Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

İzn-i Sefine
İstanbul ve Çanakkale boğazlarından geçecek, yabancı gemilere verilen izinlere karşılık alınan resim (harç, vergi).

Fatih Sultan Mehmed Han, Anadolu Hisarını tamir ettirip, Rumeli Hisarı'nı yaptırdığı sene (1452), ilk defa sefîne harcı alınmaya başlandı. İstisnasız bütün yabancı gemilerin muayenesi ile geçme hakkı alındıktan sonra gitmelerine müsaade ediliyordu. 1650-1669 yıllarında yapılan antlaşmalara göre, izn-i sefînenin miktarı, gemi başına 300 akçe olarak tespit edildi. Ancak sonraki yıllarda, gemilerin buharlı ve yelkenli olmalarına göre farklı ücretler alındı. Geçişlerden o zamanki paraya göre, senelik, ortalama olarak, 2500 altın gelir sağlanıyordu.

İzn-i sefîne fermanları, ekseriya isim yerleri açık olarak, Dîvân-ı Hümâyûn kalemince hazırlanırdı. Alınan paralar, devletin umumî gelirleri kısmına dahil edilmezdi. Bunlar, önceleri Dîvân-ı Hümâyûn kalemine ayrılırken, sonraları liman idaresine bırakıldı.
 
Jön Türkler
On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında, Osmanlı Devleti'nde, batı tarzı idare ve fikirlerin gelişip yayılması için çalışanlara verilen isim.

“Yeni Osmanlılar” veya “Genç Türkler” de denilen bu grup mensupları, Avrupalıların verdikleri Fransızca “Jeunnes Turcs” adıyla meşhur olmuşlardır. Bu tabir, umumî olarak, o yıllarda Avrupa’da politika, fikir ve edebiyatta aşırılık taraftarı gençlere veriliyordu. Yeni Osmanlılar için ise, ilk defa Mustafa Fazıl Paşanın yayınladığı bir mektupta, “Yeni Osmanlılar” karşılığı olarak kullanılmıştır. Daha sonraları Namık Kemal ve Ali Süâvî tarafından da benimsenerek, Türkçe'ye yerleştirilen bu tabir, uzun süre, Osmanlı topraklarında yetişen, devlet idaresine karşı gelen ve yabancılar tarafından yönlendirilen ihtilâlcilerin tamamının ortak adı olmuştur.

Yeni Osmanlılar Cemiyeti, 1789 Fransız İhtilâlinden sonra Avrupa’da süren 1830 ve 1848 ihtilâllerine ve bunların neticesinde ortaya çıkan fikir hareketlerine heveslenenler tarafından, 1865’te, gizli bir teşkilât olarak, İstanbul’da kuruldu. Yine bu tarihte, Mısır Hidivi Kavalalı İsmail Paşa, veraset usulünü değiştirerek, kardeşi Mustafa Fazıl Paşayı bütün haklarından mahrum etti. İkbal küskünü olan bu paşa, Abdülaziz Han'a ve üst kademe devlet adamlarına düşman kesildi. İntikam için, Jön Türklerin arasına katıldı ve başlarına geçerek, onları bilhassa maddî yönden büyük çapta destekledi.

Mustafa Fazıl Paşanın, Abdülaziz Hana hitaben, Paris’te yazdığı ve küstahça ifadelerin yer aldığı mektup, 1867’de Türkçe'ye tercüme edilerek, Tasvîr-i Efkâr Gazetesi’nde yayınlandı ve Osmanlı ülkesinde binlerce adet bastırılıp dağıtıldı. Mektup, meşrutiyet fikirleri ve meşrutiyetin ilanı arzusu bahanesiyle, Osmanlı Devletine ve bazı devlet ricaline karşı ağır ifadeler ihtiva ediyordu. Bu mektubun akabinde, Mustafa Fâzıl Paşa tarafından Paris’e çağrılan Jön Türkler, onun maddî desteğiyle, Avrupa’da geniş bir yayın faaliyetine giriştiler. Bu yayınların biri sönüp diğeri açılıyor ve sayıları çoğalıyordu. Jön Türkler, bu yayınlarından, mükemmel bir fikir sisteminin ifadesi ve izahından ziyade, belli başlı birkaç nokta üzerinde durdular ve hep aynı şeyleri tekrarladılar. Namık Kemal, Ali Süâvî ve Ziya Paşa gibi meşhur isimlerin, kalemleri ile dile getirdikleri fikirleri, “Osmanlı Devletine meşrutiyet idaresinin getirilmesi ve bütün azınlıklara Avrupaî tarzda hak, hürriyet verilmesi” şeklinde özetlenebilir. Bunların sağlanması için, aralarında birlik kuramadılar. Çoğu, ihtilâl ve kanlı mücadele istedi, bir kısmı da fikrî mücadele taraftarı gözüktü. Abdülaziz Hanın Fransa ve İngiltere ziyaretleri esnasında, Padişahtan af diledikten sonra kendisine nazırlık verilen Mustafa Fazıl Paşa, maksadına kavuşup aralarından ayrıldı. Padişahın bu ziyaretinden sonra, Osmanlı Devleti ile dost geçinmek mecburiyetini hisseden Fransa ve İngiliz hükümetleri, Jön Türklere itibar etmez oldular. Hiçbir devletten destek göremeyen Jön Türkler, bir müddet çeşitli Avrupa şehirlerinde dolaştılar. Bir kısmı İstanbul’a dönüp Padişahtan özür dileyerek devlet kademelerinde görev aldılar. Bazıları da yayıncılık faaliyetlerine devam ettiler. Birinci Meşrutiyetin ilanı ile canlanan Jön Türkler (Yeni Osmanlılar Cemiyeti), zararlı faaliyetleri görülünce, İkinci Abdülhamid Han tarafından kapatılarak ortadan kayboldu. Böylece, Jön Türklerin birinci devre faaliyeti sona erdi.

Bundan sonra, yurt içinde ve dışında kurdukları birçok dernek ve yayınladıkları, sayıları yüze varan dergi ve gazete ile, İkinci Abdülhamid Hanın şahsında devlete karşı kesif bir propagandaya girişen Jön Türkler, sıkı bir işbirliği içinde oldukları Fransız ve İngiliz hükümet çevrelerinden destek gördüler. Nitekim, 4 Şubat 1902’de Paris’te toplanan Birinci Jön Türk Kongresi, Fransız Senatosu üyesi Lafeuvre Contalis’in evinde yapıldı. Bu kongreye, Osmanlı Devletinin hakim olduğu hemen her bölgeden çağrılan delegeler katıldı. Bunlar arasında bulunan her din ve milliyetten insanın ortak vasfı, Osmanlı Devletine karşı olmaktan ibaretti. Bunun dışında, aralarında hiçbir bağ ve fikrî birlik bulunmayan bu insanlar, aralarındaki sen-ben çekişmesi sebebiyle, kongreyi başarısız bir şekilde sona erdirdiler. Delegeler, Osmanlı Devletinin yıkılması hariç, başka hiçbir noktada birlik olamadılar.

27-29 Aralık 1907’de yine Paris’te toplanan İkinci Jön Türk Kongresine; İttihat ve Terakki, Prens Sabahattin’in Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyet cemiyetleri yanında, Ermeni Taşnaksutyun Komitesi de katıldı. Kendi aralarında birlik olmamasından yakınılan bu kongrede; Osmanlı Devleti aleyhine en ağır ithamlar yapıldıktan sonra, İran Mebusan Meclisine dostluk telgrafı çekilmesine, Makedonya’daki Rum, Bulgar vs. çetelerinin, devlete karşı olan isyanlarının desteklenmesine, diğer gizli cemiyetlerin birleştirilerek, ihtilâlci yayınlar yapılmasına karar verildi.

Jön Türklerin uzun yıllar devam eden faaliyetlerinde, ön planda meşrutiyet ve hürriyet fikirleri görünüyorsa da, her grup ve şahsın ayrı ayrı maksatları vardı. Azınlıklar istiklâl, hiç değilse muhtariyet kapmak, şahıslar ise şahsî hırs ve arzularını tatmin etmek peşindeydiler. Osmanlı Devletini parçalamak ve yıkmak isteyenler tarafından methedilen Jön Türklerin faaliyetleri ise, devletin yıkılışını hızlandıran belli başlı sebeplerden olmuştur. Batı dünyası karşısındaki tavırlarının taklitten öteye geçememesi, devlet kademelerinde yer almak, meşhur olmak, hattâ Mithat Paşa'da olduğu gibi, kendi ailelerini hanedan yapmak için azınlıklarla, eşkıyalarla, Rum-Ermeni çeteleri ve Avrupa devletleriyle işbirliği yapmaktan çekinmemeleri, bu faaliyetlerin en acı tarafı olmuştur. Netice olarak, Osmanlı topraklarındaki sulh ve sükûnu, dört bir yandan patlak veren ihtilaller, isyanlar, hükümet darbeleri ve savaşlarla yok etmişler, çıkarılan idaresizlik, kargaşa ve savaşlar ortamı içinde, milletin felâketini hazırlamışlardır. Birinci Dünya Savaşı, Jön Türk faaliyetinin Türkiye’de sonu olmuş, daha önce yaptıkları gibi, yine yurt dışına kaçmışlardır.
 
Kabakçı Mustafa İsyanı
Osmanlı Sultanı Üçüncü Selim Hanın tahttan indirilerek yerine Dördüncü Mustafa Hanın geçirilmesiyle neticelenen isyan. Kastamonulu olan Kabakçı Mustafa’nın Mayıs 1807’de, âsîlerin lideri seçilmesinden önceki hayatı bilinmemektedir.

Kabakçı Mustafa isyanının sebepleri çok çeşitlidir. On sekizinci yüzyılın başlarında Osmanlı Devleti, içte ve dışta çeşitli düşmanlarla mücadele ediyordu. 1789 Fransız ihtilâlinden sonra Avrupa’da meydana gelen olaylar, Osmanlı ülkesini etkilemedi. Hattâ Sultan Üçüncü Selim Han, “Nizâm-ı Cedîd” adı ile askerî, mülkî, idarî, ticarî, içtimaî ve siyasî bir dizi ıslahat teşebbüslerine girişerek, devlete yeni bir hayatiyet ve canlılık getirdi. Bu durum; Rusya, Fransa ve İngiltere’nin hoşuna gitmedi. 13 Aralık 1806’da çıkarılan Sırp isyanı, 1807’de Rusya’ya harp ilanı ve İngiliz donanmasının İskenderiye’yi işgali, tamamen Osmanlı Devletinin bu gelişme programını önlemeye yönelikti. Nitekim bu faaliyetler, içeride de, Selim Hanın kurduğu modern Nizâm-ı Cedîd ordusunu istemeyen yeniçeriler ile menfaatperestleri ve Osmanlı Devletinin yıkılmasını isteyen hainleri harekete geçirdi. Akkâ yenilgisini bir türlü unutamayan Fransızların İstanbul Sefîri Sebastiani’nin teşviki ve Selânikli Sadaret Kaymakamı Köse Musa’nın tahrikleriyle âsiler, ayaklanmaya hazır hâle geldiler. Karadeniz Boğazı tabyalarındaki yeniçeriler ve yamaklar, gizlice, modern ve talimli yeni askerlere karşı kışkırtıldılar. Sadaret Kaymakamı Köse Musa’nın telkinleriyle, yamaklar, Haseki Halil Ağayı parçaladılar. Bu hareket ile isyan başlatıldı. Büyükdere Çayırında toplanan âsiler, Kastamonulu Kabakçı Mustafa’yı lider seçtiler. İsyan genişledi. Beş yüz kadar âsi, İstanbul’a yürüdü. Âsileri, Levend Çiftliğindeki bir tabur nizamî asker durdurmaya kâfiyken, Köse Musa, Nizâm-ı Cedîd askerinin harekâtını durdurdu. Sultan Üçüncü Selim Han da, Müslüman kanı dökülmesini istemedi. Sultan Üçüncü Selim Hanın; “Bu işlere sebep, benim hilmimdir (yumuşak huylu olmamdır)!” demesi üzerine, Köse Musa, âsileri teskin edeceğini ifade ederek, Nizâm-ı Cedîd askerlerinin kaldırıldığı hakkındaki fermanı çıkarttı. Kararın hemen ardından Köse Musa harekete geçti. Çardak ve Unkapanı İskelesine gelen âsiler, yeniçeriler ile birleşip, Nizâm-ı Cedîd taraftarı devlet adamlarını katlettiler. Daha sonra Pâdişâhı da istemiyoruz diye bağıran âsiler, 29 Mayıs 1807’de, Sultan Üçüncü Selim Hanı tahttan indirip, yerine Sultan Dördüncü Mustafa Han'ı geçirdiler. Bütün ilerlemeler durduruldu. Kabakçı Mustafa, Turnacıbaşılık pâyesiyle Boğaz’a tayin edildi. Hükümet işlerinde nüfuz sahibi oldu. Fakat bu çok kısa bir zaman sürdü. Temmuz 1808’de, Boğaz’daki evinde öldürüldü.
 
Kadınefendi
Osmanlı Devleti saray teşkilâtında, padişah hanımlığına yükselen kadınlara, 17. asırdan sonra verilen unvan.

Kadınefendi unvanı yerine, 16. asırda, “haseki” tabiri kullanılıyordu. Erken devirlerde ve daha önce Türk-İslâm devletlerinde kullanılan “hatun” kelimesi ise, Osmanlılarda sadece padişah kızları için kullanılan bir tabirdi.

Saraya kabul edilen kadınlar, Harem-i Hümâyûnda bir okul disiplini içinde eğitim görürlerdi. Sarayda bu kadınlara okuma yazma ve dinî bilgilerin yanında dikiş-nakış, güzel konuşma ve görgü kaideleri öğretilirdi. Acemi, kalfa, haznedar gibi mertebeleri aşanlar, padişah hanımlığına yükselirler, “gözde” veya “ikbal” unvanını alırlardı. Eğer padişahtan çocukları dünyaya gelirse, “haseki” olarak isimlendirilirlerdi. Padişahların eşleri iki kısımdı; kadınefendi ve haseki sultan. Erkek çocuğu olan hasekilere, Haseki Sultan (sonraları Kadınefendi) denir ve başlarına kıymetli taşlarla süslü altın tac giydirilirdi.

Kadınefendi olanlara haslar verilir, bunlara ayrı daireler tahsis edilir ve maiyetlerine hizmetçiler, memurlar tayin edilirdi.
 
Kadırga
Buharlı gemilerin yapımından evvel kullanılan harp gemilerinden biri.

Kadırgalar hafif, az su çeken, dar, uzun ve alçak bordalı, kıç tarafları baş tarafından yüksek, kürekle ve müsâit rüzgârlı havalarda üç köşe yelkenle seyir yapan, manevra kabiliyetleri yüksek harp tekneleridir. Özellikle Akdeniz devletleri tarafından kullanılırdı.

Osmanlı kadırgalarının boyları 62 ila 63, genişlikleri 25 veya 8 metre olurdu.

Fırtınalı havalar için elverişli olmayan bu tekneler, kış aylarının rüzgârlı günlerini limanlarda geçirir, yazın sakin ve fırtınasız havalarda denize açılırlardı.

Akdeniz'in en hareketli harp gemisi olan kadırgalar, 7 Ekim 1571 İnebahtı Deniz Savaşı'ndan sonra yerlerini yelkenle hareket eden ve daha çok top taşıyan gemilere terk etmeye başladı. Akdeniz devletleri, 18. yüzyılın sonuna kadar, bahriyelerinde kadırga sınıfından gemi kullanmaya devam ettiler. Osmanlı bahriyesi de yelkene geç geçen ve kadırgayı en son terk eden denizci devletlerden biridir.

Osmanlı kadırgalarında 25, Venedik kadırgalarında 26 çift kürek bulunur ve her kürek dörder kişi tarafından çekilirdi. Osmanlı kadırgalarının baş tarafında biri büyük ve ikisi daha küçük üç top bulunurdu. Küreklerin rahat çekilmesi ve tekne ortasında leventlerin ve gemicilerin dolaşabilmeleri için kadırga bordalarında “şahnişin” denilen çıkmalar yer alırdı.

Osmanlı kadırgaları, Zakala ve Bey kadırgaları olmak üzere iki sınıftı. Zakala kadırgaları, devlet tersanelerinde yapılırdı. Bey kadırgaları ise, beylerin kendi bölgelerindeki tersanelerde yaptırılır, deniz savaşlarında da doğrudan kendileri komuta ederlerdi. Son zamanlarda top sayıları arttırıldı.

Kadırgaların personel mevcudu; 196 kürekçi, 100 levent ve geri kalan gemici olmak üzere 330 kişiydi.

Kadırgadaki kürekçiler, esirlerden veya kürek cezasına çarptırılmış mahkûmlardan, bazen de kısmen gönüllülerden olurdu. On beşinci ve on sekizinci yüzyıllar boyunca, donanmalarda kullanılan kadırgalar, topçuluğun gelişmesi ve kalyon sınıfı gemilerin deniz savaşlarında önem kazanmasından sonra, önemini kaybetti.
 
Kahtı Rical (Kaht-ı Ricâl)
Bir ülkede, büyük devlet ve siyaset adamları ile âlimlerin bulunmaması, yetişmemesi.

Osmanlı Devleti'nde bilhassa Tanzimat'tan sonra “kaht-ı rical” tabiri çok kullanılmıştır. Devlet adamlarının yetişmemesi, âlimlerin çok azalması, devletin yıkılış sebeplerinden birisidir.

Büyük imparatorluk hâlindeki Osmanlıları yıkmanın tek şartının, onları ilimden, dirayetli devlet adamlarından mahrum bırakmak olduğuna inanan İngilizler (iki asır boyunca bu iş için uğraştılar), fen ve din ilimlerinin okutulduğu medreselerin yozlaşması için var güçleriyle çalışarak, 19. asrın sonu ve 20. asrın başında arzularına tamamen ulaştılar. Artık Osmanlıda, devlet ve ilim adamı sayılabilecek çok az kimse yetişti. Bu bakımdan, o zamanlar, kaht-ı rical tabiri günlük lisanda çok kullanılır oldu.
 
Kalyon
Yelkenli ve kürekli en büyük savaş ve yük gemisi.

Osmanlı kalyonlarının, üç ambarlı ve kapak adı verilen iki çeşidi vardı. Üç ambarlı, en üst güvertesinden başka iki alt güvertesinde top bataryası bulunan, ağır ve hantal yapılı, yalnız yelkenle yürütülen bir gemi tipiydi. Kapak, ana güvertesinden başka iki alt güvertesinde top bataryası bulunan, daha hafif bir kalyondu. Buna “karaka” da denirdi. Osmanlı denizciliğinde kalyon, ilk defa, Sultan İkinci Bayezid Han devrinde kullanıldı. Kanunî Sultan Süleyman Han devrinde de, bin beş yüzden iki bin tonilâtoya kadar yük taşımaya müsait, karaka türünden büyük gemi kullanılırdı. Bu gemiler, her ne kadar kürekle sevk olunur ise de, hareketleri yelken ve direğe, yani rüzgâra bağlı olduğundan, savaş sırasında rüzgâr esmediği zamanlarda pek fazla işe yaramazlardı. Osmanlılar, bu tür gemileri, nakliyat işlerinde kullanırlardı.

Kalyonda çalışanların aylıklarını, yiyecek ve içeceklerini ve levazım hesaplarını tutan, vazifeli kalyon kâtibi bulunurdu. Kalyonlarda, bugünkü doktor albay rütbesinde, kalyon tabibi vardı. Kalyonlarda vazifeli askerler, kalyoncu diye tabir edilirdi.

Kalyoncuların özel bir kıyafeti vardı. Bir metre uzunluğunda yatağan bıçaklar ve özel tabancalar kullanırlar, başlarına, bellerine şal takarlar, omuzlarına mevsime göre yapılmış bornoz atarlardı. Bazen başlarına sarıklar sararlar, sırma ve düz kaytandan işlemeli şalvar giyerlerdi.

Ayakkabıları küt burunlu, üzerinden ayak parmakları görülecek biçimdeydi. Buharlı gemilerin yapımından sonra, diğer yelkenli harp gemileri gibi kalyonlar da ortadan kalktı.
 
Kanunname
İdarî, malî, cezaî ve çeşitli sahalarda görülen lüzum üzerine, padişahların emir ve fermanlarıyla vaz' edilen (konulan) kanun ve nizamları ihtiva eden mecmua. Kanunnâmeler, daha önceki padişahlar tarafından konulan kanun ve nizamların aynen veya hülasa edilerek toplanmak suretiyle de meydana getirilirdi.

Bütün İslâm devletlerinde, hükümde, birinci derecede esas kaynak; kitap, sünnet, icmâ ve kıyas ile bunlara bağlı delillerin teşkil ettiği İslâm hukukudur. Hicrî dördüncü asra kadar müctehidler, temel kaynaklarda hükmü açıkça bulunmayan meseleleri, kendi içtihatlarına göre hallediyorlardı. Bu asırdan itibaren, yalnız dört büyük müctehidin içtihat ve usulleri kaydedilmiş, fıkıh ve usûl-i fıkıh kitapları yazılmıştır. Bundan sonra, sorulan sualler bu kitaplara göre cevaplandırılmıştır. Zamanla, âlimlerin, fıkıh kitaplarına göre verdikleri cevaplar derlenerek, fetva kitapları yazılmıştır.

Bunların yanında, sultan tarafından emir, ferman ve kanunnameler de çıkarılmıştır. Bunlar, meydana gelen hâdiseleri halleden hükümler mahiyetindedir. Padişahların bu nevi hüküm verme hususunda mesnetleri, dayanakları yine İslâm hukukudur. İslâm hukuku, lüzum görüldüğünde padişaha hüküm vermek selâhiyeti vermiştir. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîfte, ulülemre itaat emredilmiştir. Bu sebeple padişahlar, zaman zaman kamu yararını ve devlet işlerinin düzenli yürütülmesini dikkate alarak, hukakun çeşitli mevzularına ait kanunlar koymuşlardır.

Nitekim pazardaki bac vergisinin miktarı, timarlı sipahilerin hak ve vazifeleri, kıyafet ve sikke meseleleri, padişahın emir ve fermanları ile tanzim edilmiştir. Bu düzenlemelerde, muhitlerin dine muhalif olmayan örf ve âdetleri de önemli rol oynamıştır. Bu husus, emir ve fermanları bir araya toplayan kanunnâme mecmualarının baş tarafındaki; “Yüce İslâm kanununa uygunluğu görülüp, şimdi bile geçerli kanun ve İslâmî meseledir” ibaresinden de açıkça anlaşılmaktadır. Kemalpaşazâde’nin bir fetvasındaki; “Şer’an câiz değildir ve hem men olunmuştur. Cânib-i sultandan” ifadesi, İslâm hukuku ile kanunnâmeler arasındaki uygunluğu gösterir. Osmanlı için böyle bir uygunluk mecburîdir. Çünkü devletin temeli, İslâmı yaşama ve yayma gayesi üzerine kurulmuştur.

Osmanlı padişahlarının, İslâm hukukunun dışında olan örfe dayanarak yaptığı düzenlemeleri, İslâm hukukunun dışında görmek ve Osmanlının İslâm hukukundan ayrı, bir de örfî hukuk tatbik ettiğini söylemek mümkün değildir. Çünkü İslâm esaslarına muhalif olmayan her tasarruf dinîdir ve dine uygundur. Bunun içindir ki, Osmanlılarda hâkim mevkiinde olan kadılar, fıkıh ve fetva kitapları yanında padişah tarafından çıkarılan emir, ferman ve kanunnâmelere de hükümde kaynak olarak müracaat etmişlerdir.

İlk Osmanlı kanunnâmeleri, kanun tekniği ve bünye hususiyetleri bakımından, mücerret ve umumî bazı hükümlerin, sistemli bir tarzda, tasnif ve tertipleri suretiyle meydana gelmiş değildi. Bunlar daha ziyade, muayyen zaman ve mekânlarda ortaya çıkan hâdiselerle ilgili emir ve fermanlardan ibaretti. Ayrıca, bütün Osmanlı memleketlerine mahsus umumî kanunlar olmayıp, her yerin örf ve âdetlerine göre düzenlenmiş hususî kanunlardı. Zaten Osmanlı Devleti'nde, idarî, malî mevzuatta bölgelere göre, her biri ayrı bir teşkilât ve nizamla idare edilen ve çeşitli imtiyaz ve muafiyetlere sahip bulunan zümreler vardı. Bunlara ve vakıflar şeklinde, idarî-malî bir takım muhtariyetlere ve her biri kendi hususî statüsüne göre idare edilen teşekküllere hükmeden bir ülkede, umumî bir teşkilât ve idare kanunu tertip etmeye ve bunu herkesin eline vermeye imkân yoktu. Bu sebeple Osmanlıların, İslâmiyet'e uygun olmak şartıyla, meselâ Macaristan’da fethedilen memleketler ile Adalar'da, Mısır’da, Âzerbaycan’da veya doğu vilayetlerinde, hemen fetihten sonra, uyulacak kanunlar kaleme alınırken, o memleketlerde öteden beri geçerli örf ve âdetler ile birlikte bir kısım eski nizam ve kanunların da değiştirilmedikleri dikkati çekmektedir. Bilhassa bir kısım Türk-İslâm devletlerinden fethedilen ülkelerde bazen eski kanunların hiç değiştirilmeden, aynen ve eski isimleri ile muhafaza ve tatbik edildiği, sadece sonradan sokulmuş ve İslâmiyet'e aykırı bid’atlerin ayıklanarak atıldığı görülmektedir.

Denilebilir ki, Osmanlılar fethettikleri memleketlerdeki örf ve âdetler ile halkın alışık olduğu vergi şekillerine uzun müddet riayet etmişler, ancak lüzum duyuldukça, onları yavaş yavaş tadil ve ıslah etmek suretiyle, bütün ülke için umumî ve müşterek bir nizama doğru yükselmek imkânını bulmuşlardır. Yine bu siyaset sayesinde, hakimiyetleri altına aldıkları ülke halkının gönlünü fethetmişler ve onları İslâmiyet'e daha kolay ısındırmışlardır.

İlk zamanlarda emir ve fermanlar çıkarmak suretiyle mahalline gönderilen kanunlar, Fatih Sultan Mehmed zamanında, Kanunnâme-i Âl-i Osman adıyla tedvin edilmiştir (derlenmiştir). Nitekim, Kanunnâme’nin hemen başında yer alan; “Bu kanunnâme, atam ve dedem kânûnudur ve benüm dahî kânunumdur” ifadesi, bunun açık delilidir. Fatih kanunnâmesi, üç kısımdan teşekkül etmekteydi. Birinci kısım, devlet ileri gelenlerinin teşrifattaki yerlerine, padişaha kimlerin arzda bulunabileceklerine, kadıların mertebelerine; ikinci kısım, saltanat işlerinin tertibine, yani dîvân, hasoda teşkilâtına ve saray hizmetkârlarının bayramlaşma merasimlerine; üçüncü kısım ise, suçlar ve karşılıkları ile mansıp sahiplerinin gelirlerine dair bilgileri ihtiva ediyordu. Son kısımda ayrıca gayrimüslim devletlerin verecekleri yıllık vergiler ile devlet görevlileri ve hanedan mensuplarına dair lakap örnekleri bulunmaktadır.

Diğer taraftan, arazi ile ilgili kanunnâmeler, umumî nüfus ve arazi tahrir defterlerinin baş kısmında yer alıyordu. Burada, Osmanlı Devletinde yazıldığı yöre ile ilgili toprak işçiliğinin organizasyon şekilleri, toprakların ve o toprağı işleyen reâyânın hukukî statüleri, vergi sistemleri ve çiftçileri ilgilendiren çeşitli vergilerin önem ve mahiyeti belirtilmekteydi.

Halkın eşya ve yiyecek fiyatlarının tespit ve teftişi hususlarını tayin eden ihtisab kanunnâmeleri ise, padişahın emri üzerine, alâkalı zümre temsilcilerinin katılmasıyla mahallinde yapılan tetkiklere ve esnafın âdet ve nizamlarını tespit için vaktiyle verilmiş fermanlara dayanarak düzenlenmiştir. Kanunnâmede alışverişlerle alâkalı olarak narhın herkesi ilgilendirmesi sebebiyle, ferman çıkmadıkça fiyatların yükselip düşürülemeyeceği üzerinde durulmaktadır. Narh söz konusu edilirken, sadece tayin edilen fiyattan satmak değil, bunun yanında kalitenin de bozulmaması lazım geldiği hususuna dikkat çekilmekte; fiyata riayet etmekle beraber; sanatına hile katan, gramajı düşüren veya özellikle ekmeği çiğ çıkaranların affedilmeyip cezalandırılmaları istenmektedir. Bilhassa halkın huzur içinde yaşayabilmesini temin eden şartlardan birinin, çarşı pazarın intizamına bağlı bulunduğuna dikkat çekilmektedir. Bu yüzdendir ki, Osmanlılar, çok önem verdikleri narh müessesesinin kontrolünü, sadrazamın vazifeleri arasına almışlardır.

Fatih Sultan Mehmed, İkinci Bayezid ve Yavuz Sultan Selim Han zamanlarında düzenlenen kanunnâmeler, Kanunî Sultan Süleyman zamanında en mükemmel şeklini almıştır. Bu kanunnâme de, Fatih Kanunnâmesi gibi, üç bölümden meydana gelmektedir. Birinci bölümde, ceza kanunları genişletilmiş ve sistematik bir şekilde düzenlenmiştir. İkinci bölüm, sipahilerin yükümlülüklerine ve sipahilerle ilgili kanunlara yer vermiş, sipahilerin reâyâ üzerindeki haklarıyla onlardan alacakları vergiler, has ve timar arazilerinden alınan baçlar, yayalarla müsellemlere ilişkin kanunlar da bu bölümde ele alınmıştır. Üçüncü bölümde ise, reâyânın hak ve görevleriyle, toprakların kullanımına dair hükümler ve askerlik vazifesi yapan reâyânın özel kanunları vardır.

Bu kanunnâmelerin yanında, zamanın padişahının emirleri ve muhtelif kanunların bir araya getirilmesi suretiyle teşkil olunan kanunnâmeler de görülmektedir. Ancak bu kanunnâmeler, tatbikatta müracaat edilen asıl kanun metinleri olmaktan uzaktır. Bunlar, devlet dairelerinde tatbik edilmek üzere, resmen tanzim edilmiş bir kanunlar mecellesinin aslı olmayıp, Osmanlı devlet teşkilâtı hakkında umumî bir fikir vermeye yarayacak derlemelerden ibarettir. Ancak, bazen bunlar, bir kanunnâme sureti de olabilmektedir.

Bu arada bazı kanunnâmeler de asıl metni teşkil eden hükümlerin fetva şeklinde birer misal ile izah edildiği de görülmektedir. Bunlar arasında bilhassa Şeyhülislâm Ebüssuud Efendi'ye ait olup, mîrî arazi rejiminin esaslarını tespit ve izah eden fetvalar çok önemlidir.

Padişahlar, bu kanunları düzenlerken, mutlak olarak dîvân üyeleri ile istişâre etmişlerdir. Ayrıca şeyhülislâmın da tasdikinden geçirilmiştir.

Bu durum, devletin zayıfladığı ve dış baskılarla ilan edilen Tanzimat Fermanı'na kadar düzenli bir şekilde devam etmiştir. Tanzimat'tan sonra, Osmanlı ülkesindeki ecnebî davalarının şer’î mahkemelerde görülmesine karşı çıkılınca, batılı devletlerin baskısı ile, yabancıların davalarının halledilmesinde esas olmak üzere bazı tadiller de yapılmıştır. Hattâ bunun için, Avrupaî kanunların tercüme edilmesini teklif edenler olmuştur. Cevdet Paşa ve taraftarları, bu kanunların, Osmanlı Devletinin bünyesine uymadığını söyleyince, kabul gören bu fikir neticesinde, devrin âlimlerinden müteşekkil bir heyet; Metn-i Metîn ve Arazi Kanunnâmesi'ni (bilâhare Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye’yi) hazırlamıştır. Bunların yanında, 1840 ve 1850-51 tarihli ceza kanunları, İslâm hukukuna uygun olarak hazırlanan kanunlar grubunu teşkil eder. Bununla beraber, 1850 tarihli Ticaret Kanunnâmesi, 1858 tarihli Ceza Kanunnâme-i Hümâyûnu gibi kanunlar ise, batılı kanunların değiştirilmesi ile hazırlanmışlardır.
 
Kanun-u Esasi (Kanun-u Esasî)
Osmanlı Devletinde, Sultan İkinci Abdülhamid Hanın emriyle 28 kişilik bir heyet tarafından hazırlanıp, 23 Aralık 1876’da kabul ve ilan edilen anayasa özelliğindeki kanun. Devletin şeklini, çatısını, devlet içindeki teşrî (yasama), icra (yürütme), kaza (yargı) kuvvetlerinin birbiriyle münasebetini, bunların hangi organlar vasıtasıyla kullanıldığını ve ayrıca ferdin devlete karşı olan hak ve görevlerini tayin eden Kanun-u Esasî, 12 kısım ve 121 maddeden ibarettir.

Osmanlı Devleti bir İslâm devleti olduğu için, İslâm hukukuna göre hazırlanmış, anayasa özelliğini taşıyan kanunnâmelerle idare ediliyordu. Kanunnâmelerin dışında, 1808’de Sened-i İttifak, 1839’da Gülhane Hatt-ı Hümâyûnu adıyla bilinen Tanzimat Fermanı ve 1856’da Islahat Fermanı gibi, anayasa özelliği taşımayan siyasî belgeler çıkarıldı. Bu belgeler siyasî olup, genelde Hıristiyan Avrupa devletlerinin baskısıyla, Osmanlı ülkesindeki gayrimüslim tebaaya daha fazla hak ve imtiyaz verilmesi için düzenlendi.

Tanzimat döneminden itibaren, tahsil için Avrupa’ya gönderilen şahıslar, batı kültürüyle temasa geçtiler. Fransız İhtilali'nin ortaya koyduğu liberal fikirlerin etkisinde kalan gençler, bu fikirleri Osmanlı ülkesinde yaymaya çalıştılar. Osmanlı Devletinin siyasî yapısını değiştirmek için kurulan ve Avrupa devletlerinden destek gören Yeni Osmanlılar Cemiyeti, meşrutiyet idaresinin kurulması için, içeride ve dışarıda faaliyet gösterdi. Batı rejim ve müesseselerine hayran olan Midhat Paşa'nın da dahil olduğu Yeni Osmanlılar Cemiyetine mensup kimseler, başta padişah Sultan Abdülaziz Han olmak üzere, yüksek devlet makamlarında bulunan bazı şahsiyetler aleyhinde tertiplere giriştiler. Yürütülen bu çalışmalar ve tertipler neticesinde Mahmud Nedim Paşa sadrazamlıktan alınıp yerine Mütercim Rüşdü Paşa getirildi. Hüseyin Avni Paşa da Seraskerliğe (Genel Kurmay Başkanlığı) tayin oldu. Kabinede değişiklik yapılarak Hayrullah Efendi Şeyhülislâmlığa getirildi. Midhat Paşa ve arkadaşları, kurdukları türlü hile ve tuzaklarla, 30 Mayıs 1876’da Sultan Abdülaziz Hanı tahttan indirdiler ve Topkapı Sarayı'na hapsettiler. Yerine de Beşinci Murad Hanı geçirdiler. 4 Haziran 1876’da, Sultan Abdülaziz Hanı, Fer’iye Sarayında, bir suikastla şehit ettiler. Sultan Beşinci Murad Han, bu işkenceli ölümü işitince, üzüntüden aklî dengesini kaybetti. Doktorların Sultan Murad’ın tedavisine artık imkân kalmadığını raporla bildirmeleri üzerine, Bâbıâli’de toplanan vükelâ heyeti (Bakanlar Kurulu), Sultan Murad’ın tahttan indirilmesine ve İkinci Abdülhamid Han'ın tahta geçirilmesine karar verdi.

Meşrutiyet idaresini getireceğini vâdeden Sultan İkinci Abdülhamid Han, 31 Ağustos 1876’da tahta çıktı. Meşrutiyet idaresinin esaslarını belirleyecek Kanun-u Esasî’yi hazırlamakla, Midhat Paşayı görevlendirdi. Ön hazırlık olmak üzere, yirmiye yakın proje hazırlandı. Çeşitli Avrupa anayasaları tercüme edildi. Midhat Paşanın 57 madde ve dokuz bölüm olarak hazırladığı “Kanûn-i Cedîd” adlı proje, dengesiz bir meşrutiyet rejimi taslağı olduğu için kabul görmedi. Hazırlanan diğer projeler de incelenip, Kanun-u Esasî’yi hazırlamak üzere, Cemiyet-i Mahsûsa adı verilen 28 kişilik bir özel komisyon teşkil edildi. Bu komisyonun başkanı olarak, bazı eserlerde Server Paşa, bazılarındaysa Midhat Paşa geçmektedir. Ziya Paşa ve Namık Kemal’in de yer aldığı bu komisyon, uzun münakaşalardan sonra, yüz kırk maddelik bir projeyi Padişah’a takdim etti. Sultan Abdülhamid Han, hazırlanan bu taslağın bir defa da Heyet-i Vükelâ (Bakanlar Kurulu) tarafından görüşülmesini istedi. Vükelâ heyeti, Midhat Paşanın konağındaki, uzun süren tartışmalardan sonra hazırladığı son taslağı Padişah’a takdim etti. Sultan Abdülhamid Han da kendisine sunulan taslakta bazı değişiklikler yapıp, tasdik ettikten sonra, ilan edilmek üzere, daha dört günlük sadrazam olan Midhat Paşaya gönderdi. Kanun-u Esasî, 23 Aralık 1876'da, Bâbıâli’de yapılan bir törenle ilan edildi. Bu sırada, batılı devletlerin, Osmanlı ülkesindeki gayrimüslim tebaayla ilgili yeni düzenlemeleri zorla yaptırmak üzere topladıkları Tersane Konferansı, Haliç Tersanesinde devam ediyordu. Kanun-u Esasî’nin ilan edildiğini bildiren top seslerinin duyulması üzerine söz alan Hariciye Nazırı Saffet Paşa; “Bu işittiğimiz top sesleri, Kanun-u Esasî’nin ilanını müjdelemektedir” dedi ve gayrimüslimlerin haklarının, Müslümanlarla eşit hale getirildiğini belirtti. “Artık toplantımız lüzumsuz olur” dediyse de, Avrupa devletlerinin temsilcileri, hiç aldırış etmeyerek toplantıya devam ettiler. Midhat Paşa ve taraftarlarının, Avrupalılara yaranmak için hazırladıkları ve Sultan İkinci Abdülhamid Hana kabul ettirdikleri Kanun-u Esasî’nin ilan edilmesine “Çocuk oyuncağıdır” diyerek karşılık verdiler.

Midhat Paşa, meşrutiyet rejimini ve Kanun-u Esasî’yi, Sultan İkinci Abdülhamid Hana karşı, milletlerarası bir antlaşmayla teminat (garanti) altına aldırmayı planladı. Bunun için Nafia Müsteşarı ve akıl hocası olan Ermeni Odyan Efendiyi, özel olarak vazifelendirip Avrupa’ya gönderdi. İngiliz Hariciye Nazırı Lord Derby, görüşmelerden sonra Odyan Efendiye, bu işin Osmanlı Devletinin iç meselesi olduğunu, Avrupa devletlerinin karışamayacaklarını söyledi. Midhat Paşa, bu hareketiyle, şahsî ihtirasları uğruna Osmanlı Devletinin geleceğiyle ilgili haince emeller beslediğini ortaya koydu.

Kanun-u Esasî’nin kabul ve ilan edilmesinden sonra, 1877 yılının başında, ilk mebus (milletvekili) seçimleri yapıldı. Yapılan seçimler sonunda, 69’u değişik milliyetlere mensup Müslüman, 46’sı gayrimüslim olmak üzere, 115 milletvekilinden meydana gelen Meclis-i Mebusan, 40 kişi yerine 26’sı tayin edilen Âyân Meclisi teşkil edildi. Meclis-i Mebusan ve Âyân Meclisinden meydana gelen Meclis-i Umumî, 20 Mart 1877’de Dolmabahçe Sarayının muâyede (bayramlaşma) salonunda, padişahın konuşmasıyla açıldı. İki dönem çalıştıktan sonra, patlak veren Doksanüç Harbi (1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı) sırasında devletin ve ülkenin durumunu tehlikeye sokacak tartışmalara sahne oldu. Bu sebeple Sultan İkinci Abdülhamid Han, Kanun-u Esasî’nin kendisine verdiği yetkiye dayanarak, Meclis-i Mebusan'ı 14 Şubat 1878’de feshetti. Böylece Birinci Meşrutiyet dönemi bitti. Yürürlükte olan Kanun-u Esasî’nin uygulamasına otuz sene beş ay dokuz gün ara verildi. 23 Temmuz 1908’de İkinci Meşrutiyeti ilan eden Abdülhamid Han, Kanun-u Esasî’yi tekrar uygulamaya koydu. Kanun-u Esasî’nin yeniden uygulamaya konulması ve İkinci Meşrutiyetin ilanı üzerine, Osmanlı Devletinin parçalanmasını isteyen iç ve dış mihraklar, tekrar faaliyete geçtiler.

Gayrimüslimler ve azınlıklarla birlikte hareket eden İttihat ve Terakki Fırkası, Meclis-i Mebusan'da çoğunluğu sağladı. Kanun-u Esasî gereğince padişah tarafından seçilen Âyân Meclisi'yle birlikte Meclis-i Mebusan, 4 Aralık 1908’de toplandı. İngilizlerin ve İttihat ve Terakki Komitesinin kışkırtmaları neticesinde meydana gelen 31 Mart Vak’ası'ndan sonra, Sultan İkinci Abdülhamid Han tahttan indirilerek, Selânik’e gönderildi. Yerine de Sultan Beşinci Mehmed Reşad Han getirildi. Sultan İkinci Abdülhamid Hanın tahttan indirilmesinden sonra toplanan Meclis-i Mebusan, Kanun-u Esasî üzerinde değişiklikler yaptı. 3 Mayıs 1909 tarihli oturumda yapılan değişiklikler, İttihat ve Terakki Fırkasının teklifleri doğrultusunda yapıldı. Kanun-u Esasî’nin 3, 6, 7, 10, 12, 27, 28, 29, 30, 35, 36, 38, 43, 44, 53, 55, 76, 77, 80, 113, 118, 119, 120, 121. maddeleri değiştirildi. Bu değişiklik, ana hatlarıyla, Osmanlı Devletinin şeklinde bir değişmeye sebep olmadı. Kanun-u Esasî üzerindeki bir kısım değişiklikler de, 1911-1914 senelerinde oldu. 1915’te yapılan bir değişiklikle, milletvekillerinin maaş ve harcırah meseleleri düzenlendi. 10 Mart 1916’daki değişiklikle de, 35. madde tamamen kaldırılırken, 1916’da yapılan diğer bir değişiklikle, seçme ve seçilme muamelelerinde yeni düzenlemeler getirildi. 21 Mart 1918’de yapılan bir değişiklikle de, seçimle ilgili bazı yeniliklere yer verildi.

1876 yılından 1924 yılına kadar, 48 yıl yürürlükte kalan, padişahın yetkilerini ve meşrutiyeti kabul eden Kanun-u Esasî, Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti devrinde de uygulandı. 1921 yılında çıkarılan Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu’yla birlikte yürürlükte bulunan Kanun-u Esasî, 1924 Anayasasının kabulüyle, fiilen yürürlükten kalktı.

On iki bölümden ve 121 maddeden meydana gelen Kanun-u Esasî’nin 1. maddeden 7. maddeye kadar olan birinci kısmı, Memâlik-i Osmâniye başlığını taşır. Osmanlı Devletinin ülkesiyle bütünlüğü, başşehrinin İstanbul olduğu, saltanat ve hilâfetin Osmanlı sülâlesinden olan en büyük evlâda ait olduğu ve Osmanlı padişahının yetkileri hükme bağlanmıştır. İkinci kısım, Tebaa-i Devlet-i Osmâniye'nin Hukuk-ı Umûmiyesi başlığını taşımaktadır. 8. maddeden 26. maddeye kadar olan bu kısımda, Osmanlı Devleti tebaasının hak ve hürriyetleri sayılmakta ve hükme bağlanmaktadır. 27. maddeden 38. maddeye kadar olan üçüncü kısım ise; Vükelâ-yı devlet başlığını taşımaktadır. Bu bölümde, sadrazam (başbakan) ve vekillerin (bakanların) hukukî durumları, vekiller heyetinin padişah ve meclis karşısındaki durumları düzenlenmiştir. 39. maddeden 41. maddeye kadar olan dördüncü kısım, memurîn başlığını taşımakta olup bu bölümde memurların sahip olduğu hukukî teminattan, kanunî şartlara uygun olarak tayin edilen memurların hak ve vazifelerinden bahsedilmektedir.

Beşinci kısım ise 42. maddeden 59. maddeye kadar olup Meclis-i Umumî başlığını taşımaktadır. Osmanlı Devletinin parlamentosu olan Meclis-i Umumî'nin Heyet-i Âyân ve Heyet-i Mebusandan meydana geldiğini, bu meclisin ve heyetlerin vazife ve sorumluluklarını, toplanma esas ve zamanlarını hükme bağlamıştır. 60. maddeden 64. maddeye kadar olan altıncı kısımda Âyân Meclisinin statüsü düzenlenmiştir. Yedinci kısım, 65. maddeden 80. maddeye kadar olup Heyet-i Mebusan'ın çalışma esaslarını bildirmektedir. Mehâkim başlığını taşıyan ve 81. maddeden 91. maddeye kadar olan sekizinci kısımda; hâkimlerin ve mahkemelerin kuruluş ve çalışma esaslarıyla ilgili hükümler yer almıştır. Dîvân-ı Âlî (Yüce Divan) başlığını taşıyan dokuzuncu bölüm ise 92. maddeden 95. maddeye kadardır. Bu bölümde; vekilleri, temyiz mahkemesi başkanlarını ve üyelerini, kendi üyelerini yargılayan Dîvân-ı Âlî adı verilen yüksek mahkemenin çalışma esasları açıklanmıştır. 96. maddeden 107. maddeye kadar olan onuncu kısımda maliyeyle ilgili hükümlere yer verilmiştir. On birinci kısımda vilayetlerin idaresi, usûl-i tevsi-i mezûniyet (yetki genişliği) ve vazifelerin ayrılması esasları anlatılmıştır. Bu kısım, 108. maddeden 112. maddeye kadardır. On ikinci ve son kısım ise, 113. maddeden 121. maddeye kadardır. Mevâd-ı şifâ başlığını taşıyan bu kısımda; memleketin herhangi bir yerinde ihtilal ve isyan vuku bulduğu zaman örfî idâre (sıkıyönetim) ilanı, kamu düzenini bozan kimselerin soruşturma neticesinde Osmanlı ülkesi dışına sürgün edilebileceği, bütün Osmanlılara ilköğretimin mecburi olduğu, Kanun-u Esasî’nin hiçbir maddesinin, hiçbir sebep ve bahaneyle yürürlükten kaldırılamayacağı, bazı maddelerin değiştirilebileceği hükümleri yer almıştır.

Çeşitli Avrupa anayasalarından alınarak hazırlanan Kanun-u Esasî’de, devletin dininin İslâmiyet olduğu belirtilmiştir. Padişahın yetkileri sınırlandırılmıştır. Padişah, vekiller üzerinde doğrudan doğruya hakim ve icra kuvvetinin (yürütmenin) hukukî ve fiilî başkanıdır. Vekiller ise, Meclis-i Umumî'ye karşı değil, padişaha karşı sorumludurlar. Teker teker padişah tarafından tayin ve azledilirler. Padişahın aynı zamanda halifelik unvanı da taşıyacağı, kanunların İslâm dininin emir ve yasaklarına aykırı olamayacağı belirtilmiş, şeyhülislâmlık makamı ve şer’iye mahkemelerinin varlığı da yer almıştır.
 
Kapan
Kapanlar; balkapanı, unkapanı, yağkapanı gibi, orada satılan mallara göre adlandırılmıştır.

Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan itibaren yağ, bal, un, çeşitli erzak, hububat, kahve, ipek, pamuk gibi maddeler kapanlara getirilir, devlet bunlardan belli bir ardiye ücreti alarak, gerektiğinde narh koyardı. Bilhassa İstanbul’da, dışarıdan ithal edilen mal ve eşyanın satışı, bu kapanlarda, devlet resmî memurunun nezaretinde, esnafın yiğitbaşları ve ihtiyarların katılması ile yapılırdı. Böylece, malların hileli ve fazla fiyatla satılması önlenmiş ve herkesin kolayca mal temin edebilmesi sağlanmıştır. İlk Osmanlı Sultanlarının bina ettirdiği cami, mescit, medrese, imaret gibi vakıfların masraflarını karşılamak üzere, “kapan hanı” yaptırdıklarına tarihî kayıtlarda rastlanmaktadır.

Osmanlılarda zamanla gelişen kapanlar, günümüzde kurulmasına çalışılan ve bazı büyük şehirlerde açılan umumî pazar veya halden başka bir şey değildir.
 
Geri
Top