Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Lale (Lâle) Devri
Türkiye târihinde Pasarofça Antlaşması ile Sultan Üçüncü Ahmed Han'ın tahttan indirilmesi (1730) arasındaki dönem.

Lâle Devri, Osmanlı Sultanı Üçüncü Ahmed Han (1703-1730) ve Vezir-i âzam Nevşehirli Damad İbrahim Paşa zamanında Osmanlı-Rus-Avusturya-Venedik harplerinden sonra imzâlanan Prut ve Pasorofça antlaşması ardından başladı. Yıllarca süren harpler ve isyânlardan bıkan ahâli, antlaşmalardan sonra savaştan uzak bir hayat sürmeye başladı. İstanbul’da sünnet ve düğün merâsimleri artarak, mevsimine göre kır, deniz seyahatları ve helva sohbetleri tertiplendi. Pâdişah dahil, devlet adamları baharda, lâle mevsiminde Sâdâbâd, Şerefâbâd Bağ-ı Ferah, Emnâbâd, Hüsrevâbâd, Hümâyûnabâd, Kasr-ı Süreyya, Vezirbahçesi köşklerine, Tersâne Bahçesi, Çırağan Bahçesi, Beşiktaş yalılarına giderlerdi.

Devlet adamları, ahâli ve çiçekçi esnafı, iki yüzden fazla lâle çeşidi yetiştirip, bu bitkiye karşı alâka artmıştır. “Mahbud”, devrin en meşhur ve pahalı lâle çeşidi oldu. İstanbul başta olmak üzere bütün memleket sathında park, bahçe tanzimi, köşk, saray, çeşme, sebil, imâret, medrese, kütüphane ve câmiler dâhil pek çok sanat eseri yapıldı. Aslında bu devir, Türk bahçe ve park anlayışının mükemmel bir tezâhürüdür ve Avrupa bunu “Turquerie” adıyla taklit etmiştir. Bu devirde ayrıca, inşâ ve tâmir edilen sanat eserlerinin süslenip, tezyini için İstanbul’a çini fabrikası kuruldu. Bugünkü Nevşehir, bu devrin eseridir.

Yine bu devirde, 16. yüzyıldan beri İstanbul’da ve diğer Osmanlı şehirlerinde Arapça, Ermenice, İbrânice, Rumca kitap basan matbaaların ardından, Şeyhülislâm Abdullah Efendinin fetvâsı ile, aslında bir eksiklik olan, Osmanlıca kitap basımı da gerçekleşti. Matbaada basılacak kitapların kontrolü için âlimler vazifelendirildi. İstanbul’da bulunan doksan bin kadar hattatın durumları dikkate alınarak, ilk zamanlar dînî kitap basılmadı. Hattatlıkla uğraşan kalem ehlinin bir kısmı matbaada tab (baskı) işlerinde musahhihlik yaparak zamanla denge sağlandı ve dînî kitapların basımına geçildi. Matbaanın ve hattatların ihtiyacını karşılamak için kâğıt fabrikası kuruldu. Avrupa ile münasebetler arttırılıp, Viyana’ya konsolos tayin edilerek, çeşitli başşehirlere dostluk nâmeleri gönderildi.

Sonradan “Lâle Devri” diye adlandırılan 1718-1730 tarihleri arasındaki yıllar sulh, sükun ve huzurla geçtiğinden Osmanlı kültür, sanat ve ilim âleminde kıymetli şahsiyetler yetişti. Hattatlar vasıtasıyla eski eserler çoğaltılarak, her tarafa dağıtıldı. Damad İbrahim Paşa, tarihe meraklı olduğundan birçok tarih kitaplarının yazmaları kontrol edilip, karşılaştırmalı olarak hattatlara yazdırılıp çoğaltıldı. İlmi encümen, heyet ve büroları kurularak, Arapça, Farsça, Yunanca kitaplar tercüme edildi. Bu devirde yapılan saray ve köşklerdeki ilim meclislerine, sohbetlere kıymetli âlimler, sanatkârlar, şâirler ve edipler katılırdı. Sohbetlere doğu dillerini iyi bilen ve ilim erbâbından şâir Nedim ayrı bir renk katardı. Nedim, Lâle Devrinin günlük hayatını ve İstanbul’un tasvirini:

Bu şehr-i Stanbul ki, bî-misl ü behâdır,
Bir sengine yekpâre Acem mülkü fedâdır,
Bâzâr-i hüner ma’den-i ilm ü ülemâdır.

mısralarıyla yapmıştır.

İran meselesi; devlet adamlarının îmar faaliyetlerini, ordudaki düzenlemeleri ve meclis toplantılarını istemeyen yabancılar; yazılan eserlerin yanlış açıklanıp, anlaşılması gibi sebepler, Lâle Devrindeki huzur ve âhengi bozdu. Patrona Halil adında devşirme bir tellak yeniçeri, Sultan Üçüncü Ahmed Han sefer hazırlıkları içindeyken ve tatil günü devlet adamlarının yazlıklarda bulundukları esnâda, isyanı başlattı. 28 Eylül 1730 tarihinde meydana gelen Patrona Halil İsyânı'yla Damad İbrahim Paşa ve yakınları, âsilerin arzusuyla vazifeden alınıp, öldürüldü. Âsiler, seksen sekizinci İslâm halifesi ve yirmi üçüncü Osmanlı Sultanı Üçüncü Ahmed Hanın da hal’ini istediler. İstanbul’da yapılan yalılar yağma edilip yıkılarak, lâle bahçeleri tahrip edildi. Birçok güzîde sanat eseri, âsi ve yağmacıların tahribine uğradı. Sanatkârlar, şâirler, edipler, ilim ve devlet adamları, öldürüldü.

Damad İbrahim Paşanın öldürülmesi ve Sultan Üçüncü Ahmed Hanın tahttan indirilmesi ile Türkiye tarihinde Lâle Devri (1718-1730) sona erdi. Bu devir; sulh, sükûn, huzur, imar faaliyetleri, güzîde sanat eserleri yapılması, ilmî eserlerin çoğaltılarak dağıtılması, ihtiyaç duyulan maddelerin ülkede imalâtı için fabrika tesisi, askerî yenilikler, dünyada olup biten yenilik ve olayların takip edilmesi için Viyana (1719) ve Paris’e (1721) elçilik heyetleri gösterilmesi, İstanbul’da itfaiye teşkilâtının kurulması; âlim, edip, şâir ve sanatkârların korunmasına ayrı bir itinâ gösterilmesi bakımından, Türkiye tarihinde ayrı bir yer tuttuğundan, çok önemlidir. Padişah ve şâirlerin başlattığı gerçek batılılaşma da bu devirde başlamış, fakat bu ve bundan sonra gelecek isyanlar, her türlü yenilik faaliyetini neticesiz kılmıştır.
 
Levent (Levend)
Osmanlı donanmasında hizmet gören askerî sınıf.

Türkçe, Farsça ve İtalyancada ayrı ayrı mânâlara gelen kelime aslen İtalyanca olup, levantino “doğulu” anlamına gelir. Venedik’e göre doğulu asker. Farsça, nefsin arzû ve isteklerine uyan. Türkçede ise, tekil olarak; “delikanlı, boyluposlu, yiğit, çevik” demektir. Levendât şeklindeki çoğulunda, kara ve deniz askerleri ifâde edilir.

Deniz ve kara leventleri olmak üzere iki kısımdır.

Deniz leventleri: On altıncı asırda Akdeniz’de gemileri ile faaliyette bulunan gözüpek, güçlü kuvvetli Türk denizcileri. Bunlar 17’şer oturaklı gemileri ile, Rumlalarla meskûn Livâdiye sâhillerini vurup, bol ganîmet ile dönerlerdi. Leventler, Osmanlı Devleti hizmetine girmelerinden sonra, bulundukları yerin disiplini ve nizâmını sağlar, donanma sefere çıktığı zaman, asker olarak sefere katılırlardı. Bunlar, Levent-i Türkî ve Levent-i Rûmî diye ikiye ayrılır. “Levanda”adını taşıyan Rum leventleri, adalardan toplanırdı. Bunlar, daha sonra hizmette hıyânette bulunduklarından tasfiye edildiler. Türk leventleri timarlı olup, sâhil memleketlerindeki Türklerden alınırlardı. Türk leventleri ile Rum leventlerinin kıyâfetleri farklı idi. Türk leventleri, berate denilen kırmızı başlık, kollu beyaz gömlek ve kırmızı renkli, kenarları siyah harçlı bir yelek ile kırmızı şalvar giyer, bellerine sarı kuşak sararlardı. Rum leventleri de kenarları sarı harçlı mâvi bir yelek, beyaz şalvar giyer, bellerine kuşak sararlardı; bellerinde ve başlarında mâvili beyazlı kuşak ve sarık bulunurdu. Ayrıca Türk ve Rum leventleri bütün bedenlerini örten kenar dikişleri kırmızı harçla çevrili, başlıklı bir yağmurluk giyerler, bellerinde bıçak bulundururlardı. Kılıç, mızrak, uzun namlulu tüfek ve tabanca da taşırlardı. Rum leventleri, daha çok kürekli çektirilerde kullanılırdı.

Leventlerin komutanına “Şehlevent” denirdi. Kıdemlerine göre “çektiri, firkate, kalyon levendi” adını taşırlardı. Donanmanın her yıl seferden dönüşünde yoklama yapılır, sefere katılmayanların kayıtları silinerek maaşları kesilirdi.

Kara leventleri: Osmanlılarda donanma leventlerinden ayrı olarak vezir ve beylerbeyi maiyetlerinde süvârî görevi yapan sınıf. Bunlara kapılı-levent de denilirdi. Leventlerin mensub oldukları vezir veya beylerbeyi azledilince, bunlar bir yere kapılanıncaya kadar, başıboş bir hâlde dolaşdıkları için bunlara “kapısız levent” denirdi. Kapısız leventlerin zamanla çoğalması ve Anadolu’da eşkıyâlığa başlamaları üzerine, bu teşkilât bozuldu.

Anadolu’daki isyânlara karıştılar. 1776’da çıkarılan son fermanla varlıkları kesin olarak ortadan kaldırıldı.

Kara leventleri unutulduğu hâlde, deniz leventleri muhteşem hâtıraları ile hâlâ yaşamaktadır. Levent denince akla Osmanlı devri Türk denizcisi gelmektedir. Pekçok dehâ sâhibi Osmanlı amirâli leventlikten yetişmişlerdir. Leventler, Osmanlı Devletine unutulmaz deniz zaferleri kazandırmışlardır.
 
Malkoçoğulları
Osmanlılar zamânında hizmetleri ve kahramanlıklarıyla meşhur akıncı âilesi.

Malkoçoğullarının merkezi Silistre’dir. Yıldırım Bâzeyîd, Fâtih Sultan Mehmed, Sultan İkinci Bayezid ve Yavuz Sultan Selim Han zamanlarında önemli hizmet ve kahramanlıkları görülen bu âilenin atası Malkoç Mustafa Beydir. Turhan Beyoğulları, Mihaloğulları ve Evrenosoğulları gibi, Rumeli’ye sefer yapan ve akınlar düzenleyen Malkoçoğulları, kısa zamanda büyük ün kazandı. Yıldırım Bâyezîd Han, şehzâdesi Çelebi Süleymân’ın yerine Malkoçoğlu Mustafa Beyi Sivas dizdarlığına (kale komutanlığına) tâyin etti. 1400’de Tîmûr Hanın Anadolu’ya düzenlediği sefer sırasında Sivas’ı on sekiz gün savunan Malkoç Mustafa Bey, sonunda kaleyi teslim etti. Kale müdâfîleriyle birlikte Mustafa Bey de Tîmûr’un emriyle öldürüldü. Malkoç Mustafa Beyin torunu Bâli Bey sâyesinde, âilenin ünü Fâtih Sultan Mehmed Han ve Sultan İkinci Bâyezîd Han zamanında da devâm etti.

Yavuz Sultan Selim Hanın Çaldıran (İran) Seferine katılan Malkoçoğlu Bâli Beyin iki oğlu Ali ve Tur Ali beyler, önemli kahramanlıklar gösterdiler. Bâli Beyin küçük oğlu Silistre Beyi Tur Ali Bey, muhârebe esnâsında bizzât Şâh İsmâil tarafından şehit edildi. Sofya sancak beyi olan Ali Bey de bu muhârebede şehit düştü.

Malkoçoğulları sülâlesinin son temsilcilerinden en önemlisi, Yavuz ünvânıyla tanınan Malkoçoğlu Ali Paşadır. 1603’te Yemişci Hasan Paşanın yerine sadrâzamlığa getirildi. Mısır’da bulunan Malkoçoğlu Ali Paşa, kırk günde İstanbul’a gelip vazîfesine başladı. İlk iş olarak İran meselesini ele aldı. O sırada kaptanpaşa olan Cağalazâde Sinan Paşayı kaptanpaşalığı üzerinde kalmak şartıyla serdârlığa tâyin ederek, İran üzerine yolladı. Ertesi sene de kendisi, ordunun başında serdâr olarak Macaristan Seferine çıktı. Sofya’ya ulaşıldığı sırada sağlığı bozulmaya başladı. Belgrad’a vardıktan dört beş gün sonra vefât etti. Ali Paşanın ölümüyle Malkoçoğlu sülâlesinin şöhreti de son buldu.
 
Mecelle (Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye)
Osmanlı Devleti zamânında, Ahmed Cevdet Paşa Başkanlığındaki ilmî bir heyet tarafından, İslâm Hukûkuna bağlı kalınarak hazırlanan ve asıl ismi Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye olan meşhur kânun. Mecelle, lügatte; içinde hikmet bulunan sahife, ciltlenmiş kitap, dergi vs. mânâlarına gelir. 1877 yılında Abdülhamid Han zamânında tatbik edilmeye başlanmış. 1926’da yürürlükten kaldırılmıştır.

Mecelle, 1851 maddeden meydana gelmiş bir kânun olup, İslâm devletlerinde ve bu arada Osmanlı Devletinde uygulanmış, bugünkü mânâsıyla medenî hukûkun ve hukuk usûlünün birçok bölümünü ihtivâ etmektedir. Osmanlı Devleti, kurulduğu târihten îtibâren İslâm Hukûku esaslarına bağlı kalınarak idâre olunmuştur. Gerek amme hukûku ve gerekse özel hukuk sahalarında, bunun dışına çıkılmamıştır. İslâmiyetin bildirdiği ilâhî kurallardan hiç ayrılınmamıştır. Osmanlı Devleti, asırlarca süren idarî, askerî ve iktisâdî üstünlüğünü, İslâmiyete bağlı kalmasına ve tam tatbik etmesine borçludur. Bu kurallara bağlılıkta gevşeklik başgösterince, devletin yükselmesi durmuş, ilimde, fende, askerlikte daha evvel gösterilen başarılar, yok olmuş, bir duraklama ve gerileme devri başlamıştır. Devletin her bakımdan yara alması, Tanzimat hareketinden sonra daha çok olmuştur. İslâm dînine yabancı kalan, Avrupa kültürü tesiri altında yetişen ve kurtuluşu batılılaşmakta görenler (Bkz. Batılılaşma) başta M. Reşid Paşa olmak üzere, Fuad ve Âli Paşalar, Avrupaî tarzda bir takım yenilik hareketlerine giriştiler. Bu yenilik fikrini, devletin idare edildiği kânunlarda da göstermeye kalkıştılar. Bunlardan bilhassa Âli Paşa, Fransa’da Birinci Napolyon zamanında (1804) tedvin edilmiş olan Fransız Medenî Kânunu’nun tercüme edilerek, Osmanlı Devletinde de tatbik edilmesi fikrini ileri sürüyordu. Buna mukâbil Ahmed Cevdet Paşa ve bâzı ileri gelen ilim adamları İslâm hukukunun zengin ve işlenmiş bir dalı olan Hanefî fıkhının kânunlaştırılması tezini müdâfaa ediyorlardı. Bu ikinci fikir gâlip geldi ve tahakkuk ettirilmesi için, “Mecelle Cemiyeti” adıyla ilmi bir heyet toplandı. Başına Cevdet Paşa reis yapıldı. Memleketin en kıymetli İslâm bilginlerinin (fakihlerin) iştirak ettiği bu cemiyet, Osmanlı Devletinin tanzimat devrinde en mühim içtimaî, sosyal hâdiselerinden birini teşkil eden ve Türk fikir hayâtının ölmez ve muhteşem âbidesi olan Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye’yi meydana koydu.

Mecelle ve Ahmed Cevdet Paşa: Mecelle, bir heyet tarafından telif edilmiştir. Bu bakımdan onu sâdece Ahmed Cevdet Paşanın eseri olarak göstermek yanlıştır. Cevdet Paşa zamânında, medenî hukuk sahasında iki zıt fikir vardı: 1) İslâm Hukuk (fıkıh) kâidelerinin bir kânun metin hâline getirilmesi, 2) Fransız medenî kânununun tercüme edilerek kabul edilmesi.

O zamanlar İstanbul’da en tesirli ve nüfuzlu elçi, Fransa elçisiydi. O ve onun entrikalarına kapılanlar ikinci fikrin tatbikat sahasına konulmasını temin etmek için var güçleriyle çalışıyorlardı. Fakat, birinci teze taraftar olanların başında bulunan Ahmed Cevdet Paşanın ve diğerlerinin gayretleriyle, İslâm fıkıh kitaplarından, zamânın icaplarına uyan meselelerin Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye adıyla asrî bir kânun şeklinde yazılması fikri kabul edildi. Ahmed Cevdet Paşa, bu işi yapacak ilmî cemiyete reis seçildi. Paşa’nın yazdığına göre, frenk hayranları, câhil softalar, ecnebî kışkırtmalarına âlet olanlar, bu hayırlı işi baltalamak için çok dalevereler çevirmişlerdir. Nihâyet Mecelle, 1868’de neşrolundu. Ahmed Cevdet Paşa çetin bir mücâdeleden gâlip çıkmıştı. Aşağıdaki satırlar onun bu esnâdaki hissiyatını ifâde etmektedir:

“Avrupa kıtasında en evvel tedvin olunan kânunnâme, Roma Kânunnâmesi’dir ki, Kostantiniye (İstanbul) şehrinde ilmî bir cemiyet tarafından tertip ve tedvin olunmuştu. Avrupa kânunnâmelerinin esasıdır ve her tarafta meşhur ve mûteberdir. Fakat Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye’ye benzemez. Aralarında pekçok fark vardır. Çünkü o, beş altı kânun bilen zat tarafından yapılmıştı, bu ise beş altı fakih (İslâm Hukûkunu bilen) zat tarafından, Allahü teâlânın koymuş olduğu yüce İslâm dîninden alınmıştır. Avrupa hukukçularından olan ve bu defâ Mecelle’yi mütâlaa ve Roma kânunlarıyla mukâyese eden ve her ikisine de sâdece birer insan eseri nazarıyla bakan bir zat dedi ki: “Dünyâda, ilmî bir cemiyet vasıtasıyla iki defâ kânun yapıldı. İkisi de İstanbul’da oldu. İkincisi; tertibi, düzeni ve içindeki meselelerin hüsn-i temsil ve irtibatı dolayısıyla evvelkinden çok üstün ve müreccahtır. Aralarındaki fark da, insanın o asırdan bu asra kadar medeniyet âleminde kaç adım atmış olduğuna bir ölçüdür.” (Târih-i Osmanî Mec. No. 47, s. 284)

Mecelle’nin hazırlanmasında hizmeti olan kimseler: 1) Filibeli Halil Efendi, 2) Seyfeddin İsmail Efendi, 3) Şirvanizâde Seyyid Ahmed Hulûsi Efendi, 4) Ahmed Hilmi Efendi, 5) Bağdatlı Muhammed Emin Efendi, 6) İbn-i Âbidinzâde Alâeddin Efendi, 7) Gerdankıran Ömer Hulûsi Efendi, 8) Şeyhülislâm Kara Halil Efendi, 9) İsa Ruhî Efendi, 10) Yunus Vehbi Efendi, 11) Abdüllatif Şükrü Efendi, 12) Ahmed Hâlid Efendi, 13) Karinâbadlı Ömer Hilmi Efendi, 14) Abdüssettar Efendidir. Bu zevatın bâzıları Ahmed Cevdet Paşa ile birlikte bugünkü Mecelle’nin hazırlanmasında cidden değerli mesâi sarfetmiş, bâzılarıysa daha az çalışmışlardır.

Mecelle’nin yazılması esnâsında pekçok fıkıh kitaplarına ve fetvâ mecmualarına mürâcaat olunmuştur. Bu kitapların adları, merhûm Ebü’l-Ulâ Mardin’in Medenî Hukuk Cephesinden Ahmed Cevdet Paşa ünvanlı eserinin 167’nci sayfasında ve Kayseri eski müftüsü Mes’ûd Efendinin Mir’at-ı Mecelle kitabında yazılıdır.

İslâm Hukûku denilince birçok kimsenin hatırına Mecelle gelirse de, İslâm Hukûkunun tamâmı Mecelle’den ibâret değildir. Mecelle, yalnız Hanefî mezhebinin muâmelâta âit hükümlerini ihtivâ etmektedir. İslâm Hukûku denilince, Hanefî mezhebi ile birlikte diğer üç mezhebin hükümleri de anlaşılır. Bu hâliyle İslâm Hukûku, dünyâda benzeri hiç bulunmayan bir hukuk deryâsıdır. Bilâhare Mecelle’nin eksik bahislerinin tamamlandığı söylenmişse de şu ana kadar ortaya çıkmamıştır.

Mecelle yazılmadan önce, asırlar boyunca bütün İslâm memleketlerinde ve bu arada Osmanlı Devletinde uygulanmış olan İslâm Hukûkunun bâzı hükümleri, Mecelle ile her an herkesin mürâcaat edip, kolaylıkla anlayıp tatbik edebileceği sâde maddeler hâline getirilmiş ve bu durum büyük bir hizmet olmuştur.

Mecelle’nin içindeki konular: Mecelle, İslâm medenî kânununun akitler ve borçlar kânunu ile sivil muhâkeme usûlünü içine alan bir kânunnâmedir. (Bkz. Kânunnâme). Bu, Osmanlı Medenî Kânunu olmak üzere 17 Eylül 1876 (26 Şâban 1293) târihinde îlân olunmuştur.

Mecelle kitâbında, bir başlangıç ile on altı kısım vardır. Hepsi bin sekiz yüz elli bir (1851) maddedir. Başlangıç, Fıkıh Temel bilgileri olup, yüz birden dört yüz üçüncü maddeye kadardır. İkinci kısım, Kirâ bilgileri olup, altı yüz on birinci maddeye kadardır. Üçüncü kısım, Kefil Olmak bilgileridir. Altı yüz yetmiş ikinci maddeye kadardır. Dördüncü kısım Havâle bilgisi, yedi yüzüncü maddeye kadardır. Beşinci kısım, Rehin olup, yedi yüz altmış birinci maddeye kadardır. Altıncı kısım, Emânet’tir. Sekiz yüz otuz ikinci maddeye kadardır. Yedinci kısım, Hibe bağışlamaktır. Sekiz yüz sekseninci maddeye kadardır. Sekizinci kısım, Gasb ve Zarar’dır. Dokuz yüz kırkıncı maddeye kadardır. Dokuzuncu kısım, Hicr ve İkrâh’dır. Bin kırk dördüncü maddeye kadardır. Onuncu kısım, Şirketler ve Sosyal Bilgiler’dir. Bin dört yüz kırk sekizinci maddeye kadardır. On birinci kısım, Vekâlet’tir. Bin beş yüz otuzuncu maddeye kadardır. On ikinci kısım, Sulh ve Afv’dır. Bin beş yüz yetmiş birinci maddeye kadardır. On üçüncü kısım, İkrâr’dır. Bin altı yüz on ikinci maddeye kadardır. On dördüncü kısım, Da’va’dır. Bin altı yüz yetmiş beşinci maddeye kadardır. On beşinci kısım, İsbât ve Yemin’dir. Bin yedi yüz seksen üçüncü maddeye kadardır. On altıncı kısım, Hâkimlik’tir. Bin sekiz yüz elli birinci maddeye kadardır.

İktisâdî ve Ticârî İlimler Dergisinin 1969 da basılmış, yirmi üçüncü sayısında, profesör Dr. Yılmaz Altuğ diyor ki: “İsrail Devletinin hukûku, memleketin târihi gelişimini aksettirir hâldedir. Temel medenî kânun, Osmanlı Devleti zamânından kalma Mecelle’dir. Mecelle, Filistin’in İngiliz idâresine geçtiğinde, aynen bırakılmış, sonra 1948’de İsrail Devleti kurulunca değiştirilmemiştir.”

Mecelle, Osmanlı Devletinin resmî kânunnâmelerinden biriydi. 1918’den sonra Osmanlı Devletinden ayrılan memleketlerde, daha sonra buralarda kurulmuş olan devletlerde (yeni kânuna tâbi olarak) Mecelle hükümleri cârî kalmıştır. Bu ülkelerde Mecelle, modern lâik mahkemelerce medenî kânun olarak tatbik edilegelmiştir. Nihâyet Lübnan’da (1932), Suriye’de (1949) ve Irak’ta (1953) Mecelle’nin yerini yeni medenî kânunnâmeler almıştır. Daha önce 1878’de Osmanlı Devletinden ayrılmış olan Kıbrıs’ta ve İsrail ile Ürdün’de hâlâ medenî hukûkun esâsını, Mecelle teşkil etmektedir.

Türkiye’de 1926 yılında, Mecelle ile birlikte bütün İslâm Hukuku ve şer’i mahkemeler kaldırılmıştır. Aynı şey, 1928’de de Arnavutluk’ta yapılmıştır. Bosna ve Hersek’te de yalnız şuf’a müessesesi muhâfaza edilmiş olmakla birlikte Mecelle kaldırılmış, İslâm Hukûku bâzı bakımlardan ahvâl-i şahsiyye (statut personnel) vasiyet ve vakıf gibi konularda Müslümanlara uygulanmaya devâm etmiştir. Bütün bunlara normal mahkemelerde bakılmıştır.

Mecelle cemiyeti, vakitsiz kapatılmış olduğundan, bu mühim eser de tamamlanamamıştır. Medenî kânunun mühim konularından olan evlenme, boşanma, gaib, mefkud, vakıf, vasiyet, miras mevzuları Mecelle’de eksik kalmıştır. Yalnız bu konular fıkıh kitablarında geniş olarak yazılmıştır. Her meselenin dindeki hükümleri açıklanmıştır.

Mecelle’nin yazılış tarzı: Mecelle’nin üslûbu bir kânun kitabı olarak şâheserdir. Fesâhet ve belâgatla yazılmıştır. Bilhassa başındaki 99 fıkıh kâidesinin çoğu, dilimize ezberlenmesi kolay cümleler hâlinde girmiştir. Bunlarda Ahmed Cevdet Paşanın akıcı ve düzgün ifâdesi hissedilmektedir. Fakat o devrin Türkçesi hakkında ve o konularda bilgisi olmayanlar Mecelle’yi kolayca anlayamazlar.

Mecelle’nin başındaki küllî (genel) kâidelerin çoğu, İslâm fakihlerinden İbn-i Nüceym’in Eşbah ve’n-Nezâir adlı eseriyle Mecâmı Şerhi’nden alınmıştır.

Mecelle’nin şerhleri: Mecelle’nin çeşitli lisanlarda şerhleri, açıklamaları kaleme alınmıştır. Bunlardan, Osmanlıca olarak yazılmış Ali Haydar Efendinin Dürerül-Hukkâm ve Hacı Reşid Paşanın Rûhul-Mecelle, Kayseri Müftüsü Mes’ud Efendinin Arapça olarak yazdığı Mir’atül-Mecelle ve Fransız G. Snopian’ın Code Civil Ottoman adındaki eserler meşhur olanlarındandır. Bunları okuyan garp bilginleri, İslâm Hukûkuna ve İslâmiyetteki sosyal bilgilerin inceliğine ve çokluğuna hayran kalmaktadırlar.

Mecelle’den seçme maddeler: Mecelle’nin çeşitli maddelerinden alınmış “sosyal” nitelik taşıyan hükümlerinden bâzıları şunlardır:

Madde 912- Birinin ayağı kayıp da düşerek başkasının malını telef etse öder.

Madde 914- Kendi malı sanarak, başkasının malını telef eden öder.

Madde 915- Başkasının elbisesini çekip de yırtan, tamâmen kıymetini öder. Elbiseyi tutup, sahibi çekmekle yırtılsa, yarısını öder.

Madde 916- Çocuk, birinin malını telef etse, çocuğun malından ödenir. Malı yoksa, malı oluncaya kadar beklenir. Velisi ödemez.

Madde 918- Birinin binâsını yıksa, sâhibi dilerse, enkâzı ona bırakıp binânın kıymetini alır. Yâhut enkâzı ve değer farkını birlikte alır. Ağaçlarını kesmek de böyledir.

Madde 919- Yangını durdurmak için bir evi, Hükümetin emri ile yıkan ödemez. Kendiliğinden yıkan öder.

Madde 921- Mazlum olanın, başkasına zulm etmeye hakkı yoktur. Her ikisi de öder. Meselâ sahte para alan, bunu başkasına veremez.

Madde 922- Birinin malının telef olmasına sebep olan, öder. Ahırın kapısını açıp hayvan kaçarak zâyi olsa, öder. Hayvanı ürkütüp kaçıran da böyledir.

Madde 926- Yoldan geçene zarar veren, öder.

Madde 927- Hükümetin izni olmadan yolda oturup satış yapılamaz.

Madde 928- Duvarı yıkılıp, birinin malına zarar verirse, önceden, duvarın yıkılacak, tâmir et gibi ikâz yapılmışsa öder.

Madde 929- Başı boş bırakılmamış bir hayvanın kendiliğinden yaptığı zararı sâhibi ödemez. Sâhibi görüp, men’ etmezse veya hayvanın, tehlikelidir, çâresine bak, denilmişse, öder.

Madde 934- Yolda hayvanı bağlamaya, aracını park yapmaya kimsenin hakkı yoktur. Park yerlerinde durdurabilirler.

Madde 1013- Bir binâya ortak olarak mâlik olan kimselere (Hisse-i şâyı’a sâhibi) denir. Bir binânın yarısı Ahmed’in, üçte biri Ömer’in, altıda biri Ali’nin olsa, Ahmed hisse-i şâyı’asını satsa, Ömer ve Ali almak isteseler, yarısını Ömer, yarısını da Ali alır. Ömer, hissesine göre iki misli alamaz.

Madde 1023- Karşılıksız hediye ve vasıyet gibi temliklerde şüf’a hakkı olmaz.

Madde 1031- Şüf’a hakkı bulunan kimsenin, satış yapıldığını işitince, hemen hakkını istemesi, iki şâhit yanında tekrar söylemesi ve bir ay içinde mahkemeye başvurması lâzımdır.

Madde 1036- Müşterinin teslim etmesiyle veya hâkimin karar vermesiyle, şüf’a sâhibi satılan binâya mâlik olur.

Madde 1198- Komşusuna (zarar-ı fâhiş) yapamaz. Kullanmaya mâni olan şeyler, zarar-ı fâhiştir. Demirci dükkânı, değirmen, bitişik binâyı sallarsa veya fırın dumânı, yağhânenin pis kokusu, harman tozları, bitişik evde oturulamayacak kadar sıkıntı verirse, değirmenin, bostanın su yolu, evin temelini, duvarını gevşetirse, çöplük bitişik evin duvarını çürütürse, harman yerine bitişik yapılan yüksek binâ, harmanın rüzgârını keserse, manifaturacı dükkânı yanında yapılan aşcı dükkânının dumanları kumaşlara zarar verirse, lâğım, kanalizasyon yollarının sızıntılarından komşu duvarı zarar görürse, sonra yapılanlar zarar-ı fâhiş olup, men’ edilirler.

Madde 1201- Evin havasını, manzarasını, güneş görmesini kapatmak, zarar-ı fâhiş sayılmaz. Bir odanın ziyâsını (aydınlığını) tamâmen kesmek, zarar-ı fâhiş olur.

Madde 1202- Mutbah, kuyu başı, ev aralığının görünmesi zarar-ı fâhiştir. Araya duvar, perde yapması, lâzım olur.

Madde 1210- Arada müşterek olan duvarı, bir ötekinin izni olmadıkça yükseltemez ve üzerine binâ yapamaz.

Madde 1224, yol, su yolu, kanalizasyon zarar-ı fâhişi olmadıkça, eskiden kalanlarına dokunulmaz.

Madde 1226- Bir kimse, verdiği izinden vazgeçebilir. Meselâ tarlasından geçmeye izin vermişken, men edebilir.

Madde 1228- Arsasından geçmekte olan su yolunun geçmesine ve arsaya girilip tâmir olunmasına mâni olamaz. Yeniden su yolu geçirilmesine mâni olabilir.

Madde 1243- Dağlardaki ağaçlar ve otlar herkese mübahdır. Ağaçları kesen mâlik olur.

Madde 1255- Mübah şeyleri ele geçirmekte kimse kimseye mâni olamaz.

Madde 1265- Denizler, büyük göl ve nehirler, şehirlerden uzak sâhipsiz arâzi ve dağlar, herkese mübahtır. Fakat, başkasına zarar vermemek şarttır.

Madde 1281- Şehirden uzak, sahipsiz yerde kuyu kazan, bunun (harim) ine mâlik olur. Yirmi metre yarı çapındaki dâire içi, merkezindeki kuyunun harimi olur.

Madde 1291- Şehir içindeki kuyunun harimi olmaz. Herkes mülkünde kuyu kazabilir.

Madde 1313- Değirmen, hamam, apartman gibi taksim olunamayan mülk harap olup, tâmirini istemeyen ortak bulunursa, hâkimin izni ile tâmir edilip, sonra hissesine düşen para ondan alınır.

Madde 1314- Müşterek bir binâ yıkılınca, yeniden ortaklaşa yapılmasını istemeyen olursa, buna cebr olunmaz. Arsa taksim edilir.

Madde 1315- Apartman yıkılınca herkes kendi katını yaptırır. Alttaki yaptırmazsa, üstekiler, hâkimin izni ile, hepsini yaptırıp, alttaki hissesini verinceye kadar, katını kullanamaz.

Madde 1321- Sâhipsiz nehirleri, Beytülmâl ayıklar. Beytülmâlde para yoksa, masrafı oradan sulama yapanlardan alınır.

Madde 1327- Müşterek kanalizasyonu temizlemek masrafı aşağıdan başlar. Şöyle ki, en aşağıdaki evden, arsadan başlayıp bunun masrafını hepsi öder. Yukarıdaki arsalardaki kısımların masraflarına aşağıdakiler iştirak etmezler.
 
Mecidiye (Mecidî) Nişanı
Sultan Abdülmecîd Hanın (1823-1861) 1851’de çıkardığı nişan, mecîdî nişânı.

Asıl adı “mecîdî nişanı” olmasına rağmen halk arasında mecidiye nişanı adıyla anılmaktadır. Mecidiye nişanının beş rütbesi vardı. Birinci rütbesinden 50, ikinci rütbesinden 150, üçüncü rütbesinden 800, dördüncü rütbesinden 3000 ve beşinci rütbesinden 6000 adet basıldı. Yalnız birinci rütbenin murassaı (değerli taşlarla süslemesi) bulunmaktadır. Mecidiye nişanının ortasında çemberle çevrili kabarık kısımda bir tuğra yer alır. Bu kısmın etrâfında kırmızı mineli bir fon üzerinde “gayret, hamiyyet, sadâkat” kelimeleri; altındaysa, 1268 (1851) târihi yazılıdır. Kordon ucuna asılan birinciyle, boyuna asılan ikinci ve üçüncü rütbeli nişanlar, hemen hemen aynı büyüklüktedir. Dördüncü rütbe daha küçük, beşinci rütbeyse en küçük olanıdır. Beşinci rütbe gümüş olup, diğerleri altındandır.

Mecidiye nişanı ilmiye ve askeriye mensuplarından üstün hizmet ve muvaffakiyet gösterenlere verilirdi. Birinci ve ikinci rütbelerin sâhiplerine nişanları, padişahın huzurunda takılırdı.

Beratla verilen ve kullanılan mecidiye nişanı, kayd-ı hayat şartıyle verilir, nişan sâhibinin ölümünde hazineye iâde edilirdi.
 
Meşrutiyet
Hükümdarların başkanlığı altında anayasalı parlamento idâresi. Bu idâre şeklinde tamâmı veya bir kısmı halk tarafından seçilen bir meclis vardır. Osmanlı tarihinde 23 Aralık 1876’dan 13 Şubat 1878’e kadar ve 23 Temmuz 1908’den 16 Mart 1920 târihine kadar olan iki ayrı devreye meşrûtiyet devirleri adı verilir.

Batı’da demokrasinin tekamülü, halkın ekseriyetine mâlolan büyük ve çoğu kanlı mücâdeleler netîcesinde mümkün oldu. Osmanlı Devletinde ise hiçbir devirde halk, ülke idâresinde söz sâhibi olmak için herhangi bir harekette bulunmadı. Çünkü Osmanlı idâresi, bir hânedan başkanlığında olsa bile, devletin bütün işleri İslâmiyetin emir ve yasaklarına göre yürütüldüğünden, ülkenin her köşesinde adâlet, sulh, sükûn ve huzur hâkimdi. Avrupa’daki hânedanlar ve krallar ise keyfî idâreleriyle halkı asırlarca zulüm altında inletmişlerdi. Osmanlı Devletinde tanzimat ve meşrûtiyet hareketleriyse, halktan gelen birer hareket olmadı. Bâzı devlet adamları ile Avrupa kültürüyle yetişmiş bir grup insanın, Avrupa devletlerinden de destek görerek sürdürülen faaliyetleri neticesinde ortaya çıktı ve bu durum, ihânete kadar vardı. 1850’li yıllara kadar Osmanlı pâdişâhı, devletin ve milletin sâhibi olarak, bütün güçleri elinde tutan en yüksek karar organı mevkiindeydi. Ayrı din ve milliyetlerden müteşekkil mütecanis olmayan bir devletin idâresinde bundan başka bir şekil düşünmek de mümkün değildi. Nitekim günümüzde de şeklî görüşü ne olursa olsun muhtelif milletlerden meydana gelen devletler için de benzer durum söz konusudur.

Osmanlılarda hükümdârın temsil ettiği kuvvetlerin ve sâhip olduğu yetkilerin elinden alınarak başka kuruluş ve kişilere verilmesi Batı’daki gibi demokrasinin gelişmesine değil, devletin birlik ve berâberliğinin kaybolmasına yol açtı. Aslî unsurunu Müslüman-Türklerin teşkil ettiği Osmanlı Devletinin bünyesinde değişik milletler mevcut olduğu için milliyetçilik hisleri ve demokrasi hareketleri her imparatorlukta olduğu gibi devletin dağılıp yıkılmasında büyük rol oynadı. Nitekim Yunanistan, Bulgaristan ve diğer eyâletlerde kiliselerden kaynaklanarak başlayan milliyetçilik hislerinin yabancı devletlerce büyük bir harekete dönüştürülmesi neticesinde, bunlar Osmanlı Devletinden ayrılıp, bağımsızlıklarını kazandılar. Yine, demokrasilerin vazgeçilmez bir unsuru olan parlamento müessesesi ancak millî bir devlet yapısı içinde aslî fonksiyonunu kazanabilmektedir. Aksi hâlde zararı faydasından çok daha fazla olabilmektedir. Meselâ, Birinci Meşrûtiyet meclisindeki azınlık mebuslarının seçildikleri bölgeye muhtariyet istekleri gerçekleşseydi, Osmanlı Devleti yarım asır önce târihe karışır, belki de yerine yeni bir Türk Devleti kurulamazdı.

Meşrûtiyet rejimi, ona inananlar tarafından Osmanlı Devletini içinde bulunduğu durumdan kurtarabilecek yegâne çâre olarak görülmekteydi. Osmanlı Devleti tedricen dünyâ siyâsetinde ve iktisadiyatındaki ağırlığını kaybetmeye başlamıştı. On yedinci yüzyılın sonlarına doğru Batı Avrupa ülkelerinin, sanâyi inkılâbını gerçekleştirip, teknolojik sâhada önemli mesâfeler almaya başlaması üzerine, dünyâ siyâsetindeki ağırlıkları artmaya başladı. Sanâyileşme gayretleri içeriden ve dışarıdan çeşitli şekillerde engellenen Osmanlı Devleti, kendisi dışındaki teknolojik gelişmelere yeterince ayak uyduramadı. Gerilemesinin esas sebebi din ve kültürü değil, değişen dünyâ şartlarına intibak edememesiydi. Harp meydanlarında başgösteren başarısızlıklar neticesinde devletin tekrar eskisi gibi güçlendirilip yenilenmesi çabaları ortaya çıktı. Türk târihindeki her ilerici hamle üstten ve idâreci zümreden geldiği gibi, bu husustaki ilk teşebbüsler de pâdişhalar tarafından ele alındı. Pâdişahlar tarafından çeşitli kereler ıslahat teşebbüslerinde bulunuldu. Genç Osman, Üçüncü Selim, İkinci Mahmud, Abdülmecîd ve Abdülazîz hanların başlattıkları yenilikçi gayretlerin temel vasfı, Osmanlı Devlet müesseselerinin, işleyiş şekillerinin, çağın şartlarına uygun yeni fonksiyonlar kazanarak verimliliklerinin arttırılması oldu. Böylece Osmanlı devlet müesseselerinin ortaya çıkan yeni ihtiyaçlara cevap verebilmesi sağlanmak istendi.

Ancak her defâsında başlatılan çalışmalar dolaylı ve dolaysız yollardan, dâhilden ve hâriçten gelen baltalamalar sebebiyle akamete uğratıldı. Genç Osman ve Üçüncü Selim Hanın Yeniçeri isyanları neticesinde şehit edilmeleri; İkinci Mahmûd Han (1808-1839) devrinde devletin karşılaştığı büyük gâileler; Abdülmecîd Han (1839-1861) devrinde ise ıslahat hareketlerinin hüviyetinin değiştirilmesi ve Abdülazîz Hanın tahttan indirilip şehit edilmesinin altında yatan esas sebep buydu. Meselâ Sultan Abdülazîz Han (1861-1876) devrinde alınan borçlarla dünyânın ikinci büyük donanması ve dördüncü büyük kara ordusu kuruldu. Alınan paraların yüzde dördü de demiryolu inşâsına harcandı. Ordu ve donanması güçlenen Osmanlı Devleti, İngiltere’nin en büyük rakibi olunca; İngilizler, Abdülazîz Hanın şahsında sömürge imparatorluklarının, dünyâ hâkimiyetlerinin yıkılışını görür gibi oldular. Bu ordu ve donanma, İngilizler tarafından çevrilen çeşitli entrikalar neticesinde Abdülazîz Hanın şehit edilmesine, Doksanüç Harbinin de ortaya çıkmasına yolaçtı. Bu harpte Osmanlı ordusu eridiği gibi, aynı orduya bir daha sâhip olunamaması sebebiyle Mondros’a kadar gelindi. Abdülazîz Hanın ordu ve donanma için yaptığı borçlar anormal bir yekün teşkil etmemekle berâber, Doksanüç Harbinin getirdiği ekonomik ve askerî yıkımdan dolayı ödenmesinde çok büyük güçlüklerle karşılaşıldı.

Meşrûtiyetin îlânında, azınlıklara eskisinden daha fazla haklar ve imtiyazlar vererek, bunların ve bunların hâmiliğini üstlenmiş olan yabancı devletlerin dostluğunu kazanmak arzusu, önemli rol oynadı. Ancak bu durum, azınlıkların devlete daha çok bağlanması yerine bağımsızlık emellerini kuvvetlendirdi. Osmanlı Devletinin Hıristiyan tebeaya verdiği lütuf ve imtiyazların hak şeklini alarak geri verilmemesi, Avrupa devletlerinin şaşmaz politikası oldu. Osmanlı Devleti zayıfladıkça, yabancı devletlerin azınlıklar üzerindeki tahrik ve teşvikleri arttı. Öyle ki, son yüz yıllık devri âdeta bir azınlıklar meselesi asrı olarak geçti. Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan gayri müslimler, bugün birçok medenî devlette bulunan hürriyetten daha fazlasına sâhiptiler. Ancak bunun yanında bâzı mükellefiyetleri de vardı. Meselâ cizye ve vergi verirlerdi. Devletin son zamanlarında karşılaştığı dâhilî meseleler adâletli ve istikrarlı bir idâre sebebiyle değil, parçalanmasında menfaati olan yabancı devletlerin tahrik ve teşvikleri yüzündendir. Osmanlı azınlıkları üzerinde her devletin tespit edilmiş bir politikası vardı. Fransızlar, Katoliklerin; İngilizler, Protestanların; Ruslar, Ortodoksların hâmiliğini üstlenmişlerdi. Katoliklik Fransızlarca, İkinci Mahmûd Han devrinde, Protestanlık da 1850’de İngilizlerce resmî mezhep olarak tanıttırıldı. Rusya Balkanlarda, İngiltere Yunanistan ve Doğu Anadolu’da, Fransa, Suriye ve Lübnan’da bölücü faaliyetlere giriştiler. Hıristiyan azınlıkları ilk isyâna sevk eden Çar Deli Petro’dur. Suriye, Lübnan, Doğu Anadolu, Yukarı Mezopotamya’da açılan ABD, İngiliz ve Fransız okulları, azınlıkları eğiterek milliyetçilik hislerini canlandırdılar. Rusya, 1830’lardan îtibâren Balkanlarda önemli bir nüfuz mücâdelesine girişti. İngilizler 1870’lerde Midhat Paşanın Tuna Vâliliği sırasında her il ve ilçede açtıkları konsolosluklar vâsıtasıyla Balkan komitacılığını organize ettiler.

Osmanlı Devletinde meşrûtiyet konusundaki ilk fikrî faaliyetler, Genç Osmanlılar arasında başladı. Ebuzziyâ Tevfik, Ali Suâvî, Nâmık Kemâl, Agâh Efendi, Ziyâ Paşa ve Şinâsî gibi batı kültürüne sâhip şahıslar, meşrûtiyet gelince devletin bütün meselelerinin çözüleceğine dâir bir inanç içindeydiler. Devletin, içinde bulunduğu durumdan Batı’daki gibi bir idâre sistemini benimserse kurtulabileceğini zannediyorlardı. Batı’daki müesseseleri, kendi târihî gelişimini göz önüne almadan tatbik etmek için çalışıyorlardı.

Bu sıralarda Mısırlı Prens Mustafa Fâzıl Paşa, Sadrâzam Fuâd Paşa tarafından verâset haklarından mahrûm edildiği için Paris’e kaçarak Osmanlı Devleti aleyhine çalışmalara başladı. Matbûât yoluyla meşrûtiyet mücâdelesine girişmiş olan Genç Osmanlılar Âlî Paşanın baskıları neticesinde yurt dışına kaçarak Mustafa Fâzıl Paşanın çevresinde toplandılar. Paris ve Londra’da çıkardıkları gazeteleri, mecmuaları, yabancı devletlerin özel postahâneleri vâsıtasıyla yurda sokarak, meşrûtiyetçi fikirleri yaymağa çalıştılar. Ancak Mustafa Fâzıl Paşa, Sultan Abdülazîz Hanın Fransa seyâhati sırasında pâdişahtan özür dileyerek kendisini affettirip İstanbul’a dönünce, desteksiz kalan Genç Osmanlılar, İngiltere ve Fransa tarafından finanse edilmeye başlandılar. 1860’lardan başlayarak günümüze gelinceye kadar yurt dışına kaçmak zorunda kalan bütün siyâsî göçmen gruplarının müşterek husûsiyeti, memleketleri aleyhine de olsa, yabancılar tarafından tasvip ve destek görmeleri oldu. Genç Osmanlılar ve Jön Türkler, kendileriyle benzer durumda bulunan İtalyan ve Rus ihtilalcilerinin bu açıdan gösterdikleri şahsiyet ve karakter nümûnelerinden mahrum kaldılar.

Birinci Meşrûtiyet, Genç Osmanlılardan çok, devlet ricâlinin çalışmaları neticesinde îlân edildi. Mütercim Rüşdî Paşa ile Serasker Hüseyin Avni Paşa, hükümdârın yetkilerinin sınırlandırılmasına taraftar olmakla birlikte meşrûtiyete karşıydılar. Sadrâzam Midhat Paşa ve Askerî Mektepler Nâzırı Süleymân Paşa ise, meşrûtiyet taraftarıydılar. Sultan Abdülazîz Hanın tahttan indirilip, Beşinci Murâd Hanın yerine getirilmesi meşrûtiyetçiler tarafından sevinçle karşılandı. Ancak Sultan Abdülazîz Hanın katledildiğini duyan Beşinci Murâd Hanın sinirleri bozuldu. Bu sırada vukûa gelen Çerkes Hasan Vak’ası ile Serasker Hüseyin Avni Paşanın öldürülmesi (Bkz. Hüseyin Avni Paşa), Midhat Paşa lehine önemli bir gelişme oldu. Osmanlı başşehrinde yaşanan bu karışıklıklar ve vahim olaylar arasında İkinci Abdülhamîd Han 31 Ağustos 1876’da pâdişâh oldu. 10 Eylül 1876’da okunan Cülûs-ı Hatt-ı Hümâyûnunla Kânûn-ı Esasî’nin hazırlanması için Midhat Paşa başkanlığında bir komisyon teşekkül ettirildi. Midhat Paşanın meşrûtiyet taraftarlığı İngiltere’ye olan hayranlığından ve ölünceye kadar sadârette kalmak istemesinden kaynaklanıyordu. Hiçbir devletin anayasasını tetkik etmediği gibi Meşrûtiyet idâresi hakkında da esaslı bir fikir sâhibi değildi. Başlıca arzusu kurulacak yeni rejimin mîmârı olarak kendisini göstermek ve makam sâhibi olmaktı.

Kânun-i Esâsî; on altısı yüksek mülkî memur, onu ulemâdan, ikisi de Ferik (Orgeneral) rütbesinden asker olmak üzere yirmi sekiz kişilik bir komisyon (Bunların ikisi Hıristiyandı.) tarafından hazırlandı. Komisyonda Ziyâ Paşa ve Nâmık Kemâl de vardır. Sadrâzam ve bütün nâzırların pâdişâh tarafından tâyin ve azli, pâdişâha karşı sorumluluğu prensibi eskiden de olduğu gibi Kânûn-i Esasî’de aynen yer aldı. Osmanlı vatandaşlarının hakları, memuriyet, âyân ve mebûsan meclislerinin işleyişi, illerin idâresi ayrı ayrı belirtildi. Heyet-i Vükelâya (Bakanlar Kuruluna) kânun hükmünde kararnâme çıkarmak yetkisi verildi. Pâdişâh istediği zaman meclisi toplayıp, dağıtabilmek hakkına sâhipti. Kânûn-ı Esâsî, dar mânâda kuvvetler ayrılığı prensibine yer vermektedir. Yasama yetkisinin Meclis-i Umûmî, yürütme yetkisinin Hey’et-i Vükelâ ile berâber kullanılmasına karşılık son söz yine Pâdişâha âitti.

Yüz kırk maddeden ibâret olan ön tasarıda Sadrâzamlık makâmı Başvekâlet hâline getirilip, nâzırların seçimi de ona bırakılıyordu. Heyet-i Vükelâyı parlamentoya karşı mesul tutarak Pâdişâhlık makâmını tamâmen sembolik bir mevki hâline getiriyordu. Taslakta yer alan ve her milletin kendi dillerini resmen kullanabileceklerine dâir bir madde, Midhat Paşanın ısrarlı tutumuna rağmen kaldırılıp, Türkçenin resmî dil olduğu hakkında bir hüküm yer aldı. Pâdişâha, siyâsî bakımdan mahzurlu görülenleri sürgün etme yetkisi veren 113. madde, bütün ısrarlara rağmen Midhat Paşa tarafından esas metne dâhil edildi. Halbuki bu yetki Tanzimât Fermânı ile kaldırılmıştı, ancak tahta yeni geçen Sultan Abdülhamîd Han, Midhat Paşayı iknâ edemedi. Zîrâ Midhat Paşa, ölene kadar iktidarda kalacağını zannediyordu. Böylece kendi rakiplerini ve muhâlif olanları sürebilecekti. Midhat Paşa, Pâdişâhın nüfuzunu ortadan kaldırmak için Kânûn-ı Esâsî’yi Avrupa’nın büyük devletlerinin müşterek kefâleti altına koydurmak istemişse de bu son derece dehşet verici madde çıkartıldı. Midhat Paşa, buna mâni olamadığı için, Nâmık Kemâl ve Ziyâ Paşa başta olmak üzere hayli tenkit edildi. Nâmık Kemâl; “Biz böyle pejmürde bir anayasayı kabul etmeyiz. Taslak ya aynen kabul edilmeli veya meşrûtiyetten vazgeçilmelidir.” diyordu.

O sırada toplanan Tersâne Konferansındaki İngiliz delegesi ve Hindistan Vâlisi Lord Salisbury, yeni rejim hazırlığı için Bâbıâlî’yi tebrike geldi. Kânûn-ı Esâsî 23 Aralık 1876’da Çorluluzâde Mahmûd Celâleddîn Paşa tarafından ulemâ, askerî erkan, eski ve yeni vekiller, azınlık cemâat reisleri önünde Bâyezid Meydanında okundu. Toplar atılarak Kânûn-ı Esâsî îlân olundu. Hâriciye Nâzırı Safvet Paşa, yabancı devlet elçilerine Kânûn-ı Esâsî’yi îzâh etti.

Meşrûtiyetin mîmârı sayılan Midhat Paşa, meclisin açılışından önce, 5 Şubat 1876’da sözü geçen 113.maddeye dayanılarak sürgün edildi. Sadrâzamlığı esnâsında Bosna-Hersek eyâletinde başlayan Hıristiyan isyânını durdurmak için Türk bayrağındaki ay-yıldızın yanına haç ilâve edilmesini emretmiş ve tatbik ettirmişti. Ancak isyan durmadığı gibi Müslümanlar da müteessir olmuşlardı. İktidar hırsıyla “Âl-i Osman olur da neden Âl-i Midhat olmasın!” diyerek Hıristiyan ve Müslüman gönüllülerden müteşekkil, kendi şahsına bağlı asker ocağı kurdurup, İstanbul sokaklarında nümâyişler yaptırıyordu. Bunu duyan Nâmık Kemâl ve Ziyâ Paşa onu desteklemekten vazgeçti. Pâdişâhın aleyhinde çeşitli yerlerde ve huzurunda söylediği sözler neticesinde sabrı taşan Abdülhamîd Han, İzzeddin Vapuruyla, yanına beş yüz altın vererek onu İtalya’ya gönderdi.

19 Mart 1877 senesinde Meclis-i Mebûsan büyük bir merâsimle açıldı. Dârülfünûn (Üniversite) için yapılan binâ, ilk Osmanlı parlamentosuna tahsis edildi. Meclisi bizzât İkinci Abdülhamîd Han açtı. Pâdişâhın nutkunu Mâbeyn Başkâtibi Küçük Saîd Bey okudu. Mısır, Romanya, Sırbistan, Karadağ, Necd, Umman gibi kendi iç idârelerinde muhtar eyâletler dışındaki yerlerden milletvekilleri iki dereceli bir seçimle parlamentoya girdi. Ahmed Vefik Paşa, ilk Meclis Reisi oldu. Meclisin, hükûmeti düşürme yetkisi yoktu. Birinci Meşrûtiyetin Osmanlı parlamentosunda ana dili Türkçe olan milletvekili sayısı % 50’yi bulmuyordu. Rum, Bulgar, Romen, Ermeni, Yahûdî, Sırp gibi gayri müslim milletvekilleri olduğu gibi, Müslüman fakat Türk olmayan ayrılıkçı milletvekilleri de vardı. Bunlardan Rum, Ermeni Patriki Narses, Rus Çarına başvurarak Doğu Anadolu’da bağımsız bir Ermenistan Devletinin kurulması için yardım yapılmasını isteyebiliyordu. Türk milletvekilleri de müsbet bir icraat ortaya koyamıyorlardı. Bunun üzerine İkinci Abdülhamîd Han, 13 Şubat 1878’de Meclis-i Mebûsan’ı süresiz olarak tâtil etti. Böylece, Birinci Meşrûtiyet 1 yıl 1 ay 21 gün sürmüş oldu. Fakat Doksanüç Anayasası kaldırılmadı. Milletvekillerinin görevleri sona ermesine rağmen, âyân üyelerinin (senatörlerin) görevlerine son verilmedi. Âyân üyeleri, hayatları boyunca “Âyân Üyesi” ünvânını taşıdılar. Bunlardan üç kişi, 1908’e kadar hayatta kalabilmiş ve 1908 İkinci Meşrûtiyet parlamentosuna dâhil edilmişlerdi.

Meşrûtiyetin ikinci defâ îlân edilip süresiz tâtile giren Meclis-i Mebûsanın yeniden toplanması için ilk faaliyet İttihad-ı Osmânî ismiyle birkaç kişi arasında kurulan bir cemiyet tarafından başlatıldı. Bu cemiyet daha sonra İttihat ve Terakkî ismini aldı. 1885’te ismini duyuran cemiyetin fikirleri; Mülkiye, Harbiye ve Tıbbiye talebeleri arasında yayılmaya başladı. Hükûmete ve Pâdişâha muhâlif olan bu hareket, haber alınarak dağıtıldı. Sıkı şekilde tâkip edilmeye başlanınca cemiyet üyelerinin büyük bir kısmı yurt dışına kaçtı. Paris, Napoli, Cenevre ve Londra’da çıkardıkları gazete ve dergilerde hükûmet aleyhine, Meşrûtiyetin îlânı lehine yazılar yazıp, bunları yurda gizlice sokmaya başladılar. Fransız İhtilâlinin yüzüncü yıldönümünü kutlama merâsimleri dolayısıyla Paris’e giden Ahmed Rızâ da orada kalarak Jön Türk hareketinin liderliğini ele aldı. Çıkardığı Meşveret Gazetesi’nde ve saraya yazdığı layihalarda o da meşrûtiyet, hürriyet kavramını işlemeye başladı. Ancak Jön Türklerin yurtdışı yayınları tenkit ve temennilerden ibâret kaldı. Osmanlı Devletinin sosyal ve ekonomik temellerine dâir araştırma ve yayın faaliyetinde bulunamadılar.

Jön Türkler yurda döndüklerinde hiçbirisi tecrübe ve tetkik sâhibi olmak hüviyetini taşımıyorlardı. Ülkenin ve çağın sosyal, siyâsî şartlarından habersiz, gerekli fikir olgunluğundan mahrumdular.

İttihat ve Terakki Cemiyeti ilk kongresini 1902’de Paris’te yaptı. Kongreye İttihat ve Terakkî üyeleri Prens Sabahaddîn ve taraftarları, Sırp, Bulgar ve Ermeni komitacı reisleri katıldılar. Oy çokluğu ile alınan kararların en önemlileri Meşrûtiyetin îlânı için iş birliği yapmak ve Osmanlı Devletinde milliyetlere göre mahallî muhtâriyetlerin kurulmasını sağlamak gibi hususlar teşkil ediyordu. Ahmed Rızâ ile Prens Sabahaddîn arasında kongrede ortaya çıkan anlaşmazlık her ikisinin bir araya geldiği ilk ve son kongre olmasına sebep oldu.

Ahmed Rızâ, Meşrûtiyetin îlânı için yabancı devletlerin müdâhalesi fikrini reddederken Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyetçi fikirleriyle meşhur Prens Sabahaddîn bunu savunuyordu. Yine bu kongrede hâtırât yazılmaması, bu işin teşekkül ettirilecek bir heyet tarafından yapılacağı karara bağlanmış ancak, bu heyet teşekkül ettirilmemiştir. Cemiyetin gizliliği prensip edinmesi ve heyetin de teşekkül ettirilmemesi sebebiyle 1908 öncesine âit İttihat Terakki hakkındaki belgelerin sayısı çok azdır. Almanya 1898’den îtibâren Meşrûtiyet idâresi için İttihat ve Terakkî hareketine gizlice yardım etmeye başladı. İttihatçılar kendi aralarında İngiliz ve Alman yanlısı diye ikiye ayrılmaya başladılar. Fakat bu ihtilaf Meşrûtiyete kadar pek önemli bir mesele olmadı.

Sultan İkinci Abdülhamîd Han sarayda bir heyet teşekkül ettirerek, Türklerin hâkimiyetinde olan bir meclis yapısına müsâit yeni bir anayasa hazırlattırıp, tatbik ettirmeyi düşünüyordu. Ancak buna fırsat kalmadan dağa çıkan üçüncü ordu subaylarından, Enver ve Niyâzi Beylerin başlattığı hareket sonucunda Ferizovik, Selanik ve Manastır’da 20 Temmuz 1908’de Meşrûtiyet îlân edildi. Bunun üzerine Sultan Abdülhamîd Han 23 Temmuz 1908’de Kânûn-ı Esâsî’yi tekrar yürürlüğe koymak zorunda kaldı. Rumeli’de büyük gösterilerle îlân edilen Meşrûtiyet, İstanbul gazetelerinde ehemmiyetsiz bir haber olarak yer aldı. Saraydan vilâyetlere gönderilen bir emirnâme ile Kânûn-ı Esâsî’nin yürürlüğe girdiği belirtilerek Birinci Meşrûtiyet meclisinin kabul ettiği seçim kânunu mûcibince seçimlerin yapılarak mebusların İstanbul’a gelmesi istendi. İkinci Meşrûtiyet bir fikir ve doktrin hareketi değildi. Osmanlı Devletinin içinde bulunduğu şartlara göre Meşrûtiyet geldikten sonra ne yapılacağını kimse bilmiyordu ve tesbit etmek gereği de duyulmamıştır. İttihat ve Terakkî hareketinin ise kendine âit bir lideri, programı ve fikri yoktu. Meşrûtiyetten önceki gizliliğini sonra da devâm ettirdiği için ortaya çıkan otorite boşluğu anarşi ve cinâyetlere yol açtı. İttihatçılar yeni kurulan hükûmette vazîfe almayıp, vaziyeti kontrol altında tutmaya çalıştılar. Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın dönemine büyük bir tepki olarak eski rejimin adamları üç sene içinde tasfiye edildiler. Sultan İkinci Abdülhamîd Han muhâliflerini maaşla merkezden uzaklaştırırken, İttihatçılar sûikast tertipleyerek öldürmeye başladılar.

İkinci Meşrûtiyetten bir şeyler bekleyenler, beklediklerini bulamadılar. Îlân edilen umûmî afla yurda dönen Jön Türkler ve dağlardan silâhlarını bırakarak inen komitacıların da katıldığı sun’î kardeşlik havası fazla sürmedi. 17 Aralık 1908’de toplanan Meclis-i Mebûsandaki azınlık mebusları ekseriyette olup, meclis, Birinci Meşrûtiyet meclisi gibi azınlıkların mücâdele sâhası hâline geldi. Balkanlarda, Osmanlı Devletine başkaldıran altı Bulgar çete reisi, Sandasky de dâhil olmak üzere mebus seçildiler. Sason İsyânı tertipcilerinden Ermeni Komitası Reisi Hamporsam Boyacıyan ve Damadyan, Kozan Mebusu oldular. Balkan Harbinde dünyâ askerlik târihinin en son kale müdâfilerinden Hasan Rızâ Paşayı İşkodra Muhârebesinde arkadan vuran ve Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın hallini bildirmeye memur dört kişiden biri olan, Arnavut Draç Mebusu Esad Toptanî ise meclisin ateşli hatipleri arasındaydı. 266 mebustan sâdece 137’si Türk’tü.

31 Mart Vak’asından sonra Kânûn-ı Esâsî’de çok büyük değişiklikler yapılarak pâdişâhın yasama ve yürütme yetkileri önemli ölçüde sınırlandırıldı. Veto yetkisi kaldırılarak, nâzırlar parlamentoya karşı mesul duruma getirildi. Bundan sonra pâdişâhlık makâmı hilâfet ve saltanatın kaldırılışına kadar sembolik yetkileri olan bir mevkî hâline geldi. Sultan Beşinci Mehmed Reşâd, meşrûtiyet rejimi içinde tahta geçip, bu dönemde ayrılan tek pâdişâh oldu.
 
Mihaloğulları
Osman Gâzi döneminde Hıristiyanken Müslümanlığı kabul ederek Osmanlıların hizmetine giren Mihal Bey (Köse Mihal)in soyundan gelen akıncı âilesi.

1313’te İslâmiyeti kabul eden Mihal Gâzi ilk devir Osmanlı fetihlerinde önemli rol oynadı(Bkz. Köse Mihal). Köse Mihal’in oğulları Ali, Aziz ve Balta beyler âilenin ilk akıncı komutanlarındandı. Balta Beyin oğlu İlyas Bey Yıldırım Bâyezid devri fetihlerinde büyük yararlıklar gösterdi. 1402 Ankara Savaşına katıldı. Azîz Beyin oğlu Gâzi Mihal de Rumeli fetihlerinde önemli rol oynadı. Bunun oğlu Mehmed Bey 1402 Ankara Savaşından sonra Osmanlı şehzâdelerinin saltanat mücâdelelerinde Mûsâ Çelebi’ye Beylerbeyi oldu. Ancak sonradan Çelebi Mehmed’i destekledi ve onun iktidârı ele geçirmesiyle de hizmetine girdi. Şeyh Bedreddîn isyânı sırasında iftiraya uğrayarak bir müddet Tokat’ta tutuklu kaldı.

Sultan İkinci Murâd’ın saltanatı sırasında, Evrenos, Turahan ve Gümlüoğlu gibi meşhur akıncı beyleri Rumeli’de hâkimiyetini îlân eden Mustafa Çelebi(Düzmece Mustafa) yanında yer aldılar. Bursa’ya kadar gelen bu kuvvetler Osmanlı Birliğini yeniden parçalayacak bir güce erişmişlerdi. Ancak tevkif edildiği hapisten çıkarılarak Bursa’ya getirilen Mihaloğlu Mehmed Bey, Ulubat Suyu kenarında Rumeli Beylerini birer birer adlarıyla çağırarak onların Mustafa Çelebi tarafından Murad tarafına geçmelerini temin eyledi.

İkinci Murâd Han 1422 yılında İstanbul’u muhâsara ettiği zaman bu defâ da kardeşi Şehzâde Mustafa isyân ederek İznik’i almıştı. Bunu haber alan Pâdişâh, Mihaloğlu Mehmed Beyi akıncılarıyla İznik’e gönderdi. Mehmed Bey, İznik’e girdiği sırada Mustafa Çelebi’nin kumandanı Tâceddîn oğlu Mahmûd Bey tarafından öldürüldü (1423). Ancak vaziyete hâkim olan Mihaloğlu’nun akıncıları isyanı önledikleri gibi beylerini öldüren Tâceddîn oğlu Mahmud’u da saklandığı yerde yakalatıp katlettiler.

Mehmed Beyin oğulları Yahşi ve Hızır beyler de akıncı kumandanlıklarında bulundular. Bunlardan Hızır Bey Plevne’de Yahşi Bey ise İhtiman’daki kuvvetlerin başındaydı. Hızır Beyin oğulları Bâli, Gâzi Ali, İskender ve Gâzi Fîrûz beyler Fâtih Sultan Mehmed devrinde önemli başarılar kazandılar. Mihaloğullarının en ünlü beyi sayılan Gâzi Ali Bey, 1462 Eflak Seferinde Voyvoda Üçüncü Vlad’ı(Kazıklı Voyvoda) Erdel’e (Transilvanya) kadar kovaladı. Bosna’ya akınlar düzenledi ve büyük ganîmetlerle döndü (1463-64). Mehmed Paşa ile birlikte Yanya kuşatmasına katıldı (1464). Semendre’deki bir çarpışmada ünlü Macar komutanı Scilgoyi’yi esir aldı. Yaptığı akınlarda düşmanlarına büyük bir korku ve dehşet veren Ali Bey, bölge halkına da o derece adâlet ve hoşgörülü davrandı. Bu durum daha sonra bölge halkının tamamının Osmanlı hâkimiyetine geçerek İslâmlaşmasında büyük rol oynadı.

Gâzi Ali Bey, daha sonra Fâtih tarafından İmparatorluğun doğu sınırını korumak ve Uzun Hasan kuvvetlerine karşı Tokat baskınına mübâdele olmak üzere, düşman arâzisini vurmağa ve haber almağa memur edildi. Otlukbeli Savaşına (1473) katıldı. Ertesi yıl kardeşleri Bâli ve İskender beylerle birlikte Macaristan, Venedik ve Arnavutluk üzerine akınlar düzenledi. 1478 Mayısında İşkodra’yı muhâsara eden Gâzi Ali Bey, kuşatmaya Rumeli Beylerbeyi Dâvûd Paşanın gelmesi üzerine Venedik’e akınlarda bulundu. İkinci Bâyezid Han döneminde Eflâk ve Boğdan’a akınlar düzenleyen Gâzi Ali Bey, 1492’de Alman İmparatoru Maksimilyan’ın kumandanlarından Rodolf dö Keves’in kendisinden kat kat üstün kuvvetlerine karşı giriştiği bir muhârebede şehit düştü.

Gâzi Ali Beyin oğullarından Mehmed Bey Çaldıran Savaşında öncü birliklerin komutanlığını yaptı. Hersek Sancakbeyliğinde bulundu. Kardeşi Hızır Bey de Segedin Sancakbeyiydi (1542). Akıncı Mihaloğulları soyu İhtimalı ve Plevneli olarak iki koldan günümüze kadar gelmiştir.
 
Mimarbaşı
Osmanlı Devletinde, umûmî olarak inşâ işleriyle meşgûl olan memur.

Mîmarbaşıları, diğer şehirlerle birlikte, İstanbul’un îmâr edilmesine çalışırlardı. Mîmarbaşılar, pâdişâh ve saray mensuplarının, saray ve köşklerinin yanında, umûmun faydalanması için inşâ ettirilen câmi, medrese, çeşme gibi inşâatlarını yaparlardı. Savaş zamânında ordu ile berâber sefere çıkarlar, yıkılan kalelerle, tahrib edilmiş köprüleri tâmir ederler, askerin geçeceği yolları düzelterek, mühimmat geçebilecek hâle getirirlerdi.

Mîmarbaşıların maiyetinde “Başmîmar, İkinci mîmar, Kethüdâ ve Çavuş gibi memurlar vardı. Kethüdâ ve çavuş, hergün İstanbul’u dolaşır, umûmî yollar, caddeler üzerine veya fakirlerin evlerine tecâvüz edecek tarzda inşâ edilmiş binâları yıktırırlardı. Böylelikle zamânımızdaki Belediye Îmar İşleri Dâiresinin vazîfesini görürlerdi.

Yaptırılacak binâlar için mimârbaşından ruhsat alma ve plânın tasdik ettirilmesi mecbûriyeti vardı. Böylelikle inşâatların kânuna uygun olması kontrol edilirdi. Aksine hareket edenler men edilir ve cezâya mâruz kalırlardı. Arâzilerin taksiminde çıkan anlaşmazlıkların halledilmesi de mîmarbaşıların vazîfelerindendi. Ayrıca su bentlerinin inşâsı, suyun şehre taksimi, kaldırımların inşâsı da bu memurun göreviydi.

Mîmarbaşılık yalnızca İstanbul’a münhasır bir memuriyet değildi. Mühim hallerde ve büyük şehir merkezlerinde bu isimle anılan vazîfelilere rastlanırdı.

Evliyâ Çelebi, meşhur Seyâhatnâme’sinde, Bağdat şehrinin yüksek dereceli memurlarını sayarken emrinde beş yüz kişi çalıştıran bir mîmarbaşıya da yer vermiştir.

Şehremini denilen saray memurları da bâzı inşâat işleriyle alâkadârdılar. Bu sebeple zaman zaman mîmarbaşılarıyla birbirlerinin vazîfe sâhalarına girerlerdi. Geçen zaman içinde bu iki memuriyetin vazîfeleri tamâmen karışmış, ancak mîmarbaşların fennî hususlarda daha bilgili olmaları onları üst dereceye çıkarmıştır. 1831 senesinde her iki memuriyet de kaldırılarak Ebniye-i Hassa Müdürlüğü kurulmuş ve vazîfeleri bu memuriyete verilmiştir.

Mîmarbaşıları, yalnızca birer inşâat memuru değil, bugün hepimizin sâhip olmakla iftihâr ettiğimiz sanat âbidelerini meydana getiren büyük birer sanatkârdılar. Bunlar arasında Mîmar Ayas, Mîmar Kemâleddîn, Mîmar Kâsım, Mîmar Dâvûd, Mîmar Sedefkar Mehmed ve târihimizde erişilmez ve müstesnâ yeri olan Mîmar Sinân, mîmarbaşılık vazîfesinin en güzîde memurlarıydılar.
 
Misak-ı Millî
İstiklâl Harbi yıllarında toplanan son Osmanlı Mebuslar Meclisinin aldığı kararlar, “Ahd-i Millî” ve “Mîsâk-ı Millî” adı altında altı maddeden meydana gelir. Meclis 28 Ocak 1920’de toplandı. Osmanlı Sultanı Vahideddîn Han rahatsız olduğundan, Meclisin açış konuşmasını İçişleri Bakanı Dâmâd Şerîf Paşa okudu. “Felâh-ı Vatan” yâni vatanın kurtuluşu istendi. Mecliste, Erzurum Mebusu Celâleddîn Ârif Beyin başkanlık ettiği Felâh-ı Vatan grubundaki milletvekillerince Mîsâk-ı Millî hazırlandı. Erzurum ve Sivas kongrelerindeki beyannâmeler kabul edildi. Millî Kurtuluş Programı hazırlandı ve millî hudutlarımız tespit edilerek, hukuk ve siyâset anlayışı esaslarına göre ortaya kondu.

Altı madde hâlinde yazılıp, oybirliği ve heyecanla kabul edilen Mîsâk-ı Millînin girişinde şöyle deniliyordu: “Osmanlı Mebuslar Meclisi üyeleri, yapılacak fedakârlığın en son mertebesine göre hazırlanan aşağıdaki esaslarla, devletimizin istiklâlini ve milletimizin sulh ve sükûna kavuşabilmesi, bunlar gerçekleşmeden Osmanlı saltanatı ve cemiyetinin varlığı ile devâmının imkânsızlığını, hep birlikte kabul ve tasdik etmişlerdir.”

Mîsâk-ı Millînin altı maddesi şunlardır:

1. Arapça konuşan ancak, 30 Ekim 1918 Mondros Mütârekesine göre; düşman işgali altında kalan bölge halkının durumu, bunların hür olarak verecekleri oylara göre belirlenmelidir. Mütâreke çizgisinin içinde ve dışında kalan bu yerlerin İslâm ve soyca bir olan Osmanlı çokluğunun oturduğu bölgelerin hepsi, hüküm ve fiil bakımından, Anayurttan hiçbir sebeple ayrılmaz bir bütündür. (Bu maddeye göre; Irak kuzeyindeki Musul-Süleymaniye-Erbil ve Kerkük bölgeleri Türkleriyle Suriye kuzeyindeki Rakka-Halep-Antalya veİskenderun-Hatay kesimlerindeki Türklerin Anayurttan koparılamayacağını belirtiyor, Kıbrıs Adası, Devletler Hukûku bakımından Türkiye’ye âit olduğundan, 1914 sonunda İngiltere’nin tek taraflı ilhakı, hükümsüz sayılıyordu.)

2. Halkın, ilk serbest kaldıkları sırada (Haziran 1918’de) verdikleri oylarıyla Anayurda katılma kararını belirten Elviye-i Selâse (Üç Sancak: Kars; Oltu, Olur ve Şenkaya dâhil Ardahan; Artvin ve Avara ile Çürüksu dâhil Batum) için gerekirse yeniden serbestçe oylama yapılmasını kabul ederiz.

3. Batı Trakya’nın geleceği de oralarda oturanların serbestçe verecekleri oylara göre belirlenmelidir.

4. İslâm Halîfeliğinin Osmanlı Saltanatının ve Hükûmetinin merkezi İstanbul şehriyle, Marmara Denizinin (Boğazlarla birlikte) güvenliği korunmalıdır. Bu şartlara uyularak, Akdeniz-Çanakkale ve Karadeniz-İstanbul Boğazlarının dünyâ ticâretiyle ulaşımına açık tutulması için bizim de, ilgili devletlerle birlikte vereceğimiz karar, geçerli sayılır.

5. Azınlıkların hakları, Îtilâf Devletleriyle hasımları ve bir takım ortakları arasında kararlaştırılan anlaşma esaslarına göre (komşu ülkelerdeki Müslümanların da bu haklardan istifâdeleri güveniyle) tarafımızdan sağlanacaktır.

6. Millî ve iktisâdî gelişmemize imkân vermek ve daha çağdaş, muntazam idâre ile işleri yürütmek için, her devlet gibi, bizim de gelişmemizi sağlamak üzere tam bir serbestliğe ulaşmamız, hayat varlığımızın temelidir. Bu sebeple, siyâsî, adlî, mâlî ve diğerleri gibi gelişmemize engel olan bağların karşısındayız. Ortaya çıkacak devlet borçlarımızın ödeme şartları da, bu esaslara aykırı olmayacaktır.

Türk Millî Mücâdelesinin ana programını, hem de Türkiye’nin millî ve etnik hudutlarını belirten bu Mîsâk-ı Millî; 28 Ocak 1920 Çarşamba günü kabûl edilip, 17 Şubat 1920’de gazete ve ajanslar yoluyla bütün dünyâya îlân edildi. Anadolu’da başlatılan Millî Mücâdelenin İstanbul’da Osmanlı Mebuslar Meclisince kabulü, meselenin Devletler Hukûkunca sağlanmasını ortaya koyması bakımından önemlidir. Osmanlı Devletinin varlığına ve istiklâline tahammül edemeyen işgalci İtilâf Devletleri, Türk Kurtuluş Mücâdelesine karşı harekete geçti. 16 mart 1920’de İstanbul, İngilizler tarafından işgâl edildi. Anadolu, Trakya ve Adalar’daki işgâl ve hareketler hızlandı. Buna tepki olarak da Türk Milleti, bütün imkânlarını seferber ederek, başlatılan Millî Mücâdeleye katıldı.
 
Muâyede
Bayramlaşmak, bayramda birbirini tebrik etmek.

Osmanlılarda Ramazan ve Kurban bayramlarının muâyedeleri parlak bir merasimle yerine getirilirdi. Devlet erkânı topluca padişaha bayram tebrikine gittikleri gibi, kendi aralarında da ziyâretlerde bulunurlardı.

Osmanlı Sarayında bu işe verilen önemden dolayı muâyedenin nasıl yapılacağı kânunnâmelerle tesbit edilmişti. Fâtih Sultan Mehmed Hanın çıkardığı Kânunnâme-i Âl-i Osman’ın yirmi beşinci sahifesi bundan bahsetmektedir. Bayramlarda, sarayda divan meydanında taht kurulur ve pâdişah burada oturarak tebrikleri kabul ederdi. Bu iş özel merâsimle yapılırdı. Önce Taht-ı Hümâyûnun etrafında bulunması îcâp eden erkân yerini alır, her şey hazırlandıktan sonra Sultan gelirdi. Bu sırada alkışda vazifeli olanlar tarafından “Uğurun açık olsun”, “Pâdişahım devletinle bin yaşa”, “Mağrûr olma pâdişahım, senden büyük Allah var” cümleleri yüksek sesle söylenir ve mehterhâne marşlar çalardı. Daha sonra Nakîbüleşraf Efendi Pâdişahın huzuruna gelir, duâ eder ve ayrılırdı. Bundan sonra sıraya göre bayramlaşacak olanlar Pâdişahın elini öperek ayrılırlardı. Bu iş büyük bir nezâket ve terbiye kuralları içinde olurdu. Tebrik merâsimi bittikten sonra Pâdişah, yine saray âdet ve törelerine göre uğurlanırdı.

Bayramlaşma bayram günü sabah namazından sonra ve bayram namazından önce yapılır, sonra alayla câmiye gidilip bayram namazı kılınırdı.
 
Geri
Top