Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Kapitülasyonlar
Osmanlı Devletinde yabancıların statüsünü tespit eden hukukî, malî, idarî ve dinî özellikteki antlaşmalar. Kapitülasyonlara, kısaca “imtiyaz” veya “imtiyâzât-ı ecnebiyye” de denir.

Osmanlı Devleti tarihinde ilk olarak, Sultan Birinci Murad Han zamanında, 1365 yılında, Dalmaçya kıyılarında fakir bir ülke olan Ragusa Cumhuriyetine, beş yüz duka haraç karşılığında, ticarî imtiyaz verildi. 1397’de Osmanlı ülkesine gelen Bizans elçi ve konsoloslarına bazı imtiyazlar verildi. Bu imtiyazlar karşılığında, Bizans İmparatorluğundan İstanbul’da bir Türk mahallesi kurma ve bu mahallede oturan Türklerin davalarına bakmak üzere kadı ile din işlerine bakacak müfti tayin etme hakkı alındı. Yıldırım Bayezid’in oğulları Süleyman Çelebi, Musa Çelebi ve Mehmed Çelebi devirlerinde de (Bkz. Fetret Devri), yabancılara bazı imtiyazlar tanındı. Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u fethinde, Bizans’ın Venedik ve Ceneviz’e tanıdığı imtiyazları, küçük bazı değişikliklerle kabul etti. 1479’da yine Fatih tarafından Venedik’e, Kefe ve Trabzon’da ticaret yapma hakkı tanındı. Fatih Sultan Mehmed tarafından Venedik’e verilen bu imtiyazları, Yavuz Sultan Selim 1513’te ve Kanunî Sultan Süleyman 1521’de yapılan Osmanlı-Venedik ticaret antlaşmalarıyla genişleterek kabul ettiler. Mısır’ın fethinden sonra Fransız, Venedik ve Katalanlara Memlûklar tarafından verilen imtiyazlar, Yavuz Sultan Selim tarafından da tanındı. Osmanlı sultanları, verdikleri bu imtiyazlarla, fethettikleri ülkelerde ticarî faaliyetlerin canlı kalmasını ve ellerine geçirdikleri önemli transit yolların faal olmasını sağlıyorlardı. Ayrıca, bu asırda Amerika’nın ve Ümit Burnu’nun keşfedilmesi sebebiyle, İpek Yolu ticareti, Osmanlı topraklarından uzaklaşmış, ticaret batıya kaymıştı.

Almanya-İspanya İmparatoru Şarlken’le İran şahının, Osmanlı Devleti aleyhinde birlik kurmak istediklerini tespit eden Kanunî Sultan Süleyman Han, Şarlken’in Avrupa’ya hakim olma isteğine mani olmak için, rakibi Fransa’yı siyasî bakımdan destekledi. Veziriâzam Makbul İbrahim Paşa, Fransız konsolosu ile 1535’te tasarı şeklinde, ticarî bir muahede hazırladı. Ahidnâmeye göre, Fransız tüccarlarının yüzde beş gümrük ile her iki devlete ait gemilerle serbestçe dolaşmaları ve bütün hukukî muamelelerde, Fransız konsoloslarının kaza (hüküm erme) hakları kabul ediliyordu. Bundan başka Fransız tebaa hakkında, davalarda hüküm verecek kadıların yanında bir Fransız tercümanı hazır bulunacaktı. Müslüman tebaadan birisine olan borcunu ödemeden kaçan Fransız'ın yerine başka bir Fransız ve konsolos yakalanmayıp, Fransa kralı aleyhine dava açılacaktı. Her iki taraf için eşitlik ilkesini esas alması sebebiyle, antlaşma, padişah tarafından tasdik edilmedi.

Osmanlı padişahlarının, siyasî ve ticarî menfaatlerine uygun olarak verdikleri imtiyazlar, Avrupa’da Osmanlı idaresi lehinde büyük propaganda yapılmasına, Osmanlı Devletinin büyüklüğünün tanınmasına, dolayısıyla İslâmiyetin yayılmasına yol açtı. Hattâ Avrupa’da reform hareketlerinin önderi olarak kabul edilen Luther’in; “Ey Rabbim! Büyük Türkleri bir an önce başımıza getir de, senin ilâhî adaletinden onlar sayesinde nasibimizi alalım” demesine sebep oldu.

Kanunî Sultan Süleyman’ın vefatından sonra, 1569’da Sultan İkinci Selim Han, Fransa Kralı Dokuzuncu Charles ile 18 maddelik; 1581’de Sultan Üçüncü Murad Han, Üçüncü Henri ile 19 maddelik; 1579’da Sultan Üçüncü Mehmed Han, Dördüncü Henri ile 32 maddelik; 1604’te Sultan Birinci Ahmed Han, yine Dördüncü Henri ile 53 maddelik; 1743’te Edirne’de Sultan Dördüncü Mehmed Han, Ondördüncü Louis ile 55 maddelik; 1770’de Sultan Birinci Mahmud Han, Onbeşinci Louis ile 84 maddelik kapitülasyon antlaşmaları imzaladılar.

Bunlardan başka, 1578’de Toskana Krallığına; 1565’te Ceneviz Cumhuriyetine; 1580, 1593, 1603, 1606, 1622, 1624, 1641, 1662, 1675 yıllarında İngiltere’ye; 1598, 1612, 1634, 1668, 1712 yıllarında Hollanda Krallığına; 1617’de Avusturya’ya; 1678’de Polonya’ya; 1700’de Rusya’ya ve 1737’de İsveç Krallığına çeşitli imtiyazlar verildi.

Bu kapitülasyonlar, yabancılara; Osmanlı Devletinde yerleşmek, dolaşmak ve ticaret yapmak haklarını tanıyordu. Ancak ticaret hususunda tam bir serbestliğe sahip bulunmuyorlardı.

Bundan başka, kapitülasyonlara göre, yabancıların Osmanlı Devletine getirdikleri, ticaret eşyası üzerinden başlangıçta %5, daha sonra %3 gümrük resmi alınmaktaydı.

On sekizinci yüzyılın ilk yarısına kadar verilen kapitülasyonların bir bölümü, antlaşma niteliği taşımaktaydı. Ancak büyük bölümü (%90’ı), padişah fermanları ile tek taraflı verilmiş imtiyazlardı. Bu tip kapitülasyonlar, padişah hayatta olduğu müddetçe yürürlükte kalır, istenildiği an kaldırılabilirdi. Bu yüzden her padişah değiştiğinde imtiyazların da yenilenmesi gerekiyordu. Ancak bu yenileme işlemlerinin uzun zaman alması ve Avrupa devletlerinin her defasında yeni imtiyazlar istemeleri üzerine, 1740’ta Sultan Birinci Mahmud ile Fransa Kralı Onbeşinci Louis arasında, daimî statü ile yeni bir kapitülasyon antlaşması yapıldı. Yeni antlaşma, Fransa’ya tanınan ticarî ve hukukî imtiyazları genişlettiği gibi, kapitülasyon kavramına da yeni bir nitelik kazandırdı ve karşılıklı bağlayıcılığı olan bir ticaret muahedesi şeklini aldı. Bu devrede verilen imtiyazların hiçbirisi, devletin aleyhine olmamıştı. Zira maksat, batıya kayan ticaret yollarını tekrar Osmanlı ülkesine çekmek ve iç pazarı da devlet eliyle korumaktı. Bu durum, 1838’e kadar Osmanlı lehine devam etti.

1838’de İngiltere’yle başlayan ve diğer Avrupa devletleriyle devam eden bir dizi ticarî antlaşma, Osmanlı Devletinin iktisadî bakımdan batının hakimiyeti altına girmesine sebep oldu. Bilhassa İngilizlerin yetiştirmesi olan Mustafa Reşit Paşa ve arkadaşlarının gayretleriyle imzalanan 1838 Baltalimanı Antlaşması, yabancı ülkelere, Osmanlı Devletini sömürmek için, kapitülasyonlara ek ticaret imtiyazları sağladı.

1838 ticaret antlaşmalarıyla Osmanlı Devleti, bazı ticaret eşyası üzerinde mevcut yed-i vâhid (tekel) usulünü kaldırmayı taahhüt ederek, yabancılara iç ve dış ticaret hususunda tam bir serbestlik tanıdı. Bununla beraber Osmanlı ülkesinden çıkacak mal üzerinden % 9 iskele ve % 3 çıkış resmi olmak üzere % 12 nispetinde resim alınmaktaydı.

Mustafa Reşit Paşanın yetiştirmelerinden; Âlî ve Fuad paşalar da, 1861’de imzaladıkları yeni ticaret antlaşmalarında, 1838 ticaret muahedelerinin iç ve dış ticaret serbestliği prensibini öngörmesi yanında, ihraç edilen mallardan alınmakta olan % 12 iskele ve gümrük resmini yabancı tüccarlar için başlangıçta % 8’e ve sekiz yıl sonra da % 1’e indirdiler. Böylece 1838’de Reşit Paşa ile başlayan ve 1861’de Âlî ve Fuad paşalarla devam eden idareciler, Osmanlıyı Avrupa’nın mahkûmu yaptılar. Artık yabancı tüccarlar, Osmanlı memleketlerine yayılıp Osmanlı tüccarları gibi iç ticarette iş yapıyorlar, hammaddeyi kolaylıkla Avrupa’ya ihraç ediyorlar, mamul getirip satıyorlardı. Kendi memleketlerinde bundan daha kârlı ve imtiyazlı ticaret yapmalarına imkân yoktu. Avrupalı tüccarlara verilen bu imtiyazlara karşılık, Osmanlı tüccarlarının ve esnâfının korunması için en ufak bir tedbir alınmamıştı. Âlî ve Fuad paşaların ıslahat lâyihalarında, ticarete dair ciddî tek bir fikir yoktu.

Osmanlı topraklarından hammadde ihracı başlayınca, yerli sanayi, hammadde bulmakta sıkıntıya düştü. Başka bir ifadeyle Osmanlı sanayiinin çöküşü hızlandı. Böylece Osmanlı ekonomisi, zamanla, mevcut gücünü kaybetti ve gelişmelerin gerisinde kaldı. Nihayet Avrupa’nın gittikçe gelişen ve genişleyen ticarî, iktisadî ve teknolojik rekabeti karşısında tutunamayarak 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren hızlı bir çöküş dönemine girdi. Avrupa devletlerinin desteğine duyulan ihtiyaç, Osmanlı hükümetlerini, onların karşısında meselelerini eşit şartlarda müzakere etme gücünden mahrum bıraktı. Yapılan bu ticarî antlaşmalar, başta İngiltere olmak üzere, diğer Avrupa ülkelerinin mallarına karşı ilgiyi arttırarak, yerli mallara olan talebi azalttı. Bilhassa Osmanlı lirasının değerinin yüksek tutulması, yabancı tüccarı cezbederken, yerli sanayii hareketsiz bıraktı. Ticaret ve sanayi geriledi.

1838 antlaşmasıyla ekonomisi felce uğratılan devlet, Rusya ile harbe sokulup, 1854’te İngiliz ve Fransızlarla ilk borç antlaşmalarını imzalamak mecburiyetinde bırakıldı.

Alınan borçların faizlerinin ödenememesi ve yeni borçların alımı ile 1870’te borç miktarı, 792 milyon frangı buldu. Bunu fırsat bilen Avrupa devletleri, Osmanlı Devleti üzerinde siyasî ve askerî baskılarını arttırdılar. Bu sırada Abdülaziz Han'ın şehadeti ile tahta geçen Sultan Beşinci Murad’ın kısa süren saltanatından sonra Sultan İkinci Abdülhamid Han, padişah oldu. Birinci Meşrutiyeti ilan ederek, Kanun-u Esasî’yi kabul etti. Bu sırada Tanzimatçıların uyguladığı yanlış ekonomik politikalar ve yabancılara verilen imtiyazlar sebebiyle, devletin malî durumu iyice kötüye gitti. Avrupa basını, Osmanlı Devletinin malî iflas hâlinde bulunduğunu yazıyordu. Bu sırada Bosna-Hersek isyanı ile Midhat Paşa ve adamlarının tahrik ve teşvikleriyle Osmanlı-Rus Harbi patlak verdi. Devletin içinde bulunduğu malî kriz daha da büyüdü.

Yabancı devletlerin baskılarını önlemek ve Osmanlı Devletinin kaybolan itibarını iade etmek isteyen Sultan İkinci Abdülhamid Han, birçok malî tedbirler aldı. Düyun-u Umumiye idaresi kuruldu. Alacaklı ülkelerin temsilcilerinden ve Osmanlı memurlarından meydana gelen bu idare, tütün, tuz ve ipek vergileriyle damga pulu ve balık gelirlerini toplamaya yetkiliydi.

Yapılan bu düzenlemeyle devlet, borçlarının büyük bir kısmından kurtuldu ve yabancı devletlerin iç işlerimize müdahalesi önlenmiş oldu. Böylece Sultan’ın şahsî kabiliyeti ve akıllı siyaseti sayesinde devlet, malî itibarını elde etti ve siyasî istiklâline kavuştu. Alınan bazı tasarruf tedbirleriyle de, borçların önemli bir kısmı ödendi.

Sultan Abdülhamid Han, yürürlükte olan ekonomik imtiyazları, devleti idare siyasetinde, maharetle kullandı. Yabancı devlet şirketlerine ihaleler yoluyla çeşitli bölgelerde yeni yatırımlar yaptırdı. Bu sırada İngiliz ve Fransız şirketleriyle birlikte Alman firmalarına da imtiyazlar verdi. Bu şekilde, yabancı devlet ve firmalar arasında mücadele başladı. Demiryolu yapımındaki mücadeleyi Almanya kazandı. Almanya’dan alınan malî destekle 1888’de Haydarpaşa-İzmit demiryolu Ankara’ya kadar uzatıldı. 1902’de Ankara-Bağdat demiryolunun yapımı da Almanlara verildi. Alınan yeni tedbirlerle eğitim, bayındırlık ve tarım alanında müspet gelişmeler oldu. Bütün memlekette ticaret, ziraat ve sanayi odaları açıldı.

Yabancılara tanınan imtiyazların yer aldığı kapitülasyonlar, Birinci Dünya Harbi'ne kadar devam etti. Sultan Beşinci Mehmed Reşad Han, 9 Eylül 1914’te, kapitülasyonların 1 Ekim tarihinden itibaren yürürlükten kaldırılacağını, bütün yabancı devlet temsilcilerine bildirdi. İmtiyazlardan faydalanan Fransa, İngiltere ve Çarlık Rusyası, milletlerarası özellikte bir antlaşmanın tek taraflı olarak yürürlükten kaldırılamayacağı görüşünü ileri sürerek, Sultan Beşinci Mehmed Reşad’ın kararını protesto ettiler. Ancak, bu arada Osmanlı Devleti savaşa girdi. Birinci Dünya Savaşından sonra, 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi ile, kapitülasyonlar bütün ağırlığı ve şartları ile kendiliğinden geri geldi. 20 Ağustos 1920’de, Sultan Vahideddin Han'ın tasdik etmediği Sevr Antlaşması'yla yabancılara tanınan haklar arttırıldı. Ancak İstiklâl Savaşı'ndan sonra 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması ile kapitülasyonlar kesin olarak kaldırıldı.
 
Kasır
Umumiyetle hükümdarlar için şehir dışında yaptırılmış saray ve köşk manâsında kullanılan bir tabir.

Anadolu beyliklerinin ve valilerinin, tehlikelere karşı savunma tedbirlerine sahip olan binalarına da kasır denirdi. Bu tip kasırlar, şehirlerin yüksek yerlerinde yapılan hisarların içerisinde, iç kaleler özelliğindedir. Aynı maksatla, kırlarda kesme taştan yapılmış kalın duvarlı, mazgal delikleri ve gözetleme kuleleri bulunanları da vardır. Kayseri yakınlarında Haydarbey Kasrı, Hızırilyas Kasrı ve Doğubeyazıt’taki İshakpaşa Kasrı bu tip kasırlardandır.

Osmanlı sultanları yeşilliklerde, dinlenme köşkleri ve saray özelliğine sahip kasırlar yaptırmışlardır. Güzel gezinti kıyılarında, orman kenarlarında inşa edilen çok odalı kasırlar, zengin süslemelere ve sanat eserlerine sahipti. İstanbul’daki Sadâbâd, Göksu, Aynalıkavak ve tersane kasırları, bunların en güzel örnekleridir.

17. yüzyılda Valide Turhan Sultanın Ramazan aylarında ibadet etmek ve Kur’ân-ı kerîm dinlemek için Yeni Camiye bitişik ve caminin hünkâr mahfiline bir geçitle bağlı olarak yaptırdığı Yeni Cami Kasrı çok güzel olup, bir eşi daha yoktur.
 
Kavalalılar (Kavalalı Hanedanı)
Mısır’daki Kavalalı Mehmet Ali Paşa hanedanı.

Ailenin atası İbrahim Ağa, aslen Konyalı olup, Osmanlılar devrinde Edirne’ye gelmiş ve Makedonya’da Kavala şehri kalesine bekçibaşı tayin edilmişti. Kavala’ya yerleşen İbrahim Ağanın kardeşi Tosun Ağa, şehrin mütesellimi, onun oğlu Ali Tosun Paşa da, Osmanlı Devleti'nde beylerbeyi vazifesindeydi. Kavalalıların en meşhur şahsiyeti, Mehmet Ali Paşa'dır. Kendisini, Osmanlı Sultanı Üçüncü Selim Han (1789-1807) vezirlik rütbesiyle Mısır valisi tayin etmiş, o da bilâhare Kavalalılar Hanedanını kurmuştur.

Kavalalılar Hanedanının başına geçenler, İsmail Paşa (1868-1879) devrinde hıdiv, Hüseyin Kâmil Paşa (1914-1917) devrinde sultan, Birinci Fuâd (1917-1936) devrinde melik unvanını aldılar. Kavalalı ailesinden, Osmanlı padişahlarının kızlarıyla evlenerek akrabalık kuranlar olduğu gibi, devletin iç ve dış işlerinde vazife alanlar da vardı. Abbas Hilmi Paşa'nın oğlu Damad İbrahim, Sultan Abdülmecid Hanın kızı Münîre Sultanla evlendi. Mehmed Tosun Paşa, müşir rütbesini haizdi. Melik Fuad Paşa da, Sultan İkinci Abdülhamid Han (1876-1909) devrinde binbaşı rütbesiyle Viyana’da askerî ataşelik yapmıştı. Kavalalılar (1805-1953), Arabistan’daki Vehhâbîlere, Osmanlılara karşı ayaklanan Rumlara karşı mücadelelerde başarılı oldular. Mehmed Ali Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa'nın isyanı, Osmanlıları içeride ve dışarıda güç duruma düşürdü. Devletin, 19. yüzyılın sonlarında malî bakımdan İngiltere’nin kontrolü altına girmesine sebep oldular. Birinci Dünya Harbi (1914-1918) ve sonrasında İngiliz himayesi ve 1948 Arap-İsrail Harbindeki mağlubiyetleri, Kavalalılar Hanedanlığına karşı hoşnutsuzluklar meydana getirdi. 1953’te Kavalalılar Hanedanlığına son verilip, cumhuriyet ilan edildi.

Kavalalılar Hanedanlığı

Mehmet Ali Paşa (1805-1848)
İbrahim Paşa (1848- (?)
Birinci Abbas Hilmi Paşa (1848-1854)
Said Paşa (1854-1863)
Hıdiv İsmail Paşa (1863-1879)
Hıdiv Tevfik Paşa (1879-1892)
İkinci Abbas Hilmi Paşa (1892-1914)
Hüseyin Kamil Paşa (1914-1917)
Melik Birinci Fuad Paşa (1917-1936)
Mehmed Fâruk (1936-1952)
İkinci Fuad (1952-1953)
 
Kılıç Alayı
Osmanlı padişahlarının tahta oturduklarının ikinci ile yedinci günü arasında, Eyüp’te hazret-i Hâlid İbn-i Zeyd’in türbesinde kılıç kuşanmaları merasimine verilen isim. Bir kısım İslâm devletlerinde olduğu gibi, kılıç kuşanma Osmanlılarda da kanun olduğundan, bu âdet ve an’ane, saltanatlarının sonuna kadar devam etmiştir.

Dinî ve askerî bir durum arz eden merasim iki safhalıdır. Birincisi; törenin yapıldığı yere kadar gidiş ve gelişi ihtiva eden kılıç alayı; diğeri de mukaddes emanetlerden olan kılıçlardan birinin kuşanma safhasıdır. Buna taklîd-i seyf denilmektedir.

Kılıç kuşanma âdetinin Osmanlılarda kesin olarak hangi tarihte ihdas edildiği bilinmemektedir. Vakâyinâmelere göre, Sultan İkinci Murad, babasının Edirne’de vefat haberi üzerine, Amasya’dan Bursa’ya geldiğinde âlimler ve eşraf tarafından şehir dışında karşılandı. Karşılamaya gelenler arasında bulunan, dedesi Yıldırım Bayezid’in damadı Emir Sultan tarafından, “el-muzaffer dâimâ” şeklinde biten bir duâdan sonra kendisine kılıç kuşatıldı. Bu “el-muzaffer dâimâ” ibaresi, İkinci Murad Hanın tuğrasında yer aldı.

Osmanlı sultanlarının, İstanbul’un fethinden sonra, Eyüp semtinde Mihmândâr-ı Peygamberî (Peygamber efendimizi misafir eden) Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin türbesinde kılıç kuşanmaları, kanun oldu. Tahta çıkan her yeni hükümdar, cülusundan birkaç gün sonra büyük bir alayla, bazen karadan, bazen de deniz yoluyla Eyüp'e gider ve türbede kılıç kuşandıktan sonra, saraya dönüş sırasında ecdâdının türbelerini de ziyaret ederdi. Buna “türbeler ziyareti” de denilmiştir. Eyüp Sultan Türbesinde padişahlara kılıç kuşatan zevât (muhterem kişiler) değişik olup, çok defa bu vazifeyi şeyhülislâmlar yapmışlardır. Fatih Sultan Mehmed Han'a Eyüp’te Akşemseddin tarafından Osman Gazi'nin kılıcı kuşatılmıştır. Sultan İkinci Bayezid’e, Eyüp’te, Nakîb-ül-Eşrâf kılıç kuşatmıştır. Sultan Birinci Ahmed Han'a, Şeyhülislâm Ebü’l-Meyâmin Mustafa Efendi; Sultan Dördüncü Murad Han'a zamanın büyük evliyasından Celvetiyye yolu büyüğü Üsküdarlı Azîz Mahmûd Hüdâî Efendi kılıç kuşatmıştır.

Kılıç kuşanma için Eyüp’e hareket, büyük merasim hâlinde yapılırdı. Devlet erkânı, resmî elbiseleriyle saraya gelirler, önceden top arabacıları, topçu, cebeci ve yeniçeri ocakları iki sıra hâlinde dizilip padişahı bekleyerek, geçişini seyrederlerdi. Daha sonra alay, intizam hâlinde Eyüp’e gelir, Eyüp Camii'ne deniz yoluyla gelecek olan padişah, iskeleye geldiğinde sadrazam, şeyhülislâm ve diğer devlet erkânı karşılar ve selamlardı. Öğle namazını müteakip hazret-i Hâlid’in türbesine gelinirdi. Padişah, edeb ile türbeye girdikten sonra sadrazam, şeyhülislâm ve yeniçeri ağasını yanına davet eder, sonra şeyhülislâm duâya başlardı. Padişah, iki rekat namaz kıldıktan sonra, duâsını yapar, kuşatılacak kılıcı saygı ile öptükten sonra şeyhülislâm veya devrin büyük âlimi tarafından beline kuşatılırdı. Bundan sonra padişah merasime katılanlara selam verir, türbeleri ziyaret ederek saraya dönerdi. Fatih Sultan Mehmed Han türbesini ziyaret âdet olmuştur. Bu merasim sebebiyle Eyüp’te kesilen 40-50 ve daha fazla koyun, çevredeki fakir fukaraya dağıtılır, merasime katılan herkese ihsanlarda bulunulurdu. Merasim, önceleri açıkta herkesin gözü önünde yapılırken, sonraları daha mahdut topluluk içinde yapılmıştır.

Kılıç alayında kullanılan kılıçlar, Peygamber efendimizin, hazret-i Ömer’in, hazret-i Hâlid bin Velîd’in, Osman Gazi ve Yavuz Sultan Selim Han'ın kılıçlarıydı.
 
Kırkpınar Güreşleri
Edirne’nin sınırları içinde yer alan Sarayiçi çayırında her sene haziran ayında yapılan tarihî güreşler.

Bu güreşlerin doğuşu ile ilgili bilgilerin en yaygını, 14. yüzyılın ikinci yarısında Orhan Gazi devrindeki bir olaya dayandırılanıdır. Rumeli’nin fethi sırasında (1346-1358) Süleyman Paşa komutasında, salla Çanakkale Boğazını geçerek Gelibolu’ya çıkan, 40 Müslüman Türk yiğidi bir mola yerinde güreşe tutuşurlar. Saatlerce süren güreşte çiftlerden biri bir türlü yenişemez. Daha sonraki günlerde aynı çift, bugün Yunanistan sınırları içinde kalan Ahırköy çayırında tekrar güreş yaparlar. Gece yarılarına kadar süren güreş neticesinde, iki genç ölür. Arkadaşları bu gençleri bir incir ağacının altına gömerler. Yıllar sonra seferden (akınlardan) dönerken arkadaşlarını ziyarete gelen yiğitler, mezarların olduğu yerden bir pınarın akmakta olduğunu görürler. Yöre halkı tarafından burası “Kırkların Pınarı” olarak anılmaya başlanır. Daha sonra bu isim, Kırkpınar şeklinde söylenegelir.

Kırkpınar güreşleri, ülkemizde an’anevî olarak yapılan en büyük yağlı güreşlerdir. Osmanlılar zamanında Kırkpınar güreşleri, her sene Rûmî nisan ayının yirmisinde başlayıp, yirmi üçünde sona ererdi. Güreşleri seyre gelenler, Kırkpınar Ağasına hediyeler ve para verirlerdi. Bu hediye ve paralar, daha sonra pehlivanlara dağıtılırdı. Lozan Antlaşması'ndan sonra Kırkpınar, Yunanistan sınırları içinde kaldı. 1924 senesi baharında güreşler, Edirne’nin Sarayiçi çayırında, aynı adla yapılmaya başlandı.

Kırkpınar güreşleri, yağlı güreştir. Pehlivanlar “kispet” adı verilen, beli ve paçaları iple bağlı pantolon giyerler. Güreşten önce vücutlarının her tarafını zeytinyağı ile yağlarlar. Önceleri süresiz olan yağlı güreş müsabakaları, son yıllarda bir müsabaka süresine tabi tutulmuştur. Tarihte saatlerce, hattâ yenilme olmadığı için, ertesi güne bırakılan güreşler vardır. Bu durum, güreşleri idare eden hakem kurulunun kararı ile alınırdı.

Güreşler ve süreleri: Büyük orta, baş altı ve baş boyu 1 saat; tozkoparan, deste küçük boy, deste büyük boy, küçük orta küçük boy, küçük orta büyük boy, 30 dakikadır. Bu sürelerin sonunda yenişme olmazsa, 10 dakika puan güreşi yaptırılır.

Güreşlerde, pehlivanları seyirciye tanıtan kimseye “cazgır” denir.

Cazgır, güreşecek pehlivanları, bağırarak takdim eder. Maharetlerini sayar. Peşinden duâsını okur, salevât getirir:

Hoş geldiniz, sefâ geldiniz erler meydanına!
Şeref verdiniz, zümrüt Kırkpınar’a!
Besmele ile,
Kispetleri çektiniz ince bele.
Okudunuz, üflediniz hazret-i Pîr’e.
Söğüt dalından odun olmaz!
Moskof kızından kadın olmaz!
Her ananın doğurduğundan pehlivan olmaz!
Hey! Hey!
Allah Allah İllallah.
Hayırlar gele İnşallâh.
Pîrimiz Hamza Pehlivan.
Aslımız, neslimiz, pehlivan.
İki yiğit çıkmış meydane,
İkisi de birbirinden merdâne.
Alta geldim diye erinme,
Üste çıktım diye sevinme.
Alta gelirsen apış,
Üste çıkarsan yapış.
Vur sarmayı kündeden at.
Gönder Muhammed’e salevat.
Seğirttim gittim pınara,
Allah ikinizin de işini onara!...

Duâ bitince, cazgır, pehlivanları meydana sürer. Davullar vurmaya ve zurnalar çalmaya başlar. Pehlivanların cazgır önünden meydana gelişlerine “çıkış” denir. Peşrev yapan pehlivanlar, topuk elleme ve helâlleşme tokasından sonra, ellerini ağızlarına sürerler. Bundan sonra elense yapılır. Boşta kalan elleriyle tutuşarak sağa sola sallarlar. El ve ayak değiştirip tekrar sallarlar. Ayrılırken birbirlerinin sağ ayaklarına sağ ellerini sürerek başlarına götürürler. Pehlivan bu hareketiyle güreştiği rakibine şunu anlatmak ister; “Sen benden daha güçlüsün, ben senin ayak tozun olamam!” veya; “Sen öyle bir ustasın ki ayak tozunun başım üstünde yeri vardır!” gibi...

Yenişince veya beraberce kalınca, yensin veya yenilsin, genç yaşlının, çırak ustasının elini, o da ötekinin alnını öper. Eğer akran iseler, birbirlerinin sırtlarını sıvazlarlar. Güreş bittikten sonra pehlivanların hep birlikte merasimle hamama gitmesi âdettir.

Yağlı güreşlerde uygulanan başlıca oyunlar şunlardır: Elense, tırpan, boyunduruk, katıryuları, deveyuları, bastırma, çapraz, kazkanadı, tartma, köstek, dalma, paçakasnak, yerdesürme, kazık, sarma, künde, kepçe, topukelleme, kurtkapanı, kılıçatma, kemane vs. Bunların yapılış biçimlerine göre ad alanları da vardır.

Asırlardır yapılan Kırkpınar güreşlerinde 26 yıl üst üste başpehlivan olan Aliço, kırılması imkânsız bir rekor sahibidir. Onu 18 yıl ile, çırağı Adalı Halil takip eder. Cumhuriyetin ilanından sonra ise, 9 defa ile en fazla başpehlivanlık kazanan, Tekirdağlı Hüseyin’dir. Kırkpınar güreşlerinde günümüze kadar, cihanı titreten, demir kuşaklı nice yiğitler geçti. Bunlar “Türk gibi kuvvetli” sözünü dünyaya benimsetip, yerleşmesini sağladılar. Koca Yusuf, Kara Ahmed, Adalı Halil, Kurtdereli Mehmed, Kızılcıklı Mahmud pehlivanlar, Avrupa ve Amerika’da yaptıkları bütün güreşleri kazanarak, Türk'ün başarısının arkasındaki maddî ve manevî kuvveti, bütün dünyaya gösterdiler.

Kırkpınar güreşlerinde, Cumhuriyetten önce başpehlivanlık kazanan güreşçilerimizden bilinenleri şunlardır: Yozgatlı Kel Hasan, Arnavutoğlu Ali, Kazıkçı Kara Bekir, Şamdancıbaşı Kara İbrahim, Pamukçulu Osman, Yörük Ali, Filiz Nurullah, Filibeli Kara Osman, Katrancı Halil, Makarnacı Hüseyin, Hergeleci İbrahim, Kara Ahmed, Tekirdağlı Sarı Hafız, Bursalı Rüstem, Şumnulu Mestan, Hamlacı Kaysıoğlu, Sarı Hüseyin, Koca Yusuf, Adalı Halil, Kurtdereli Mehmed, Geçkinli Yusuf, Kara Murad, Molla İzzet, Büyük Danacı, Küçük Danacı, Karagöz Pomak Ali, Deli Murat, Deliormanlı Kara Ahmed, Hasahırlı Abdurrahman, Çorumlu Zeyne, Pomak Osman, Suyolcu Mehmed, Mümin Hoca, Koç Ali, Koç Mehmed, Nakkaşlı Eyüp, Yenici Ahmed.
 
Kızılelma
Türk tarihinde cihan hakimiyeti ülküsünü temsil eden sembollerden biri. Bir murada varmak.

“Kızılelma” kelimesinin ilk defa ne zaman, nerede ve nereyi ifade etmek için kullanıldığı bilinmemektedir. Kızılelma'nın, Türk tarihinin akışı içinde, hep batı yönünde fethedilmesi gereken bir ülke, ele geçirilmesi hedef alınan bir taht veya saltanatı ifade için kullanıldığı kabul edilmektedir. Bazı Türk tarihi yorumcularına göre ise Kızılelma, Bizans İmparatorunun tahtı üzerindeki, hazret-i İsa’ya ait olduğu söylenen altın top veya Ayasofya kilisesinin imparatorlara mahsus bölümündeki kubbeden sarkıtılan “altın top” gibi müşahhas bir şeyin adıdır. Nitekim böyle düşünen yorumcular, İstanbul’un fethinden sonra, Kızılelma'nın, Roma’da Saint-Pierre kilisesinin mihrabındaki altın top olduğunu ileri sürmektedirler.

Zincirleme fetihler ve birbirini takip eden devletlerle daima batı istikametine akan Türk tarihinde, Kızılelma'nın cihan hakimiyeti mefkûresinin (ülküsünün) adı olması daha doğrudur. Zaman zaman, bazı beldeler veya saltanatlar için kullanılmış olsa bile, buraların fethini müteakip bu defa yeni beldeler için kullanılmaya başlanması da bunu göstermektedir.

Türklerin, İslâmiyet'i kabul etmesinden sonra ise, İslâm dininin bütün Müslümanlara emri olan “İ’lâ-yı Kelimetullah” (Allah’ın dînini yeryüzünde üstün kılmak), gaye ve hedef olarak Kızılelma'nın yerini almıştır. Selçuklu ve Osmanlıların çeşitli dönemlerinde de rastlanan Kızılelma, artık müşahhas şeyleri (ülkeler, tahtlar, saltanatlar vs.) sembolize etmeye başlamıştır. Nitekim, fetihten önce asker ve halk arasında Kızılelma, hazret-i Peygamberin, fethini müjdelediği İstanbul için kullanılırken, İstanbul’un fethinden sonra, Viyana, Roma gibi meşhur Hıristiyan şehirlerini ve bütün Firengistanı ifade etmeye başlamıştır. Nitekim:

“Gark-ı nûr olmak envâr-ı Muhammed’le
Bu sefer Rîm Papadan Hazret-i Îsâ’ya Firenk”

beytinde bu açıkça görülmektedir.

Asırlar ilerledikçe, ülkeler ve şehirler fethedildikçe, Kızılelma'nın temsil ettiği yer de değişmiş ve Kızılelma, padişahın sefer murad ettiği yerler olmuştur. Padişah ise, yalnız ve yalnız “İ’lâ-yı Kelimetullah” için bu işi yapmaktadır.

Son devirde Ziya Gökalp ve benzeri Türkçü yazarların şiir ve makalelerinde Kızılelma, tekrar ısrarla Türk'ün cihana hakim olması manâsında kullanılmıştır. Bu kullanılış şeklinde; inanç, fikir ve manâ itibariyle İslâmiyet'in emri olan cihad, “İ’lâ-yı Kelimetullah” gibi bilhassa Anadolu’daki yaklaşık bin yıllık Türk tarihinin temel unsuruna yer verilmemiştir. Türk tarihinin akışı içinde en mühim bölüm olan bu devir atlanarak, doğrudan Orta Asya Türklüğü örnek alındığından, son devir Türkçü şair ve yazarlarının, Kızılelma üzerindeki yeni anlayış ve yorumları kısır kalmıştır.

Çıkdı Otranto’ya pür velvele Ahmed Pâşâ,
Tuğlar varsa gerekdir Kızılelma’ya kadar.

Yahya Kemâl

Kızılelma'nın sosyal yönden başka bir durumu da, Türk halk hikâyelerinde murada erilecek yer olarak gösterilmesidir. Bu durum, daha çok düğünlerde çekilen bayraklarda kendini gösterir. Gerçekte artık kalkmak üzere olan bu âdete göre düğün alaylarında taşınan bayrağın tepesine kıpkırmızı bir elma yerleştirilir. Bu bayrak, önce oğlan evinden çıkar. Kız evine dikilir. Gelinle birlikte gelen düğün alayının en önünde taşınır ve sonunda yine oğlan evine dikilir. Tepesinde kızıl elma vardır. Bu murada işarettir. Ayrıca elmanın yanına kabından delinen bir ayna da yerleştirilir. Bu da kalp temizliği, doğruluk, aydınlık ve huzurlu olma temennisi içindir.
 
Kol Gezmek
Osmanlılar zamanında şehir ve kasabaların âsâyişini muhafaza maksadıyla zabıta memurlarının dolaşması. Kola çıkmak.

Tanzimâttan evvel sadrazamlar, yeniçeri ağaları, kaptan paşalar kola çıkarlar, yolsuz hareketi görülenleri cezâlandırırlardı. Tanzimâttan sonra kurulan zaptiyelerin ve daha sonra polislerle jandarmaların gece ve gündüz, inzibat ve âsâyişin temini maksadıyla, çarşı pazarlarla mahalle aralarında dolaşmalarına da “kol gezmek” denirdi. Yine bu mânâda “devriye gezmek” tâbiri de kullanılırdı.

Geceleri sokakta fenersiz gezmesinden dolayı şekil ve kıyâfetinde, kendinde şüphe uyandıran kimseler de kol gezenler tarafından çevrilir. Bunlar karakola ve zindana gönderilmeyip sabaha kadar çalıştırılmak suretiyle cezalandırılmak üzere mahalle hamamının külhanına gönderilirdi.

İstanbul’un hemen her mahallesinde bulunan hamamların sabah namazından bir iki saat evvel hazır ve açık bulundurulması âdetti. Oldukça ağır ve pis işlerden sayılan külhancılık eskiden ekseriyetle Ermeniler tarafından görülürdü. Külhancılar, devriye tarafından yakalanıp kendilerine teslim olunanları sabaha kadar odun taşımak, külhan ocaklarını temizlemek gibi işlerde çalıştırırlar ve sabahleyin üstleri başları kurum ve kir içinde bunları salıverirlerdi.

Fenersiz gezen hüviyeti meçhul adamların bu suretle hamamlara teslim edilmesi hem kol gezenleri karakola kadar gitme zahmetinden kurtarır, hem de bir daha kimsenin fenersiz gezmemelerini temin ederdi.

Kol gezenlerin tatbik ettikleri bu cezâlar kânunî olmaktan ziyâde örfî idi. Öyle ki, Osmanlılar zamanındaki bu idârî sistem, günümüzde bâzı tabirleriyle hâlâ yaşamaktadır: (Hastalık) Kol geziyor, külhanî, fenersiz yakalanmak gibi.
 
Korsanlık
Düşman devlete veya onun tebaasına âit malları ele geçiren gemilerin hareketine verilen ad.

Korsanlık eskiden savaş kurallarına uygun sayılan bir metoddu. Ele geçirilen korsan gemisinin kaptan ve tayfasına savaş esiri gibi davranılırdı.

Atlas Okyanusunda kısa süren korsanlık, bilhassa Akdeniz’de uzun yıllar devâm etti. Bir yağma ve esir toplama faaliyeti olarak zamanla çok aşırı boyutlara ulaştı ve devletler, korsan gemiler için nizamlar koymak mecbûriyetinde kaldı.

Osmanlılar bu sebeplerden “korsan” denen deniz akıncılarına önem verdi. Korsanlıktan yetişmemiş bir denizci gerçek denizci sayılmazdı.

Osmanlı deniz korsanları bahriyenin en imtiyazlı fedâî sınıfıydı. En tehlikeli vazîfeleri yüklenir ve bunu hayâtı pahasına başarırdı. Devletin sulh hâlinde bulunmadığı devletlerin gemilerini açık denize bırakmaz, zapteder veya korkuturdu. Osmanlı Devletinin devamlı muhârebe hâlinde bulunduğu İspanya ve İtalya sâhillerine kadar giderek, düşmanın mâneviyâtını alt-üst eder, ekonomik gücünü kırar, limanlar arasındaki irtibatı keser ve ticâret yapmalarına izin vermezlerdi.

Osmanlı Devleti 14. yüzyıl sonlarından başlayarak Akdeniz’de dağınık haldeki Türk deniz korsanlarını düzenledi ve gelişmesine yardımcı oldu. Akdeniz’deki Türk korsanları ile Osmanlı Devleti arasında ilk irtibatı sağlayan Sultan İkinci Bayezid Hanın üçüncü oğlu ve Yavuz Sultan Selim Hanın ağabeyi Şehzâde Korkut’tur. Bu iş için çok çalışmış ve Oruç Reisi korsanlığa sevk etmiştir. Bu korsanlardan ilk olarak devlet hizmetine giren Kemâl Reis olmuştur. Ondan sonra Türk korsanlarının pîrî Oruç Reis, sonra kardeşi Hızır Reis (Barbaros Hayreddin Paşa), onun İstanbul’a çağrılması üzerine de Turgut Reis korsan ocağının başına geçmiştir. Turgut Reis Tunus’ta Mehdiyye, Cerbe, sonra Trablusgarb ve Cezayir Beylerbeyliğinin birçok limanını belli başlı korsan üsleri hâline getirmiştir. 1513 yılı yazında Oruç Reisin Kuzey Afrika’ya, Mağrib’e ayak basması, Türk denizcilik târihinin dönüm noktasıdır. Oruç Reis bu kıyıları İspanyollardan temizleyip, yerli halkın sevgi ve îtimâdını kazandı. Batı Akdeniz’de, hâkimiyet Oruç Reisin eline geçti. Bu suları çok iyi bilen Kemâl Reisin yeğeni Pîrî Reis, Oruç Reisin maiyetinde idi.

Cezâyir-Türk korsanları, 16. asırda zamânının en iyi denizcileri idi. İstisnâsız Akdeniz’in her yerinde faâliyet gösterdiler. Bu asırda Türk deniz akıncılarının olmadığı hiçbir Akdeniz limanı gösterilemezdi. Sardunya, Sicilya, Korsika, Malta, Türklerin her yıl çıkartma yaptıkları adalardı. Hattâ Korsika’yı tamâmen Turgut Reis fethetmişti.

Tunus beylerbeyliğine âit korsan filoları da Malta şövalyelerine rağmen İtalya ve Sicilya’ya korku verdiler.

On yedinci asrın başlarında Büyük (Koca) Murâd Reisin Batı Akdeniz ve Atlantik seferleri çok meşhûrdur. Deryâ sancakbeyi rütbesi verilen Murâd Reisin kahramanlık ve gazâlarını dinleyerek hayrân olan Sultan Birinci Ahmed Han, kendisini bizzât görmek istemiş, huzûr-ı hümâyûnda hiç bir vezîrin nâil olmadığı iltifâtlar göstererek onu Mora Sancakbeyi yapmıştır. 1609’da vefat edip Rodos’ta yaptırdığı câminin yanındaki türbesine defnedilen Murâd Reisi selamlamak türbe önünden geçen Türk harb gemisi için kânun oldu.

Yine Rodos’ta medfûn bulunan Memiş Paşaoğulları, 16 ve 17. asrın büyük amirâl ve korsanlar yetiştirmiş bir denizci âilesiydi. Denizciliğe Oruç Reisle başlayan Kurdoğulları çok meşhurdur. Endonezya’ya giden Hızır Reis, Kurdoğullarından idi.

Türk korsanları, İrlanda gibi Büyük Britanya adasına da pek çok seferler yaptılar. Devamlı şekilde 30 gemilik bir Türk filosu bu sularda geziniyordu. 1625 yılında Türkler Bristol Kanalının açığında Lundy Adasını aldılar, Bristol liman ağzına hâkim oldular. İngiltere yıllarca Türkleri bu Lundy ve Scillya adalarından atamadı. 1631’de Türkler İngiliz limanlarını yıllık vergiye bağladılar.

Murâd Reisin 20 Haziran 1627’deki İzlanda Seferi meşhûrdur. Adada 26 gün kalmış, ikinci İzlanda Seferine de Ali Reis kumanda etmiştir.

Korsanlık, akıncılık gibi bir teşkilât olup, Cezâyir Beylerbeyinin Rotterdam, Amsterdam, Ceneviz, Livorno ve emsâli büyük Avrupa limanlarında gizli ajanları vardı. Bunlar o limanlara bağlı gemilerin giriş-çıkış ve rotalarını Cezâyir’e bildirirlerdi.

On sekizinci asırda da Türk deniz akıncıları eski hüviyetlerini korumakla birlikte, İngiltere ve Fransa da büyük denizci devletler arasına girdiler.

1783 yılında Amerika Birleşik Devletleri denizlerde bayrak gezdirmeye başladı. 25 Temmuz 1785’te Atlantik’te Cadiz açıklarında bu yeni bayrağı taşıyan ilk gemi, Cezâyir korsanları tarafından zaptedildi. Bu gemi Boston limanına bağlı, kaptan İsaak Stevens’in idâresindeki Mora gemisi idi. Az sonra Philadelphia limanına bağlı, Kaptan D. Brienin’in Dauphin’i aynı âkibete uğradı ve Cezâyir’e getirildi. 1793 Ekim ve Kasım aylarında 11 Birleşik Amerika gemisi daha Türk filosu tarafından zaptedildi. Kongre 27 Mart 1794 celsesinde, Türk korsanlarına karşı koyacak güçte harp gemileri îmâl edilmesi veya satın alınması için başkan George Washington’a 688.000 dolar harcama selâhiyeti verdi. Böylece Birleşik Amerika donanmasının temeli atıldı. Az zaman sonra Birleşik Amerika, Cezâyir donanması ile başa çıkamayacağını anladı ve Cezâyir’le anlaşma yoluna gitti. 5 Eylül 1795 (21 Safer 1210) târihindeki muâhede (antlaşma) ile Birleşik Amerika, Cezâyir’deki esirlerinin iâdesi ve gerek Atlantik’te ve gerek Akdeniz’de Birleşik Devletlerin sancağını taşıyan hiçbir tekneye dokunulmaması karşılığında 642.000 altın dolar ve yılda 12.000 Osmanlı altını haraç ödeyecekti.

Türkçe ve 22 madde olan muâhedeye, George Washington ve Beylerbeyi Hasan Dayı imzâ koydular. Böylece Birleşik Amerika da yıllık vergiye bağlanmış oldu.

Deryâ ve akıncı beylerinin çok mühim bir vasıfları da ellerinin son derece açık olması ve ünlü zenginlerin yapamadıkları cömertliği yapabilmeleri, fukarâ babası olmalarıydı. Bütün bir bölgenin fakirleri bir tek deryâ ve akıncı beyinin sâyesinde geçinip giderlerdi. Beylerin konakları misâfirhâne olup, herkese açıktı. Misâfir, derecesine göre ikrâm görürdü.Misâfiri çevirmek olmazdı. Geri çevirmek, düşmana silâh teslim etmek derecesinde olup büyük şerefsizlik sayılırdı.

On yedinci yüzyılda deniz korsanlarının faaliyetleri iyice artarak deniz yolculuğu tehlikeli bir hal aldı. Avrupalı korsanlar, kendi milletlerinin gemilerine bile çekinmeden saldırmaya başladılar. Avrupa kral ve prensleri yapılan yağmalardan istifâde için korsanlara arka çıkmaya başladılar. On sekizinci asrın sonuna doğru korsanlığın korkunç boyutlara ulaşması üzerine devletler, bunlardan kurtulma çârelerini araştırmaya başladılar. 1785 yılında Amerika ile Prusya arasında yapılan antlaşmaya göre, aralarında olacak muhârebelerde karşılıklı korsanlık müsaadesi vermemeleri ve tüccar gemilerinin serbestçe dolaşmaları esâsı kabul edildi. Bu konuda devletlerarası çalışmalar kesin bir netice vermedi. Ancak Kırım Harbi (1853-1856) sırasında muhârip devletler, muhârip korsan gemisi çıkarmamaya karar verdiler. Bu durum diğer devletlere de bildirildi. Kırım Harbi sonunda Paris’te yapılan kongrede, korsanlığın tamâmen kaldırılması karârı alındı. Daha sonra 14 Eylül 1937’de Lyon’da Türkiye, Mısır, Fransa, İngiltere, Yunanistan, Romanya, Yugoslavya ve Sovyetler Birliği antlaşma imzâlayarak korsanlığa karşı tedbir alınmasını kararlaştırdılar. Antlaşmada uçakla da korsanlık yapılabileceği belirtilip, tedbir alınması kabul edildi. Günümüzde korsanlık daha çok hava korsanlığı şeklinde devâm etmektedir.
 
Kutadgu Bilig
Yûsuf Has Hâcib’in 1069-1070 yılında yazdığı meşhur eseri.

İslâmî devir içinde Türk Dili ve Edebiyatı’nın olduğu kadar, Türk Kültür Târihinin de asla ihmal edemeyeceği bir siyâsetnâmedir. Kutadgu Bilig, siyâsî ve kültür bakımından, Türk-İslâm muhîtinin çok mühim bir merhalesini teşkil etmektedir. Böyle olmasına rağmen uzun müddet bir kenarda unutulup kalmıştır.

Eser, Tavgaç Ulug Bugra Karahan (Hakan) Ebu Ali Hasan bin Süleyman Arslan Kara Hana ithâf edilmiştir. Bu vesîka ile beraber Kutadgu Bilig’in zikrettiği Bugra Han hakkındaki vesikaların sayısı 15’e yükselmiştir. Bunların yedisi Türkçe, diğerleri Arapçadır. Kutadgu Bilig yazıldıktan bir hayli zaman sonra unutulmuş veya çok dar bir muhitin istifâdesinde kalmıştır. Kitâba ilk ilâve edilen 77 beyitlik bir manzûme vardır. Bu manzûm önsözde eserin kendisi ve yazarı hakkında malûmât verilmektedir. Burada hükümdârlara “ilig” ve “beg” yerine “melik” tâbiri kullanılmıştır. Şark meliki ve Maçin beylerinin hepsi bu kitabı benimsemişler ve kendilerine mirâs yolu ile intikal ettiği için başkalarına vermemişlerdir. Ayrıca diğer memleketlerde kitaba başka adlar da vermişlerdir. Çinliler Edebü’l-Mülûk, Maçinliler Enîsü’l-Memâlik, İranlılar Şehnâme ve Turanlılar (Türkler) Kutadgu Bilig demişlerdir. Bu önsözü yazan Kutadgu Bilig’i bir nevi siyâsetnâme olarak düşünmüştür ki, yerinde bir düşüncedir.

Kutadgu Bilig bu devreden sonra üçüncü olarak meydana çıkarılmıştır. Bu defa manzûm önsözün bir özeti, eksik bir mukaddime olarak eklenmiştir. Burada, manzûm önsözdeki “melik” tâbiri yerine “padişah” kelimesi kullanılmıştır.

Eser, yazı bakımından iki türlü alfabe ile yazılmıştır. Bunlardan biri Uygur alfabesi, diğeri ise Araplardan aldığımız İslâmî Türk alfabesidir. Uygur harfleri ile yazılan bâzı yazıların Fâtih devrine kadar sürmesi önceleri her iki alfabenin at başı gittiğini, Fâtih Sultan Mehmed Handan sonra Uygur harflerinin yerini tamâmen Türk-İslâm alfabesine bıraktığını söylemek gerekmektedir. Kutadgu Bilig’in bu bakımdan aslının nasıl bir alfabe ile yazıldığı bilinmiyor. Çünkü yeryüzünde bilinen üç nüshasından biri Uygur harfleri ile yazılmıştır. Bu nüsha Herat nüshasıdır. Diğer iki nüshası Arap harfleri ile yazılmıştır. Böyle olmasına rağmen islâmî-Türk yazısı ile yazılmış bir nüshadan istinsah edildiği kanâatini doğurmaktadır. Aynı durum daha sonra Karahanlı ülkesinde yazılan Atabetü’l-Hakayık gibi eserlerde de kendisini göstermektedir.

Balasagun’lu Yûsuf Has Hâcib, eserinde kendi adına yalnız bir yerde yer vermiştir. O asîl bir aileye mensûb olup, ilmî, fazîletleri, zühd ve takvâsı ile cemiyetin içinde hürmet görmüş biridir. Eserini Balasagun’da yazmaya başlamış, sonra Kaşgar’a gitmiş orada tamamlayarak Tavgaç Kara Buğra Hanın huzurunda okumuştur. Bunun üzerine hükümdar iltifât etmiş ve kendisine Has Hâcib ünvanını vermiştir. Onun eserini yazmada en mühim âmil muhakkak ki çağdaşı Kaşgarlı Mahmûd’un da Türklüğü ve Türk milletinin değerlerine sâhib olma azminden başka birşey değildir. Kaşgarlı, Türkçenin Arapça karşısındaki durumundan hareketle ve Araplara Türkçeyi öğretmek niyeti ile yazdığı eserinde Türklerin gelecek için büyük ve devamlı bir hâkimiyetlerinin olacağından bahsetmiştir. Balasagunlu Yûsuf ise zamanında Fars dilinde bir Şehnâme’nin yazılmış olmasını görerek, Kutadgu Bilig’i Türk milletine bir Şeh-nâme hediye etmek arzusu ve Türkçenin kudretini göstermek niyetiyle yazmıştır. Yûsuf Has Hâcib eserini yazdığı zaman elli yaşlarında olması muhtemeldir. Şâir bu durumda 1019 yılı civarında doğmuş olmalıdır. Nerede ve kaç yılında öldüğü belli değildir.

Eserde tasvir edilen hayat ve ideâlize edilmiş olan şahıslar şâirin kendi devrinden evvelki bir zamana aittir. Yusuf, ideal fertlerden teşekkül eden cemiyet ve devleti gözünde canlandırır. Sonra kendi devrinden acı acı şikâyet eder. Eserinde, büyük meziyet olarak gösterdiği hareket ve düşüncelerin kalmadığını söylemektedir. Eser, şâirin tasavvur ettiği ideal bir hayatı işlemesine rağmen, gerçeğin içinde dolaşır. Hattâ Türk Edebiyatı içinde bir tiyatro eseri hüviyetine bürünür. Eserde saâdet ve ikbâli (kut) temsil eden vezir Aytoldu ile aklı (ukuş) temsil eden Ögdülmiş’in şahıslarında şâirin kendisini tasvir etmiş olması mümkündür.

Türk yazı diline hakkıyla hâkim ve inceliklerine vâkıf olan şâir Uygur Türklerinin an’anesini devam ve inkişâf ettirerek, Türk Milletinin hayâtına geniş yer vermiştir. Böyle olmakla birlikte Yûsuf Has Hâcib zaman zaman tecrübelere yönelir. Tecrübeli yiğitlerin, büyüklerin, milleti düşünenlerin düşüncelerine eserinde yer verir ve bu sözlerin yabana atılamayacağından bahseder. Hattâ müdâfaa ettiği fikri buna benzer sözlerin eşiğine getirerek, atasözlerine, değer verdiği tecrübeli kimselerin buyruk ve işâretlerine bırakır. Bunların içinde pekçok sözün kaynağının hadislere dayanması esere ayrı bir değer katar ve ilk İslâmî eser olan Kutadgu Bilig değerler bakımından İslâmiyete dayanır. Böylece eser dünyâ ve âhiret saâdetinin ancak bu şekilde bulunacağı fikrini işler. Yûsuf Has Hacip, bu yönü ile ilk Türk eğitimcileri arasına girmeye de hak kazanmaktadır. Zâten Kutadgu Bilig; dünyâ ve âhiret saâdetini gösteren bilgi demektir.

Yûsuf Has Hâcib, İslâm sanatkârlarını örnek tutarak, arûz vezni kullanmıştır. Eser; Şehnâme vezni olarak bilinen; Fe’ûlün, fe’ûlün, fe’ûlün, fe’ûl vezninde yazılmıştır. Şâir bu vezni pürüzsüz bir şekilde kullanmıştır.

Muhtevâ bakımından ise Kutadgu Bilig; sahnesiz bir tiyatro eseri görünüşündedir. Hükümdâr Küntogdı’nın, âkibeti temsil eden Odgurmuş ile görüştükten sonra, dünyadaki hayâtın esâsını kavrayarak üzerindeki yükü taşımak istemediğini aklı temsil eden Ögdülmiş’e söylemesi üzerine; Ögdülmiş hükümdâra yapacağı işleri hatırlatır. Ve ona iyi ad kazanmak için yeni iş sâhası gösterir. Eserin başında “tevhid, naat, dört halifenin zikri ve yaz mevsiminin tasviri vardır. Bunlardan sonra Ulug Bugra Hanın medhiyesi yer alır. Bu şekli ile eser klasik tertib usûlüne uygunluk gösterir.

Kutadgu Bilig dört esas üzerine tanzim edilmiştir:

1. Doğru kanun (köni töri); bunu Küntogdı (hükümdar),

2. Saâdet (kut); bunu Aytoldı (vezir),

3. Akıl (ukuş); bunu Ögdülmiş (vezirin oğlu),

4. Odgurmış (zâhid) tarafından temsil edilmektedir.

Bunlardan başka Aytoldı’nın Hâcib ile buluşmasını temin eden Küsemiş, huzura kabulü sağlayan Hâcib, arada hizmet gören oğlan, haber getiren Yumışçı ve zâhidin yanında çalışan Kumarı da şahıslar kadrosu içinde yer alırlar. İnsanların iki dünyâda ele geçirmek istedikleri saâdet (Aytoldı) ile kâinatın üzerine kurulduğu doğru kanun (Küntogdı) arasındaki karşılıklı konuşmalarda o devrin ferdî ve ictimaî ahlâk prensiplerine yer verilir. Küntogdı’nın akıl (Ögdülmiş) ile devam eden konuşmalarında ise cemiyet hayatının, bilgi nazariyesinin ve hayat görüşünün bütün meselelerine temas edilmektedir.

Aytoldı’nın oğlu Ögdülmiş büyümüş, hükümdârın îtibârını kazanarak babasının yerine vezir olmuştur. Şâir, bu âlim veziri hükümdârın yardımcısı olarak şahsî düşünce ve hareketlerinde de sahneye çıkarmaktadır. Ona devletin en yüksek müesseseleri hakkında konuşmak fırsatını da vermektedir. Eserde sırası ile hükümdâr, vezir, kumandan, hâcib, mâbeyinci, sefir, sır kâtibi, hazînedâr, aşçıbaşı, şarâbdâr mansıbları ve bunları işgal eden şahısların vasıf ve vazifeleri ayrı ayrı anlatılmaktadır. Hükümdâr, vezir ve diğer memûrlar şâirin tasvir ettiği ideal bir durumda maddî ve mânevî hayatı her bakımdan tanzim edilmiş bulunmakta ve ahalî hükümdara dua etmektedir. Hükümdar ilerisini düşünerek Ögdülmiş gibi birini arıyor ve bununla müellif bütün zevkleri ile birlikte, dünyadan yüz çeviren aşırı bir zâhid zümresi mümessilinin ortaya çıkmasını sağlıyor.

Hükümdâr, Zâhid Odgurmış’a Vezir Ögdülmüş vâsıtasıyla bir mektup gönderiyor. Ögdülmiş ile Odgurmış dünya ve âhiret meselelerinden konuşuyorlar. Bu konuşmalardan sonra Zâhid tereddüd ediyor. Kendisinde; dünyâda Müslümanlara hizmet etmekle ukbâyı(âhireti) kazanmak fikri doğuyor. Fakat dünyânın ağır basan kusurları karşısında niyetinden vazgeçiyor. Hükümdârın ikinci mektubu üzerine şehre, insanlar arasına dönmeye râzı oluyor. Ögdülmiş kendisine lâzım olan bâzı bilgileri veriyor. Fakat zâhid, dünya sevgisini gönülden çıkarmadan ona Allah sevgisini sokmanın mümkün olmadığını ileri sürerek şehre gelmekten vazgeçiyor. Hükümdâr, kendisini görmek için zâhidin ayağına kadar geleceğini söyleyince Zâhid, hükümdârın yanına gidiyor. Hükümdârla konuşurlar. Zâhid en çok ömrün kısalığından ve ölümden bahseder. Hükümdâr bu sözlerin tesiri altında kalarak dünyanın hiçliğini ve bu kadar yükü yüklenmenin mânâsız olduğunu düşünür.

Ögdülmiş hükümdâra, vazifesinin Allah tarafından verildiğini ve ye’se kapılmamasını söyleyerek onu iyilik yapmaya teşvik ediyor.

Ögdülmiş ihtiyarlamaktadır. Tövbe etmek ve gönlünü temizlemek lüzûmunu duymakta, kardeşi Zâhid ile istişâre etmek istemektedir. Odgurmış’ın hastalanması üzerine Ögdülmiş çağrılıyor. Odgurmış hastalık hakkında bir rüyâ görmüştür. Her ikisi bu rüyayı farklı tâbir etmişlerdir. Odgurmış tekrar kendi görüşünü hülâsa ediyor. Ögdülmüş hükümdârın da muvâfakatı ile Zâhid’in yanına gelmiştir. Fakat o çoktan ölmüştür. Bu durumda Ögdülmiş üzülmüş ve Zâhid için mâtem tutmuş, yasına hükümdâr da iştirâk etmiştir.

Şâir en sonunda esere dönüyor. Bunun yazılış sebebini ve ehemmiyetini belirttikten sonra sözlerini duâ ile bitiriyor.

Kutadgu Bilig’in nüshaları: Eserin bugün bilinen üç nüshası vardır:

1. Herat Nüshası: Kutadgu Bilig’in ilk bilinen nüshasıdır. Arap harfleri ile yazılmış bir nüshadan Uygur harflerine çevrilmiştir. Hicri 4 Muharrem 843 tarihinde istinsah edilmiştir. Bu nüsha Fatih Sultan Mehmed Han devrinde, Uygur kâtiblerinden Abdürrezzak Bahşı için Fenârî oğlu Kadı Ali tarafından Tokat’tan İstanbul’a getirtilmiştir. Eserin bundan sonraki mâcerası karanlıktır.

2. Fergana Nüshası: Kutadgu Bilig’in en önemli nüshasıdır. Nüshayı bulan Fitret, Maarif ve Okutguçı mecmuasında hakkında umumî bir bilgi vermiştir. Nerede, ne zaman ve kim tarafından, kimin için istinsah edilmiş olduğu belli değildir.

3. Mısır Nüshası: Bu nüsha Kahire’de, Hidiv kütüphanesinin o zamanki müdürü Alman Moritz tarafından 1896 yılında bulunmuştur.

Eser üzerinde yerli ve yabancı Türkologlar çalışmışlardır. Fakat en önemli çalışma Reşit Rahmeti Arat tarafından yapılmıştır. Prof. Dr. R.R. Arat; üç nüshanın karşılaştırmalı metnini 1947’de, metnin tercümesini 1959 yılında ölümünden önce yayınlamış; fakat ortaya çıkardığı fişlerle yaptığı çalışmaları ise ölümünden sonra Prof. Dr. Muharrem Ergin, Prof. Dr. Kemal Erarslan, Dr. Nuri Yüce ve Dr.O.F. Sertkaya’nın gayretleri ile ortaya çıkarılmıştır. Eserin 3. cildini meydana getiren bu indeks kısmı Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü tarafından 1979 yılında neşredilmiştir.
 
Lala
Osmanlı şehzâdelerinin tâlim ve terbiyesiyle meşgul olanlara verilen isim. Selçuklularda bu vazifeyi atabegler yaparlardı.

Geleceğin hükümdarını yetiştirmek üzere görevlendirilen bu kişiler din ve fen ilimlerinde mümtaz şahsiyetler arasından seçilirlerdi. Şehzâdeler sancağa çıkarken bâzen yanlarına birden fazla da lala görevlendirilirdi. Bu durumda en kıdemlisi “Lala Paşa” ünvânını taşırdı. Lalanın ilmî kıymeti yanında pâdişâhın fevkalâde îtimâdını kazanmış emin bir kimse de olması gerekliydi. Çünkü bunlar şehzâdenin iyi bir devlet adamı olarak yetişmesi yanında onun pâdişâha karşı itâatini de kırmaması lâzımdı. Îtimâdı sarsacak durumlarda lalaların görevden alınması pâdişâhın yetkisindeydi. Lalalar yetiştirdikleri şehzâdenin pâdişâh olması durumunda büyük bir nüfuz kazanırlardı. Tahta geçen yeni pâdişâh, lalalarının en kıdemlisi olan Lala Paşayı vezirliğe ve bâzen de sadrazamlığa tâyin ederdi.

Lala deyimi ayrıca halk arasında konak ve evlerde çocukların yetiştirilmesi için alınan görevliler için de kullanılmıştır. (Bkz. Atabeg)
 


Mesajınızı yazın...
Geri
Top