Elif Şafak tüm makaleleri

  • Konuyu açan Konuyu açan dderya
  • Açılış tarihi Açılış tarihi
Türk edebiyatının geleceği
31 Aralık 2009
2010'a girerken Türk edebiyatının geleceğini nasıl görmeli? Zaman zaman
gazetecilerin bana yönelttikleri bu soruyu bugün ben de kendime sormak istedim. İşte
edebiyatımızın bugünü ve olası geleceğiyle ilgili irili ufaklı saptamalar.
Çoğalma ve çeşitlenme: Türkiye'de son dönemde edebiyat ve yayın dünyası dikkat
çekecek ölçüde renklendi, çeşitlendi. Yayınevi sayısı arttı. Basılan kitap sayısı ve
çeşidi katlandı. Hem romanda, hem kısa öyküde, hem inceleme-araştırma kitaplarında
bu zenginleşme devam etti. Yeni yazarlar doğdu. Çizgi roman ve çocuk kitapları gibi
alanlara hiç olmadığı kadar ilgi arttı. Genişleyen ve katmerlenen bu ortamda
yazarlığın her kademesinden insana kapı açıldı. Kısacası sahnedeki aktörler çoğaldı.
Nicelik artarken nitelik düştü mü? Çok sık dile getirilen bir eleştiri, kitap
sayısındaki artışın beraberinde niteliksel bir düşüş getirdiği yolunda. Ancak
kanımca bu aceleci bir saptama. Basılan her kitabın aynı nitelikte olmasını
bekleyemeyiz. Keza hep aynı türde kitapların basılmasını da isteyemeyiz. Kitap
dünyasında her türlü ürüne ve yazara yer var. Birbirinden bambaşka nitelikte eserler
yan yana basılır, uzun vadede iyi olanlar kalır, kalıcıdır.
Yeni bir yazarın varlığı bir başka yazarı rahatsız eder mi? Yazarlar egosu şişkin
insanlardır. Belki diyeceksiniz ki, tüm sanatçılar öyle. Ama romancıların egosu
başka bir şeye benzemez. Ne de olsa roman yalnızlık sanatıdır. Romancı ekip
çalışması yapmayı bilmez. Tek başına üretir, kendini biricik, eserini eşsiz
zannederek. Bir romancı, uzaktaki bir romancıya empatiyle bakmaz. Romancı, romancıya
alttan alta gıcık olur. Halbuki Türk edebiyatının geleceğinin çok daha aydınlık
olabilmesi için hepimizin içine sinmiş bu reflekslerin değişmesi lazım. Birbirimizin
varlığına, tarzına ve emeğine saygı duymak durumundayız. Bu aynı zamanda tek tek
bizleri alıp okuyan insanlara, yani birbirimizin okuruna saygı göstermek demektir.
Koltuk sayısı sınırlı bir otobüsten bahsetmediğimize göre, kimse kimsenin yerini
almıyor. Kimsenin başarısı bir başkasının başarısına gölge düşürmüyor. Birbirimizi
daha yapıcı bir dille ve gönülle değerlendirelim ki daha çok yazar çıksın, daha
farklı kategorilerde de kitaplar yazılsın. Her kitap kendi okuruyla buluşsun.
Kitap dünyasına "sektör" demek ayıp mıdır? Her ne kadar biz yazarlar kitapları
"manevi" ve "ulvi" düzlemde konuşmayı tercih etsek de, kitap dünyası bir yanıyla
genişleyen bir sektör aslında. Ve bu sektörden çok fazla sayıda insan ekmek yiyor.
Bu dünyanın genişlemesi, daha fazla editörün, çevirmenin, grafikerin, web
tasarımcısının... iş bulması ve kendini geliştirmesi demek. Halbuki "para" hâlâ bir
kelime addediliyor edebiyat dünyasında. Türk edebiyatının yeni döneminde yazarların
gökte bir fildişi kulede yaşamadıkları, onların da insan oldukları, onların da ev
geçindirdikleri, çocuk okuttukları ve kendi emeklerinden para kazanmaları kadar
doğal bir şey olamayacağı daha derinden anlaşılacak. Aksi takdirde yazarlık sadece
aileden zengin olan insanların yapabilecekleri bir iş olur. Yeni dönemde daha çok
yazar, çevirmen ve editör bu işten ekmeğini kazansın ki edebiyata daha çok zaman ve
enerji ayırabilsinler.
Vefa duygusu: Bilgi ve kültür bir birikimdir. Her yazar kendi çağının ruhunu taşır,
içinde doğduğu kültürün çocuğudur. Bugün görece rahat koşullarda yazabiliyorsak bunu
bizden evvel yaşamış şair ve yazarların, eleştirmen ve düşünürlerin varlıklarına da
borçluyuz. İsimlerini, eserlerini sıklıkla anmalıyız. Bu bir vefa borcudur. Ve
bugünün yazarlarını tek tek ayrıksı tipler olarak değil, bir kültürel süreklilik
içinde görmeliyiz. "Yazar ve şahıs odaklı" bir edebiyat ortamından "yazı ve fikir
odaklı" bir edebiyat ortamına geçişe ihtiyacımız var.
Popüler edebiyat-yüce edebiyat ayrımı: Yazarların "bir kenarda anlaşılmayan
insanlar" diye algılandıkları dönem kapandı. Halka elitist yükseklikten bakan,
yazarın okurdan daha "bilgili" olduğunu varsayan ve romancıyı okurun hocası addeden
"baba romancılık" geleneği, yerini okur ile yazar arasında kurulan yatay ve eşit
"ruhdaşlık" bağına bırakmakta. Popüler olan her şeyin sığ olmadığını görmenin
zamanı.
Ve demokrasi: Artık tekeller yok yayın dünyasında. Ne edebiyat eleştirmenleri, ne
yayıncılar, ne şairler, ne romancılar... Hiçbirimiz kral ya da kraliçe değiliz.
Hiçbirimiz ayrıcalıklı değiliz. Aktörler çoğalırken tekeller kırıldı. Ve bunlar
olumlu gelişmeler. Monarşi değil, demokrasi olmalı edebiyat dünyasında. Daha fazla
demokrasi...
 
Yeni yılda eskimeyen dostluklar
03 Ocak 2010


Dostluk bir oyuncak olsaydı, bir müzik kutusu olurdu. Altındaki anahtarı kurduğunda eski, tanıdık bir melodiyle karşılardı bizleri. Ve belki de bir balerin dönerdi içinde. Aynadaki aksine bakan dalgın bir balerin usulca deveran ederdi, öylesine nazenin.


Bir an önce yeni sene gelsin ki bizler de yenilenelim isteriz. Kırdığımız kalpler, yaptığımız hatalar, ağzımızdan çıkan laflar, bir türlü bırakamadığımız kötü alışkanlıklar.... Hüsranlarımız, arzularımız, arızalarımız.... Hepsi hepsi sıfırlansa.


Yeni senenin ilk demleri, erken saatleri. Hayattan aldığımız tüm dersleri unutma vakti. Yenilenmek lâzım şimdi. Kaç yaşında olursak olalım, başımızdan neler geçmiş olursa olsun, yeniden başlamanın mümkün olduğuna inanmak. Yılan nasıl geride bırakırsa derisini, ağaçlar nasıl dökerse kuruyan yapraklarını, yara nasıl iyileşirse kabuk kabuk, insan ruhunun da tazelenmeye ihtiyacı var.
Belki de bu yüzden her sene yılbaşında, adeta koşarcasına, bir yangından kendimizi kaçırırcasına uğurlayıveriririz "eskiyen seneyi". Bir an önce yeni sene gelsin ki bizler de yenilenelim isteriz. Kırdığımız kalpler, yaptığımız hatalar, ağzımızdan çıkan laflar, bir türlü bırakamadığımız kötü alışkanlıklar.... Hüsranlarımız, arzularımız, arızalarımız.... Hepsi hepsi sıfırlansa. Sanki böyle yeni bir sayfa açmak, yeni bir "ben" edinmek demek. Ve yeni bir "ben" ise yeni bir kader demek. Ama tazelenirken, bizimle beraber adım adım gelmeyi sürdürenler de var. Hayatımızın değişmezleri onlar ve iyi ki varlar: Dostlar. Dostluklar.
Türkçenin en güzel sürprizlerinden biridir "dost" kelimesi. Başka birçok dilde "arkadaş" ile "dost" tek bir kelime ile ifade edilir. Halbuki Türkçe'de belirgin bir fark vardır aralarında. Arkadaş meltem ise dost rüzgârdır. Arkadaş ezgi ise dost şarkıdır. Arkadaş esans ise, dost buram buram rayihadır. Dost başkadır. Dostlar başkadır.
Yeni yıla dostlarla beraber girdik. Yirmi kişi bir arada. Sadece bir yılbaşı kutlaması, hindili akşam yemeği olmadı bizimki. Hep beraber iki gün boyunca şehirden uzakta kapandık. Gündelik hayatlarımızın hayhuyu ve daim koşuşturmacası içinde hiç yapamadığımız yürüyüşleri yaptık. Çamurlu patikalarda yürümek, bir kuşun uçuşunu seyretmek, göl kenarında sakince oturmak, doğayı solumak, her şeyin ortak olduğu, mutluluğun bulaşıcı olduğu bir komün hayatı yaşamak. Hep bir ağızdan konuşmak ve aynı anda gülmek, ortak esprilere kahkahayı basabilmek. Gündelik hayatımızda sürekli derilerimizin üzerine sardığımız zırhları kaldırmak ve havaya savurmak. Çocuk olmak yeniden. Saf olmak. Katıksız olmak. Tüyden hafif, serçe kanadından masum olmak. Mahalle aralarında bağrış çağrış top oynayan veletler gibi sarılmak birbirinin varlığına. Doğallıkla....
Dostluk bir oyuncak olsaydı, bir müzik kutusu olurdu. Altındaki anahtarı kurduğunda eski, tanıdık bir melodiyle karşılardı bizleri. Ve belki de bir balerin dönerdi içinde. Aynadaki aksine bakan dalgın bir balerin usulca deveran ederdi, öylesine nazenin.
Bir cisim olsaydı dostluk, kaleidoskop olurdu muhtemelen. Göz deliğinden her bakışta farklı bir desen, bambaşka renklerle çıkardı karşımıza. Gün içinde ışığın geliş açısına göre renkten renge, desenden desene bürünürdü. Çeşitliliğiyle büyülerdi.
Bir yemek olsaydı dostluk, tatlı değil, tuzlu değil, acılı değil, ekşi değil, karışım olurdu. İçinde birbirinden bağımsız tatlar yer alır ve bir uyum yakalarlardı beraber. Çünkü dostluk ahenk işidir hep. Bir damla limon, bir damla zencefil, bir kaşık bal, onlarca ayrı baharattan müteşekkil bir karışım.
Bir su kaynağı olsaydı dostluk, göl değil, dere değil; ırmak değil, pınar değil; deli dolu bir nehir olurdu. Çağlaya çağlaya akardı. Öyle tek mevsimde değil yaz kış taşardı. Gürül gürül temposuyla asi ve koyu mavi, köpük köpük sularında nice kelimeler, ne hikâyeler gizli, sadece sularını değil, sularına kapılanları da alıp uzak denizlere taşıyan bir nehir.
Dost hayatın hediyesidir. Aramakla bulunmaz, şans işidir ama kıymetini bilmeden de olmaz. Dostların yaşlanır. Sen yaşlanırsın. Beraber değişirsin. Dostluklarla aynı kalan yoktur. Bu yollarda, kâh hızlı kâh yavaş ama sonunda pişmeyen yoktur. Dost insanı alır ellerine bir hamur parçası gibi yoğurur. Bir bakmışsın değişmişsin. Bir bakmışsın aynı konuşmuyor, aynı düşünmüyor, dünyaya eski gözlerle bakmıyorsun. Şaşırırsın. Ne vakit, nasıl oldu da değiştin böyle anlayamazsın. Dost en fakir ruhu bile zenginleştirir.
Dost aynadır. Senin aynandır. Ruhunun en saklı köşelerini sana yansıtandır.
 
Cinnet
07 Ocak 2010


ESKİ kelimedir "cinnet". Cinlerle ilişkilendirir; sebebini bilemediğimiz, önüne geçemediğimiz ani ve tehlikeli kişilik değişimlerine bu ismi veririz. Eski kelimedir ama biz eskiden "cinnet"i değil, "mecnun"u bilirdik. Mecnun hayali bir karakter değil, adeta bir "hâl" idi. Semboldü. Öyle bir delilik hâli ki, kimseye zarar vermez, karıncayı incitmezdi; zararı varsa şayet bir kendine, kendi sırça yüreğine. Deliliklerimiz aşktandı o zamanlar, kavuşamamaktandı tüm kendini bilmeyişlerimiz, kaybedişlerimiz, serzenişlerimiz. Şimdilerde değişti bu hâl, mecnunluğu unutur olduk. Onun yerini "cinnet" aldı, gündelik hayatımızın neredeyse parçası oldu bu kavram. "Trafik" gibi, "zam" gibi bir kelime, istemesek de modern hayatın içinde. Ne kadar çok erkek ve kadın var cinnetin eşiğinde. Her yaştan, her kesimden, her şehirden...
Bu hafta Rize'den gelen haber hepimizi sarstı. Gencecik bir kadın, bir polis eşi, özverili bir anne, on bir senelik kocasını ve çocuklarını vurduktan sonra intihar etti; bir aile söndü. Haber son derece üzücü ama ne yazık ki ne ilk ne de son. Hemen her hafta benzer hadiseler okuyor, duyuyoruz. Kıskançlık krizine yakalanıp eşini vuran kocalar, geçimsizlik canına tak edince kocasını vuran kadınlar, çocuklarını öldürüp intihar eden anneler, nişanlısını öldüren erkekler... Sorunlar birikiyor, üst üste yığılıyor: Geçim sıkıntısı, sevgisizlik, sözlü veya fiziksel şiddet, duygusal esaret... Bu toplumda en büyük acılar aile içinde çekiliyor belki de, yakınlar arasında. İnsan en büyük zararı sevdiklerine veriyor.

*

Bilhassa kadınlar, bilhassa biz. Kadınlar en çok sevdiklerini incitiyor ve gene en çok sevdikleri tarafından incitiliyor. Yüreklerinin kapısını açtıkları insanlardan alıyorlar en ağır darbeleri. "Kamusal alan" diye tanımlanan ve daha çok erkeklere has olan alan tüm gerilimleri, rekabetleri ve çekişmeleriyle ortada. Gözler önünde. Peki ama ya özel alan? Ya gözlerden uzak olan ve daha ziyade kadınların alanı olarak tanımlanan "özel alan"da kopan fırtınalar, yaşanan iniş çıkışlar? Hakkında en az konuşabildiğimiz meseleler orada düğümlenmiyor mu? Aile yapılarımız. Yetişme biçimlerimiz. Ev içi ilişkilerimiz. Akşamları perdeler çekildiğinde, "dışarısı" ile "içerisi" arasındaki hudut pekiştiğinde geçen konuşmalar, yaşananlar, içimizde birikenler. Mahrem olan. Ailevi olan. Konuşması, görmesi ve değiştirmesi en zor olan.
Cinnet biriken bir volkan, patlamaya hazır, anını kolluyor. İçten içe demlenen, dışarıya bazen hiçbir belirti vermeyen, sessizce, aylarca, belki senelerce biriken bir yorucu enerji. Bir anda gelen, geldiğinde yakıp geçen bir afet. Bu haliyle cinnet kimseye uzak değil. En "okumuş"umuzdan en "sakin tabiatlı"mıza kadar hepimizi bulabilir. Her an herkesi pençesine alabilir. Kimse demesin ki, "Ben asla cinnet getirmem". Kimse demesin ki, "Bana olmaz, ben dengemi kaybetmem". Belli olmaz. "Karı koca kavgası başka, cinnet başka" demeyin. Belki de aralarındaki mesafe sandığımızdan daha azdır. Belki hepimiz, her birimiz, kabullenmek istediğimizden çok daha yakın duruyoruz irili ufaklı cinnet noktalarına.
Cinnet hem bireysel hem toplumsal bir yara. Ve bizler, hepimiz, eğitim sistemimizi, televizyon dizilerimizi, ev içi hallerimizi, birbirimize karşı davranışlarımızı, gündelik hayattaki ilişkilerimizi, sevgimizi ifade edişlerimizi ve edemeyişlerimizi yeniden titizlikle gözden geçirmek durumundayız. Birbirinden üzücü cinnet vakalarını azaltmak istiyorsak, meseleye "bazı insanların başına gelen bir talihsizlik" olarak bakmak yerine hepimizi ilgilendiren bir yara olarak bakmak ve en önemlisi üsluplarımızı ve kalplerimizi yumuşatmak durumundayız.
 
Kız kardeşlik ölçümleri
14 Ocak 2010


BU aralar ne zaman "kız kardeşlik" kelimesi düşse dilime ya da gönlüme, sevgili Leyla Alaton'un ortak bir Konya gezisinde bir salon dolusu işkadınına söylediği çarpıcı cümleler geliyor aklıma: "Bizim ülkemizde kız kardeşlik bilinci yeterince yeşermemiş. Kendimize sormamız lazım: Bir başka kadının başarısıyla mutlu oluyor muyuz? Bir hemcinsimizin hayatında daha mutlu, işinde daha başarılı olması için ona açıktan destek veriyor muyuz? En azından bunu bir iyi niyet temennisi olarak içimizden geçiriyor muyuz? Cevaplarımız hep 'hayır' ise biz kız kardeşlik filan bilmiyoruz demektir."
Ben buna KÖKA diyorum: Kız Kardeşlik Ölçüm ve Kıyaslama Aygıtı. Ne de olsa lafa gelince dayanışmadan, dostluktan, kardeşlikten söz etmek çok kolay. Ama burada peş peşe sorulmuş sorular var. Somut, sarih ve sabit. İnanıyorum ki, bilhassa iş yaşamında koşturan biz tüm kadınların durup bir kez olsun kendimize sormamız gereken sorular bunlar. Ve sorduğumuz takdirde acaba kaçımız samimiyetle "evet" diyebilecek bunlara?
Bu memlekette kadınların kadınlarla ilişkilerinde tuhaf bir çelişki var sanki. Bir yandan bakıyorum, geleneksel aile yapılarında kadınlar birbirine ne çok destek oluyor. Bir kadın dışarıda çalışırken onun çocuklarını anneanne, babaanne ya da teyzeler büyütüyor. Söylediklerim uzaktan yapılmış bir gözlemden ibaret değil. Ben de böyle büyüdüm, annem çalışırken anneannem tarafından yetiştirildim bir dönem. Çocukluğumun Ankara'sından kalmış izlerdir, komşu kadınların, akraba kadınların sessiz ve derin dayanışma ağları...
Demek ki istediklerinde kadınlar birbirlerini pekâlâ idare ediyorlar, birbirlerine kol kanat geriyorlar. Ama ne hikmetse, geleneksel ortamlarda mevcut olan bu dayanışma modern mekânlara girildiğinde kayboluyor. Medyada, sanatta, edebiyatta, akademide, iş dünyasında, bürokraside, kadınlar kadınlara, bırakın destek vermeyi, fena halde köstek oluyor. Bir kadına yönelik en hırçın ve acımasız eleştirileri bakıyorum gene kadınlar yöneltiyor. Halbuki zannedersiniz ki kadınların eğitim seviyesi arttıkça, maddi durumları düzeldikçe hemcinslerine karşı daha duyarlı olur. Ne yazık ki resim bunun tam tersini gösteriyor. Nedir acaba eğitimli ve modern kadınların birbirleriyle alıp veremedikleri? Leyla Alaton'un kriterlerini uygularsak, şehirli-modern dünyada kadınlar, kadınlarımız, kız kardeşlik sınavından sürekli sınıfta kalıyor.



'Hemşire-i keremkârım efendim...'


BÖYLE başlar Emine Semiye, Nigar Hanım'a yazdığı nice mektubundan birine. Emine Semiye,Osmanlı kadın hareketinin en parlak öncülerindendir. Romanlar, hikâyelerin yanı sıra gazetelerde köşe yazarlığı yapmış, bağımsız duruşu, bilgisi, derinliği ve duyarlılığı ile dikkat çekmiştir. Döneminin diğer kadın yazarlarıyla fikir alışverişinde bulunmayı sever, önemser. Aynı mektupta bir seyahatini anlatır uzun uzun. Ve şöyle bitirir satırlarını: "Baki teveccüh ve muhabbet-i hâherânenizin bekasını niyaz ederim efendim."
Bakakalıyorum bu cümleye. Bugün bir kadın yazarın bir başka kadın yazara, yahut herhangi bir alanda çalışan bir kadının hemcinsi meslektaşına bu minvalde sözler yazabileceğini tahayyül edebiliyor musunuz? Kelimeleri tane tane dilimde dolaştırıyorum. Tadına bakıyorum. Oradaki özen, hassasiyet, edep ve üsluba gıpta ediyorum. Kadınların kadınlara çelme takmadığı, köstek olmadığı, birbirleriyle anlamsız rekabetlere girişmediği bir ortam yaratmak bizim elimizde. İlk adım olarak Kız Kardeşlik Ölçüm ve Kıyaslama Aygıtı'nı bir uygulayalım kendimize.
 
İnsanın insana ettiği
21 Ocak 2010
BEN bu yazıyı kaleme alırken Haiti'de enkazın altından 25 yaşında bir kadının çıkarıldığı haberi düştü dünya ajanslarına. Depremin ardından tam yedi gün geçtikten sonra. Kadın, artık sadece bir toz ve taş yığınına dönüşmüş koca bir binanın altından kurtarıldı. Onun kederli yüzünü çeken uluslararası basın mensupları, bilerek ya da bilmeyerek, fonda bir başka görüntüyü daha yakaladı. BBC ve CNN ekranlarında defalarca döndü bu görüntü. Baktım, baktım, baktım. Beynime işledi.
Her afetten sonra vakit kaybetmeden hemen o bölgeye giden, işini gücünü bırakıp dünyanın bir ucuna yardıma koşan insanlara dikkat ediyor musunuz? Hiçbir mecburiyetleri olmadığı halde, kendi rahat yaşamlarını bırakıp koşturan, üstelik hiç mi hiç tanımadıkları insanların acılarını bir nebze olsun azaltmak için gece gündüz çalışan bu gönüllüler bence insanlığın yüz akıdır. Peki bu yardım gönüllüleri, saatlerce süren aramalardan sonra, onca enkazın, acının ve umutsuzluğun altından bir insanı kurtarınca ne hissederler?
İşte Haiti'den en son yansıyan görüntülerde bunu izliyoruz. 25 yaşındaki kadın enkazdan çıkarıldıktan hemen sonra onu kurtaran iki yardım gönüllüsü sevinçten dans ediyor. Birbirlerine sarılmış bağırıyorlar. Çocuk gibi mutlular. Biri kahkahalar atıyor. Biri gözyaşlarını siliyor. Az şey mi? Bir insan kurtardılar. Hikâyeleri, hüzünleri, sevinçleri ve beklentileriyle tıp tıp atan bir yüreği taşların altından çekip çıkardılar. Tüm dünya olan biteni uzaktan kayıtsız gözlerle izlerken, onlar tam anlamıyla ellerini taşın altına koydular.
Sokağın ortasında, feri sönmüş bunca gözün arasında iki yardım gönüllüsü dans ediyor, sadece kendilerinin duyduğu bir melodiyle ve kederli bir sevinçle. Adamlardan her ikisi de başka ülkelerden. Muhtemelen Haiti'ye ilk gelişleri bu. Kurtardıkları kadını tanımıyorlar. Ne dilleri ortak, ne kültürleri, belki ne de dinleri. Ama hiçbir şeyin önemi yok. İnsan olmak yetiyor da artıyor. Dünyanın bir ucundaki bir insanın parmağı kanadığında onun acısını yüreğinde hissedebilecek kadar ruhen ve zihnen açık insanlar var. Kimseyi kendinden aşağı görmeyen, ayrımcılık yapmayan, insanlığı kategorilere bölmeyen, şiddet değil şefkate ve muhabbete inanan insanlar....
Ve öbür yanda bunun tam zıddı var. Amerika'da fanatik sağ görüşlü Hıristiyan Evangelistlerin Haiti hakkındaki açıklamaları tüyler ürpertici. Ünlü bir radyo şovmeni ve onun gibi düşünenler adeta Haitililerin bu felaketi hak ettiklerini söylüyorlar. "Vudu yapıyorlarmış. Büyü yapıyorlarmış. Bu yüzden bu deprem gelmiş başlarına." Başkasının acısına tepeden bakan, öteki ile en ufak bir empati kuramayan, yardım etmeye çalışmak yerine uzaktan ahkâm kesen ve kendini herkese ve her şeye üstün zanneden bu kibirli yaklaşım ne yazık ki her yerden çıkıyor.
İnsanlık tarihi, insanın insana ettiklerinin hikâyesidir. Bir tarafta, hiç tanımadıkları ve bir daha hiç görmeyecekleri bir yabancının hayatını kurtarmak için işini gücünü bırakıp giden, canla başla çalışan insanlar. Onlara "gönüllü" değil, "gönlü güzeller" demeli belki de. Ve varlıklarını desteklemeli. Madem onlar gibi yollara düşüp dünyanın en yardıma muhtaç bölgelerine gidemiyoruz, hiç olmazsa maddeten yardım etmeli bu tür sivil kuruluşlara, elden geldiğince. Bir tarafta onlar, bir tarafta da Haitilileri başlarına gelen felakete müstahak olmakla eleştirenler. Bir başkasının acısına değil ortak olmak, uzaktan donuk ve soğuk bir nazarla bakanlar. Her iki uç da var bu dünyada. Ademoğulları, Havvakızları savruluyoruz bir uçtan bir uca...
 
Akıllı kadın nasıl giyinir?
29 Ocak 2010
KAMUSAL alana adım atmak, imajlar dünyasına bodoslama dalmak demektir. Ve bu dünyanın katı kuralları en çok kadınları ilgilendirir, gene en çok onları şekillendirir. Erkekler için de imaj başlı başına bir meseledir ama hiçbir zaman kadınlar için olduğu kadar değil. Yazılı ve görsel basında türban tartışmalarına biraz olsun ara verip, Türkiye'de biz kadınlar hangi kodlar uyarınca giyiniriz (ya da giyinemeyiz), bir de onu konuşsak keşke.
Kadınlar, kılık ve kıyafetlerine göre kategorilere konulur. Biçimsel önyargılar öyle derindir ki, sarsması kolay değildir. Filmlere ya da TV dizilerine bakın. "Akıllı kadın"a biçilen net bir imaj var: Saçlar toplu, kılık kıyafet bildik bir tarz, mümkünse gözlüklü, mümkünse kumral... "Ruju belirgin, elbisesi hafif dekolte, ayakkabıları topuklu, sarışınlık" hali ise bir başka tür dişiliğe göndermedir. Beynin değil, bedenin öne çıktığı bir kategori... Beden üzerinden tanımlanan kadın, hemcinslerince kıskanılır, erkeklerce arzulanır, toplumda hem beğenilir hem aşağılanır; yalnızdır aslında, yalnız bırakılır.
Bu şekilsel ayrımlar küçük yaştan beri içimize işler, beynimize kazınır. Dolayısıyla kamusal alanda saygı görmek isteyen kadınlar, bilerek ya da bilmeyerek, bazı giyim kuşam tarzlarından özenle sakınır. Kadınlar durmadan kendilerini sansürler, hareketlerini kısıtlarlar. En kadınsı hallerini bastırırlar. Ne kadar kapatırlarsa ruhlarını, bedenlerini, o kadar korunaklı olacaklarını sanırlar. Bankalarda, bürokraside, özel şirketlerde, sokakta, otobüste.... Hayatın hemen her alanında kadınlar bunu hep yapar, günbegün, senebesene.
1960 sonları ve 70'lerin çalkantılı dönemlerini yaşayan kadınlar bilir ki, "en ilerici", "en liberal", "en açık fikirli" görünen ortamlar bile kadınlar söz konusu olunca değişir, köhnemiş refleksler verir. Ummadığın insanlar birden muhafazakârlaşır. Bir zamanlar "bacı" idi kadınlar! Bacılar makyaj yapmaz, kılık kıyafetine özen göstermez, cinsiyet ve cinsellik çağrıştıran her türlü şeyden uzak dururlardı. Ciddiye alınmak isteyen kadın kendini "bacılaştırmak", yani "kadınsı-sızlaştırmak" durumundaydı. Keza 1930'ların ikonografisini analiz eden birbirinden değerli araştırmacıların (Şirin Tekeli, Ayşe Saktanber, Ayşe Kadıoğlu...) belirttikleri gibi reformlar sayesinde kamusal alana giren ve büyük atılımlar gerçekleştiren Cumhuriyet kadını da görsel açıdan bir de-feminizasyon yaşamıştı. Kısa, küt saçlar, mümkün mertebe koyu, düz kıyafetler, az makyaj.
O günden bu yana neler değişti? Neler aynı kaldı? Hâlâ kamusal alanda, bilhassa akademide, medyada, bürokraside ve hele siyasette var olabilmek için de-feminizasyon gerekmiyor mu? Yani kadınlar "kadınsı" görünmemeye dikkat etmiyor mu? Renkler, aksesuvarlar ve makyaj söz konusu olduğunda ya da etek boyu, elbise kesimi, sadelik-kapalılık gibi ayrımlar söz konusu olduğunda hemen hepimiz benzer kıyafet kodlarıyla hareket ediyoruz. Kamusal alanda kadın olmak demek, "de-feminizasyon" demek.
Mesleğinde saygı görmek isteyen kadınlar, kıyafet kodları aracılığıyla kendilerini zırhlandırmaya çalışıyor. Hepimizin içine sinmiş bu kültürel kalıplar. Bakmayın böyle yazdığıma, hep koyu renkler giyen, hep saçını toplayan ben de farklı bir şey yapmıyorum aslında. Bir tek gün bile cıvıl cıvıl pembe, iddialı bir yeşil ya da eflatun elbiseyle, rahat ve şen şakrak "edebiyat söyleşisi" yapmadım ki. Hep bir kapanma, hep bir ciddiyet, hep bir mesafe, hep bir "erkeksilik", hep bir "kabuklanma"... Nedendir kadınlıktan bu kadar korkmamız? Nedendir bir türlü kendimiz olamayışımız? Sizi bilmem ama ben bedenini rahatlıkla, kendiyle barışık bir edayla taşıyan kadınlara öyle saygı duyuyorum ki...
Eğitimi artan kadın kadınsılığıyla daha kolay barışır zannediyorsunuz, halbuki öyle olmuyor. Belki de eğitim seviyesi yükseldikçe, çalışma hayatının çarkları içine girildikçe, kadınlar, kadınlıklarını daha büyük bir yük gibi algılıyor. "Ciddiye alınmak" ve "kişiliğimiz ve işimizle öne çıkmak" için habire kapatıyoruz kendimizi. Sansürlüyoruz beden dilimizi. Türbanlı ya da türbansız fark etmez, biz kadınlar zihnen hep "tesettürlü" geziyoruz ya.
 
'Büyük aşk, büyük nefret'
04 Şubat 2010


"ŞİMDİ sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi gerekiyor mu?" diye sormuştu Nâzım Hikmet, o muazzam ve duru üslubuyla. Halbuki bugünün aşklarını görse ne derdi acaba? Bugün ellerde teraziler, adeta gramla tartılıyor aşk. 160 gr sevgiye karşılık 160 gr sevgi alınabilirmiş gibi herkes verdiği kadarını istiyor. Seven erkek mutlak itaat, mutlak hâkimiyet bekliyor. Zihinlerde bir denklem var sanki. Denklem karşılanmadı mı tüm formül bozuluyor. Ve işte o zaman bir de bakmışsınız ki aşk bitmiş, nefret başlıyor. Ne çabuk geçiyoruz bir uçtan bir uca. Sevdiği kızı başkasıyla gezdi diye bıçaklayan liseli öğrenciler... Eski eşlerini kendilerine dönmedi diye silahla tarayan öfkeli kocalar... Yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen dostlarını, basit bir ağız dalaşıyla başlayan kavgalarda öldüren delikanlılar... Vaktiyle çok sevdikleri, belki de en çok sevdikleri insanları bir adımda, bir kurşunla harcayıverenler... Birbirinden ayrı gibi görünen bütün bu şiddet haberleri arasında bir ilişki var. Hepsinde ortak olan nokta, yoğun bir aşktan yoğun bir nefrete geçebilmekteki süratimiz.
Bir yandan şarkılar çıkıyor piyasaya, ardı ardına. Hepsi de aşk üzerine. Sözler benzer, iddialı. Diziler çekiliyor peş peşe. Gene hepsinin ana teması "büyük aşk". Ama televizyonu kapatıp kendi hayatlarımıza döndüğümüz anda, ne yazık ki "büyük aşk"tan anladığımız aslında "büyük ego". Biz elmanın da muhakkak bizi sevmesini bekliyoruz. Yetmiyor. Elmanın hayat boyu sadece ve sadece bizi sevmesini, varlığını bize adamasını, biz ne dersek harfiyen yapmasını istiyoruz. Biz aşkı, egomuza hizmet etmekle yükümlü bir kâhya bellemişiz adeta. Ve bu yüzden işte, aşktan nefrete bu kadar çabuk, bu kadar kolay savruluyoruz.
Anadolu'da bugün bile anlatılan eski bir aşk hikâyesi vardır. Ben bunu birkaç ayrı tasavvuf sohbetinde bambaşka insanlardan dinledim. Derler ki, vaktiyle Siirt Tillo'da bir tekkede mürit, tasavvufa gönül vermiş bir zat yaşarmış. Temiz, saf, güzel gönüllü bir genç adammış. Gel zaman git zaman âşık olmuş, hem de sırılsıklam. Karşılık da bulmuş. Sevdiği kız da ona sevdalanmış. Evlenmişler. Mutlu seneler geçirmişler. Ne var ki bir zaman sonra karısı dikilmiş karşısına. "Ben gitmek istiyorum" demiş. "Şu yolların ardında başka ne yollar var görmek istiyorum. Sana âşık değilim artık. Bir başkasını gördüm, ona aktı yüreğim. Onunla uzaklara gitmek istiyorum."
Mürit öfkeden deliye dönmüş. Aklından ilk geçen şey, karısını öldürmek olmuş. "Bana yâr olmayacağına göre kimselere yâr olmasın" diye geçirmiş içinden. Kapanmış eve, planlar yapmış kendince. Kimseyle konuşmaz olmuş. Derken bir sabah şeyhini kapıda beklerken bulmuş. "Hakiki âşık" demiş şeyh, "sevdiği insanın mutluluğunu ister. Âşık kişi, sevdiğinin mutluluğunu kendi mutluluğunun önüne koyar. Gerçekten seven insan, özgür bırakır. Sahiplenmek, hak iddia etmek, can almak, can acıtmak, âşıkların tutacağı yol değildir... Düşün. Düşün de öyle karar ver. Ve bil ki vereceğin karar, senin gerçek sınavındır."
İşte o zaman mürit için çetin bir iç muhasebe başlamış. Günler, haftalar boyu nefsi bir yana çekiştirmiş, yüreği bir yana. Sonunda bir sabah fırlamış yataktan. Açmış tüm pencereleri, kapıları sonuna kadar. Işık dolmuş içeri, efil efil rüzgâr. Dönmüş karısına, "Dilediğin yere git" demiş usulca. "Ben hakkımı sana helal ettim. Sen de bana helal et, öyle çık yola."
Bu hikâyeyi ilk duyduğumda bir masal gibi dinlemiştim. Gerçek olamayacak kadar romantik... Ta ki böyle insanlar tanıyana kadar. Onların öykülerini gazeteler yazmıyor, televizyon duyurmuyor. Ama bu ülkede üçüncü sayfa haberlerinin atladığı "büyük aşk" hikâyeleri de yaşandı, yaşanıyor.
 
Yazarları sevmeyen yazarlar
10 Şubat 2010


07.02.2010

Kimileri duygularını saklar, ipeksi, pastel renkli tüller ardında; kimileri ise dayanamaz, ateş püskürür gibi kelime püskürür orda burda. Bu bir "derece meselesi"dir aslında. Kimimizde ayyuka varır kıskançlık, kimimizde minimumda kalır. Ama hiçbir yazarın kıskançlıktan yüzde yüz arındığını sanmam.
Haber
ara spot: Türk edebiyatının divası Halide Edip Adıvar hemcinsi yazarlara karşı önyargılıydı. Bırakın onlarla beraber üretmeyi, ortak işler yapmayı, dayanışmayı, varlıklarını dahi görmezden geldi. İlginçtir, başta Mor Salkımlı Ev olmak üzere yazılarında dönemin erkek entelektüellerini ve kimlerden nasıl etkilediğini anlattığı halde, kadın yazarları hep es geçti.


"Ne zaman bir başka yazarın başarısına tanık olsam, ben biraz daha öldüm," demişti Gore Vidal, müthiş bir dürüstlükle. Çok az kişi bunu böyle samimiyetle dillendirse de, her yazar kıskançtır. Her yazar kendi dışındaki pek çok yazara öyle ya da böyle gıcık olur. Ama herkes bunu belli etmez. Kimileri duygularını saklar, ipeksi, pastel renkli tüller ardında; kimileri ise dayanamaz, ateş püskürür gibi kelime püskürür orda burda. Bu bir "derece meselesi"dir aslında. Kimimizde ayyuka varır kıskançlık, kimimizde minimumda kalır. Ama hiçbir yazarın kıskançlıktan yüzde yüz arındığını sanmam. Kıskançlık skalasında yüzde 1 ile yüzde 99 arasında bir yerlerdeyiz hepimiz. Bu yüzden işte edebiyat dünyasında ne kavga eksik olur, ne dedikodu. Tesadüf değil yazarların birbirlerini bırakın sevmeyi, okumaya bile tenezzül etmemeleri. Bir yazar kıskandığı bir başka yazarı katiyen okumaz. Öyle biri yokmuş gibi davranır. Romancılar birbirlerinin romanlarını, şairler birbirlerinin şiirlerini, kısa öykücüler birbirlerinin öykülerini okumamakta ısrar ve sebat ediyorlarsa, dikkat buyurun, oralarda sinsi sinsi dolaşmaktadır kıskançlık kedisi. Patilerinde siyah mürekkep!
Belki diyeceksiniz ki bu her meslekte böyle. Ama yazarların kıskançlığı başka bir şeye benzemez. Zira yazarlık, pek çok mesleğin aksine tek başına yürütülen bir uğraş. Ne bir ofis var ortada, ne mesai saatleri, ne çalışma arkadaşları. Yazının insanı asosyalleştiren bir mayası var. Fazla çekilirsen içine, yabani bir rüzgâra kapılır gibi kapılırsın hayallere. Kağıt, sudan bir aynaya dönüşüverir o zaman. İnsan yazdıkça yolculuk yapar kendi ruhuna, bireyin hallerine. "Biz" duygusuyla değil "ben" dürtüsüyle yazar edebiyatçı. Kendini Tanrı zanneder. Tüm bunlar, genel olarak edebiyatçıların "şişkin ego" sahibi olma riskini artırır.
Örnekler o kadar çok ki.... Mark Twain ile William Faulkner arasındaki atışmalar unutulmazdır. Koskoca iki yazar ne demeye birbirleriyle bu kadar uğraşmışlar bilinmez ama aralarındaki kelime savaşı feci boyutlarda yaşanmıştı. Faulkner, Mark Twain'i pespaye bir yazar olarak değerlenip, onun Amerika'da değil de Avrupa'da yaşasaydı asla bu kadar ünlenemeyecek dördüncü sınıf bir yazar olduğunu söylemişti. Sevgili Virginia Woolf kıskançlığın erkeklere has bir rahatsızlık olmadığının iyi bir örneğidir. Pek çok yazar hakkında dikenli sözler sarf ettiği gibi, Somerset Maugham'ı "cani kılıklı, fare suratlı, sokakta görsem korkacağım türden bir adam" olarak nitelendirmişti.
J.K. Rowling'in tüm dünyada yankılar uyandıran Harry Potter serisi çıktığında onu en çok diğer yazarlar yerden yere vurdu. Harold Bloom bu kitapların insanları aptallaştırdığını (ve bir anlamda gene aptallar tarafından okunduğunu) ima eden ağır bir yazı kaleme aldı. Tom Wolfe, edebiyatın iki ünlü ismi John Irving ve John Updike'ı "yaşlı bunaklar" diye eleştirip, bir kalemde harcadı. Norman Mailer, Tom Wolfe'un 700 sayfalık romanının 500 sayfasının gereksiz olduğunu söyledi. Atsan da olur.....
Bir başka meşhur kapışma Paul Theroux ile Nobel ödüllü V. S. Naipaul arasında yaşandı. Üstelik ikili vaktiyle arkadaştı. Ama 1996'da dananın kuyruğu koptu. O sene ikisi de aynı festivalde konuşmacıydı. Beraber sahneye çıktıklarında birbirlerinin yüzüne dahi bakmadılar. Naipaul, Theroux'yu kendi sırtından şöhret kazanmaya çalışmakla suçladı. Theroux da ağır bir yazı yazıp, Naipaul'u, ırkçı, ukala, bencil, kendisinden başka kimseyi sevmeyen, insanları kullanıp kenara atan biri olarak tanıttı.
Türk edebiyatının divası Halide Edip Adıvar hemcinsi yazarlara karşı önyargılıydı. Bırakın onlarla beraber üretmeyi, ortak işler yapmayı, dayanışmayı, varlıklarını dahi görmezden geldi. İlginçtir, başta Mor Salkımlı Ev olmak üzere yazılarında dönemin erkek entelektüellerini ve kimlerden nasıl etkilediğini anlattığı halde, kadın yazarları hep es geçti. Başta Fatma Aliye Hanım ve Emine Semiye Hanım gibi kıymetli kalemleri atlayıverdi. Oysa bu kadın yazarlarla aynı gazetede yazdığı, aynı şehirde yaşadığı ve aynı sorunlarla başettiği düşünülürse, o kadar çok ortak noktaları vardı ki.... Görmek bile istemedi.
Geçenlerde bir müzisyen arkadaşım aradı, şöyle bir laf etti. "Yahu bu hafta bir şiir gecesine katıldım, kendimi edebiyatçıların arasında buldum. Başka yazarların aleyhine durup durup bir sürü laf ettiler. Sen de bolca aldın nasibini bu sözlerden. İnanamadım. Gereksiz yere habire laf geçirmeler.... Orada olmayan insanlar hakkında atıp tutmalar..." Gülümsedim. Bir şey demedim. Ne söyleyebilirim ki? Bizim alemler öteden beri böyledir. Ben de dahil, o da dahil, hepimiz işte hepimiz.... Ne zaman bir başka yazarın başarısına tanık olsak, biraz daha ölürüz biz. Çok azımız bunu bu şekilde itiraf edebilsek de....
 
Üslup meselesi
11 Şubat 2010


GÜNDEM yoğun, hızlı, renkli ve hep ama hep gergin. Daha henüz bir haberi hazmedemeden bir yenisi düşüyor gazetelere. Bir atışma, bir tartışmadır gidiyor internet sitelerinde. Okumasak, merak ediyoruz. Okuyunca, moralimiz bozuluyor ama kimseye anlatamıyoruz. Toz duman içinde eriyor tepkilerimiz, bunca patırtı arasında duyulmuyor sözlerimiz.
Sanıyoruz ki yalnızız. Böyle hisseden bir biz varız. Sanıyoruz ki herkes büyük bir arenada, bir biz kalmışız bunun dışında. Kenardan izliyoruz; hayretle, kaygıyla, bıkkınlıkla. Sanıyoruz ki tek başımızayız ya da pek aciziz. Yanımızda eş, arkadaş ve dostla. Öyle değil aslında. Biz çokuz. O kadar çokuz ki farkında bile değiliz. Sokakta, işyerinde, alışverişte, yaşam derdinde, çocuklarını okutmak peşinde, hayatın ritmiyle koşuştururken bizler şunu bir türlü söyleyemiyoruz: Medyada ve siyasette bu kadar gerilim, bu kadar hırçınlık, bu kadar huzursuzluk istemiyoruz.
Televizyon haberleri "tekrar etmek" ve "telaşa vermek" üzerine kurulu. En sıradan haber bile öyle bir "eyvah paniiiiik!" duygusuyla veriliyor ki, ekran karşısında gerim gerim geriliyoruz. Her an bir skandal, her saniye bir "flaş flaş flaş" bekliyoruz. Dünyaya az sonra bir meteor çarpacak duygusuyla yüreğimiz ağzımızda kalakalıyoruz. Artık böyle bir şey Türkiye'de televizyon izleyicisi olmak. Her dakika diken üstünde bakıyoruz ekrana. Hani bir nükleer saldırı da olsa, bir kedi ağaçta mahsur da kalsa, aynı "bağıran çağıran" üslupla sunulacak. Bunca gürültü içinde yoruluyoruz. Ruhumuz daralıyor. Zihnimiz duraklıyor. Hayal gücümüz kuruyor. Nüanslar ve incelikler hızla kayboluyor.
Üstelik bir de aptal yerine konuluyoruz. Haberlerde aynı cümleler bozuk plak gibi döne döne yeniden vurgulanıyor. İlk seferde idrak edemeyeceğimizi düşünüyorlar herhalde. Bir de alt yazıyla geçiyor aynı kelimeler. Hem yüksek sesle yapılan tekrarlar, hem ekran altından geçen kırmızı bantlar... Ne zaman böyle olduk? Niye silkinip çıkmıyoruz bu sarmaldan? Neden izleyicisine güvenmeyen bir habercilik anlayışımız var? Romancılığın okulu yok. Ama eğer olsaydı daha ilk derste şu kuralı işlemek gerekirdi: "Okurunu kendinden cahil ya da aptal veya duyarsız sanma. Yazarken okura tepeden bakma." Romancılık için önemli olan bu altın kural televizyonculukta geçersiz mi yoksa?
Tartışmalar, heyheylenmeler, polemikler... Her akşam haberleri izleyen ortalama bir vatandaşın moralinin bozulmaması mümkün değil. Fazla televizyon izleyenlerimizin konuşma tarzları da değişiyor kendiliğinden. Kelime dağarcığımız daralıyor. Üstelik başlıyoruz her şeyi defalarca tekrar etmeye. En basit kelimeleri bile haykırarak söylemeye. Artık ev hanımları sohbet ederken, esnaf dükkânında dertleşirken, öğrenciler yolda yürürken böyle konuşuyor. Konuşma adabımızı, dinlemenin erdemini ve en önemlisi tevazuyu kaybediyoruz. Artık her cümlenin sonuna muhakkak yanıp sönen bir ünlem ekliyoruz: "Flaş! Flaş! Flaş!"
Medyada ve siyasette hırçın bir üslubumuz var. Yazarken de konuşurken de. O buna kızgın, bu ona bıçkın. Nedense hep "farklılıklar ve ayrılıklar ve olmazlar" konuşuluyor. Hiç ortak noktamız yok sanki. Öyle bir davranıyoruz ki birbirimize, ayrı gezegenlerden zembille inmişiz gibi. Bu toz duman içinde gülümsemek zorlaşıyor bazen. Yumuşak başlı insanlar, "zayıf" ya da "romantik" addediliyor hemen. "Ekranda kavga ne kadar büyürse reyting o kadar artar" diyorlar. Bu öyle bir önkabul ki sorgulamadan hap gibi yutuyoruz hemen. Evet, gündem yoğun, hızlı ve renkli ama onu gergin kılan biziz ne yazık ki.
 
Bir kadının yanında olmak
14 Şubat 2010
Bir kadın düşünün ki hayat arkadaşını kaybetti. Eğer eşini hastalıktan yahut kazadan ötürü yitirseydi gene kahrolurdu şüphesiz ama şu anda yaşadığı acı bunun iki misli olmalı çünkü eşi intihar etti. Önünde parlak bir hayat vardı, buna nokta koydu. Ve daha kötüsü, orada burada, herkes buna sebep olarak kadını göstermekte. Bir annenin kendi oğlu karşısındaki hüznünü, çaresizliğini ve yalnızlığını düşünün. Babasını kaybetmiş bir delikanlıya toplum "Hep senin annenin yüzünden oldu" diyor. Bir kadın düşünün ki, eşini katbetmenin acısını üçle çarparak yaşıyor şu anda.

Ne kadar kolay damgalıyor, nasıl da tereddütsüz yargılıyoruz. Kendimizi
tepede bir yere yerleştirip başkasına yukarıdan bakıyoruz. Kibir ki tüm tek tanrılı dinlerde en büyük günah, bizler kibrimizi gölge gibi her yere taşıyoruz. Kuran'da en sevdiğim ayetlerden biri şöyle der: "Belki alay ettikleri, kendilerinden daha iyidir."

Gazetelerde üzücü bir resim. Bir kadın, eşinin tabutuna sarılmış ağlıyor. Yanında gencecik oğlu, bir yandan metin durmaya çalışırken, bir yandan şüphesiz ki derin bir acı yaşıyor. Albay Berk Erden'in cenazesinde çekilmiş bir resim bu. Gene gazetelerde yazdığına göre cenazede bir çelenk dikkat çekiyor. Üzerinde "annesi, babası, oğlu ve kardeşi" yazmasına rağmen "eşi" yazmıyor. Başlıyor dedikodu kazanları fokurdamaya.
Tahminler yürütülüyor. Yazılı ve görsel basında onlarca laf dönüyor. Herkes,
hepimiz, bir ailenin hayatına burnumuzu sokuyor ve hiç üzerimize vazife olmadığı halde konuşuyor, konuşuyoruz.
Tartışmalar kesilmiyor. Bir internet sitesinde yayınlanan iddiaların durup dururken çıkmadığına, tam da albay terfi ve değerlendirme dönemine denk getirildiğine dikkat çekiliyor. Yaşasaydı, Albay Eren'in amiralliğe getirileceğinin altı çiziliyor. Ordu içinde gizli hesaplaşmalardan bahsediliyor. Komplolardan dem vurulup, makro analizler yapılıyor.
Bunlar beni hiç ilgilendirmiyor. Ben işin ne komplo teorileriyle, ne de varsa siyasi boyutlarıyla ilgiliyim. Adı geçen insanları tanımıyorum. Ortada bir tartışma dönüyorsa, hiçbir şekilde taraf değilim. "Öyleyse neden bu yazıyı yazma gereği duydun?" diyeceksiniz. Ben bu yazıyı bir romancı, bir edebiyatçı ya da bir köşe yazarı olarak yazmıyorum. Bu satırları sadece bir kadın, bir eş, bir anne olarak kaleme alıyorum. Vicdanım bana bunu yapmamı fısıldıyor. Çünkü bu hadisede beni ilgilendiren temel nokta bir kadının düştüğü durum, yaşadığı dram. Ve bunda hepimizin şöyle ya da böyle payı olduğunu düşünüyorum.
Bir kadın düşünün ki hayat arkadaşını kaybetti. Eğer eşini hastalıktan yahut kazadan ötürü yitirseydi gene kahrolurdu şüphesiz ama şu anda yaşadığı acı bunun iki misli olmalı çünkü eşi intihar etti. Önünde parlak bir hayat vardı, buna nokta koydu. Ve daha kötüsü, orada burada, herkes buna sebep olarak kadını göstermekte. Bir annenin kendi oğlu karşısındaki hüznünü, çaresizliğini ve yalnızlığını düşünün. Babasını kaybetmiş bir delikanlıya toplum "Hep senin annenin yüzünden oldu" diyor. Bir kadın düşünün ki, eşini katbetmenin acısını üçle çarparak yaşıyor şu anda.
Bir an için bu hadiseyi kenara bırakalım, her zamanki hallerimize bakalım. Her gün ne haberler çıkıyor basında. Çekirdek gibi çitliyoruz biz bu haberleri, öylesine kanıksamışız. Devamlı eşini aldatan erkek haberleri geliyor kulağımıza. Şöyle bir çalkalanıp, hızla geçiştiriyoruz. Üzerinde bile durmuyoruz. Ünlü erkeklerin de isimleri çıkıyor, sıradan vatandaşların da. "Erkeğin elinin kiri, yıkadı mı geçer" zannediyoruz. Hatta ve hatta bu duruma biraz "delikanlılık" atfedip, müstehzi bir tebessümle adını "çapkınlık" koyuyoruz. Ama bir kadının adı bir yerde geçmeyegörsün, anında değişiyor tepkilerimiz. Olayın aslını astarını bilmeden, ima mı iftira mı anlamadan, o kadını yerin dibine batırmak için kolları sıvıyoruz.
Bunları sadece Özgül Erden özelinde yazmıyorum. Biz bütün kadınları ilgilendiren genel bir mesele olarak yazıyorum. Buna muhafazakâr kadın da dahil Kemalist kadın da. Solcusu da dahil sağcısı da. Burjuva kadın da dahil işçi kadın da. Şöyle giyineni de dahil böyle kapananı da. Bütün kadınları yaralayan bir çifte standart var bu toplumda.
Ve ne yazık ki çoğu zaman gene biz kadınlar bu çifte standardın devam etmesine ön ayak oluyoruz. Çünkü biz birbirimiz aleyhine çok konuşuyor, ileri geri laflar ediyor, dedikodular üretiyor, gene bizler kem söz kazanının altındaki ateşi canlı tutuyoruz. Bir gün gelir, bugün başkasını yakan dedikodu ateşi bizi de yakar, bunu hiç düşünmüyoruz.
Ne kadar kolay damgalıyor, nasıl da tereddütsüz yargılıyoruz. Kendimizi tepede bir yere yerleştirip başkasına yukarıdan bakıyoruz. Kibir ki tüm tek tanrılı dinlerde en büyük günah, bizler kibrimizi gölge gibi her yere taşıyoruz. Kuran'da en sevdiğim ayetlerden biri şöyle der: "Belki alay ettikleri, kendilerinden daha iyidir." Hep ürpertir beni bu söz. Ne zaman birini küçümsemeye kalksam, hani aklımca beğenmesem, ne zaman kendimi bir başkasına üstün zannetsem, zihnimin bir yerinde yanıp sönmeye
başlar bu söz. "Belki o beğenmediğin insan senden daha iyidir."
Demokratik bir toplumda elbette her şey konuşulur, konuşulabilmeli. Ordu da
demokrasi kültürünün içinde yer almalı. "Düşünce ve ifade özgürlüğü" laftan ibaret kalmamalı. Ama asker olsun sivil olsun, insanların özel hayatlarına gelince orada durmak lazım. Hepimizi düşündüren, kalplerimizi yumuşatan bir üslup, bir adap, bir edep olmalı. Medya buna dikkat etmeli. Köşe yazarları ve editörler etik gazetecilik kriterlerinin oturması için uğraş vermeli. Bir yerlerde bir bariyer olmalı. Ve o bariyeri biz kurallarla, yasaklarla, cezalarla filan değil, vicdanlarımızla koymalıyız. Bir kadını, bir anneyi acıdan yas bile tutamaz hale getirmeye hakkımız yok. Özgül Hanım'ın yaşadığı durum bir "ayıp"sa şayet, onun değil toplumun ayıbıdır.
 
Geri
Top