ve Sibirya ve Türkistan'ın da bazı taraflarında bulunurlar.Cengiz Hanla beraber Asyanın batı taraflarına akın ettikleri zaman, Asyanın büyük bir kısmıyla Avrupanın da bir kısmını yakıp yıkmışlardır.
MOLA
İstirahat için işe ara vermek ve duraklamak. * Denizcilike: Gevşetme, koyverme manâsındadır.
MOLEKÜL
Fr. Kim: Vasıflarını kaybetmemek şartıyla ayrılabilen herhangi bir maddenin en küçük cüz'ü, parçası.
MOLLA
Eskiden büyük âlimlere verilen isim. * Büyük kadı. * Efendi, hoca, Medrese talebesi.
MOLLA CÂMİ
(Bak: Câmi)
MOLLAYANE
Mollaya yakışır şekilde. Mollaca.
MOLOZ
Yapılardan artan veya viranelerden çıkartılan ufak taşlar. * Bir işe yaramaz insan.
MONARŞİ
Fr. Hâkimiyetin kaynağı birtek şahısta (Kral, padişah, han v.s.) olduğu kabul edilen devlet şeklidir. Bu şahsın, yani devlet başkanının yanında bir meclis (parlamento) olursa; meşruti monarşi; olmazsa; mutlak monarşi ismini alır. Ayrıca devlet başkanının iş başına gelmesi şekline göre, irsi veya seçimli monarşi adlı çeşitleri de vardır.Monarşi, istibdat demek değildir. 1877 yılına kadar Osmanlı Devletinde bir parlamento yoktu. Fakat kanunlar âdil bir şekilde tatbik ediliyordu. Bu tarihte mutlak monarşi sona ermiş, meşruti monarşi devri başlamıştır. Asırlardır İngiltere de, meşruti monarşi devlet şekline sâhiptir. Monarşi, bir devlet şekli olduğu için, hükümet şeklinden ayrıdır. Yâni monarşik bir devlette, hükümetin kurulması ve vazife görmesi hukuk ve adâlete uygun olabilir. Eğer meşruti monarşi ise, hükümetin teşkili ve faaliyeti, parlamenter demokrasi esaslarına uygun olarak tanzim edilebilir ve yürütülebilir.
MUABBİR
(İbâret. den) Rüyâ tabir eden. Görülen rüyalardan mânâ çıkaran.
MUABBİRÎN
(Muabbir. C.) Görülen rüyalardan mânâ çıkaranlar. Rüya tabir eden kimseler.
MUACCEL
Acele olunmuş, ta'cil edilmiş, mühletsiz. Peşin. Va'desiz.
MUACCELÂNE
Acele olarak. Peşin olarak.
MUACCELAT
(Muaccel. C.) Peşin ödemeler.
MUACCELE
Beylik ve evkaf kiralarından peşin alınan kısım.
MUACCELEN
Peşin olarak. * Çabuk ve acele olarak.
MUACCİZ
Sıkıcı. Bıktırıcı. Usandırıcı. Taciz edici. Rahatsız eden. Yapışkan. Sırnaşık.
MUAD
Geri çevrilmiş, iâde edilmiş, döndürülmüş.
MUADADAT
Yardım etme, muvavenet etme.
MUADAT
Karşılıklı düşmanlık, karşılıklı husumet.
MUADD
Hazırlanmış. İdâd olunmuş.
MUADDEL
Tadil edilmiş. Eski hâli değiştirilmiş.
MUADDIL
(Muazzıl) Güçleştiren, güç duruma sokan, daraltan.
MUADDİL
Tadil eden. * Düzelten. Müsâvi ve beraber kılan. Denkleştiren.
MUADELAT
(Muâdele. C.) (Adl. den) Beraberlikler, musâvilikler.
MUADELE
Müsâvilik, eşitlik. İki şey arasında mikdarca, vasıfca beraberlik. * Karşılıklı anlayış. * Adâlet. * Mc: Anlaşılmaz iş. Muammâ.
MUADELET
Müsâvilik, denklik. Karşılıklı uygunluk. Eşitlik.
MUADİL
Müsâvi, eşit, denk. * Fiz: Eş değer.
MUAF
Afvolunmuş. İstisna edilmiş, ayrı tutulmuş. Bağışlanmış. Serbest.
MUAFAT
Afvetmek. * Sıhhat vermek. * Sıhhat ve âfiyet bulmuş, iyileşmiş kimse. * Hastalık veya belâdan korunma. Musibetlerden muhafaza olunma.
MUAFESE
Tedavi etmek.
MUAFÎ
Afiyet verici. * Belâ ve musibeti def eden.
MUAFİR
Yavaş yürüyen kişi.
MUAFİYYET
Bir hastalığa $karşı aşı ile elde edilen hâl. * Afvolunmuş olma. Bağışlanmış olma.
MUAFNAME
f. Afv kâğıdı. Bir şeyin muaf tutulup afvedildiğini gösteren kâğıt.
MUAHAT
Kardeşlik edinme.
MUAHED
Zimmi kâfir.
MUAHEDAT
(Muâhede. C.) Muâhedeler, antlaşmalar.
MUAHEDE
Karşılıklı yeminleşme, anlaşma. Devletler arasında andlaşma.
MUAHEDE-İ İTTİFAKİYYE
Bir savaş çıktığında birbirlerini desteklemek üzere iki veya daha fazla devletler arasında yapılan andlaşma.
MUAHEDE-İ TİCARÎ
Yalnız ticâret işleriyle alâkalı olmak üzere devletler arasında yapılan andlaşma.
MUAHEDE-NAME
f. Ahdleşmenin yazıldığı ve imzalandığı kâğıt.
MUAHEZ
Muâheze olunan. Tenkid edilen, çekiştirilen.
MUAHEZAT
(Muâheze. C.) (Ahz. den) Tenkid ve itirazlar. * Azarlama ve paylamalar. Çıkışmalar.
MUAHEZE
Azarlama. Çıkışma. Darılma. Alay eder tarzda karşısındakini küçümseme. Tenkid.
MUAHEZEKÂR
f. Tenkid ve itiraz edici. * Azarlayıp çıkışan. Paylayan.
MUAHHAR
Sonraya bırakılmış, te'hir edilmiş, geriye bırakılmış. Sonradan.
MUAHHAREN
Sonradan, bilâhare. Muahhar olarak.
MUAHİD
Andlaşma yapanlardan her biri. Yeminli ve anlaşmalı olanlardan her biri. * İslâm hükümetine vergi ödeyerek kendini himâye ettiren gayr-ı müslim. (Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) Arab müşriklerinden muâhid ve halifleri vardı, beraber harbe giderlerdi.)
MUAHİZ
(Ahz. den) Çekiştiren, muâheze eden. Tenkid edip itiraz eden.
MUAKAB
Cezalandırılmış.
MUAKABE
Bir kimseyi cezalandırma. Cezaya çarpma.
MUAKADE
(Akd. den) Mukavele yapma. Akid yapma. Anlaşma.
MUAKARA
Nefret etmek.
MUAKIB
Cezalandıran. * Takibeden.
MUAKİD
Birbiriyle akid yapan, sözleşen.
MUAKKAB
(Akab. dan) Ardına düşülmüş, tâkib olunmuş, peşinden gidilmiş.
MUAKKAD
İnce ve müşkil olan. Zor anlaşılan söz. * Ukdeli, düğümlü.
MUAKKID
Düğümleyen, sihir yapan, cadı.
MUAKKİB
Ardına düşen, takib eden, ardından koşan. * Tağyir ve ibtal eden.
MUAKKİBÂT
Gece ve gündüz melâikesi. * Namazı müteakib otuz üçer defa tekrar edilen tesbih. (Bak: Tesbih)
MUAKKİBÎN
Tâkipçiler, arkasından koşanlar, ardından gelenler.
MUALEBE
Erkeğin, karısı ile oynaması.
MUALECAT
Tedâviler, ilâç kullanmalar. * Bir hususta çalışmalar.
MUALECE
Bir hususa çalışıp devam etmek. * Hastaya bakmak. İlâç kullanmak, ilâç vermek. * Bir işe teşebbüs, bir işe girişmek.
MUALLA
Yüksek, yüce, âli. Makamı ve rütbesi yüksek.
MUALLAK
Askıda. Hakkında karar verilmemiş, hallolunmamış. * Havada boşta duran. * Sürüncemede kalmış iş. * Edb: Açık hece, bir vokalle okunan hece. (Bak: Müsned)
MUALLEKA
(C.: Muallekat) Askılar. Henüz karar verilmemiş olanlar. * Kocası kaybolan kadın. * İslâmiyet'ten evvel Arabların meşhur edib ve şâirlerinin Kâbe duvarına astıkları yazılar ve şiirler.
MUALLEKAT-I SEB'A
(Yedi askı) Kur'ân henüz nâzil olmadan, câhiliyet devrinde meşhur Arap şâirlerinin en beğenilmiş şiirlerinden, Kâbe'nin duvarına astıkları yedi meşhur kaside.(Ceziret-ül Arab ahalisi o asırda ekseriyet-i mutlaka itibariyle ümmi idi. Ümmilikleri için mefâhirlerini ve vukuat-ı tarihiyelerini ve mehâsin-i ahlâka yardım edecek durub-u emsâllerini kitabet yerine şiir ve belâğat kaydiyle muhafaza ediyorlardı. Mânidar bir kelâm, şiir ve belâgat cazibesiyle eslâftan ahlâfa hafızalarda kalıp gidiyordu. İşte şu ihtiyac-ı fıtri neticesi olarak o kavmin mânevi çarşı-yı ticaretlerinde en ziyade revac bulan, fesâhat ve belâgat metâı idi. Hattâ bir kabilenin beliğ bir edibi, en büyük bir kahraman-ı millisi gibi idi. En ziyâde onunla iftihar ediyorlardı. İşte İslâmiyetten sonra âlemi zekâlariyle idare eden o zeki kavim, şu en revaçlı ve medar-ı iftiharları ve ona şiddet-i ihtiyaçla muhtaç olan belâgatta akvâm-ı âlemden en ileride ve en yüksek mertebede idiler. Belâgat, o kadar kıymetdar idi ki, bir edibin bir sözü için iki kavim büyük muharebe ederdi ve bir sözüyle musâlaha ediyorlardı. Hattâ onların içinde "Muallekat-ı Seb'a" nâmiyle yedi edibin yedi kasidesini altınla Kâbe'nin duvarına yazmışlar, onunla iftihar ediyorlardı. İşte böyle bir zamanda, belâgat en revaçlı olduğu bir anda Kur'an-ı Mu'ciz-ül-Beyan nüzul etti. Nasılki, zamân-ı Musâ Aleyhisselâm'da sihir ve zaman-ı İsâ Aleyhisselâm'da tıb revaçta idi. Mu'cizelerinin mühimmi o cinsten geldi. İşte o vakit bülegâ-yı Arabı, en kısa bir suresine mukabeleye dâvet etti: $ fermaniyle onlara meydan okuyor. Hem der ki: "İman getirmezseniz mel'unsunuz. Cehennem'e gireceksiniz." Damarlarına şiddetle vuruyor. Gururlarını dehşetli surette kırıyor. O kibirli akıllarını istihfaf ediyor. Onları bidâyeten idam-ı ebedî ile ve sonra da Cehennem'de idâm-ı ebedî ile beraber dünyevî idam ile de mahkûm ediyor. Der: "Ya muâraza ediniz, yahut can ve malınız helâkettedir."İşte eğer muâraza mümkün olsaydı acaba hiç mümkün mü idi ki, bir iki satırla muâraza edip dâvâsını ibtal etmek gibi rahat bir çare varken, en tehlikeli, en müşkilâtlı muharebe tariki ihtiyar edilsin! Evet o zeki kavim, o siyasi millet ki, bir zaman âlemi, siyasetle idare ettiği halde, en kısa ve rahat ve hafif bir yolu terketsin! En tehlikeli ve bütün mal ve canını belâya atacak uzun bir yolu ihtiyar etsin, hiç kabil midir? Çünki: Edipleri, birkaç hurufatla muâraza edebilseydi; Kur'an, dâvasından vazgeçerdi. Onlar da maddi ve mânevi helâketten kurtulurlardı. Halbuki, muharebe gibi dehşetli, uzun bir yolu ihtiyar ettiler. Demek, muâraza-i bilhuruf mümkün değildi, muhaldi. Onun için muharebe-i bissüyufa mecbur oldular. Hem, Kur'anı tanzir etmek, taklidini yapmak için gayet şiddetli iki sebep var. Birisi, düşmanın hırs-ı muârazası; diğeri, dostlarının şevk-i taklididir ki, şu iki sâik-ı şedid altında milyonlar Arabi kitablar yazılmış ki hiçbirisi ona benzemez. Âlim olsun, âmi olsun her kim O'na ve onlara baksa kat'iyyen diyecek ki: "Kur'an, bunlara benzemez. Hiçbirisi onu tanzir edemez." Şu hâlde, ya Kur'an, bütününün altındadır. Bu ise bütün dost ve düşmanın ittifakıyla battaldır, muhaldir. Veya Kur'an, o yazılan umum kitabların fevkindedir. S.)
MUALLEKİYYET
Muallak olma, askıda oluş, boşta durma.
MUALLEL
Sakat, eksik, noksan. * Hasta, illetli.
MUALLEM
Ta'lim görmüş, ta'limli.
MUALLEM ASKER
Tâlim görmüş asker.
MUALLÎ
Yücelten, yükselten. * Sağılır davarın sağ tarafından sağmaya varan kişi.
MUALLİL
Ta'lil eden. Sonradan bir sebeb ve bahane ileri süren. * Eyyam-ı acuzdan bir gün.
MUALLİM
Ta'lim eden, öğreten, ilim öğreten.
MUALLİMÂT
Öğretici kadınlar, kadın hocalar.
MUALLİME
Hanım hoca. Öğreten ve tâlim eden kadın veya kız.
MUALLİMÎN
Muallimler. Hocalar, ta'lim edenler, öğretenler.
MUAMELAT
(Muâmele. C.) Muameleler.
MUAMELE
(C.: Muâmelât) Hatt-ı hareket. Davranma, davranış. Birbiri ile iş görme, amel etme. Alış veriş. * Resmi dairelerde yapılan herhangi bir iş.
MUAMERE
İmaret etmek.
MUAMİL
(Amel. den) İş yapan. Muamele yapan. Muameleci.
MUAMMA
(Amâ. dan) Anlaşılmaz iş. Karışık şey. Bilinmeyen hâl.
MUAMMEM
Başı sarıklanmış. İmamelenmiş. Sarıklı olan.
MUAMMER
Ömür süren. Çok yaşamış. Uzun ömürlü, bahtlı.
MUAMMERÎN
(Muammer. C.) (Ömr. den) Muammerler. Uzun ömürlü kimseler.
MUANAKA
Birbirinin boynuna sarılma. Kucaklaşma.
MUAN'AN
An'aneli. Senedli. Kimden kime haber verildiği şâhid ve râvilerin isimleri ile bildirilmiş olarak.
MUANAT
Bir şeyin zahmetini çekme. * Bir nesneyi dikkatle göz altında bulundurma. Ona göz kulak olma.
MUANBER
(Anber. den) Güzel kokan. Güzel kokulu.
MUANEDE
(Anud. dan) İnad etme, ayak direme.
MUANIK
Birbirinin boynuna sarılan. Kucaklaşan.
MUANİD
İnadcı. Kimseye uymayan. Dediğini yapmak isteyen.
MUANİK
(Unk. dan) Birbirinin boynuna sarılan, kucaklaşan.
MUANNE
Muhâlefet etmek, karşı gelmek.
MUANNİD
İnadcı. Muânid.
MUANNİF
Ta'nif eden. Şiddetle azarlayan.
MUANVEN
İsim sahibi. Ünvanlı. Ünvan verilen. Meşhur. Tantanalı.
MUAR
Ödünç alınmış olan mal.
MUARAZA
Bir şeyden yan verip sapmak. * Biri ile yarışmak. * Birbirine karşı gelmek. Sözle karşılıklı mücadele. Söz mücadelesi.
MUARAZA-İ BİL-HURUF
Söz, yazı veya fikir ile birisine karşı gelmek. Sözlü mücâdele. (Bak: Muallekat-ı seb'a)
MUARAZA-İ BİS-SÜYUF
Kılınçla, kuvvetle, silâhla mücadele etmek. Silâhla karşı koymak.
MUARE
Zarar etmek.
MUAREFE
Karşılıklı görüşme ve tanışma. * Gr: Nekre olmayan kelime. Muayyen ve harf-i târifli olmak. (Bak: Lâm)
MUAREKAT
(Muâreke. C.) (Ark. dan) Vuruşmalar, savaşlar, kavgalar.
MUAREKE
(C.: Muârekât) Kavga. Vuruşma. Muharebe. Döğüşme.
MUARIZ
Bir şeyden yan çizen. Muâraza eden. Karşı gelen. (Bak: Münâkaşa)
MUARIZÎN
(Muârız. C.) Muârızlar, muhalifler. Karşı gelenler.
MUARIZ-ÜL KELÂM
(Bak: Maarîz-ül kelâm)
MUARRA
Fenalıktan uzak. Boş. Beri. Yüksek. Temiz. Çıplak.
MUARREB
Arablaştırılmış. Arablaşmış.
MUARREF
Târif edilmiş, anlatılıp bildirilmiş. Bildik. Belli. Bilinen. * Gr: Harf-i târifli kelime. * Mat: Sınırlı. Hududlu.
MUARRES
Çömlek koyacak yer. Gecenin geç vakitlerinde inilecek yer.
MUARRIK
(Arak. dan) Tıb: Terletici ilâç.
MUARRIZ
Dokunaklı söz söyliyen.
MUARRİF
Târif edici. Anlatıcı. İzah edip bildirici. Tanıtan. Tercüman.
MUARRİFÂN
(Tesniye şeklindedir) İki tarif edici. * f. Tarif ediciler. Muarrifler.
MUARRİYE
Hekim bıçağı.
MUASAME
Hıfzetmek, korumak.
MUASARA
(Muâsarat) (Asr. dan) Muâsır olma. Aynı asır ve zamanda yaşama.
MUASAT
İtâatsizlik etme. Baş kaldırma. İsyân etme.
MUASERE
Fakirlik. * Zorluk, güçlük.
MUASFER
Usfur ile boyanmış nesne.
MUASIR
Bir asırda yaşayanlardan herbiri. Hem asır olan. Aynı devirde yaşayan.
MUASIRÎN
(Muasır. C.) (Asr. dan) Aynı asırda yaşayanlar. Bir asırda yaşamış olanlar.
MUASÎ
İtaatsiz, isyan eden, baş kaldıran.
MUASKER
(Asker. den) Ordu yeri, asker karargâhı. Ordunun muharebe zamanında toplandığı yer.
MUASSEL
İçine bal katılmış. Ballı.
MUAŞAKA
Sevişme. Ziyadesiyle arz-ı muhabbet etme. Birbirini sevme. Karşılıklı aşk ve muhabbet.
MUAŞERE
Karışmak.
MUAŞERET
Birlikte yaşanılanlar. * Sünnet dâiresinde insanlarla iyi münâsebet.
MUAŞIK
(Işk. dan) Seven, âşık olan. Muhabbet eden.
MUAŞİR
Muâşeret eden ve birbiriyle iyi geçinir olan.
MUAŞİRÂN
(Muaşir. C.) Muaşirler. Birbirleriyle iyi geçinen kimseler.
MUAŞŞER
(Aşr. dan) Onlu, onluk. On kısma bölünmüş. * Edb: Onar mısralık bendlerden teşekkül eden manzumeler.
MUAŞŞEŞ
Ağaçlarında kuş yuvası çok olan yer.
MUAŞŞİR
(Aşr. dan) Ondalıkçı. Öşürcü. Aşar memuru.
MUATAT
Birbirine atâ etmek, karşılıklı hediyeleşmek. * Vermek.
MUATEB(E)
Azarlanılan. Tekdir olunan. Azarlanmış. * Paylamak, çıkışmak.
MUATİB
(İtâb. dan) Tekdir eden, paylıyan, azarlıyan.
MUATTAL
Tatil edilmiş. Kullanılmaz olmuş. Battal edilmiş. Terkedilmiş. * İşsiz. Tenbel.
MUATTAR
Itırlı, kokulu. * Güzel kokulu bir lâle çiçeğinin adı.
MUATTIL
Atıl bırakan. İşsiz eden. İşe yaramaz hâle getiren.
MUATTILA
Boş bırakılmış. Atâlete atılmış. * Hâlık'a itikat etmeyen. (Bak: Ta'til)
MUATTIŞ
(Atş. dan) Susatan, susatıcı.
MUATTİS
(Ats. dan) Aksırtan, aksırtıcı.
MUÂVAZA
İki tarafın da ivaz vererek, anlaşarak yaptığı akit. Sayışma. Bir şeyi diğer bir şeye bedel, ivaz olarak vermek. Aslı olmadığı halde menfaat celbi için hususi bir surette müzakere ile yapılan hileli iş. Yapmacık.
MUÂVAZATEN
Değiş yapma ile. İki tarafın da rızası dâhilinde değiştirme ile. * Hileli, dalavereli.
MUAVEDE(T)
(Avdet. den) Dönüş, geri dönme, avdet etme. * Adet edinme.
MUAVEME
(Ağaç) bir sene meyve verip, bir sene vermeme. * Bir seneliğine tutma.
MUAVENAT
(Muâvenet. C.) Muâvenetler, yardım etmeler.
MUAVENET
Yardımcılık. Yardım. Teâvün.
MUAVENET-İ NAKDİYE
Para yardımı.
MUAVİD
Geri dönen, avdet eden.
MUAVİN
Yardımcı. Yardım eden. Vekil. * Mekteblerde ve resmi dairelerde müdürden sonra gelen idare memuru.
MUAVİYE
Tilki eniği.
MUAVİYE
(Mi: 603 - 682) Sahabe-i Kiramdan olup Şam'da yirmi seneden ziyade valilik yaptı, sonra hilâfetini ilân etti. Yirmi sene de halifelik yaptı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâmın kayın biraderi ve vahiy kâtibi idi. Beni Ümeyye sülalesinden olan bu zattan itibaren İslâm Devletine, Emevi Devleti denmiştir. (Bak: Emevi Devleti)(Eğer denilse: Neden hilâfet-i İslâmiye Al-i Beyt-i Nebevide takarrur etmedi? Halbuki en ziyade lâyık ve müstehak onlardı?El-Cevab: Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır. Al-i Beyt ise hakaik-ı İslâmiyeyi ve ahkâm-ı Kur'aniyeyi muhafazaya memur idiler. Hilâfet ve saltanata geçen, ya Nebi gibi mâsum olmalı veyahud Hulefâ-i Râşidin ve Ömer ibn-i Abdulaziz-i Emevi ve Mehdi-i Abbasi gibi harikulâde bir zühd-i kalbi olmalı ki; aldanmasın. Halbuki, Mısır'da Al-i Beyt nâmına teşekkül eden Devlet-i Fatımiyye hilâfeti ve Afrikada Muvahhidin hükümeti ve İranda Safeviler devleti gösteriyor ki; saltanat-ı dünyeviye Al-i Beyte yaramaz, vazife-i asliyesi olan hıfz-ı dini ve hizmet-i İslâmiyeti onlara unutturur. Halbuki saltanatı terk ettikleri zaman, parlak ve yüksek bir surette İslâmiyete ve Kur'ana hizmet etmişler. M.)
MUAVVAK
(Avk. dan) Ta'vik edilip geriye bırakılmış iş.
MUAVVEC
(İvec. den) Eğik, eğri, eğilmiş.
MUAVVEZ
Gerdanlık. Nazarlık. Nüsha geçirilecek yer. * Evin etrafındaki mer'a.
MUAVVEZETÂN
(Muavvezeteyn) Kur'ân-ı Kerim'in son iki suresi. (Dâima okunacak gâyet lüzumlu dersleri verdiği ve her çeşit şerli işlerden Allah'a sığınmayı tavsiye ve emrettiği için bu isim verilmiştir.)
MUAVVIK
Ta'vik eden. Geriye bırakan. Oyalanan.
MUAVVİZAT
(Bak: Felak)
MUAYEDE
(Îd. den) Bayramlaşmak.
MUAYENE
Zâhir ve âşikâre olmak, görünmek, belli olmak. * Gözden geçirme, yoklama, kontrol etmek.
MUAYENEHANE
f. Hekimlerin, hastaları muayene ettikleri yer.
MUAYERE
Ayarlama.
MUAYEŞE
Beraberce hoşça geçinme.
MUAYİN
(Ayn. dan) Kat'i ve kesin olarak belli olan. Görülmüş olan.
MUAYYEB
(C.: Muayyebât) (Ayb. dan) Ayıplanmış.
MUAYYEBAT
(Muayyeb. C.) Ayıp ve iğrenç şeyler.
MUAYYEN
Görülmüş olan, kat'i olarak belli olan, belli, ölçülü, tayin ve tesbit olunmuş, karalaştırılmış.
MUAYYİN
(Ayn. dan) Tâyin eden, belirten, belirtici.
MUAZ İBN-İ CEBEL
(Ebu Abdurrahman el Ensarî) Ashâb-ı Kirâm arasında hürmetle yâd olunan büyük fakihlerdendir. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sağlığında Kur'an-ı Kerim'i cem'edip ezberleyen bahtiyarlardandır. Peygamberimiz, "Kur'ânı, Muaz İbn-i Cebel'den alınız" buyurmuştur. 157 hadis rivâyet etmiştir. Ürdün nâhiyesinde otuz yaşında olduğu hâlde ebediyete intikal etti. (R.A.)
MUAZADE
Yardım etme.
MUAZALE
Bir sözün mânasını başka sözle bağlayıp kelâmı arka arkaya getirme. * Kafiyeyi ayrılmıyacak şekilde mâkabliyle bağlama. * Sözde kelimeleri tekrarla kullanma.
MUAZERE
İnadlaşmak. * Yardımlaşmak. * Birbirinden kaçmak. * Ekin kuvvetlenmek.
MUAZERE
Ma'zeret, özür dileme.
MUAZID
Yardım eden.
MUAZZAM
Büyük, iri, cesim, mükerrem, mübeccel, koskoca.
MUAZZAMÂT
Büyük ve ağır işler. Muazzam şeyler.
MUAZZEB
Eziyet çeken, azap içinde bulunan. Sıkıntıda kalan.
MUAZZEF
Nefsin arzularını terkeden, zühd sâhibi.
MUAZZEL
Ayıplanmış, ta'zil edilmiş. Azarlanmış, paylanmış.
MUAZZEZ
Çok aziz. Muhterem. Çok sevgili, kıymettâr, izzetlendirilmiş.
MUAZZEZEN
İzzet ve ikram ile, ikram olunarak, ağırlanarak.
MUAZZİ
Sabredici.
MUAZZİB
Ta'zib edin, azapla eziyet veren.
MUAZZİR
(Özür. den) Ta'zir eden, sahte özür süren.
MUBADİL
(Bak: Mübâdil)
MUBAH
(İbâhe. den) İşlenmesinde sevab ve günah olmayan şey. * Fık: Yapılması ve yapılmaması şer'an câiz bulunan şey. (Yemek, içmek, uyumak gibi.)
 
MUBAHASE
(Bak: Mübâhese)
MUBAHAT
(Mubah. C.) Mübahlar. Günahı, sevabı olmayan, işlemesi ne haram, ne de helâl olan şeyler.
MUBAHHAL
Cimri, tamahkâr, pinti.
MUBAHHAR
Tütsülenmiş. * Buhar hâline gelmiş, buharlanmış.
MUBAREK
(Bak: Mübârek)
MUBAREZE
(Bak: Mübâreze)
MUBASARA
Görme yarışına çıkma. İki kişinin, "hangimiz evvel görüyor" diye bir yere bakması.
MUBASSIR
Gözetici, bekleyici, bakıcı. * Eskiden gümrüklerde muhafaza memuru ve mektebte talebenin inzibatına bakan memur.
MUBAŞERET
(Bak: Mübâşeret)
MUBATAŞA
İki kişi elleriyle birbirlerini kucaklamağa çalışma.
MUBATTIN
Kin tutan, hased eden. * Karnı zayıf ve içine çökük olan.
MUBEMU
f. Tel tel, kıl kıl. Birer birer. İnceden inceye, çok dikkatle.
MUBEND
f. Saç bağı.
MUBİD
Zerdüşt. Mecusi din adamı. * Tedbirli, akıllı adam.
MUBİK
(C.: Mubikat) Helâk edici. * İsyan. * Büyük günah.
MUBİKAT
(Vebk. den) Helâk edici şeyler. Mühlik.
MUBİKAT-I SEB'A
İnsanı felâkete götüren yedi kebâir, yedi büyük günah: Katil, zinâ, şarab içmek, ukuk-ı vâlideyn (yâni; sılâ-yı rahmi terk), kumar oynamak, yalan şâhidliği, dine zarar verecek bid'alara tarafdarlık. (Bak: Kebâir)
MU'BİLE
(C.: Meâbil) Yassı, uzun ok temreni.
MU'BİR
Terkolunmuş, bırakılmış, terkedilmiş.
MUBSIR
Görücü, gösterici, görünen, bilici, bildirici, vazıh ve âşikâr. * Mantık. Kelâm ve seyrin mutediline denir.
MUBSIRÂT
(Mubsır. C.) Görünenler, görünen âlem.
MUBTAL
İptal edilmiş.
MUBTIL
İptal eden.
MUCEB
İcâb etmiş, lâzım gelmiş. Bir söz veya emrin icâb ettiği şey, netice. * Büyük bir memurun, kendisine sunulan evrakı tasdik için ettiği işaret.
MU'CEM
İ'câm edilmiş, noktalanmış, noktalı. * Hadis şeyhlerinin herbirisi. * Harf-ı heca sırasına konularak, her birisinin tarikından müellife kadar gelen rivayetleri toplayan kitaba denir.
MUCER
(Ecr. den) Kiraya verilmiş olan şey.
MUCEZ
(İcaz. dan) İcaz yoluyla. Muhtasar ve mücmel bir tarzda. Kısaca.
MUCİ'
(Vecâ'. dan) Elem ve acı veren.
MUCÎ
(Vecâ. dan) Acıtan, ağrıtan.
MUCİB
(Mucibe) İcâb eden, lâzım gelen. * Bir şeyin peydâ olmasına vesile ve sebep olan. Gereken. Gerektiren, lâzım gelen.
MU'CİB
(Aceb. den) Taaccübe, hayrete düşüren. Şaşkınlık veren.
MUCÎB
(Cevab. dan) İcabet eden, uyan. Kendisinden istenilen iş ve suali cevaplandıran.
MUCİBAT
(Mucib. C.) Sebepler.
MU'CİBE
Taaccüb edilecek, şaşılacak şey.
MUCİBE-İ KÜLLİYE
Man: Müsbet ve umumi (şumüllü) olan kaziye.
MUCİB-İ BİZZAT
İster istemez kendisi işi yapmaya mecbur olan. Serbest ve istediği gibi hareket edemeyen. (Meselâ: Güneş ışığının, güneşin kendi zâtının zaruri neticesi olması gibi.)
MUCİB-İ İSTİKRAH
Nefrete, sevmemeye sebeb olan.
MUCİB-İ TEYAKKUZ
Teyakkuzu, yâni uyanıklığı icâb ettiren.
MUCİD
Yeni bir şey icad eden, meydana getiren, bulan. * Yaratan. Yoktan var eden.(Ve keza, bu fâni dünyadan da çıkacaksın. Öyle ise, aziz olarak çıkmaya çalış. Vücudunu Mucidine fedâ et. Mukabilinde büyük bir fiat alacaksın!.. M.N.)
MUCİD-İ HAKİKÎ
İcad etme iktidarının yegâne sahibi mânasında olarak (Allah) hakkında kullanılır.
MUCİR
(Ecir. den) İcar eden, kiraya veren. (Bak: Mücir)
MU'CİR
Bir çeşit kadın başörtüsü. Eşarp.
MUCİZ
Kısa. Muhtasar. Özlü. Az sözün çok mânâ ifâde edeni.
MU'CİZ
İnsanı âciz bırakan iş. Aynısını yapmakta başkalarını acze düşüren, kudretsiz kılan, kimsenin yapamıyacağı yolda olan.
MUCÎZ
İcâzet veren, izin veren.
MU'CİZAT
Mu'cizeler. Allah tarafından verilip, yalnız peygamberlerin gösterebilecekleri büyük harika işler.
MU'CİZAT-I AHMEDİYE (A.S.M.)
Hz. Muhammed'in (A.S.M.) mu'cizeleri. (Bak: Mu'cize)
MU'CİZAT-I SEB'A
Yedi meşhur mu'cize, yedi külli i'caz esasları.
MU'CİZBEYAN
f. Anlatış tavrı herkese benzemeyen. Tarz-ı beyanı mu'cize olan. Kur'an-ı Kerim.
MU'CİZE
İnsanların, yapmasında âciz kaldıkları ve ancak Allah tarafından peygamberlere nasib olan hârika. Kerametten yüksek, fevkalâde hâdise. * Mu'cize, Halik-ı Kâinat tarafından peygamberlerin hakkaniyetine ait bir tasdiktir. Sahih hadislerle mu'cizeler haber verilmiş ve tesbit edilmiştir.(... Mu'cize davâ-yı nübüvvetin isbatı için münkirleri ikna etmek içindir. İcbâr için değildir. Öyle ise davâ-yı Nübüvveti işitenler için ikna edecek bir derecede mu'cize göstermek lâzımdır... S.)
MU'CİZ-EDA
f. Mu'cize gösteren. Başkalarının yapamıyacağı kadar mu'cize derecesinde iş ortaya koyan. Edası mu'ciz olan.
MU'CİZEGU(Y)
f. Mu'cize gibi söz söyleyen.
MU'CİZEKÂR
f. Mu'cizeli, mu'cize hâlinde, başkalarını âciz bırakan.
MU'CİZNÜMA
f. Mu'cize gösteren.
MU'CİZ-ÜL BEYAN
Beyanı herkesi âciz bırakan.
MUÇİNE
f. Cımbız.
MUDA'
Fık: Emâneten kendine bir şey bırakılan kimse. * Serkeş ve oynak olmayıp, mazlum ve sâkin olan at.
MU'DAL
(Mu'dıl) Güç, içinden çıkılmaz, girift.
MUDAREBAT
(Mudarabe. C.) Mudarebeler, döğüşmeler, vuruşmalar.
MUDAREBE
(Darb. dan) Döğüşme, vuruşma. * Bir taraftan sermaye diğer taraftan emek ile kurulan ticaret şirketi. (O.L.)
MUDARİB
(Darb. dan) Döğüşen. Birbirlerine vuran.
MUDCER
(Ducret. den) Sıkıntılı olan. Sıkılmış.
MUDCİR
(Ducret. den) Sıkıntı veren, sıkan, gamlandıran.
MU'DEM
Bir şeyi yitiren, kaybeden.
MUDGA
Et parçası, bir çiğnem et.
MUDHAK
Kendisine gülünen. Soytarı. Gülünç hâle düşen.
MUDHİK
Güldürücü, güldüren, maskaralık ederek halkı güldüren.
MUDHİKÂT
(Mudhike. C.) (Dıhk. den) Gülünecek şeyler. Mudhikeler.
MUDHİKE
Gülünç şey, gülünecek hâl. Komedya.
MUDİ'
Fık: Malının muhâfazasını başkasına emânet ve havâle eden.
MUDÎ
Işık verici, parlak ve ruşen olan.
MU'DÎ
Sirâyet edici, bulaşıcı, sâri.
MUDÎK
(Bak: Muzîk)
MU'DİL(E)
(C.: Mu'dilât) Zor, güç ve çetin.
MU'DİLAT
(Mu'dal. C.) Büyük, ağır, çetin ve zor işler.
MUDİLL
İdlâl edici, yoldan çıkaran, eğri yola teşvik edici.
MUDİLLE
(Dalâlet. den) Baştan çıkaran, azdıran, doğru yoldan saptıran.
MU'DİM
Öldüren, idam eden.
MUDİYYEN
Giderek, geçerek.
MUFAD
(Bak: Müfad)
MUFADALA
(Bak: Mufâzala)
MUFADDEL
Faziletlendirilmiş, diğerlerinden ayrıca fazilet itibarıyla temayüz etmiş, yükselmiş.
MUFADDIL
Faziletlendiren, iyilik eden ve nimet veren.
MUFADDILÎN
Faziletliler. Yüksek ve büyük zatlar.
MUFAHHAM
(Fahm. dan) Kömürleşmiş, kömür halini almış.
MUFAHHAM
Büyüklük kazanmış, kerem sahibi, itibarlı, azim, büyük.
MUFARAKAT
Ayrılık, ayrılmak.
MUFARRİT
(Fart. dan) Kusur yapan, eksik işleyen. Aşırı giden.
MUFASALA
Ayrılma.
MUFASSAL
Tafsilli, tafsilâtlı, izahlı. Geniş mâlumatlı, kısımlara ayrılıp anlatılmış.
MUFASSALAN
Geniş, izahlı olarak. Tafsilâtlıca. Kısımlara ayrılıp anlatılmış olan.
MUFASSIL
Kısımlara ayrılan, fasıl fasıl ayıran, adalet eden.
MUFAVVAZ
Yapılması ısmarlanmış.
MUFAVVİZ
Bir kimseye bir vazifeyi veren. Yapmasını ısmarlıyan.
MUFAZ
Çok, bol. Bereketli, feyizli.
MUFAZALA
Fazilet ve meziyetle birbiri ile yarışma.
MUFAZZAL
(Fazl. dan) Başkalarına üstün tutulmuş. Tafdil edilmiş.
MUFAZZAZ
Gümüş kaplamalı, gümüşlü.
MUFAZZİH
Rezil eden.
MUFÎ
İfa eden, ödeyen, yerine getiren.
MUFSİH
Fesâhetle ve düzgün olarak konuşan.
MUFTIR
(Fıtr. dan) Oruç açan, iftar eden.
MUG
(C.: Mugan) Mecusi. Ateşperest. Ateşe tapan. Zerdüşt dininde olan.
MUGABBER
Tozlu nesne.
MUGABENE
(Gabn. dan) İki taraf birbirini aldatma.
MUGABESE
Karıştırmak.
MUGADDÎ
(Mugazzi) Gıdalı, besleyici, gıdası çok, faydalı.
MUGADERE
(Mugaderet) Bırakmak, salıvermek.
MUGAFAZA
Ansızdan tutmak.
MUGALAKA
Diğerleri karışmayarak iki kişinin atlarıyla yarışması.
MUGALATA
(Galat. dan) Karşısındakini yanıltmak için söz söylemek. Doğruya benzer yanlış sözler. Safsata. Hatalı ve yanlış söz. Demagoji. * Man: Vehimlerden terekküb eden kıyastır.
MUGALATAT
(Mugalata. C.) Safsatalar. Demagojiler. Mugalâtalar.
MUGALAZA
Düşmanlık, husumet, adâvet.
MUGALEBE
Üstün olmağa, galib gelmeyeğe çalışmak. Birisine galib gelmek.
MUGALGAL
Haber.
MUGALLAT(A)
(Galat. dan) Yanlış telâffuz edilmiş.
MUGALLEB
Defâlarca mağlup olan kişi.
MUGALLÎ
(Galeyân. dan) İyice kaynatılmış. * Ihlamur, papatya gibi çiçeklerin kaynatılmış suyu.
MUGAMERE
(Ga, uzun okunur) Nefsini zorluğa ve şiddete zorlama.
MUGAMESE
Suya daldırışmak, birbirini suya daldırmak.
MUGAMEZE
Birini göz işaretiyle zemmetme.
MUGAMİR
Nefsini tehlikeye koyan kişi.
MUGAMMED
(Gamd. dan) Örtülü, kılıflı. Kınına konmuş.
MUGAMMER
İşten anlamıyan bön kimse.
MUGAN
(Mug. C.) f. Mecusiler, ateşe tapanlar. Zerdüştler.
MUGANE
Ateşe tapan mecusilerin âyini.
MUGANNÎ
Nağmeli ve çeşitli sesle okuyan, ahenkle okuyucu. * Hoş sesle öten.
MUGANNİYE
Şarkıcı kadın.
MUGAR
Düşman üzerine hücum etmek.
MUGARRAK
(Gark. dan) Suya daldırılmış. * Gümüşle süslü.
MUGARRİD
Pek güzel öten kuş. * Yüksek sesle nefse hoş gelen şarkılar söyliyen.
MUGAS
Yaban narının kökü.
MUGASMER
Kaba dokunmuş kötü bez.
MUGASSAS
Kalıba dökülmüş.
MUGAŞŞÎ
(Gaşy. den) Bayıltıcı, bayıltan.
MUGATTÎ
Perdelenmiş, örtülmüş. Üstü örtülü.
MUGAVELE
Bir kimseyi azdırıp yoldan çıkarmak. * Helâk etmek.
MUGAVERE
Yağma, çapul.
MUGAYEBE
Kaybolma. * Bir kimseyi arkasından zemmetme. Gıybet etme.
MUGAYERET
(Gayr. den) Aykırılık. Uymazlık. Başka türlü olma.
MUGAYİR
Aykırı. Uymaz. Zıd. Başka türlü.
MUGAYLAN
Çölde yetişen bir nevi dikenli çalı. Deve dikeni.
MUGAYLANGÂH
f. Dünya.
MUGAYLANZAR
f. Dünya. * Deve dikeni biten yer, dikenlik.
MUGAYYEB
(C.: Mugayyebât) (Gayb. dan) Kayıp. Kaybedilmiş.
MUGAYYEBAT
(Magibât) Zâhir duygularla bilinmeyen, bizce gaip olan, bilinmeyen şeyler.
MUGAYYEBÂT-I HAMSE
Beş bilinmeyen. Bizce gaib olan beş şey:1- Kıyamet vakti, 2- Yağmurun ne zaman yağacağı, 3- Ana rahmindeki çocuğun mahiyeti ve ceninin isti'dadı ve mânevi simasının ne olduğu, 4- Yarın insan hayr ve şer olarak ne kazanacağını, 5- İnsanın nerede öleceğini Allah bildirmedikçe kimse bilemez. Bunlara mefâtih-ül gayb da denir.("Mugayyebât-ı Hamse"ye dair Sure-i Lokman'ın âhirindeki âyetin hakkında mühim sualinize gayet mühim bir cevap isterken, maatteessüf şimdiki hâlet-i ruhiyem ve ahvâl-i maddiyem o cevaba müsaid değildir. Yalnız sualinizin temas ettiği bir iki noktaya gayet mücmel işaret edeceğiz. Şu sualinizin meâli gösteriyor ki, ehl-i ilhad tarafından tenkid suretinde mugayyebât-ı hamseden yağmurun gelmek vaktine ve rahm-i mâderdeki ceninin keyfiyetine itiraz edilmiş. Demişler ki: "Rasathânelerde bir âletle yağmurun vakt-i nüzulü keşfediliyor. Onu da Allah'dan başkası da biliyor. Hem röntgen şuâiyle rahm-i maderdeki ceninin müzekker, müennes olduğu anlaşılıyor. Demek mugayyebat-ı hamseye ıttıla' kabildir"?Elcevap: Yağmurun vakt-i nüzulü bir kaideye merbut olmadığı için, doğrudan doğruya meşiet-i hâssa-i İlâhiyye ile bağlı ve hazine-i rahmetten hususi iradeye tâbi olduğunun, bir sırr-ı hikmeti şudur ki: Kâinatta en mühim hakikat ve en kıymetdar mahiyet, nur, vücud ve hayat ve rahmettir ki, bu dört şey; perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya Kudret-i İlâhiyye ve meşiet-i hassa-i İlâhiyyeye bakar. Sair masnuatta zahiri esbab; kudretin tasarrufuna perde oluyorlar. Ve muttarid kanunlar ve kaideler, bir derece irade ve meşiete hicab oluyor. Fakat vücud, hayat ve nur ve rahmette o perdeler konulmamış. Çünki; perdelerin sırr-ı hikmeti o işte cereyan etmiyor. Madem vücudda en mühim hakikat rahmet ve hayattır; yağmur, hayata menşe ve medâr-ı rahmet, belki ayn-ı rahmettir. Elbette vesait perde olmıyacak. Kaide ve yeknesaklık dahi, meşiet-i hassa-i İlâhiyyeyi setretmiyecek; tâ ki, her vakit herkes herşeyde şükür ve ubudiyete ve sual ve duaya mecbur olsun. Eğer bir kaide dahilinde olsaydı, o kaideye güvenip şükür ve rica kapısı kapanırdı. Güneşin tuluunda ne kadar menfaatler olduğu mâlumdur. Halbuki muttarid bir kaideye tabi olduğundan, Güneşin çıkması için dua edilmiyor ve çıkmasına dair şükür yapılmıyor. Ve ilm-i beşerî, o kaidenin yoluyla yarın Güneşin çıkacağını bildiği için, gaibden sayılmıyor. Fakat yağmurun cüz'iyatı bir kaideye tâbi olmadığı için, her vakit insanlar rica ve dua ile dergâh-ı İlâhiyyeye ilticaya mecbur oluyorlar. Ve ilm-i beşerî, vakt-i nüzulünü tayin edemediği için, sırf hazine-i rahmetten bir nimet-i hassa telâkki edip hakiki şükrediyorlar.İşte bu âyet, bu nokta-i nazardan yağmurun vakt-i nüzulünü, Mugayyebat-ı Hamse'ye idhal ediyor. Rasadhanelerdeki âletle, bir yağmurun mukaddematını hissedip vaktini tayin etmek, gaibi bilmek değil, belki gaibden çıkıp âlem-i şehadete takarrubu vaktinde bazı mukaddematına ıttıla' suretinde bilmektir. Nasıl, en hafi umur-u gaybiye vukua geldikte veyahud vukua yakın olduktan sonra hiss-i kabl-el-vukuun bir nev'iyle bilinir. O, gaybı bilmek değil; belki o, mevcudu veya mukarreb-ül-vücudu bilmektir. Hatta ben kendi âsâbımda bir hassasiyet cihetiyle yirmi dört saat evvel, gelecek yağmuru bazen hissediyorum. Demek yağmurun mukaddematı, mebâdileri var. O mebâdiler, rutubet nev'inden kendini gösteriyor, arkasından yağmurun geldiğini bildiriyor. Bu hal, aynen kaide gibi, ilm-i beşerin gaibden çıkıp daha şehadete girmiyen umura vüsule bir vesile olur. Fakat daha âlem-i şehadete ayak basmayan ve meşiet-i hassa ile rahmet-i hassadan çıkmıyan yağmurun vakt-i nüzulünü bilmek, ilm-i Allâm-ül-Guyub'a mahsustur.Kaldı İkinci Mes'ele: Röntgen şuâiyle rahm-ı mâderdeki çocuğun erkek ve dişisini bilmek ile $ âyetinin meâl-i gaybîsine münafi olamaz. Çünki: Âyet yalnız zükuret ve ünuset keyfiyetine değil, belki o çocuğun acib istidad-ı hususisi ve istikbalde kesbedeceği vaziyetine medar olan mukadderat-ı hayatiyesinin mebâdileri, hatta simasındaki gayet acib olan sikke-i Samediyet muraddır ki, çocuğun o tarzda bilinmesi, ilm-i Allâm-ül-Guyub'a mahsustur. Yüzbin röntgen-misal fikr-i beşerî birleşse, yine o çocuğun umum efrâd-ı beşeriyeye karşı birer alâmet-i fârikası bulunan yalnız hakiki sima-yı vechiyesini keşfedemez. Nerede kaldı ki sima-yı veçhisinden yüz defa daha harika olan istidadındaki sima-yı mâneviyi keşfedebilsin. Başta dedik ki: Vücud ve hayat ve rahmet, bu kâinatta en mühim hakikatlardır ve en mühim makam onlarındır. İşte onun için o câmi hakikat-ı hayatiye, bütün incelikleriyle ve dekaikiyle irade-i hassaya ve rahmet-i hassaya ve meşiet-i hassaya bakmalarının bir sırrı şudur ki; hayat, bütün cihazatiyle ve cihâtiyle şükür ve ubudiyet ve tesbihin menşe' ve medârı olduğundandır ki, irade-i hassaya hicab olan yeknesaklık ve kaidelik ve rahmet-i hassaya perde olan vesâit-i zahiriye konulmamıştır. Cenab-ı Hakkın rahm-ı mâderdeki çocukların sima-yı maddî ve mânevîlerinde iki cilvesi var:Birisi : Vahdetini ve Ehadiyetini ve Samediyetini gösterir ki, o çocuk âzâ-yı esasîde ve cihazat-ı insaniyenin envâında sair insanlarla muvafık ve mutabık olduğu cihetle, Hâlık ve Sâniinin vahdetine şehadet ediyor. O cenin bu lisan ile bağırıyor ki: "Bana bu sima ve âzâyı veren kim ise, bütün esasat-ı âzâda bana benzeyen bütün insanların sânii dahi O'dur. Ve hem bütün zihayatın sânii O'dur."İşte rahm-i mâderdeki ceninin bu lisanı, gaybî değil, kaideye ve ıttırada ve nev'ine tâbi olduğu için mâlumdur, bilinebilir. Âlem-i şehadetten âlem-i gayba girmiş bir daldır ve bir dildir.İkinci Cihet : Sima-yı istidadiye-i hususiyesi ve sima-yı veçhiye-i şahsiyesi lisaniyle Sâniinin ihtiyarını, iradesini ve meşietini ve rahmet-i hassasını ve hiçbir kayd altında olmadığını, bağırıp gösteriyor. Fakat bu lisan, gayb-ül-gaybdan geliyor. İlm-i ezeliden başkası, kabl-el-vücud bunu göremiyor ve ihata edemiyor. Rahm-i mâderde iken bu simanın binde bir cihazatı görünmekle, bilinmiyor!Elhasıl: Ceninin sima-yı istidadîsinde ve sima-yı veçhiyesinde hem delil-i vahdaniyet var, hem ihtiyar ve irade-i İlâhiyyenin hücceti vardır. L.)
MUGAYYEBE
Gizli şey. Görünmeyen ve saklı olan nesne.
MUGAYYER
(Gayr. dan) Değiştirilmiş, başkalaştırılmış. Tağyir edilmiş.
MUGAYYİR
Tağyir eden, değiştiren.
MUGAZANE
Gözün yanlarında olan büklüm.
MUGAZEBE
Karşılıklı olarak birbirini kızdırıp gazaba getirme.
MUGAZELE
(Ga, uzun okunur) Aşıkane şakalaşma, lâtifeleşme.
MUGAZIB
Gadap etmek, kızmak, hiddetlenmek.
MUGBEÇE
(C.: Mugbeçegân) f. Meyhaneci çırağı. * Mecusi çocuğu.
MUG-BEÇEGÂN
(Mugbeçe. C.) f. Mecusi çocukları. * Meyhâne çırakları.
MUGBER
(Gubar. dan) Gücenmiş, darılmış, küskün. * Tozlanmış, tozlu.
MUGBERR-ÜL HÂTIR
Hatırı kalmış, gücenmiş.
MUGBİR
Gücenmiş. İğbirar sahibi. * Toz koparan.
MUGF
Uyuyan.
MUGFEL
(Guful. den) Aldatılmış, iğfâl olunmuş. Kandırılmış.
MUGFİL
Aldatan, iğfal eden.
MUGİDD
Gadap edici, kızgın, hiddetlenici.
MUGÎS
Yardım eden, yardıma koşan. Medet edici. Muin.
MUGİŞŞ
Birisini fenalığa bırakan, aldatan.
MUG-KEDE
f. Meyhane. * Ateşe tapanların ibadethanesi.
MUGLAK
(Galak. den) Kapalı, kilitli. * Anlaşılmaz, çapraşık söz.
MUGLİYY
Kaynamış çiçek, papatya veya ıhlamur suyu.
 
MUGNAT
İhtiyaç.
MUGNÎ
Def'edici, kovan. * Zengin eden, müstağni kılan. * Doyuran gönlünü tok eden.
MUGRAK
(Gark. dan) Batmış veya batırılmış (suya). Gark edilmiş.
MUGRE
Bulanıklık.
MUGREM
Âşık, tutkun.
MUGREMUN
Ağır borca uğratılmış olanlar.
MUGRİB
Anka kuşu.
MUGRÎL
şişmiş maktul.
MUGŞA
(Gaşy. den) Bürünmüş, örtülmüş.
MUGTAB
Gıybet söyleyici, gıybet eden.
MUGTANEM
Ganimet olarak alınmış olan, alınan.
MUGTASIB
Gasb eden, zorla alan.
MUGTEBIT
Gıbta olunmuş, hâli iyi olan kimse.
MUGTEDÎ
(Gıda. dan) Gıda alan, gıdalanan. Beslenen.
MUGTELİM
Hırs ve şehveti çok olan.
MUGTEMİZ
Gammazlıyan.
MUGTENEM
(Ganimet. den) Ganimet olarak alınmış.
MUGTENİM
Ganimet olarak alan. Bedava alan. Ganimet bilen.
MUGTERİB
(Gurub. dan) Batan, gurub eden. * Gurub. * (Gurbet. den) Gurbete giden. Gurbete çıkan.
MUGTERİF
Elini daldırarak avucuyla su alan.
MUGTERİK
Batan, suda boğulan, garkolan.
MUGTESİL
(Gusl. den) Yıkanan, gusleden.
MUGVE
(C: Mugveyât) Canavarı düşürüp yakalamak için kazıp ağzını örttükleri kuyu.
MUGZİB
(Gazab. dan) Gazaba getiren, kızdıran.
MUĞLAKAT
(Muğlak. C.) Kapalı ve anlaşılması zor olan şeyler.
MUĞLAKİYYET
Muğlak olma hali. Anlaşılmazlık.
MUHAB
Kendisinden ürkülüp korkulan.
MUHABA
Korku, perva, havf, çekingenlik.
MUHABBET
Sevgi, sevme. * Sohbet. Ruhun, kendisinden lezzet duyduğu şeye meyletmesi. (Zıddı: Buğzetme ve adavettir.)(Eğer denilse: Al-i Beyt'e muhabbeti, Kur'an emrediyor. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm çok teşvik etmiş. O muhabbet, Şialar için belki bir özür teşkil eder. Çünki ehl-i muhabbet, bir derece ehl-i sekirdir. Ne için Şialar hususan Râfızîler, o muhabbetten istifade etmiyorlar; belki, işâret-i Nebeviye ile o fart-ı muhabbetten mahkûmdurlar.Elcevab: Muhabbet iki kısımdır:Biri : Mâna-yı harfiyle, yâni; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hesabına, Cenab-ı Hak nâmına, Hazret-i Ali ile Hasan ve Hüseyin ve Âl-i Beyt'i sevmektir. Şu muhabbet Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın muhabbetini ziyadeleştirir. Cenab-ı Hakk'ın muhabbetine vesile olur. Şu muhabbet meşrudur, ifratı zarar vermez, tecavüz etmez, başkalarının zemmini ve adavetini iktiza etmez.İkincisi : Mâna-yı ismiyle muhabbettir. Yâni: Bizzat onları sever. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ı düşünmeden Hazret-i Ali'nin kahramanlıklarını ve kemâlini ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin'in yüksek faziletlerini düşünüp sever. Hattâ Allah'ı bilmese de, Peygamber'i tanımasa da yine onları sever. Bu sevmek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın muhabbetine ve Cenab-ı Hakk'ın muhabbetine sebebiyet vermez; hem ifrat olsa, başkaların zemmini ve adavetini iktiza eder.İşte işaret-i Nebeviye ile, Hazret-i Ali hakkında ziyade muhabbetlerinde, Hazret-i Ebu Bekir-is Sıddık ile Hazret-i Ömer'den teberri ettiklerinden hasârete düşmüşler. Ve o menfi muhabbet, sebeb-i hasârettir. M.)
MUHABBETDARANE
Muhabbete yakışır şekilde.
MUHABBETKÂR
Muhabbetli, sevgi gösteren.
MUHABBETNAME
f. Sevgisini bildiren yazılı kâğıt. Aşkını bildiren yazı.
MUHABBETULLAH
Cenab-ı Hakk'a karşı beslenen ihlâslı sevgi.(...Sende, senin nefsine olan şedid muhabbetin O'nun zâtına karşı muhabbet-i zâtiyedir ki, sen su-i istimal edip kendi zâtına sarfediyorsun. Öyle ise, nefsindeki eneyi yırt, hüveyi göster. Ve kâinata dağınık bütün muhabbetlerin, O'nun esmâ ve sıfâtına karşı verilmiş bir muhabbettir. Sen su-i istimal etmişsin, cezasını da çekiyorsun. Çünkü yerinde sarfolunmayan bir muhabbet-i gayr-i meşruanın cezası, merhametsiz bir musibettir. Rahman-ür-Rahim ismiyle hurilerle müzeyyen Cennet gibi senin bütün arzularına câmi' bir meskeni, senin cismani hevesatına ihzar eden ve sair esmâsiyle senin ruhun, kalbin, sırrın, aklın ve sair letâifin arzularını tatmin edecek ebedi ihsanatını, o cennette sana müheyya eden ve her bir isminde mânevi çok hazine-i ihsan ve kerem bulunan bir Mahbub-u Ezelinin, elbette bir zerre muhabbeti, kâinata bedel olabilir. Kâinat O'nun bir cüz'i tecelli-i muhabbetine bedel olamaz. S.)(Velâyet yollarının ve tarikat şubelerinin en mühim esası ihlâsdır. Çünkü, ihlâs ile hafi şirklerden halâs olur. İhlâsı kazanmıyan, o yollarda gezemez ve o yolların en keskin kuvveti, muhabbettir. Evet muhabbet; mahbubunda bahaneler aramaz ve kusurlarını görmek istemez. Ve kemâline delâlet eden zayıf emâreleri, kavi hüccetler hükmünde görür. Dâima mahbubuna tarafdardır.İşte bu sırra binaendir ki, muhabbet ayağı ile marifetullaha teveccüh eden zâtlar şübehata ve itirâzata kulak vermezler, ucuz kurtulurlar. Binler şeytan toplansa, onların mahbub-u hakikisinin kemâline işaret eden bir emareyi, onların nazarında ibtal edemez. Eğer muhabbet olmazsa, o vakit kendi nefsi ve şeytanı ve harici şeytanların ettikleri itirazât içinde çok çırpınacak. Kahramancasına bir metanet ve kuvvet-i imân ve dikkat-ı nazar lâzımdır ki, kendisini kurtarsın.İşte bu sırra binaendir ki, umum meratib-i velâyette, mârifetullahtan gelen muhabbet, en mühim mâye ve iksirdir. Fakat muhabbetin bir vartası var ki, ubudiyyetin sırrı olan niyazdan, mahviyetten, naza ve dâvaya atlar, mizansız hareket eder. Mâsiva-yı İlâhiyeye teveccühü hengâmında, mâna-yı harfîden mâna-yı ismîye geçmesi ile, tiryak iken zehir olur. Yâni gayrullahı sevdiği vakit Cenab-ı Hak hesabına ve onun nâmına, onun bir âyine-i esmâsı olmak ciheti ile rabt-ı kalb etmek lâzım iken; bazan o zâtı o zât hesabına kendi kemâlât-ı şahsiyesi ve cemâl-i zâtîsi nâmına düşünüp, mâna-yı ismîyle sever. Allah'ı ve Peygamber'i düşünmeden yine onları sevebilir. Bu muhabbet, muhabbetullaha vesile değil, perde oluyor. Mâna-yı harfî ile olsa, muhabbetullaha vesile olur, belki cilvesidir denilebilir. M.)( $ âyetinde i'cazlı bir îcaz vardır. Çünki çok cümleler, bu üç cümlenin içinde dercedilmiştir. Şöyleki: Şu âyet diyor ki: "Allah'a (Celle Celâluhu) imanınız varsa elbette Allah'ı seveceksiniz. Mâdem Allah'ı seversiniz, Allah'ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise, Allah'ın sevdiği zâta benzemelisiniz. Ona benzemek ise, ona ittiba etmektir. Ne vakit ona ittiba etseniz. Allah da sizi sevecek. Zâten siz Allah'ı seversiniz, tâ ki, Allah da sizi sevsin". L.)
MUHABERAT
Muhabereler. Haberleşmeler. Haberleşme yapan dâireler.
MUHABERE
Haberleşme. Karşılıklı birbirine haber verme.
MUHABERE MEMURU
Telgrafçı.
MUHABİR
Haber veren, haberci. * Gazeteye havadis gönderen kimse.
MUHACAT
Bilmece hususunda birbiriyle zekâ yarışına çıkma.
MUHACAT
(Hecv. den) Birbirini hicvetme. Karşılıklı olarak birbirlerini yerme.
MUHACCE
(Hüccet. den) İddiâ edip münakaşa ederek deliller ve hüccetler gösterme. İsbatlar gösterme.
MUHACCEB
Perdelenmiş, tecrid edilmiş. Perde ile ayrılmış.
MUHACCEL
Ayağı sekili, beyazlı at. * Gerdeğe konulmuş.
MUHACCİL
(Haclet. den) Utandıran, tahcil eden.
MUHACEMAT
Hücumlar, üşüşmeler. Her taraftan ve birden hücum etmeler.
MUHACEME
Hücum etme, saldırma.
MUHACERAT
Göç etmeler, hicretler. Muhacirlik.
MUHACERE
Birbirini men'etmek, birbirine engel olmak.
MUHACERET
(Hicret. den) Hicret etme, göç etme, göçme.
MUHACET
(Hecv. den) Karşılıklı olarak birbirini hicvetme, yerme.
MUHACEZE
Fısıldamak.
MUHACİM
Hücum eden, saldıran.
MUHACİMÎN
(Muhâcim. C.) Hücum edip saldıranlar, üşüşenler.
MUHACİR
Göç eden, bir memleketten kalkıp, başka bir yere yerleşen. * Mc: Allah'ın yasak ettiğinden uzaklaşan.
MUHACİRÎN
Göç edenler, hicret edenler. İslâmiyetin ilk zuhurunda İslâm olanlardan Mekke'den Medine'ye hicret eden sahâbeler. (Bak: Ensar)
MUHADAA(T)
(Had'. dan) Aldatma, hile yapma, oyun etme.
MUHADAT
Hediyeleşmek. Karşılıklı olarak hediyeler vermek.
MUHADDA'
Aldana aldana bilgi ve tecrübe sâhibi olan.
MUHADDAB
Boyanmış.
MUHADDAR
Yeşil renkle boyanmış. Rengi yeşil yapılmış.
MUHADDE
Muhâlefet, uyuşmazlık.
MUHADDE
(Hadde. den) Bilenmiş. * Sınırlanmış, belirlenmiş, hudutlandırılmış.
MUHADDEB
Kamburlu, tümsekli, üstü yumru olan. Dürbin camı gibi yumru olan.
MUHADDED
Eti buruşmuş olan.
MUHADDED
Sınırı belirtilmiş olan. Sınırlanmış, tahdid edilmiş.
MUHADDER
(Muhaddere) Kapalı, örtülü. * Nâmuslu müslüman kadını.
MUHADDES
Haber verilmiş. Tahdis olunmuş, şükranla bildirlimiş. Sadık-ül hads olan kimse. * Her zan, tahmine feraseti isabetli olan. * Nakil ve rivayet edilmiş olan.
MUHADDİD
Keskinleştirici, bileyici. * Sınırlıyan, sınırını tâyin eden. Tahdid eden. Hududlandıran.
MUHADDİR
Şişiren, kabartan.
MUHADDİR(E)
Uyuşturucu ilâç.
MUHADDİRAT
(Muhaddire. C.) Uyuşturucu ilâçlar.
MUHADDİS
Hadis ilminin bir çok usul ve füruunu bilen zât. Peygamber Efendimizin (A.S.M.) hâl ve sözlerini bize nakleden ve hadis ilminin mütehassısı.
MUHADDİSÎN
Hadis ilmiyle uğraşan eskiden gelmiş büyük ve kâmil zâtlar. Peygamberimizin (A.S.M.) sözünü işiterek bildirenler. (Bak: Hâfız)
MUHADDİSÎN-İ MUHADDESÛN
Allah tarafından kendilerine ilham olunan muhaddisler.
MUHADDİŞ
Kulağı tırmalıyan. Tahdiş eden.
MUHADEA
Aldatmak, hilecilik, oyun etmek.
MUHADEME
Hizmet etmek.
MUHADENET
Barışma. * Veda etme.
MUHADENET
Yakın ahbablık, samimiyet. Dostluk.
MUHADERE
Sür'at etmek.
MUHADESE
(Hadis. den) Konuşma. Birbirine hikâye söyleme.
MUHADEŞE
Tırmalama. Sıkıntı ve zahmet verme.
MUHADİ'
(Had'. dan) Aldatan, kandıran. Hile eden, oyun yapan.
MUHADİANE
f. Aldatarak, hile yaparak.
MUHADİŞ
Zahmet, ıztırab ve sıkıntı verici. Tırmalayıcı.
MUHAFAZA
Zarar ve ziyandan sakınıp korumak. * Himâye ve hıfzetmek. Gözetlemek. * Bir şeye devamlı olmak.
MUHAFAZAKÂR
f. Koruyucu. * Dinî amel ve işlere muhabbet eden. Dinî inanışında sağlam olan ve değiştirmeden muhafaza eden yüksek ve sâdık insan.
MUHAFAZAT
Muhafızlık, koruyuculuk.
MUHAFETE
Söyleme, yavaş okuma.
MUHAFFEF
Hafiflendirilmiş, hafif edilmiş olan.
MUHAFFİF
(Hıffet. den) Hafifleten, hafifletici.
MUHAFIZ
Muhafaza eden. Değiştirmeyen. Saklayan. Koruyan. Bekçi.
MUHAFIZÎN
(Muhafız. C.) Muhafızlar, bekçiler. Bir yeri koruyup bekleyen kimseler.
MUHAHA
Kemikten çıkan nesne.
MUHAK
(Mahâk - Mihâk) Her arabi ayın son üç gecesi.
MUHAKAT
Müşabehet eylemek. Bir kimseyi taklid etmek. * Birbirine hikâye söylemek.
MUHAKAT
Bir kimseyi ahmak yerine koyma.
MUHAKEMAT
(Muhakeme. C.) Muhakemeler.
MUHAKEME
(C.: Muhakemât) (Hüküm. den) Dava için iki tarafın mahkemeye baş vurması. * İki tarafın mahkemeye baş vurması. * İki tarafı dinleyip hüküm vermek. * Düşünmek. * Zihinde inceleme yapmak. * Karar vermek için iyice düşünmek.
MUHAKEME-İ GIYABİYE
Dâvâcılardan biri veya her ikisi de bulunmadıkları hâlde mahkemece verilen karar.
MUHAKÎ
Benzeyen, benzer olan.
MUHAKKA
Çekişme. * Hak iddia etme.
MUHAKKAK(A)
(Hakk. dan) Hakikatı ve gerçeği belli olmuş. Tahkik edilmiş. Doğru. * Mutlaka ne olursa olsun.
MUHAKKAR
Hakir görülen. Hakarete uğramış.
MUHAKKİK
Hakikatı araştırıp bulan. İç yüzüne inceliyerek vakıf olan. * Hakikat âlimi. Hakikatlara hakkı ile vakıf ve ehl-i tahkik olan büyük İslâm âlimi.
MUHAKKİKANE
f. Gerçeği ve hakikatı araştıran bir kimseye yakışır surette. Muhakkik olan bir insana yakışacak şekilde.
MUHAKKİKÎN
Hakikatı bulup meydana çıkaranlar. * İç yüzünü araştırıp bulan büyük İslâm âlimleri ve velileri. Hakikat araştıran, hak âlimleri.
MUHAKKİR
Hakir gören, zelil ve hor gören.
MUHAKKİRÂNE
f. Tahkir edercesine. Hakarette bulunurcasına.
MUHAL
İmkânsız, vukuu mümkün olmayan. Bâtıl, boş söz. * Hurâfe olan nazariye.
MUHALAA
(Muhâlaat) Birbirlerinden resmen ayrılma (karı-koca.)
MUHALAT
(Muhal. C.) Mümkün olmayanlar. Muhaller. Muhal ve bâtıl olan şeyler.
MUHALATA
(Halt. dan) Karışma, güzel uyuşma, anlaşma.
MUHALATÂT
Güzel anlaşmalar, karışmalar, uyuşmalar.
MUHALE
Dostluk, sadâkat.
MUHALEBE
Beraberce süt sağmak.
MUHALEFET
Kabulsüzlük. Karşı durma. Uyuşmazlık. Zıt gitmek. Zıddiyet. Muvafık olmamak.
MUHALEFET-ÜN Lİ-L HAVADİS
Cenab-ı Hakk'ın ne zâtında ne sıfâtında (mevcud olsun, mevhum olsun, muhayyel olsun), hiç bir şeye hiç bir cihette benzememesi.
MUHALESE
Bir şeyi alıp kaçmak.
MUHALESET
(Hulus. dan) Birbirlerine iyi muamele etme. Birbirleriyle dostça geçinme.
MUHALHİL
Havayı hafifleten.
MUHAL-İ ÂDİ
Herkesin anlayabileceği imkânsızlık ve muhal. Az düşünenlerin de bilebileceği, mümkün olmayan iş.
MUHALİB
Süt sağan. * Devrin hayır ve şerli işlerini tecrübe eden.
MUHALİF
Yardımcı.
MUHALİF
Uymayan. Birbirine benzemiyen. Birbirine zıt olan. * Başka şekilde düşünen. * Karşı duran.
MUHALİFÎN
Muhalif olanlar. Muhalifler.
 
MUHALLA
Süslenmiş. Süs yapılmış.
MUHALLA
Tahliye olunmuş. Boşaltılmış. * Serbest bırakılmış.
MUHALLAK
Tıraş olmuş. * Hacıların Mina'da tıraş oldukları yer.
MUHALLASA
Mevruz otu denilen bir nevi ot.
MUHALLEB
Nakışı ve güzelliği çok olan elbise. * Cam. * Aldanmış.
MUHALLED
(Huld. dan) Ebedî. Dâimî. Bâki. Sürekli olarak kalan.
MUHALLEDAT
(Muhalled. C.) Dâimî olarak kalacak şeyler. * şâheserler.
MUHALLEDÎN
(Muhalled. C.) Sürekli ve dâimî olarak kalan şeyler.
MUHALLEDÛN
Bâki ve dâimî olanlar. * Dâimî surette Cennet'te kalacak olanlar.
MUHALLEF
Bir ölünün bıraktığı mal. * Geride kalan.
MUHALLEFAT
(Muhallefe. C.) Ölen bir kimsenin bıraktığı şeyler. Metrukât.
MUHALLEFE
Ölen bir adamın dul kalan karısı.
MUHALLES
Kurtarılmış. Tahlis olunmuş.
MUHALLIK
Tıraş eden. * Tıraş olan.
MUHALLÎ
Boşaltan. Tahliye eden.
MUHALLÎ
Süslendiren, yaldızlayan.
MUHALLİD
(Huld. den) Ebedîleştiren. Devamlı, sürekli ve ebedî kılan.
MUHALLİL
(Hall. den) Eriten. Analiz yapan, tahlil eden. * Fık: Üç talakla boşanan ve iddetini bitiren bir kadınla evlenen erkek. (Karıyı boşayan birinci kocaya: Muhallelün leh denir.) * Tıb: Şişlere, iltihablara yarıyan ilaç.
MUHALLİM
Halim selim eden. Yavaş kılan. (Öfkeli birisini) yumuşatan.
MUHALLİS
(Halâs. dan) Kurtaran, halâs kılan, tahlis eden.
MUHALLİT
(Halt. dan) Karıştıran, tahlit eden.
MUHALÜN ALEYH
Fık: Havaleyi ödeyecek kimse. Üzerine havale yapılan şahıs.
MUHALÜN BİH
Fık: Birine havale olunan mal.
MUHALÜN LEH
Lehine gönderilen Alacaklı olan kişi.
MUHAMAT
Korumak. * Avukatlık etmek. * Birinden birşeyi def etmek.
MUHAMERE
Karışmak. * Gizlemek.
MUHAMESE
Fısıldaşma.
MUHAMÎ
Avukat. * Himaye eden.
MUHAMMAT
Kızdırılmış nesne.
MUHAMMED
Pek çok tekrar tekrar övülmüş, medhedilmiş meâlinde bir isim olup ilk olarak Peygamberimize (A.S.M.) verilmiştir. (Allahımızın bütün insanlara son peygamberi olan Hz. Muhammed (A.S.M) Efendimiz, Arabistan'da Mekke-i Mükerreme şehrinde milâdi 571 tarihinde dünyaya teşrif etmişlerdir.Fahr-i Âlem Efendimiz, Kureyş kabilesinden ve Haşim âilesindendir. Muhterem pederinin adı Abdullah, dedesinin adı Abdülmuttalib, vâlidesinin adı ise Amine'dir.Peygamberimizin (A.S.M.) baba cihetinden mübarek nesebleri şöyledir. Hz. Muhammed İbn-i Abdullah, ibn-i Abdulmuttalib, Haşim, Abdi Menaf, Kusey, Hakim, Mürre, Keab, Lüey, Galib, Fihr, Mâlik, Nazr, Kinane, Huzeyme, Müdrike, İlyas, Mudar, Mirar, Mead, Adnan. Adnan da İsmâil Aleyhisselâm'ın oğlu Kıyzar'ın neslindendir. Adlarını yazdığımız bu zatlardan her birinin evlâdı birçok kabilelere ayrılmış, Mâlik'in oğlu Fihr'in evlâdından da Kureyş kabilesi teşekkül etmiştir.Resul-i Ekrem Efendimizin (A.S.M.) vâlidesi cihetinde yüksek nesebleri de şöyledir: Hz. Muhammed ibn-i Amine Bint-i Vehb, ibn-i Abdi Menaf, ibn-i Zühre, ibn-i Hâkim.Peygamber Efendimizin (A.S.M.) babası tarafından mübârek nesebiyle anası tarafından nesebi, Mürre oğlu Hâkim'de birleşirler.Peygamber Efendimizin dedesi ve zamanında Kureyş kabilesinin reisi bulunan Abdülmuttalib, Kâbe-i Muazzama'nın mütevellisiydi. Ebu Tâlib, Ebu Leheb, Hâris, Zübeyr, Hamza, Abbas, Abdullah v.s. adında onüç oğlu vardı. Fakat bunların içinde en fazla Abdullah'ı severdi. Çünki onda başka bir güzellik, başka bir nuraniyet vardı. Abdülmuttalib, bu sevgili oğluna Benî Zühre reisi Vehb'in kızı Amine'yi nikâhla aldı. Abdullah Hazretleri, Peygamber Efendimiz doğmadan iki ay evvel bir ticaret kafilesiyle Medine-i Münevvere'ye gidip orada vefat etti ki, daha yirmibeş yaşında bulunuyordu. Bu cihetle Fahr-i Âlem Efendimiz (A.S.M.) yetim kaldı.Peygamber Efendimizin çocukluk devresi pek kudsi bir halde geçmiştir. Daha doğar doğmaz bir takım hârikalar meydana gelmiştir. (Bak: Delâil-i Nübüvvet) Süt anası, Beni Sa'd kabilesinden Haris'in refikası Halime idi. Dört sene onun yanında kaldı. Annesi Hz. Amine ile birlikte Medine-i Münevvere'ye dayı-zâdeleri bulunan Neccar oğullarını ziyarete gittiler. Sonra Mekke-i Mükerreme'ye dönerlerken Hz. Amine, Ebva denilen yerde daha yirmi yaşında olduğu halde vefat etti. Altı yaşında öksüz kalan Peygamberimizi, Ümmieymen adındaki dadısı alıp, Mekke-i Mükerreme'ye getirip dedesi Hz. Abdülmuttalib'e teslim etti. İki sene sonra da dedesi vefat edince amcası Ebu Tâlib'in yanında kaldı.Peygamber Efendimiz gençliğinde Kureyş kabilesi arasında büyük bir şeref ve şânı haiz bulunuyordu. Kendisine "Muhammed-ül Emin" deniliyordu. Yirmibeş yaşında iken, pek yüksek bir ruha sahib, pek şerefli bir hânedana mensub olan ve daha genç iken dul kalmış olup çok zengin olan Huveylid kızı Hatice ile evlendi. Peygamber Efendimiz, tam kırk yaşlarına girince Peygamberlik şerefine nâil oldu. Kendisine peygamberlik verilince ilk evvel çevresinde bulunan kişileri hususi surette İslâm dinine dâvet etmişti. Bu dâveti ilk önce Hz. Hatice vâlidemiz kabul etti. Sonra Kureyşin büyüklerinden olan Hz. Ebubekir-is sıddık ile Peygamberimizin âzatlısı olan Zeyd ibn-i Harise ve peygamberimizin amcası Ebu Tâlib'in oğlu olup, henüz dokuz-on yaşlarında olan Hz. Ali kabul ettiler. Bir müddet sonra da Hz. Ebubekir'in vasıtasıyla Osman bin Affan, Abdurrahman ibn-i Avf, Sa'd ibn-i Ebu Vakkas, Zübeyr ibn-ül Avvam, Talha-t-übnü Ubeydullah Hazretleri İslâmiyetle müşerref oldular.Bi'setin ondördüncü senesinde Mekke'deki müslümanlar, Medine-i Münevvere'ye hicret ettiler. Peşinden de Peygamberimiz Hz. Ebubekir ile birlikte hicret etti. (Bak: Hicret)Peygamberimiz (A.S.M.) hicretin onbirinci senesinin Rebiülevvel ayının onikisinde pazartesi günü Medine-i Münevvere'de hücre-i saadetinde vefat etti.) (B.İ.İ.)(Şu kâinatın Sâhib ve Mutasarrıfı, elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor. Ve her tarafı görerek tedvir ediyor. Ve her şeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve her şeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faydaları irade ederek tedvir ediyor. Mâdem yapan bilir; elbette bilen konuşur. Mâdem konuşacak, elbette zişuur ve zifikir ve konuşmasını bilenlere konuşacak. Mâdem zifikirle konuşacak; elbette zişuurun içinde en cem'iyetli ve şuuru külli olan insan nev'i ile konuşacaktır. Mâdem insan nev'i ile konuşacak, elbette insanlar içinde kabil-i hitab ve mükemmel insan olanlarla konuşacak. Mâdem en mükemmel ve istidâdı en yüksek ve ahlâkı ulvi ve nev'-i beşere muktedâ olacak olanlarla konuşacaktır. Elbette, dost ve düşmanın ittifakı ile, en yüksek isti'datta ve en âli ahlâkta ve nev-i beşerin humsu ona iktida etmiş ve nısf-ı arz onun hükm-ü mânevîsi altına girmiş ve istikbal onun getirdiği nurun ziyası ile bin üçyüz sene ışıklanmış; ve beşerin nuranî kısmı ve ehl-i imanı mütemadiyen günde beş defa onunla tecdid-i biat edip, ona dua-i rahmet ve saadet edip, ona medh ve muhabbet etmiş olan Muhammed (A.S.M.) ile konuşacak.. ve konuşmuş ve Resul yapacak ve yapmış; ve sair nev-i beşere rehber yapacak ve yapmıştır. M.) (Bak: Fahr-i Kâinat ve Resulullah ve Mefhar-ı mevcudat)(Zât-ı Zülcelâl (C.C.) demiş: $ Bütün ümmet, hattâ düşmanları da dahil olduğu halde icma etmişler ki, bütün ahlâk-ı haseneye câmi'dir.Nübüvvetten evvel ondaki ahlâk-ı hamidenin kemâline tercüman olan Muhammed'ül Emin ünvaniyle iştihar etmişler.Hazret-i Aişe (R.A.) her vakit derdi: $ Demek Kur'an tazammun ettiği bütün ahlâk-ı haseneye câmi idi. İşte o Zât-ı Kerimde icma-ı ümmetle tevatür-ü mânevî-i kat'îyle sabittir ki; insanların sîreten, sureten en cemili ve en halimi ve en sâbiri ve en şâkiri ve en zâhidi ve en mütevazii ve en afifi ve en cevâdı ve en kerimi ve en rahimi ve en âdili, herkesten ziyade mürüvvet, vakar, afv, sıhhat-ı fehim, şefkat gibi ne kadar secâya-yı âliyye varsa en mükemmel bir fihriste-i nuranîsidir. Bunların içindeki nokta-i i'caz şudur ki: Ahlâk-ı hasene çendan birbirine mübayin değil, fakat derece-i kemâlde birbirine müzaheme eder. Biri galebe çalsa öteki zayıflaşır. Meselâ: Kemâl-i hilm ile kemâl-i şecaat, hem kemal-i tevazu ile kemal-i şehamet, hem kemal-i merhamet ve mürüvvet, hem tam iktisat ve itidal ile tamam-ı kerem ve sehavet, hem gayet vakar ile nihayet haya, hem gâyet şefkat ile nihayet Elbuğzu fillah, hem gayet afv ile nihayet izzet-i nefs, hem gayet tevekkül ile nihayet içtihad gibi mecâmi-i ahlâk-ı mütezahime birden derece-i âliyyede bir zâtta içtimâı müzayakasız inkişafları mu'cizelerin mu'cizesidir. Bediüzzaman)
MUHAMMED SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 47. Suresi olup Kıtal Suresi de denir. Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur.
MUHAMMEDÎ
Hz. Muhammed'e (A.S.M.) mensub olan. Müslüman. (Ecnebi dillerinde geçen bu mânadaki tabirlere göre Muhammedî, Muhammedîlik: Müslüman ve Müslümanlık mânasına gelmektedir.)
MUHAMMEDİYYUN
Müslümanlar. Hz. Muhammed'in (A.S.M.) ümmetinden olanlar.
MUHAMMEN
(Hamn. den) Tahmin edilen. Ortalama olarak bir değer kabul edilen. Sanılan.
MUHAMMER
(Himâr. dan) Kendine eşek denilmiş. Eşeğe benzetilmiş. Tahmir olunmuş.
MUHAMMER
(Hamr. dan) Mayalanmmış, ekşiyip kabarmış. * Yoğurulmuş.
MUHAMMERE
Başı beyaz, cesedi siyah olan koyun. * Örtülmüş nesne.
 
MUHAMMES
Beşli. Beş katlı. Tahmis edilmiş. * Edb: Her bendi beş mısrâlı olan manzume. * Birbiri ardından gelen ve kapalı olarak uç uca eklenmiş beş kenarın meydana getirebileceği çeşitli şekillerden her biri. Beşgen.
MUHAMMES
Ateş üzerinde kızdırılıp kurutulmuş. (Kavrulmuş kahve gibi)
MUHAMMES-İ MUNTAZAM
Geo: Düzgün beşgen.
MUHAMMEZ
(Hamz. dan) Oksitlenmiş, paslanmış.
MUHAMMIS
Mısır, kahve gibi şeyleri kavuran veya kavurarak satan kimse. * Tava.
MUHAMMİN
Tahmin eden, sanan, karar veren, değer biçen kimse. Eksper.
MUHAMMİR
Kızdırıcı ilâç.
MUHAMMİR
(Hamr. dan) Tahmir eden. Mayalayan. Ekşitip kabartan. Yoğuran.
MUHAN
Kendine ihanet olunmuş. * Alçak kimse.
MUHANNA
Çarpık, bükük, eğri. * Kınalanmış.
MUHANNES
Kadınlaşmış erkek. Alçak tabiatlı. * Korkak. Nâmerd. Kalleş.
MUHANNET
Mumyalanmış, tahnit edilmiş.
MUHANNİT
Mumyalayan, tahnit eden.
MUHAREBAT
(Muhârebe. C.) (Harb. den) Harpler, muhârebeler. Harbetmeler, savaşmalar.
MUHAREBE
(C.: Muharebât) Harbetmek. Karşılıklı cenk. Cidal.
MUHARECE
Parmaklarıyla hesap edip taksim etmek.
MUHAREDE
Men'etmek, engel olmak.
MUHAREF
Fakir.
MUHARESE(T)
(Hirâset. den) Muhâfaza, koruma.
MUHAREŞE
Kışkırtma, halkı birbirine düşürme.
MUHAREZE
Saklamak.
MUHARİB
Harbeden. Cenkci. Cengâver. * Cesur. Atılgan. Kahraman. * İyi harbeden. Harb usullerini iyi bilen.
MUHARİBEYN
İki savaşçı, iki cengâver, iki muhârib.
MUHARRAK
(Harik. den) Yakışmış, yanmış. Tahrik olunmuş.
MUHARRECE
Boynunda tasması olan köpek.
MUHARREF
(Harf. den) Tahrif edilmiş. Değiştirilmiş. kalem karıştırılmış. Bozuk. İfsâd ederek tahrib edilmiş.
MUHARREFAT
(Muharref. C.) Tahrif edilmiş ve değiştirilmiş şeyler.
MUHARREM
Arabi ayların başı, birincisi. * Haram edilmiş olan. * Bu muharrem ayında Müslümanlıktan evvel Arablar arasında muharebe yasaktı. Bundan dolayı bu isim verilmiştir. * Haram kılınmış, tahrim olunmuş. (Bak: Eşhür-ü hurum)
MUHARREMÂT
Haramlar. Haram edilen şeyler. Dinimizce helâl olmayan şeyler.
MUHARRER
Tahrir olunmuş. * Yazılmış. Yazılı.(Muharrer : İyice azadlanmış, tam hürriyetine kavuşturulmuş demektir ki; ibadette muhlis veya mâbed hâdimi yahut da dünyadan azade mânalarıyla da tefsir edilmiştir. E.T.)
MUHARRERÂT
Yazılı şeyler. Yazılmış kâğıtlar. Mektuplar.
MUHARRERÂT-I RESMİYE
Resmi mektublar veya yazılar.
MUHARRİB
Tahrib eden. Harâb eden. Yıkan. Bozan. Perişan eden.
MUHARRİBÎN
(Muharrib. C.) Yıkıp yok edenler. Harab edenler.
MUHARRİC
(Bak: Tahric)
MUHARRİF
Tahrif eden. Bozan. Silen. Hilecilik yapan.
MUHARRİK
Harekete getiren. Hareket veren. Tahrik eden. Teşvik eden. Ayaklandıran.
MUHARRİK
(Hark. dan) Tahrik eden, çok yakan. * Çok susatan, çok harâret veren. * Yakıp yıkan.
MUHARRİKE
Hareket veren duygu.
MUHARRİR
Yazan. Tahrir eden. Kâtib. Kitab te'lif eden. Gazetede yazı yazan.
MUHARRİRÎN
(Muharrir. C.) Muharirler, yazarlar. Eser sâhipleri, müellifler.
MUHARRİS
Hırslandıran. Tamah ve hırsı artıran.
MUHARRİSÂNE
f. Hırslandırırcasına.
MUHARRİŞ
Tırmalayan, azdıran, tahriş eden.
MUHARRİT
İshâl verici bir ilâç.
MUHARRİZ
Kışkırtan. Teşvik ve tahriz eden.
MUHASAMA
(Muhasamet) (C.: Muhâsamât) Muhalefet. İki taraf arasındaki düşmanlık. Birbiri ile çekişmek. Birbirine husumet etmek.
MUHASAMAT
(Muhasama. C.) Düşmanlık. İki taraf arasındaki husumet.
MUHASAMET
(Bak: Muhasama)
MUHASARA
Bir kişinin, diğer kimsenin elini tutup yürümesi veya ellerini birbirinin kuşağına sokup yürümeleri.
MUHASARA
Etraftan çevirmek. Kuşatmak. Düşmanı etraftan sarmak. Abluka etmek.
MUHASEBAT
(Muhasebe. C.) Hesap işleri, hesap görme işleri. Hesap dâireleri.
MUHASEBE
Hesablaşmak. Hesab görmek. Hesab işi ile uğraşmak. Hesab işini gören resmi makam.
MUHASEDE
(Hased. den) Birbirini çekememe, hased etme, kıskanma.
MUHASIM
Düşmanlık eden. Düşman olan taraflardan biri. Hasım olan. Birbirini dâva edenlerden her biri. Karşı tarafı tutan.
MUHASIMEYN
Bir dâvâ veya çekişmede birbirine karşı olan iki kimse.
MUHASIMÎN
(Muhasım. C.) Düşmanlar, muhasımlar.
MUHASIR
(C.: Muhasırîn- Muhasırûn) (Hasr. dan) Etrafının kuşatıp saran. Muhasara eden.
MUHASIRÎN
(Muhâsır. C.) Muhasara edenler, etrafını kuşatanlar.
MUHASIRÛN
(Muhasırîn) Düşmanı etraftan kuşatanlar. Muhasara edenler.
MUHASİB
Hesab eden. Hesap işi ile uğraşan. Muhasib.
MUHASSAL
Netice. Husule gelen. Tahsil olunan. Hâsıl olmuş bulunan. Toplanılmış, cem'olunmuş. Hülâsa. Sözün kısası.
MUHASSALA
(Husul. den) Elde edilen netice, hâsıl olan sonuç. * Fiz: Bileşke.
MUHASSAL-İ KELÂM
Sözün kısası.
MUHASSAN
(Hısn. dan) Kuvvetlendirilmiş, istihkâmlandırılmış.
MUHASSAS
Birine âid kılınmış. Tahsis edilmiş. Has kılınmış. Ayrılmış. Tâyin edilmiş.
MUHASSASAT
(Muhassas. C.) Devlet bütçesinden, devlet dâireleri için ayrılan para. * Bir kimseye verilmiş olan maaş veya tayın.
MUHASSENAT
(Muhassene. C.) Üstünlük sebepleri. * Güzel, hayırlı ve faydalı işler.
MUHASSER
Hasret kalmış, tahsir olunmuş.
MUHASSIL
Husule getiren. Hâsıl eden. Meydana getiren.
MUHASSIN
Kale gibi mahfuz ve sağlam kalan ve kendini haramdan koruyan. (Bak: Muhsın)
MUHASSIR
Hasrette bırakan. * Mina ile Arafat arasında Muhassir vadisi. Ebrehe'yi mağlub eden Ebabil kuşlarının taş yağdırdıkları mevki.
MUHASSİL
Sütü çok emdiğinden hasta olan çocuk.
MUHASSİN
(Hasen. den) Güzelleştiren, güzellik veren.
MUHASSİR
(C.: Muhassirîn) (Hasar. dan) Zarara uğratan. Hasar ve ziyan verdiren.
MUHASSİRÎN
(Muhassir. C.) Zarar ve ziyan verdirenler. Hasara uğratanlar.
MUHASSİS
Tahsis eden. Has kılan. Hususileştiren.
MUHAŞ
Yanmış nesne.
MUHAŞŞA
Hâşiye yazılmış. Tahşiye olunmuş.
MUHAŞŞEM
Sarhoş, mest.
MUHAŞŞİ
Hâşiye yazan. Hâşiyeliyen.
MUHAŞŞİ'
Kibirli bir kimsenin kibir ve gururunu kıran.
MUHAŞŞÎ
(Haşyet. den) Korkutan, ürküten.
MUHAŞŞİD
Tahşideden. Bir yere toplayan.
MUHAŞŞİM
Keskinliği dolayısıyla sarhoş edici şey.
MUHAŞŞİN
Öfkelendiren, kızdıran. Gücendiren.
MUHAT
Burundan akan sümük. * Sümük gibi ve yapışkan cisim.
MUHAT
İhâta olunmuş. Etrafı çevrilmiş. Etrafı kuşatılan. Bir şey içinde bulunan.
MUHATAB
Söyleyeni dinleyen. Kendisine hitab edilen. * Gr: İkinci şahıs.
MUHATAB İTTİHAZ ETMEK
Karşısındakilerini dinleyen. * Dinleyici kabul edip, sözünü dinliyor bilmek. * Konuşmaya lâyık görmek.
MUHATABA
Birbirine söz söyleme, hitabetme. * Mc: Çekişme.
MUHATABAT
(Muhâtaba. C.) Konuşmalar.
MUHATARA
Tehlike. Korkulacak hâle tutulmak. * Zarar. Ziyan. Korku. * Tehlike ve zarar ihtimali olan.
MUHATARA-İ İZMİHLÂL
Dağılma tehlikesi.
MUHATARAT
(Muhatara. C.) Zararlar, ziyanlar, hasarlar. * Korkular. Tehlikeler.
MUHATIB
(Hutbe. den) Birine söz söyliyen. Hitâbeden.
MUHATTAT
(Hatt. dan) Çizilmiş, resmi yapılmış.
MUHATTATA
İstasyon.
MUHATTIT
(Hatt. dan) Çizen, resmini yapan.
MUHAVELE
İsteme, taleb etme. Bir şeyi yapmaya girişme.
MUHAVERAT
(Muhavere. C.) Konuşmalar. Muhâvereler. Karşılıklı görüşüp konuşmalar.
MUHAVERE
(C.: Muhaverat) Konuşma. Görüşerek konuşma.
MUHAVEZE
Muhalefet, uyuşmazlık.
MUHAVVEF
Korkulu. Korkutulmuş.
MUHAVVEL
Hâvâle edilmiş. Ismarlanmış. Tebdil ve tağyir edilmiş. Değiştirilmiş. Bırakılmış.
MUHAVVEN
Hâinleşen. Tahvin edilen.
MUHAVVET
Etrafına sur ve duvar çekilmiş yer.
MUHAVVIT
Duvar çeken, tahvit eden.
MUHAVVİC
Muhtaç edici.
MUHAVVİF
Korkutan. Korkutucu.
MUHAVVİFÂNE
f. Dehşetlice. Korkutucu bir vaziyette. Korkutmak suretiyle.
MUHAVVİL
Başka hâle koyan. Değiştiren. Tahvil eden.
MUHAVVİLE
(Havl. den) Fiz: Elektrik cereyanını, akımını başka hâle koyan. Transformatör.
MUHAVVİL-ÜL HAVLİ VE-L AHVÂL
Havli, kuvveti ve hâlleri değiştiren, başka şekle sokan Cenâb-ı Hak (C.C.)
MUHAYA
Bölünemiyen bir şeyi nöbetleşe ve sıra ile kullanma.
MUHAYEE
Pay edilmesi ve bölünmesi mümkün olmayan bir şeyi sıra ile nöbetleşe kullanma.
MUHAYENE
Belirli bir zaman için kiralama.
MUHAYYA
Yüz, vech.
MUHAYYEB
Yoksun bırakılmış, mahrum kılınmış.
MUHAYYEBEN
Mahrum ederek. Yoksun bırakarak.
MUHAYYEL
Tahayyül edilmiş. Hayâl olarak düşünülmüş. Zihinde tasarlanmış.
MUHAYYELAT
(Muhayyele. C.) Hayâl edilmiş olan şeyler. Muhayyel olan şeyler.
MUHAYYEM
(Hayme. den) Çadırı kurulmuş ordugâh. * Kurulmuş çadır. * Çadırda yatan insan. Kamp yeri.
MUHAYYEMGÂH
f. Ordu çadırlarının kurulduğu yer. Ordugâh.
MUHAYYER
(Hayr. dan) Seçilmesi serbest olan. Seçmece. Beğenmece.
MUHAYYİB
Yoksun bırakan, mahrum kılan.
MUHAYYİBÂNE
f. Mahrum ve yoksun bırakırcasına.
MUHAYYİL
Tahayyül eden. Hayal kuran. Zihinde olmayacak şeyleri düşünen.
MUHAYYİLE
Kuvve-i hayâliye. Hayâl kurma merkezi. Zihinde bulunan hayal kuvveti.
MUHAYYİR
Hayret veren. Hayrette bırakan. Şaşkınlık veren.
MUHAYYİR
İlmî şeyler arasında seçim yaparak beğenmeyi serbest eden. Muhayyer kılan.
MUHAYYİR-ÜL UKUL
Akıllara hayret veren. Akılları şaşırtan, akılları durduran.
MUHAZAH
Mukabele olmak, karşılık olmak.
MUHAZANE
Çocuklara şaşırtıp sevindirecek şeyler söylemek.
MUHAZARA
(C.: Muhazarât) (Huzur. dan) Hatırda tutulan şeyler. * Tarihi ve edebi fıkra ve hikâyeler anlatma. * Konferans verme.
MUHAZARA
Yemiş olmadan henüz ham iken satmak.
MUHAZARÂT
(Muhazara. C.) Akılda tutulan faydalı bilgiler veya hikâyeler.
MUHAZAT
Aynı hizâda bulunmak, karşı durmak, karşı olmak.
MUHAZAT
Yüz yüze gelme, karşılaşma.
MUHAZAT-I NİSA
Fık: Kadınlarla erkeklerin namazda aynı hizada aynı safta beraber durmaları (ki, bazı şartlar müvacehesinde namazı ifsad eden bir haldir.)
MUHAZELE
Hakirlik, aşağılık, rezillik.
MUHAZERE
Birbirini korkutmak. * İhtiraz etmek. * Uyanık olmak.
MUHAZÎ
(Hiza. dan) Birbirinin karşısında ve bir hizada bulunan. Paralel.
MUHAZREB
Katı bükülmüş ip.
MUHAZZA
Birbirini tahrik edip bir işe kandırmak.
MUHAZZAB
Boyanmış, tahzib olunmuş.
MUHAZZAR
Yeşile boyanmış. Yeşil renk ile renklendirilmiş.
MUHAZZİ'
Saman ve ot kesmekte kullanılan bir çeşit ziraat makinesi.
MUHAZZİL
Korkutucu.
MUHAZZİL
Alçaklık ve bayağılık içinde bırakan. Tahzil eden.
MUHAZZİLÂNE
f. Alçaklık ve bayağılıkla.
MUHAZZİR
Tahzir eden. Sakındıran. Çekindiren.
MUHBİR
Haber veren. Haberci. Haber toplayan. * Birisinin fenâlığını alâkadar makama haber veren. Jurnalcı.
MUHBİR-İ SÂDIK
Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir ismi. Diğer Peygamberlere de denebilir. Çünkü hepsi sâdık, sağlam, doğru haberleri insanlara ulaştırmışlar, kendilerine bildirilenleri aynen bildirmişler, insanları doğruluğa, felâha, hakka, hakikata, imana dâvet etmişlerdir.
MUHBİT
Alçak gönüllü, mütevazi. Mütezellil.
MUHCEN
Kısa boylu ve suyu az olan bir bitki çeşidi.
MUHDA' (MIHDA')
Kiler.
MUHDAR
(Muhzar) Hazırlanmış. * Amellerinin sâhifelerini müşâhede etmiş olarak.
MUHDEC
İçine esvap koydukları küçük ev, kiler. * Azâsı noksan olan.
MUHDES
İhdas edilmiş. Sonradan meydana gelmiş, eskiden olmayan. * İlm-i Hâlde: Şer'î temizliği gitmiş, abdest veya guslü lâzım gelmiş olan.
MUHDÎ
(Bak: Mühdi)
MUHDİS
Hâdiseye sebeb olan. İhdas eden. Yeni bir şey ortaya çıkaran.
MUHEYH
Beyincik.
MUHFES
Seri, hızlı.
MUHH
Yumurtanın sarısı. * Eskiyip köhne olmak.
MUHH
(C.: Mihâh) İlik. * Beyin. * Cevher, madde.
MUHIKK
(Muhik) Haklı. Hakkı yerine getiren. Haklı olan.
 
Geri
Top